Mikro Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mikro Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2022

Karınca Kafe #Bir Yaz Günü


Bir yaz günü. Henüz meydan ve İstiklal kalabalıktan nasibini almamış. Sabah kahvaltısından sonra Galata Kulesi'ne doğru yürüdüm. Yokuş aşağı inerken ara sokaklardan yayılan mis gibi kahve kokusuna kayıtsız kalmayarak, bol köpüklü türk kahvesi yapan küçücük bir mekana oturdum. Kahvemi çok şekerli söyledim. Her şeyi şekersiz içen ben, sıra türk kahvesine gelince bol şekerli içmekten kendini alıkoyamazdım. Kahvemi bitirdikten sonra Taksim'in ara sokaklarında saklanan sahaflara uğradım. Birkaç kitap alıp sırt çantama attım. Sahaf beye iyi günler dileyip dükkan kapısını kapatırken; bir gün belki benim bir kitabım da buralarda birinin dikkatini çeker mi diye çok kısa bir hayale daldım. Aldığım kitapları karıştırmak için Şişhane metro çıkısının önündeki kaldırıma oturduğumda bir çocuk yanaştı yanıma. Elimdeki kitap dikkatini çekmişti. Çok kısa onunla sohbet ettim. O İstanbul'da öğrenci olmaktan dert yandı. Ben de İstanbul özlemimden. İkimizin belki de tek ortak noktası İstabul'u ve kitapları sevmemizdi. Ben kitaplarımı çantama atıp İstiklal'e doğru ilerlerken, o elindeki broşürleri bir başkasına uzatmak için Galata Kulesi'ne doğru bir adım attı. 


Bahsi geçen yaz gününün üstünden çok zaman geçti. Bu yazı, taslakta bekleyen birçok yazıdan sadece biri. Çıkış noktası Karınca kafe ile ilişki bir öyküye dönüşmekti. Bu sefer olmadı. 
✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

15 Mayıs 2020

Geçmişe Dönüş


İşte tam bu an zihnimden tamamen sildiğimi fark ettiğim bir zaman aralığını yeniden hatırladım. En depresif, en dipte hissettiğim zaman dilimlerinden biri. Üzerinden nereden baksan yirmi sene geçmiş. Bunu bana hatırlatan bir şarkı oldu. Bu şarkı beni bir albüme yönlendirdi. 2000'lerin çok da popüler olmayan albümlerinden biri.

Bir kokunun hatıraları canlandırdığı gibi, bu müzik de hatıralarımı canlandıracak diye umarken beklediğim gibi olmadı. Aksine bana sadece o zamanlardaki ruh halimi hatırlattı. O zaman diliminde nasıl hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum ama bunun sebebini, tam olarak neler yaşadığımı hiç hatırlamıyorum. Evim dediğim yerden bambaşka bir yerde yaşıyordum ve bununla ilgili hiçbir ayrıntı hatırlamıyorum. Küçük de değildim, lisedeydim.

Demek ki zihnim bunu hatırlamamayı ve ilişkili tüm hatıraları temizlemeyi tercih etmiş. Bunun elbette bir sebebi vardır ve buna saygı duymaktan hatta buna teslim olmaktan başla bir şansım yok. Ayrıntıları hatırlamak gibi bir gayem de yok. Beni şaşırtan şey, bu yoğun duyguları bende yaratan tüm bu yaşanmışlıkların zihnimde sadece bir şarkı, bir albümle hatırlanıyor ve ortaya çıkıyor olması.
Beni şaşırtan şey, bu albümü dinlediğimde tıpkı yirmi sene önce hissettiğim gibi depresif, kaybolmuş, çaresiz hissediyor olmak. Rastgele denk geldiğim bu albümün zihnimin unutmak için çabaladığı bir zaman dilimindeki hislerimi açığa çıkarıyor oluşuna şaşırıyorum. Dinlerken şaşırıyorum, şaşırırken dipte ve çaresiz hissediyorum. Elimden başka hiçbir şey gelmiyor. Depresif hissetmeme şaşırıyorum. On yedi yaşındaki ruh halimi otuz yedi yaşımda sadece bir albümü dinleyerek yaşıyor olmama şaşırıyorum. Şaşırdıkça daha depresif ve çaresiz hissediyorum. Çünkü şu anda da aslında o andaki kadar dipte hissediyorum. 

Hayatta arzu ettiğim şeylere ulaşıp ulaşmadığımı bile bilmiyorum. Çünkü ne istediğim, ne arzu ettiğim konusunda en ufak bir fikrim yok. Sadece bu eski albümü dinleyip yirmi sene önceki o ruh halimi zihnimde yeniden canlandırıyorum. Belki de doğru bir şey yapmıyorum.

Ve bu albüm beni aynı grubun başka bir albümüne yönlendiriyor. Bu sefer de bambaşka bir zaman dilimine yolculuğa çıkıyorum. Yirmi değil, on altı yıl öncesine, daha da dipte ve hatta intihara en meyilli olduğum döneme. İntihar etmem için hiçbir sebep olmadığı döneme. Sadece öyle hissettiğim, okuduğum, dinlediğim, özümsediğim her şeyin beni buna yönlendirdiğini düşündüğüm bir döneme. O dönemle ilgili anılarım da çok net değil. Ama eminim ki o zamanlarda da beni bu kadar sarsacak, dibe itecek şeyler yaşamadım. Ya da yaşadım ve zihnim onları hatırlamak istemediğini için ilgili anıları çoktan silmiş.

İlk cümlemde söylediğimi düşünürsek, zihnim bazen bazı şeyleri unutmayı tercih ediyorsa, zihnime, beni ben yapan tüm yaşanmışlıklar birikimine nasıl güvenebilirim? Ya o beni başka biri olarak hatırlamak istiyorsa? Ben tam olarak neyim? Beni ben yapan şey anılarım, yaşanmışlıklarım, tecrübelerimse ve bu zihin bazı tecrübeleri filtre etmeyi tercih ediyorsa, ben aslında yaşadığım her şey miyim, yoksa beyin kıvrımlarımın filtre etmeyi tercih ettiği şeylerden mi ibaretim? Benim kişiliğimi oluşturan asıl şey beynimde küçük bir yer kaplayan filtre mi?

Sabah uyanıp bunu okuduğumda kendime soracağım soruyu da biliyorum. Filtre veya başka bir şey, ne fark eder?

Beni ben yapan şey geçmişim mi? Yoksa gerçekten şu anki hissiyat durumum mu?
Bu sorunun gerçek cevabını almak bana nasıl bir katkı sağlar? Ya şu anki halet-i ruhiyem geçen hafta içinde yediğim içtiğim şeyler üzerine temellenmişse? Ya öyle değilse ve geçmişte yaşadığım tüm olumlu olumsuz anılar beni ben yapan şeyse? Beni ben yapan şeyin ne olduğunun ne farkı var ki bu noktada? Ben benim, bunun sebebinin ne olduğunun ne önemi var. Önemi olan şey bundan sonra ne olacağım, nasıl değişeceğim, neleri hatırlayıp, neleri unutmayı tercih edeceğim. İllaki bazı şeyleri unutmak işime gelecek, ruhsal sağlığımı korumak için olsun, sadece unutmak istediğim için olsun. Bu hatırlamadığım ya da unutmayı tercih ettiğim şeyler de benim bir parçam olarak kalacak, benliğimin olumlu ya da olumsuz gelişmesine katkıları olacak. Şu andan sonra sorabileceğim tek soru: Ben şu an kim olduğumu bile bilmiyorken ileride ne olacağımı nasıl bilebilirim?


*Bu yazı geçen hafta posta kutuma geldi. Ben sadece sahibinin iznini alarak blogumda yanınladım. 

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

20 Eylül 2019

Karınca Kafe #Bir Tatlı Huzur


Eylül ortası. Soğuklar iyice kendini hissettirmeye başladı artık. Çay demlenirken, dışarıda olan masaları içeriye taşıdım bu sabah. Camın kenarında yer alan diğer masaların yanına koydum. İlk baharın tatlı esintisi başlayınca kadar misafirlerimi burada ağırlayacağım. Bu sabah fonda Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik diyor sanatçı. Bir yandan şarkıyı mırıldanırken bir yandan da kış aylarında tarçınlı kurabiye ile güzel bir ikili olacak salebi menüye ekliyorum.

Karınca kafede standart menü kartlarından yok. Günün atıştırmalığını ve içeceklerini yazdığım bir kara tahta var duvarda. Arada renkli tebeşirlerle bir şeyler çiziyorum siyah tahtaya. Özellikle pembe renk tebeşiri elime alınca; omuzumlarımda iki yandan sarkmış örgüler ve yakamda beyaz bir yakalık beliriyor. Arkamı dönsem sınıf öğretmenimle ve arkadaşlarımla göz göze geleceğim gibi hissediyorum. Çizimimi bitirince sessizce arkamı dönüyorum. Tam o sırada camdan birinin bana el salladığını görüyorum. Mahallemizin tontoş teyzesi. 70 yaşında olmasına rağmen dudağından kırmızı rujunu, yüzünden gülümsemesini eksik etmez. Elimden tebeşir tozunu siliyorum ve içeri gelmesi için el sallıyorum. Kapı açılınca iki küçük zil sesi fonda çalan şarkıya eşlik ediyor. Bu ne güzel melodiler diyor içeri girer girmez. Kafenin en güzel köşesinde yer alan masaya oturuyor. Fırından yeni çıkan elmalı kurabiyelerimi bir tabağa koyuyorum,  ince belli bardakta tavşan kanı olan çaylarımızı masaya getiriyorum. O ise camdan dışarı bakarken dalmış gitmiş. Ne düşünüyorsun diyorum. Başlıyor anlatmaya...

Gençliğinden, eski İstanbul'dan, aşklarından, onu üzenlerden, mutlu edenlerden bahsediyor uzun uzun. Biz gençken diyor... Bir yandan da çayını yudumluyor. O anlattıkça benim gözlerim dalıyor uzaklara. İnsan zaman içinde devamlı ileri yol alırken, biriktirdiği anılar sayesinde geçmişe gidiyor. Ben de tontoş teyze sayesinde bir zaman yolculuğuna çıkıyorum bu sabah. Çaylarımız bitiyor. Yenisini doldurmak için kalktığımda, artık gitmeliyim diyor. Tabakta kalan son elmalı kurabiyeyi eline alıyor. Hep böyle güzel şarkılar çal emi diyor... Ve gidiyor. Kapı açılınca, iki küçük zil sesi, Müzeyyen Senar'ın seslendirdiği Dalgalandım da Duruldum şarkısına eşlik ediyor.

Devam edecek...

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

29 Temmuz 2019

Karınca Kafe - Gün Batımı


Burası hayalleri büyük kendisi küçük bir kadının kafesi. Bu satırlarla tanıdınız siz Karınca Kafeyi. Her gün misafirlerine mis kokulu çörekler hazırlar bu kafenin sahibi. Gün batarken tezgahının üstündeki çörekler biter. Tüm gün boyunca sayısız kez demlenen çay ve kahve kokusunun enfes karışımı kafenin duvarlarına siner. Yaz olunca kafenin önündeki yaseminlerin kokusu eşlik eder çay ve kahve kokusuna. 

Karınca Kafenin küçük bahçesinde, bahçe çitlerini saran yaseminlerin karşısında iki tane beyaz masası, onları çevreleyen beyaz sandalyeleri, yerdeki saksıların içinde açan rengarenk çiçekleri, masaların üstünde minik taze lavanta ve fesleğen saksıları var. Gün batımında bir delikanlı gelir oturur o beyaz masalardan bir tanesine. Siyah bir takım elbise giyer yaz kış demeden. Masaya oturur oturmaz ince belli bardakta demli bir çay söyler kendine. Ceketini çıkartır asar sandalyesinin arkasına. Yanından hiç ayırmadığı çantasından siyah ciltli bir defter çıkartır. Kalemini parmaklarının arasında bir iki tur çevirir, masanında duran çayından koca bir yudum alır ve yazmaya başlar. Adeta kalemiyle sohbet eder gibi yazar. O kalemine anlatır içindekileri; kalemi de deftere döker söylediklerini, düşündüklerini. Çayını bitirdiğinde, yazmayı bırakır. Kalemini öper. Defterini kapatır. Kadına içten bir tebessümle iyi akşamlar diler. Bu böyle aylar boyunca sürer. Yaz kış demenden her gün aynı saate gelir bu delikanlı. Aynı ritüelleri bıkmadan tekrarlar. 

Sonra bir gün delikanlı gelmez olur. Kadın acaba ne oldu diye düşünmekten kendini alamaz. Aradan günler geçer, delikanlı uğramaz olur karınca kafeye. Kadın üzülür. Onun geleceği saate yakın her gün taze çay demlemekten vazgeçmez. Bir umutla delikanlının geleceği günü bekler. Günler haftaları, haftalar ayları kovalar. Kadının umudu geçen günlerle birlikte azalır. Bazı gün batımlarında gözleri dalar, acaba şimdi nerede diye düşünmeden edemez. 

Bir gün batımında kadın yine mis gibi çayını demlemişken, elinde paketiyle bir kargo görevlisi girer içeri. Bu paket bu kafenin sahibi için der. Kadın şaşırır. Paketin üstünde kimden geldiğine dair hiçbir bilgi yoktur. Kadın büyük bir merakla paketi açar. Paketin içinden Gün Batımı adlı bir kitap çıkar. Yazarını daha önce tanımadığı bir kitap. Hemen sayfalarına göz atmaya başlar. Kitabın ilk sayfasında, "Bana ilham veren Karınca Kafe'nin sahibi güzel kadına teşekkürler" diye bir not ilişir gözüne. İşte o zaman her gün batımı kafesine gelen delikanlının kitabını elinde tuttuğunu anlar. Gözleri dolar. Kendine ince belli bardakta demli bir çay doldurur ve delikanlının kitabını yazarken oturduğu sandalyeye oturup kitabı okumaya başlar...


Devam edecek...
✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

21 Haziran 2019

Araba



Araba alacağını söylediği zaman çevresindekiler tarafından yadırgandı. Babasını vahim bir trafik kazasında kaybetmişti. Nasıl araba sürmeye cesaret edebilirdi. Hiç mi korkmuyordu. Bu söylemler arasında o ehliyet kursuna kayıt oldu. Direksiyon başına ilk geçişiydi. Eskiden babasıyla yaptığı uzun yolculuklarda babası ona tabelaları öğretmişti. Bu yüzden sınavları vermesi kolay oldu. Çok da eğlenceli bir grupla pratik eğitimini tamamladı. Sınav günü gelip çattığında, oldukça yüksek bir puan alarak ehliyetini aldı.

Aradan çok az bir zaman geçti. İlk arabasını aldı. Arabası badem kabuğu rengindeydi. Bir tanıdığıyla biraz alıştırma yapmaya karar verdi. Geceleri çıktı trafiğe. Direksiyon başındayken yapılan tüm eşek şakalarını (bir anda vitesi boşa almalar, koltuğun ayarı ile oynamalar tarzında olan şakaları) soğukkanlılıkla karşıladı. Pratik yaptıkları bir gün hızlı giderken, yola düşmüş olan boş bir bidonu (beş kiloluk plastik bidonu) arabanın altına aldı. İlk defa o zaman birine çarpsa nasıl hissedeceğini hissetti. Çok korktu. Ama bu ona büyük bir ders oldu. Ayrıca tünellerde araba sürmekten de nefret etti. Tünel ne korkutucu şeydi. Yaptığı pratikler sonucunda çok güzel araba kullanmaya başladı. Gece annesini ve kardeşlerini atardı arabaya, saatlerce araba sürerdi. O gidiş hepsine iyi gelirdi. Sıkıldığı ve yalnız kalmak istediği zamanlarda da Feridun Düzağaç'ı açardı, çekerdi deniz kenarına. Müzik dinlerken dalgaları seyrederdi. Ruhuna iyi gelirdi.

Yağmurlu havalarda araba kullanmayı çok sevdi. Yağmur cama vururken radyoda güzel bir müziğe denk geldiğinde keyfi katlanarak artardı. Gündüzden çok gece araba sürmeye bayılırdı. Karşıdan gelen araçların ışıkları onu rahatsız etmezdi. Hiç yorulmadan sürerdi yıldızların altında. Virajlı yolları düz yollara tercih ederdi. Tünele girdiğinde ya yüksek sesle şarkı söylerdi ya da saçma sapan konuşmaya başlardı. Onunla ilk kez tünele girenler verdiği tepkiye şaşırırdı. Yıllar geçti, polis fobisini yendi, tünel fobisini yenemedi.

Evlendiğinde badem kabuğu arabasını baba ocağında bıraktı. Düzenini oluşturduktan ve para biriktirdikten sonra beyaz bir renk arabası oldu. Uzun yolculuklara çıktı o araba ile. Tatile gitti. Arkadaş düğünlerine gitti. Beyaz arabası onu bir kez yolda bıraktı bırakmasına lakin o, onu sevmekten vazgeçmedi. Yaşadığı şehirden taşınırken beyaz arabasını arkadaşına sattı.

Uzunca bir süre geçmedi direksiyon başına. Arada bir araba kiraladı. Unuttum mu acaba derken, hiçbir şey unutmadığını fark etti. Her seferinde aynı keyifle sürdü. Ailesini ziyarete gittiğinde kardeşinin arabasını sürmeye devam etti. Baba ocağındaki badem kabuğu araba yerini beyaz bir arabaya bırakmıştı çoktan.

İşte bu kız, bu sene yine kardeşinin arabasını gece yarısı Mordoğan'dan İzmir'e sürdü. Virajlı yollarda, gece karanlığında arabayı sürerken o kadar keyif aldı ki aklına bu satırları yazmak geldi.

Ve yazdı.

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

29 Mayıs 2019

Karınca Kafe


Burası hayalleri büyük kendisi küçük bir kadının kafesi. Her sabah kapılarını umutla açtığı kafesinde, ilk önce mis kokulu bir çay demler kendine bu küçük kadın. İnce belli bardağında çayını yudumlarken bir yandan kafesine o gün misafir olacak insanlar için çörekler hazırlar. Çöreklerin kokusu dükkanın dört bir yanını sarmışken çöreklere eşlik edecek kahve tanelerini çeker, çörek kokusuna mis gibi kahve kokusunu da ekler.

Beş adet beyaz masanın çevresinde yer alan mor ve hardal rengi koltukları, masaların üzerinde taze çiçeklerin olduğu vazoları, duvarlarında kadının kendi çizdiği korkuluk resimleri, fonda 50'li yılların Fransız şarkılarının çaldığı, kapının girişinde el emeklerini sergilediği küçük bir rafı, bir duvarında ise boydan boya kitaplığı olan bir kafedir bu.

Kafenin ilk müşterisi mis gibi çöreklerin kokusuna dayanamayan, balkondan sepetini aşağı sallandıran tatlı bir teyzedir. Kadın sepetin içine çöreklerinin dışında bir kitap bırakır. Her hafta bu tatlı teyze okuduğu kitabı sepetine koyup aşağı indirirken, sepeti yeni bir kitapla yukarı çekmenin mutluluğu yaşar.

Bu kafede kitaplar bedavadır. Kafenin misafirleri bunu bilir. Bazısı kahvesini yudumlarken okur kitabını. Bazısı ise yanına alır. Kitabı bitirenler yazılı olmayan bir kural varmışcasına, kitapları aldıkları yere geri bırakırlar. Bazı misafirleri ise bir kitapla gider iki kitapla döner. Böylelikle kitapların sayısı gün geçtikçe çoğalır. Bu kafede özel günlerde, gelen misafirlere kitap hediye edilir.

Kafenin misafirleri olmadığı zamanlarda kadın bilgisayarını pencere kenarındaki masanın üstüne koyar. Kendisine koca bir fincan kahve doldurur. Uçuşan eteklerini ve saçlarını toplar. Sandalyesine yerleşir. Sandalyesinin ayak ucunda yatan köpeğinin başını okşar bir süre. Kocaman bardağında onu bekleyen kahvesini yudumlarken yeni yazıları yazar. Bazen gözü yoldan geçenlere takılır kalır. Yazı yazmayı bırakıp, yoldan geçenleri izlemeye başlar. İzledikçe yeni hikayeler gelir aklına.

Her hayat ayrı bir hikaye barındırır bünyesinde. İşte bu da karınca kafenin ve onu çok seven sahibinin hikayesidir.

Devam edecek...


✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

8 Nisan 2019

Kolektif Hikaye



Bu gezegende güneş sizin güneşiniz gibi sarı renkte asılı kalmaz gökyüzünde. Gezegenimizi aydınlatır ama bir rengi yoktur. Bu yüzde buraya "Beyazların Şehri" derler. Dünyalı varlıklar "dünya düz mü?" diye tartışırken; biz "zebra siyah üstüne beyaz mı, beyaz üstüne siyah çizgili mi?" diye tartışırız. Gezegenimizin adından etkilendiğimizden olsa gerek çoğu kişi zebranın siyah deri ile kaplı olduğunu ama güneşimizin ışınlarından dolayı beyaz çizgilerin sonradan oluştuğunu savunur.

İşte burası Beyaz Gezegen. Ben de Beyaz Gezegenin Beyazlar Şehrinde yaşayan bir canlıyım. Dünyalılar gibi iki elim, iki gözüm ve iki bacağım yok; ama dünyalı insanlar gibi "pazartesilerden nefret ediyorum". Her sabah bir fincan beyaz çay içiyorum. Beyaz çay bize dünyadan geliyor. Her sabah çayımı yudumlarken; "bu insanlar çayı içilebilir kılmayı nasıl düşünmüşler" diye kendi kendime soruyorum. Bu güne kadar bir cevap bulamadım. Cevabını bulamadığım bir diğer şey ise insanların söylemekten hoşladığı ve bizim ırkımıza hiçbir şey ifade etmeyen tekerlemeleri. Mesela bir insan neden "üç tunç has kayısı hoşafı" cümlesini kurma ihtiyacı duyar ki.

Bizim gezegenimizde zaman kavramı oldukça farklı. Örneğin; "Kitap okumayı çok özledim, zamanı durdurup, doyasıya kitap okumak istiyorum" dediğimde, ben zamanı durdurabiliyorum. "Kelebek" gibi uçmak istediğimde uçabiliyorum.

Bir diğer farklılığımız ise siz dünyalılar gibi giyinme ihtiyacımızın olmaması. Kıyafet kavramı bizim gezegenimizde hiçbir şey ifade etmiyor. Dünyalılar kendi aralarında konuşurken lafı her seferinde fazla kilolarına getirmeyi başarıyor. "tahmini ne zamana gider bu kilolar? Su ile mi beslenelim, ne yapalım artık?" diyenleri var. Zayıf birini gördüklerinde "hayat sana ne güzel, ne diyelim?" diyenler var. Bazen dünyalıları anlamakta oldukça zorlanıyorum. Tüm saçmalıklarına rağmen, dünyayı, dünyalıları yani "seni takip etmeyi bırakamıyorum." Bazen artık dünyalılar ile yani seninle tanışma zamanının geldiğini düşünüyorum. "Sürpriz sever misin?" bilmiyorum ve bu yüzden şimdilik seni uzaktan izliyorum.


Not: Bu mikro hikaye deneysel bir çalışmanın ürünü. İnstagram hesabımda, konu sınırlaması yok, aklınıza gelen şeyleri yazın dedim. Gelen yazıları birleştirerek bir hikaye yazmayı denedim. Tırnak içerisinde gördüğünüz kelime ve cümleler benim kelime ve cümlelerim değil. Ben sadece o cümleleri birbirine bağlayarak size ulaştıran bir aracıyım. Birbirinden bağımsız cümleleri bir araya getirmek pek kolay olmasa da eğlenceliydi.
Hikayeye katkısı olan herkese teşekkürü bir borç bilirim. Zaman ayırdığınız için teşekkürler.


✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

27 Mart 2019

Uyku



Güneş doğmayı unuttuğunda, rüzgar artık yaprak dallarını sallandırmadığında taşlaşır insanoğlunun kalbi. Bunun dışında her zaman bir ümit vardır. Yeniden sevebilmek ve hayattan keyif alabilmek adına. Güneş karanlığı aydınlatır. Rüzgar bulutları dağıtır. Kalp ışığı ve açıklığı sever.

Sıkıcı geçen bir gecenin son demlerinde, kitap ayracımı bu satırların yazdığı sayfaya iliştirdim. Hafif bir serinliğin hakim olduğu odamı ısıtma görevini üstlenmiş olan; baş ucumda odamı aydınlatan cılız ışığın sahibi muma üfledim. Çok kısa bir zaman diliminde karanlığa karışabilen beyaz dumanını seyrettim. Uykuya dalmak belki mutsuzluğumu hafifletebilirdi. Yarının, bugünden ve dünden hiçbir farklı olmayacaktı. Sabah uykumun en güzel yerinde beni uyandıracak olan alarm sesiyle irkilecek, giysi dolabının kapağını açıp elime geçen ilk parçayı giyecek, demlenmemiş kahvemi yudumlayacak, tüm dağınıklığımı geride bırakarak dış kapıyı çekecek, yolda yürürken günün ilk sigarasını yakacak ve yine hiçbir şeyden haz alamayacaktım.

Dışarıda yağan yağmurun taneleri cama vururken, henüz ısınmamış olan yatağıma uzandım. Yorganımı, serpilmiş bir ölü toprağı edasıyla tüm bedenimi örtecek şekilde üstüme çektim. Uyuyabilmek adına hazırdım artık. Karanlığa alışan gözbebeklerim, her gece randevumun olduğu tavandaki o nokta ile buluştu. Okuduğum satırları ve benden çok uzakta yaşanan duyguları düşünmeye başladım. Ben bu hayatta en çok kolay mutlu olabilenleri kıskanıyordum. Mutluluk denen şey benim kapımı çalmazken resmen başkalarının hayatına kamp kurmuştu.

Yorganımın ağırlığı altında ezilen bedenim ısınmaya başladı. Göz kapaklarım usulca birbiriyle buluştu. Nefes alıp verişim yavaşladı. Bedenim ağırlaşırken ruhum hafifledi. işte! günün en huzurlu anına geçiş yapmıştım. Artık uyuyordum.


✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

4 Mart 2019

Oysaki


Yedi tepeli şehire yakışır bir kıyafet giymeliydim. Üstüme tabiri caizse cuk oturan takım elbisemi çektim. Saçlarımı taradım güzelce. Özenle yerleştirdim şapkamı başıma. Artık tam anlamıyla bir Beyoğlu delikanlısıydım. Tüm heybetimle buradaydım. Görenleri şaşkına çeviriyordum. Yeni hayatıma alışmaya çalışırken, uzaklarda, etekleri suya değen, ince uzun bir kız ilişti gözüme. Zarifliğini, yüzünde var olan hüznü hissedebilmek için yanı başımda olmasına gerek yoktu. Etrafımı saran kalabalıktan kurtulup, gözlerimi bu güzellikle buluşturmayı başardım. Bakışlarıma karşılık olarak önce utangaç bir bakış, ardından tatlı bir tebessüm geldi. Artık daha çok sever olmuştum bu yedi tepeli şehri.

Gel zaman, git zaman; gece, gündüz sadece gözlerimiz buluştu. Duruşumdan, bakışlarımdan etkilendiği haberi çalındı kulağıma. Bunu ilk defa yamacımda sohbet eden esnaftan duydum. Çok seviyormuş fakat denizleri aşmaya gücü yetmiyormuş. Yanıma gelemeyişi bu yüzdenmiş. Her gün aşkımı anlatan şiirler yazdım ona. Gece olup tüm şehir uyuduğunda, sadece benim ve onun ışıkları yanardı. İşte o zaman, esen karayel sayesinde yazdığım şiirleri okurdum ona. O ise martılar ile haber gönderirdi bana. Saçından bir tel, eteklerini ıslatan deniz suyundan bir damla eşlik ederdi martılara.

Etrafım günden güne kalabalıklaşmaya başladı. Binalar ile doldu taştı. Boğuluyordum. Nefes alamıyordum sanki. Beni ayakta tutan tek şey bir gün onunla buluşup, denizin serin sularına ayaklarımı değdirirken, onun için yazdığım şiirleri ona okuyabilme hayaliydi...

Ama olmadı. Her bina beni daha çok uzaklaştırdı ondan. Artık tam anlamıyla göremiyorum onun o ince uzun bedenini. Parmak uçlarıma kalkamıyorum. Sağa sola da eğilemiyorum. Okuduğum şiirler, önüme dikilen o çirkin binalara çarpıp bana geri dönüyor. Karayel bile yardım edemiyor aşkımıza. Beni ondan, onu benden mahrum bıraktılar.

Oysaki kız kulesi de aşıktı bana.
Belki halen aşıktır.
Artık bilemiyorum.
Çünkü göremiyorum.

Bir garip Galata
04.03.2019

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

21 Şubat 2019

Harfler


Harfler; başka bir boyuttan geliyor. Geldikleri yerde görevlerini tamalamışlar ve dağılarak tüm dünyanın üstüne serpilmişler. Senin nasibine de bu satırları oluşturan harfler düşmüş. Sen okuduktan sonra buradaki görevini tamamlayan harfler, başka bir yazıyı oluşturmak üzere yeniden gökyüzünde dans etmeye başlayacak. Bir diğer harfi tamamlamak üzere havada asılı kalan bu harfler, belki de bir saniye sonra başkasının aklında var olan düşünceleri aktarmak için yine yan yana gelecek.

Bu satırlar, sen okuduktan sonra Bond çantası misali kendi kendini imha edecek. Bir önceki kelimeye dönüp yeniden okusan bile, asla ilk okuduğunda aldığın hazzı alamayacaksın. Elbet bir gün yolun bu harfler ile yeniden kesişecek. O zaman geldiğinde sen, ne şimdiki sen olacaksın; ne de bu harfler şimdiki sırayla yan yana dizilmiş olacak.

Yazının sonu gelmeden, bir önceki paragrafta yazılan harfleri unutmaya başlayacaksın. Unuttuğunun farkına varmayacaksın. Harfler ise unutulduğunu bilemeyecek hiçbir zaman. Eğer konu ilgini çekerse, yazının bütününden aklında birkaç cümle kalacak. İşte onlar bu yazıyı oluşturan harflerin sana yansıması.


Bazı harfler başı boş gezecek uzun zaman. Gökyüzünde amaçsızca gezinirken kendini tamamlayacak bir diğer harfin hayalini kuracak. Yan yana gelme özlemi ile yanıp tutuşacak. Kendi ateşiyle yanıp küle dönecek ve bir daha asla başka bir harfin tamamlayıcısı olamayacak. Şanslı olan harfler ise her seferinde yeni bir yoldaş bulacak kendine. Kendinden önceki veya sonraki harf ile yan yana gelince bir bütün olacak. Anlamsızken anlam dolacak.

Alfabede yer alan yirmi dokuz harfin aynı yazı içinde yan yana gelme olasılığı çok düşükken, yan yana gelebilenler sayesinde bir yazı çıkacak ortaya. İşte sen bu yazıyı okurken, yazar burada ne anlatmak istiyor acaba diye düşüneceksin.

Tam da bu noktada yazar en yakındaki aynaya veya seni yansıtan bir objeye bakmanı tavsiye edecek sana. Böylelikle sen de bir harf olduğunun farkına varacaksın...

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

7 Aralık 2018

Mavi Damla


Kalbinin tam orta yerine mavi bir damla düştü. O ise tüylerini ürperten bu küçük damlayı yok olup gideceğini bildiği için önemsemedi. Daha önce kaç defa kalbine misafir olmuştu bu mavi damla. Ürpertisi geçtikten birkaç dakika sonra unuttu o damlayı. Yaşamına kaldığı yerden devam etti.

Damla, ilk önce düştüğü yere alışmaya çalıştı. Bu defa eskisi gibi sıcaklıktan buharlaşmaya hiç niyeti yoktu. Hayata sımsıkı tutunmaya karar verdi. Kendini büyütecekti. Bu sıcaklığı yok edecekti.
Günler geçtikçe katılaştı. Mavi bir buz parçasına dönüştü. İstediği oluyordu. Yavaş yavaş büyüyordu onun içinde.

Mavi damla büyüdükçe onu üşütüyordu. Zevk aldığı sabah kahvelerinin eski tadı yoktu artık. Yürüdüğü yollar huzur vermiyordu ona. Güneşli günleri çok sevmesine rağmen, artık güneş bile ısıtmıyordu içini. Bir şeyler değişiyordu ve o bu değişime bir anlam veremiyordu.

Zaman durmamak için yemin etmişcesine kendi ahenginde akıyordu. Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu. Mavi damla ise her gün bir parça daha büyüyordu onun içinde.
Geçen bunca zaman sonunda, o artık aynaya her baktığında, içindeki soğukluğu hisseder hale gelmişti. Hiçbir şeyden zevk almıyordu. Hüzünlerinin, acılarının ve mutluluklarının ruhunda bıraktığı etkiler eskisi gibi değildi. Önce ruhunu teslim etmişti mavi damlaya. Şimdi sıra gözbebeklerindeydi. Çakmak çakmak bakmıyordu artık gözleri. Mavi damlanın donuk ışığı oraya kadar ulaşmıştı.

Kendine bile yabancılaşırken nasıl sevebilirdi bu hayatı. Mavi damlanın dokunlaştırdığı bakışları ile ellerine baktı kısa bir süre. Gördüğü eller onun değildi sanki. Parmak uçlarına kadar hissedebiliyordu mavi damlanın soğukluğunu, onu soğuttuğunu.

Tam bu düşünceler içinde boğulurken, ansızın kendini yok etme duygusu yerleşti aklının bir köşesine. Mavi damlanın esiri olan bedenini soğuktan korumak adına (ki üşümüyordu eskisi gibi, onunki sadece bir alışkanlıktı) paltosunu aldı. Evindeki ışığı kapattı ve kapıyı kilitlemeden evden ayrıldı. Merdivenlerden inerken nereye gideceğine dair bir fikri yoktu. Donan ellerini istemsizce paltosunun büyük ceplerine soktu. Bedeni gibi buz tutmuş şehrin karanlık sokaklarında yürümeye başladı. Alışkanlıktan mıdır bilinmez, adımları onu her gün işe giderken geçtiği minik köprüye doğru götürdü. Köprünün üzerinde geldiğinde havanın esintisine aldırmadan durdu. Donan nehiri seyretti donmuş gözbebekleri ile.

Usulca paltosunu çıkardı. Hissedemediği soğukla bütünleşti. Elleriyle köprünün tırabzanlarını kavradı. Botlarının ağırlıklarına aldırmadan parmak uçlarına doğru kalkıp, donan ruhunu ve bedenini hafifçe öne doğru itti. Gözleri donmuş nehir ile buluştu. Bu onun kırılacağı son noktaydı. Bedenini kalbi gibi buz tutmuş nehirin sularını üstüne bıraktı. Köprüden düşen bedeni, adeta bir cam bardak gibi tuzla buz oldu.

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

8 Ekim 2018

Bir Orta Çağ Hikayesi Ogrodzieniec Castle

Eğer bana ayıracak on dakikanız ve Orta Çağ dönemine ilginiz varsa az sonra göreceğiniz görselleri eminin çok seveceksiniz. Güneşli ve Ekim ayında olmamıza rağmen 15 derecelerde seyreden hava sıcaklığı fırsat bilip, Krakow'a 60 km uzaklıkta olan bir kaleyi ziyaret ettim. Blog için fotoğraf çektim. Şimdi size Ogrodzieniec Kalesi'nin tarihini anlatıp, benim hikayem ile harmanladığım, günümüze kadar kalmayı başarmış olan kısmını gösterme zamanı.
*Görsellere çift tık yaptığınızda büyük halini görebilirsiniz.

Ogrodzieniec Kalesi 

Tarihinde birçok kez yıkılıp yeniden inşa edilmiş. İlk olarak 12. yüzyılın başlarına yapılan kale 1241 yılında Tatarlar tarafından yıkılmış.
14. yüzyılda Sulima ailesine (Bu Sulima ailesi kim hiçbir fikrim yok) ev sahipliği yapmak için gotik şekilde yeniden inşa edilmiş. Savunma duvarları eklenmiş. 1470- 1545 yılları arasında da birkaç kez el değiştirmiş. 1655 yılında ise İsveçli birlikler tarafından kısmen yakılmış. Yakılan ve zaman içinde harap olan kale İkinci Dünya Savaşı sonrasında kamulaştırılmış. Yani anlayacağınız bu kalenin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiş. 515 metre yükseklikte yer alan kale tüm heybetiyle şimdilerde Lehlerin uğrak yerlerinden biri. İşi ticarete döküp kalenin eteklerinde çocuklar için oyun parkları yapmışlar lakin kalenin tarihi dokusuna hiç zarar vermemişler.


Vakti zamanında Polonya'nın dağlarında heybetli mi heybetli bir kale varmış. Kendini kaleleri görmeye adayan gezgin merakına yeni düşüp kalenin içine girmek için türlü planlar yapmış.


Kalenin savunma duvarlarını aşıp kale kapısına ulaşmış. Şansı yaver giden gezgin kalenin içine girmeyi başarmış.

Zorlu yollar aştığı için çok susamış ve kalenin mutfağında bir şeyler yemeye ve içmeye  karar vermiş.



Karnını doyurduktan sonra kalenin pencerelerinden kalenin eteklerinde kurulan köylere bakmaya başlamış. İşte tam da o anda olanlar olmuş. Kale muhafızları gezgini fark etmişler.



Gezginin yakalanması için tüm kale şövalyeleri seferber olmuş. Ve kale içinde amansız bir kovalama başlamış.



Kaçmaya çalışan gezgin, kalenin iç planını bilmediği için yanlışlıkla şövalyelerin yaşadığı yere adımını atar atmaz yakalanmış. 
Kalenin meydanında cezasını çekmeyi beklerken, çok korkmuş, ürkmüş ve artık sonunun geldiğini düşünmüş. Gezgin bir kadınmış ve bir anda kalenin içinde belirdiği için cadı olduğa karar vermişler. 


Gezgini sucunu itiraf etmesi ve infaz edilmesi için işkence kalesine doğru götürmüşler. O zamanlarda cadı olduğuna inandıkları kişinin, cadı olduğunu itiraf etmesi için yaptıkları çivili sandalyeye doğru ilerlerken, şans yine gezginin yüzüne gülmüş. Baş celladın ilgisini çeken gezgin tam çivili sandalyeye oturtulmak üzereyken, Celladın " durun, ona yeni bir işkence yönetemi uygulamak istiyorum" sesiyle bu kötü deneyimi yaşamaktan son anda kurtulmuş.






 Ama işkence odasında onu bekleyen şeyler en az çivili sandalye kadar ürkütücüymüş. Baş cellat " Neden buralarda tek başına geziyorsun gezgin?" diye sormuş.
Gezgin "Yaşadığım süre boyunca Dünya'nın tüm güzellikleri görmek istiyorum" demiş. Küçücük bir odada tüm gün türlü işkenceler yapan cellat bundan çok etkilenmiş. "Hiçbir zaman hayallerimin peşimden gidemedim. Keşke benim de senin gibi bir amacım olsaydı" demiş.
Ve akşam hava kararırken gezgini serbest bırakmaya karar vermiş.



Hava kararırken, celladın yardımı ile kaleden kaçan gezgin, uzun yollar katetmiş. Kalenin karşısında bulunan tepeye doğru yol almış. Bulduğu tahta bir barakada geceyi geçirmek için mola vermiş.


Uçsuz bucaksız uzanan yeşilliklere bakıp, geride bıraktığı celladı düşünmüş. Ona özgürlüğünü veren celladın ölüm cezasına çarptırılacağını biliyormuş. İçi sızlamış sızlamasına da kendi özgürlüğüne kavuştuğu için sevinmiş.


Sevincinden hoplayıp zıplamış. Ve yeni rotaların hayalini kurmaya başlamış.





Kıssadan hisse: İnsanoğlu hayallerinin peşinden koşmalı. Şans yaşama süresini arttırır. Ve unutulmamalıdır ki her zaman her hikayenin bir kazananı ve bir kaybedeni vardır.

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

12 Mayıs 2018

Yalnızlık



Hava oldukça sıcaktı. Baharın gelişiyle birlikte çimenler uzamaya başlamış, güneş tüm ışıltısını yeryüzüyle cömertçe paylaşmayı kendine bir görev edinmişti. Bruno her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde uyanmak zorundaydı. Yatak odası küçükçüktü. Bir penceresinin olmasını, gözlerini açar açmaz güneş ışınlarından gözlerin kamaşmasını ne çok istediğini düşündü. Bu düşünceler içinde gözlerini kırpıştırırken, bugün tembellik yapmak istediği söyledi kendi kendine. Bu rahat yataktan kalkıp şimdi kim yollara düşecek düşüncesi aklında dans ederken annesinin sesini işitti. Annesi Bruno'ya gitme zamanının geldiğini hatırlatıyordu. Dünyaya geldiğinden beri dur durak bilmeden çalışıyordu Bruno. Keşke bir gün, sadece bir gün, yalnız başıma amaçsızca dolaşabilsem kırlarda diye geçirdi içinden; kapıda onun gelmesini bekleyen ailesine doğru yürürken.

Bugün de diğer günler gibi yuvalarına yemek bulma telaşı içindeydiler. Gökyüzünün eşsiz maviliğine doğru uzanan çimlerin arasında yemek bulmak zor olmasına zordu ama daha eğlenceliydi. Bruno, çimlerin içinde ilerlerken kendini amazon ormanlarında geziniyormuş gibi hissediyordu. Her adım atışında karşına ne çıkacağını bilmeden ilerlemenin verdiği heyecanı seviyordu. Bugün rotaları baharın gelişiyle yemyeşil gözüken tepeye çevirmişlerdi. Yol uzundu. Yavaş yavaş tırmandılar. Yürürken kardeşleri ile şakalaşan Bruno yolun nasıl ayaklarının altından kayıp geçtiğini anlamadı.

Düzlük alana geldiklerinde Bruno'nun gözüne o koca ağaç ilişti. Hep uzaktan görüyordu bu ağacı. Tek başına orada öylece duruyordu. Kardeşlerinden ve işinden sıkıldığı zamanlarda o koca ağaca bakıp, keşke onun yerinde olabilsem diyordu. Yürümekten yorulan aile üyeleri küçük bir mola vermeye karar verdiler. Sonuçta karıncaların da kısa bir molaya ihtiyacı vardı. Bunu fırsat bilen Bruno, bu kısa molada dinlenmek yeri ağaçla sohbet etmeye karar verdi. Çünkü onun hikayesini öğrenmeyi çok istiyordu. Acaba yalnızlık düşündüğü kadar güzel bir şey miydi? Ufak ve hızlı adımlarla heybetli ağacın yanında soluğu aldı.

Merhaba dedi usulca ve bekledi. Ağaçtan ses gelmedi. Bir iki adım daha attı. Ağacın gövdesine iyice yaklaştı ve daha gür bir sesle tekrarladı merhabasını. Ağaç tüm içtenliğiyle cevap verdi Bruno'ya. Böylelikle sohbet etmeye başladılar. Bruno, burada tek başınasın, seni her gördüğümde senin yerinde olmayı hayal ediyorum dedi. Ağaç derin bir iç çekti. İşin aslı öyle değil genç karınca, yalnızlık bir anlık veya kısa süreliğine güzel olabilir sadece dedi. Aslında bir ormanda doğmuş olmayı ve diğer ağaçlarla yan yana olmayı; tatlı bir meltemin yardımı ile dallarımı diğer ağaçların dallarına dokundurmayı; onlarla sohbet edebilmeyi ne kadar istediğimi bilemezsin. Sanırım benim görevim burada, bu tepe üstünde, gölgemde serinlemek isteyenlere ev sahipliği yapmak. Yalnızlığımı gölgemde dinlenirken sohbet eden insanların sesleriyle gideriyorum dedi. Bruno, gözlerini kocaman açmış, tüm şaşkınlığıyla ağacın söylediklerini dinlerken anesinin sesini duydu yeniden. Mola bitmişti ve gitme vakti gelmişti. Bruno ağacın yalnızlığına çok üzüldü. Bundan böyle onu fırsat buldukça ziyarete geleceğine söz vererek ağacın yanından ayrıldı.

Uzunca bir süre çalıştılar. Kış aylarında tüketebilmek adına yemek stoklarına birçok yemek eklemenin verdiği hazla evin yolunu tuttular. Bruno dönüş yolunda ağaçın ona söyledikleri düşündü. Sabah kalktığında yalnız başına olmak istediğini hatırladı ve aslında bunun hiç iyi bir fikir olmadığını anladı.

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

21 Mart 2018

Sessiz Çığlık



Şanslı olmak! diye düşündü uzunca bir süre. "Ne zaman gözlerimi hayata açtım ve bir amaç edindim biliyorum. Bilinçim oluştuğunda tek duyabildiğim müziğin harika ritmiydi." dedi. Bugüne kadar kaç senfoniye eşlik ettiğini bilmiyordu. Konser öncesi herkesin sağa sola koşuşturması, provalar ilerledikçe müziğin kusursuz bir hal alıp, en güzel melodilerin ilk onun kulağına çalınmasına alışmıştı artık. Gece gündüz bitmeyen bir görevin ağırlı altındayken, hayatın onu bulunduğu noktaya sürüklemesine şükrederdi. Bilirdi ki, çoğu onun kadar şanslı değildi bu hayatta. Kimi yalnızca bir kişi ile geçirirdi hayatını, kimi şehrin tüm gürültüsünü içinde hissederek yaşamaya mecbur bırakılırdı. O ise ruhunu besleyebileceği en güzel yerdeydi.

Biletler satışa çıkıp tükenince; salondaki tüm koltuklar dolunca içini çocukça bir heyecan kaplardı. En güzel elbiseleri ile kapıdan içeriye adım atan insanları gördükçe neşelenir. Tüm yorgunluğunu unuturdu. Müziğin başlamasıyla birlikte kendini müziğin ritmine kaptıran insanlar... Bu görüntüyle huzur bulurdu tüm benliği. "Keşke bu anlar hiç bitmese; salonu dolduran insanlar portenin üzerinde yer alan notaların bir ezgiye dönüşmesine sonsuza kadar tanıklık edebilseydi." derdi.

Tüm benliğiyle müziğe kulak verdiği ve kendini seslerin büyülü tınısına kaptırdığı bazı zamanlarda bir çift göz hissederdi üzerinde. "Acaba beni fark ediyor mu? Yaşadığım bu hazzı o da hissediyor mu?" diye düşünmekten kendini alamazdı. Gözlerine değen bu bir çift göze içten bir gülümse ile karşılık vermeyi, evet ben de seni hissediyorum ve görüyorum diyebilmeyi çok isterdi.

O herkesin gördüğü açıdan değil de bambaşka bir açıdan görüyordu orkestra şefinin havada dans eden batonunu, yaylı çalgıların titreyen yayları, üflenen yan flütleri, piyanoyu aydınlatan ışıkları. Hayata karşı bir isyanı yoktu ama aynı yerde olmaktan kimi zaman sıkılıyordu. Bir koltuğa oturarak dinliyor olsa farklı mı olacaktı müziğin tınısı? Anlamsız bir merak içerisindeydi.

Hayatını adadığı bu salon onun evinden öte tüm dünyasıydı. Yaşamını bir peri masalına benzetirdi. Bunun başka bir açıklaması olamazdı ona göre. Sonra bir gün; ansısız, o sevimsiz konuşma çalındı kulağına. Hiç bu kadar kötü bir ses duymamıştı. Salonu yıkmaktan bahsediyorlardı. Evini değil! dünyasını yıkmaktan bahsediyordu bu adamlar. İçinde sessiz bir çığlık kopmasına rağmen sessizliğini bozamadı. Evimi, dünyamı yıkıp beni öldürmekten bahsediyorsunuz diyemedi. Sitemini kime, nasıl dile getirecekti ki? O her zaman dinleyen taraf olmuştu. Kim bilir, bir gün konuşacak olsa neler neler söylerdi.

Şu an tek istediği, duydukları karşısında boyunu bükmekti. Onu da yapamadı. Çünkü dimdik durarak salonun tüm yükünü omuzlarında taşımak onun bu hayattaki tek göreviydi...

Bu yazı Krakow Filharmonia salonunun içinde tüm heybetiyle köşede duran ve konsere gittiğimde bana göz kırpmasına şahitlik ettiğim beyaz sütuna hitaben yazılmıştır.


✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:

4 Şubat 2017

Kalem Kokusu


Gri kıyafeti ve mis kokusuyla ne kadar süredir orada beklediğine dair bir fikri yoktu. Belki bir gün, belki bir ay, belki bir yıl. Aslında onun için zamanın bir önemi de yoktu. Çünkü bir gün onu gerçekten yanından ayırmayacak sevgilisine kavuşacağına olan inancı tamdı. Işıklar kapandığında yine bir günü geride bıraktığı gerçeğini iliklerine kadar hissetmesine rağmen, "demek ki o gün bugün değilmiş" diye kendini avutuyordu. En sevdiği saatler ise ışıkların yeniden yandığı saatlerdi. Işıklar bir güneş gibi gönlünü aydınlatıyordu. Onun için bir gün başlıyordu ve belki bugün beklediği kişiyle karşılaşabilecekti. Gün içinde bir kaç gözün bakışlarını üzerinde hissettiğinde, kalbi deliler gibi atmaya başlıyordu. "Acaba bu gözler onun mu" diyordu içiden. Tek istediği sıcak bir yuva, her şeyini onunla paylaşacak biriydi.

Yağmurlu bir günün sabahı, damlalar camı tıkırdatırken onu gördü. Üstünde siyah montu ve uzun kızıl saçları vardı. Üşümüş ellerini ısıtmak için ellerini ağzına götürmüş nefesini üfleyip dururken, haylaz bir çocuk gibi etrafına bakıyordu. Birini arar gibiydi gözleri. Belli ki o da bir arayış içindeydi diye düşündü. Onun her adım atışını dikkatlice izledi. Çünkü attığı her adım onu kendine daha da yaklaştırıyordu. Artık aralarında hiç bir engel kalmamıştı. İri ve siyah gözleriyle tam olarak kendisine bakıyordu. Üşümüş elleriyle saçlarını düzeltti ve yüzünde sıcak bir tebessümle "Merhaba" dedi. İşte o an kalbi deliler gibi atmaya başladı. Artık hayalini kurduğu her sahne bir oyun olarak yazılmış ve sahnelenmeye başlamıştı.

Tüm sevgisini ve ömrünü vereceği kişinin ellerini tuttu ve oradan birlikte ayrıldılar. Bundan böyle onun ellerinin arasında tüm sıcaklığı hissedebilecek ve onun düşünceleriyle dans ederek, onun düşüncelerini beyaz sayfalara dökebilecekti. Kağıtla her buluştuğunda, mis gibi bir koku yayılıyordu etrafa. Sevgilisinin en derin düşünceleri kağıda dökmesine ve düşüncelerini ölümsüzleştirmesine  yardımcı oluyordu.
Onun dünyaya geliş amacı da buydu zaten.


Genelde yazarlar yazılarını birine ithaf ederler.
Ben ise bu yazımı geçen hafta aldığım mis gibi kokan kurşun kalemime ithaf ediyorum. Eğer o kadar güzel kokmasaydı ben bu satırları yazamamış olacaktım.

✄----------------------------------------------------------------------
Paylaş:
Fotoğrafım
Mam na imię Yasemin. Jestem z Turcji. Mieszkam w Stambule, a teraz w Krakowie. Mówię po turecku i angielsku znam też trochę po polsku. Z zawodu ksiegowa. Moje ulubione słowa oczywiście :) Interesuję się literaturą i sportem. Lubię kawę. Uwielbiam mój rower.