I. DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN YENİDÜNYA DÜZENİNE
DOĞRU: 1919 PARİS BARIŞ KONFERANSI
Ali Erhan ERTAN
Tevfik Orçun ÖZGÜN
ÖZ
Büyük Savaşın ardından, Paris Barış Konferansı 1919 yılında barışın
koşullarını belirlemek için 30'dan fazla ülke ve milletten gelen diplomatların ve
temsilcilerin katılımıyla toplanmıştır. Konferans, galip müttefikler ile yenilen ittifak
devletleri temsilcileri arasında sert münakaşalara sahne olmuştur. Aslen toplantı
gündemine yön veren ve Büyük Dörtlü olarak ifade edilen Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George; Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson;
Fransa Başbakanı Georges Clemenceau ve İtalya Başbakanı Vittorio Emanuele
Orlando'nun temel çabaları, galip gelen devletlerin taleplerini ve kaygılarını seslendirirken, savaş sonrası Almanların hamlelerinin ve geleceğe dönük gizli niyetlerinin
mümkün olduğunca önüne geçebilmektir.
Bu çalışmada Büyük Britanya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletlerinin Alman meselesi konusundaki tutum, tavır ve taleplerini incelemektedir. Ayrıca Versay
Antlaşması'nın oluşumu, içeriği, etkileri ve icrasıyla ilgili önemli görülen noktalara
vurgu yapmaktadır. Üzerinden 100 yıla yakın bir zaman ve çok sayıda çalışma yapılmış olmasına rağmen tarihçiler ve uzman bilim insanları söz konusu antlaşmasının etkinliği, metotları ve etkileri üzerine halen tartışmalar yürütmektedir.
Anahtar Kelimeler: Paris Barış Konferansı, Versay Antlaşması, Yeni Dünya
Düzeni, Alman Meselesi
Doktora Öğrencisi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı.
alierhanertan@gmail.com
Dr., Arş. Gör., Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü. tevfikorcunozgun@gmail.com
Geliş Tarihi: 23.05.2016 – Kabul Tarihi: 09.11.2016
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
MOVING TOWARDS NEW WORLD ORDER AFTER THE
GREAT WAR:
PARIS PEACE CONFERENCE IN 1919
ABSTRACT
After the Great War, The Paris Peace Conference took place in Paris during
1919, set the peace terms and involved diplomats from more than 32 countries and
nationalities. The conference witnessed hot debates between the demands of Allied
victors against the defeated Central Powers and the "Big Four", namely the Prime
Minister of the United Kingdom, David Lloyd George; the President of the United
States, Woodrow Wilson; the Prime Minister of France, Georges Clemenceau; and
the Prime Minister of Italy, Vittorio Emanuele Orlando. They were the main actors
who voiced the victors' concerns about the German motives of the past war and
possible German hidden agendas on future.
This article examines the Paris Peace Conference through the demands of Great
Britain, France and the United States, and their stance on the German Issue. It also
gives particular importance on the emerge, content, enforcement, impact of the Treaty of Versailles. It also argues that despite having a long way past, historians and
specialists still debate on its effectiveness, methods and impacts on today's world.1
Key Words: Paris Peace Conference, Treaty of Versailles, New World Order, German Issue
GİRİŞ
Eski devlet ve halkların kıtası gibi görülebilen Avrupa birçok açıdan
yenidir, 20.yüzyıl süresince genellikle sancılı süreçler ve değişimler sonucunda birçok kez kendini yeniden keşfetmiştir. 1789 Fransız Devrimi sonunda ortaya çıkan ulus-devletler gibi, modern demokrasi de 1914’te Avrupa
düzeninin yıkılmasını izleyen, uzun yerel ve uluslararası denemelerin ürünüdür. Sözü edilen bu süreç ve değişimler arasında I. Dünya Savaşı’nın sonuçları ve iki savaş arası dönem önemli bir yer tutmaktadır. Altmış beş milyon
erkeğin silâh altına alınarak, sekiz milyondan fazlasının öldürülüp, yirmi
milyondan fazlasının yaralanmış (Mazower, 2008: viv), dünyanın en ileri
ulusları üretim gücünün belkemiğini oluşturan erkek nüfusunu, servetlerini,
sanayilerini, bilim ve teknoloji ürünlerini savaş için heba etmiştir. Savaşa
katılan her devletin toplumunda kolektif ulusal travmaların izleri görülmüş,
Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” adlı eserinde (Zweig, 2008) dile getirilen
18.yüzyıl optimizmi yerini “yitirilmiş kuşaklara” bırakmıştır. Ancak teselli
olarak görülebilecek bir gelişme, büyük savaş alanlarından uzaklaşıldığında
Avrupa’da hayatın normale yakın düzeyde devam etmesi olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın aksine büyük kentler yerli yerinde, demiryolları ve limanlar
1
Kaynaklarda I. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlerin sayısında farklılıklar vardır. Burada
yapılan alıntıya göre; 1.950.000 Alman, 1.725.000 Rus, 1.392.000 Fransız, 1.310.000 AvusturyaMacaristan ve 935.000 İngiliz askeri hayatını kaybetmiştir (Goldstein, 2002: 112).
552
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
işlemeye devam etmiştir. Milyonlarca asker hayatını kaybetmiş olmasına
rağmen2, sivillerin toplu olarak katledilmesi çağı henüz başlamamıştır.
Büyük Savaş’ın sonrasında kıtanın eski imparatorluklarının dördü silip süpürülmüş (Mazower, 2008: x), liberalizm-kapitalizm, faşizm-Nazizm
ve sosyalizmle-komünizmin aynı zamanda temel insan doğasına hitap eden
hedeflerle (refah toplumu, güven, adalet vb.) ortaya çıktığı karmaşık bir dönem yaşamıştır Avrupa. Bu ideolojilerin tamamı o dönemde ortaya çıktıklarında sancılı evrelerden geçmiş ve bazıları da kısa sürede ömrünü tamamlamıştır. Kısa vadede Wilson hayallerindeki “demokrasi için güvenli bir dünya” ve Lenin de yokluktan ve geçmişin sömürücü hiyerarşilerinden kurtulmuş komünal bir toplum inşasında başarısız olmuştur (Mazower, 2008: xi).
Demokrasi ve liberalizmin savunucusu büyük devletler, I. Dünya Savaşı’nın
galipleriyken, iki savaş arası dönemde (1919-1939) Avrupa devletlerinde
sağın güçlenmesiyle otoriter yönetimlerin işbaşına gelmesine seyirci kalmışlardır. Avrupa çapında komünist devrim gerçekleşmeyerek, Sovyetler Birliği
ve sonuçları bakımından farklı olsa da Macaristan’da hayat sahası bulabilmiştir. Hitlerle birlikte 1940’larda “yüzyılın dönüm noktası” olarak adlandırılan Nazi ütopyası ise tarihin elinde belirleyici yenilgiye uğrayan ilk ideoloji
olmuştur (Mazower, 2008: xi).Yukarıda bahsedilen ve daha pek çok sonuca
yol açan I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletler kazanımlarını gözden
geçirmek ve geleceği şekillendirmek amacıyla Paris’teki barış konferansında
bir araya gelmişlerdir. Bu çalışmanın amacı Paris Barış Konferansı’nda yaşanan gelişmeler genel hatlarıyla ele alınırken, esas olarak Versay Antlaşması’nı şekillendiren sürecin ortaya konulmasıdır.
Yeni Dünya Düzenine İlk Adım: 1919 Paris Barış Konferansı
Barışın mimarlarının Paris’e geliş sebebi 1914 yılında başlayan savaşın ardından doğuda Çarlık Rusyası’ndan, batıda İngiltere’ye kadar tüm büyük güçleri içine çekmiş, irili ufaklı pek çok ülkeyi de bünyesine katan dört
yıllık kanlı mücadele sonucu gururlu, özgüveni yüksek, zengin Avrupa’nın
sonunda kendini parçalamış olmasıdır. Büyük Savaş’ın galiplerine, savaş
sonlanıp ateşkes antlaşmalarının yapılmasından sonra, yeni dünya düzenini
ortaya koymak ve bunu diledikleri gibi şekillendirme görevi düşmüştür.
Paris Barış Konferansı çoğunlukla 1919 Haziranında Versay’da imzalanan barış antlaşmasını yaratmış olmakla hatırlansa da, bünyesinde bu antlaşmadan çok daha fazlasını barındırmaktadır. Altı ay boyunca, yani Ocak
1919’dan Haziran 1919’a kadar Paris dünyanın hem hükümet merkezi, hem
temyiz mahkemesi, hem parlamentosu olmuş, tüm korkuların ve umutların
da odak noktası haline gelmiştir. Paris Konferansı’nın resmi olarak 1920’lere
2
Kaynaklarda I. Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden askerlerin sayısında farklılıklar vardır. Burada
yapılan alıntıya göre; 1.950.000 Alman, 1.725.000 Rus, 1.392.000 Fransız, 1.310.000 AvusturyaMacaristan ve 935.000 İngiliz askeri hayatını kaybetmiştir (Goldstein, 2002: 112).
553
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
kadar devam etmesine rağmen ilk altı ayı en önemli dönemi olmuştur, çünkü
kilit kararlar o zaman alınmış, hayati olay zincirleri o zaman harekete geçirilmiştir (Macmillan, 2003:6). Konferansta yaşanan tüm gelişmeleri bütünüyle ele almak tek bir çalışma içerisinde elbette mümkün değildir ancak
birkaç örnek vererek özetlemek daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. I. Dünya Savaşı’nın mağlupları olan Bulgaristan, Osmanlı Devleti ve AvusturyaMacaristan ile de barış antlaşmalarının ilkeleri bu konferansta belirlenmiş,
Avrupa, Afrika Uzakdoğu ve Ortadoğu’da yeni sınırlar bu konferansta görüşülmüştür. Uluslararası düzenin yeniden ele alınması düşünülmüş, bu da
büyük bir sorumluluğu beraberinde getirmiştir. Milletler Cemiyeti, Uluslararası Çalışma Örgütü, uluslararası telgraf ağları veya uluslararası havacılık
gibi yeni kurumların zamanının gelip gelmediği tartışılmış ve I. Dünya Savaşı’nın sonunda yaşanan felaketle birlikte, umutlar da aynı ölçüde büyük ve
canlı kalmıştır.
1918 yılında I. Dünya Savaşı resmen sona ermiştir ancak daha silahların sesi susmadan farklı ülkelerden ve etnik gruplardan çeşitli talepler yükselmeye başlamıştır. Bu taleplerin buluşma noktası da Paris’te düzenlenen
konferans olacaktır. Bu talepler de çoğunlukla birbirleriyle çelişen ve tarafların tümünü birden tatmin etmenin imkânsızlığını gösterir nitelikteydi. Bu
tartışmalar arasında Çin’de egemenliğin devri sorunu; Polonya ve Kürt coğrafyasının geleceği; Rus Devrimi’ne ve İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesine verilecek tepki; sömürgelerin durumu sayılabilir. Bunun yanında savaş
sonu düzenlemelerle ilgisi olmayan kadınların oy hakkı, siyahların ve işçilerin hakları gibi pek çok talep de katılımcıların şahsen iştiraki veya dilekçeler
aracılığıyla konferansa ulaştırılmıştır. Ayrıca savaşın ardından yükselen yeni
güç olarak ortaya çıkan Amerika’nın gelecekteki rolü tartışılmıştır3.
Margaret Macmillian’ın ‘Paris 1919: Dünyayı Değiştiren Altı Ay’ başlıklı kitabının giriş kısmında büyük bir ustalıkla tasvir ettiği gibi; “barış konferansının düzenlendiği Paris şehri adeta 1919 yılında dünyanın başkenti
gibidir. Konferans 1919 dünyasının en önemli işi olarak görülmekte, barışın
mimarları da dünyanın en güçlü insanlarından oluşmaktadır. Bunların dışında çeşitli sorunlarda görüş bildirmek veya sadece katılımcı olarak yer almak
isteyen dünyanın dört bir yanından gelen devlet adamları, diplomatlar, bankacılar, askerler, profesörler, ekonomistler ve hukukçular da konferansta
3
I. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar dünyada söz sahibi olan başlıca kıta Avrupa’ydı. 1919 Paris Konferansı’nda Avrupalıların hegemon iradesinin sakatlandığı pek çok çalışmada üzerine ortak kanıya varılan
bir düşüncedir. Savaşın ABD’ye sunduğu benzersiz imkânlar, Atlantik ötesindeki gelişmeler dışında
sesini fazla duyuramayan bir ulusun Avrupa kıtasına müdahil olmasını sağlamıştır. Ancak 1919’daki
ABD’yi, 1945 sonrası süper güç olan ABD gibi algılamak yanlış bir tutum olacaktır. Savaşın mağlubu
Almanya dışarıda tutulduğunda galiplerden Fransa, İngiltere ve İtalya’nın askeri, ekonomik ve siyasi
gücü savaş nedeniyle erimiş ve savaşın insanlığa yaşattığı korkunç travmalar nedeniyle bu devletlerin
eyleme geçebilme kapasitesi azalmıştır. Yine de Avrupa’nın gücünün tükenmesini görmek için 1945
yılını beklemek gerekecektir. 1919 yılında ABD’nin gücü Avrupalı güçlerle hemen hemen denk duruma gelmiştir ve bu durumu abartmak yerinde olmayacaktır. Avrupalılar, ABD’nin kimi isteklerini görmezden gelebilecek etkiye halen sahiptiler ve Wilson’un talepleri karşısında yaptıkları da bunu doğrular niteliktedir (Sharp and Fischer, 2005: 433).
554
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
yerlerini almışlardır. Barışın mimarları aralarında anlaşmalara varmakta,
ittifaklar kaleme almakta, kurumlar ve yeni ülkeler yaratmaktadırlar. Sıradan
insanlar gibi beraber yemek yemekte ve tiyatroya gitmekte, tartışmalar, kavgalar yaşanmakta, toplantı salonu terk edilmekte, yeniden barışılmakta ve
hiçbir şey olmamış gibi görüşmelere kalındığı yerden devam edilmektedir”(Macmillian, 2003: 1-7).Organizasyon ve prosedürlerde de konferans
başından sonuna kadar görülen bu karmaşanın ve karışıklık hüküm sürmüştür4.“Dört Büyükler” olarak adlandırılan İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD’nin
etkileri toplantıların başından sonuna kadar ağırlığını hissettirmiştir. Ancak
konu Avrupa dışına çıkarak Uzakdoğu, Afrika veya Ortadoğu gibi alanlara
kaydığında, muhatapların da farklılaşması gerekirken, yine son söz söyleme
yetkisi bu dört devletle sınırlı kalmıştır. Örneğin Uzakdoğu’daki en önemli
aktörler olan Japonya ve Çin’i ilgilendiren bir meselede (Shandong Sorunu)
Dört Büyükler ve Japonya arasında özel toplantılar yapılmış, ilerleme kaydedilemediğinde çözüm dört büyükler arasında kararlaştırılmıştır. Karmaşa
yaratan diğer iki örnek; konferansın altı ayını meşgul etmesine rağmen Versay Antlaşması’nın görüşme sürecine Almanya’nın dâhil edilmemesi ve
Almanya ile Brest-Litovsk Barış Antlaşması’nı imzaladığı için savaştan çekilen Rusya’nın görüşmelere çağrılmamasıdır. Bu ve benzeri durumlar konferansın aldığı kararların objektifliğine gölge düşürmüştür.
Düşmana duyulan nefret, kolonilerin paylaşımı ve savaş tazminatının
miktarı ve dağılımının belirlenmesinde açgözlü hareket tarzıyla birlikte,
komünizm korkusu toplantının başından sonuna hâkim olmuştur. Almanların
da hem toplantı sırasında hem de sonrasında sıklıkla dile getireceği gibi barış
şartları müzakere yoluyla değil, dikte ettirilmişti. Versay Antlaşması savaşın
bütün sorumluluğunu Almanların ve müttefiklerinin üzerine atmış, Almanya’nın bütün sömürgeleri elinden alınmıştır. Almanya’nın Avrupa kıtası
üzerindeki bütün sınırlarında değişiklikler yapılmış ve ödeyemeyeceği bir
tazminat bedeli çıkarılmıştır. Diğer barış antlaşmalarında ise Wilson’un öne
sürdüğü “bütün uluslar için kendi yazgılarını belirleme” ilkesine göre hareket edilmiştir. (Çekoslovakya, Finlandiya, Polonya ve Yugoslavya bu ilkenin
ürünü olan devletlerdir) Başkan Wilson’un tüm önerileri elbette antlaşmaların tümüne yansıtılamamıştır ve 14 Prensipten tavizler verilmiştir; Başkan
4
Konferansa yön veren dört devletin organizasyon ve prosedür konusunda ellerindeki tek örnek,
Napolyon Savaşları’na (1800-1815) son veren 1815 Viyana Kongresi’dir. Ancak sadece Avrupa
ölçeğiyle sınırlı kalan Viyana’nın gerek katılan devlet ve temsilci sayısı, gerekse de konu içerikleri
bakımından Paris Barış Konferansı ile karşılaştırılması ilginç sonuçlara yol açabilmektedir. Örneğin
İngiltere’nin 1815’teki Dışişleri Bakanı Lord Castlereagh Viyana’ya 14 kişilik bir heyetle giderken,
1919’da Başbakan David Lloyd George’un önderliğindeki İngiliz heyeti 400 kişiden oluşmaktadır.
Açıklayıcı bir diğer örnek ise Paris Konferansı’nda aralarında Latin Amerika, Tayland, Çin ve Japonya
gibi 1815 yılında uzak ve esrarengiz sayılan, otuzdan fazla ülkenin katılımcı olarak yer almasına
rağmen, Viyana yalnızca Avrupalı büyük güçlerin ve birkaç küçük Avrupa ülkesinin katılımıyla
toplanmıştı. Zaman bağlamında da farklılıklar vardır; 1789 Fransız Devrimi’nin etkilerinin sindirilmeye
başladığı bir dönemde toplanan Viyana’nın aksine, Paris Konferansı, Rus Devrimi’nin henüz iki
yaşında olduğu ve etkilerinin tam olarak kestirilemediği bir dönemde toplanmak zorunda kalmıştır
(Macmillian, 2003: 5).
555
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
Wilson bunu yaparken de antlaşmalardaki hataların Milletler Cemiyeti aracılığıyla düzeltilebileceğine inancından yola çıkmıştır (Nevins, Allan ve
Commager, 2005: 377).
Barışın mimarları aynı zamanda kendi ülkelerini temsil etmektedirler.
Galip ülkelerde çoğunun demokrasiyle yönetildiği hatırlandığında, kendi
kamuoylarından gelen talepleri de yerine getirmek durumundadırlar. Ülke
menfaatlerinin yanında gelecek seçimleri düşünen bu siyasi kişiliklerin kararlarında, geçmişte benzerine fazlaca rastlanmamış kamuoyu baskısı ve
medyanın rolünün izleri de azımsanamayacak ölçüde olmuştur.
Paris Barış Konferansı sırasında barış mimarlarının başarısızlıklarının
yanında pek çok başarıya da imza attıkları görülmektedir. Kalıcılığı ve adaleti ne kadar tartışılırsa tartışılsın, Almanya ile barış antlaşması imzalanmış,
bu da diğer mağlup devletlerle (Osmanlı İmparatorluğu, Bulgaristan ve
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) yapılacak antlaşmaların temelini hazırlamıştır. Avrupa, Asya ve Afrika’da yeni sınırlar belirlenmiş, daha önce
eşi benzerine rastlanmamış (belki de üzerinde düşünülmemiş) ve günümüze
de etki edecek uluslararası kurumların hayata geçirilmesi planlanmıştır. Ancak tarih gösterecektir ki, 1919’da üzerinde tartışılan pek çok konu birbirleriyle örtüşemeyen iki gerçeği barındırmaktadır (MacMillian, 2003:6). Bunlardan ilki Paris Konferansı masasında alınan kararlar ve ikincisi de insanların kendi kararlarını vererek, kendi mücadelelerini sürdürdükleri sahada
yaşananlardır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve başka
etnik unsurlar arasında paylaştırılması Paris’te masa başında tartışılırken,
diğer yandan Anadolu’da Kurtuluş Mücadelesi’nin tohumları atılmış ve Osmanlı ile birlikte galip devletlere de meydan okuyan bir mahiyete bürünmüştür. Bunun gibi pek çok örnek sayılabilir. Kısacası galip devletler bir yandan
geçmiş meseleleri ele alarak geleceği şekillendirme kaygısı içindeyken, diğer
yandan reel dünyadaki gelişmeler masa başında tartışılanlarla tezat teşkil
edebilmektedir.
Paris Barış Konferansı’nda ‘Barışın Mimarları’ ve İlgili Devletlerin Temel Talepleri
Paris Barış Konferansı’nın zaman olarak büyük bölümünün ayrıldığı,
tarafların tüm taleplerini ve çıkarlarını savunmadaki üstün becerilerini kullanmalarını gerektiren “Alman Meselesi”ne geçmeden önce genel itibariyle
konferansa yön veren (İtalya’nın konferansı terk etmesiyle ‘Dört Büyüklerin’ sayısı üçe düşmüştür) İngiltere, ABD ve Fransa’nın temel talepleri ve
temsilcileri (David Lloyd George, Woodrow Wilson ve George Clemenceau)
ile ilgili bazı bilgileri kısaca ortaya koymak faydalı olacaktır.
556
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
Büyük Britanya (İngiltere) ve Başbakan David Lloyd George
İngiltere’yi temsilen konferansa katılan Başbakan David Lloyd George; İngiliz İmparatorluğu’nun birliğini, sömürgelerin güvenliğini, savaş sırasında İngilizlerin toprak kazanımlarını ve ekonomik bağlamda ülke çıkarlarını kollamak adına Paris’te bulunuyordu. Daha özelde ise; birincisi Fransa’nın güvenliğinin temin edilmesidir. Özellikle Almanya’nın yeniden güçlenmesi ve Kıta Avrupası’nda barışa meydan okuyan bir tutum takınmasının
önlemesinde İngiltere, Fransa’yı dengeleyici bir güç olarak görmektedir.
Elbette bu ifadeyi ele alırken İngiliz-Fransız rekabetini değerlendirmeden
ayrı tutmak gerekmektedir (Goldstein and McKercher, 2003: 132144).İkincisi Almanya’nın güçlenerek İngiltere’ye deniz ve hava yolu üzerinden tehdit oluşturmasının önlenmesidir. İngiltere’nin her ne kadar bir
imparatorluk olsa da Hindistan’ın güvenliği ayrı tutulduğunda, kendisini bir
ada devleti olarak değerlendirdiğini unutmamak gerekir. İngiliz askeri doktrinlerinde deniz ve hava yolundan ülkenin saldırıya uğraması ihtimali o yıllarda oldukça revaçtadır. İngilizler sırf bu kaygıları nedeniyle “denizlerin
özgürlüğü” noktasına katılmamıştır. Güvenlik bağlamında yaratacağı sıkıntıların yanında, İngiltere aynı zamanda düşmanlarına karşı sıklıkla başvurduğu
deniz ablukası yöntemini de uygulayamayacaktır. Üçüncüsü ise “kendi kaderini tayin” ve “denizlerin özgürlüğü” maddelerine mesafeli kalmak kaydıyla,
Wilson’un 14 Prensibinin ve özellikle Milletler Cemiyeti’nin desteklenmesidir. Elbette İngiltere’nin sömürgelerinde ayaklanmalar başlatacak bir öneriyi
doğrudan desteklemesi beklenemezdi. Nitekim Paris Barış Konferansı’nın
hemen ertesinde 1920’li yıllarda Commenwealth üyelerinden Avustralya,
Yeni Zelanda, Hindistan, Nijerya ve Kanada’da isyanlar çıkmış, bu durum
ancak kısmi otonomi taleplerinin yerine getirilmesiyle sonlandırılabilmiştir
(Goldstein and McKercher, 2003: 135).Ayrıca 1919 yılında patlak veren
İrlanda Bağımsızlık Mücadelesi, İrlanda Serbest Devleti’nin (Irish Free State) kurulmasıyla neticelenmiştir5 (Kissane, 2003: 327-346).Ancak İngiliz
tarafı kendisini doğrudan ilgilendirmeyen Orta Avrupa ve Balkanlar gibi
meselelerde bu maddenin uygulanması ve yeni ulus devletlerin inşasına ilgisiz kalmaktaydı. Wilson’un önerilerine destek verilmesinin ardında da İngiltere’nin dünya meselelerinde güvenebileceği bir müttefiki kızdırmama çabası yatmaktadır. İngiltere’nin genel tutumu kendi çıkarlarını fazla zedelemeden, meseleler üzerinde Fransa ve ABD arasında uyumlu bir sonuca varılmasını sağlamaktı, bu durum da David Lloyd George’un kimi zaman tarafları
çileden çıkaracak kadar ikircikli tutumlar ve fikirler ortaya koyması ve sık
sık görüş değiştirmesinden anlaşılabilmektedir. David Lloyd George bunu
anılarında şu şekilde ifade etmiştir: “Yüce İsa ve Napolyon’un arasında
oturduğum düşünülürse, Barış Konferansı’nda fena iş çıkarmadım” (Stevenson, 2006: 198). Bu ifadeyle Lloyd George, Wilson’un kimi zaman aşırıya
5
İrlanda Özgürlük Hareketi’ni ele alan bir çalışma için bkz. KISSANE, Bill; The Doctrine Of SelfDetermination And The Irish Move To Independence:1916–1922, Journal of Political Ideologies, 8(3),
October 2003, s.327–346.
557
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
kaçan idealist fikirleri ve Almanya’yı cezalandırmaya kararlı Clemenceau’ya
mizahi bir dille atıfta bulunmaktadır.
Son olarak İngiltere’nin I. Dünya Savaşı sırasında yaptığı harcamaların tazmini konusundaki taleplerine değinmek gerekir. Savaş sırasında İngilizlerin uğradığı insan kaybından ziyade maddi zarar ve ardından gelen ekonomik bunalımın İngiliz dış politikasında ağırlığını daha fazla hissettirdiği
görülmektedir. Savaş öncesinde dünyanın denizaşırı en büyük yatırımcısı ve
finansal merkezi olan Londra, dünyadaki tüm hükümet harcamalarının yüzde
40’ını finanse eder konumda bulunmaktadır. 1914-1920 evresinde ise İngiltere’deki enflasyon neredeyse iki katına çıkmıştır, Pound ve Sterlin yüzde
61,2’lik değer kaybına uğramıştır. Değeri 550 milyon Sterlin’i bulan yurtdışındaki İngiliz özel işletmeleri elden çıkarılmıştır. İngiliz tacirlere ait ticaret
gemilerinin yüzde 40’ı Alman hücum botları tarafından batırılmıştır. Almanya’dan savaş tazminatı karşılığı alınan kömür de yerel endüstriyel üretimi
felce uğratmış, 1926 Genel Grevleri’nin de başlıca nedenini oluşturmuştur
(Lowe, 1982: 32). Kısacası İngiltere tazminat meselesinde yukarıda sayılan
ekonomik gerekçeleri koz olarak kullanma imkânına sahip olsa da, Fransa
gibi bunu açıktan açığa ve baskıcı metotlarla uygulama yolunu gütmemiş;
David Lloyd George, George Clemanceau’ya göre konferansta daha ılımlı ve
uyumlu bir tablo çizmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Başkan Woodrow Wilson
ABD’yi temsilen konferansa katılan Başkan Woodrow Wilson görevini sürdürürken Avrupa’yı ziyaret eden ilk Amerikan Başkanıdır. Başkan
Wilson’u anlatırken, klasik Avrupalı liderlerden sayılan David Lloyd George
ve Clemenceau’dan ayrı tutularak üzerinde biraz daha fazla durmak gerekir.
Woodrow Wilson, pek çok bakımdan Jefferson’dan beri Amerikan politikasında en dikkate değer kişilik olmuştur. Siyaset yaşamının doğasına alışmamış bir bilgin ve aydın olduğu halde, gözü açık, işini bilir, yetenekli bir insandır. Bir hayalperest ve idealist olarak tanımlanabildiği gibi Amerikan
siyasetinin Lincoln’dan beri en realist ve başarılı lideri olduğu da belirtilmektedir. Politika ve uluslararası işlerde tam bir ahlakçı, eski moda bir kibarlığın yanında mücadeleci, prensiplerine gönülden bağlı, şiddetli bir inatçıbir yapısı vardır ve itiraz edildiğinde sükûnetini muhafaza edememesi ile
ünlüdür (Nevins and Commager, 2005: 363). Siyaset bilimi profesörü ve
Princeton Üniversitesi başkanı olan Wilson, akademik camia ile bağını muhafaza etmiştir. 1910 yılında New Jersey’i6 Amerikan siyasetinin örnek bir
cumhuriyeti haline getirerek, ülke çapında bir üne kavuşmuştur. Bunu başarırken de sonradan büyük bir ustalıkla kullanacağı yöntemlerden birçoğunu;
cesaret, karşısındakini savunmasız bırakan bir açıklık, parti lideri konumunda ısrarcı tavır, politikacıları dikkate almayıp doğrudan halka hitabet, sürekli
6
Wilson’un New Jersey valiliği 1911-1913 yılları arasındadır.
558
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
baskı taktiği gibi metotlar geliştirmiştir. Ayrıca bu görevi sırasında William
Jennings, Bryan gibi kendisini başkanlığa taşıyacak isimlerle de yakın diyalog halinde olmuştur.7 Wilson aynı zamanda bir siyaset araştırmacısıdır ve
yönetim üzerine çeşitli kitaplar yazmıştır.
Wilson’un dış siyaseti, selefi William Howard Taft’tan kesin çizgilerle ayrılmaktadır. Taft, “dolar diplomasisi” adı verilen siyaseti yürütmeye
gayret göstermiş, bu siyaset sayesinde ABD dünya işlerinde büyük ölçüde
nüfuz elde ederken Latin Amerika’da milliyetçiliği teşvik etmiş, aynı zamanda ABD’nin o yıllarda doğrudan menfaati olmayan bölgelerde diplomatik ve ekonomik riskler almasını sağlamıştır. Wilson öncelikle bu anlayışı
terketmiş ve yönetimi devralmasının ardından ilk resmi hareketlerinden biri
olarak Çin’e bankerler tarafından teklif edilen borçlanma onayını geri çekmiştir (Nevins and Commager, 2005: 377).Wilson yönetimi Avrupa’nın
savaşla birlikte hegemon anlayışında görülen gerilemeyi de fırsat bilerek
“barışın kutsallığı” ve “antlaşmaların kutsallığı” prensiplerini de uygulamada
uluslararası ilişkiler literatürüne yerleştirmeyi başarmıştır.
Wilson’a göre 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Amerikan barışına en ciddi
tehdit Avrupa’dan gelmektedir. Avusturya-Macaristan veliahdının öldürülmesiyle başlayan savaş karşısında Amerikan halkının ilk tepkisi şaşkınlık
olmuştur. Başkan Wilson’un savaş başlar başlamaz ilan ettiği tarafsızlık da
bütün Amerikan ulusunun bu duygusunu yansıtırken ABD’nin savaş hazırlıklarına girişmesi için gereken zamanı kazandıracak nitelikte bir hamledir.
Ancak eylemde tarafsızlık, fikirde de tarafsızlığı beraberinde getirmemektedir. Amerikan halkının duyguları başından beri şiddetli bir taraflılığı barındırmaktadır. Halkın büyük çoğunluğu İngiltere, Fransa ve Belçika’nın galip
gelmesini istemektedir. İngiliz halkıyla geçmişten gelen ortak kültür, gelenek ve medeniyet ortaklığı, 18. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşen Amerikan Devrimi sırasında Fransızların yardımı ve Belçika’nın Almanya karşısındaki direnişi Amerikan halkının belleğinde fazlasıyla yer tutmaktadır.
Bunların dışında kalan bir kesim (Alman ve İrlanda asıllı Amerikalılar) ise
sayıca genelin fikrini etkileyemeyecek kadar azınlıkta kalmaktadır. Pasifik
Okyanusu, Çin ve Karayip Adaları’nda Alman siyaseti, Alman militaristlerinin acımasız davranışları ve Alman entelektüelleri ile devlet adamlarının
“küstahça” tavırları, Amerikalıları savaştan çok önce Almanya’nın aleyhine
çevirmiştir (Nevins and Commager, 2005: 378-379). Halkın sübjektif duyguları bir yana bırakılarak durum reel politik olarak değerlendirildiğinde de
benzer bir tablo ortaya çıkmaktadır. Avrupa’da, İngiltere ve Fransa’yı mağlup eden bir Almanya’nın karşısına çıkacak güçte bir devlet kalmamaktadır,
zira devrim sancıları çeken Rusya’nın toparlanması için uzun yıllara ihtiyaç
vardır, Avusturya-Macaristan ve İtalya ise karşı kutuplarda yer almakla birlikte, kendi başlarına veya ittifakla Almanya devini durduracak nüfus ve
7
Bryan, aynı zamanda Paris Barış Konferansı’nın düzenlendiği 1919 yılında ABD Dışişleri Bakanı
görevini yürütmüştür (Nevins and Commager, 2005: 364-367).
559
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
askeri güce sahip değillerdir. Kısacası ABD müdahalesi olmadığı takdirde,
kıta Avrupa’sında tek güç Almanya olacak ve kısa zamanda Atlantik’in ötesine geçerek ABD’nin güvenliğini ciddi biçimde tehdit edebilecektir. Böylece Amerikan halkının Almanya antipatisi ve Alman zaferinden duyulan korku kısa zamanda etkisini göstermiş ve Amerikan politikasını kesin olarak
etkisi altına almıştır.
ABD’nin Almanya’ya savaş ilan ettiği 1917 yılına kadar ABD hukuken tarafsızdır buna rağmen bazı hamleleri bu tarafsızlığın ihlali olarak değerlendirilebilir. Amerikan endüstrisi hızlı biçimde İngiltere ve Fransa’dan
gelen talepler doğrultusunda düzenlenmiş ve muazzam miktarlarda besin ve
savaş malzemesi bu devletlere gönderilmiştir. Amerikan bankaları da benzer
şekilde satın alma ajanları olarak hareket etmiş ve büyük çaplı krediler sağlamışlardır. Tüm bu politikalar Başkan Wilson, Savunma Bakanı Newton D.
Baker, Maliye Bakanı McAddo ve Harp Sanayi Masası (War Industries Board) Başkanı Bernard Baruch’un çabalarıyla da destek görmüştür. Tarım
üretimi dörtte bir, kömür üretimi beşte iki artırılmıştır. Vergilerin sıkı takibi
sonucu otuz altı milyar dolar vergi geliri sağlanmış, bunun on milyarı müttefiklerin borçlandırılmasında kullanılırken, kalanı da silahlanmaya ayrılmıştır
(Nevins and Commager, 2005: 373). Böylece savaş öncesi ekonomik kriz
tehlikesi geçiren Amerikan tarımı, endüstrisi ve bankacılık sektörü bu alışveriş karşısında oldukça kârlı çıkmıştır8.
Demokrasilerin savaş nedeninin özlü bir tanımını yapan Wilson’un retoriği zaferi sağlamak için silahlı kuvvetler kadar önemli bir rol oynamıştır.
Wilson, ABD, Almanya ile savaşa girmeden Alman halkına karşı değil, zorba ve otokrat hükümetlere karşı olduğu noktasında ısrar ederek Almanya’da
ayrılık tohumları ekmeye çalışmıştır. Barış şartlarının, Amerikan halkının ve
müttefik devletlerin ısrarına rağmen, ilhak ve cezalandırıcı hükümler içermemesi gerektiğini sürekli vurgulamıştır. ABD Kongresi’ne gönderdiği
8
ABD’nin Almanya’nın düşmanlarına sağladığı yardımlar Almanların dikkatinden kaçmamıştır. Alman
denizaltıları 1915’te İngiliz Lusitania gemisini batırmış, 128’i Amerikan 1100’den fazla kişinin ölümüne sebep olmuştur. Almanya daha dikkatli olmayı vaat etse de, bu olay Amerikan kamuoyunu öfkelendirse de, Başkan Wilson’un sükûnet çağrısı işe yaramış, Amerika’yı “savaş dışı” tutmanın ödülünü
1916 başkanlık seçimini kazanarak almıştır. 1917 yılının başlarında Almanya’nın sözünden dönmesi
savaşın gidişatını değiştirecektir. İngiltere’yi altı ay içinde aç bırakabileceğini ve Amerikan yardımlarının bu süre içinde etkili olamayacağını hesaplayan Almanlar, kayıtsız şartsız denizaltı savaşını yeniden
başlatmış ve birkaç hafta içinde sekiz Amerikan gemisini batırmıştır. Bunun yanında ABD’yi asıl savaşın içine çeken gelişme, Almanların ABD’yi Meksika ve Japonya ile savaşa sokma niyetini güden bir
planın ortaya çıkmasıdır. 2 Nisan 1917’de ABD Kongresi’nde Wilson’un ateşli konuşmasının ardından 6
Nisan 1917’de ABD savaşa girmiştir. ABD savaşa girmek için en doğru zamanı kollamış gibidir. ABD’yi
savaşa çeken Almanya’nın akıl almaz hatalarının dışında, 1917 yılına gelindiğinde müttefiklerin durumu
da kötüye gitmektedir. 1917 Ekiminde İtalyan ordusu Avusturya-Macaristan karşısında Caporetto’da bozguna uğramış, bir ay sonra Çarlık Rusya ordusu devrim nedeniyle silah bırakarak barış istemişlerdir. 1918
baharında Almanya tartışmasız olarak Batı Avrupa’da üstünlüğü ellerine geçirmiş, İngiltere ve Fransa’ya
son darbeyi vurmak için hazırlıklara girişmiştir. Müttefikler bu durum üzerine Paris Konferansı’na katılan
Fransız delegelerden biri olan Mareşal Foch’u başkomutanlığa getirmiş ve Başkan Wilson’a, ABD’nin
yeterli asker yardımında bulunmadığı takdirde savaşın kaybedileceği uyarısında bulunmuşlardır (Webster, 2005: 556, Nevins ve Commager: 2003: 377-378 ve Aster, 2008: 454-455).
560
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
1918 Ocak tarihli mesajında, adil bir barış için esas olarak ünlü 14 maddelik
tasarısını sunmuştur9.
Gerek 1917 yılı şartlarında, gerekse Paris Barış Konferansı görüşmeleri sırasında ön plana çıkan bir lider olan Başkan Wilson, savaşı sona erdiren antlaşmaların imzalanması ile art arda bazı beklenmeyen hamleler yapmıştır. Öncelikle bir demokrat kongre seçimi için halka başvuran Wilson’un
bu hamlesi ülkesinde “partizanlık” olarak algılanmış, her iki mecliste Cumhuriyetçilerin çoğunluğu ele geçirmesine yol açmıştır. Paris’e şahsen gitme
kararı alarak, o döneme kadar hâkim olan “bir başkanın hiçbir zaman Amerikan toprağını terketmemesi” gerektiği düşüncesine sahip Amerikan halkını
olumsuz etkilemiş, beraberinde lider bir cumhuriyetçi götürmeyerek toplantıya şahsen iştirak etmesiyle de Avrupa’da olan nüfuzu azalmıştır (Bellais
and Fanny, 2008: 364-365; Lentin, 2004: 727). Başkan Wilson, Versay Antlaşması ve Milletler Cemiyeti tasarısıyla ülkesine döndüğünde beklemediği
bir muhalefetle karşılaşmıştır. Pek çok Cumhuriyetçi lider, Demokratları
yenmek ve Wilson’u saf dışı bırakmak için bunu bir koz olarak kullanmıştır.
1917’de ABD’nin savaşa girmesine muhalefet eden ancak seslerini yeterince
duyuramayan Alman, İtalyan ve İrlanda asıllı Amerikalılar barış şartlarına
karşı gelmek için çeşitli sebepler üretmiştir. Antlaşma Almanya karşıtı kesimleri de tam anlamıyla tatmin edememiştir. Almanya’nın daha ağır koşullarda cezalandırılmasını isteyen şahin gruba karşılık, liberaller de (aralarında
iktisatçı Keynes’in de bulunduğu) antlaşmanın toprak ilhakı ve cezalandırıcı
yönünün, Başkan Wilson’un öngördüğünün aksine, fazlasıyla vurgulandığını
düşünmüşlerdir. Toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr kesim ise
ABD’nin politikalarının Avrupalılar arasındaki kavgalara alet edildiğini ve
geçmişte ülkelerinin ‘Eski Dünya’nın işlerinden uzak tutulduğunu hatırlatırken, bundan sonra Avrupa politikalarından yakasını sıyıramayacağına inanmışlardır (Nevins ve Commager: 2003: 378). Paris Konferansı’nın yarattığı
buhran ve Amerikan halkının içine düştüğü derin fikir ayrılıklarının sonunda
Başkan Wilson 1921 seçimlerini kaybetmiş ve yerini Cumhuriyetçi Parti’den
Warren G. Harding’e bırakmıştır. Wilson’un yenilgisi, kendi icadı olan Yeni
Özgürlük kavramının ve evrenselliğin reddiyle beraber, bırakınız yapsınlar
(Laissez-faire) politikasının ortaya çıkmasına uygun zemin hazırlamış ve bu
iki görüş sonraki 10 yıl boyunca Amerikan politikasına hâkim olmuştur10.
Wilson’un 14 Noktası olarak bilinen tasarı şu prensipleri öngörmektedir: Açık tartışma yoluyla yapılmış
anlaşmalar, başka bir ifadeyle gizli antlaşmalara karşı çıkma, savaşta ve barışta denizlerin serbestliği,
milletler arasında ticaret engellerinin kaldırılması, silahların azaltılması, sömürge isteklerinin tarafsız
şekilde ayarlanması, Rusya’yla kendi seçtiği kurumlarla kendi ulusal siyasetinin kurulmasında işbirliği,
ulusların kendi kaderini tayin ilkesine gereken önemi vererek Avrupa’da sınırların yeni baştan
düzenlenmesi, siyasi bağımsızlık ve toprak bütünlüğü noktalarında karşılıklı garantiler sağlamak üzere
bir kurumun oluşturulması (Bu kurum Milletler Cemiyeti adını alacaktır.)
10
1921’de seçilen Cumhuriyetçi Parti politikası gelen olarak ABD’nin ‘Yalnızlık Politikası’na dönüşü ve
ekonomik milliyetçiliğin tırmanışı olarak yorumlansa da, ABD’nin geçmişteki yükümlülüklerinin bir gereği olarak, tam anlamıyla bir yalnızlık söz konusu olmamıştır. Yeni başkan Harding, denizaltı silahsızlanması üzerine bir konferans toplanmasına ön ayak olmuş ve kısmi başarılar sağlamıştır. Onun halefi Calvin
Coolidge, uluslararası ilişkilerde savaşın bir araç olarak kullanımını yasaklayan 1928 Paris Paktı (Briand9
561
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
Fransa ve Başbakan Georges Clemenceau
Paris Barış Konferansı’na Fransız tarafını temsilen katılan Georges
Clemenceau’nun politikalarında savaş yorgunu Fransa’nın zararlarının tazmini
ve gelecek yıllar için ülkesinin güvenliğini sağlamak önceliğe sahiptir. Bunun
için de Almanya’nın askeri, stratejik ve ekonomik alanlarda zayıflatılmasını
hedeflemiştir. Paris Barış Konferansı öncesi 40 yıl içinde iki kez Fransız topraklarına düzenlenen Alman saldırılarına tanık olan Clemenceau’nun fikirlerinde bu olayların derin izleri görülmektedir. Bu bağlamda esas öncelik Almanya’nın bir daha böyle eylemlere girişmesinin engellenmesidir. Fransa,
Rhine Nehri’nin Almanya-Fransa arasında sınır olmasını toplantı boyunca
vurgulamıştır. Clemenceau, Fransa’nın bu hedefine tek başına ulaşamayacağının da farkındadır; Fransa’nın güvenliğinin Amerikan ve İngiliz müttefiklerin
garantisiyle sürdürülebilmesi daha akılcı bir seçenek olacaktır. Clemenceau’nun Wilson’u zorlukla ikna ederek imzalattığı karşılıklı savunma antlaşması, ABD Senatosu’nun reddetmesi üzerine yürürlüğe girememiştir. I. Dünya
Savaşı’nda materyal ve insan kaybı olarak önemli zararlara uğrayan Fransa
aynı zamanda savaş tazminatı başlığı altında önemli tavizler koparmanın da
peşinde olmuştur. Clemenceau’nun tüm çabalarına rağmen Fransa beklediği
oranda bir miktar alamamıştır. Tazminat meselesinde de Almanya’dan beklediğini bulamayan Fransa, Almanya’nın borçlarını ödemeyeceği korkusuyla
1923 yılında Ruhr bölgesini işgal ederek İngiltere ve ABD’nin güvenini derin
ölçüde sarsmıştır. Konferans süresince devamlı Almanya’nın cezalandırılması
üzerine fikirler veren Clemenceau, Wilson’un cezalandırıcı ve ilhak yanlısı
maddelere karşı çıkması nedeniyle büyük sıkıntı yaşamıştır. Wilson’un sürekli
dile getirdiği 14 Prensibi karşısında dindar bir kişiliğe sahip olan Clemenceau
şu şekilde söylenmektedir: “Bay Wilson, 14 prensibiyle beni sürekli sıkıyor.
Neden on dört? Tanrı’nın bile on yasası var!” (Stevenson, 2006: 198-199).
Clemenceau’nun şahin politikalarının dışında Fransa, Almanya barış
için alternatif yolları da denemekten uzak durmamıştır. Mayıs 1919’da diplomat René Massigli gizli görevle Berlin’e gönderilmiş ve Massigli, ziyareti
sırasında hükümeti adına temaslarda bulunduğunu belirterek, halen Paris
Barış Konferansı’nda Almanya ile ilgili düzenlemeler sürerken toprak ve
tazminat konularında uzlaşılmasını teklif etmiştir. Alman-Fransız işbirliği
hedeflenen bu girişime dayanak olması için Massigli, Fransa’nın “AngloSaxon” olarak nitelendirdiği Amerikalılar ve İngilizlere güvenmediğini, savaş sonrası dönemde Fransa’ya en büyük tehdidin bu iki ülkeden gelmesini
beklediğini açıklamıştır. Anglo-Saxon hegemonyasına karşı Almanya ve
Fransa’nın ortak çıkarları olduğunu vurgulayan bu plan, Alman yetkililerce
ciddiye alınmamıştır. Alman Dışişleri Bakanı Kont Ulrichvon BrockdorffKellogg Paktı olarak da adlandırılır) için altmış iki devletin desteğini sağlamıştır. Yeniden yapılanma sorunlarının çözümü için ortaya atılan Young ve Daves Planlarının başlıca savunusu ABD’den gelmiştir ve
Başkan Herbert Hoover savaş borçlarının ödenmesi üzerine moratoryum (borç erteleme) teklifini sunmuştur (Trachtenberg, 1979: 50-51).
562
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
Rantzau bu öneriyi “Fransızların bir oyunu ve Versay’ı oldu-bittiye getirerek
kabul ettirmenin bir ürünü” olarak değerlendirmiştir (Trachtenberg, 1975:
43). Paris Barış Konferansı sırasında müttefik ülkelerin tazminat meselesi
üzerinde derin fikir ayrılıklarının olduğunun farkında olan Almanya’nın
daha cazip seçenekleri bulunmaktadır. Almanlara göre ABD, barış antlaşmasının şartlarının yumuşatılmasında Fransızlara göre daha ılımlı olacak ve
Almanya lehine daha uygun şartlar sunacaktır. Tazminat meselesinin sonunda da anlaşılacağı gibi Almanların bekledikleri öneri ABD’den değil, İngiliz
Başbakanı Lloyd George’dan gelmiştir (Sharp and Fischer, 2005: 436).
Paris Barış Konferansı sonrası netleşen Versay Antlaşması’nın hemen
hemen hiçbir maddesi Fransız tarafını memnun etmemiştir; Müttefik Kuvvetler Genel Komutanı Fransız Ferdinand Foch, Versay Antlaşması için “Bu
bir barış değil, yirmi yıllık bir ateşkes” yakıştırmasını yapmıştır (Fried,
2005: 409-410). Almanya’nın askeri açıdan kıpırdayamaz hale getirilmesi,
savaş tazminatı yüküyle ekonomisinin kontrol altına alınması ve ceza yoluyla terbiye edilmesi üzerine kurulu Fransız politikası büyük oranda başarısız
olmuş, Fransız halkının ihtiyaçlarına cevap veremeyen Clemenceau, Ocak
1920’deki Fransa devlet başkanlığı seçimlerini kaybetmiş ve siyasi kariyerine son noktayı koymuştur.
Paris Barış Konferansı’nda Alman Meselesi ve
Versay Antlaşması’nın Ortaya Çıkışı
Müttefiklerin Alman meselesine yaklaşımında ele aldığı temel konular
ceza, önleme ve ödeme olmuştur. Yabancı kaynaklarda kısaca 3P (Punishment&Preventation&Payment) olarak da adlandırılan bu maddelerin geneli
üzerinde tüm taraflar ortak görüşe sahiptir. Herkes Almanya’nın savaşın
sorumlusu olduğunu, bir daha böyle bir girişime kalkışmaması için gerekli
her türlü tedbirin alınması gerektiğini ve verdiği zararları tazmin etmesini
kabul etmektedir. Müttefikleri fikir ayrılığına düşürense bunların nasıl yapılacağıdır. Bu bölümde Almanya’nın silahsızlandırılması, tazminat meseleleri
genel hatlarıyla ele alınacaktır.
Ocak 1919’da başlayan görüşmelerden bir ay sonra Wilson’un Paris’e
tekrar dönüşü Almanya ile varılacak barış antlaşmasının koşulları üzerinde
sıkı bir çalışma dönemi başlatmış ve bu dönem de Mayıs 1919’a kadar sürmüştür. Wilson ABD’deyken müttefik kuvvetlerin aklında halen ne tür bir
antlaşmanın oluşturulması gerektiği ve Almanya’nın durumu hakkında derin
ve kaygı verici sorular dolaşmaktaydı: “Almanya’nın yenilgisi ne anlama
gelmektedir? Almanya’nın elindeki asker, kaynak ve insan gücünün miktarı
nedir? Avrupa’daki müttefik kuvvetlerin durumu nedir ve ne kadar süre boyunca Avrupa’da kalacaklardır?”. Asıl olan Almanya’nın yenilgisinin beklenmedik bir zamanda ve hızda gerçekleşmiş olmasıdır. ABD’nin 1917’de
savaşa katılmasıyla birlikte gerilemeye başlayan Alman orduları ancak tam
563
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
bir yenilgiye uğradıklarını anladıklarında teslim olma gereğini hissetmiştir. 8
Ağustos 1918 tarihi Alman ordusu için “kara gün” olarak adlandırılır. Müttefik kuvvetleri o gün Alman hatlarını aşarak Almanya’nın içlerine doğru ilerlemeye başlamıştır. Nitekim 14 Ağustos’ta Alman General Ludendorff,
Kayzer’e Almanya’nın müttefiklerle görüşmesi gerektiği talebini iletmiş, 29
Eylül’de ise ne pahasına olursa olsun barış yapılması gerektiğinden bahsetmiştir (Macmillan, 2003: 159).
Almanların komuta cephesinde bu gelişmeler yaşanırken, Alman halkı
nezdinde bu durumun tersi bir anlayış hâkimdir. 1918 yılında Alman askerleri anavatana düzgün taburlar halinde dönmeye başlamış ve sevinç gösterileri
arasında kahraman gibi karşılanmışlardır. Ateşkesin imzalandığı Kasım ayı
içerisinde Alman orduları halen Fransa ve Belçika topraklarında konuşlanmış vaziyettedir ve doğu cephesinde de Rusya karşısında Brest-Litovsk Antlaşması ile zafer kazanılmıştır. Müttefiklerin başlattığı Bahar Hücumuna
(Spring Offensive) kadar Avrupalı devletler dâhil Alman halkında da savaşın
Almanya’nın lehine yürüdüğü yönünde kanaat hâkimdir (Ashton and Hellema, 2000: 56-57). Bu nedenle gelişmelerden yeterince haberdar olamayan
Almanların tepkisini yadırgamamak gerekir. Kayzer’in hükümeti düşmüş
olmasına rağmen yeni başkan Friedrich Ebert de orduyu karşılayanların arasında yerini almıştır (Mulligan, 2003: 351). Diğer bir mesele de müttefik
ordularının sayısı ve Avrupa’da kalma süreleriyle ilgilidir. Barış sonrası
koalisyonlar genellikle çabuk dağılmakta ve herkes ‘kabuğuna çekilmektedir’. Zaferi kazanan Avrupalıların gözünde ABD kuvvetlerinin Avrupa’da
daha fazla kalması için bir neden yoktur ve ABD’nin savaşın başında tarafsızlık kalarak elde ettiği kazanımlar Avrupalıların ‘sırtından’ sağlanmıştır
(Goldstein, 2002: 102-106).Diğer yandan Almanya’nın eski gücünü geri
kazanması korkusu karşısında bu kuvvetlere de ihtiyaç duyulması ihtimali
göz ardı edilmemektedir. Savaş yorgunu halklar da bir an önce askerlerin
ülkelerine dönmesi yönünde liderlere baskı yapmaktadır. Kasım 1918’de
Avrupa’da konuşlanmış 198 müttefik tümeninin sayısı Haziran 1919’da 39’a
düşmüştür (Macmillan, 2003: 161). Kısacası Avrupalılar ve Amerikalılar bu
tür ikilemler arasında gidip gelmekteydi.
Müttefiklerin Almanları köşeye sıkıştırma taktiği olan deniz ablukası
uygulaması da etkinliğini yitirmiş ve bir takım insani facialara davetiye çıkarmıştır. 11 Kasım’da başlayan ateşkesten 28 Haziran’daki barış antlaşmasına kadar geçen sürede uygulamada kalan abluka, 523 binden fazla insanın
açlıktan ölmesine neden olmuştur. Ateşkesin Almanya’ya yiyecek sevkiyatına izin vermesine rağmen müttefikler gemileri Almanya’dan talep etmişler,
Almanlar ABD’den kredi talebinde bulunmuşlardır. ABD Senatosu’nun
vetosu nedeniyle kredi sağlanmamış, altın rezervlerini kullanmayı teklif eden
karşısında bu defa altınları savaş tazminatı olarak almak isteyen İngiliz ve
Fransızlar karşı çıkmıştır. Abluka uygulaması ve yaşanan ölümler Alman
halkının hafızasında derin izler bırakmış ve müttefiklere duyulan nefreti
artırmıştır (Peukert, 1992: 144-146).
564
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
Cezalandırma, Savaşın Sorumluluğunun Almanya’ya Yüklenmesi
ve Sorumluların Yargılanması
Paris Barış Konferansı’nda tüm taraflar savaşı Almanya’nın başlattığını peşinen kabul etmişlerdir. Müttefiklerin ortak tezine göre Almanya Belçika’yı işgal etmesiyle sözünden dönmüştü, Romanya’ya Bükreş Antlaşması’nı dayatmış ve Brest-Litovsk Antlaşması ile Çarlık Rusyası topraklarının
üçte birini ele geçirmişti. Wilson’un ifadeleriyle Rusya “hiçbir yerde adalet
uygulamamış, her yerde güçlerini zorla empoze etmişlerdi” (Macmillan,
2003:163). Almanya savaşı başlatan taraf olarak görülürken, Kayzer Wilhelm ve baş danışmanları da bundan sorumluydular. Başlangıçta Lloyd George, Wilson ve Clemenceau, Kayzer konusunda işi sıkı tutmuştur. Müttefikler, Versay Antlaşması’nın 227, 228 ve 230. maddelerine bu konu ile ilgili
düzenlemeleri yerleştirmişlerdir. Buna göre 227.madde gereği II. Wilhelm’in
uluslararası ahlaki değerlere ve insanlığa karşı en büyük suça karışmakla ve
insanlık suçu işlemekle yargılanmasına karar verilmiştir (Ashton and Hellema, 2001: 55). 228.madde ile aralarında II. Wilhelm’in baş danışmalarının
da olduğu pek çok Alman, savaş suçu işlemekle suçlanmıştır. 231. madde ile
de savaşın tüm yükümlülüğü ve müttefik güçlerin ülkelerinde zarar gören
sivillerin uğradığı zararlar ile yol açtığı felaketlerin tüm faturası Almanya’ya
(ve müttefiklerine) kesilmiştir.
Uygulamada ise durum bundan farklı olmuştur. İngiltere’deki koalisyon savaş sonrası seçim kampanyasında bu konuyu malzeme yapmayı bile
denemiş ve başarısız olmuştur. Wilson ise bu konuda kararsız kalmıştır, Alman militarizmine duyduğu nefret ve Kayzer’in de bu militarizmin sembolü
olduğuna inanmakla birlikte, özellikle Robert Lansing liderliğindeki Amerikan uzmanların konunun hukuksallığından kaygı duyması Wilson’un kararını etkilemiştir (Macmillan, 2003:164-166).1919 ilkbaharında müttefiklerin
Kayzer’i ve ekibini cezalandırma hevesi kaçmış ve Kayzer meselesi üç lider
arasında şakalaşma konusu olmaktan ileri gidememiştir. Neticede Kayzer’in
insanlığa karşı suç işlediğini öngören madde uygulanmamış, Hollanda’ya
iltica etmesine göz yumulmuştur. Kayzer 1941 yılında burada ölmüştür.
Daha alt düzeydeki Alman suçluların yargılanması ise Alman özel mahkemelerine devredilmiş, yargılanan 12 Almandan sadece ikisi dörder yıllık
hapis cezasına çarptırılmıştır. ‘Savaşın sorumlusu’ Kayzer ve ekibinin yargılanması hikâyesi de böylece kapatılmıştır.
Önleme (Alman Silahlı Kuvvetlerinin Sınırlandırılması)
Müttefikler, Almanya’nın eski gücüne kavuşması ve Avrupa’yı yeni
maceralara sürüklemesini önlemekte kararlıdırlar. Liberalizm ve demokrasinin hâkim olduğu o yıllarda militarizme (hedef alınan Alman militarizmidir)
sürekli kuşku ile bakılmakta ve engellenmezse bunun dünya için tehdit oluşturacağına inanılmaktadır. Wilson’un 14 Prensibi arasında da yer alan “ulu565
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
sal düzeyde silahsızlanmanın teşviki” maddesi tartışmalarda sıkça yer edinmekte ve Milletler Cemiyeti’nin en güçlü iddiası da ülkelerin silahsızlanmayı kendi iradeleri ile kabullenerek, uluslararası düzeyde bir barış ve güven
ortamı oluşturmaktır (Webster, 2005: 554).Ancak vurgulanan silahsızlanma
kavramı kendi başına bir anlam ifade etmemektedir. Almanya’nın güvenlik
ihtiyacını karşılayacak silahlı kuvvetlerin miktarı belirlenmedir; nitekim
Kayzerin düşmesinin ardından kurulan yeni cumhuriyette çıkan isyanların
bastırılmasının yanında, Sovyet Rusya’nın niyetlerinin anlaşılamamasından
(Sovyet Rusya, Almanya ve müttefikleri gibi konferansa davet edilmemişti)
kaynaklanan Bolşevizmin yayılması korkusu, Alman silahsızlanmasında
müttefiklerin aklını sürekli meşgul etmiştir. Lloyd George’un yakın danışmanlarından Sir Maurice Hankey’in ifadelerine göre, “Tüm kusurlarına rağmen Almanlar sağlam, vatansever, güvenilir ve çok iyi örgütlenmiş bir toplumdur.” (Stevenson, 2006: 199, Macmillan, 2003: 167)
Fransız bakış açısı ise sertliğini korumuştur. Yüksek Komisyon’un başına getirilen Mareşal Foch, ateşkesin başında benimsediği tutumunu sergilemeye devam etmiş, müttefiklerin Almanların tüm askeri malzemelerine el
koyması, Ren bölgesi ve köprübaşlarının işgal edilmesini, Fransız-Alman
sınırındaki istihkâmların sökülüp, Alman ordusunun 100 bin kişiyle sınırlanmasını savunmuştur. Foch aynı zamanda Almanların terhisleri yeterince hızlı
yapmadığı ve silahları teslim etmediğinden de yakınmaktadır (Jackson, 2006:
262).Rutin olarak her ay yenilenen mütareke sırasında Foch, beklentileri doğrultusunda mütarekeye yeni şartlar sokmak istemiş ancak Wilson bu öneriyi
reddetmiştir. Sonunda müttefikler arasındaki kriz, 12 Şubatta Yüksek Konsey’in toplantısının ardından mütarekeye yeni maddeler eklenmemesine ve
Foch’un da barış antlaşmasının askeri maddelerinin ayrıntılı hazırlanmasında
görevli komitenin sorumluluğuna getirilmesiyle geçici olarak çözülmüştür.11
100 bin kişilik orduda karar kılınmasının ardından Almanya’da zorunlu askerlik hizmeti de kaldırılmıştır ve lise ile üniversite öğrencilerinin yedek
subay olarak yetiştirilmesi yasaklanmıştır. Ren bölgesindeki istihkâmların
sökülmesi, ağır silah sanayisinden arındırılması ve silah ithalatının yasaklanması da alınan diğer kararlardır. Müttefikler arasında Almanya ile doğrudan kara savaşına girebilecek tek ülke Fransa olduğundan Fransız talepleri
kara ordusunun sınırlandırılmasında ön plana çıkmıştır. Donanma meselesinin çözümü ise daha zor olmuştur, bu konu İngiltere ve ABD’nin deniz ticaretini ve ülke güvenliğini doğrudan etkilediği için müttefikler arasında daha
keskin bir görüş ayrılığı doğmuştur. Denizaltılar konusunda Fransa haricinde
müttefikler bunların batırılması konusunda anlaşmıştır. Fransa’ya istediği on
parça denizaltı kendisine teslim edilmiş, kalanlar da hurdaya çıkarılmıştır(Jackson, 2006: 265).
Foch’un komitesinin 3 Marttaki ilk raporunda temel donanıma sahip, ağır silahı ve genelkurmayı olmayan, sayıca az sembolik bir Alman ordusunu önermişti. Lloyd George’un Clemenceau’yla gizlice görüşmesinin ardından sembolik ordu fikrinden vazgeçilmiş, sayı noktasında da Fransa’nın istediği 100
bin kişilik orduda karar kılınmıştır. (Macmillan, 2003: 167, Jackson, 2006: 263).
11
566
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
Savaş gemileri meselesi ise daha farklı bir mecrada ilerlemiştir. Başlangıçta Amerikan ve İngiliz amiraller, Alman gemilerini kendi donanmalarına katmanın maliyetli olacağını hesaplamıştır. Buna rağmen denizlerde
İngiliz-ABD rekabeti geçmişten beri bilinen bir olguydu. İngiliz Amiral William Benson, ABD’nin deniz hâkimiyeti tahtından İngilizleri indirene kadar
silahlanmayı durdurmayacağının farkındadır. Ancak savaş dolayısıyla ekonomik zarara uğramış İngiltere’nin de bu yarışı sürdüremeyeceğini de hesaplanmıştır (Aster, 2008:452-454).Denizlerdeki İngiliz-ABD rekabetinden
doğan tartışma Almanya’nın donanma gücü tartışmasını gölgede bırakmış ve
İngiliz-ABD restleşmesine dönüşmüştür. Lloyd George, 1 Nisan’da Wilson’un I. Dünya Savaşı sırasında donanmadan sorumlu bakan olarak atadığı
Josephus Daniels’la kahvaltı ederken kendisine ABD’nin donanma inşasını
sürdürürse, Milletler Cemiyeti’nin vurguladığı denizlerde silahsızlanma
maddesinin işlevini yitireceğinden bahsederek, ABD’nin ısrarını sürdürdüğü
takdirde İngiltere’nin antlaşma metnine imza atmayacağı tehdidinde bulunmuştur (Macmillan, 2003: 177-178).Sonunda mesele daha fazla büyümeden
taraflar uzlaşmış, ABD gemi inşa programını değiştirirken, İngilizler de Milletler Cemiyeti’ndeki maddeye itiraz etmeme kararı almıştır.
Son olarak Versay Antlaşması’nın 5. bölümünde kararlaştırılan şartlar
şunlardır: Alman ordusu 100 bin kişiyle sınırlandırılmış, zorunlu askerlikle,
lise ve üniversite öğrencilerinin yedek subay olması yasaklanmıştır. Almanya’nın deniz gücü en fazla 15 bin asker, 10 bin tonu geçmeyecek altı savaş
gemisi, 6 bin tonu geçmeyecek 6 kruvazör, 800 tonu geçmeyecek 12 destroyerden oluşacaktır. Almanya tank, zırhlı araç, denizaltı ve savaş uçağına
sahip olamayacaktır. Almanya’ya silah ithalatı ve kendi silahını imal edecek
tesisler kurması yasaklanmıştır.
Ödeme (Savaş Tazminatı Meselesi)
Savaş tazminatı meselesi konferans boyunca müttefikler arasındaki en
çetin görüşmelerin geçtiği konuyu oluşturmuştur. Meselenin iki boyutu vardır: Birincisi müttefikler arası boyutu ve ikincisi Almanya ile ilişkilerde yarattığı boyut.
Versay Antlaşması’nın son halini birlikte hazırlayan ABD, İngiltere
ve Fransa’nın meseleyi ele alışı bütünüyle farklılık göstermektedir ve müttefikler arası ilişkileri 1920-1930’lu yıllar boyunca etkilemeye devam etmiştir
(Macmillan, 2003: 181).ABD için öncelikli olan savaş sırasında İngiltere ve
Fransa’nın kendisinden aldığı borcu ödemesidir. İngiltere ve Fransa içinse
savaştan zarar görmüş ekonomilerini düzlüğe çıkarmak ve ABD’ye olan
borçlarını ödeyebilmek. Bu ilişkiler sarmalında işin Almanya boyutu devreye girmiştir. Almanya’nın ekonomisi bu borcu kaldırabilecek midir? İngiltere ve ABD’nin fazladan Almanya ile ticaret münasebetlerini de düşünmesi
gerekmektedir çünkü antlaşma sonrası Almanya’nın yeniden Avrupa düze567
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
nine entegrasyonu sağlanmalı ve bu devletle sağlıklı ticari ilişkiler ağı kurulmalıdır. Wilson’un düşüncesinde başından beri Alman halkının cezalandırılması değil, “rehabilite edilmesi” ön plana çıkmıştır. Fransa ise bir yandan
savaşta uğradığı maddi açığı kapatabilmesi, diğer yandan da Alman ekonomisinin hızla yükselerek, silahlanmayı desteklemesinden endişe duymaktadır. (Nevins ve Commager, 2005: 382)
Paris Barış Konferansı’na hazine baş danışmanı olarak getirilen Keynes, Almanya’nın ödeyeceği tazminatı belirlemekle görevlendirilmiştir.12
Keynes’e göre Almanya en çok iki milyar sterlin (on milyar dolar) ödeme
kapasitesine sahiptir. Bundan fazlayı ülkeyi sefalete sürükleyebilir, yeni
kurulmuş Weimar Cumhuriyeti’nde ihtilale neden olabilir ve Avrupa için
çok tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi (Macmillan, 2003: 183). Keynes bu miktarı çıkarırken müttefiklerin ABD’ye ve birbirlerine ödemeleri gereken borçları da çıkarmıştır. Keynes’in hesaplamalarına göre İngiltere kâğıt üzerinde
alacaklı ülkedir, Fransa’nın ise toplam 3,5 milyar dolar borcu vardır. Keynes
bu hesapları yaparken bir noktayı gözden kaçırmıştır; Fransa ve İngiltere’nin
savaş sırasında Çarlık Rusya’ya, İtalya ve Romanya’ya verdiği borçları hesaba katmamıştır (Trachtenberg, 1979: 48). Keynes’in planının yanında İngiltere ve Fransa’nın da ABD’den farklı beklentileri vardır. Clemenceau,
müttefikler arası ekonomik işbirliğini geliştirmek ve ileriki aşamalarda Almanya’yı da katmak için bir plan önermiştir. “Yeni Ekonomik Düzen” adını
verdiği bu plan İngiltere ve ABD’nin muhalefetiyle karşılaşmış ve Nisan
1919’da reddedilmiştir. Lloyd George ise daha kurnazca davranarak müttefiklerin ABD’ye olan tüm borçlarının silinmesini önermiş (Macmillan, 2003:
184-185), bu ‘dâhiyane’ fikir de Fransız önerisi gibi çöpe gitmiştir. Keynes’in planının da ABD Kongresi’ndeki Cumhuriyetçilerin baskısıyla reddedilmesinin ardından Yüksek Konsey “Zararın Telafisi Komisyonu” adlı bir
kurum daha oluşturmaya kadar vermiştir (Lentin, 2004: 740). Komisyonun
çalışmaları ABD’nin tazminatı çok yüksek, İngilizlerin ve Fransızların ise
çok düşük bulmaları nedeniyle kilitlenme aşamasına gelmiştir. Almanya’da
da durum pek parlak değildir, vergilerde ve savaş bonolarında yaşanacak en
ufak bir dalgalanma bile hükümeti ciddi sonuçlarla karşı karşıya bırakabilecektir (Peukert, 1992: 142).
Llyod George silahsızlanma meselesinde uyguladığı taktiği yeniden
denemiştir, Mart 1919’da İngiltere’nin bazı maliyetleri hesaba katılmazsa,
antlaşmayı imzalamama tehdidinde bulunmuştur. General Jan Smuts’tan
Avrupa uygarlığı çökmenin eşiğindeyken Avrupalıların tazminat konusunda birbirlerine girmelerine
Keynes çok içerlemiştir. Keynes’ göre Wilson, “tazminat meselesinde Avrupalılar arasındaki güç ve
çıkar çatışmalarının kurbanı olmuş, kendi ilkelerine, ülkesine ve daha iyi bir dünya isteyen herkesin
umutlarına ihanet etmiştir.” Yine Keynes’e göre George Clemenceau, konferansta “Fransa’nın çıkarlarını ve güvenliğini düşünürken saplantı noktasına varan fikirleri savunan, kurumuş, hırçın ihtiyarın tekidir.” Keynes’in Lloyd George için de fikirleri hiç olumlu değildir. Lloyd George, Galler'in Dağları’ndan çıkagelmiş, iyi ve saf olanları bataklığa sürüklemeye çalışmıştır. (Macmillan; 2003:182-183,
Lentin; 2004: 737-739).
12
568
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
gelen öneri son anda buhranlı havayı dağıtmış ve Wilson, Smuts’un “Almanya’nın kendi saldırganlığı yüzünden sivillere verdiği bütün zararlardan
sorumlu olacaktır” görüşünde ikna olmuştur (Macmillan, 2003: 187). Telafi
parası üzerine anlaşan tarafların önünde yine de Almanya’nın ne kadar tazminat ödeyeceği sorusu kalmıştır. Tazminat görüşmeleri sürerken Llyod
George ve Clemenceau’nun önünde yaklaşan seçimler vardır. Her iki tarafında da yüksek rakamlarda ısrar etmesinin bir nedeni de kamuoylarında
zaten zirve yapmış Alman karşıtlığı ve yüksek tazminat beklentilerini karşılayarak seçimlerden galip ayrılma planı vardır. Clemenceau’nun işi görünürde daha basittir; Fransa’nın güvenliğini sağlayacak ve yüksek tazminat geliriyle Paris’ten ayrılacaktır. Zaten konferansın hemen her toplantısında Clemenceau ve heyeti savaşın Belçika ve kendi topraklarında olduğundan, Almanların en ağır biçimde cezalandırılmasından bahsedip durmuştur. Reel
durum da Fransız tezini desteklemektedir. Şimdi de zararı tazmin etme zamanı gelmiştir. İngilizlerin ise ticari çıkarları gibi, güvenlik dışında fazladan
kaygıları vardır. Yoğun pazarlıklar sonucu İngilizler, toplam tazminatın
%28’sinde direnmiş, Fransızların %52 pay alması ve %20’nin de geri kalanlar devletler arasında paylaşılmasında karar kılınmıştır. Nihai antlaşmaya
ancak 1920 yılında varılabilmiştir. Toplamda komisyon Almanya’ya 121
milyar altın Mark (34 milyar dolar) fatura çıkarmıştır (Versay Antlaşması
Madde 231 ve 232).
SONUÇ
Tarihçiler ve uzmanların Versay Antlaşması’nın içeriği, uygulanması ve
etkileri üzerine tartışmaları günümüzde de sürmektedir. Temel olarak iki görüş
üzerinde özetlenebilecek bu tartışmalardan birincisi Almanya’nın Versay ile
cezalandırılmasının devlet ve toplum üzerinde ağır travmalar yarattığı, anlaşmanın başlı başına II. Dünya Savaşı’nın en önemli gerekçesi olduğu ve etkilerinin günümüze kadar sürdüğünü iddia etmektedir. İkincisi ise Almanya’nın
Versay ile hak ettiği cezayı almadığı, antlaşmanın maddeleri ve uygulamasındaki zafiyet nedeniyle ekonomik yapısı ve askeri gücünü kısa sürede toparlayarak yeniden ‘savaş makinesi’ olarak Avrupa tarihinde yıkıcı sonuçlar doğurduğunu dile getirmektedir. Her iki görüşte de haklı ve eksik yanlar vardır.
İlk olarak söylenecek söz, müttefiklerin Versay’ı Almanya’nın zebanisi olarak
planladıkları ancak zamanla müttefiklerin antlaşma şartlarının dayatılmasındaki istekliliğini kaybederek, antlaşmanın ihlali olan pek çok gelişmeye sessiz
kalmalarıdır. Örneğin Versay’da Almanya sınırları dışındaki Alman etnik
unsurlar üzerinde irredentist politikalar uygulanması yasaktır. Hitler’in sıklıkla
kullandığı propaganda malzemesi ‘tek millet-tek devlet’ anlayışı Versay’a
taban tabana zıttır. Ancak Almanya’nın 1938 yılında Avusturya ile birleşmesine (Anschluss) göz yumulmuş, başta İngiltere olmak üzere Avrupalı devletler
bu gelişmeyi uzaktan seyretmiştir. Hitler aynı şeyi Südetler bölgesinde de
uygulamış, tepki yine aynı olmuştur. Avrupalı devletleri tatlı uykularından
569
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
kâbusla sıçratan 1939 Almanya-SSCB Saldırmazlık Paktı’dır ve o tarihten
itibaren Avrupalılar birşeylerin yanlış gittiğini anlamıştır. Yine Almanya’nın
silahsızlanma maddelerini birer birer çiğneyerek kısa sürede eskisinden çok
daha güçlü bir ordu kurması da, müttefik devletlerin göz ucuyla izledikleri bir
gelişmedir. İkincisi; tazminat şartları Almanya’ya dayatılsa da, Alman ekonomisinin bunu kaldıramayacağı başından beri bilinmektedir. Keynes rakamlarda
müttefikleri tatmin etmeyen sonuçlar koysa da, bunu raporlarında açıkça belirtmiştir. Bu yüzden tartışmalar 1920 sonlarına kadar sürmüş, ABD’nin icadı
Daves ve Young planlarıyla Almanya’nın borcu taksitlendirilmiştir. Hitler’in
iktidara gelmesiyle ödemeler durdurulmuştur. Bu örneklerden anlaşılabileceği
gibi, II. Dünya Savaşı’nın asıl nedenleri arasında gösterilse de, Versay tek
başına savaşın tetikleyicisi değildir. Avrupalıların tarihten gelen güç ve egemen olma yarışı, savaşı başlatan kıvılcım olmuştur.
Nitekim Wilson’un uzun mesailer harcayarak oluşturduğu 14 Prensibi
ve Milletler Cemiyeti, iki savaş arası dönemde etkinliğini hızla yitirerek
unutulmuştur. Wilson kendisinin oluşturduğu kuruma kendisi katılmamıştır.
Bu durum da güç dengelerinde müttefikler aleyhine hızlı bir kayışı beraberinde getirmiştir. Günümüzde de Milletler Cemiyeti’nin halefi Birleşmiş
Milletleri’nde küresel krizler ve gelişmeler karşısında ne derece etkin olabildiği tartışmaları sürmektedir. Aynı şekilde demokrasi ve liberalizm de iki
savaş arası dönemde yara almış ve müttefikler Avrupa’nın ve dünyanın her
yerinde mantar gibi türeyen otoriter, totaliter ve faşist yönetimleri izlemek
zorunda kalmışlardır. Paris Barış Konferansı boyunca müttefiklerin kabusu
olan Bolşevizm, sanıldığını aksine etkili olamamış ve sınırlı bölgelerde kendini gösterebilmiştir. SSCB’nin yıkılmasıyla da evrensellik iddiasını kaybetmiştir. Kısacası Versay Antlaşması ne müttefikleri ne de Almanya’yı
tatmin edecek kadar güçlü ve etkilidir. Lloyd George, Clemenceau ve Wilson ‘savaş kahramanları’ itibarlarını hızla yitirmişler ve Clemenceau’dan
başlamak üzere birer birer siyaset sahnesinden çekilmişlerdir. İngiltere ve
Fransa’nın dünya meselelerindeki etkisi hızla aşınmış ve Soğuk Savaş’ın
ardından kendilerini iki süper güç arasında kıstırılmış olarak bulmuşlardır.
Son olarak Paris Barış Konferansı ve konferans sonrası varılan noktayı
günümüz koşullarından bakarak kıyasıya eleştirmek doğru olmayacaktır. ‘Barışın Mimarları’ Lloyd George, Clemenceau ve Wilson, 1919 yılında ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarından ötürü bireysel tatmin yaşamakla birlikte,
o yıllarda dünyayı çepeçevre kuşatan siyasi, etnik ve ekonomik temelli sorunlarını kalıcı olarak çözdüklerine ise içlerinden hiçbirisi inanmamaktadır. Elbette görüşmeler sırasında ve sonrasında hatalar yapmışlardır, Avrupa dışındaki
coğrafyaları ele alırken fazlaca taraflı ve ilgisiz davranmışlar, Afrika ve Ortadoğu’da bilindik sömürü düzenini devam ettirmişlerdir. Ayrıca Versay Antlaşması’nın uygulamada takibi işini gevşek tutmuşlardır. Ancak önlerine gelen
sorunların büyüklüğü ve karmaşık yapısının kapsamı düşünüldüğünde, onlardan daha fazlasını beklemek yerinde ve mantıklı bir tutum olmayacaktır.
570
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / Ali Erhan Ertan, Tevfik Orçu Özgü
KAYNAKÇA
ASHTON, N. J. and HELLEMA, D. (2000). “Hanging the Kaiser: AngloDutch Relations and the Fate of Wilhelm II: 1918-20”, Diplomacy&Statecraft,
Vol:11 (2).
ASTER, S. (2008). "Appeasement: Before and After Revisionism", Diplomacy and Statecraft, Vol:19 (2).
BAYCROFT, T. (2005). "The Versailles Settlement and Identity in the
French Flanders", Diplomacy and Statecraft, Vol:16 (8).
BELLAIS, R. and COULOMB F. (2008). "The Fight of a Citizen Economist
for Peace and Prosperity", Defence and Peace Economics, Vol: 19(5).
FISCHER, C. (2005). "The Human Price of Reparations", Diplomacy and
Statecraft, Vol:16(1).
FRIED, M.B. (2005). "Analysis of Brockdorff-Rantzau’s cover letter to 'The
Counter Proposals of the German Government to the Peace Terms' ", Diplomacy and
Statecraft, Vol:16.
GOLDSTEIN, E. and MCKERCHER, B.J.C. (2003). Power and Stability in
British Foreign Policy, 1865-1965, Routledge.
GOLDSTEIN, E. (2002). The First World War Peace Settlements: From Versailles to Locarno, 1919-1925, Longman; 1. Edition.
JACKSON, P. (2006). "France and the Problems of Security and International Disarmament After the First World War", The Journal of Strategic Studies,
Vol:29(2).
JOHNSON, G. (Edt.) (2005). The Foreign Office and British Diplomacy in
the Twentieth Century, Routledge.
KISSANE, B. (2003). "The Doctrine Of Self-Determination And The Irish
Move To Independence:1916–1922", Journal of Political Ideologies, Vol:8(3).
LENTIN, A. (2004). "Maynard Keynes And The ‘Bamboozlement’ of Woodrow Wilson: What Really Happened At Paris? (Wilson, Lloyd George, Pensions
And Pre-Armistice Agreement)", Diplomacy and Statecraft, Vol:15(4).
LOWE, N. (1982). Mastering World History, Palgrave Macmillan.
MACMILLAN, M. (2003) Paris 1919: Dünyayı Değiştiren Altı Ay (Çeviren:
Belkıs Dişbudak), ODTU Yayıncılık.
MAZOWER, M.; Karanlık Kıta: Avrupa’nın 20. Yüzyılı, (2008). (Çev:
Mehmet Moralı). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
MCKERCHER, B.J.C. (2008). National Security and Imperial Defence: British Grand Strategy and Appeasement: 1920-1939, Diplomacy and Statecraft,
Vol:19 (8).
MOORHOUSE, R. (2005). "The Sore That Would Never Heal: The Genesis
of the Polish Corridor", Diplomacy and Statecraft, Vol:16 (6).
MULLIGAN, W. (2003). “The Reichswehr, The Republic and the Primacy of
Foreign Policy, 1918–1923”, German History Vol:21(3).
NEILSON, K. (2006). Britain, Soviet Russia and the Collapse of the Versailles Order: 1919–1939, Cambridge University Press.
NEVINS, A.ve COMMAGER, H. S. (2005). ABD Tarihi (Çev: Halil İnalcık), Doğu Batı Yayınları: İstanbul.
O’RIORDAN, E. (2005). “The British Zone of Occupation in the Rhineland,
Diplomacy and Statecraft”, Vol:16 (4).
571
Türkiye Sosyal Araştır alar Dergisi-2016 / I. Dü ya Savaşı’ ı Üzeri de …
OBERDÖRFER, L. (2004). “The Danzig Question in British Foreign Policy,
1918–1920”, Diplomacy and Statecraft, Vol:15(3).
PEUKERT, D. (1992). The Weimar Republic, Hill&Wang: New York.
RIGA, L. and KENNEDY J. (2009). “Tolerant majorities, Loyal Minorities
and ‘Ethnic Reversals’: Constructing Minority Rights at Versailles 1919”, Nations
and Nationalism, Vol: 15(3).
SHARP, A. and FISCHER, C. (2005). “The Versailles Settlement: Enforcement Complience, Contested Identities”, Diplomacy and Statecraft, Vol: 16 (7).
STEVENSON, D. (2006). “Britain, France and the Origins of German Disarmament, 1916–1919”, The Journal of Strategic Studies, Vol: 29( 2).
TRACHTENBERG, M. (1979). “Reparation at the Paris Peace Conference”,
The Journal of Modern History, Vol: 51(1).
WEBSTER, A. (2005). “Making Disarmament Work: The Implementation of
the International Disarmament Provisions in the League of Nations Covenant”, Diplomacy and Statecraft, Vol: 16 (9).
ZWEIG, S. (2008). Dünün Dünyası, Can Sanat Yayınları: İstanbul.
572