Nothing Special   »   [go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

Osman TURAN ve Selçuklular

Düşünen, fikri olan, alanının ayrıntılarına saplanıp kalmayan bir ilim adamından söz ediyoruz. Yaşadığı döneme söylecek sözü olan bir bilgin Osman Turan. Bu yüzden bir gönüllü kuruluşun, Türkocağı’nın yöneticiliğini üstleniyor ve döneminin meseleleri ile ilgili kitaplar yayınlıyor. Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları ve Türkiye’de Manevî Buhran Din ve Laiklik Osman Turan’ın, diğer ilmî eserlerinin yanına konulabilecek değerde eserler. Tarihçiliğimizin büyük ismi Osman Turan’ı yüzüncü yaşında yâd etmek istedik. Dördüncü yılımızın son sayısı o yüzden Osman Turan ve Selçuklu tarihine tahsis edildi. Gördük ki, Osman Turan derin bir iz açmış. O izden giden her yaştan değerli ilim adamlarımız, tarihçilerimiz var. Onların desteği ile Selçuklu tarihi ile ilgili metinlerin ağır bastığı bir sayı ortaya çıktı. Bu arada Osman Turan Hoca’nın hayatı ve eserleri hakkında bir makale ve Osman Turan’la ilgili çalışmaları ile tanınan Ali Birinci Hocayla yapılan geniş çerçeveli mülakata da bu sayımızda yer alıyor. Bu sayı Osman Turan’ın açtığı yoldan giden ilim adamlarımızın destekleriyle vücut buldu. Bilhassa Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü başkanı Prof. Dr. Gülay Öğün Bezer hanımefendiye değerli desteklerinden ötürü teşekkürlerimizi sunuyoruz. Velhasıl, tarih devam ediyor, tarihçiler de! D. Mehmet DOĞAN

Yıl:4 Sayı: 12 Eylül 2014 Osman Turan ve Selçuklular İmtiyaz Sahibi TYB Vakfı İktisadî İşletmesi adına D. Mehmet Doğan Genel Yayın Yönetmeni Celil Güngör Sayı Editörü Prof. Dr. Gülay Öğün Bezer Yazı İşleri Müdürü Mustafa Ekici Yayın Kurulu Murat Erol, İskender Gümüş, Kemal Kahraman, Cengiz Karataş, Mehmet Kurtoğlu, Atilla Mülayim, Osman Özbahçe Yayına Hazırlık Dilara Coşkun Danışma Kurulu Hicabi Kırlangıç, İbrahim Ulvi Yavuz, Muhsin Mete, Nazif Öztürk Yönetim Yeri Millî Müdafaa Cad. 10/13 Kızılay-Ankara 0.312 417 34 72 - 417 45 70 - 232 05 71 www.tybakademi.com tybakademi@gmail.com Tasarım mtr medya Baskı Özel Matbaası ISSN: 2146-1759 Fiyatı 15 TL Abone Bedeli 40 TL Kurumlar için 75 TL Hesap No Vakıfbank Başkent Şb. IBAN: TR34 0001 5001 5800 7297 391004 Ziraat Bankası Başkent Şb. IBAN: TR23 0001 0016 8350 1199 485001 TYB AKADEMİ hakemli bir dergidir. Dört ayda bir yayımlanır. Dergide yayımlanan yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazılar yayıncının izni olmadan kısmen veya tamamen, basılamaz, çoğaltılamaz ve elektronik ortama taşınamaz. Yazıların yayımlanıp, yayımlanmamasından yayın kurulu sorumludur. HAKEM HEYETİ Board of Referees Abdulcelil, Tarık (Yrd. Doç. Dr. Ain Shams University) Acar, Mustafa ( Prof. Dr. Aksaray Üniversitesi ) Acar, Rahim ( Doç. Dr. Marmara Üniversitesi ) Açıkgenç, Alparslan ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi ) Açıkgöz, Ömer ( Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi ) Akbar, Jamel (Prof. Dr. University of Dammam ) Akgün, Birol (Prof.Dr. Konya Üniversitesi ) Akın, Mahmut H. ( Yrd. Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi ) Al-Lahham, Abeer Hussam Ed-din (Prof. Dr. University of Dammam) Arıcan, M. Kâzım ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ) Atan, Murat ( Doç. Dr. Gazi Üniversitesi ) Aydın, Mustafa ( Prof. Dr. Selçuk Üniversitesi ) Ayyıldız, Mustafa ( Yrd. Doç. Dr. Gümüşhane Üniversitesi ) Bayartan, Mehmet (Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi) Baybal, Mustafa Sami ( Doç.Dr. Selçuk Üniversitesi) Bayraklı, Bayraktar ( Prof. Dr. Marmara Üniversitesi ) Bektaş, Ekrem (Doç. Dr. Harran Üniversitesi ) Bilgi, Levent, (Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi) Bilgili, Emre Ahmet ( Prof. Dr. Marmara Üniversitesi) Bircan, Ufuk ( Doç. Dr. Dicle Üniversitesi ) Birgül, Mehmet Fatih (Yrd. Doç. Dr. Muş Alpaslan Üniversitesi) Bulut, Mehmet ( Prof. Dr. Sabahattin Zaim Üniversitesi ) Canım, Rıdvan (Doç. Dr. Trakya Üniversitesi) Ceyhan, Nesime ( Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi ) Ceylan, Yasin ( Prof. Dr. ODTÜ ) Çalış, Şaban ( Prof. Dr. Selçuk Üniversitesi ) Çelik, Yakup ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi ) Çelik, Yakup ( Yrd.Doç. Dr. Kırklareli Üniversitesi) Çemrek, Murat (Doç. Dr., Ahmet Yesevi Üniversitesi Avrasya Araştırmaları Enstitüsü, Kazakistan) Dalpour, Waleck (Prof. Dr. University of Maine ) Dearden, Brad (Prof. Dr. University of Maine ) Dilaver, Hasan Hüseyin ( Prof. Dr. Ahi Evran Üniversitesi ) Duralı, Teoman ( Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi ) Düzgün, Şaban Ali ( Prof. Dr. Ankara Üniversitesi ) Efe, Adem ( Doç.Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi ) Ekinci, Abdullah (Prof. Dr. Harran Üniversitesi ) Elmas, Nazım ( Doç. Dr. Giresun Üniversitesi) Emiroğlu, İbrahim ( Prof. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi ) Eravcı, H. Mustafa ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ) Fidan, Mehmet Âkif (Yrd. Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi) Hammam, Sabry Tevik (Doç. Dr. Sohac University ) Gencer, Bedri ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi ) Gündoğan, Ali Osman ( Prof. Dr. Muğla Üniversitesi ) Kahraman, Kemal (Dr. TBMM Milli Saraylar) Karatepe, Şükrü ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi) Keleş, Hamza (Prof. Dr. Gazi Üniversitesi) Kemikli, Bilal (Prof. Dr. Dumlupınar Üniversitesi) Kırlangıç, Hicabi ( Prof. Dr. Ankara Üniversitesi ) Koç, Turan ( Prof. Dr. Sabahattin Zaim Üniversitesi ) Ocak, Ahmet Yaşar ( Prof. Dr. Hacettepe Üniversitesi ) Okay, M.Orhan ( Prof. Dr. ) Okumuş, Ejder (Prof. Dr. Osmangazi Üniversitesi) Orçan, Mustafa ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ) Öcal, Şâmil ( Yrd. Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi ) Örs, Derya ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ) Özkarcı, Mehmet (Prof. Dr. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi) Özsoy, İsmail ( Prof. Dr. Fatih Üniversitesi ) Öztürk, Nazif ( Dr. ) Pamuk, Bilgehan (Doç.Dr. Gaziantep Üniversitesi) Kazım Paydaş (Doç. Dr., Harran Üniversitesi) Perşembe, Erkan ( Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi ) Poyraz, Hakan ( Prof. Dr. Sakarya Üniversitesi ) Saatçi, Suphi (Prof. Dr. Mimar Sinan Güz. San. Ünv.) Sarıoğlu, Hüseyin ( Prof. Dr. Kırklareli Üniversitesi) Subaşı, Necdet ( Doç. Dr. Diyanet İşleri Başkanlığı) Tekin, Mustafa ( Doç. Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ) Topakkaya, Arslan ( Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi ) Törenek, Mehmet (Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi) Yelken, Ramazan ( Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi ) Yıldırım, Ergün ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi ) Yıldız, Alim ( Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi ) Yılmaz, Salih ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi ) Bu sayının hakemleri Abdülkerim Özaydın (Prof. Dr. ) Mustafa Küçükaşcı (Prof. Dr. ) Okan Yeşilot (Prof. Dr. ) Erhan Afyoncu (Prof. Dr. ) Gülay Öğün Bezer (Prof. Dr. ) Adnan Çevik (Doç. Dr. ) Mehmet Ersan (Prof. Dr. ) İçindekiler Sunuş: Tarih Devam Ediyor, Tarihçiler de / 7 D. Mehmet Doğan Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / 11 Abdurrahim Tufantoz Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / 21 Gülay Öğün Bezer Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı / 37 Birsel Küçüksipahioğlu Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / 51 Ebru Altan Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar / 65 Muallâ Uydu Yücel Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / 89 Muharrem Kesik Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî Hayattaki Rolleri: Tırâd B. Muhammed ve Oğlu Ali B. Tırâd El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî Ez-Zeynebî Örneği /101 Abdülkerim Özaydın Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / 115 Sadi S. Kucur Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / 121 Mustafa Alican Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / 139 Emine Uyumaz Mülâkat / Kitabiyat /155 Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Salih Yılmaz / Murat Nalçacı Bir Belge / Celil Güngör Fatih Gökdağ Ali Birbiçer Albek Abazov Özgeçmişler / 197 Sunuş Tarih devam ediyor, tarihçiler de Bu sene Osman Turan’ın yüzüncü yaşı! Türkiye’de tarihçiliğin tartışmasız babalarından Osman Turan, ilimle ikrin, gönüllü kuruluş yöneticiliğinin, hatta siyasetin seviye kaybetmeden birlikte yürütülebileceğini gösteren nâdir isimlerden biri aynı zamanda. İlmin, ikrin ve siyasetin meşakkatlerine katlanmış, cilvelerine maruz kalmış değerli bir şahsiyet. 1960 darbesinden sonra 17 ay Yassıada’da tutulduğunu burada zikretmekle yetinelim. Yassıada sonrası kürsüsüne dönmesine izin verilmediğini, Tarih Kurumu üyeliğinden keyi bir şekilde uzaklaştırıldığını da... Osman Turan Hoca belki de, siyaset tercübesine yekûn çekip tekrar tamamiyle ilmî çalışmalarına yönelecekti; bu mümkün olmayınca, siyasete bir süre daha devam etti. Bu hareketli hayata rağmen, ilmî çalışmalarını ihmal etmemesini büyük bir kazanç olarak görmemiz lâzım. Onun asıl işine dönmesinin tam da Anadolu’yu Türk’e ve İslâma açan 1071 Malazgirt Zaferi’nin ve 1075’te İznikte kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin dokuz yüzüncü yılına tesadüf etmesini nasıl açıklayalım? Hoca siyasete mecbur edilmeden sahası ile ilgili ilk önemli kitabını çıkarmıştı: Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti (1965). Siyaseti bıraktığı sene iki ciltlik muazzam Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ni yayınladı (1969). Malazgirt Zaferi’nin 900. yıldönümünde sahasının klasiği olan Selçuklular ve İslâmiyet ile Selçuklular Zamanında Türkiye kitaplarını çıkardı. 1973 yılında Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi’ni yayınlayan Osman Turan Hoca, öyle sanıyoruz ki, 1978’de bu dünyaya veda ederken yapamadıklarına rağmen tarihçiliğimizde bıraktığı derin izin farkında idi. Osman Turan ve Selçuklu tarihi üzerine çalışan ve ondan 2 yaş küçük olan M. Altan Köymen gibi şahsiyetler, muhtemelen liselerimizde arapça ve farsçanın okutulduğu yıllarda orta tahsillerini tamamlayan son nesildendir. 8 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Tarihimizin bilhassa Selçuklu döneminin farsça ve arapçaya vâkıf olunmadan bilinemeyeceğini o zamanın yüksek siyasetçileri akıllarından bile geçirmemişlerdir her halde. En hayırhah yorum, o zamanlar arapça ve farsçanın yasaklanmasının tarihimiz ve kültürümüz açısından türkçenin yasaklanması ile neredeyse eşdeğer olduğunun farkına varamamak olmalı! Osman Turan aynı zamanda, tarihten hisse çıkarmayı bilen terkipçi bir ikir adamı idi. Onun Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, bizde bir tarihçinin bildiklerini yorumlaması konusunda nâdir parlak örneklerdendir. Bu eserin ırkçı bir muhteva ile kaleme alınmadığını okuyanlar bilir. Türkçenin ilk yazılı metinleri aşkdan, sevdadan değil, “devlet”ten, “idare”den bahsediyor! Orhun yazıtlarında ifadesini bulan devlet anlayışının İslâmî dönemde, Selçuklularda ve daha sonra Osmanlılarda tekâmül ederek millî, islâmî ve insanî bir ideal haline geldiğini, “nizam-ı âlem” ülküsü olarak sürdürüldüğünü güçlü bir bilgi arkaplanıyla ve nüfuz-ı nazarla anlatan Osman Turan’dır. İşte o kitaptan bir kaç satır: “Türk ve İslâm tarihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar millî ve islâmî mefkûrelerinin dâhiyane terkibi, siyasî istikrar ve ictimaî adaletleri sayesinde üç kıt’anın ortasında ve Akdeniz havzasında beşer tarihinde ‘nizam-ı âlem’ dâvasının en kudretli temsilcileri olmuşlardı. Osmanlı hanedanı dünyada hiç bir aileye nasib olmayan büyük ve dâhî padişahları birbiri ardından yetiştirmekle bu devlete yalnız en yüksek hayatiyeti başhetmedi; onu millî, islâmî ve insanî idealler üzerinde ve milletlerin kalbini kazanarak cihan hâkimiyeti mefkûresinin de en sağlam bir teşkilatı hâline getirdi. İslâm dininin beşeriyeti saadete, adalete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esaslar ve dünya nizamı mefkûresi de en ileri derecesini Osmanlı devrinde gerçekletirmiştir.” Düşünen, ikri olan, alanının ayrıntılarına saplanıp kalmayan bir ilim adamından söz ediyoruz. Yaşadığı döneme söylecek sözü olan bir bilgin Osman Turan. Bu yüzden bir gönüllü kuruluşun, Türkocağı’nın yöneticiliğini üstleniyor ve döneminin meseleleri ile ilgili kitaplar yayınlıyor. Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları ve Türkiye’de Manevî Buhran Din ve Laiklik Osman Turan’ın, diğer ilmî eserlerinin yanına konulabilecek değerde eserler. Tarihçiliğimizin büyük ismi Osman Turan’ı yüzüncü yaşında yâd etmek istedik. Dördüncü yılımızın son sayısı o yüzden Osman Turan ve Selçuklu tarihine tahsis edildi. Gördük ki, Osman Turan derin bir iz açmış. O izden giden her yaştan değerli ilim adamlarımız, tarihçilerimiz var. Onların desteği ile Selçuklu tarihi ile ilgili metinlerin ağır bastığı bir sayı ortaya çıktı. Bu arada Osman Turan Hoca’nın hayatı ve eserleri hakkında bir makale ve Osman Turan’la ilgili çalış- 9 Sunuş / D. Mehmet Doğan maları ile tanınan Ali Birinci Hocayla yapılan geniş çerçeveli mülakata da bu sayımızda yer alıyor. Bu sayı Osman Turan’ın açtığı yoldan giden ilim adamlarımızın destekleriyle vücut buldu. Bilhassa Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü başkanı Prof. Dr. Gülay Öğün Bezer hanımefendiye değerli desteklerinden ötürü teşekkürlerimizi sunuyoruz. Velhasıl, tarih devam ediyor, tarihçiler de! D. Mehmet Doğan Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği Abdurrahim Tufantoz Yrd. Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü 1914 yılının Haziran ayında doğan Osman Ferit Turan’ın doğum yeri hakkında farklı bilgiler mevcuttur. DİA’da hakkında yazılan makalede Bayburt’un Aydıntepe (Çatıksu) köyünde doğduğu kaydedilmektedir1. Yakın arkadaşı Mehmet Altay Köymen ise onun ölümünden kısa bir süre sonra yazdığı “Prof. Dr. Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)” başlıklı yazıda Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı (Hepşara) köyünde doğduğunu yazmıştır2. Kezâ Ali Birinci de Osman Turan hakkında yayımladığı kitapta, ailenin Çatıksu köyünde tarlaları ve bir değirmenlerinin olduğu yazları burada ikamet edip kışın Soğanlı’ya göçtüklerini; dolayısıyla onun ailenin yazları oturduğu Çatıksu’da doğduğunu söylemektedir. Osman Turan’ın ataları Van’ın Kurtoğulları sülâlesinden olup Fatih Sultan Mehmed’in Trabzon’u fethinden sonra (1461) bu bölgeye iskân edilmişlerdir. Sülâle burada, Kuranoğulları veya Koronoğulları olarak adlandırılmaktaydı. Kurtoğulları sülâlesinin bakiyeleri halen Van’da ikamet etmektedirler. Osman Turan’ın büyük dedesi Mustafa Osman Ağa 93 Harbinde (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) büyük yararlıklar göstermiş; bu hikâyeler Bayburtlu Zihnî’nin şiirlerine konu olmuştur. Dedesi Abdullah Ağa’dır. Babası Hasan Ağa I. Dünya Savaşı sırasında Erzurum-Kandilli’de şehit düşmüştür (1916). Annesi Şahsene Hanım’dır. Ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Osman Ferit’in ikisi kız biri erkek olmak üzere üç kardeşi vardır. Ailesi babasının şehit düşmesinden sonra Çaykara’nın Soğanlı köyüne 1 2 Salim Koca, “Osman Turan (1914-1978)”, DİA, C 41, s.410; Ali Birinci, Osman Turan, Ankara: Alternatif Yayınları, 2003, 27. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul: Nakışlar Yayınevi, 1979. Mehmet Altay Köymen’in “Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)” isimli makalesi bu kitabın 13-39. sayfaları arasında yer almaktadır. Nurdan Demirci de Köymen ile aynı görüşü paylaşarak Turan’ın Trabzon’un Çaykara (Kadahor) ilçesine bağlı Soğanlı (Hepşara) köyünde doğduğunu söyler. Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, (Tarihsiz), 8. Çaykara 1925 yılına kadar Of ilçesine bağlı bir köy iken, 1925 yılında bucak, 01.06.1947’de 5071 sayılı kanunla ilçe statüsüne kavuşmuş, 01.01.1948 tarihinde de iilen teşkilâtlandırılmıştır. 11 12 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 yerleşti. İlkokulu dayısının himayesinde Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta, liseyi Trabzon ve ağabeyinin tayini üzerine gittiği Ankara Erkek Lisesi’nde okudu (1935). Aynı sene Atatürk’ün emriyle açılan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin yatılı imtihanlarını kazandı. Atatürk tarafından Ortaçağ kürsüsüne tayin edilen dünyaca meşhur bilim adamı M. Fuad Köprülü’nün öğrencisi oldu. 1940 yılında fakülteyi bitirdi. 30 Mayıs 1940’ta aynı fakültede ilmî yardımcı olarak 30 lira maaşla çalışmaya başladı. Bu statü bir nevi bursiyerlik olup daimi kadro değildi. Osman Turan 14.11.1941 tarihinde 12 Hayvanlı Türk Takvimi adlı teziyle doktor unvanını aldı. Bu aynı zamanda Köprülü’nün yaptırdığı ilk tez ve Türkiye’de yapılan ilk tarih doktorasıdır3. Fuat Köprülü’nün siyasete atılması üzerine (1941) Ortaçağ Türk-İslâm Tarihi derslerini vermekle görevlendirildi. Daha sonra fakültenin açtığı Orta Zamanlar Tarihi Asistanlığı imtihanını kazanarak 28.07.1942’de göreve başladı. Osman Turan 1944’te Orta Zaman Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar konulu çalışmasıyla doçent oldu. 1944 senesinde Türkçülük-Turancılık davasından yargılanan Hüseyin Nihal Atsız’ı fakültedeki odasında misair ettiği için Millî Eğitim Bakanlığı tarafından açığa alındı (4 Mayıs 1944). Ancak CHP genel sekreteri Memduh Şevket Esendal ve Tahsin Banguoğlu’nun müdahalesiyle 30 Kasım 1944’te fakültedeki görevine dönebildi. Osman Turan 17 Kasım 1946’da askerlik vazifesini yapmak üzere Ankara Yedek Subay Okulu Levazım Bölüğü’nde silah altına alındı. Bir yıllık askerlik vazifesini tamamladıktan sonra 12.11.1947’de terhis oldu ve fakültedeki görevine döndü4. Osman Turan 19.07.1948’de Paris’te toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katıldı. Kendisine aynı zamanda bilgi, görgü ve ihtisasını geliştirmek için İngiltere’de bir yıl kalma izni verildi. 1948-1950 yıllarında Fransa ve İngiltere’de araştırmalarda bulundu. Bu arada Milletlerarası Şarkiyat ve Türkiyat Kongreleriyle Unesco konferanslarına bildiriler sundu. Meselâ Şarkiyat Kongresi’nde “Türkiye Selçuklularında Toprak Hukuku, Mirî Topraklar ve Hususi Mülkiyet Şekilleri”5 adlı tebliğini sundu. 1949’da Türk Tarih Kurumu’na aslî üye seçildi. 1951’de profesörlüğe yükseltildi. 1954 yılında siyasete atılarak Trabzon’dan Demokrat Parti milletvekili oldu. Aynı zamanda 6 Kasım 1955’te Türk Ocağı’nın Ankara Şubesi reisi, daha sonra genel merkezin Ankara’ya taşınması üzerine umumî re- 3 4 5 Ali Birinci, 34. N. Demirci, 11-12; Ali Birinci, 38; Bahaeddin Yediyıldız, 9. Belleten, XII/47, 1948, 549-574. Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz isliğe seçildi (17 Mayıs 1959). 27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle görevine ara vermek zorunda kaldı. 1966’da tekrar başkanlığa seçildi ve bu görevini 1973 yılına kadar sürdürdü. 1956 tarihinde II. Abdülhamid’in torunlarından Satia Sultan ile evlendi. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili seçildi. 27 Mayıs darbesinden sonra tutuklandı ve 16,5 ay Yassıada’da kaldı. Ada komutanı Albay Tarık Güryay’a ayağa kalkmadığı için aralarında geçen münakaşa sırasında attığı tokat sebebiyle tabutluk denilen hücreye konuldu6. Yassıada’daki yargılamalardan beraat eden Osman Turan’ın bundan sonraki hayatı fakülteye dönmek mücadelesiyle geçti. Ancak bu çabaları sonuçsuz kaldı ve bir daha fakülteye dönemedi. Osman Turan bu süreçte Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi salarına katılarak yeniden siyasete girdi. Partinin 1964’teki kongresinde Teşkilâttan Sorumlu Başkan Yardımcılığına getirildi. 1965’te AP’den Trabzon milletvekili seçildi. Fakat 1967 senesinde parti yöneticileriyle giriştiği sürtüşme sonucu Haysiyet Divanı kararıyla ihraç edildi. 1969 seçimlerine Trabzon’dan Milliyetçi Hareket Partisi’nin adayı olarak katıldıysa da kazanamadı. Fakülteye dönme girişimleri de başarısız olunca 1 Mayıs 1972’de emekliye ayrıldı. 1974 senesinde hiçbir gerekçe gösterilmeden ve savunması dahi alınmadan Türk Tarih Kurumu üyeliğinden çıkartıldı. Osman Turan ömrünün son günlerini Üst Bostancı-Kadıköy’de geçirdi. 17 Ocak 1978 tarihinde evinde geçirdiği beyin kanaması sonucu hayata veda etti ve Silivrikapı Ayvalık Kabristanı’nda defnedildi. Mehmet Altay Köymen Prof. Dr. Osman Turan’ın ikir mücadelesini şu cümlelerle tanımlar: “O, esersiz unvan sahiplerinin ve cahillerin amansız düşmanıydı. Fakülte kurullarında yalnız millî meseleler karşısındaki ilgisizliklerini ve cahilliklerini değil, ilme ve ilmî ahlâka uymayan tutum ve davranışlarını da yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Osman Turan‘ın ilmî ve ikrî kudreti karşısında susmaktan başka bir şey yapamayanlar, siyasî hayata atılması üzerine derin nefes aldılar. Onlar Osman Turan’a karşı olan öçlerini, ellerinden tutup akademik kariyere soktuğu yetiştirmelerinin de kendilerine katılmaları sayesinde Yassıada dönüşü fakülteye yanaştırmamak suretiyle aldılar.”7 Osman Turan, cesareti, şakacılığı, çabuk kızması, dürüstlüğü ve hak bildiğini savunmasıyla tipik bir Karadenizli idi8. 6 7 8 M. A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş Kısmı, 29-30; N. Demirci, 17-18; Zehra Arslan, “Osman Turan’ın Siyasetçi Kimliği ve Yassıada’da Yargılanması (19541961),” Turkish Studies, Vol: 7/8, Ankara Summer 2013, 28; Ali Birinci, 41; Bahaeddin Yediyıldız, 10. M.A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 22; aynı metin için bkz. A. Birinci, 68-69. N. Demirci, 23. 13 14 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Osman Turan’ın Tarihçiliği ve Eserleri Osman Turan’ın tarihçiliği çok geniş bir tarih alanını kapsamakta ise de, o daha çok Anadolu, Türk ve Selçuklu Tarihi üzerinde yoğunlaşmış, Selçuklu tarihinin bütününü bölümler halinde inceleme başarısı göstererek, başka bir anlamda da kendi tarih tetkik metodunu kurarak Selçuklu tarihine yeni bir kavramsal dizge oluşturmuştur. Devir, pek çok anlamda hem bir akademik sıkışıklığın hem de o sıkışıklık içerisinde uç veren bir akademik özgürlüğün başladığı bir devirdir. Sessiz bir biçimde de olsa siyaset, akademinin içinde ilginç bir yayılım içindedir. Osman Turan bu anlamda akademi içinde tek parti anlayışının tersine bir özgürlük arayışıyla dikkati çeken grup içinde yer alır. Buna rağmen onun doktora tezi ve sonraki çalışmaları İslâm öncesi tarih anlayışıyla şekillenen resmî tarih tezi ile örtüşüyor gibi görülmüştür. Oysa Osman Turan’ın tezini işlerken kullanmış olduğu arkeolojik ve mitolojik malzemeye bakarak onu ideolog bir tarihçi olarak görmek isteyen resmî görüşle de başı pek hoş olmamış ve bağımsız bir aydın olarak kendi konumunu kendisi kazanmıştır. Osman Turan’ın adeta Anadolu’yu bir istatistiğe tâbi tutarak ortaya koymuş olduğu kronolojik ve istatistiki çalışmalarında ciddi bir tarihçilik endişesiyle birlikte aynı ölçekte şekillenen bir sağduyuyu görmemek imkânsızdır. Osman Turan’ın kitapları ufuk açıcı tespitler barındırmaktadır: “Anadolu ve Nüfus”, “Anadolu ve Medeniyet”, “Anadolu ve Şehircilik”, “Etnisiteler”, “Bizans”, “Kürtlük”, “Türklük ve İslâm”… gibi pek çok konuda ikir üreten ve hemen hiçbir ezbere takılmadan tarihî gerçeklik ne ise onu ortaya koymaya çalışan Osman Turan’ın özellikle Kürtlük ve Türklük konusunda yapmış olduğu çalışmalar ve bir millî kimlik arayışı yolunda bağlayıcı ve birleştirici unsur olarak yapmış olduğu İslâm ve medeniyet vurgusu ise bugün için bile bir mihenk taşı niteliğindedir9. Osman Turan yazı yazmaya öğrenciliği sırasında M. F. Grenard’dan çevirdiği “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” (Ülkü, 1939-40) ile “İlig Unvanı Hakkında” adlı (Kopuz, 1939) yazılarıyla başladı. Ali Birinci: “Osman Turan’ın mecmua ve gazetelerde bulunan yazılarının tam bir tespiti henüz yapılamamıştır. Kopuz, Ülkü, Belleten, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Studia Islamica, Revue des Etudes Islamiques, Hilâl, İslâm Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Babıâli’de Sabah gibi mecmua ve gazetelerde yazılar ve İslâm Ansiklopedisi’ne Selçuklu tarihi ile alâkalı maddeler yazmıştır,”10 demektedir. Bu yazılar daha sonra toplanarak Prof. Dr. Osman Turan Makaleler adıyla yayımlanmıştır11. Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1988 yılında Nevzat 9 10 11 Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.) Ali Birinci, 53. Prof. Dr. Osman Turan Makaleler, haz. Altan Çetin-Bilal Koç, Ankara 2010. Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz Topal, tarafından “Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, adlı bir Yüksek Lisans tezi yapmıştır. Bu tez aynı adla Türk Yurdu Yayınları arasında Ankara’da 2004 yılında basılmıştır. Topal, 2005 yılında Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi’nde yayınladığı “Osman Turan Bibliyografyası” makalesinde Hoca’nın yazılarının çok farklı yerlerde basıldığını ve hepsine ulaşmanın mümkün olmadığını belirtir12. Osman Turan vefat ettiği sıralarda “Ortaçağ’da Türkiye İktisadî Tarihi” üzerinde çalışmakta idi. Köymen vefatından sonra eşini ziyaret ettiği zaman bu eserin yarı yarıya tamamlanmış olduğunu gördüğünü yazmıştır13. Ancak şimdilik çalışmanın akıbetine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Osman Turan en önemli eserlerini 1965’ten sonraki dönemde vermiştir. Malazgirt savaşından sonra Anadolu’da kurulan Türk beylikleri ve Türkiye Selçukluları hakkında yapılacak araştırmalarda onun çalışmalarını göz ardı etmek mümkün değildir. Osman Turan siyasî kimliğinden ziyade tarihçiliği ve eserleriyle iz bırakmış büyük bir âlimdir. Osman Turan ölümünün 20. Yılında, Ankara’da Türk Ocakları Genel Merkezinde yapılan sempozyumda anılmıştır. Bahaeddin Yediyıldız’ın başkanlığında gerçekleştirilen toplantıya birçok bilim adamı katılmış ve Osman Turan’ı çeşitli yönleriyle değerlendirmişlerdir14. Bahaeddin Yediyıldız15; Türk tarihini bir bütünlük içinde anlamaya ve açıklamaya çalışan Osman Turan’ın ilmî çalışmalarının daha çok Türkiye Selçukluları üzerinde yoğunlaştığını ifade eder ve onun eserlerinin üç grupta toplanabileceğini söyler: Yediyıldız ilk grupta kaynak neşirlerini sayar. Meselâ İbn Bîbî’den sonra Türkiye Selçuklularının en önemli kaynağı sayılan Müsâmeretü’lAhbâr16, II. Murad devrinde yazılmış kronolojik listelerden ibaret iki takvimin Farsça metnini ve tercümesini ihtiva eden “İstanbul’un Fethinden Önce Yazılmış Tarihî Takvimler”17 Türkiye Selçuklularının idarî teşkilâtı ve sosyo-kültürel tarihi bakımından son derece önemli vesikaların Farsça asıllarını, tercümelerini ve bunlar hakkındaki açıklamaları ihtiva eden “Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar”18 öncelikle gelmektedir. Osman Turan’ın doçentlik dönemi yayınları arasında Selçuklu vakiyeleri önemli bir yer tutar. O, bir bakıma sosyal devlet olmanın şartlarını ye- 12 13 14 15 16 17 18 Nevzat Topal, “Osman Turan Bibliyografyası”, Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, XVIII, 2005, 188. M. A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 18; Ali Birinci, 64. Yayına Hazırlayanlar: Bahaeddin Yediyıldız-Fahri Unan-Yücel Hacaloğlu, Ölümünün 20. Yılı Münasebetiyle Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı (Ankara-15-16 Mayıs 1998) Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara: Türk Yurdu Yayını, 1998. Bahaeddin Yediyıldız, “Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı, 10-11. Kerimüddin Mahmud el-Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Neşr: Osman Turan, Ankara: TTK, 1944. Ankara: TTK, 1954. Ankara: TTK, 1958. 15 16 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 rine getiren Türkiye Selçuklularının vakiyelerini yayınlamakla büyük bir hizmet yapmıştır. Osman Turan’ın ilk dönem çalışma ve araştırmalarında Annales ekolünün etkisi gözlenmektedir19. Belleten’de yayınlanan üç makaleden oluşan Selçuklu Vakıları ve Vakiyeleri sırasıyla şunlardır: 1- Selçuk Devri Vakiyeleri I, “Şemseddin Altun-Aba, Vakiyesi ve Hayatı”, Belleten, XI/24, 1947, 197-235. 2- Selçuk Devri Vakiyeleri II, “Mübarizeddin Er-Tokuş ve Vakiyesi”, Belleten, XI/43, 1947, 415-429. 3- Selçuk Devri Vakiyeleri III, “Celâleddin Karatay, Vakıları ve Vakiyeleri”, Belleten, XII/45, 1948, 17-171. Ayrıcı Osman Turan’ın bu ilk dönemde yayınlanan makaleleri arasında; “Selçuk Kervansarayları”20, “Selçuk Türkiyesi’nde Faizle Para İkrazına Dair Hukukî Bir Vesika”21, gibi araştırmalar da bulunmaktadır. Osman Turan’ın özellikle İslâm Ansiklopedisine yazdığı; Türkiye Selçuklu sultanları Kılıç Arslanlar, Keyhüsrevler, Keykavuslar, Keykubatlar ve iktâya dair yazılarının her biri birer kitap hükmündedir. 1970 yılında Cambridge Üniversitesi tarafından neşredilen The Cambridge History of Islam adlı çalışmanın “The Anatolia in Period of the Seljuks and Beyliks” kısmı Osman Turan’a yazdırılmıştır. Bu eser Kitabevi Yayınları arasından 1997 yılında “İslâm Tarihi, Kültür ve Medeniyeti” adıyla dört cilt olarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Osman Turan’ın makalesi Kasım Turhan tarafından “Selçuklular ve Beylikler Döneminde Anadolu” adıyla çevrilmiş olup birinci cildin 241-269. sayfalarında yer almaktadır. Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti Osman Turan’ın abidevî eserlerini 1965 yılında siyasetten tamamen koptuktan sonra vermeye başlamıştır. Bu eserlerin ilki Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti adlı çalışmadır. Bu kitap ilk defa 1965 senesinde Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır. Daha sonra bazı tashih ve ilâvelerle 1969 yılında ikinci baskısı yapılmıştır22. Bu kitabın özünü Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) İslâm Ansiklopedisi için kendisine sipariş edilen Selçuklular maddesi için hazırladığı yazı teşkil etmiştir. İslâm Ansiklopedisi yayın kurulu Osman Turan’dan “Selçuklular” maddesini yazmasını istemişti. Osman Turan’ın yazdığı maddeyi uzun bulan 19 XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa’da şekillenmeye başlayan ve kısaca “küçük insanların tarihini yazmak” olarak tanımlanabilecek Annales Tarih Okulu, 1929 yılından itibaren Lucien Febvre ve Marc Bloch’un Annales Dergisi etrafında şekillenmiş, bu tarih yazımı henüz ilizlenmekte olan Türk tarihçiliği üzerinde belirgin bir etki yapmıştır. 20 Belleten, X/39, 1946, 471-496. 21 Belleten, XVI/62, 1952, 251-260. 22 Nurdan Demirci, 39. Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz yazı kurulunun kısaltma teklii reddederek, yazısının İslâm ansiklopedisinde aynen neşredilmesi konusunda ısrar etti. Ayrıca o, yazı kurulunun özetin ansiklopedide aslının ayrı bir kitap halinde neşredilmesi tekliini de kabul etmedi. Bu süreç içerisinde Selçuklular maddesinin metni İslâm Ansiklopedisi bürosunda kaldı. Başında Prof. Ahmet Ateş’in bulunduğu İslâm Ansiklopedisi yazı kurulu ile Prof. Osman Turan arasında bir anlaşma sağlanamadı. Söz konusu yazı müellife iade edilirken aynı madde bu kez kurul üyelerinden Prof. İbrahim Kafesoğlu’na sipariş edildi. İbrahim Kafesoğlu’nun yazdığı Selçuklular maddesi İslâm Ansiklopedisi’nde neşredildikten sonra Osman Turan, Kafesoğlu’nun bu maddeyi kaleme alırken kendisinin daha önce ansiklopediye teslim ettiği yazıdan intihallerde bulunduğunu ileri sürmüş ve bu iddialarını ispat etmiştir23. Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi Osman Turan’ın iki ciltlik Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı eseri ise 1969 yılında yayınlandı. Eser, Türk millî tarihinin büyüklük ve yükselişinde insanî, millî ve İslâmî ülkülerin birinci derecede rol oynadığı inancına dayanarak yazılmıştır. Kendi ifadesiyle, “ilmî olduğu kadar, millî ve terbiyevî bir gaye de takip” edildiği, eserin tertip ve üslûbunda kendini göstermektedir24. Bu eserin ayrıntılı bir tanıtımı Mehmet Altay Köymen tarafından yapılmıştır25. Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir” başlıklı yazısında: “Osman Turan’ın 70’li yılların sonu ve 80’li yılların tamamında gündemde kalan Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı baş eserinin yayınlandığı tarihten bu yana, özellikle üniversitelerin ilgili bölümleri ve muhafazakâr, milliyetçi okurlar nezdindeki halen süregelen popülaritesine şaşırmamak gerekiyor. Bahsetmiş olduğumuz akademik ilgi başta olmak üzere akademi dışından da beslenen bu ilgiye bakarak bu kitabın neredeyse bir efsane haline geldiğini söylemek bile mümkün,” demektedir26. Selçuklular Zamanında Türkiye Bu kitap Selçuklu Devri Türkiye tarihini en kapsamlı biçimde ele alan ilk ve tek eserdir. “Siyasî Tarih, Alp Arslan’dan Osman Gâzi’ye (1071-1318)” alt başlığıyla yayınlanan eserin ilk baskısı 1971 yılında yapılmıştır. Büyük boy, yedi yüz altmış sayfayı bulan bu kitap, Türklerin Osmanlı öncesi döneminin başucu kitabıdır. Mehmet Altay Köymen; “bizce Osman Turan’ın en mühim eseri “Selçuklular Zamanında Türkiye”27 adlı Anadolu Selçukluları tarihidir. Bu 23 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul: Nakışlar Yayınevi, 1979. Mehmet Altay Köymen’in “Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)”, 18-19. 24 Bahaeddin Yediyıldız, 11. 25 M. Altay Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 30-36. 27 İstanbul 1971. 26 Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.) 17 18 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 eser, Anadolu Selçukluları devrine dair şimdiye kadar bütün dünyada yazılmış en mufassal bir kitaptır. Buna Saltuklular, Mengücekler, Sökmenliler, Artuklular tarihini ve medeniyetini konu edinen “Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi”28 de ilâve edilebilir,”29 demektedir. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi adlı kitabında anlatıldığı üzere, Anadolu’nun bir yurt olarak şekillenmesi, hemen her ezberi bozacak nitelikte bir içeriğe sahiptir. Malazgirt zaferinden sonra Doğu Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin, farklı millet ve dinlerden olan ahaliye, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihinde ifade edilen insanî misyon doğrultusunda muamele ettikleri delilleriyle ortaya konulmaktadır. Nitekim Türklerin bu fetih sürecinde Süryaniler ve Ermeniler tarafından dostça karşılanması ve bu topraklarda bir Türk-Ermeni ya da Türk-Süryani savaşının neden yaşanmadığının bilimsel cevapları bu eserde saklıdır30. Kaynaklar Arslan, Zehra, “Osman Turan’ın Siyasetçi Kimliği ve Yassıada’da Yargılanması (19541961),” Turkish Studies, Vol: 7/8, Ankara Summer 2013, 19-31. Birinci, Ali, Osman Turan, Ankara: Alternatif Yayınları, 2003. Demirci, Nurdan, Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, (Tarihsiz). Deniz, Elif; Prof. Dr. Osman Turan ve Eserleri (http://www.ulkucudunya.com/index. php?page=haber-detay&kod=4133) Koca, Salim, “Osman Turan (1914-1978)”, DİA, C41, s.410-412. Tokmak, Cemil, “Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1914-17 Ocak 1978)”, Akademik Tarih Dergisi Topal, Nevzat, “Osman Turan Bibliyografyası”, Türklük Bilimi Araştırmaları, XVIII (2005), 187-194. Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi II cilt, İstanbul: Nakışlar Yayınevi, 1979, Giriş Kısmı: Mehmet Altay Köymen, “Prof. Dr. Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri), 13-39. Yediyıldız, Bahaeddin, “Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, Ölümünün 20. Yılı Münasebetiyle Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı (Ankara 15-16 Mayıs 1998) Tebliğler ve Tartışmalar, Yayına Hazırlayanlar: Bahaeddin Yediyıldız-Fahri Unan-Yücel Hacaloğlu, Ankara: Türk Yurdu Yayını, 1998,7-13. http://www.cokbilgi.com http://www.eskimeyendostlar.net http://www.ulkucudunya.com http://www.Dunyabizim.com, http://www.biyograi.net 28 İstanbul 1973. 29 Mehmet Altay Köymen’in, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi girişindeki yazısı, 17; Ali Birinci, 64. 30 Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.) Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz Osman Turan’s Life (1914/17 - 1978) and Historiography Abdurrahim Tufantoz Abstract Osman Turan was born in year that World War I started. He had bad conditions in his chilhood. Being in Ankara in years when DTCF established was a great chance for him. He was trained by Fuat Köprülü. His studyings in the irst period were about pre-Islamic Turkish history. But his studyings after he became associate-professor were about Seljukians. There isn’t a better studying in this ield yet than his studyings. Osman Turan who became a member of parliment for three period couldn’t be permanent in politics. But his discourse in Yassıada became legend. He died from a brain hemorrhage in 1978 in İstanbul. His grave is in Ayvalık Gravegardw in Silivrikapı. Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği Abdurrahim Tufantoz Özet Osman Turan, I. Dünya Savaşı’nın başladığı sene dünyaya geldi. Çocukluk devresi çok zor şartlarda geçti. Buna rağmen okuma imkânı buldu. DTCF’nin açıldığı yıllarda Ankara’da olması onun için büyük bir şans oldu. Fuat Köprülü gibi bir hocanın yanında yetişti. İlk çalışmaları İslâmiyet öncesi Türk tarihine yöneliktir. Ancak doçent olduktan sonraki çalışmaları Selçuklular üzerinedir. Bu sahada yaptığı çalışmalar ve eserler hâlâ aşılamamıştır. Üç dönem milletvekilliği yapan Osman Turan, siyasî alanda pek kalıcı olamadı. Ama Yassıada’da yaptıkları efsane oldu. 17 Ocak 1978’de beyin kanamasından İstanbul’da vefat etti. Mezarı Silivrikapı, Ayvalık Kabristanı’ndadır. 19 20 Osman Turan hemşehrileri ve yakınları ile Fuat Turan arşivi Osman Turan Fuat Turan arşivi TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri Gülay Öğün Bezer Prof. Dr., Marmara Üniversitesi 10. yüzyıl ortalarında Türkistan’dan başlayan, bir asır sonra kıtanın batı ucu Küçük Asya’nın fethiyle sonuçlanan Oğuz göçü, yalnızca Türk tarihinin değil, İslâm ve Dünya tarihinin de dönüm noktalarından biridir. Bu nedenle göçün mahiyetinin anlaşılması ve neticelerinin doğru biçimde ortaya konulması Türkiye tarihi bakımından önem arz etmektedir. Mesele, ehemmiyetine binaen Türkiye Tarihiyle ilgili çeşitli çalışmalarda, farklı bakış açılarıyla incelenmiştir. Drakon Çayı Anlaşması ise, Türklerin Anadolu’ya göçü ve yerleşmesinin, yani Selçuklu Devri Türkiye Tarihinin kritik dönüm noktalarından birini teşkil eder. Kendi inşa ettikleri tarihe dair neredeyse hiçbir yazılı eser bırakmayan Türklerin yanı sıra, Müslüman tarihçilerin hiç temas etmediği anlaşmanın, çağdaş Bizans kroniklerinde de, devrin hızlı ve yoğun olaylar yumağı içerisinde yeterince yer bulamadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu anlaşmanın ehemmiyetini ortaya koyabilecek işaretler, kendisini doğuran diğer önemli olayların akışı içerisinde açık bir şekilde görülebilmektedir. Nitekim bir Bizans kaynağında sadece bir sayfaya sığan anlaşmanın hangi şartları tescil ettiğinin ortaya konulması gerekmektedir. Ancak Drakon Çayı Anlaşması’nın değerlendirilebilmesi için daha önce Bizans’ı bu anlaşmayı kabule mecbur eden Anadolu’nun fetih sürecinin kısaca hatırlanması yararlı olacaktır. Anadolu binlerce yıllık tarihi boyunca ne bu topraklarda hüküm süren bölgesel hâkimler (Lidyalılar, Frigyalılar, Hititler, Urartular vs.) ne de ülkeyi dışarıdan istilâ eden büyük devletlerin (Asurlular, Medler, Persler, Büyük İskender, Roma) hiçbirisinin adıyla anıldığı kapsamlı bir değişim yaşamamıştır. Oysa Türklerin gelişiyle dönüşüm yüzyıla sığmış; ülkede siyasî, sosyal, tarihî, demograik bakımdan süratli bir değişim meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu hadise1 Anadolu tarihi için olduğu kadar, Asya kı1 Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesiyle ilgili olarak bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, XI11-XXXII, 1-44; aynı mü. Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971, 14-39; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, trc. E.Üyepazarcı, İstanbul 2000, 7-18, 99-112; aynı mü.”Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI.yüzyılın İlk Yarısı), trc. Yaşar Yücel- 21 22 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 tasının büyük bir kısmına ve Avrupa içerlerine kadar ilerleyip, bir takım siyasî teşkilâtlar kurdukları halde, oraları vatanlaştıramayan Türkler açısından da örneği olmayan bir olaydır. Küçük Asya’daki bu köklü değişimi mümkün kılan hususlardan biri, Oğuz göçünün dayandığı askerî güçtür. Bu süreç Çağrı Bey’in 1016-1021 yılları arasında Anadolu’nun doğusuna gerçekleştirdiği keşif akını ile başlar. Van Gölü havalisinde başlayıp Kars’a kadar uzanan bu akının, çok önemli iki siyasî neticesi vardır. Bunların ilki, Van’da Bizans’a tâbi olarak hüküm sürmekte olan Vaspurakan Ermeni Prensliğinin, küçük çaplı bir Türk akını karşısında bozguna uğraması üzerine, Bizans’ın Doğu Anadolu politikalarında yaptığı köklü değişikliktir. Bizans, aralarında mezhep çatışmaları bulunan ve yüzyılların tecrübesi ile sadık bir tebaa olmadıkları tescil edilmiş olan Ermenileri, bu olaydan sonra iç bölgelere tehcir etmeye başladı. 1021 yılında Sivas karşılığında Van’ın ilhakı ile başlayan süreç, 1064’de Kars’ın Kayseri ile takas edilmesiyle tamamlandı2. Bu keşif akının ikinci önemli neticesi ise, müstakbel Selçuklu şehzadesi Çağrı Bey’in, bir süre yürüttüğü akınlar sonucunda vardığı, Anadolu’nun fethedilebileceğine dair tespitidir. Nitekim Çağrı Bey, sefer dönüşünde kardeşi Tuğrul Bey’le buluştuğunda, bu ülkenin yurt tutmak için uygun bir yer olduğu ve bu topraklarda kendilerine karşı koyacak bir kuvvetin bulunmadığı tecrübesini paylaşmıştı. Bununla birlikte Ceyhun hudutlarında birbiri üzerine yığılmakta olan Oğuzlar, Horasan’da Gaznelilerin teşkil ettiği engel dolayısıyla, Çağrı Bey’in bu tecrübesini hemen hayata geçirmek imkânı bulamadılar. Dandânakân zaferiyle birlikte bu engelin ortadan kalkmasından sonra, Oğuzların nerede ise bir asra yaklaşan göç serüveni, İslâm ve Dünya Tarihinin seyrini değiştirecek muazzam bir netice ortaya çıkardı. Horasan/İran merkez olmak üzere Büyük Selçuklu İmparatorluğu kuruldu. Ancak Selçuklu sultanları bundan sonra, bu uzun yurt bulma mücadelesini sırtlamış olan soydaşları ile üzerine devlet oldukları Müslüman ahalinin birbiriyle çelişen menfaatleri arasında kaldılar. Zira soydaşlarının devlet kurması üzerine Türkmenler sel gibi Horasan’a akarken İslâm ülkeleri tabiî olarak yağmaya maruz kaldı. Fakat Selçuklu sultanları böyle bir durumda ne Müslüman tebaalarını incitmek, ne de yeni yurtlar bulmak zo- 2 Bahaaddin Yediyıldız, Ankara 1988 Speros Jr.Vryonis, The Decline of Medival Hellenism in Asia Minor and the Process of lslamizasion from the Eleventh through the Fifteenth Century, Berkeley 1971; Friedrich Karl Kienitz, “Osmanlılardan Önceki Anadolu Türklerinin Politik ve Kültür Bakımından Dünya Tarihindeki önemi” çev.Mithat San, Belleten, L (147), Ankara 1986 . Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Hududu, trc. F.Işıltan, İstanbul 1970, 165-176; İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını” Fuad Köprülü Armağanı, TTK yayını Ankara 2010, 259-274; J.J. Norwich, Bizans, II, trc. Selen Hırçın Diegel, İstanbul 2012, 211212; Gülay Öğün, “Türk Fethi öncesinde Bizans’ın Doğu Anadolu Siyaseti”, YYÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2, Van 1991, 73-78. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer runda oldukları soydaşlarıyla yollarını ayırmak imkânına sahip değillerdi. İşte bu açmaz Türk tarihinin önemli yol ayrımlarından biri oldu. Nitekim İslâm ülkelerini rahatsız eden ve Halifenin şikâyetine sebep olan Türkmen göçünün yönü, Çağrı Bey’in tecrübesi istikametinde, şuurlu bir fetih politikasıyla batıya çevrildi. Oğuzlar, göçün Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya doğru istikamet kazanmasıyla, hanedan mensuplarının da öncülük ettiği seferlerle bu topraklara akmaya başladılar. Türk tehlikesini bütün şümulü ile kavramış olan Bizans, 1048 Pasinler Savaşında olduğu gibi, zaman zaman üzerlerine muazzam ordular sevk etmesine rağmen, Türk akınlarının kısa bir sürede Sakarya boylarına kadar ulaşmasını engelleyemedi. Bununla birlikte Bizans hâlâ, Türkleri yerlerinden atabilecek askerî güce de sahip bulunuyordu. Malazgirt Savaşı işte bu süreçte keskin bir dönüm noktası oldu. Zira Bizans’ın büyük masraf ve emeklerle kurduğu muazzam ordu, Selçuklu kuvvetleri karşısında tam bir hezimete uğradı. Bu yenilginin ve Bizans’ın Anadolu’yu kaybetmesinin sebepleri aynıdır. Bu savaştan sonra bir daha bu büyüklükte bir ordu toplayabilme, dolayısıyla Anadolu’yu savunma imkânını kaybeden Bizans’ın direnci önemli ölçüde kırıldı. Türkler bu toprakları artık güven içerisinde yurt tutacaklardır. Malazgirt zaferinin sağladığı bu müsait şartlarda, Doğu Anadolu’da kurulan Saltuklu, Mengücekli ve Danişmendli gibi beylikler, güçleri nispetinde göçebe Türkmenlerin iskân ve istihdamını üstlenmişlerdir. Ancak Anadolu’nun da Türk tarihinin de seyrini değiştirecek başlıca güç Türkiye Selçukluları olacaktır. Kaynakların verdiği bilgiler ışığında Anadolu3 ya da Küçük Asya’nın “Türkiye” oluşunun, toplumsal boyutuyla ilgili hususlar kısaca şu şekilde sıralanabilir. Buna göre Türk göçü her şeyden evvel bir zorunluluktan, “yurt bulma zorunluluğundan” kaynaklanmıştır. Bilindiği gibi 10. yüzyılın ilk yarısında Kıpçak boy birliğinin dağılması üzerine başlayan sarsıntı, Aral-Hazar civarında yaşamakta olan Oğuzları da yurtlarından etmişti. Göçün bu temel ihtiyaçtan kaynaklanan diğer bir niteliği ise, taşınabilir her şeyleri ve aileleriyle birlikte, yurtlarını ebediyen arkalarında bırakarak “geri dönüşsüz” bir şekilde hareket etmeleriydi. Devrin kaynaklarının denizdeki kum, çekirge sürüsü, sel vs. gibi tanımlardan anlaşıldığı üzere, “sayılamayacak kadar çok” yani kalabalık olması, göçün sonuçlarını tayin eden başlıca niteliği gibi gözükmektedir. Nihayet olayların seyrinden de takip edilebildiği, gibi göçün Moğol istilâsına kadar neredeyse “sürekli” oluşu yüzyıllar boyu devam eden savaşlardaki kaçınılmaz kan kaybını telai eden bir etken oldu. 3 “Anadolu” Bizans döneminde bir temanın adı olmakla birlikte, günümüzde yarımadanın tümü için kullanılmasından dolayı, Selçuklular ve Bizans idaresinde bulunan toprakları ifade etmek üzere, Türkiye ve Küçük Asya isimleriyle birlikte kullanılmıştır. 23 24 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Türklerin Anadolu dışındaki ülkelere yaptıkları göç ve istilâlarla karşılaştırıldığında, Oğuz göçünün temel nitelikleri olan bu hususlar, Türk Milletinin kaderiyle ilgili farklı iki sonuç yaşanmasının temel dinamiklerini teşkil etmiştir. Kısaca yurt bulma mecburiyeti ile geri dönüşsüz, kalabalık ve devamlı bir şekilde Anadolu’ya gelen Türkler burayı ikinci bir vatan yaptıkları hâlde; Avrupa ve Hindistan’da yüzyıllarca süren göçe rağmen benzer bir netice alınamamış olması, Oğuz göçünün bu özellikleriyle doğrudan ilgilidir. Fethin Türkler lehine sonuçlanmasında onların bu avantajlarının yanı sıra, Bizans İmparatorluğunun içerisinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartların etkisi de göz ardı edilemeyecek kadar mühimdir. Gerçekten de Bizans’ın Ortodoks olmayan Hıristiyan tebaasıyla, Türklerin gelişinden çok önceye dayanan ve onların asimile edilmesine yönelik mezhep çatışmaları vardı. Dolayısıyla “Ermeni tehciri” meselesi ve diğer mezhepsel çatışmalar had safhada huzursuzluklara sebep olmaktaydı. Bu yüzden Türk akınları başladığında söz konusu unsurlar Türklerin salarına geçerek değilse bile, önlerinden çekilmek suretiyle Türk fethinin önünü açmışlardı. Anadolu, esasen yüzyıllardır devam eden Bizans-Sâsânî ve Bizans-Arap savaşları dolayısıyla büyük ölçüde tahrip olmuş, bu savaşlara sahne olan Doğu ve özellikle Orta Anadolu bölgeleri tenhalaşmış; sürekli savaşların istikrarsızlaştırdığı ülke, ticaret yollarının dışında kalmak suretiyle ekonomik bakımdan da büyük çöküntüye uğramıştı. Bu şartlar Bizans için kıyılar dışındaki Anadolu’nun stratejik önemini azaltmıştır. Gerçi Anadolu, dışarıdan hâkim olan güçler açısından daha çok, bir sonraki hedeleri için sıçrama tahtası vazifesi yapmış; dolayısıyla Anadolu diğer milletler için, Türkler gibi uğruna yüzyıllar boyu ölüm-kalım savaşı verilmesi gereken bir vatan sayılmamıştı. Oğuz göçünün mahiyeti ve Türkiye Selçuklularının süreçteki dönüştürücü rolünü göz ardı ederek yapılan bazı değerlendirmeler de vardır. Bizanslıların Türk akınlarını geçici bir istilâ, Türkleri de asimile edebilecekleri istilâcılar olarak gördükleri; hatta Türklerin Anadolu’yu fethetmek gibi bir amaçları olmadığı halde Bizanslı taht davacıları tarafından askerî yardımlar karşılığında şehirler verilmek suretiyle buralara yerleştirildikleri şeklindeki yorumlar, imparatorluğun Türklerle ciddi biçimde mücadele etmediği iddiasına dayanır. Türkiye Selçuklu Devletinin Bizans İmparatorluğuna tâbi olarak kurulduğu yolundaki görüş de aynı varsayımdan kaynaklanmaktadır. Nitekim Oğuz göçüyle birlikte Anadolu topraklarında meydana gelen demograik değişimi, yani Selçuklu gerçekliğini inkâr anlamına gelen ve değişimi büyük ölçüde gayrı Müslim unsurların İslamlaşmasıyla açıklayan; Osmanlıların Selçuklularla ilişkisi olmayan gayri Türk menşeine dair iddialar da benzer bakış açılarını yansıtmaktadır. 4 4 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu,10; aynı mü. “Le Probleme ethnique en Anatolie” Cahiers d’histoire mondiale, 2 (1954-1955) 349); Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer Gerçi bilindiği üzere, tarihte göç ve din değiştirme olaylarına bağlı olarak yaşanmış pek çok asimilasyon hadisesi mevcuttur. Kuzey Afrika’nın İslâmiyetin kabulüyle Araplaşması, Bulgar Türklerinin Hıristiyan olup Slavlaşması ve Moğolların (Çağatay, Altınordu) İslâmlaşıp Türkleşmesi bunlardan bazılarıdır. Bununla birlikte Oğuzların Anadolu’ya göçünden sonra yerel unsurların Müslümanlaşarak Türkleştiklerini düşündürtecek fazla bilgi yoktur.5 Zira elde net sayısal veriler bulunmamakla birlikte, Türklerin Anadolu’ya yerli unsurlar karşısında varlıklarını muhafaza edebilecek çoklukta geldikleri anlaşılmaktadır. 12.yüzyılın ortasından itibaren, bu toprakların Türklerle meskûn kısımlarının ülkeyi dışarıdan gözlemleyenler tarafından Türkiye olarak adlandırılması da bu hususu teyit etmektedir6. Zaten örnekler göçebelerin sayısal üstünlükleri yoksa ve yeni göçlerle beslenmiyorsa, Karadeniz’in kuzeyine göçen Türkler gibi, neticede yerleşikler karşısında çözüldüklerine işaret etmektedir. Anadolu’nun demograik yapısıyla ilgili değişim süreci, Selçuklu/İkinci Beylikler döneminde tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde tamamlanmıştır. Oğuz göçünün mahiyeti itibarıyla Anadolu’ya yeni bir kimlik kazandırmakta olduğu bu süreçte, daha önce söylendiği gibi, Bizans’ın içinde bulunduğu durum Türklerin işini kolaylaştırıyordu. İdari ve ekonomik bakımdan tam bir zaiyet içinde bulunan Bizans, Malazgirt yenilgisinden sonra bu topraklardaki kontrolünü de büyük ölçüde kaybetmiş bulunuyordu. Türkler ise galibiyetin sağladığı emniyet ortamında ülkenin dört bir yanına 5 6 Fikret Işıltan, Ankara 1981,330; Friedrich Karl Kienitz, “Osmanlılardan Önceki Anadolu Türklerinin Politik ve Kültür Bakımından Dünya Tarihindeki önemi” 283; H.A.R.Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, trc. Ragıp Hulusi (Özdem), Ankara 1998, 10 vd; Gumilyev, Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, trc. Ahsen Batur, İstanbul 2003, 84. J.Laurent, “Rum (Anadolu) Sultanlığının Menşei ve Bizans, trc. Yaşar Yücel Belleten LII, 202 (1988); Vryonis, age.,143-287. Anadolu’da Türkleşmenin, diğer unsurların Müslümanlaşması yoluyla olduğunu, özellikle İslâmiyeti Türkler vasıtasıyla kitleler halinde kabul eden Boşnak, Arnavut, Pomak ve Çerkezlerin yüzyıllar sonra bile kimliklerini koruyor oldukları dikkate alındığında izah etmek mümkün değildir. Bu gerçeklik İslamlaşarak Türkleşme hadisesinin, eğer gayrı Müslim unsurlar Müslüman olup kimliklerini yitirmişlerse, ihtida olaylarının münferit sayılabilecek kadar az olduğunun göstergesidir. İkinci Haçlı Seferine Fransa kralının yanında katılan Odo de Deuil, Bizans İmparatorluğu’nun Anadolu’daki sınırını Türkiye (in Orientali habens Turciam (Turcia)/ bordering Turkey on the east) olarak tanımlamaktadır. De Profectione Ludovici VII in Orientem neşr ve trc.Virginia G. Berry, Odo of Deuil, De Profectione Ludovici VII in Orientem:The Journey of Louis VII to the East, New York 1948, s.86,87. Daha sonra başka Latin kaynaklarında da görülecek olan bu tespit C.Cahen’in kendisinin Anadolu’ya gelen Türklerin sayıca yerlilerden çok az oldukları iddiasıyla çelişmekle birlikte “Friedrich Barbarossa’nın haçlılarından itibaren Batılı yazarlar bu ülkeden, Türk egemenliği altına giren hiç bir ülkeye vermedikleri bir adla “Turchia” (Türkiye) diye söz etmeye başlamışlardır. Anadolu’da “Türkleşme”, yoğunluğu ne olursa olsun, bu “Turchia”nın sınırları ne kadar belirsiz olursa olsun, çağdaşlarının gözünde, Anadolu’nun Türk niteliğinin ülkenin bütününe vurmuş olduğu kesindir” tespiti durumu net bir şekilde özetlemektedir (Osmanlılardan Önce Anadolu,100-101). Bu hususta ayrıca bkz. S. de Saint Quentin Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu, trc. Erendiz Özbayoğlu, Antalya 2006, 18, 43-45; William Rubruck, The Mission of Friar William of Rubruck, İng. trc. Peter Jackson, Londra 1990, bkz. indeks. 25 26 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 süratle yayılıp yerleşebiliyorlardı. Bu kritik zamanda Süleymanşah’ın İznik merkez olmak üzere kurduğu devlet, zorunlu, kalabalık ve geri dönüşsüz bir şekilde bu topraklara yığılmakta olan Oğuzları, siyasî bir teşkilata kavuşturmak suretiyle geleceklerini teminat altına almış oldu. Süleymanşah’a Anadolu’ya girmesiyle birlikte devlet kurmak imkânı sağlayan bu muazzam güç, onu aynı zamanda Bizanslıların yardımına başvurmak zorunda kalacağı önemli bir aktör haline de getirdi. Öyle ki 1078 yılında Nikephoros Botaneiates’in tahtı ele geçirmesini sağlayacak güce erişen Türkler, 1080’de Üsküdar’dan Meriç kıyılarına kadar yayılmış bulunuyorlardı. Bu nedenle Bizans için bundan böyle içerisinde Türkiye Selçuklularının bulunmadığı bir denklem kurmak mümkün olamayacaktır. Nitekim tahtını Süleymanşah’a borçlu olan Botaneiates’e karşı, her birisi yine Türklerden yardım alan rakiplerini bertaraf ederek imparatorluk tacını giyen Aleksios Komnenos da Türklerden sağladığı destekle başarıya ulaşabilmişti. Babasının iktidar dönemini Alexiad adlı eserinde anlatan Anna Komnena, Türklerin yayılışını ve bu sırada Bizans’ın içerisinde bulunduğu kritik durumu çok net bir biçimde tasvir eder. Bu çerçevede İznik’i saltanat merkezi yapan Süleymanşah’ın bütün Anadolu’da buyruk yürüttüğünü, öteye beriye sürekli akıncılar gönderdiğini; hatta İstanbul Boğazında Damalis/Üsküdar’a kadar atlı ve yaya akınlar yaptırdığını, neredeyse Boğazı bile aşmaya kalkışacak kadar güçlü olduğunu vurgular. Bizanslıların, ülkenin her yanına yayılmakta olan Türk istilâcıların kıyı boyundaki küçük kentlerde, kutsal mekânlarda korkusuzca yaşamalarını korku ve dehşet içerisinde seyrettiklerini ilâve eder7. Nitekim kaynakların verdiği bilgilerden, bu sırada Bizans İmparatorluğunun doğu sınırının Boğaziçi kıyıları olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu dönemin önemli tarihçilerinden olan Attaleiates’in “İstanbul’a giderken, deniz kıyısından İznik’e kadar olan bölgenin Türkler tarafından mahvedilmiş olduğu, ahalinin onlardan kaçıp canını kurtardığı”, Bryennios’un “Asya’nın tümünün Türkler tarafından fethedildiği” şeklindeki tespitleri de Anna Komnena’nın çizdiği tabloyu netleştirmektedir.8 İşte Selçuklu Türkiyesinin az bilinen, fakat önemli dönüm noktalarından biri olan Drakon Çayı Anlaşması bu şartlarda gündeme gelmişti. Anna Komnena,Türklerin engellenemeyen ilerleyişi karşısında devamlı mevzi 7 8 Anna Komnena, Alexiad Malazgirt’ten Sonrası trc. Bilge Umar, İstanbul 1996, Diğer çağdaş Bizans tarihçilerinin anlatımları da Anna Komnena’yı teyit etmektedir. Psellos, Mikhail Psellos’un Kronografyası, trc. Işın Demirkent, Ankara 1992, 228; Attaleiates, Tarih, trc. B. Umar, İstanbul 2008, 201, 2013, 213,215; N. Bryennios, Tarihin Özü, trc. B.Umar, İstanbul 2008, 146; Zonaras, Tarihlerin Özeti, trc. B. Umar, İstanbul, 2008, 121-122, 125, 143,147. Attaleiates, M. Dukas zamanında Türklerin işgaline uğrayıp tenhalaştığını söylediği Üsküdar önlerine, Bottaneiates’e yardım için Türk askerleriyle birlikte Rum askerlerinin de gelebilmiş olmasını olağanüstü bir olay olarak anlatmaktadır, 264. Ayrıca Türk yayılmasıyla ilgili olarak 201-203,213, 237, 265, 269, 272-273, 301-302. Bryennios, 146-148, 150; Zonaras, 92, 121-122; Bryennios, 134,146. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer kaybetmekte olan imparatorluğun gidişatıyla ilgili anlatımını Aleksios’un, Süleymanşah’la anlaşma yapmak zorunda kaldığı, bir sonraki hamlesini mazur göstermek için biraz daha dramatize eder. Ordusu ve hazinesi çökmüş, yavaş yavaş yıkımın eşiğine gelmiş olan imparatorluk, Türklerden başka Normanlar tarafından da tehdit edilmekteydi9. Gerçekten de Norman kralı Robert Guiskard’ın ordusuyla Bizans’a karşı harekete geçmesi üzerine, aslında önceliği Boğaziçi’ne kadar yayılmış olan Türkleri buralardan atmak olan Aleksios Komnenos, iki düşman arasında kalmamak için derhal yeni bir taktiği devreye soktu. Gerçi İmparatorun Türkleri İstanbul çevresinden atmak için aldığı askerî tedbirler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştı. Anna Komnena’nın anlatımı, Aleksios’un Türkler ve Normanlar arasında, adeta kırk katır/kırk satır açmazında bir seçim yapmak mecburiyetinde kaldığını ortaya koymaktadır. Anna Komnena’nın eserinde “...atasözünün de dediği gibi, “Herakles’in kendisi bile aynı anda iki kişiye karşı birden dövüşemez” ise, çöküntü halindeki, uzun süreden beri azar azar bitip tükenmekte olan ve artık çöküşün son aşamasına gelip dayanmış durumda, ordusuz ve parasız bir devletin... yönetimini henüz ele almış genç bir komutan iki düşmanla birden haydi haydi savaşamaz. Böylece Türkleri çeşitli yöntemlerle, Damalis/ Üsküdar ve ona komşu deniz kıyısı yörelerden kovalayış sırasında bir yandan da armağanlar gönderip, onlarla barışma sağlayarak, bir barış anlaşması yapmaya razı olmak zorunluluğunu duydu. Onlara sınır olarak Drakon Deresini verdi ve bunu kesinlikle aşmamayı, Bithynia sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabul ettirdi” şeklinde ifadesini bulan durum, Türk istilâsının mahiyetini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.10 Bu kısa bilgi Türk göçünün sonuçlarının Bizans tarafından en başından beri doğru bir şekilde anlaşıldığını; sonra bu tespite uygun tedbirler alındığını göstermektedir. Kısaca Türk olgusunu bütün şümulüyle idrak etmiş olan Aleksios Komnenos, batıdan Normanlar tarafından da tazyik edildiği için, şartları değerlendirip Normanlara nispetle ehven gördüğü Türklerle bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Kaynağın ifadesine göre, saltanat merkezi İznik’ten bütün Anadolu’ya Boğaz’a kadar hüküm sürmekte olan Süleymanşah, kendisine değerli hediyelerle birlikte yapılan barış tekliini kabul edip “sultan” unvanıyla bu anlaşmaya imza atmıştır (1081 yılında Nisan-Haziran ayları arasında bir tarihte)11. Başka bir deyişle İmparatorun tahta geçtikten sonra Türkleri Boğaziçi ve kıyılardan atmak için sarf ettiği emekler heba olmuştur. Çünkü Norman tehdidi yüzünden 9 10 11 Bizans’ın İtalya’daki son kalesi Bari 16 Nisan 1071’de, yani Malazgirt savaşından önce Norman kralı Robert Guiscard tarafından zapt edilmişti. Norman kralı Alexsios’un tahta geçmesinin üzerinden bir ay geçmeden büyük bir saldırı başlatmış bulunuyordu. G.Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, 330-332; J.Norwich, Bizans, trc. III, 41 Anna Komnena, 77-78, 118,124. Anna Komnena,124. 27 28 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Süleymanşah’la anlaşmak ve askerî yardım istemek mecburiyetinde kalması, Marmara sahillerinin yeniden Türklerin eline geçmesini kaçınılmaz hâle getirecektir. Anna Komnena’nın metninde, anlaşmayı kimin istediği, kimin razı olmak zorunda kaldığı hususu başta olmak üzere bazı tutarsızlıklar mevcuttur. Bir sayfada iki yerde Süleymanşah’ın, iki yerde de imparatorun anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını söyler. Bu tutarsızlığının imparatorun kızı olmak hasebiyle, olaylara duygusal yaklaşımından kaynaklandığı anlaşılmakla birlikte, anlaşmaya dair bilgi veren yegâne kaynak olması dolayısıyla teyid veya tenkidi de zordur. Yine de diğer kaynakların anlaşmadan bahsetmemekle birlikte, döneme dair anlatımları Anna Komnena’yı kontrol etme imkânı sağlamaktadır.12 Kısaca bu döneme dair edinebildiğimiz malumat, Türk istilası karşısında İmparatorluğun çözülüşünü gözler önüne sermektedir. Bununla birlikte Drakon Çayı Anlaşmasının öneminin anlaşılabilmesi için, iki konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunlardan biri Drakon deresinin nerede olduğunun tespiti, diğeri ise Selçuklu-Bizans hâkimiyet alanları arasındaki sınırı nasıl tanzim ettiği meselesidir. Anna Komnena’da biri söz konusu anlaşma, diğeri de Birinci Haçlı Seferi vesilesiyle, iki yerde adı geçen Drakon Çayı’nın, ikincisinde,13 İzmit Körfezinin güneyinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bithynia’nın tarihi coğrafyasıyla ilgili çalışmalarda da bu bilgiye uygun olarak, söz konusu çayın Karamürsel yakınında Marmara denizine dökülen bugünkü Yalakdere, daha eski adıyla Kırkgeçit Deresi olduğu kabul edilmektedir. Güney-kuzey yönünde akan dere İzmit Körfezinde deniz ulaşımına imkân veren üç noktadan en batıdaki Hersek Deltasında, Bizans imparatorları tarafından sayiye yeri olarak kullanılan Helenopolis (eski Drepana köyü)14 yanında denize akmaktadır. Bununla birlikte muhtemelen, bugün İstanbul Maltepe’de bulunan Dragos tepesinin adıyla gösterdiği benzerlik dolayısıyla, onun batısından geçen çay olduğu da ileri sürülmüştür.15 Chalandon ise Drakon Çayı’nın biraz daha 12 13 14 15 Zonaras,164. Bu yazar Norman tehlikesini tafsilatlı anlatırken, Anna Komnena’nın anlattığı Alexsios’un Türkleri kıyılardan attığı rivayetini teyit edecek tek bir söz etmez. Ayrıca Bryennios, 147-148, 173 vd. Anna Komnena, 307. J.A. Cramer, A Geographical and Historacal Description of Asia Minor, Amsterdam 1971, 184; W.M.Ramsay İzmit Körfezinin güney kıyısında Drepana köyü yakınından geçen Kırk Geçit Çayı Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, terc. Mihri Pektaş, İstanbul 1960, 204 -205); Veli Sevin, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, Ankara, 2013, 34;Bilge Umar da Türkiye’de Tarihsel Adlar, İstanbul 1993,214, 224-225 ile Alexiad’ın Türkçe çevirisine düştüğü notta Kırkgeçit Deresi, Dil deresi Alexiad,126; Sencer Şahin, İznik Müzesi Antik Yazıtlar Kataloğu, Inschriften Griechischer Stade Aus Kleinasian, Bonn 1981,54; Nezih Başgelen, Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası, İstanbul 2010, 74. M. HalilYinanç Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944,114; Osman Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, İstanbul 1993, 61-62 Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer batıda Bozburun yarımadasıyla sınırlı olduğunu söylemektedir16. Ayrıca bu anlaşmanın Türklerin suyun sağ tarafında kalan şehirlere saldırmalarına engel teşkil ettiği kanaatindedir. Harita: Sencer Şahin, IK, İznik Müzesi Antik Yazıtlar Kataloğu 16 Ferdinand Chalandon, Alexis Komnene, Paris 1910, 72. 29 30 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Bizans döneminde Bithynia olarak adlandırılan bölgede Güney- kuzey istikametinde akan ve Körfeze dökülen bu kısa çayın nasıl bir sınır oluşturduğu da üzerinde durulması gereken bir meseledir. Yukarıda Anna Komnena’dan yapılan alıntıda, Türklerin Üsküdar ve ona komşu deniz kıyısı yörelerden çıkarılmaya çalışıldığı ama imparatorun Norman tehlikesi dolayısıyla barış istemeye mecbur kaldığı ifade edilmişti. Başkenti İznik olan ve İzmit’ten İstanbul’a kadar olan bölgede varlığını kuvvetle hissettiren Süleymanşah’ın sınır olarak kabul ettiği bu yer, başkent İznik’in kuzey batısında denize dökülmektedir. Türkler bu sırada henüz BalıkesirÇanakkale Boğazı tarafına yerleşmemiş olduklarına göre, Drakon Çayı ile çizilen sınırın Türklerin İstanbul’a doğru değil, tersine güney Marmara’da, batıya doğru ilerlemesini engellemeye yönelik olduğu açıktır. Başka bir ifadeyle imparator, Türk istilasının böyle sürmesi halinde doğacak tehlikeleri öngörerek, Boğaziçi kıyılarını zorlamakta olan Türklerin, imparatorluğun diğer can damarı Çanakkale Boğazı’nı da tehdit etmesini engellemek istemiş olmalıdır. Bunun yanı sıra Alexsiad’ın Hellencesinden İngilizce17 ve Türkçeye Süleymanşah’ın “Bithynialıların sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabule mecbur edildi” şeklinde çevrilen cümle, tarihi bağlam dikkate alındığında bir hayli problemli görünmektedir. Anna Komnena’nın, küçük bir donanma inşa etmeleri halinde İstanbul’u zabt edeceklerinden endişe duyduğu Türklerin, anlaşmadan hemen önce Tihnya, Bithynia’dan ve İzmit’ten tamamen sürüldüklerini söyleyerek yarattığı çelişki, mütercimleri yönlendirmiş olabilir. Türklerin Bithynia’dan tümüyle atıldıkları varsayılınca, Bithynia sınırlarından içeriye akınlar yapmaktan men edilmesi de doğru görünmektedir. Hâlbuki sınır tayin edilen Drakon Çayı da, Selçuklu başkenti İznik de Bithynia’nın içerisinde yer almaktadırlar. Dolayısıyla Süleymanşah’ın, “içinde yaşadığı bölgenin içine akın yapmamaya razı olması” izahı güç bir durumdur. Eserin Hellencesindeki ekshormao kelimesinin “into/içeriye” yerine “ send forth/ ileri, dışarı, ileriye doğru veya “from away/…den uzağa, öteye” anlamlarıyla karşılanması durumunda cümlenin, zaten içerisinde yaşadıkları “Bithynia sınırlarını (dışarıya doğru) aşmamaları şeklinde çevirilmesi mümkündür. Bu hususun anlaşmadan kısa bir zaman önce, Bithynia içerisinde bulunan Damalis/ Üsküdar ve Marmara kıyılardan haifçe kımıldatılan Türklerin, yeniden istanbul Boğazını tehdit etmesini önlemeye yönelik bir tedbir gibi görünmektedir. Bithynia sınırlarından öteye akınlar düzenlenmemesinden, İstanbul Boğazını ve batıda Mysia üzerinden Çanakkale Boğazını tehdit edecek saldırılar yapılmaması anlaşılmalıdır. Zira İznik, Sakarya ve doğusu ile Phrygia ve Galatia18bölgelerinin Süleymanşah’ın elinde bulunduğu 17 18 The Alexsiad of the Princess Anna Comnena, İng trc. Elizabeth A.S.Dawes, Londra, 1967, 95 Bithynia’nın güneyden komşuları olan bu bölgeler, 1080 yılı civarında taht mücadelesi için kendisine yardım eden Süleymanşah’a teslim edilmişti. Bryennios, 173-174. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer dikkate alındığında, hangi sınırların aşılmasının istenmediği de anlaşılabilmektedir. Alexios Komnenos, İstanbul’un kalkanı olan iki boğazın güvenliğini sağlamak ve şiddetle ihtiyaç duyduğu askeri yardımı alabilmek pahasına; Drakon’un batısı ile Boğaziçi kıyıları dışında kalan ve zaten Türklerin elinde bulunan yerleri onlara terkederek iili durumu hukukileştirmiştir. Anlaşma açık olmamakla birlikte Drakon sınırından öteye, bu sırada Türklerin elinde bulunmayan yerlerin, yani kıyıların da teorik olarak onlara terkedilmiş olduğu ileri sürülebilir. Nitekim Süleymanşah’ın Normanlar karşısında kendisinden yardım istemeye mecbur kalan imparatora, Bithynia’dan atılmayı kabul eden böyle bir taviz karşılığında yardım edeceğini düşündürtecek bir neden de yoktur. Kaldıki Bizans, Süleymanşah’ın ölümü ve Melikşah tarafından oğullarının esir alınıp Anadolu’ya ordular gönderdiği dönemde (1086’dan sonra) bile, Anna Komnena’nın yukarıda söylediği neticeyi alamamıştır. Hatta saltanat naibi Ebû’l-Kasım, İzmir Beyi Çaka ve Peçeneklerle işbirliği ederek İstanbul’a büyük sıkıntılar yaşatmaya devam etmiştir. Kezâ Aleksios Komnenos’un Türk tehlikesini bertaraf edebilmek ümidiyle, Batıdan Haçlı Seferlerinin başlamasına vesile olan yardım istekleri de Türk tehlikesinin uzaklaştırılamadığını göstermektedir. Netice olarak imparator bu anlaşmayla, Süleymanşah’a ancak güney Marmara’da Drakon Çayı’nın batısını ve Bitinya sınırlarını aşıp İstanbul’u tehdit etmemelerini kabul ettirmiş olmalıdır. Elimizde Süleymanşah’ın bu anlaşma gereğince Drakon hududuna çekildiğini19 söyletecek bilgi bulunmamaktadır. Hatta Selçuklu sultanının anlaşmadan sonra, Normanlar karşısında yenilgiye uğrayan Aleksios’un askeri yardım çağrısına mukabele edecek güçte bulunduğuna bakılırsa, anlaşmanın mevzi kaybı pahasına olmadığı da kendiliğinden anlaşılacaktır. Nitekim Anna Komnena, Süleymanşah’ın imparatora savaşı kazanmasını sağlamaya yetecek mühim bir miktar asker yardımı yaptığını yazmaktadır. 20 Türkiye Selçukluları ile Bizans İmparatorluğu arasında imzalanan bu anlaşma, müelliin anlatımındaki açıklığa rağmen tahrif edilerek, Süleymanşah’ın böylece imparatorun vasallığını kabul ettiği şeklinde de yorumlanmıştır21. Her ne kadar Anna Komnena’nın Bizanslılara has gururlu anlatımı Süleymanşah’ın, İstanbul Boğazından çekilip geri adım attığını düşündürebilir ise de; Hasankale ve Malazgirt savaşlarında olduğu gibi, askeri tedbirlere rağmen Türk ilerleyişini durduramayan Bizans impara19 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,62; Daha önce yaptığım bir çalışmada, anlaşmanın başka bir yönü değerlendirilmiş; sınırlarla ilgili husus tartışılmamıştı bkz. Gülay Öğün Bezer, “Türkiye Selçukluları’nın Güneydoğu Siyaseti ve I. Haçlı Seferinin Bunun Üzerindeki Etkileri” Türklük Araştırmaları Dergisi, 12 (İstanbul 2002), 82-83 20 Komnena,132. 21 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, 330; C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, 10. 31 32 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 torluğunun, bu anlaşma sayesinde, onları diplomatik yollarla sınırlandırmayı hedelediği görülmektedir. Malazgirt Savaşının yol açtığı zararları telai edecek gücü bulunmayan İmparator, barışı sağlayarak bu yolla, hiç olmazsa kendisinin ve devletin itibarını korumuş olacaktı. Öyle ise Süleymanşah’ın bu anlaşmayı neden kabul ettiği sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Bilindiği gibi uçlar göçebelerin komşularıyla sınırlarını teşkil etmenin yanı sıra, düşmanlarına karşı inisiyatif kovaladıkları çizgileri de oluştururlar. Nitekim 1074’de Antakya’dan kuzeybatıya Bizans istikametinde süratle ilerleyen Süleymanşah, Boğaziçi kıyılarına ulaşıp inisiyatii ele geçirdikten sonra imparatoru barış anlaşması yapmaya zorlamıştır. Bu anlaşma Süleymanşah’ın maksadının ilânihaye Bizans yönünde ilerlemek olmadığını düşündüren önemli bir ipucudur. Süleymanşah’ın bu tarihten itibaren takip ettiği siyaset dikkatle incelendiğinde ne yapmak istediği açıkça anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere Malazgirt zaferi Anadolu’nun fethi konusunda dönüm noktası olmakla birlikte, Türkler henüz Bizans’ın çekilmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu tamimiyle dolduramamışlardı. Fırat havzasında ortaya çıkan Philaretos’un Ermeni derebeyliği de bunun açık göstergesiydi. Kalabalık fakat arkadan gelenlerle bağlantısız bir şekilde, Bizans yönünde ilerleyen Oğuz istilâsı, bilinçli bir şekilde durdurularak Anadolu’da temerküz etmesi sağlanmıştır22. Böylece Anadolu’yu yurt tutan Türkler, diğer ülkelere göç eden ve uçsuz bucaksız bozkırlarda kaybolan soydaşlarının akıbetine uğramaktan kurtulmuşlardır. Daha sonra yaşanan ve Bizans’ın kaderini de etkileyen bazı gelişmeler, söz konusu anlaşma ve onu hazırlayan şartların nasıl bir çaresizlik yaratığının göstergesidir. Nitekim Aleksios’un Türkleri Anadolu’dan atmak için husumet beslediği Papalıktan yardım istemesi durumun nezaketini açıklamaktadır. Bu davetin neticesi olarak ortaya çıkan haçlı tehlikesinin bertaraf edilmesi23 ve nihayet Bizans’ın “Türkleri Anadolu’dan atma” hayalini yok eden Myriokephalon Zaferi, tedrici ve sürekli bir gerileme sürecine giren Bizans İmparatorluğuyla Selçuklular arasındaki askerî mücadele dönemini, zafer Türklerde kalmak kaydıyla sona erdirdi. Buna rağmen Türkiye Selçuklularının Drakon Çayı Anlaşmasıyla belirledikleri siyasî istikamet değişmeyecek; Moğol istilâsına kadar, Güneydoğu politikasının gerçekleşmesi için mücadele devam edecektir. Anlaşmayı kabul etmenin öncelikli nedeni olduğu anlaşılan siyasi birlik hedei, uzun mücadeleler neticesinde sağlanmış; Alâaddin Keykubat zamanında yalnızca Türkler değil, İznik ve Trabzon Rumları, Çukurova’daki Ermeniler, Halep Eyyûbîleri ve Gürcüler de bu birliğe dâhil edilmişlerdi. 22 C. Cahen, aynı yer; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 66-71 G. Öğün agm.83-86 23 Bizans’ın Roma Kilisesiyle aralarındaki düşmanlığa rağmen yardım isteyerek üstlendiği büyük risk, bir bakıma Drakon Çayı Anlaşması’yla kabul edilen kayıpların ne denli hayati olduğunun da göstergesiydi. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer Bununla birlikte Anadolu’nun nüfus yapısı ile ilgili son söz henüz söylenmemişti. Zira 1071’den itibaren sistematik hâle gelen göç ne kadar sürekli ve göçebelerin sayısı ne kadar çok olursa olsun; Myriokephalon’a kadar neredeyse hiç kesilmeyen savaşlar kan kaybına neden oluyordu. Bu bakımdan 1243’te Türkiye Selçuklularını yenilgiye uğratan Moğolların gelişi, Türkiye’nin siyasî birliğini bozmuş; ancak istilânın önünden kaçan Türklerin buraya ilticası Anadolu’nun Türk yurdu olması sürecinde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Gerçekten de Moğol istilâsının önüne katıp sürüklediği ikinci büyük göç dalgası, özellikle Batı Anadolu’da ülkenin demograik yapısını Türkler lehine olmak üzere yeniden biçimlendirdi. Ancak Haçlı seferlerinin ortaya çıkardığı şartlar dolayısıyla geciken Güneydoğu hedei, Moğol istilâsıyla tamamen gündemden düşmüş, diğer her şey gibi Osmanlı dönemine miras kalmıştır. Harita 2: Barrington Atlas of the Greek and Roman Empire 33 34 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Kaynaklar Anna Komnena, Alexiad Malazgirt’ten Sonrası trc. Bilge Umar, İstanbul 1996 Attaleiates, Tarih, trc. B. Umar, İstanbul 2008 Bilge Umar, Türkiye’de Tarihsel Adlar, İstanbul 1993 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993 Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, trc. E.Üyepazarcı, İstanbul 2000 Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI.yüzyılın İlk Yarısı), trc. Yaşar Yücel-Bahaaddin Yediyıldız, Ankara 1988 Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Hududu, trc. F.Işıltan, İstanbul 1970 Ferdinand Chalandon, Alexis Komnene, Paris 1910 Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc. Fikret Işıltan, Ankara 1981 Gumilyev, Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, trc. Ahsen Batur, İstanbul 2003 Gülay Öğün, “Türk Fethi öncesinde Bizans’ın Doğu Anadolu Siyaseti”, YYÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, 2, Van 1991 H.A.R.Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, trc. Ragıp Hulusi (Özdem), Ankara 1998 İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını” Fuad Köprülü Armağanı, TTK yayını Ankara 2010 J.A. Cramer, A Geographical and Historacal Description of Asia Minor, Amsterdam 1971 J.J. Norwich, Bizans, II, trc. Selen Hırçın Diegel, İstanbul 2012 J.Laurent, “Rum (Anadolu) Sultanlığının Menşei ve Bizans, trc. Yaşar Yücel Belleten LII, 202 (1988) M. HalilYinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944 N. Bryennios, Tarihin Özü, trc. B.Umar, İstanbul 2008 Nezih Başgelen, Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası, İstanbul 2010 Psellos, Mikhail Psellos’un Kronografyası, trc. Işın Demirkent, Ankara 1992 S. de Saint Quentin, Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu, trc. Erendiz Özbayoğlu, Antalya 2006 Veli Sevin, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, Ankara, 2013 William Rubruck, The Mission of Friar William of Rubruck, İng. trc. Peter Jackson, Londra 1990 Zonaras, Tarihlerin Özeti, trc. B. Umar, İstanbul, 2008 Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer Conquest of Anatolia and Drakon Tea Agreement’s place in this conquest Gülay Öğün Bezer Abstract Turkish migration which starting at the end of the 10th century in Turkestan has changed Turks’s and Anatolians’s fate after the 11th century. On one hand Asia Minor was being subjuguated by Seljukians by pursuing a conscious policy, on the other hand continious and irremediable immigrations showed the power of changing Anatolia’s demography in a short span of time.According to the expression of Byzantine historians; Conquests had reached the shores ofthe Bosphours in a very short time and the Turks had been having all of Anotolia in Byzantium’s economic and military’s was the worse in period. The Turks had conqured Asia Minor outside the Aegean and Mediterranean coasts. Byzantine Emperor Alexios Komnenos tried to ind a solution quickly due to events on the shores of the Bosphorus. The empeor who compessed by the Normans signed an agreement with the Turkey’s Seljuks’s Sultan Suleiman. Drakon Coffee Agreement without the actual places in the hands of the Turks was the Turks legally.Suleimans main concerns were about the desine to establish political unity in Anatolia. In subsequent periods this would be seen as the continuation of politics by making peace with the Byzantines. Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri Gülay Öğün Bezer Özet 10. yüzyılın sonlarında Türkistan’dan başlayan Türk göçü, bir yüzyıl sonra Türklerin ve onlarla birlikte Anadolu’nun kaderini değiştirdi. Küçük Asya bir yandan Selçuklular tarafından bilinçli bir politika doğrultusunda fethedilirken; diğer yandan sürekli, geri dönüşsüz ve kalabalık göçlerle beslenerek, yüzyıl gibi kısa bir zamanda Anadolu’nun demografyasını değiştirecek kudreti gösterdi. Bizans’ın ekonomik ve askeri bakımdan çöküşte olduğu bu süreçte, Bizans tarihçilerinin ifadesine göre fetihler çok kısa bir zaman zarfında Boğaziçi kıyılarına kadar ulaşmış; Türkler Anadolu’nun tümüne sahip olmuşlardı. Ege ve Akdeniz kıyıları dışında gerçekten de Türkler iili olarak Küçük Asya’yı fethetmiş bulunuyorlardı. Fakat Boğaziçi kıyılarında süren baskı Bizans İmparatoru Alexios Komnenos’u süratle bir çözüm bulmak mecburiyetinde bıraktı. İtalya üzerinden Normanlar tarafından da sıkıştırılan imparator, Türkiye Selçuklu sultanı Süleymanşah’la bir anlaşma imzaladı. Türk ve Bizans hâkimiyet alanları arasında sınır olarak kabul edilen Drakon Çayı Anlaşmasıyla, iili olarak Türklerin elinde bulunmayan yerler de hukuki olarak onlara bırakılmıştır. Süleymanşah’ın, başlıca kaygısı İstanbul’un iki Boğaz tarafından da korunması olduğu anlaşılan imparatorun içerisinde bulunduğu zor şartlardan daha fazla istifade etmeyi düşünmemesi, Anadolu’da öncelikle siyasi birlik kurma isteğiyle ilgilidir. Daha sonraki dönemlerde de, Bizans ile barış yapıp inisiyatif alarak, bu siyasetin ısrarla sürdürüldüğü görülecektir. 35 Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 37 Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı Birsel Küçüksipahioğlu Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı 11. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri yaklaşık 200 yıl boyunca Türk-İslam dünyasında büyük acıların yaşanmasına sebep oldu. Bu süreçte, Haçlılarla mücadeleyi İslâm Dünyasının lideri olmak sıfatıyla Türk sultan ve emirleri yürüttü. Bunlardan birisi de Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar (1105-1118) tarafından Haçlılarla mücadele için görevlendirilen Musul Valisi Şerefü’d-Dîn Mevdûd b. Altuntekin’di. Haçlı kaynaklarında adı Maledoctus1, Malducus2 ve Menduc,3 Ermeni kaynağında Mamdud veya Memdud 4 olarak geçmektedir. Mevdûd’un hayatının Musul Valisi olmadan önceki kısmıyla ilgili bilgi bulunmamasına rağmen; babasının adının Altuntaş veya daha muhtemel olarak Altuntekin olduğu anlaşılmaktadır.5 Ayrıca bazı araştırma eserlerde yer alan, Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’ın kardeşi6 veya Musul Valisi Kürboğa’nın (1096-1102) yeğeni olduğu7 yolundaki iddialar kaynaklar tarafından des- 1 2 3 4 5 6 7 Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantium, RHC. occ., III, s. 428. trc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expeditionto Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969, s. 209. Albertus Aquensis, Liber Christianae Expeditionis pro Ereptione, Emundatione et Restitutione Sanctae Hierosolymitanae Ecclesiae, RHC. occ., IV, XVIII, s. 700. Willermus Tyrensis, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, RHC. occ.,, I, xı, 19, s. 484, trc. E. A. Babcock ve A. C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By William Archbishop of Tyre, 2 cilt, New York 1943, I, s. 493. Urfalı Mateos, Vekayinâme, trc. Hrant Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara 1987, s. 238-240, 242-243, 246, 251-252. İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. A. Özaydın, İstanbul 1991, X, 339 ve İbnü’l-Adim, Buğyetü’t-taleb fî Tarihi Haleb, trc. Ali Sevim, Biyograilerle Selçuklular Tarihi, Ankara 1989, s. 101’de Altuntekin’in oğlu olduğu ifade edilirken, Ebü’l-Fidâ’nın (el-Muhtasar fî tarîhî’l-beşer, İstanbul 1286, I/2) eserinin bir yerinde (s. 234) Altuntekin, bir başka yerinde ise (s. 237) Altuntaş şeklinde geçmektedir. H.A.R. Gibb ise (İbn al-Qalânisî, The Damascus Chronicle of the Crusades. extracted and translated, H.A.R. Gibb, London 1932, s. 99, not 4’te Altuntaş’ın oğlu olduğunu belirtirken, kendisine ait bir makalede (“Notes on the Arabic Materials for the History of the Early Crusades”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University of London, Vol. 7, 4(1935), s. 742, not 4) kesin olarak Altuntekin’in oğlu olduğunu kaydetmektedir. W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907, s. 64, 84, 87. Gibb, The Damascus Chronicle…, s. 99, not 4’te Mevdûd’un Musul Valisi Kürboğa’nın yeğeni olduğu, Muhammed Tapar’ın kardeşi olmadığı söylenmektedir. Ancak Gibb tarafından verilen 38 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 teklenmemektedir. Kaynakların Sultan Melikşah’ın çocuklarıyla ilgili olarak verdikleri bilgiler arasında böyle bir rivayeti geçerli kılacak küçük bir ima bile yoktur. Ayrıca Muhammed Tapar’la ilgili çalışmalarda da, devrin kaynaklarında herhangi bir bilgi bulunmadığı için, söz konusu iddia mevzu bile edilmemiştir. Bunların yanı sıra, Mevdud’un, Sultan Tapar tarafından oğluna atabey tayin edilmiş olduğu bilinmektedir. Teknik olarak bir “Selçuklu meliki”nin başka bir şehzâdeye hoca tayin edilemeyeceği de malum olduğuna göre, bu iddianın tutarlı bir tarafı bulunmadığı açıktır. Mevdûd 1108 yılında Musul valisi tayin edilmesiyle birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Ancak hakkında bu tarihten kısa bir zaman önceye ait bazı bilgiler de mevcuttur. Haçlılarla mücadeleyi ciddi ve kapsamlı bir şekilde ele alan Sultan Muhammed Tapar, Musul Valisi Çavlı’nın güven vermeyen davranışları üzerine, Emir Mevdûd b. Altuntekin’i onun üzerine göndermek zorunda kalmıştı. Sekiz ay boyunca Mevdûd tarafından Musul’da kuşatılan Çavlı, sultanın huzuruna giderek yeniden itaat arz etmiş; el-Cezire bölgesi kendisine iktâ edilirken Haçlılarla mücadele görevi de verilmişti.8Ancak Çavlı’nın sultana karşı itaatsiz tutumunu sürdürmesi ve iktâ bölgesinin gelirlerinden hazineye hiçbir şey göndermemesi Muhammed Tapar’ın öfkelenmesine ve onu Musul valiliğinden azlederek yerine Mevdûd b. Altuntegin’i getirmesine neden oldu. Ardından sultan aralarında Mevdûd b. Altuntegin, Sökmen el-Kutbî, Nasr b. Mühelhil, Aksungur el-Porsukî ve Erbil hâkimi Ebu’l-Heycâ’nın da bulunduğu emirleri Çavlı’ya karşı Musul’a gönderdi. Nisan-Mayıs 1108’de Musul önlerine gelen ordu Eylül ayına kadar şehri kuşatma altında tuttu. Bu esnada Çavlı, şehrin surlarını yükseltip sağlamlaştırmış, şehre yiyecek, içecek ve savaş aletleri stoklamış ayrıca Musul ileri gelenlerini de yakalayarak hapse atmıştı. Ardından eşini bir miktar kuvvetle şehirde bıraktıktan sonra kendisi Musul’dan çıkarak etrafı yağmalamaya başladı. Harran Savaşı’nda9 esir alınan Urfa Kontu II. Baudouin de yanında bulunmaktaydı. Çok zor 8 9 bu bilgi kendisinin yukarıdaki makalesinde (“Notes on the Arabic s. 742, not 4) düzeltilmekte ve Kürboğa’nın yeğeni de olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca bkz. H.S., Fink, “Mawdud I of Mosul, Precursor of Saladin”, The Müslim World, XLIII (1953), s. 19. İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. X, 339. Krş. A. Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), s. 51-52. Urfa Haçlı Kontu Baudouin du Bourg ile Antakya Haçlı Prinkepsi Bohemund, Musul-Haleb yolu üzerinde yer alan Harran’ı ele geçirmek için birlikte hareket etmiş ancak Harran yakınlarında Musul Valisi Çökürmüş ile Artukoğlu Sökmen’in orduları karşısında 7 Mayıs 1104’de ağır bir yenilgiye uğramışlardı. Urfa Kontu Baudouin ile kuzeni Tell-Bâşir hâkimi Joscelin de Courtenay’in esir düştüğü bu savaş Haçlıların, Türkler karşısında aldığı en ağır mağlubiyetlerden biri olarak kayıtlara geçti. Zira Mardin, Diyarbakır ve hatta Musul’u ele geçirmeyi ve bu sayede sınırlarını doğuya doğru genişletmeyi düşünen Haçlılar bu gayelerine ulaşamadıklarıı gibi prestij ve itibarları da sarsıldı. Baudouin de Bourg, Sökmen’in elinde esirken, Çökürmüş’ün adamları tarafından kaçırılarak Musul’a götürüldü. Joscelin ise Sökmen’in yanında bırakıldı. Sökmen’in 1104 yılında ölümünden sonra İlgazi’nin eline geçen Joscelin, onun tarafından serbest bırakıldı. Çökürmüş’ten sonra Musul Valisi Çavlı’nın yanında bulunan Baudouin ise belirtildiği üzere 1108 yılında serbest kaldı. Bkz. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), Ankara 1990, I, s. 87 vdd. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 39 durumda kalan Çavlı, muhtemelen Urfa Kontluğu’ndan destek almak için Baudouin’i serbest bıraktı. Musul’da ise Çavlı’nın eşinin aldığı sert tedbir ve uygulamalar, halkın tepkisine neden olmaktaydı. Sonunda içeriden iki askerin veya Ebu’l-Ferec’in10 kaydına göre, şehri tahkim için çalışan işçilerin yardım etmesi ve sultanın ordusunun gayreti ile Musul 1108 Eylül ayında ele geçirildi. Şehre giren Mevdûd, herkese emân verildiğini, sükûnet ve huzur içinde evlerine ve işlerine dönebileceklerini bildirdi. Mevdûd, böylece şehrin yeni valisi olarak 1108 yılında görevine başlamış oldu. Bu tarih aynı zamanda onu tarihe mâl edecek sürecin de başlangıcıydı.11 Zira Musul valiliği sırasında Sökmen el-Kutbî ve Artukoğlu İlgazi ile birlikte, Sultan Muhammed Tapar tarafından Haçlılarla mücadele ile görevlendirildi. Aslında Mevdûd, Muhammed Tapar tarafından Haçlılara karşı Trablusşam emiri Fahrülmülk İbn Ammâr’a yardıma gönderilecekken Çavlı meselesi dolayısıyla gerçekleşmedi.12 Mevdûd’un 1108 yılından itibaren Haçlılarla mücadeleye görevlendirildiği dönem, Türk-İslam dünyasının plânlı, disiplinli ve geniş kapsamlı bir şekilde Haçlılara karşı hücuma geçtiği, Anadolu, Suriye ve Filistin’de Müslümanları kan ve gözyaşına boğan Haçlıların doğrudan hedef alındığı zamandı. Bu hedefe doğru gidilirken olayların akışı, Urfa Haçlı Kontluğu’nu öncelikli kıldı. Çünkü bu kontluk hem Büyük Selçuklu Devletinin Suriye’deki topraklarıyla, hem de Suriye ile Anadolu Türklüğünün irtibatını kesen bir konumda bulunmaktaydı. Sultan Muhammed Tapar, Kasım-Aralık 1109’da ümeraya Haçlılarla mücadele için hazırlanmalarını ve Türk-İslam beldelerini onların tehdidinden kurtarmalarını bildirdi. İbnü’l-Kalânisî’nin ifadesine göre13 Bunun üzerine bir araya gelen Mevdûd ve Sökmen el-Kutbî hemen harekete geçerek Cizre’de (Ceziret İbn Ömer) karargâh kurdular. Buraya yakın bölge valilerinin ve etraftan gelecek gönüllülerin ulaşmasını bekleyen bu iki emire kısa süre içinde Artukoğlu İlgazi de askerleriyle iltihak etti. Böylece çok kalabalık bir sayıya ulaşan Türk birlikleri aralarında yaptıkları istişare sonunda önceliği Urfa Haçlı Kontluğu’na vererek Haçlılarla mücadele için harekete geçtiler. Bu sırada Urfa Kontluğu’nun başında Çavlı tarafından serbest bırakılan Baudouin du Bourg (1100-1118) bulunmaktaydı. Mevdûd komutasındaki Türk birlikleri 2-11Mayıs 1110’da Urfa önlerine gelerek şehri kuşattı. Urfalı Mateos’un14 dediğine göre Mevdûd, dağları, 10 Ebu’l-Ferec, trc. Ömer Rıza Doğrul, Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Ankara 1999, II, s. 348. 11 Azîmî, Târîhu’l-Azîmî, trc. Ali Sevim, Azîmî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler (h. 430-538= 1038/39-1143/1144), Ankara 1988, s. 36;İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. X, 366-367; Ebu’l-Ferec, II, s. 347-348. Krş. Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1989, s. 207;Özaydın, a.g.e., s. 53-54. 12 Birsel Küçüksipahioğlu, Trablus Haçlı Kontluğu Tarihi (1109-1187), İstanbul 2007, s. 68. 13 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, yay. H. F. Amedroz, Beyrut 1908, s. 169. 14 Urfalı Mateos, s. 238-239. 40 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 tepeleri ve ovaları askerleriyle doldurmuştu. Bu manzaradan dehşete düşen halk korku içinde karşı koymaya çalışırken, yeterince yiyecek ikmali yapılmadığından bir yandan da açlıkla mücadele etmekteydiler. Urfa’yı çevreleyen surlar çok güçlü olduğundan kısa sürede buranın ele geçirilmesi mümkün görünmemekteydi. Nitekim daha önce Mayıs 1098’de Musul Valisi Kürboğa da üç hafta boyunca Urfa’yı kuşatmasına rağmen muazzam surları ve zaman darlığı sebebiyle şehri ele geçirememişti. Türklerin şehri kuşatması karşısında şaşkına dönen Haçlılar, savunma için ellerinden geleni yaparken diğer Haçlı yöneticilerine de haber göndererek kendilerine yardım edilmesini istediler. Haçlı kaynağı Albertus Aquensis15, Kudüs Kralı I. Baudouin’e Urfa Kontu Baudouin’den, Türklerin kalabalık ordularla Urfa’yı kuşattıkları ve civarını tahrip ettiklerine dair haber geldiğini yazmaktadır. Bu esnada Beyrut’u kuşatmakta olan I. Baudouin, 13 Mayıs 1110’de şehri ele geçirdikten sonra, Haziran başlarında Trablus Kontu Bertrand ile birlikte Urfa’ya doğru yola çıktı.16 Kral I. Baudouin ve Bertrand’ın askerleriyle birlikte Urfa’ya doğru gelmekte olduklarını ve Fırat Nehri’ni geçtiklerini haber alan Mevdûd kuşatmayı kaldırarak Harran’a doğru geri çekilmek zorunda kaldı. Bunu aslında Haçlıları bulundukları yerlerden çıkarıp kendisini takip etmelerini sağlamak ve onları pusuya düşürüp tamamıyla yok etmek için yapmıştı. Mevdûd komutasındaki Selçuklu ordusunun Urfa’dan çekilmesinden sonra Kont Baudouin du Bourg, 400 şövalye ve 10.000 Ermeni askeri eşliğinde şehirden çıkarak Kudüs Kralı I. Baudouin’i karşılamış; ona, Mevdûd’un ordusuyla birlikte Harran’a doğru çekildiğini bildirmişti. Albertus Aquensis’in17 dediğine göre Baudouin de Bourg krala ayrıca, Türklerin Urfa’yı Antakya prenkepsi Tankred’in teşvikiyle kuşattıklarından ve Tankred’in kendisine olan düşmanlığından da söz etmişti. Kral bunun üzerine Tankred’e haber gönderip yanına gelmesini istedi. Önce Baudouin’in çağrısına icabet etmekte tereddüt eden Tankred, daha sonra ısrarlar karşısında Urfa’ya gitmek ve kralın da olduğu kalabalık bir topluluk önünde kendisini savunmak durumunda kaldı. Ardından da isteksiz bir şekilde, Mevdûd’a karşı oluşturulan haçlı ordusunda yer aldı.18 Haçlılar bundan sonra görünüşte birlik halinde Urfa’dan ayrılıp Mevdûd’u takip etmek gayesiyle önce Harran yönünde ilerlediler. Sonra Müslümanlara ait olan ve Harran’ın kuzey batısında yer alan Şenav Kalesi’ne sonuçsuz bir taarruzda bulundular. Elcezire bölgesinde geniş kapsamlı bir harekât düzenlemek niyetinde olduğu anlaşılan Kudüs Kralı 15 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 16, s. 670. 16 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 169;Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 17-19, s. 671672; Urfalı Mateos, s. 237 vd. Krş.Sevim, a.g.e, s, 210 vd; Demirkent, Urfa Haçlı…, I, 129 vd; Küçüksipahioğlu, a.g.e., s. 80 vd. 17 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 20, s. 672. 18 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 21-22, s. 673-74. Krş. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, trc. Fikret Işıltan, 3 cilt, Ankara 1989, II, s. 95-96;Demirkent, Urfa Haçlı… I, 134 vd. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 41 I. Baudouin, pusuya düşmekten korktuğu için Türklerle savaşa girmeden Urfa’ya, ardından Samsat’a doğru geri çekilmeyi uygun gördü. Haçlıların çekilmesinin bir sebebi aralarında devam eden husumet ve güvensizlik, diğeriyse Dımaşk atabeyi Tuğtekin’in Mevdûd’a yardım için yola çıktığını öğrenmiş olmalarıydı. Mevdûd’un niyeti aslında Haçlıları daha içerilere İslâm topraklarına çekmek ve orada yok etmekti. Ama Haçlıların yürüyüşü durdurması buna imkân vermedi. Nitekim II. Baudouin, Müslümanların sürekli akınları yüzünden Fırat’ın doğusunun artık güvenli olmadığı gerekçesiyle, halkı nehrin batısına göçmeye teşvik ediyordu. Bu hareketlilikten haberdar olan Mevdûd, Haçlıları takibe koyularak onları Samsat yakınında nehri geçerken yakaladı. Urfalı Mateos’un19 kaydına göre, nehrin öbür tarafına geçmek için suya atlayanlardan boğulanlar olurken, bir kısmı da kayıklara binmek için izdiham yaratıyordu. Kaçamayan Haçlılar Selçuklu ordusu tarafından tamamen yok edildiler. Mevdûd, Urfa’yı ele geçirme konusunda kararlı olduğu için Fırat’ın batısına geçmedi ve doğrudan Urfa üzerine yürüdü. Tuğtekin’in göndermiş olduğu birlikler de bu sırada yardıma geldi. Urfa’yı yeniden muhasaraya başlayan Mevdûd, kışın yaklaşması ve iaşe sıkıntısı baş göstermesi yüzünden kuşatmayı kaldırıp Musul’a geri çekildi. Bununla birlikte Harran’da Urfa’yı gözetleyecek bir garnizon bırakıp tedbir almayı ihmal etmedi. 20 Mevdûd’un Urfa kuşatması istenilen sonuca ulaşamadıysa da, Haçlıların artık Türk-İslam Dünyasının hedeinde bulunduğu ve onlara karşı kapsamlı bir harekâtın başladığı anlaşılmaktaydı. Ayrıca bu sefer Urfa Haçlı Kontluğu’nu temelinden sarsmıştı. Çünkü nehrin batısına yaşanan göç yüzünden doğu tarafının ıssızlaşması doğal olarak güvenlik zaiyeti yaratmaya devam edecekti. Haçlıların Mevdûd’un Urfa seferi sırasında uğradıkları kayıplar, Haçlıların İslam dünyasına yönelik düşmanlığını artırmaktaydı. Haleb Meliki Rıdvan’ın Urfa kuşatmasıyla eş zamanlı olarak Antakya ve Haleb bölgesinde Haçlılara karşı yürüttüğü faaliyetler de bu düşmanca tavrı tahrik ediyordu. Birinci Haçlı Seferinin kazanımlarını kaybetmeleri halinde yok olacaklarını bilen Haçlılar, bu nedenle her taraftan Türk-İslam dünyasına karşı saldırıya geçtiler. Kudüs Kralı I. Baudouin, bu çerçevede Baalbek ve Bika bölgesine yönelik olarak düzenlediği harekâtta Sayda’yı ele geçirirken; Antakya prinkepsi Tankred, Haleb bölgesine saldırılarını artırarak halkı öldürmeye, mal ve mülklerini yağmalayıp bulundukları yerlerden sürmeye başladı. Tankred’in özellikle Haleb’e bağlı Artah, Esârib ve Zerdanâ’yı ele geçirmesi durumun ne kadar ciddi olduğunun göstergesiydi. 19 Urfalı Mateos, s. 240. 20 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s.170;Urfalı Mateos, s. 240;Fulcherius Carnotensis, RHC. Occ, II, s. 421 vd, trc. Ryan, s. 197-198;Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 24, s. 674. Ayrıca bkz. Runciman, a.g.e., II, s. 96 vd; Demirkent, Urfa Haçlı… I, s. 138 vd; Stevenson, a.g.e.,s. 88-89; Özaydın, a.g.e., s. 106 vd. 42 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Haleb’in Haçlılarca kuşatılması tehlikesine karşı endişeye kapılan Rıdvan bir taraftan Tankred ile anlaşmaya çalışırken diğer yandan da Sultan Tapar’dan acil yardım talebinde bulundu. Bu çağrıya kayıtsız kalmayan sultan, Haziran-Temmuz 1111’de bölgedeki emirlere haber göndererek Haçlılara karşı yeni bir savaşa hazırlanmalarını bildirdi. Selçuklu sultanının bu çağrısına ilk icabet eden, Musul valiliği görevinin, Haçlılarla mücadele konusunda kendisine yüklediği sorumluluğa binaen Mevdûd oldu. Re’sul-ayn bölgesinde Şabahtan ve Tell-Kurâd’ı ele geçiren Mevdûd’a, daha sonra Meraga Emiri Ahmedil, Emir Sökmen el-Kutbî, Erbil hâkimi Ebu’l-Heycâ, İlgazi’nin oğlu Ayaz, Hemedan Emiri Porsuk’un oğulları ve başka emirler de katıldı. Hatta Sultan Tapar, oğlu Mesud’u da bir orduyla Mevdûd’a katılmak üzere Musul’a gönderdi. Albertus Aquensis’in21 abartılı ifadesine göre bu ordunun mevcudu 200.000 kişiye ulaşmıştı. Mevdûd ordusuyla Harran’da bulunduğu sırada Şeyzer emiri Ali b. Münkız’dan, Tankred’in Şeyzer’e geldiği ve bölgede bir kale inşa ettirdiği haberini aldı. Bu nedenle ordu yardım için Şeyzer’e doğru ilerlerken, 28 Temmuz 1111’de Urfa Haçlı Kontluğu’na ait Tell-Bâşir’i kuşattı. Bu sırada Hemedan emiri Porsukoğlu Porsuk ta orduya katıldı. Urfa Kontu Baudouin du Bourg vasıtasıyla Tell-Bâşir’in kuşatıldığını haber alan Kudüs Kralı I. Baudouin, hemen diğer Haçlı reislerinden yardım isteyerek hazırlıklara girişti. Ancak Tell-Bâşir senyörü Joscelin de Courtenay, kralın müdahalesine gerek kalmadan Emir Ahmedil ile temasa geçip bazı teklilerde bulunarak onun ordudan ayrılmasını sağladı. Bu arada Haleb Meliki Rıdvan da Haçlılara karşı Mevdûd’dan acil yardım istemişti. Bunun üzerine Mevdûd 22 Ağustos 1111’de, 26 gündür sürdürdüğü Tell-Bâşir kuşatmasını kaldırıp Haleb’e doğru yola çıktı. Böylece bu harekât başladığında korkuya kapılan Urfa Haçlı Kontluğu bir kez daha tehlikeyi atlatmış oldu. Buna rağmen bu savaş sırasında da görüldüğü gibi, Haçlılar Fırat’ın doğusunda Türk akınlarına karşı koyamadıklarından, mücadele iyiden iyiye nehrin batı yakasındaki topraklara kaymıştı.22 Mevdûd Tell-Bâşir’den ayrıldıktan sonra kendisini ısrarla Haçlılara karşı yardıma çağırmakta olan Melik Rıdvan’ın yanına Haleb’e geldi. Ancak Rıdvan endişeye kapılarak Mevdûd’a şehrin kapılarını kapattı ve onunla anlaşma yapmaya yanaşmadı. Onun bu şekilde davranmasında Haleb ön21 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 38, s. 681. 22 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 171 vd; İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X, s. 388-389; İbnü’l-Adim, Zübdetü’l-Haleb min Târihi Haleb, yay. Sami ed-Dehhân, 3 cilt, Dımaşk 19511968, II, 156 vd; Urfalı Mateos, s. 242-243; Ebu’l-Ferec, II, s. 350-351. Krş. R. Röhricht, Geschichte des Königreichs Jerusalem (1100-1291), Innsbruck 1898, s. 89 vd; Stevenson, a.g.e., s. 89 vd.;Runciman, a.g.e., II, s. 99 vd; Sevim, a.g.e., s. 215vd; Demirkent, Urfa Haçlı…I, s. 141-148; C. Alptekin, Dımaşk Atabegliği, İstanbul 1985, s. 40-41;Özaydın, a.g.e., s. 108-112. 23. İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X ,s. 389-390; İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 175 vd; İbnü’l-Adim, Zübde, II, 159 vd. Ayrıca bkz. Sevim, a.g.e, s. 218-219; Alptekin, a.g.e., s. 41 vd; Özaydın, a.g.e., s. 113 vd. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 43 lerine gelen ordunun etrafa zarar vermesinin ve halka karşı hoş olmayan hareketlerde bulunmasının da etkisi vardı. Mevdûd şehrin önlerindeyken Dımaşk Atabegi Tuğtekin askerleriyle birlikte Haleb’e gelerek onlara katıldı. Onun gelişi herkesi memnun etmekle birlikte Tuğtekin, Haçlılarla savaşmak için güneye inmek gerektiği şeklinde görüş bildirdi. Bunun üzerine Selçuklu ordusu Eylül 1111’de Haleb’ten ayrılarak Maarratu’n-Numan’a, sonra Asi Nehri yakınlarına geldi. Selçuklu ordusunun Haleb’ten ayrılmasından sonra Melik Rıdvan, emirlere Tuğtekin’i bertaraf ederek, topraklarının işgal edilmesini isteyen mektuplar gönderdi. Mevdûd bu teklife hiç itibar etmediği gibi, Tuğtekin’i adeta himayesi altına aldı. Bu sırada Mevdûd’un yanında sadece Tuğtekin kalmış; diğer emirler orduyu terk etmiş bulunmaktaydılar. Müslümanların birbirlerinden ayrıldığını gören Haçlılar, aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak onlarla savaşmak amacıyla Efamiye’de toplandılar. İbn Münkız’ın da desteklediği Müslüman ordusu ile Haçlılar Maarratu’nNuman yakınlarında yer alan Tell-Mennes civarında karşılaştı. Türk ordusunun taarruzu karşısında etkisiz kalan Haçlılar, güçlükle de olsa kaçmayı başarabildiler. Bu seferden sonra Musul’a dönen23 Mevûd’un, ordusunun zaaf göstermesine rağmen kazandığı başarı, Haçlılar’ın hareket alanının bir ölçüde sınırlandığını gösteriyor; keza inisiyatiin artık sadece Haçlılarda olmayacağı da anlaşılmış oluyordu. Mevdûd, 1111 seferinden sonra 1112 yılında da Haçlılarla mücadelesine devam ederek doğrudan Urfa Haçlı Kontluğunu hedef alan bir sefer düzenledi. 1112 seferini yalnızca Musul askeriyle yürüten Mevdûd, 30 Nisan-4 Mayıs 1112’de Urfa önlerine gelip, karargâhını kurduktan sonra etrafı tahrip ederek şehri sıkıştırmaya başladı. Halka şehri teslim etmeleri halinde kendilerine iyi davranılacağını ve sıkıntılarının sona ereceğini bildirdi. Bu sırada kaynakların ifadesine göre, Urfalı 20 Ermeni, Mevdûd’a haber yollayarak şehri kendisine teslim etmek üzere hazırladıkları gizli plânı ilettiler. Ermenilerin bu şekilde davranmasının sebebi, Haçlıların onlara güvenmemeleri ve her zaman kuşkulu yaklaşmaları yüzünden yaşadıkları olumsuzluklardı. Nitekim Urfa Kontu I. Baudouin döneminden itibaren Ermenilere uygulanan baskı, şiddet ve takibat bunu destekler mahiyetteydi. Özellikle II. Baudouin’in esaretten kurtulup Urfa’ya geldikten sonra, ihanet edeceklerinden şüphelenmesi, Ermenilere yönelik ağır bir kıyımı beraberinde getirmiş, kalabalık bir gurup da şehirden zorla çıkarılmıştı. Yaşadıkları olaylar zaman içinde onları Haçlılardan uzaklaştırmış; Haçlılar geldiğinde Türklere ihanet etmiş olan Ermeniler, şimdi onları yeniden bir kurtuluş ümidi olarak görmeye başlamışlardı. Bu sebeple Türklerle işbirliği etmeleri anlaşılabilir bir durumdu. Ermenilerin hazırladıkları plâna göre Mevdûd, kuşatmayı kaldırdığı izlenimini vererek Urfa’dan uzaklaşacak, şehri savunan Haçlılar da Mevdûd gittiği için savunmada zaiyet gösterecek ve Müslümanlar bu durumdan istifade edeceklerdi. 44 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Gerçekten Mevdûd kuşatmayı kaldırarak Haziran-Temmuz 1112’de Seruc’a gitti. Burada da etrafı tahrip etmeye, ekili alanlara zarar vermeye devam etti. Mevdûd’un harekâtını takip eden Tell-Bâşir hâkimi Joscelin, Türk birliklerine saldırarak onlara epeyce kayıp verdirdi. Mevdûd bu olaydan sonra süratle Urfa’ya dönerek Ermenilerle anlaştığı şekilde, sur tarafından şehre girmeye çalıştı. Bu sırada Mevdûd’un Ermenilerle anlaştığını öğrenen Joscelin de Courtenay de gizlice Urfa’ya geldi. Ancak onun gelişinden kısa süre önce şehrin doğu tarafındaki surlarda bulunan bir kule Mevdûd’un adamlarının eline geçmişti. Ermeniler uzattıkları ip merdivenlerle Türklerin yukarıya çıkmasını sağladılar. Ancak Joscelin, surlara çıkan askerlerin ana orduyla irtibatını kestikten sonra hepsini öldürdü. Bu sayede Urfa’nın Mevdûd’un eline geçmesini önlemiş oldu. Ardından ihanet eden Ermeniler ağır bir şekilde cezalandırıldı. Mevdûd bunun üzerine Temmuz 1112’de kuşatmayı kaldırarak Musul’a döndü. Ancak geri dönüş yolunda, Şabahtan bölgesinde yer alan Tell-Mavzen’i ele geçirdi.24 Görüldüğü üzere Mevdûd, 1112 seferi ile doğrudan Urfa Haçlı Kontluğunu hedef almış fakat henüz İslâm Dünyasının birlik teşkil edememesi nedeniyle başarılı olamamıştı. Ancak bu sefer bile Haçlıları korkuya sevk etmeye, Türkler karşısında daha temkinli ve ciddi olmaları gerektiğini hatırlatmaya yetmişti. Bununla birlikte bu seferin sanki Mevdûd’un kusur ve ihmâli yüzünden başarısız olduğu şeklinde dedikodular çıktığı anlaşılmaktadır. Hatta Mevdûd’un Tuğtekin ile ittifak yaparak Sultan Muhammed Tapar’a karşı isyan edeceği söylentileri yayıldı. Sultanın bunlardan etkilenmesi üzerine, Mevdûd eşi ve oğlunu Muhammed Tapar’a yollayarak dedikoduların asılsız olduğunu kanıtlamak mecburiyetinde kaldı. Mevdûd’un Haçlılarla mücadelesinde şöhretini borçlu olduğu en önemli olaylardan birisi şüphesiz Taberiyye Savaşıydı. Kudüs Kralı I. Baudouin’in Dımaşk’a bağlı el-Beseniyye, Havran ve Sevâd’a saldırılar düzenleyip bölgeyi tahrip etmesi ve yolları kesmesi yüzünden Dımaşk’ta büyük sıkıntılar yaşanmaktaydı. Bu nedenle zor durumda kalan Atabeg Tuğtekin, Musul Valisi Mevdûd’a mektuplar göndererek Kral I. Baudouin’e karşı kendisine yardım etmesi için hemen Dımaşk’a gelmesini rica etmişti. Mevdûd bu çağrıya, Sincar Emîri Temîrek ve Artuklu İlgazi’nin oğlu Ayaz’ın da katılımıyla oluşan kalabalık bir ordu toplayarak mukabele etti. Mevdûd idaresindeki Selçuklu ordusu, 18 Mayıs 1113’de Fırat’ı geçip Suriye topraklarına girdi. Mevdûd’un harekâtından Ermenilerin gönderdiği haberciler vasıtasıyla haberdar olan ve telâşa kapılan Kudüs Kralı I. Baudouin, kendisine Taberiyye’yi verdiği eski Tell-Bâşir Senyörü Joscelin de Courtenay ile birlikte Atabeg Tuğtekin’e anlaşma teklif eden bir mektup yazdı. Joscelin tarafından kaleme alınan bu mektupta kral, Semânîn Kalesi ve Cebel-i 24 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 181; İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X, s. 393;Anonim Süryani Vekâyinamesi, trc. Tritton, s. 83 vd;Urfalı Mateos, s. 246 vd. Krş. Röhricht, Geschichte des Königreichs…, s. 96 vd; Stevenson, a.g.e., s. 95 vd; Demirkent, Urfa Haçlı…I, s. 149-152; Özaydın, a.g.e., s. 116-118. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 45 Âmila’nın Tuğtekin’e verilmesi, el-Habis Kalesi ile Sevâd Bölgesi’nin yarısının Kudüs Krallığı’na bırakılmasını istemekte ve artık Dımaşk civarına saldırmayacağını belirtmekteydi. Kral böylece Tuğtekin’i Türk gücünden ayırmayı hedelemekteydi, ayrıca antlaşma yapmak hususunda çok geç kalmış bulunuyordu. Zira Mevdûd Suriye topraklarına girerken, hazırlıklarını tamamlayan Tuğtekin de, Hıms’ın kuzeyinde bulunan Merc-Selemiyye’de Mevdûd’un kumandasında Sincar ve Artuklu askerlerinden meydana gelen Selçuklu ordusunu karşılamış bulunmaktaydı. Tuğtekin ve Mevdûd’un kumandasındaki Türk ordusunun birlikte I. Baudouin üzerine yürümesine karar verildi. Bu amaçla 28 Mayıs 1113 tarihinde önce Kades’e sonra Aynü’l-Cerr üzerinden Banyas’a gelip ordugâhlarını kurdular. Burada kaldıkları süre içerisinde bir Selçuklu birliği etrafa akınlar düzenlemiş, ardından Tuğtekin ile Mevdûd buradan ayrılarak karargâhlarını kurmak üzere Taberiyye Gölü yakınlarında bulunan el-Kuhvâne’ye doğru yola çıkmışlardı. Bu gelişmeler karşısında Kudüs Kralı I. Baudouin, Şam bölgesinde tahribata girişirken, Antakya Prinkepsi Roger de Salerne (1112-1119) ile Trablus Kontu Pons’a (1112-1137) derhal kuvvetlerini toplayarak yardıma gelmeleri çağrısında bulundu. Savaş 28 Haziran 1113 günü birdenbire başladı. Anlaşıldığı kadarıyla Kral I. Baudouin, Mevdûd ile mücadele edebilmek için Sinnebra Köprüsü’nün batısına geçerek Türklerin bulunduğu el-Kuhvâne’ye gitmek istemişti. Bu sırada Mevdûd’un askerlerinden yiyecek aramak için köprüyü geçen bir gurup etrafta dolaşırken Haçlılarla karşılaşınca savaş başlamış oldu. Türk ordusu ilk andan itibaren üstünlük sağlayarak Haçlı kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. 2000’e yakın Haçlı öldürülürken onlara ait silah, çadır ve bütün ağırlıklar ele geçirildi. İbnü’l-Kâlanisî’nin25verdiği bilgiye göre aslında Kral da yakalananlar arasındaydı. Silah ve teçhizatı yağmalanmış olmakla birlikte tanınmadığı için biri yolunu bulup kaçabilmişti. Ancak onun kadar şanslı olmayan pek çok Haçlı Taberiyye Gölü’nde boğulurken, ölü ve yaralıların suya karışan kanları yüzünden gölün suyu günlerce kullanılamamıştı. Kurtulabilen yaralı Haçlılar ise Taberiyye’ye sığındılar. Kralın yardım istediği Pons ve Roger ancak savaş bittikten sonra Taberiyye’ye gelmiş ve kendilerini beklemeden savaşa giren I. Baudouin’e tepki göstermişlerdi. Musul valiliğine tayin edildiğinden bu yana Haçlılara karşı sistemli bir mücadele içinde olan Mevdûd, bu zaferle kendisinin ve İslâm Dünyasının Haçlılar karşısında yükselmekte olan özgüvenini pekiştirmişti. Stevenson, Mevdûd’un Taberiye seferini “gayesi arazi elde etmek değildi. Birinci Haçlı Seferi askerleri gibi Kudüs ve kutsal toprakları kurtarmayı hedelemişti. Bu şekilde o, daha yıllar önce Nureddin ve Salâhaddin’in yüksek gayelerini hissetmişti” cümleleriyle değerlendirmiştir. Kezâ Fink de “Mevdûd’un 1113 yılı seferi, 1187’de Salâhaddin Eyyûbî’nin yaptığını andırır şekilde parlaktı”diyerek bu galibiyetin, İslâm Dünyası ve Haçlılar için ne anlama 25 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 185. 46 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 geldiğini, kısa fakat çok net bir şekilde anlatmıştır. Mevdûd ve Tuğtekin zaferi Sultan Tapar’a, pek çok esir ve ganimet eşliğinde gönderdikleri bir elçiyle müjdelediler. Bundan sonra Selçuklu ordusu Kudüs ile Akkâ arasındaki bölgede asayişi sağlamak maksadıyla bir müddet daha kaldı. Zaten Taberiyye Savaşından sonra kurtulabilen Haçlı birlikleri, Taberiyye’nin batısında bulunan dağa çıkarak 26 gün orada beklemiş; Haçlılara bir daha toparlanma imkânı vermeden onları yok etmek için savaşa çekmeye çalışan Türk ordusuna da karşılık vermemişlerdi. Uzunca bir süredir Haçlıları takip etmekten dolayı ordusu yorulan ve sonbahar mevsiminin de yaklaşmakta olduğunu gören Mevdûd, Selçuklu sultanının da onayını alarak 5 Eylül 1113 tarihinde Tuğtekin’le birlikte Dımaşk’a döndü. Askerlerine de dinlenmek için izin verdi. Niyeti İlkbaharda Haçlılarla mücadeleye, cihada kaldığı yerden devam etmekti.26 Tuğtekin tarafından Dımaşk’ta misair edilen ve kendisine gerekli hürmet gösterilen Mevdûd, 10 Ekim 1113 günü Tuğtekin’le birlikte Dımaşk Ulu Camii’nden çıkarken bir Bâtınî fedaisinin saldırısına uğradı ve dört yerinden yaralandı. İbn Kesir27 dilenci kılığındaki fedainin emirden bir şeyler istediğini, onun da verdiğini; ancak daha sonra bu şahsın Mevdûd’un yanına gelerek onu bıçakladığını ve hemen orada öldüğünü kaydetmektedir. Bu sırada oruçlu olan Mevdûd yaralı bir halde Tuğtekin’in evine götürüldü. Muhtemelen tedavisiyle ilgili olarak orucunu bozması istendiğinde, Allah’a oruçlu olarak kavuşmak istediğini söyleyip teklii reddetti ve aynı gün hayatını kaybetti. Naaşı geçici olarak Dımaşk’ta Dukak’ın türbesine defnedildi. Sonra Bağdat’a Ebû Hanife’nin mezarının yanına gömüldü; ancak sonra buradan da alınarak İsfahan’a nakledildi. Mevdûd’u şehit eden Bâtınî fedaisi ise öldürüldükten sonra teşhis edilmek için kafası kesildi ve ardından ateşe atıldı.28 Mevdûd’un öldürülmesinden Batınîlerin yanı sıra Atabeg Tuğtekin ve Haleb hâkimi Rıdvan da sorumlu tutulmuşlardır. Rivayete göre Tuğtekin Dımaşk’ın Mevdûd’un eline geçmesinden çekindiği için tuttuğu kiralık katile bu işi yaptırmıştı. Urfalı Mateos,29 Mevdûd’un Tuğtekin’i ber- 26 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 183-186; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Târih, terc. Özaydın, X, s. 395-396; Fulcherius Carnotensis, RHC. occ., III, s. 426-427, trc. Ryan, s. 206-207; Willermus Tyrensis, RHC. occ.,, I, xı, 19, s. 484 vd, trc. Krey, I, s. 493-494; Urfalı Mateos, s. 250-251. Krş. Stevenson, a.g.e., s. 96; Alptekin, a.g.e., s. 47 vd; Özaydın, a.g.e., s. 118 vd; Fink, a.g.m., s. 25; aynı yazar, “The Foundation of the Latin States, 1099-1118”, A History of the Crusades, Yay, K. Setton, The University of Wisconsin Press, 6 c, Madison- Milwaukee-London 1969, C. I, s. 402; Küçüksipahioğlu, a.g.e., s. 84 vd. 27 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Mısır 1932, trc. Mehmet Keskin, el-Bidâye ve’n-nihâye. Büyük İslâm Tarihi, 15 cilt, İstanbul 1994, XII, s. 332. 28 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk s. 187 vd; İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, trc. 332; Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc. Ryan, s. 209; Ebu’l-Ferec, II, s. 352. Ayrıca bkz. Stevenson, a.g.e., s. 63-64; Runciman, a.g.e., II, s. 104;Alptekin, a.g.e., s. 68-69;Özaydın, a.g.e., s. 123 vd;Fink, a.g.m., s. 25 vd; I. Demirkent, “Mevdûd b. Altuntegin”, DİA, C. XXIX, s. 429. 29 Urfalı Mateos, s. 252. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 47 taraf ederek Dımaşk’ı ele geçirme düşüncesinde olduğunu, bunu bilen Tuğtekin’in idam mahkûmu bir İranlı’yı hapisten çıkarıp kendisini affedeceği vaadiyle Mevdûd’u öldürttüğünü yazmaktadır. Willermus,30bu ölümde hâkimiyetinin elinden alınacağını düşünen Tuğtekin’in rolü olduğunu kaydetmekte, onun bilgisi ve rızası olmadan bu cinayetin işlenemeyeceğini söylemektedir. Ebu’l-Ferec31 bazılarının Rıdvan’ı suçladığını, ancak çoğunun Tuğtekin’i sorumlu tuttuklarını; Tuğtekin’in Mevdûd’dan kurtulmak için bu işi yaptırdığını ve katile ödüller vadettiğini rivayet etmektedir. Albertus Aquensis,32 Mevdûd’un Türkler ve Hristiyanlar arasındaki itibar ve ünü sebebiyle Tuğtekin’in onu kıskandığı ve yok etmek için uğraştığını, bu işi yaparken kendi halkının nefretini çekmemek için son derece gizli hareket ettiğini ilave etmektedir. Albertus’a göre Tuğtekin, Mevdûd’u birtakım hediye ve vaatlerle etkilediği dört siyahi askere öldürtmüştü. Ardından da olayda hiç dahli yokmuş ve büyük üzüntü duyuyormuş gibi davranarak, bu cinayeti işleyenlerin nerede olurlarsa olsunlar bulunmasını emretmişti. Fulcherius33ise, Mevdûd’u bir Müslümanın öldürdüğünü, Taberiye Savaşına atıla zaferin ona uğur getirmediğini, sıra dışı birisi tarafından öldürüldüğünü kaydetmektedir. İslam tarihçisi Azîmî,34 Mevdûd’u tanınmayan birisinin yaraladığını söylerken, Sıbt İbnü’l-Cevzi,35Hıristiyan kaynakların iddialarının aksine Tuğtekin’in Mevdûd’u çok sevdiğini, ölümüne üzüldüğünü, yas tutarak ve fakirlere sadaka dağıtarak acısını hailetmeye çalıştığını rivayet etmektedir. Emir Mevdûd, hayatını Türk-İslam dünyasını Haçlı tehlikesinden kurtarmaya adamış büyük Türk komutanlarından birisiydi. Selçuklu Devletinin şartlarını iyi analiz eden ve buna göre politika belirleyebilen Mevdûd’un temel stratejisi Türk-İslam dünyasında birliği sağlayarak Haçlılarla mücadele etmekti. Bilindiği gibi Elcezire, Şam ve hatta Mısır’ın jeomorfolojik ve jeostratejik şartları, tarih boyunca bu topraklarda siyasi birliğin sağlanması gereğini dayatmıştır. Haçlı Seferleri boyunca her iki tarafın yürüttüğü stratejiler dikkatle incelendiğinde zorunlu hedein bu topraklarda birliği gerçekleştirmek olduğu görülmektedir. O sebeple Mevdud da Haçlılara karşı başarının ön şartının, bu toprakların tek elde toplanması olduğunun bilinciyle hareket etmiştir. Bu nedenle Tuğtegin ve Melik Rıdvan’ın onun bu faaliyetlerinden kaygı duymaları ve hatta onu tehdit olarak görmeleri de anlaşılabilir bir durumdur. Daha sonra haleleri İmadeddin Zengi, Nureddin Mahmud ve Salahaddin Eyyûbî’nin de başlıca hedeleri bu coğrai birliği sağlamak olacaktır. Zaten 1144 yılında Urfa Haçlı Kontluğuna son vererek Türk-İslam dünyasını çok büyük bir tehlikeden kurtaran İmadeddin 30 Willermus Tyrensis, RHC. Occ., XI, 20, s. 487, trc. 495-496. 31 Ebu’l-Ferec, II, s. 352. 32 Albertus Aquensis, RHC. Occ., IV, XVIII, s. 700. 33 Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc. Ryan, s. 209 34 Azîmî, a.g.e., s. 39. 35 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân, RHC. Or, III/2, s. 551. Krş. Özaydın, a.g.e., s. 125. 48 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Zengi’nin yetişmesinde de Mevdûd’un büyük rolü vardı. Onu Haçlı tarih yazarları Fulcherius36 “Türkler arasında ünlü, güçlü ve çok zengin biri” ve Albertus37 ise“onun adı ve ünü Türkler ile Hristiyanlar arasında çok iyi bilinir, çünkü o Hristiyanlara karşı diğerlerinden daha büyük mücadele etmiştir” diye tanımlamışlardır. Mevdûd adalet, merhamet, cömertlik hayırseverlik ve dindarlığı ile meşhurdu.38 İbnü’l-Esir’in kaydına göre39, Mevdûd’un şehit edilmesinden sonra Tuğtekin’e mektup yazan Kudüs Kralı I. Baudouin bu husustaki duygularını “İslâmın direğini bir bayram günü hem de Allah’ın evinde öldüren bir millet mutlaka Allah tarafından yok edilmeye layıktır” cümleleriyle ifade etmiştir. Bu rivayet eğer müelliin duygularını ifade eden bir masaj değilse; hayatını Türk-İslam Dünyası ile mücadele ederek geçirmiş bir haçlının liderinin Mevdûd’un ölümü dolayısıyla sarf ettiği sözler çok anlamlı olmalıdır. Kaynaklar Abdulkerim Özaydın, İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc., İstanbul 1991 Albertus Aquensis, Liber Christianae Expeditionis pro Ereptione, Emundatione et Restitutione Sanctae Hierosolymitanae Ecclesiae, RHC. occ., IV, XVIII, s. 700. Ali Sevim, Biyograilerle Selçuklular Tarihi, Ankara 1989 Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1989 Ali Sevim, Azîmî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler (h. 430-538= 1038/39-1143/1144), Ankara 1988 Ebu’l-Ferec, trc. Ömer Rıza Doğrul, Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Ankara 1999 Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantium, RHC. occ., III, s. 428. trc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expeditionto Jerusalem 10951127, Knoxville 1969, s. 209. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), Ankara 1990 İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Mısır 1932 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk Mehmet Keskin, el-Bidâye ve’n-nihâye. Büyük İslâm Tarihi, 15 cilt, İstanbul 1994 Willermus Tyrensis, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, RHC. occ.,, I, xı, 19, s. 484, trc. E. A. Babcock ve A. C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By William Archbishop of Tyre, 2 cilt, New York 1943, I, s. 493. Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara 1987 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân Urfalı Mateos, Vekayinâme, trc. Hrant Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136) W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907 36 Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc. Ryan, s. 209. 38 İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396. Ayrıca bkz. Fink, a.g.m., s. 25 vd; I. Demirkent, “Mevdûd b. Altuntegin”, DİA, C. XXIX, s. 429. 37 Albertus Aquensis, RHC. Occ., IV, XVIII, s. 700. 39 İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 49 Mevdud B. Altuntekin: A Seljuk commander who fought against Crusaders Birsel Küçüksipahioğlu Abstract The Crusades, starting from the end of the 11th century, deeply affected Turkish-Islamic world throught 200 years. During this period, Şerefü’d-Din Mevdud b. Altuntekin, governer of Mosul, was one of the commender who fought against the Crusaders. Mevdud known to be assigned for the governer of Mosul in 1108 was commissioned by Sultan Tapar to ight against the Crusaders (1105-1118). It was such a period that Turkish-Islamic world attacted to the Crusaders in a planned, disciplined and comprehensive way. It was also such a time that the Crusader, who surrounded and invaded Anatolia, Syria and Palestine, was targeted. During this struggle since the low of events tendered it priority to ight against Crusade Count, Mevdud made constant military campaigns one after another in 1110, 1111 and 1112. Taberiyye war was a special one in his career, where Crusades was defeated. Mevdud was assassinated and martyrized by a devoted Batıni while he was stepping out from the Great Mosque in Damascus on October 10th, 1113. Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı Birsel Küçüksipahioğlu Özet 11. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri 200 yıl boyunca Türk-İslam dünyasını derinden etkiledi. Bu süreçte Haçlılarla mücadele eden komutanlardan birisi de Musul Valisi Şerefü’d-Dîn Mevdûd b. Altuntekin’di. 1108 yılında Musul valisi tayin edilmesiyle tanınan Mevdûd, Sultan Tapar (1105-1118) tarafından Haçlılarla mücadele ile görevlendirilmişti. Bu dönem Türk-İslam dünyasının plânlı, disiplinli ve kapsamlı bir şekilde Haçlılara karşı hücuma geçtiği, Anadolu, Suriye ve Filistin’i işgal ve istila eden Haçlıların doğrudan hedef alındığı bir zamandı. Bu mücadele sırasında olayların akışı Urfa Haçlı Kontluğu’nu öncelikli kıldı. Mevdûd’un bu nedenle Urfa’ya 1110, 1111 ve 1112 yıllarında art arda seferler düzenledi. Ama onun kariyerinde Haçlılara ağır bir darbe indirilen Taberiyye Savaşı’nın ayrı bir yeri vardı. Mevdûd, 10 Ekim 1113 günü Dımaşk Ulu Camii’nden çıkarken bir Bâtınî fedaisinin saldırısına uğrayarak şehit oldu. TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Fakülte yıllarında, Prof. Dr. Abdulkadir İnan ve arkadaşlarıyla Fuat Turan arşivi 50 Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri Ebru Altan Doç, Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünün (1095) ardından Türkİslâm dünyası büyük bir kargaşa ortamına sürüklenmiş, güçlü bir liderden yoksun kalmıştı. Bunu takiben baş gösteren taht mücadeleleri sırasında, Melikşah’ın kardeşi ve Suriye Selçuklu meliki Tutuş, Rey civarındaki savaşta (Şubat 1095) yeğeni Berkyaruk’a yenilerek hayatını kaybedince meliklik ikiye ayrılmıştı. Tutuş’un bir oğlu Rıdvan Halep’te, diğer oğlu Dukak ise Dımaşk’ta hâkimiyetlerini ilan edince Suriye’de iki kardeş arasında iktidar mücadelesi başlamıştı1. Fâtımîler, Selçuklu Devleti’nin içine düştüğü durumdan faydalanarak Kudüs’ü geri almışlardı (1096)2. Bu nedenle 11. yüzyılın sonlarında Haçlı Seferleri başladığı sırada, Suriye bölgesindeki Selçuklu melikleri Rıdvan ve Dukak ve onları destekleyen emîrler birbirleriyle kıyasıya mücadele halindeydiler. Melik Rıdvan, 1096 yılında veziri Cenahüddevle Hüseyin, Seruç hâkimi Artukoğlu Sökmen ve Emîr Abak ile birlikte Dımaşk’ı kuşatmış; Melik Dukak da buna karşılık yanında atabeyi Tuğtekin ve Antakya Valisi Yağısıyan olduğu halde Halep’e karşı saldırıya geçmiş, fakat yenilmişti (Mart 1097). Bundan kısa süre sonra Rıdvan ile arası açılan vezir Cenahüddevle Halep’ten kaçarak Hıms (Humus)’a gelip burayı ele geçirmişti. Yağısıyan ise Halep’e dönerek tekrar Rıdvan’ın hizmetine girmişti. Melik Rıdvan, Haçlılar Antakya’ya doğru ilerlerlediği sırada Artukoğlu Sökmen ve Yağısıyan ile beraber Hıms ve Dımaşk üzerine yeni bir sefer için harekete geçmişti; ama durumu öğrenince Halep’e geri dönmek durumunda kaldı3. Türkiye Selçuklularıyla mücadele ederek Anadolu’yu geçmeyi başa- 1 2 3 Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, TTK-Ankara 19892, s. 137 vdd.; Abdulkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001, s. 30 vdd. Kudüs, 1085 yılında Tutuş tarafından vali olarak atanmış olan Artuk Bey’in ölümünden (1091) beri onun oğulları İlgazi ve Sökmen’in idaresinde bulunuyordu. Haçlı Seferleri öncesinde Suriye Selçuklu Devleti’nin durumu ve melikler arasındaki mücadele hakkında geniş bilgi için bk. Sevim, Suriye, 161 vdd. 51 52 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ran Haçlılar, stratejik ve moral değerinden dolayı Antakya’yı arkalarında bırakıp yollarına devam etmeyi düşünemezlerdi. Fakat Selçuklu melik ve emîrleri kendi aralarındaki meseleleri bir kenara bırakıp Haçlı ordusu Antakya önüne ulaşmadan önce onlara karşı birlik sağlayamadılar. Haçlılar böylece ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan Antakya’ya doğru ilerleme imkânı buldular. Rıdvan’a bağlı olan Antakya Valisi Yağısıyan ise yaklaşan tehlike karşısında başta Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk ve ona tabî olan Suriye Selçuklu melikleri olmak üzere Hıms Emîri Cenâhüddevle, Musul Valisi Kürboğa ve Seruç hâkimi Sökmen b. Artuk, Samsat hâkimi Süleyman b. İlgazi gibi civardaki diğer emir ve beylere haber gönderip yardım istedi. Fakat Selçuklu melikleri Haçlılar kuşatma sırasında şehir önünde perişan düştüklerinde bile, birlikte duruma müdahale etmekten aciz kaldılar. Bu arada Haçlılar Halep ve Dımaşk hâkimlerine mektuplar göndererek, “Biz sadece, daha önce Rumların elinde olan yerleri almak üzere geldik, başka yerlerde gözümüz yoktur”, diyerek onların Antakya’ya yardıma gelmelerine mani olmaya çalışıyorlardı4. Ancak Dımaşk Meliki Dukak, Haçlılar tarafından kuşatma altına alınmış olan Antakya’ya yardım etmek üzere, Aralık ayı ortalarında yanında atabeyi Tuğtekin ve Yağısıyan’ın oğlu Şemsüddevle de olduğu halde güçlü bir orduyla harekete geçti; Hama emîri de birlikleriyle ona katıldı. Dukak’ın kuvvetleri Şeyzer’de iken, yiyecek aramak için güneye doğru ilerleyen bir Haçlı birliğinin çok yakınlarda olduğuna dair haberler geldi. Ertesi sabah (31 Aralık) el-Bâre Köyü yakınlarında Haçlılarla karşılaşan Türkler, Haçlı liderlerinden Bohemund’un ani hücumu karşısında yenilgiye uğrayıp Hama’ya doğru geri çekilmek zorunda kaldılar. Böylece Dukak’ın Antakya’yı kurtarma girişimi sonuçsuz kaldı5. Yağısıyan’ın acil yardım çağrısı üzerine bu kez Halep Meliki Rıdvan, Antakya’yı kurtarmak üzere girişimde bulundu. Rıdvan, Artukoğlu Sökmen ve Hama emîrinin de desteğiyle topladığı orduyu Antakya’ya sevk etti fakat kendisi bu orduya katılmadı. Rıdvan’ın ordusu Şubat ayı başlarında, Antakya’ya yalnızca 35 km. uzaklıktaki Hârim’i zapt ederek Haçlılara karşı taarruza hazırlandı. Fakat Bohemund, Robert de Flandre ve Etienne de Blois’nın kumandasındaki 700 şövalye, Asi Nehri ile Antakya Gölü (Amik 4 5 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Tarih, terc. A. Özaydın, İslâm Tarihi, el-Kâmil i’t-Târih Tercümesi, X, İstanbul 1987, s. 230. Anonymi Gesta Francorum, terc. R. Hill, The Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, Oxford 1979, s. 30 vd.; Raimundus Aguilers, terc. H. Hill-L. Hill, Raymond d’Aguilers, Historia Francorum, qui Ceperunt Iherusalem, Philadelphia 1968, s. 34 vd.; Fulcherius Carnotensis, terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969, s. 93 vd.; Albertus Aquensis, neşr. ve terc. S. B. Edgington, Albert of Aachen. Historia Ierosolimitana, History of the Journey to Jerusalem, Oxford 2007, ııı, 50-51; Willermus Tyrensis, terc. E.A. Babcock - A.C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By William Archbishop of Tyre, I, New York 1943, s. 216 vd.; İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Târih Dımaşk, terc. H.A.R. Gibb, The Damascus Chronicle of The Crusades, Londra 1932, s. 42 vd.; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb min Tarihi Haleb, RHC or., III, s. 578 vd. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan Gölü) arasında bir yerde bu orduyu pusuya düşürüp bozguna uğrattılar (9 Şubat 1098). Hârim’deki garnizon da kaleyi ateşe verdikten sonra kaçan Türk kuvvetlerine katıldı. Bu suretle Dukak’tan sonra Rıdvan’ın Antakya’yı kurtarma girişimi de başarısızlığa uğradı6. Melik Dukak daha sonra Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk tarafından Musul Valisi Kürboğa’nın kumandasında Antakya’ya yardım için gönderilen birleşik orduya katıldı. Fakat Halep Meliki Rıdvan kardeşi Dukak ile rekabeti ve üvey babası Cenahüddevle’ye olan husumeti yüzünden bu orduda yer almadı. Bu arada Selçuklu komutanı Kürboğa üç hafta süren (425 Mayıs 1098) başarısız Urfa kuşatmasının7 ardından yoluna devam edip Merc-i Dâbık’a geldi; Dukak’ın yanı sıra, Atabeg Tuğtekin, Hıms Emîri Cenâhüddevle, Sincar hâkimi Arslantaş ve Sökmen b. Artuk da burada ona katıldılar. Mayıs başlarında Kürboğa’nın idaresinde büyük bir ordunun yolda olduğuna dair haberler, ordugâhta açlıktan ve hastalıktan perişan durumda olan Haçlılar arasında büyük korku uyandırdı. Fakat Kürboğa’nın Urfa önünde kaybettiği zaman sayesinde yok olmaktan kurtulan Haçlılar, 9 ay süren kuşatmanın ardından nihayet ihanet yoluyla Antakya’yı ele geçirdiler (3 Haziran 1098). Zamanında yetişemeyen Kürboğa ise şehri kuşatma altına aldı. Fakat sonuç Haçlıların korktuğu gibi olmadı. Zira Kürboğa’nın ordusundaki emîrler ve beyler arasında ciddi anlaşmazlıklar ve güvensizlik başlamıştı. Kürboğa, ordudaki birlik ve beraberliği sağlayamadığı gibi birçok kumandanı sert tutumu yüzünden darıltmıştı. Böylece pek çok kişi gruplar halinde kuşatmayı terk edince ordunun gücü azaldı. Melik Dukak ise Fatımîlerin Dımaşk’a saldırmasından korktuğu için bir an önce geri dönmek istiyordu8. 28 Haziran 1098’de Antakya surları önünde yapılan savaş sırasında birçok emîr, kazanılacak zaferin Kürboğa’yı güçlendireceğini düşündüğünden savaştan çekildi. Türkmen birliklerinden sonra Melik Dukak da savaş meydanını terk etti. Bu kargaşa sırasında pusuda bekleyen kuvvetler de kaçtılar. Bunun üzerine yenilgiye uğrayan Kürboğa Halep’e doğru çekilmek zorunda kaldı ve ancak Melik Rıdvan’ın yardımıyla Musul’a dönebildi. Şüphesiz büyük bir İslâm ordusunun, perişan durumdaki Haçlı ordusuna yenilmesi beklenmedik, şaşırtıcı bir galibiyet oldu. Hıristiyanların mucizelere hamlettikleri bu netice Haçlı Seferinin gerçek mahiyetini henüz kavrayamamış olan bu yüzden de şahsi ve politik çıkarları doğrultusunda hare- 6 7 8 Gesta Francorum, s. 35-38; Raimundus, RHC occ., III, s. 246-48 / Hill, s. 39 vd.; Albertus, ııı, 60-62; Willermus, Krey, I, s. 225 vdd. İbnü’l-Adîm, s. 579. Göl Savaşı hak. geniş bilgi için bk. J. France, Victory in the East. A Military History of the First Crusade, Cambridge 19962 , s. 245251; Th. Asbridge, First Crusade, Oxford 2004, s. 181 vdd. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), I, TTK-Ankara 1990, s. 41-44. İbnü’l-Esîr, X, s. 230; İbnü’l-Adîm, s. 580-582; Gesta Francorum, s. 49. Anna Komnena, The Alexiad of Anna Comnena, terc. E.R.A. Sewter, London 1969, s. 349 / terc. B. Umar, Anna Kommena. Alexiad, İstanbul 1996, s. 340. 53 54 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ket etmekte sakınca görmeyen Müslümanlar için kaçınılmaz bir durumdu9. Bu yenilgiden sonra Antakya’da Haçlı hâkimiyetinin sağlanması yanında orduya Filistin yolu da açılmış oldu. Norman lider Bohemund, Antakya’ya el koyarak burada bir Haçlı prensliği kurdu. Bundan sonra doğal olarak Meliki Rıdvan’ın Urfa ve Antakya Haçlı hâkimiyetleri arasında kalan toprakları sürekli Haçlı istilasına maruz kaldı. Bohemund, sınırlarını doğuya doğru genişletmek için Rıdvan’ın idaresinde bulunan Halep ve çevresine akınlar düzenledi. Bu süreçte Halep bölgesindeki el-Cezr, Zerdana ve Sermin’i ele geçirdi; yaz başında da Efâmiye (Apamea)’yi kuşatıp etrafı tahrip etti. Nihayet Kellâ kalesi (yeri tam olarak belli değildir) Haçlılar tarafından işgal edilince, Rıdvan karşı harekete geçmek zorunda kaldı. Fakat Kellâ’da yapılan savaşta Rıdvan’ın ordusu yenilgiye uğradı; askerlerinin birçoğu şehit, bir kısmı da esir düştü (5 Temmuz 1100). Bunun üzerine Melik Rıdvan Hıms’a gidip eski veziri Cenahüddevle’den yardım istemek zorunda kaldı. Ancak Kellâ’da kazandıkları başarı sonucunda Kefertâb, el-Hâzır ve Halep’in batısındaki bölgenin büyük kısmı Haçlıların eline geçti. Böylece Antakya’daki Haçlıları güneydoğu sınırında durumlarını Selçuklular aleyhine güçlendirmiş oldular10. Bunu takiben Antakya Prinkepsi Bohemund, Halep’i ele geçirmek üzere hazırlıklara başladı. Bu amaçla Galilaea Prinkepsi Tankred’le beraber Halep yakınlarına kadar ilerleyip Kuvayk Çayı kıyısında ordugâh kurdu. Fakat bu sırada Malatya Ermeni hâkimi Gabriel, Bohemond’dan şehri kendisine bırakmayı vadederek Danişmendli Gümüştekin’e karşı yardım istedi. Bunun üzerine hâkimiyet sahasını kuzeye doğru genişletme hedeini öne alan Bohemund’un, Halep’i kuşatma planından vazgeçerek geri dönmesi Melik Rıdvan’a rahat bir nefes aldırdı11. Öte yandan Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak da Suriye ve Filistin’de yerleşen Haçlılara karşı koymaya çalıştı. Sınırlarını Ürdün Nehri’nin doğusuna doğru genişletme çabası içinde olan Kudüs kralı Godefroi de Bouillon, Tankred ile beraber Taberiye Gölü’nün doğusunda oldukça verimli ve zengin topraklara sahip olan bölgeyi yağma ve işgal etmek üzere harekete geçti (Mayıs 1100). Dımaşk Melikliği’ne tabi olan bu bölgede, Haçlılar tarafından “Şişman Köylü” diye anılan bir emîrin yardım isteği üzerine Dukak, 9 10 11 Gesta Francorum, s. 69 vd.; Raimundus, RHC occ., III, s. 260 vd. / Hill, s. 63 vd.; Fulcherius, Ryan, s. 105 vd.; Radulfus Cadomensis Gesta Tancredi, RHC occ., III, s. 667-70 / terc. B.S. Bachrach-D.S. Bachrach, Gesta Tancredi of Ralph of Caen, Hampshire 2005, s. 106-110; İbnü’l-Kalânisî, s. 46; İbnü’l-Esîr, X, s. 231. Geniş bilgi için krş. France, s.280 -296; ayrıca St. Runciman, terc. F. Işıltan, Haçlı Seferleri Tarihi, I, TTK-Ankara 1986, s. 190 vd.; I. Demirkent, Haçlı Seferleri, İstanbul 1997, s. 45 vd.; A. Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, İst. Üniv. Edebiyat Fk. Tarih Dergisi, Sayı: 36, s. 410-418; Asbridge, s. 232-240. İbnü’l-Kalânisî, s. 49; İbnü’l-Esîr, X, s. 248; İbnü’l-Adîm, s. 588. Krş. Sevim, Suriye, s. 192 vd. İbnü’l-Adîm, s. 589; İbnü’l-Kalânisî, s. 49 vd.; Albertus, vıı, 27; Anonim Süryanî Vekayinâmesi, terc. A.S. Tritton, The First and Second Crusades from an Anonymous Syriac Chronicle, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, 1933, s. 74. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan o yöreye 500 atlı gönderdi. Dımaşk atlı kuvvetleri, Cavlân içlerine kadar uzanan akından sonra, artçıların başında ganimetlerle yüklü olarak geri dönmekte olan Tankred’in birliklerine saldırıp onları bölgeden uzaklaştırdılar. Birçok adamını ve ele geçirdiği ganimeti kaybeden Tankred hayatını güçlükle kurtardı. Taberiye’ye döndükten sonra bu yenilginin intikamını almak için Dımaşk’a bağlı topraklara art arda şiddetli akınlar düzenledi. Bunun üzerine müşkül durumda kalan Dukak, para teklif ederek barış istemek zorunda kaldı. Tankred ise Dımaşk’a altı şövalyeden oluşan bir elçi heyeti gönderip Dukak’ın Dımaşk’ı teslim etmesini ve eğer kendisine bağlı topraklarda yaşamak istiyorsa Hıristiyan olmasını şart koştu; başka hiçbir şartta onunla anlaşmayacağını bildirdi. Bu hakaret karşısında çok öfkelenen Dukak da elçilere aynı şekilde davranarak, sağ kalmak istiyorlarsa Müslüman olmalarını şart koştu. Şövalyelerden biri Müslüman olup kurtulurken diğerleri öldürüldü. Tankred bunun üzerine yeniden Dımaşk Melikliği’ne bağlı topraklara hücum ederek iki hafta süreyle Cavlân bölgesini yağmalayıp tahrip etti. Selçuklu meliki buna karşı koyacak hiçbir girişimde bulunamadı. Neticede “Şişman Köylü” de bu akınları durdurmak için Tankred’e boyun eğmek zorunda kaldı ve vergi ödemeyi kabul edip onun vassali oldu12. Bir süre sonra Melik Dukak, Kudüs kralı Godefroi’nin ölümü (1100) dolayısıyla onun yerine tahta geçmek üzere Antakya üzerinden Kudüs’e gitmekte olan Urfa Kontu Baudouin de Boulogne’u bir baskınla ele geçirmek için plan yaptı. Hıms Emîri Cenahüddevle de kendisine katıldı. Trablus üzerinden ilerleyen Haçlı kailesi, Beyrut yakınında dar ve tehlikeli bir geçitte Köpek Nehri (Nehrü’l-Kelb)’ni aşmaya çalışırken Dukak’ın hücumuna uğradı. Birçok adamı öldürülen Baudouin gece karanlığından istifade edip geri çekildi. Fakat ertesi gün sahte ricat hareketiyle Dımaşk ordusunu yenilgiye uğratan Baudouin Kasım 1100’de Kudüs’e ulaştı ve kardeşinin yerine tahta çıktı13. Bunu takiben Dukak, Kral Baudouin’e bir heyet gönderip baskın sırasında esir düşen 45 seçkin askerinin serbest bırakılmasını istedi. Baudouin ise paraya ihtiyacı olduğundan 50.000 Bizans altını karşılığında esirleri Dımaşk’a gönderdi14. Melik Dukak daha sonra, Haçlılar tarafından tehdit edilen Trablus’a yardım girişiminde bulundu. Nitekim Haçlı liderlerinden Raymond de St. Gilles, Tartus (Antartus)’u ele geçirmiş (Şubat 1102) ve Trablus sınırına dayanmıştı. Bunun üzerine şehrin hâkimi Fahrülmülk İbn Ammâr, Dukak ile Cenahüddevle’ye haber göndererek Raymond’un yanında az sayıda kuvvet bulunduğunu, onu geri püskürtmek için hemen harekete geçmelerini istedi. Dukak bu çağrıya 2000 kişilik kuvvet göndermek suretiyle cevap verdi. 12 13 14 Albertus, vıı, 16-17. Fulcherius, Ryan, s. 137-143; Albertus, vıı, 32-34; İbnü’l-Kalânisî, s. 51. Albertus, vıı, 53. 55 56 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Dımaşk ve Hıms birlikleri, İbn Ammâr’ın kuvvetleriyle beraber Tartus yönünde harekete geçip kendilerini karşılayan Raymond’un kuvvetlerine üç koldan hücuma geçtiler. Mütteik kuvvetlerin yenilgiye uğraması (Nisan 1102) Raymond’a Trablus yolunu açtı. Ancak burada cereyan eden şiddetli çatışmalardan sonuç alamayan Raymond, Trablus emiriyle anlaşma yapıp Tartus’a döndü. Ertesi yıl, Hısnü’l-Ekrâd’ı muhasara eden Raymond, kendisine karşı asker toplayan Cenahüddevle’nin Bâtınîler tarafından öldürüldüğünü duyunca (Mayıs 1103) hemen Hıms üzerine yürüdü. Bunun üzerine Melik Rıdvan’ın annesi olan emirin dul eşi, oğlunu şehri Haçlılara karşı korumak üzere davet etti. Fakat Hıms ileri gelenleri vaktiyle Rıdvan’a karşı Cenahüddevle’nin yanında yer aldıkları için şehri onun yerine kardeşi Dukak’a teslim etmeyi tercih ettiler. Böylece Raymond’un Hıms’ı ele geçirme girişimi sonuçsuz kaldı15. Bu arada Danişmendlilere esir düşen (1100) Bohemund’un Niksar’da hapiste olmasından faydalanmak isteyen Sultan I. Kılıç Arslan, Melik Rıdvan ile anlaşarak Antakya’yı kurtarmak üzere harekete geçti (1103). Ancak Danişmendli Beyi Gümüştekin’in onu 100.000 altın idye karşılığında serbest bırakması üzerine bu girişim sonuçsuz kaldı. Bunun yanı sıra Selçuklu Sultanı Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında devam eden taht kavgalarından yararlanan Urfa ve Antakya Haçlı kuvvetleri birlikte İslâm topraklarına arka arkaya akınlar düzenlediler. Halep bölgesindeki Müslimiye’yi zapt edip, pek çok insanı öldürdüler. Haçlılara karşı savunma durumunda kalan Melik Rıdvan, onlarla bir anlaşma yaparak 7000 dinar ve 10 at karşılığında Müslüman esirlerin serbest bırakılmasını sağladı. Buna rağmen Bohemund bir süre sonra tekrar Halep Melikliği’ne karşı harekete geçti. Antakya-Halep yolu üzerindeki Beserfûs (Basarfut) kalesini ele geçirdi16 Halep Meliki Rıdvan ancak 1104 yılında Haçlılara karşı harekâta geçme imkânı buldu. Zira bu yıl, topraklarını doğuya doğru genişletme teşebbüsünde bulunan Urfa ve Antakya Haçlıları, Mardin hâkimi Artukoğlu Sökmen ile Musul Valisi Çökürmüş tarafından Harran Savaşı’nda (7 Mayıs 1104) ağır bir yenilgiye uğratılmışlardı. Urfa Kontu II. Baudouin ve TellBâşir hâkimi Joscelin bu savaşta esir düşmüşlerdi. Bu fırsatı derhal değerlendirmek üzere harekete geçen Rıdvan el-Cezr, el-Fûa, Sermin, Maarrat Masrîn gibi stratejik noktaları geri aldı. Rıdvan’ın bu harekâtı sırasında Maarratünnûman, Kefertâb, Latmîn, el-Bâre de tekrar Türk hâkimiyetine geçti. Keza Antakya’nın savunması açısından çok önemli bir kale olup adeta kalkan görevi gören Artah da geri alındı. Melik Rıdvan’ın prinkepslik topraklarındaki akınları Demir Köprü’ye kadar ulaştı. Bu suretle Halep bölgesinde Hab dışındaki bütün önemli mevkiler Haçlılardan geri alınmış 15 16 İbnü’l-Kalânisî, s. 57 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 282; İbnü’l-Adîm, s. 590 vd. İbnü’l-Adîm, s. 591 vd. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan oluyordu. Ancak Rıdvan, kardeşi Dukak’ın ölümü (Haziran 1104’te) üzerine başlayan taht kavgalarına müdahil olmak ve Dımaşk’a hâkim olmak düşüncesiyle Halep bölgesindeki harekâtı sona erdirdi17. Ancak Antakya Haçlı kuvvetleri, ertesi yıl Harran Savaşından sonra kaybedilen şehir ve kaleleri geri almayı başardılar. Bu savaştan sonra kendisini toparlayamayan Antakya Prinkepsi Bohemund’un hem Türklere hem de Bizans’a karşı savaşabilmek için asker toplamak üzere Avrupa’ya döndü. Bunun üzerine onun naibi olan Tankred, stratejik öneminden dolayı ilk olarak Artah’ı geri almak için harekete geçti; bölgedeki Frankların da yardımıyla şehri kuşattı18. Bu sırada İbn Ammâr’ın Haçlılara karşı yardım çağrısı üzerine, Trablus’a gitmek için büyük bir ordu hazırlamış olan Rıdvan, bu durumu haber alınca derhal Tankred’in üzerine yürüdü. Tankred yaklaşan Selçuklu ordusunun kalabalık olduğunu görünce barış tekliinde bulunduysa da Rıdvan kabul etmedi. Böylece iki ordu Artah yakınında karşı karşıya geldi (20 Nisan 1105). Tankred, Selçuklu ordusunu keskin kayaların bulunduğu araziye çekip onların alışık oldukları savaş taktiklerini uygulamalarına fırsat vermeden bozguna uğrattı. Melik Rıdvan çekilirken Artah’ı geri alan Tankred, kaçanları takip ederek Halep’e kadar uzanan bir yağma akını düzenleyip çok sayıda esir ve ganimet elde etti. Artah yenilgisi Halep Melikliği için bir felaket niteliğindeydi. Şeyzer’e kadar civardaki her yer artık istila tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Halep’e göç etmeye çalışan çok sayıda insan yollarda Haçlı atlılarının saldırısına uğradı. Bu harekât sonunda Prinkepsliğin doğu sınırında yalnızca Esârib, güneyde ise Hama Selçukluların elinde kaldı19. Toprakları büyük tehdit altında bulunan Melik Rıdvan, Haçlılarla mücadeleyi sürdürebilmek için mütteikler bulmaya çalışıyordu. Sonunda Artuklu İlgazi, İspehbed Sabâve ve Sincar emiri Arslantaşoğlu Alp ile Haçlılara karşı arzu ettiği ittifakı kurdu. Ancak mütteikler, bir süre önce Sultan Berkyaruk tarafından Bağdat şahneliğinden alınmış olan İlgazi’nin teklii üzerine, önce Musul Valisi Çökürmüş’ün idaresindeki toprakları ele geçirmeye karar verdiler. Bu çerçevede önce Nusaybin kuşatıldı (Mayıs 1106). Çökürmüş Rıdvan’a kuşatmayı kaldırması durumunda kendisine her türlü yardımda bulunacağına dair söz vererek ittifakın bozulmasını sağladı. Rıdvan bunun üzerine Haçlılara karşı Çökürmüş’ün desteğini kazanmak arzusuyla kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. Fakat İlgâzi bu anlaşmaya karşı çıkıp Rıdvan’ı tehdit edince yakalanıp hapsedildi. İlgazi’ye bağlı Türkmenler bu yüzden ayaklandıkları için Rıdvan, Halep’e dönmek zorunda kaldı. Çökürmüş de sözünde durmayınca Rıdvan umduğunu bulamadı. Neticede Rıdvan’ın Haçlılara karşı kurduğu ittifak hiçbir başarı elde edemeden dağılmış oldu20. Bu durumdan da anlaşıldığı gibi, Halep 17 İbnü’l-Adîm, s. 592 vd.; İbnü’l-Kalânisî, s. 69; Radulfus, RHC occ., III, s. 712. 19 İbnü’l-Kalânisî, s. 69 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 593 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 318; Radulfus, RHC occ., III, s. 714 vd.; Fulcherius, RHC occ., III, s. 411; Albertus, ıx, 47. Bu savaş hakkında ayrıca Cahen, La Syrie, Paris 1940, s. 239 vdd.; Runciman, II, s. 41 vd.; Sevim, Suriye, s. 198 vd. 18 Albertus, ıx, 47. 20 İbnü’l-Esîr, X, s. 326 vd. Krş. Sevim, Suriye, s. 200 vd. 57 58 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 bölgesi Haçlılar tarafından istila edilirken Müslüman liderler, onlara karşı müşterek bir cephe oluşturamadılar. Hatta istila sürerken, Müslümanlar bir yandan da Haçlılarla çıkarları doğrultusunda işbirliği yapmaktan geri kalmadılar. Melik Rıdvan, bir süre sonra Çökürmüş’ün yerine Musul valisi tayin edilmiş olan Çavlı ile anlaşıp Antakya Prinkepsliği’ne karşı yeniden teşebbüse geçti. Fakat Haziran 1107’de Sultan I. Kılıç Arslan’a karşı kazandıkları zaferden sonra, Çavlı tarafından tutuklanmaktan korkarak Halep’e geri döndü. Çavlı ise Musul’u kendisinden alıp Mevdûd’a veren Sultan Muhammed Tapar’a karşı mücadele etmeye karar verdi. Bunun için paraya ve mütteiklere ihtiyacı olduğu için, Çökürmüş tarafından Musul’da hapsedilmiş olan Urfa Haçlı kontunu, askeri ittifak vaadi ve idye karşılığında serbest bıraktı (1108). Ancak Urfa’nın idaresini elinde bulunduran Antakya naibi Tankred, esaretten dönen Baudouin du Bourg’a şehri teslim etmek istemedi. Kont Urfa’ya girebilmek için Tankred’e karşı savaşmak zorunda kaldı (1108). Zaten başından beri birbirleriyle anlaşamayan bu iki Haçlı hâkimiyeti arasındaki husumet bunu takip eden süreçte de devam etti ve iki Haçlı lideri, yine birbiriyle rekabet eden Müslüman liderlerle ayrı ayrı işbirliği yapınca Müslüman-Haçlı ittifak gruplarının mücadelesi başladı. Kont Baudouin, Urfa’da yeniden hâkimiyet kurduktan sonra, Çavlı ile yapmış olduğu anlaşmaya bağlı kaldı. Haçlı kontu ile Emir Çavlı arasındaki bu dostluk ve ittifak Halep Selçuklu Meliki Rıdvan’ı endişeye düşürdü. Zira Muhammed Tapar’a karşı Irak’ta tutunamayacağını anlayan ve yeni bir hâkimiyet alanı arayışıyla Suriye bölgesine yönelen Çavlı, şimdi Fırat kavsinde harekâtta bulunarak Rıdvan’a bağlı araziyi tehdit ediyordu. Bunun üzerine Rıdvan Sıffîn’e kadar geldi ve burada Baudouin’in idyesinin bir kısmını Tell-Bâşir’den Çavlı’ya götürmekte olan kervana baskın düzenleyip paraya el koydu. Buna mukabil Çavlı da Fırat kenarında Rıdvan’a ait olan Bâlis şehrine hücum edip yağmaladı (22 Eylül 1108) 21. Rıdvan, kendisine bağlı toprakları işgale başlayan Çavlı’yı Haçlılardan daha büyük bir tehlike olarak görüyordu; bu yüzden ona karşı Tankred ile işbirliği yapmayı trcih etti. Rıdvan Antakya hâkimine gönderdiği mektupta, Çavlı’nın güçlenmesi ve Halep’i ele geçirmesi durumunda Haçlıların da artık Suriye’deki barınamayacaklarına işaretle iş birliği teklif etti. Bu anlaşmayı kabul eden Tankred Çavlı’yı Suriye bölgesinden uzaklaştırmak için 1500 kişilik bir kuvvetle Antakya’dan yola çıktı. Rıdvan kendisi bizzat gelmeyip 600 süvariyi Tankred’in emrine gönderdi. Çavlı ise buna Urfa Haçlı kontunu yardıma çağırdı ve kendisine ödeyeceği idyenin geri kalan kısmından vazgeçti. Kont II. Baudouin intikam alma fırsatını kaçırmamak için hemen Tell-Bâşir Senyörü Joscelin ile birlikte harekete geçip Menbiç önlerinde Çavlı’ya katıldı. Ancak bu sırada Sultan Muhammed Tapar tarafından Musul’a vali tayin edilmiş olan Mevdûd kumandasındaki Selçuklu 21 İbnü’l-Esîr, X, s. 370 vd. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan ordusunun şehre girdiği duyulunca emirlerin çoğu Çavlı’yı terk etti22. Tell-Bâşir yakınında, Müslümanlarla Haçlıların yine Müslümanlarla Haçlılara karşı yürüttükleri savaş (Ekim /Kasım 1108), politik çıkarlara dayanan İslâm-Haçlı işbirliğinin ilk örneği oldu. Savaşın başında Antakya kuvvetleri, merkezdeki Urfa kontunun birliklerine saldırıp onları geri çekilmek zorunda bıraktılar. Çavlı’nın sol kanadındaki birlikler ise Tankred’in piyade kuvvetlerine büyük kayıplar verdirerek bozguna uğrattılar. Ancak savaşın en şiddetli yerinde Çavlı’nın ordusundaki Bedeviler, Haçlı liderlerinin yedek atlarını çalıp kaçtılar. Onların kaçtığını gören diğer askerler de savaşı terk ettiler. Böylece savaşın talihi bir anda Çavlı ve Frank mütteiklerinin aleyhine döndü. Çavlı önce Rahbe’ye çekildi, sonra Suriye’de kalamayacağını anlayınca af dilemek üzere Isfahan’a, Muhammed Tapar’ın yanına döndü. Baudouin ile Joscelin ise savaştan sonra Tell-Bâşir’e gittiler 23. Böylece Melik Rıdvan Tankred’le yaptığı işbirliği sayesinde Çavlı’nın Suriye’ye hâkim olma girişimine engel oldu. Bununla birlikte BaudouinJoscelin-Çavlı ittifakı gibi Tankred-Rıdvan ittifakı da uzun ömürlü olmadı. Bir süre sonra birleşen Haçlılar, Suriye sahillerinde Müslümanlar aleyhine faaliyete geçip Trablus, Banyas, Cübeyl (1109), Beyrut (1110)’u işgal ettiler. Bu suretle sadece Suriye Selçukluları değil bölgedeki tüm Müslümanlar büyük bir tehditle karşı karışıya kaldılar. 1105 yılında ülkeye hâkim olan Muhammed Tapar’ın tekrar düzeni sağlamasından sonra nihayet Haçlılara karşı cihat atmosferi doğdu ve böylece 1110 yılında İslâm dünyası Haçlılara karşı taarruza geçti. 1110 yılı Nisan ayında, Sultan Muhammed Tapar’ın emriyle Musul Valisi Mevdûd’un kumandasında Urfa üzerine düzenlenen sefere Mardin Artuklu beyi İlgazi, Ahlat emiri Sökmen el-Kutbî, Meraga emiri Ahmedil, civardaki diğer valilerle çok sayıda gönüllü kuvvet katıldı. Dımaşk hâkimi Tuğtekin de bu Selçuklu ordusuna katılmak üzere yola çıktı; ancak Urfa’ya yardıma giden Haçlı kuvvetlerinin Fırat’ı geçtiğini, bir süre sonra da Selçuklu ordusunun Urfa’dan ayrıldığını öğrenince kuvvetlerinin bir kısmını onlara yardıma gönderip kendisi Dımaşk’a döndü. Halep Selçuklu Meliki Rıdvan ise Selçuklu ordusunun bu seferine katılmadı; Antakya naibi Tankred’in kuvvetleriyle beraber Urfa’ya yardıma gitmesini fırsat bilerek, Halep bölgesinde faaliyete geçti. Tell-Bâşir Savaşı sırasında Tankred’le yapmış olduğu anlaşmayı bozarak işgal altındaki topraklarını geri almaya girişti; hattâ Antakya’ya bağlı topraklara da akınlar düzenledi. Fakat bir süre sonra Tankred’in geri dönüş yolunda olduğunu duyunca Halep’e döndü. Rıdvan’ın taarruzunu bu sırada öğrenen Tankred, Fırat’ı geçerek Halep’in doğusundaki toprakları yağmalayıp tahrip etti. 22 23 İbnü’l-Esîr, X, s. 372. Tell-Bâşir yakınındaki savaş hak. bk. Fulcherius, RHC occ., III, s. 410; Albertus, x, 38; Willermus, RHC occ., I, s. 464 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 372 vd.; Urfalı Mateos, Vekayinâme, terc. H. Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), TTK-Ankara 1962 s. 234 vd. Geniş bilgi için Demirkent, Urfa, I, s. 119-125. Ayrıca W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907, s. 84 vd.; Runciman, II, s. 92-94; A. Sevim, Suriye, s. 209 vd.; A. Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/11051118), TTK-Ankara 1990, s. 99-102; A. Usta, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri, İstanbul 2008, s. 92-94. 59 60 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Haçlıların amansız davranışları karşısında yöredeki halk Bâlis tarafına göç etmek zorunda kaldı. Daha sonra batıya dönen Tankred Nakîra kalesini aldıktan sonra Halep’in 25 km. batısında önemli bir kale olan Esârib’i kuşattı. Rıdvan kaleyi kurtarabilmek amacıyla, Tankred’le anlaşmak için iki kez girişimde bulunduysa da neticede Esârib Haçlılara teslim olmak zorunda kaldı (1110/1111). Bunu takiben istila hareketine devam eden Tankred, Halep’in savunması bakımından çok önemli olan Zerdana ve Bikisrâil kalelerini de işgal ederek Halep’e kadar bölgeyi yağma ve tahrip etti. Halep bölgesindeki ahali her şeylerini geride bırakıp güvenli yerlere göç etmeye başladı. Çaresiz kalan Melik Rıdvan, Haçlı istilasını durdurmak için Tankred’le ağır şartlar içeren bir anlaşma yapmak zorunda kaldı. Buna göre Rıdvan 32.000 dinar, 10 Arap atı ile o yıl toplanan ürünün Haçlılara verilmesini ve elindeki esirleri serbest bırakmayı kabul etti. Bu durum Halep bölgesinde doğal olarak ekonomik kriz doğurdu. Rıdvan gibi Sûr, Şeyzer ve Hama emirleri de istiladan kurtulabilmek için Tankred’e para ödeyerek anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı24. Melik Rıdvan geçici olarak istilayı durdurmuştu; ama tüm Suriye gibi Halep de ciddi bir Haçlı tehdit altındaydı. Melik Rıdvan bu durumda tâbi olduğu Büyük Selçuklu sultanından yardım istemekten başka çare bulamadı. Bu amaçla Haçlı istilasının geldiği noktayı anlatmak için bu sırada Bağdat’ta bulunan Sultan Muhammed Tapar’a bir heyet gönderildi. Bu sırada Suriye’nin başka bölgelerinden de yardım istemek üzere elçiler gelmiş, Bağdat halkı da onlara katılmıştı. Şubat 1111’de Sultan Camii’ndeki Cuma Namazı sırasında yapılan gösteride olaylar çıktı, etraf tahrip edildi. Bir hafta sonra bu kez halifenin camii protesto gösterilerine sahne oldu. Bunun üzerine Sultan Muhammed Tapar, yanındaki kumandanlara Haçlılar üzerine bir sefer için hazırlıkların hemen başlamasını emretti25. Musul valisi Mevdûd kumandasındaki birçok emir ve beyin, ayrıca gönüllülerin iştirak ettiği Selçuklu ordusu Temmuz’da Harran bölgesinde toplandı. Bu sırada Şeyzer hâkimi İbn Munkiz de Tankred’in, Şeyzer karşısında Tell İbn Ma’şer kalesini üs olarak inşa etmeye başladığını bildirip Mevdûd’u yardıma çağırdı. Bundan sonra Müslüman ordusu Suriye yönünde harekete geçti ve Fırat’ı geçip 28 Temmuz 1111’de Tell-Bâşir önünde ordugâh kurdu. Joscelin ise Mevdûd’un ordusundaki Meraga Emîri Ahmedil’le gizlice bağlantı kurup kuşatmanın kaldırılmasını sağlamaya çalıştı. Bu sırada Halep Meliki Rıdvan, Haçlılar karşısında çok zor durumda olduğunu bildirip Selçuklu ordusunun acilen yardıma gelmesini istedi. Bunun üzerine Mevdûd, 26 gün süren Tell-Bâşir kuşatmasını kaldırıp Halep bölgesine yöneldi. Fakat Selçuklu ordusu Halep önüne ulaşınca askerlerin ahaliye kötü muamelesinden dolayı endişeye kapılan Rıdvan, şehrin kapılarını kapattı ve savunma tedbirleri aldı. Dışarıyla ilişkisi kesilen şehirde bir süre sonra yiyecek sıkıntısıyla beraber çapulculuk da başladı. Bu yüzden Rıdvan, tutumundan dolayı halk tarafından şiddetle 24 25 İbnü’l-Adîm, s. 596-598; İbnü’l-Kalânisî, s. 105 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 385 vd.; Albertus, xı, 4346; Ebu’l-Ferec, II, s. 350. İbnü’l-Kalânisî, s. 111 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 386 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 598; Ebu’l-Ferec, II, s. 350. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan kınandı. Selçuklu ordusunun Halep önünden ayrılıp Maarratünnûman’a yönelmesi bile Rıdvan’ın endişelerini gidermedi. Özellikle de Dımaşk emiri Tuğtekin’in Selçuklu ordusuna katılmasından büyük rahatsızlık duydu. Mevdûd’un bazı kumandanlarıyla temas kurup, onları Tuğtekin’i ortadan kaldırarak kaybetmekten korkan Tuğtekin, Haçlılarla barış yapmak için gizlice harekete geçti. Neticede Mevdûd’un ordusu çeşitli sebeplerle yavaş yavaş çözüldü ve Haçlılara karşı hiçbir girişimde bulunamadan dağıldı. Böylece üzerindeki Haçlı baskısı devam eden Melik Rıdvan mütteiksiz kaldı26. Melik Rıdvan bir süre sonra, Antakya Prinkepsi Tankred’in Azaz kalesine saldırmak için harekete geçmesi üzerine, 20.000 altın ve kıymetli hediyeler karşılığında onu bu girişiminden vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Haçlı liderini parayla durduramayınca Dımaşk Atabeyi Tuğtekin’den yardım istemek zorunda kaldı, onu anlaşmayı yapmak üzere Halep’e davet etti. Neticede taralar arasında ittifak sağlandı ve Tuğtekin Selçuklu meliki Rıdvan’ı metbû tanıdı (1112). Kısa süre sonra Kudüs Kralı I. Baudouin’in Dımaşk bölgesine saldırması üzerine bu kez Tuğtekin, Mevdûd’un yanı sıra metbûu Rıdvan’ı da yardıma çağırdı. Ancak o bu çağrıya, mütteiklerin Taberiye’de Haçlı ordusuna karşı kazandıkları zaferden (28 Haziran 1113) sonra 100 atlı göndermek suretiyle karşılık verdi. Bu duruma öfkelenen Tuğtekin Rıdvan’la yaptığı anlaşmayı bozarak onun adını hutbeden çıkardı. Melik Rıdvan’ın Haçlılara karşı mücadele edebilmek için güçlü bir ittifak cephesi oluşturma çabaları, ya Müslüman emirlerin çıkar hesapları ya da kendisinin şüpheci ve karasız tutumu sebebiyle her defasında başarısızlığa uğradı27. Neticede 11. yüzyıl sonlarında Haçlı Seferleri başladığı sırada birbirleriyle savaş halinde olan Suriye’deki Selçuklu melikleri, bölgedeki Haçlı istilası karşısında kuvvetlerini birleştirip etkili bir mücadele yürütememişlerdir. Özellikle Halep, bölgeye yerleşen Haçlılar karşısında sürekli olarak tehdite maruz kaldığından Melik Rıdvan, topraklarını koruyabilmek için bir ittifak kurmak amacıyla birçok girişimde bulunduysa da başarılı olamamıştır. Müslüman emirler müşterek hareket etme imkânı buldukları zamanlarda da kişisel çıkar ve hırsları doğrultusunda hareket ederek bu fırsatları yok ettiler. İslâm dünyasında yalnız kalan Rıdvan, Halep’te hâkimiyetini devam ettirebilmek için bazen Müslüman rakiplerine karşı Haçlılarla işbirliği yapmış, fırsat bulduğunda Haçlılara karşı saldırıya geçmiş, gerektiğinde de yüklü miktarda paralar ödeyip bir bakıma barışı satın almak suretiyle topraklarını Haçlı istilasından korumaya çalışmıştır. Hattâ bu uğurda yeri geldiğinde Bâtınilerle işbirliği yapmaktan da çekinmemiştir. Rıdvan’ın ölümünün ardından (Aralık 1113) oğullarının çok küçük olması sebebiyle yönetimi ellerinde bulunduran devlet adamlarının 26 İbnü’l-Kalânisî, s. 114 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 600 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 389 vd.; Ebu’l-Ferec, II, s. 351; Urfalı Mateos, s. 243. Krş. Cahen, La Syrie, s. 261 vdd.; Runciman, II, s. 99-101; Demirkent, Urfa, I, s. 140-148; Sevim, Suriye, s. 215-219; Özaydın, Muhammed Tapar, s.108-116. 27 İbnü’l-Kalânisî, s. 137; İbnü’l-Adîm, s. 601 vd. Krş. Sevim, Suriye, s. 220; Coşkun Alptekin, Dimaşk Atabegliği (Tog-Teginliler), İstanbul 1985, s. 47-49. 61 62 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 başarısızlığı yüzünden Halep Melikliği iç sorunlarla uğraşırken, dışta da Haçlı baskısı ve saldırıları artık dayanılmaz boyutlara ulaşmış, şehrin kaybedilmesi an meselesi haline gelmişti. Bu yüzden ahali, kendilerini Haçlı istilasına karşı koruması için şehri Artuklu İlgazi’ye teslim etmeyi tercih ettiler. İlgazi’den (ölm. 1122) sonra da Haleb’i Haçlılara karşı yine Artuklu Belek Gazi (ölm 1124) ve Timurtaş savundular. Dımaşk ise sürekli saldırıya uğrayan Halep’e göre daha az Haçlı baskısı altında olsa da Melik Dukak, Franklara karşı düzenlenen tüm seferleri, bizzat katılarak veya kuvvet göndererek desteklemiştir. Hâkimiyeti altındaki topraklardan bazen savaş bazen de anlaşma yoluyla Haçlı tehdidini uzaklaştırmaya çalışmıştır. Dımaşk Selçuklu Melikliğinin son bulmasından sonra (1104) ise, idareyi devralan ve bir Atabeglik kuran Tuğtekin bu mücadeleyi devam ettirmiştir. Her şeye rağmen Haçlı Seferleri boyunca, gerek Selçuklular gerekse onların haleleri zamanında Halep ve Dımaşk düşmemiş; Haçlı istilasına karşı başarıyla savunulmuşlardır. Kaynaklar Abdulkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001 Abdulkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), TTKAnkara 1990 Abdulkerim Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı: 36 Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, TTK-Ankara 1989 Albertus Aquensis, neşr. ve terc. S. B. Edgington, Albert of Aachen. Historia Ierosolimitana, History of the Journey to Jerusalem, Oxford 2007 Anonymi Gesta Francorum, terc. R. Hill, The Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, Oxford 1979 Coşkun Alptekin, Dimaşk Atabegliği (Tog-Teginliler), İstanbul 1985 Ebu’l-Ferec (Bar Hebraeus), terc. Ömer Rıza Doğrul, Abû’l Farac Tarihi, II, TTK-Ankara 1987 Fulcherius Carnotensis, terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969 Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), I, TTK-Ankara 1990 İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb min Tarihi Haleb, RHC or., III İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Tarih, terc. A. Özaydın, İstanbul 1987 İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Târih Dımaşk, terc. H.A.R. Gibb, The Damascus Chronicle of The Crusades, Londra 1932 J. France, Victory in the East. A Military History of the First Crusade, Cambridge 1996 Raimundus Aguilers, terc. H. Hill-L. Hill, Raymond d’Aguilers, Historia Francorum, qui Ceperunt Iherusalem, Philadelphia 1968 St. Runciman, terc. F. Işıltan, Haçlı Seferleri Tarihi, I, TTK-Ankara 1986 Th. Asbridge, First Crusade, Oxford 2004 Willermus Tyrensis, terc. E.A. Babcock - A.C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By William Archbishop of Tyre, I, New York 1943 Anonim Süryanî Vekayinâmesi, terc. A.S. Tritton, The First and Second Crusades from an Anonymous Syriac Chronicle, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, 1933 Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan Relations with the Syria’s Seljuk Sultans of Crusaders Ebru Altan Abstract When the Crusades broke out at the end of the 11th century, the Seljuk in Syria was splitted under the governance of Tutuş’s sons. There was a lasting struggle between Rıdwan in Halep and his brother, governer of Damascus, for dominion of Syria governance. Seljuk’s Sultans have failed to unite, while the irst Crusades was approaching to Antioch. They made several attemts save Antioch but they failed. Halep was constantly invaded by the Crusaders after Crusaders had taken Syria and Palestine. Melik Rıdwan whom state was exposed to great danger tried to ind allies. But Muslim leaders were unable to irm a common front. In order to maintain his dominance in Aleppo Rıdwan sometimes collaborated with the Crusaders against Muslim rivals attacked Crusaders when he found a chance; if necessary he tried to protect his territory against Crusaders by paying a large sum of money. Regardless of all circumstances the Seljuk’s Sultans stopped to the invasion of Aleppo and Damascus by Crusaders. This article evaluates Seljuks attitude against Crusaders and attempts to save their lands from invasion under the light of literature and source. Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri Ebru Altan Özet 11. yüzyıl sonlarında Haçlı Seferleri başladığında Suriye’deki Selçuklu Devleti, Tutuş’un oğullarının idaresinde ikiye ayrılmış olup Halep’te hüküm süren Rıdvan ile kardeşi Dımaşk Meliki Dukak, Suriye hâkimiyeti için sürekli mücadele halindeydiler. Birinci Haçlı Seferi orduları Antakya’ya doğru ilerlerken de Selçuklu melikleri birlik olmayı başaramadılar. Antakya’yı kurtarmak için ayrı ayrı girişimde bulundular, ama başarısızlığa uğradılar. Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri üzerine özellikle Halep bölgesi sürekli Haçlı istilasına uğradı. Devleti büyük tehlikeye maruz kalan Melik Rıdvan, mütteikler bulmaya çalıştıysa da Müslüman liderler, müşterek bir cephe oluşturamadılar. Rıdvan, Halep’te hâkimiyetini devam ettirebilmek için bazen Müslüman rakiplerine karşı Haçlılarla işbirliği yaptı, fırsat bulduğunda Haçlılara karşı saldırıya geçti, gerektiğinde de yüklü miktarda paralar ödeyerek bölgesini Haçlı istilasından korumaya çalıştı. Öte yandan Dımaşk Meliki Dukak da Suriye ve Filistin’de yerleşen Haçlılara karşı yürütülen mücadeleleri ya bizzat katılarak ya da kuvvet göndererek destekledi. Her şeye rağmen Selçuklu melikleri Halep ve Dımaşk’ın Haçlılar tarafından işgal edilmesine engel oldular. Bu yazıda Suriye Selçuklularının Haçlılara karşı tutumu ve topraklarını istiladan kurtarma çabaları kaynak ve araştırma eserler ışığında değerlendirilmektedir. 63 64 Osman Turan’ın bir seyahatinden Fuat Turan arşivi TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar Muallâ Uydu Yücel Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Kuman-Kıpçaklar, Balkaş Gölü’nden Tuna boylarına kadar uzanan geniş topraklarda büyük etkiler yaratıp, önemli izler bırakan bir Türk boyudur. Öyle ki, hüküm sürdükleri bu geniş coğrafyanın İslâm kaynaklarınca Deşt-i Kıpçak olarak adlandırılmasını sağlayacak dönüşüme imza atmışlardır. Bu çalışmada Türk tarihinin ihtişamlı dönemlerinden birisini oluşturan Selçuklu çağında (11-14.yüzyıllar) Türkistan’dan başlayarak Hazar Denizi, Karadeniz’in kuzeyi ve Doğu Avrupa bozkırlarında çok önemli roller oynayan Kuman-Kıpçakların tarihleri değerlendirilecektir. Kadim Türk boylarından birinin adı olan Kıpçak kelimesinin aslının Kıvcak (Kıpçak) olduğu; ancak daha sonra meydana gelen ses değişmeleri neticesinde Kıfçak, Hıfçak, Hıfçah şekillerini aldığı ilim âleminde kabul gören bir görüştür. Kuman-Kıpçak hem bir Türk boyunun, hem de bu Türk boyunun önderliğinde kurulan boy birliğinin adıdır1. Kuman-Kıpçakların Yayıldıkları Sahalar2 1 A.Gökbel, Kıpçaklar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000, s.27. 2 www.nnm.me adresinden 13.08.2014 tarihinde alınmıştır. 65 Kıpçak kelimesi Kıpçak kelimesi Türk dilinin en değerli ve önemli yadigârlarından Kaşgarlı Mahmut’un Divân-u Luga Mahmut’un Divân-u Lugat-it Türk adlı eserinde Kıvcak şeklinde yazılmış; Türklerden büyük TYB AKADEMİ / Eylül 2014 66 bir bölük; bu bölüğün bir bölük; bu bölüğün oturduğu bölge ve Kaşgar yakınlarında bir yer adı 3olarak anlamlandırılmıştır . Bu Kıpçak kelimesi Türk dilinin en değerli ve önemli yadigârlarından Kaş3 anlamlandırılmıştır . Bu isim Yusuf Has Hacib’in eseri Kutadgu Bilig’de dört yerde 4 yagarlı Mahmut’un Divân-u Lugat-it Türk adlı eserinde Kıvcak şeklinde geçerken ; Oğuz Kağan zılmış; Türklerden büyük birda bölük; bölüğün oturduğu bölge ve Kaş- anlamında geçerken4; Oğuz Kağan Destanı’nda “içibuçürümüş ve oyulmuş ağaç” gar yakınlarında bir yer adı olarak anlamlandırılmıştır3.kullanmıştır. Bu isim YusufMoğol tarihç 4 Has Hacib’in Kutadgu Bilig’de dört yerde geçerken ; Oğuz Kağan kullanmıştır. Moğol tarihçisieseri Reşidüddin’in de Camiü’t-Tevarih adlı eserinde, Kıpçak-Kıwcak adını “çürümüş, yıpranm Destanı’nda da “içi çürümüş ve oyulmuş ağaç” anlamında kullanmıştır. adını “çürümüş, yıpranmış kabuğu”deşeklinde vermesiadlı bueserinde, görüşü Kıpçakdesteklemektedir. Moğol tarihçisiağaç Reşidüddin’in Camiü’t-Tevarih Kuman-Kıpçaklar da diğ Kıwcak adını “çürümüş, yıpranmış ağaç kabuğu” şeklinde vermesi bu göKuman-Kıpçaklar da diğer Türk boyları gibi kaynaklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır. rüşü desteklemektedir. Kuman-Kıpçaklar da diğer Türk boyları gibi kayBizanslılar ve Lâtinler: K naklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır. Bizanslılar ve Lâtinler: Kumanos, Bizanslılar ve Lâtinler: Kumanos, Kumanoi, Cumanus, Komani; Ruslar: Polovets, Polovtsı ya da Kumani Kumanoi, Cumanus, Komani; Ruslar: Polovets, Polovtsı (Половцы ya (Половцы ya da Çinliler:(Qinchá); 钦 (Qīnchá ve diğer Batılı milletler: da Kumani Kumani (Кума́ны ;; Çinliler: Alman ;veAlman diğer Batılı milletler: Falben, Falones, Valani, Valwen, Pallidi; Ermeniler: Khartes; Macarlar: Falben, Falones, Valani Falben, Falones, Valwen, Kıpçak Pallidi; Ermeniler: Khartes; Macarlar: Kun; Valani, İslâm Kaynakları: (Kıfçak, Khıfşak) adını vermişlerdir. Onla-Kun; İslâm Kıpçak (Kıfç ra her milletin kendi dilinde verdiği ismin ortak anlamı iseKaynakları: “sarı, sarımsı, Kaynakları: Kıpçak (Kıfçak, vermişlerdir. Onlara her milletin kendi dilinde 5 açık sarı, samanKhıfşak sarısı”dıradını . Kuman-Kıpçakların Batı Gök-Türk toplulukverdiği ismin ortak anlamı 5 oldukları larından biri ise veya İrtiş sarımsı, boylarında yaşayan Kimeklerin bir kolu verdiği ismin ortak anlamı “sarı, açık sarı, saman sarısı”dır . Kuman-Kıpçakların görüşü de ileri sürülmektedir. Batı Gök-Türk toplulukl Batı Gök-Türk topluluklarından biri veya İrtiş boylarında yaşayan Kimeklerin Türk boylarının Türkistan’dan batıya doğru göçlerinin sebepleriyle il- bir kolu oldukları görüşü de ileri sü 1120 yıllarında kaleme aldığı Taba-i Hayavan adlı oldukları görüşügilidebilgi, ileriMervezi’nin sürülmektedir. eserinde yer almaktadır5. Bu müellife göre, göçlerin en önemli nedeni Türk boylarının 986’da Pekin’in kuzeybatısındaki eden ve Moğolca konu-ilgili bilgi, Türk boylarının Türkistan’dan batıyabölgeyi doğruistilâ göçlerinin sebepleriyle Mervezi’nin 1120 yılların şan bir kavim olan Kitanların baskısıdır. Kuman-Kıpçaklar Kitan baskısı 6 Mervezi’nin 1120 yıllarında kaleme aldığı Taba-i Hayavan adlı eserinde yer almaktadır . Bu üzerine yurtlarını terk edip, batıya doğru Huang-ho (Sarı) Nehrin büyük müellife göre, göçlerin en doğu kıvrımı boyunca yürüyüşe geçmişlerdir. Nan-shan Dağlarının oldumüellife göre, göçlerin en önemli nedeni 986’da Pekin’in kuzeybatısındaki bölgeyi istilâ eden ğu bölgede bulundukları sırada güneyden gelen ve Türkçevekonuşan Kunkonuşan bir Moğolca (Kuman-Kıpçak)-Sarı boyunun katılımıyla daha da Kuman-Kıpçaklar kuvvetlenmişler ve birve Moğolca konuşan bir kavim olan Kitanların baskısıdır. Kitan baskısı likte Tanrı Dağları’nın kuzeyine kadar ilerlemişlerdir. üzerine yurtlarını terk e üzerine yurtlarını terk edip, batıya doğru Huang-ho (Sarı) Nehrin büyük doğu kıvrımı boyunca yürüyüşe geçmi boyunca yürüyüşe geçmişlerdir. Nan-shan Dağlarının olduğu bölgede bulundukları sırada güneyden gelen ve Türkç güneyden gelen ve Türkçe konuşan Kun (Kuman-Kıpçak)-Sarı boyunun katılımıyla daha da kuvvetlenmişler ve birlikte kuvvetlenmişler ve birlikte Tanrı Dağları’nın kuzeyine kadar ilerlemişlerdir. 3 4 5 Kaşgarlı Mahmut, Divân-u Lugat-it Türk, Besim Atalay Neşri, Ankara 1939-1945, C.II, s.276, C.III, s.351. Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara l991, s.261, 277, 343, 512 Pletnëva, Polovtsı, Moskva 1991, s.3; P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy do Naşestviye Tatar, İstora Yujno-RusskiyStepey IX-XIII vv., Kiev l884, s.127-128; Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara l972, 3 Kaşgarlı Mahmut, Divân-u Lu s.70; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997,s.175; L. Ràsonyi, 4 Divân-u Lugat-it Kuman-Kıpçaklar”, Türk, Besim Atalay Neşri, Ankara 1939-1945, C.II,1939, s.276, C.III, s.351.(Neş. R Kutadgu Bilig I, Metin “Tuna Havzasında Belleten, C. III, S. 11/12, s. 403, Temmuz Ankara. Kaşgarlı Mahmut, 5 Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara l991, s.261, 277, 343, 512 19 Pletnëva, Polovtsı, Moskva 5 Pletnëva, Polovtsı, Moskva 1991, s.3; P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy do Naşestviye Tatar, İstora Yujno-RusskiyStepey IX-XIII Yujno-RusskiyStepey IX-XIII vv., Kiev l884, s.127-128; Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadenizve Kuzeyindeki Türk Kavimleri Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara l972, s.70; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997,s.175; Yayınları, İstanbul 1997,s.175; L. Ràsonyi, “Tuna Havzasında Kuman-Kıpçaklar”, Belleten, C. 1939, III, S.Ankara. 11/12, s. 403, Temmuz 6 403, Temmuz 1939, Ankara. C.Sağır, Temim İbn Bahr 6 C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan Eserinin Tercüme ve Değerlendirilmesi, M.Ü. Türki 3 4 Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Kaçan Kuman-Kıpçak Grupları (Kadınlar üstü çuha bir kubbeyle ya da tenteyle örtülmüş bir arabayla taşınıyor, Horváth, Pechenegs, s.49). Kuman-Kıpçak boyları 10. yüzyılda, Altay Dağları’nın batısına kadar uzanan Kimek bölgesinin bir kısmını da içine alan, Tobol ve İşim Irmakları arasındaki bozkırlarda yaşamışlardır. Daha sonra 1012 yılı civarında, Müslüman Karluklarla Oğuzların topraklarının sınırı olan Cungarya Girişi’nden geçmişlerdir. Bundan sonraki yıllarda Sir-Derya Nehri’nin kuzeybatı bölgesinde Kuman-Kıpçaklar, Sarılar ve Sarılara katılan Batı Sibirya Kıpçakları (Kimek) ile birleşerek güçlü bir boy federasyonu meydana getirmişlerdir6. Kıpçak-Sarı-Kimek federasyonu sınırlarını Türkistan’dan Yayık (Ural)’ın Avrupa yakasına kadar genişletmiştir. Kuman-Kıpçakların bir grubu bugünkü Kazakistan bozkırlarında kalarak mücadelelerine Oğuzlar (Oğuz Yabguluğu) ve sonra da Harezmşahlar ile devam etmişlerdir. Kuman-Kıpçakların büyük kısmını kapsayan diğer kısmı ise 1030’larda İdil boyuna gelerek buradan batıya doğru ilerlemiş ve bu sırada Oğuzları (Uzları), yaşamakta oldukları Don Nehri boyundan iterek çıkarmışlardır. Bu şekilde yerlerinden olan Oğuzlar da önlerindeki Peçeneklere baskı yaparak Dinyeper Nehri’nin sol tarafını ellerine geçirmişlerdir (1048). Böylece Kuman-Kıpçaklar, X. yüzyıldan itibaren Oğuzları sürekli ba- 67 68 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 tıya doğru iterek takip etmişler ve 1054’te Oğuzların hemen ardından, Karadeniz’in kuzeyinde yükselmeye başlayan Kiev Knezliği’nin güney sınırlarına ulaşmışlardır. Bu yüzdendir ki adları Rus Yıllıklarında ilk defa geçtiğinde Türkmen, Peçenek ve Uzlarla aynı oldukları belirtilmiştir6. Daha sonra 12.yüzyılın ilk yarısı boyunca Kiev Knezliğinin Dinyeper hattını yararak ilerleyen Kuman-Kıpçak federasyonu, Knezliğin içine sızmak üzere iki kola (doğu ve batı) ayrılmış ve Arap coğrafyacı İdrisi bu yüzden onları “Beyaz ve Siyah Cumania (Kumaniya)” olarak isimlendirmiştir7. Karadeniz’in kuzeyine ve daha sonra Doğu Avrupa ile Balkanlara gelen Kuman-Kıpçakların bundan sonraki mücadeleleri ve münasebetleri sırası ile Hazarlar, Peçenekler, Macarlar, Bulgarlar, Romenler ve Bizans ile olmuştur. 11. yüzyıldan itibaren Kuman-Kıpçakların bir kısmı Yayık’ı aşıp Kamaİdil sahasına gelmişler ve İdil Bulgarları ile karışmışlardır. Diğer bir kısmı ise Aşağı İdil boyuna giderek Hazarlar ile komşu olmuşlardır. Bu sırada çökmekte olan Hazarlar Kuman-Kıpçak saldırılarına karşı hiçbir şey yapamamışlar ve nihayetinde de bu hücumlar Hazar Devletinin yıkılmasında önemli rol oynamışlardır. Bundan sonra bölgenin hâkimiyeti iki yüzyıl gibi bir süre Kuman-Kıpçakların eline geçmiş, ancak 1229 yılında yaşanan Moğol istilâsı bu hâkimiyetin sonunu getirmiştir8. Kuman-Kıpçakların İdil boylarına geldikten sonra Peçeneklerle de mücadele içerisinde olmuşlardır. Ancak Kuman-Kıpçakların Peçeneklerle münasebetleri daha Türkistan’da iken, Peçeneklerin İli, Çu ve Talas boylarındaki otlaklarını Karluklara kaptırarak Sir Derya (Seyhun) ile Aral Gölü taralarına çekilmek zorunda kalmalarıyla başlamıştır. Nitekim İslâm kaynakları da 10. yüzyılda Kuman-Kıpçakları, Peçeneklerin düşmanları ve doğu-kuzey komşuları olarak göstermişlerdir. Bu dönemde Hazarlar ile Kama Bulgarları arasında kalan Peçeneklerin doğuya ilerlemelerine Kuman-Kıpçaklar engel olmuştur9. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Kuman-Kıpçakların bir kısmı 1030’lar- 6 7 8 9 C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan Eserinin Tercüme ve Değerlendirilmesi, M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi, İstanbul 2006, s.44. A.P. Horváth, Pechenegs, Cumans, Iasians, Steppe Poples in Medieval Hungary, Trans. T.Wilkinson, Budapest l989, s.42. PovestiVremennıhLet, /Haz. D.S.Lihaçeva-B.A.Romanova/,Moskva-Leningrad 1950, s.150151; Letopis Po İpatiyevskayaSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sankt-Peterburg, 1871, s.161; Letopis Po LavrentiyevskomuSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sank-Peterburg, 1872, s.223; TroitskayaLetopis’, /Haz. M.D. Priselkov/, Moskva-Leningrad, 1950, s.17; PolnoeSobranieRusskihLetopisi, RadzivilovskayaLetopis, T.XIII, Leningrad, 1989, s.92; PolnoyeSobranieRusskihLetopiseh, Letopis Po VoskrasenskomuSpisku ArheograiçeskoyuKomisseyu, Sank-Peterburg, 1856, s.9; Patriarş ili NikonovskoyuLetopisyu, PolnoyeSobraniyeRusskihLetopisey, Sank-Peterburg, 1862, s.125. Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK Basımevi, Ankara 2001, s.121. pçakların eline geçmiş ve bu saha İslâm kaynaklarında “Deşt-i nmıştır ki Moğol istilâsı bu adı daha sonra umumileştirecektir. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel n Kuman-Kıpçakların Türkistan’da Oğuz ve Harzemşahlarla da İdil boyuna geldikten sonra 1060’larda Oğuzları takiben Tuna’ya doğbi hiç şüphesiz, verimli otlaklara sahip olmak ve zengin Harezm ru ilerlemişler ve 1064’de onları nehrin güneyine iterek Macaristan’a gir- de etme arzusu olmuştur. için Oğuzgüney Yabguluğu mişlerdir. Böylece Kumanlar 11. yüzyılın sonlarında Rus bozkırları tamamen Kuman-Kıpçakların eline geçmiş ve bu saha İslâm kaynaklarında “Deşt-i k çok kolayKıpçak” olmuş;adıfakat Harzemşahlarla, özellikle Atsızbu adı daha sonra ile anılmaya başlanmıştır ki Moğoldeistilâsı umumileştirecektir. ler yaşanmıştır. Selçuklu Sultanı Sencer’in vassalı olan Yukarıda sözü edilen Kuman-Kıpçakların Türkistan’da Oğuz ve ), bozkırdakiHarzemşahlarla boylar üzerine yaptığı seferlerde bölgenin kilit mücadelesinin en önemli sebebi hiç şüphesiz, verimli ot- laklara sahip olmak ve zengin ticaretindenkadar daha fazla istifade etme Derya’nın aşağı kısımlarına nüfuz etmişHarezm ve Mangışlak’a arzusu olmuştur. Kumanlar için Oğuz Yabguluğu üzerinde hâkimiyet tesis etmek çok Kuman-Kıpçakların kolay olmuş; fakat Harzemşahlarla, özellikle de Atsız döneminrlerden rahatsız olan bir kısmı yurtlarında de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Selçuklu Sultanı Sencer’in vassalı olan ısmı batıya Harezmşah doğru harekete Yayık ve Cimboylar nehirlerini Atsız geçmiş, (1128-1156), bozkırdaki üzerine yaptığı seferlerde bölgenin kilit noktalarını ele geçirerek Sir-Derya’nın e zorladıkları Oğuzları bir kere daha yerlerinden atmışlardır12. aşağı kısımlarına betleri nüfuz etmiş ve Mangışlak’a kadar akınlar düzenlemiştir. Bu seferlerden rahatsız olan Kuman-Kıpçakların bir kısmı yurtlarında kalmayı tercih ederken; bir kısmı batıya doğru harekete geçmiş, Yayık ve Cim nehirlerini aşarak daha önce buralara göçe zorladıkları Oğuzları bir kere daha yerlerinden atmışlardır10. Kuman-Kıpçak-Rus Münasebetleri Oğuz-Uzlara baskı yaparak 1048’de onların Balkanlara doğru 1048’de onların Kuman-Kıpçaklar, önlerindeki Oğuz-Uzlara baskı yaparak çekilmelerine sebep olmuşlardı. inmiş; Kendileri bu tarihten itiı. Kendileri Balkanlara bu tarihtendoğru itibaren Güney Rus bozkırlarına baren Güney Rus bozkırlarına inmiş; Rus Yıllıklarında ilk defa 1054 yılın- :Polovetsi, Polovtsi” adıyla tarihe tarihe geçmişlerdir11. Bundan da “Половцы:Polovetsi, 1054 yılında Polovtsi” adıyla sonra hâkimiyetini Dinyeper’e kadar yayan bu Türk boyu doğuda “Kıpçak”, 12 hâkimiyetini Dinyeper’e kadar bu Türk batıda ise “Kuman” adı yayan ile anılmıştır . Buboyu boyundoğuda daha çok batıdaki tarihi konu edileceğinden bundan sonra kendilerinden Kuman olarak bahsedi- 14 ” adı ile anılmıştır lecektir. . Bu boyun daha çok batıdaki tarihi konu ndilerinden Kuman olarak bahsedilecektir. Rus Yıllıkları Kuman adına ilk defa başlangıç kısımlarında yer ver- mişlerdir. Bu vesileyle Kumanların âdetleri hakkında kısa bir bilgi sunmuşlardır. Daha sonra 898 ve 1000 yıllarındaki hâdiseler sırasında yine Kumanlardan bahsetmişlerdir. 11. yüzyılın ikinci çeyreğinde Horasanhi, İstanbul 1937, s.39. büyük bir devlet kuran Oğuzlar (Selçuklular), 1050’lerden itibaİran’da arının Katalizör Boyu Kıpçaklar, Çev. Kürşat Yıldırım, Selenge Yayınları, ren İslâm ülkelerine doğru yoğun bir fetih hareketi sürdürürken; soydaşları olan Kumanlar da Güney Rus bozkırlarında 1224 yılına kadar sürecek İpatiyevskayaLetopis’, s.114; kökleştirmek LavreniytevskayaLetopis’, s.158; vermekteydiler. olan hâkimiyetlerini için büyük bir mücadele NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.182-183; Sultan Tuğrul Bey döneminde Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda görüesenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91. a.g.e., s. 70; Ràsonyi, Tuna Havzasında, s.408; Pletnëva, Polovtsı, s.26; 10 Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara l985, s.69. IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı 1972. 11 12 Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, s.39. 5 Sercan M.Ahincanov, Türk Halklarının Katalizör Boyu Kıpçaklar, Çev. Kürşat Yıldırım, Selenge Yayınları, İstanbul 2009, s.210. 69 70 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 nen Kumanların Ruslarla olan münasebetleri, sınır komşuluğu şeklinde başlamıştır. Bu yüzdendir ki Kumanlar, bozkıra en yakın bölgede yer alan Pereyaslavl Knezliğine 1055 yılında başbuğları Boluş’la13 birlikte gelmişler ve Pereyaslavl Knezi Vsevolod ile bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşma ile Knez, Kumanlara pekçok hediye vermiş ve onların saldırılarını önlemiştir. Ancak bu anlaşma uzun sürmemiş; Kumanlar 1060/1061’de bu defa başbuğları İskal kumandasında tekrar Pereyaslavl Knezliği topraklarına girerek Rusları yenmişlerdir14. Kumanlarlar Yurt’la Örtülü Arabalarda Yolculukta (Horváth, Pechenegs, s.110). Kumanlar 1068 yılında kendilerinden kaçan bazı Uz ve Peçenek gruplarını hizmete aldığı gerekçesi ile Pereyaslavl Knezini cezalandırmak amacıyla topraklarına girdiler. Bu durumdan son derece rahatsız olan knezi diğer knezlerden yardım istedi. Rus knezleri yaptıkları istişare neticesinde Kumanlarla birlikte mücadele etmeye karar vermişlerdir (Bu taktik Rus knezleri tarafından sık sık denenmesine rağmen, sadece1103 ve 1184 tarihlerinde başarılı sonuç vermiştir). Kumanlar kendilerine karşı birleşen Rus knezlerini Alta Irmağı yakınlarında mağlup etmekle kalmamış aynı zamanda Çernigov Knezliği’nin topraklarına kadar ilerlemişlerdir. Hatta korkuya kapılan Kiev Knezi İzyaslav Mstislaviç Lehistan’a kaçmıştır15. Bundan sonra karşılarında esaslı bir güç bulamayan Kumanlar bazen her yıl, bezen de iki-üç yılda bir Ruslara karşı akınlar düzenlemişlerdir. Sultan Alp Arslan’ın Anadolu kapılarını zorladığı 1070’li yıllarda Kumanlar da Rus knezliklerine karşı birbiri ardınca saldırılar düzenlemekteydiler. Türkistan’dan Hazar’ın 13 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.114; LavreniytevskayaLetopis’, s.158; TroitskayaLetopis’, s.141; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.182-183; RadzivilovskayaLetopis’, s.69; VoskresenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91. 14 Kafesoğlu, a.g.e., s. 177; Kurat, a.g.e., s. 70; Ràsonyi, Tuna Havzasında, s.408; Pletnëva, Polovtsı, s.26; E.B.Kumekov, GosudorstvoKimakov IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı 1972. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel kuzeyi ve güneyini izleyerek iki koldan devam eden göç aynı nedenden kaynaklanmakta ve bir vatan kurma amacına yönelik olarak sürmekteydi. Kıpçaklar’ın akınları bugün Rusya Federasyonu’nun Güney Avrupa bölgesinde bulunan ve Don üzerinde yer alan Rostov ve Neyatin bölgesinden başlamışlardır15. Daha sonra 1078’de tekrar Pereyeslavl Knezliği topraklarına, l079’da Voin kasabasına, 1080’de Novgorod-Seversk bölgesine,16 1083’de Goroşin sahasına, 1084’de Preyeslavl Knezliği’nin toprakları içerisinde buluna Priluk şehri civarına, 1085’de Dinyeper Nehri’nin sağ sahilleri ile 1092’de aynı nehrin hem sağ hem de sol sahillerine akınlar düzenlemişlerdir17. Kakaslomnic’ten kapaklı bir Kumanlar okluğu çizimi.(Vel’káLomnica, Çekoslovakya). Oyma kemik şeritleri ve altı uzantılı Gotik, kapağın üstünde görülebilir (Horváth, Pechenegs, s.74). Kumanların, Rus bozkırlarına geldikleri 1055’den 1092 yılına kadar Rus şehirlerine sürekli akınlar düzenledikleri, ancak 1092 yılına kadarki akınların Rus topraklarının bozkırla sınırdaş olduğu Pereyeslav, Çernigov 15 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.114, LavrentiyevskayaLetopis’, s.158; TroitskayaLetopis’, s.141; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.182-183; RadzivilovskayaLetopis’, s.69; VoskresenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91. 16 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.115; LavrentiyevskayaLetopis’, s.159; TroitskayaLetopis’, s.142; Novgorodskoye Pervoye Letopis’Sinodalnıy Spisok,s.17; Novgorodskoye PervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.183; RadzivilovskayaLetopis’, s.70: Bu yıllıkta’da; Voskresenskaya Letopis’, s.334; NikonovskayaLetopis’, s.92. 17 PovestiVremennıhLet, s.112; İpatiyevskayaLetopis’, s.118; LavrentiyevskayaLetopis’, s.163; TroitskayaLetopis’, s.144; NovgorodskoyePervoyeLetopisKomissonnıySpisok, s.186; RadzivilovskayaLetopis’, s.71; VoskresenskayaLetopis’, s.336; NikonovskayaLetopis’, s.94. 71 72 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ve Kiev’in güney kısımları ile sınırlı kaldığı görülmektedir. 1080’lerden itibaren Kumanların hâkimiyet merkezlerini Don ve Dinyester nehirleri arasındaki bölge oluşturmakla beraber, Balkaş GölüTalas havalisinden Tuna ağzına kadar olan bölgede de üstünlük sağlayarak, Kafkaslar’da Kuban bölgesi ile kuzeyde Oka-Sura Nehirleri boyuna, yâni İdil Bulgar sınırına kadar yayılmışlardır. Rus ilim adamları arasında Kumanlar üzerine yaptığı çalışmalar ile öne çıkan D. Rasovskiy’e göre, Rus, Bulgar, Alan, Burtas (Mordva), Hazar ve Ulahlar Kumanların hâkimiyeti altında yaşamışlar ve bu sırada Kuman ülkesi 5 bölgeye ayrılmıştır. Bu bölgeler: Türkistan, İdil-Yayık, Don-Doneç, Aşağı Dinyeper ve Tuna’dır17. Kumanlara ait boyların her biri kendi başbuğları idaresinde yaşamaktaydılar. Bu başbuğlar arasında özellikle Altunapa, Şarukan (Saruhan), Bonyak Tugorhan önemli roller oynamışlardır. 1090’lardan itibaren Güney Rusya’da veya Karadeniz’in kuzeyinde çok fazla bir mukavemetle karşılaşmadan akınlara ve buralara yerleşmeye devam eden Kumanlar, bu toprakların geleneksel hayat tarzlarına uygun olması sebebiyle, kalıcı olabilmek için bu akınlarına hız kesmeden devam etmişlerdir. Bu bakımdan 1090 ile 1110 yılları arası Kumanların Rus topraklarına karşı saldırılarının doruğa çıktığı dönem olmuştur. Kumanların bölgede kalıcı olma istekleri bir taraftan kendi mücadeleleri sayesinde hayat bulurken; diğer taraftan Rus knezlerinin davetleri de bu gayenin gerçekleşmesine yardımcı olmaktaydı. Tahta geçen her Rus knezi Kumanlardan barışı muhafaza etmelerini istemiş ve hediye adı altında verdikleri haraç sayesinde bunu sağlamaya çalışmışlardır. Bizans’a “Bozkırla Mücadele Dönemini” yaşatan Peçenekler, Bizans’ın geleneksel taktiği olan düşmanı düşmana kırdırma taktiği uygulayarak, 1091 tarihinde Kumanlar eliyle tarihten silinmişlerdir. Kumanlar onlardan boşalan yerlere kayarak Macaristan içlerine kadar ilerlemişlerdir. Bu sırada bazı Kuman boyları da 1092’de Lehistan’a ulaşmış, 1093’de Bizans topraklarında görünmüşlerdir. 1093’de Kiev tahtına oturan Svyatopolk Mihail, Kumanların bu vesileyle istediği haracı vermek istememiş, hatta savaş ilan etmişti. Ancak Svyatopolk hem sayıca hem de askeri bakımdan daha güçlü olan Kumanlar karşısında tutunamadı. Kumanlar, Rus topraklarında faaliyet gösteren diğer bir Türk boyu olan Uzların Torçesk şehrini 9 hafta kuşattıktan sonra aldılar. Şehirdeki Uzları da yanlarına alarak kendi topraklarına döndüler.18 Kuman saldırılarıyla baş edemeyen knezler, mümkünse kalıcı barışı ve buna bağlı olarak Kuman başbuğlarının yardımlarını sağlamak amacıyla 18 PovestiVremennıhLet, s.116; İpatiyevskayaLetopis’, s.122; LavrentiyevskayaLetopis’, s.169; TroitskayaLetopis’, s.148; NovgorodskoyePervoyeLetopisKomissionnıySpisok, s.191; RadzivilovskayaLetopis’, s.74; VoskresenskayaLetopis’, s.337; NikonovskayaLetopis’, s.97. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel zaman zaman onlarla akrabalık tesis etmişlerdir. Knezler veya oğulları bunun için başbuğların kızları evlenmişlerdir19. Ancak bu diplomatik evlilikler anlaşmayı sürdürmeye yetmemiştir. Rus knezlerinin kendi aralarındaki mücadelelerde birbirlerine karşı Kumanlardan yardım istemeleri20ilişkilerin bozulmasına yol açmıştır. 1096 yılı başlarında bozulan anlaşmayı yenilemek göreviyle Kiev’e gönderilen İtler ve Kitan adlı elçilerin maiyetleriyle beraber öldürülmeleri savaşı başlatan önemli bir etken oldu21. Türk devlet geleneğinde dokunulmaz olan elçilerin öldürülmesi bütün Kuman boylarını Ruslar karşısında bir araya getirdi. Bu dönemde Kumanların büyük liderlerinden başbuğ Benek (Bonyak), Kiev’e kadar yaklaşarak şehrin dışında bulunan knezlik köşkünü yakmıştır. Keza başbuğ Küre de Pereyaslavl yakınlarındaki bir şehri ateşe vermiştir (24 Mayıs 1096). Kiev Knezi Svyatopolk’un kayınpederi olan başbuğ Tugor Han da, Küre’ye yardım etmek üzere gelmiş ve 30 Mayıs’da Pereyaslavl şehrine hücum etmiştir. Pereyeslavl knezine yardıma gelen Rus kuvvetleriyle 19 Temmuz’da yapılan savaşta Kumanlar yenilgiye uğramış ve Tugor Han’la oğlu da öldürülmüşlerdir. Bununla birlikte Kumanlar, 20 Temmuz günü Küre kumandasında Kiev’e kadar ilerleyerek etrafı yağmalamıştır22. Bu saldırılardan muzdarip olan Rus halkının şikâyetlerine çare arayan ve iki oğlunu da Kuman başbuğlarının kızları ile evlendirmiş olan Preyeslavl kneziVladimir Monomah harekete geçerek, 1097 yılında Dolob Gölü yakınlarında düzenlediği toplantıda bütün knezlerle, aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak Kumanlar’a karşı birleşik bir Rus cephesi oluşturmayı başarmıştır23. 1096’dan 1099 yılına kadar yaşanan görece sükûnet döneminde, Rusların Macarlar üzerine yaptıkları seferlere Kumanların da katılması sağlanmıştır. Macarlara karşı kazanılan zaferde Başbuğ Bonyak büyük rol oynamış, bu vesileyle Rus knezleri ile Kumanlar arasında 1101’de yeniden barış yapılmıştır. Ancak bu barış da sadece iki yıl sürmüştür. Kumanların sürekli akınlarından mustarip olan Rusların bu akınları durdurmak ama- 19 PovestiVremennıhLet, s.135; İpatiyevskayaLetopis’, s.198; TroitskayaLetopis’, s. 163;NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.201; RadzivilovskayaLetopis’, s.83; VoskresenskayaLetopis’, s.3; NikonovskayaLetopis’, s.109. 20 V.Kosanyi, “XI-XII.nci Asırlarda Uzlar ve Komanlar’ın Tarihine Dâir”, /Türk.terc., Hamit Koşay/, Belleten, C.VIII, S.29, 1944, s.126. 21 D.A.Rasovskiy, “Polovtsı”, Semınarıum Kondakovıanum VIII-X, Prag, 1935-1938, s.178; Bu makale tarafımızdan Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Türk.Terc.M. U. Yücel, “Kumanlar, Kuman Topraklarının Sınırları”, İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, s.40, İstanbul, 2005, s.159-186. 22 PovestiVremennıhLet, s.143-145; İpatiyevskayaLetopis’, s.152-154; LavrentiyevskayaLetopis’, s.210-214; TroitskayaLetopis’, s.171-173; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.202; RadzivilovskayaLetopis’, s.87-88; VoskresenskayaLetopis’, s.6-7; NikonovskayaLetopis’, s.120-122. 23 PovestiVremennıhLet, s.148; İpatiyevskayaLetopis’, s.157-158; LavrentiyevskayaLetopis’, s.218-219; TroitskayaLetopis’, s.173; RadzivilovskayaLetopis’, s.90; VoskresenskayaLetopis’, s.7-8. 73 74 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 cıyla inşa ettikleri sağlam şehirler ile kilometrelerce uzanan hendekler ve toprak tabyalar onları durdurmaya yetmemiştir. Rus tarihinde Kiev knezliği dönemi müstesna bir yer teşkil eden Pereyeslavl knezi Vladimir Monomah’ın oluşturduğu birleşik Rus gücü,1103’de Kumanlara karşı büyük bir galibiyet kazanmıştır. Savaşta çok sayıda Kuman askeri ölmüş, 20’ye yakın Kuman ileri geleni ve sayısız ganimet Rusların eline geçmiştir24. Gail avlandıkları için yenilen Kumanlar hemen toparlanarak, Ruslara karşı düzenledikleri şiddetli hücumlarla bu yenilginin acısını çıkarmışlardır.1105 ve 1106 yıllarında Kuman başbuğu Bonyak, Kiev ve Preyeslavl çevrelerini tahrip etmiştir. Zaman zaman Rus knezleri Kumanlara üstün gelseler de bu akınlardan büyük zarar görmekteydiler. Nitekim Rusların halet-i ruhiyesi Knez Vladimir Monomah tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Ölümün Kumanların sürülmüş topraklara yaptıkları hücumlar ile başladığını bilmiyor musunuz?”25. 1107-1111 yılları arasında Kuman başbuğu Bonyak’ın öncülüğünde Ruslara karşı yürütülen mücadele, zafer kâh Kumanlarda, kâh Ruslarda kalarak, bazen de barış sağlanarak devam etti. Ancak Bonyak 1109 yılındaki bir savaşta hayatını kaybetti. Bundan sonra Kiev tahtında değişiklik yaşanmış ve 1113 yılında ölen Kiev Knezi Svyatopolk Mihail (1093-1112)’in yerine, Vladimir Monomah oturmuştur. Kumanlar âdet olduğu üzere yeni knezden istedikleri haracın ödenmesini beklerken Vladimir Monomah, büyük bir ordu ile üzerlerine yürümüştür. Hazırlıksız yakalanan Kumanlar, Rus ordusu ile savaşmayı göze alamayıp geri çekildiler. Kumanlara karşı insiyatii elden bırakmak istemeyen Knez Yaropolk ve David, 1116 yılında Kumanlara ait Surgov, Şarukan ve Balin şehirlerini ele geçirmişlerdir26. Kiev Knezi Valdimir o sene Tuna yakınlarında Kuman, Peçenek ve Uzlarla savaşmayı sürdürdü27. Bu tarihlerde artık zayılayan Kumanların Rus saldırılarına karşı koyamadığı görülmektedir. Bunun sebebi Kuman birliğine dâhil Peçenek, Berendi ve Uzların Rus knezlerine sığınmalarıydı. Knezler bunu fırsata dönüştürerek adı geçen Türk boylarını daha önce gelenlerle birlikte güney sınırlarına yerleştirip, Kumanlara karşı savunma seddi oluşturmuşlardı. 24 PovestiVremennıhLet, s.148; İpatiyevskayaLetopis’, s.157-158; LavrentiyevskayaLetopis’, s.218-219; TroitskayaLetopis’, s.175; RadzivilovskayaLetopis’, s.90; VoskresenskayaLetopis’, s.7-8. 25 PovestiVremennıhLet, s.148-149; İpatiyevskayaLetopis’, s.158-159; LavrentiyevskayaLetopis’, s.219-220; TroitskayaLetopis’, s.176; RadzivilovskayaLetopis’, bütün s.90-91; VoskresenskayaLetopis’, s.8; NikonovskayaLetopis’, s. 123-124. 26 PovestiVremennıhLet, s.150-151; İpatiyevskayaLetopis’, s.161-163; LavrentiyevskayaLetopis’, s.223-224; TroitskayaLetopis’, s. 17-18; RadzivilovskayaLetopis’, s.92; VoskresenskayaLetopis’, s.9-10; NikonovskayaLetopis’, s.125-127. 27 PovestiVremennıhLet, s. 168-170; İpatiyevskayaLetopis’, s.163-167; TroitskayaLetopis’, s.181185; RadzivilovskayaLetopis’, s.94; VoskresenskayaLetopis’, s.10. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Savaş Kıyafeti İçinde Bir Kuman Erkek Heykeli (Kemerin sol tarafına bir kılıç ve yay kılıfı; sağ tarafına sadak asılmıştır. Arka tarafta mızrak ve lama taşıyan miğferli bir atlının kazılarak yapılmış tasviri gözükmektedir, Horváth, Pechenegs, s.98). Kuman başbuğu Şarukan’ın oğlu olan Atrak (Otrok), Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın artan baskısı karşısında tutunamayarak, damadı olan Gürcü Kralı II David’in daveti üzerine 40.000 aileyle birlikte Gürcistan’a göç etmiştir (1118). Gürcü Kralı Çoruh ve Kür dolaylarına yerleştirdikleri Kumanlardan 40.000 kişilik mükemmel bir ordu teşkil etmiştir. Gürcüler ordunun bel kemiğini oluşturan Kumanlar sayesinde Selçuklulara karşı koymuş, hatta onlara saldırma imkânı bulmuşlardır. Yine Kral David, Kuman kuvvetleri sayesinde Şirvan, İran ve Ermenistan’a da başarılı seferler yapmıştır28. Kuman başbuğu Atrak, Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın 1125 yılında ölmesi üzerine eski yurduna dönmüş ise de, beraberinde giden 40.000 ailenin büyük bir kısmı geri dönmemiş, Gürcistan’da çeşitli yerlere yerleştirilmişlerdir. Doğu Anadolu’da Çıldır çevresindeki Kıpçaklar işte bunların torunlarıdırlar. Bu arada Gürcistan’a gittikleri için Don boylarını neredeyse tamamen, Kuban bölgesini ise kısmen boşaltmış olan Kumanlardan Kırım yarımadasında kalanlar şehirlere yerleşerek ticaret hayatına atılmışlar, hatta bazı 75 76 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 küçük kasabalar dahi kurmuşlardır. Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın ölümünden sonra, Rus knezleri arasında Kiev tahtına kimin oturacağı konusunda anlaşmazlıklar yaşanmış ve bu süreçte Kuman askeri gücü etkili olmuştur. Bu sırada Çernigov ve Kiev Knezlerinin hanımlarının Kuman başbuğlarının kızları olması onlara üstünlük sağlamış ve bu mücadelelerde Kumanların yardımlarını sağlamışlardır. Bu yardım istekleri güneydeki Rus knezliklerinin sürekli Kuman akınlarına maruz bırakmış; bilhassa Preyeslavl, Çernigov ve NovgorodSeverks Knezlikleri büyük zarar görmüşlerdir. Kuzeydeki knezler de güney kadar olmasa bile, bu saldırılardan payını almış ve özellikle de Kiev Knezliği çok etkilenmiştir. Bu saldırıların tahribatı o kadar büyük olmuştur ki bu yerlerde insan kalmamış, köyler ve şehirler tamamen boşaltılmış, halkın büyük bir çoğunluğu ya öldürülmüş ya da esir alınmışlardı. Geride kalanlar ise daha emin ve güvenilir bir yer olan Rusya’nın kuzeyine Suzdal Rusyasına giderek yerleşmişlerdir. Rusya’da adeta kasırga etkisi yaratan ve yanında yer aldıkları knezlere büyük bir güç katan bu saldırılardan, Kumanlar kendileri adına istifade edememişlerdir. Savaşlarda büyük kayıplara uğrayan Kumanlar bu sırada muhtemelen göçlerle de yeterince beslenmediği için giderek zayılamışlardır. Tuna’da bulunan Kumanların bir grubu da Macaristan’a ücretli asker olarak gittikleri için tenhalaşma devam etmiştir. Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasi arenadan çekildiği yıllarda yani XII. asrın ikinci yarısında özellikle de bu yüzyılın sonlarına doğru Kumanlar’la Ruslar arasındaki mücadeleler yeniden başlamıştır. Dinyeper Kumanlarının 1174 yılında başbuğları Könçek ve Kobyak (Köpek)’ın idâresinde Pereyaslavl Knezliğine karşı düzenledikleri hücumlar Ruslar tarafından geri püskürtülmüştür.28 Ancak her iki başbuğ da geri adım atmamışlar ve 1177’de bu defa Rusları yenmişlerdir. Konçak ertesi yıl da Preyeslavl Knezliğine girerek büyük tahribat yapmıştır. Bu arada Bug (Aksu) Nehri boyundaki Kumanlar da Kiev’i tazyik ediyorlardı. Kuman saldırıları 1184 yılına kadar birbiri ardına devam etmiştir. Bunun üzerine bütün knezler Kumanlara karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler. Nitekim aynı yıl Güney Rus Knezleri, Kiev Knezi Svyatoslav’ın idâresinde birleşerek düzenledikleri ani saldırı neticesinde Kumanlara karşı büyük bir galibiyet aldılar. 28 İpatiyevskayaLetopis’, s.389. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel 1185 Rus-Kuman Savaşını Anlatan Minyatür29 Kumanlar Ruslara karşı çoğunlukla inisiyatii ellerinde tuttukları için bu saldırıya hazırlıksız yakalanmışlardı. 417 bey veya bey oğlunun da aralarında bulunduğu 7000 esir veren Kumanlar30bu yenilgiyle büyük bir sarsıntı yaşadılar. Kumanlar henüz bu şoku atlatamadan bu defa, Novgorod-Seversk Knezinin saldırısına uğradılar. Aslında Novgorod-Seversk knezi İgor, 1184’deki sefere Kumanlara karşı başarılı olacaklarına inanmadığı için katılmamış; ancak zafer büyük olunca da pişmanlık duyarak kendisi de böyle bir başarı kazanmak istemiştir. İgor 1185 yılında bazı knezler, Kovuy ve Kara-Kalpak Türkleriyle birlikte Kumanlara karşı sefere çıktı. Kumanlar önceki yenilginin acısını hala şiddetli bir intikam duygusuyla yaşarlarken kolay bir zafer peşinde koşan knezi karşılarında buldular. Bu karşılaşma Rus edebiyatının ilk milli destanı olan İgor Destanına konu olmuştur. Kumanlar bu savaşta geleneksel turan taktiğini uygulamışlar ve Rusları o zamana kadar görmedikleri bir mağlubiyete uğratmışlardır. Nitekim Ruslar, Kumanların taktik gereği yenilmiş gibi yapıp geri çekilen birliklerini takibe koyulmuş; bu sırada farklı bölgelerden gelen boydaşlarının katılımıyla güçlenen Kumanlar, Aşağı Don sahasındaki Kayalı Irmağı (bugünkü Kagalnik?) kıyısında İgor idâresindeki Rus ordusunu kuşatarak imha 29 www.visualrian.ru adresinden 01.08.2014 tarihinde alınmıştır. 30 İpatiyevskayaLetopis’, s.428-429; LavrentiyevskayaLetopis’, s.369-370; TroitskayaLetopis’, s.266-267; RadzivilovskayaLetopis’, s.147; VoskresenskayaLetopis’, s. 96-97. 77 78 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 etmişlerdir. Başbuğ Konçak (Köçek)’ın idâre ettiği bu savaşta Knez İgor da dâhil olmak üzere Rus ordusundaki knezlerin hepsi esir alındı.31. Böylece Konçak idâresindeki Kumanlar bir yıl önceki mağlubiyetin intikamını, adlarını sonsuza kadar Rus edebiyatının sayfalarına yazdırdıkları bir zaferle almış oldular.32 Bu yenilgiden sonra daha çok savunma durumunda kalan Ruslara karşı Kumanların saldırıları artmıştır. Ancak 13. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Kuman-Rus mücadelesi, Moğol istilası nedeniyle eski hızını kaybetmiştir. 1221 yılında Türkiye Selçuklularının denizaşırı bir seferle Karadeniz’in en büyük ticaret merkezi Suğdak’ı fethetmeleri, Rusları ve Kumanları birbirine yaklaştırmıştır. Suğdak’ı geri almak için Kumanlardan yardım sağlayan Ruslar, şehir çok iyi savunulduğu için sonuç alamadılar.33 Bu ittifak Moğol istilâsı karşısında da devam etmiştir. Ancak gerek Türkistan gerekse Deşt-i Kıpçak sahasını adeta harabeye çeviren Moğol istilâsı karşısında Kuman-Rus askerî işbirliği işe yaramamış ve 1223 yılında Cebe-Noyon ile Sübidey Batur kumandasındaki iki Moğol tümeni karşısında Kalka Meydan Muharebesinde mağlûp olmaktan kurtulamamışlardır34. Kalka Savaşından sonra Kafkasya ve Güney Rus bozkırlarında süratle yayılan Moğol kuvvetleri karşısında ne Ruslar ne de Kumanlar hiçbir varlık gösterememiş, Başbuğ Köten komutasında Don ve Doneç havzasında yaşayan Kumanlar dağılmış (1239) ve hayatta kalabilenler Macaristan’a iltica etmişlerdi. Kumanların kalabalık bir kısmı ise İdil boyuna göç etmesiyle eski İdil Bulgar yurdu tamamen Kıpçaklaşmıştır. Bundan sonra bütün “Kıpçak Bozkırı” Moğol istilâsına uğramış, hemen akabinde AltınOrda Devleti kurulmuş (1256); Kumanlar askeri ve siyasi bir güç olarak önemlerini yitirmişlerdir. . Buna karşılık kaynaklar Kumanların hâkimiyet sürdüğü bu toprakları “Deşt-i Kıpçak” adıyla anmaya devam etmişlerdir.35 Rus topraklarında kalan Kumanların bakiyeleri Rus knezliklerinin topraklarına yerleştirilmişler ve daha sonra diğer Türk boylarının bakiyeleri gibi, Kara-Kalpaklılar adıyla anılmışlardır. 31 İpatiyevskayaLetopis’, s.429-438; LavrentiyevskayaLetopis’, s.376-379; TroitskayaLetopis’, s.271-273; RadzivilovskayaLetopis’, s.151-152; VoskresenskayaLetopis’, s.98-99; Nikonovskay aLetopisArheografçeskiyKomissionnıySpisok,s.12-14; Detaylı bilgi için bkz: Pletnëva, Polovtsı, s.36-171. 32 M.U.Yücel, “Kuman-Kıpçaklar’ın Tarihinde İgor Destanının Yeri ve Önemi”, Belleten, S.LXX, C.258, Ağustos, 2006, s.523-559. 33 A. Yakubovski, “İbn-i Bibi’nin, XIII. asır Başında Anadolu Türkleri’nin Sudak, Polovets (Kıpçak) ve Ruslar’a Karşı Yaptıkları Seferin Hikâyesi”, /Türk. terc. İ.Kaynak/, A.Ü.DTCFD, C.XII, S. 1-2, Mart-Haziran 1954, s. 208-212; Kurat, Karadeniz, s. 89-90; Kafesoğlu, a.g.e.,s.180-181. 34 İpatiyevskayaLetopis’, s.495-497; LavrentiyevskayaLetopis’, s.223-224; VoskresenskayaLetopis’, s.129-132; TroitskayaLetopis’, s.306-307; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ SinodalnıySpisok, s. 61-62; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.264. 35 Kafesoğlu,a.g.e., s.181; Altın-Orda’nın kuruluşu sırasında Kuman-Kıpçaklara karşı yapılan seferler için bk. Mustafa Kafalı, Altın-Orda Hanlığı’nın Kuruluş ve Yükseliş Devirleri, Istanbul 1976, s.16-18. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Kuman-Bizans Münasebetleri Kumanların Bizans Devletiyle ilk karşılaşması Doğu Avrupa topraklarında Peçenekler nedeniyle 1078’de olmuştur. Bu konuya girmeden önce Malazgirt savaşında Bizans ordusunda bulunan İskit askerleri arasında Peçenek ve Uzlardan başka Kumanların da bulunduğu çeşitli araştırmalarda dile getirilmektedir. Ancak Bizans kaynakları değerlendirildiğinde, Tuna’yı aşarak Bizans’ın Balkanlar’daki topraklarına iki Türk boyunun yani Peçenek ve Uzların geldiği anlaşılmaktadır. 1048’den itibaren Peçenekler, 1065’den itibaren de Uzlar, Bizans için büyük tehlike oluşturmuşlardır. Bu iki düşmana karşı Bizans, bir taraftan mücadele ederken diğer taraftan ele geçirdiği esirleri askeri kabiliyetlerinden dolayı orduda ücretli asker olarak görevlendirmiştir. Yine bazı Peçenek ve Uz boylarını devlete gelir temin etmek amacıyla, yerleşik hayata geçirerek onlardan vergi almıştır. Bizans kaynaklarının ifadesine göre Romen Diogenés’in Anadolu seferinde Uzlar ve Peçeneklerden atlı kıt’alar teşkil edilmiştir. Bu kıt’alar Diogenés’le beraber Malazgirt’e kadar gitmişlerdir36. Attaliates’in anlatımına göre, 1071’de Sultan Alp Arslan’ın ordusuna geçen bu İskitler Peçenek ve Uzlardır. Malazgirt Savaşına katılmayan Kumanlar, Bizans topraklarına Peçeneklerin daveti üzerine girmişlerdir. Kumanlar VII. Mikhail Dukas (1071-1078) zamanında Bizans’ın Balkanlardaki topraklarına akınlar düzenleyen Peçeneklerin işbirliği davetine icabet ederek Tuna’nın güneyine gelmişlerdir. Kumanlar ve Peçenekler birlikte Bizans topraklarına başarılı bir akın düzenledikten sonra ganimetleri paylaşarak geri döndüler. Bu durum iki Türk boyu arasında yeni işbirlikleri için zemin hazırlamıştır. Bizans imparatoru Aleksios Komnenos (1081-1118), Anadolu’nun büyük kısmının kaybı pahasına Türkiye Selçuklularıyla bir anlaşma yapmış; bu sayede devletin batıdaki sorunlarına odaklanmıştır. Bu çerçevede Peçenek gailesini bertaraf etmek amacıyla 1087’de, onların elinde bulunan Silistre’yi almak için harekete geçmiştir. Bu durum karşısında Peçenek-Kuman dostluğu devreye girmiş; Peçenek başbuğu Tatuş bizzat giderek o sırada Tuna’nın doğusunda bulunan Kumanlardan yardım istemiştir. Kumanlar yardım isteğine olumlu cevap vermiş; ancak Peçenekler, Kumanları beklemeden savaşa girmişlerdi. Çetin geçen ve Peçeneklerin zaferi ile neticelenen muharebeden sonra gelen Kumanlar, anlaşma gereğince ganimetten pay istediler. Ancak Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena’nın Alexiad adlı eserindeki ifadesine göre “ganimete son derece düşkün bir Türk boyu olan İskitler (Peçenekler)” elde ettikleri bol ganimeti onlarla paylaşmak istememişler ve böylece dostluk yerini derin bir düşmanlığa bırakmıştır. Kumanlar bu hadiseyi hiçbir zaman unutmamışlar ve intikam almak için fırsat kollamışlardır ki bu fırsat çok geçmeden 1091 yılında Bizans impara36 Michael Attaliates, Tarih, /Çev. Bilge Umar/, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010,s.115,133-134, 155-156; V.Vasilyevskiy, “Vizantiya i Peçenegi”, İzbrannıyeTrudı, Kn.1, Moskva 2010, s.37. 79 80 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 toru tarafından kendilerine sunulmuştur. Aleksios devlete bir an olsun huzur vermeyen Peçenek meselesini çözmek için Kumanlarla Peçenekler arasındaki sözkonusu anlaşmazlığı kullanarak Kuman başbuğları Tugorkan ve Bonyak ile anlaştı. 40.000 kadar Kuman askerinin de yer aldığı Bizans ordusu, Meriç Nehri kenarında Lebunium (Omurbey Mevkiinde)’da karargâh kurmuş olan Peçeneklere ani bir baskın düzenledi. Kumanlar tarafından adeta kıyımdan geçirilen Peçenekler bu savaştan sonra tarih sahnesinden silinmişlerdir. 1091 yılında İmparatorla yaptıkları ittifak Kumanları bir süre Bizans topraklarına akınlar düzenlemekten alıkoymuştur. Fakat Kumanlar, 10931096 ve 1109-1114 yılları arasında zaman zaman akınlar yapmışlar ve daha sonra Bizans ordusunda ücretli asker olarak görev almışlardır37. Kuman askerler Bizans’ın Türkiye Selçuklu Devleti ile mücadelesinde önemli roller üstlenmişlerdir. Kuman Atlısı (Horváth, Pechenegs, s.86) Bizans açısından Peçenek tehlikesi yerini Kuman tehlikesine bırakmış bulunuyordu. Kuman tehdidi ilk olarak 1114’lerde Tuna’nın kuzeyine gelip geri döndükleri bir seferle kendisini göstermiştir.38 Bir sonraki seferde 37 A.Komnena, Alexıad, Çev. B.Umar,,Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1996, s.439-443, Kossanyı, a.g.m., s.126. 38 V. Stoyanov, “Bulgar Tarihinde Kuman-Kıpçaklarlar (XI-XII Yüzyıllar)”,Türkler, II, Ankara, Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel yani 1148’lerde Kumanlar böyle kolayca geri dönmemişler ve Tuna’nın güneyine geçerek bir şehri ele geçirmişlerdir. Bu sırada Bizans İmparatoru olan I. Manuel Komnenos (1143-1180) Adriyatik üzerine yapacağı seferin hazırlıklarını yapmak üzere İstanbul dışına Filibe’de bulunmaktaydı. Kumanların Tuna’da bir şehri ele geçirdiklerini öğrenince bu hazırlığı yarıda keserek Kumanların üzerine gitmek istedi. Ancak ordusu asker sayısı ve teçhizat bakımından yeterli olmadığı için yardım gönderilmesini beklerken, Kumanların pek çok ganimetle birlikte geri döndüklerini öğrenmiştir. Buna rağmen onları takip etmiş, terk ettikleri kampını ele geçirmekle birlikte onlara yetişememiştir39. Kumanlar yine imparator Manuel döneminde Bizans’ın Macar Kralı II. Geza (1141-1161) ile olan mücadelesinden de istifade ederek 1154 veya 1155’de Tuna’yı geçmişler ve yakın köyleri yağmalamışlardır. Bizans kaynakları 1159 veya 1160’da İmparator Manuel’in Türkiye Selçukluları üzerine yaptığı seferden dönerken Tuna’nın aşağısında Kumanlarla karşılaştığını ancak Kumanların sayıları az olduğu için Bizans’la karşılaşmaktan çekinerek nehri geçip geri çekildiklerini kaydetmişlerdir40. Bizans kaynakları Türklerle ilgili olarak onlarla münasebetleri çerçevesinde bilgi vermişlerdir. Kumanlar 1160-1190 yılları arasında Bizans topraklarına saldırmadıkları için Bizans kaynakları onlardan söz etmemişlerdir. Bu tarihlerde Kumanlar Macaristan, Romanya ve Bulgaristan topraklarına dağılarak yerleşmişler ve bu milletlerin tarihlerinde ayrı bir yer edinmişlerdir. Özellikle bu dönemde yani 12. yüzyılın sonlarından itibaren bazı Kuman boylarının yerleşik hayata geçerek Bulgar topraklarında yaşayan halkla karıştığı da tahmin edilmektedir. Nitekim Kumanların zaman içerisinde Bulgaristan’da Makedonya, Sofya, Tırnova bölgesine, Vratsa etrafına, Vidin ve Kotel’e, Vit Nehri yakınlarına, Silistre bölgesine yerleştikleri bilinmektedir. Bilhassa Plevne, Vidin, Vratsa, Pernik ve Sofya’nın etrafındaki yerleşme yerlerinin adlarının büyük bir kısmının kökeni Türkçe menşelidir41. Kuman-Bulgar-Romen-Macar Münasebetleri 1185-1237 yılları arasında Tuna’nın güneyinde kalabalık bir nüfusa sahip olan Kumanlar, Bulgarların Bizans’a karşı bağımsızlık mücadelesinde ve II. Bulgar Devleti’nin kurulmasında büyük bir rol oynadılar. Bulgar Devletinin başına geçen Çar Asen (1187-1196)’in Kuman menşeli olmasının da 2002, s. 800. 39 P. Diaconu, “LesPetchènèguesau bas-Danube,“Édition de L’Academic de la Rèpublique Socialiste de Roumanie, Bucarest l970, s.76-81; 88-89; Stoyanov, a.g.m., s.800. 40 Stoyanov, a.g.m., s.800. 41 Stoyanov, a.g.m., s.801. 81 82 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 büyük rolü olduğunu söylemek gerekmektedir42. Kumanlar bu dönemde Dobruca’nın güneyine, Karadeniz bölgesine ve Deli-orman taralarına kadar yayılarak43, yaşadıkları yerlerin “Kuman-Kıpçakia” olarak adlandırılmasını sağlamışlardır. Ayrıca Romen devletini kuran kişinin de bir Kıpçak Türk’ü olduğu hatırlanmalıdır44. Çalışma konusu Selçuklu dönemiyle sınırılı olduğu için Kuman-Macar münasebetleri daha ziyade 11. ve 12. yüzyılda yaşanan hadiseler üzerinden değerlendirilecektir. Kuman-Macar münasebetleri, 1091’de Peçenekleri ortadan kaldıran Lebunium Meydan Muharebesi’nde Bizans’a destek veren Kuman başbuğlarından Bonyak’ın, zaferden sonra Macaristan’daki Transilvanya ve Tisza bölgesine gitmesi ile başlamıştır. Macar Kralı (Aziz) László bu gelenleri Temeşvar yakınlarına gönderirken (bugün Romanya’daki Timişoara), kendisi Aşağı Tuna’da Macaristan’a karşı tehlikeli akınlarda bulunan bir diğer Kuman grubuna karşı zafer kazanmıştır. Yine Bonyak döneminde 1099 yılında Rusların, Macarlar üzerine yapacakları sefer için Kumanlardan istedikleri ordu Peremışl’e gitmiştir. Bu ordu ustaca bir taktik uygulayarak Kral Coloman Beauclerc (Könyves Kálmán 1095-1116) idaresindeki Macar kuvvetlerini tuzağa düşürüp yok etmiştir. Rivaeyte göre Bonyak savaştan önce, gece yarısı çadırından dışarı çıkarak kurt gibi ulumuş ve etrafta bulunan kurtla da ona uluyarak cevap vermişlerdi. Bonyak bu olayı zaferi kendisinin kazanacağının işareti olarak yorumlamıştı45. 12. yüzyıl boyunca Batı Kumanlarının askeri faaliyetlerinin Bizans, Macaristan, Rusya ve Polonya’da büyük rahatsızlık yarattığı görülmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, Moğol istilası Kumanların tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Hatırlanacağı üzere 1224 Kalka Meydan Muharebesinden sonra Güney Rus bozkırlarındaki yurtlarını terk ederek Macaristan, Romanya ve Bulgaristan topraklarına gitmek zorunda kalmışlardı. Bulgar ve Romen devletlerinin kuruluşunda rol almış; Macaristan’da ise daha ziyade askeri gücü oluşturmuşlardır. Nitekim 1238’lerde Moğol ilerleyişi ve baskısı karşısında ordu teşkil edecek gücü bulunmayan Başbuğ Köten, Macar Kralı IV. Béla (1235-1270)’dan Macaristan’a yerleşmek için izin istemiştir. “Rex Cumanie” unvanını da alan Macar Kralı IV. Béla, Köten’in tavsiyesi üzerine Katolikliği kabul etmiş ve Kumanların, 1239’da doğudaki Radna yolundan Macaristan’a girmelerine izin vermiştir. 42 Niketas Khoniates, Hıstoria (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri /Çev. F.Işıltan/, Ankara 1995, s.120-123; R. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, l993, s. 153-154; Kafesoğlu, a.g.e., s. 183,. 43 Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara 1966, s.15; Ayn. Müelf.,Romanya Türkleri, TDEK, Ankara l976, s.1086, Gökbel, a.g.e., s.79. 44 R.Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Varisleri ve İlk Müslüman Türkler, (Haz. S.K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu), Ankara l983, s.42-43. 45 Rasonyi, “Tuna Havzasında”, Doğu Avrupa’da Türklük, s.120. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel 1223’te yaşanan Moğol saldırısından sonra Macar Krallığı ile Kumanlar arasındaki bağlar daha da kuvvetlenmiştir. 1227’den sonra özellikle IV. Béla ve IV. László (Ladislas 1272–1290) dönemlerinde Macaristan tarihinde önemli rol oynayan Kumanların nüfusunun13. yüzyılda aşağı-yukarı 80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir46. Bu sırada Macaristan topraklarının üçte birinin Kumanlara ait olduğu da ileri sürülmektedir47. Székelyderzs’teki (Dîriju, Romanya) Bir Resimden Ok Çantasıyla Birlikte Bir KumanKıpçak Savaşçısı (Horváth, Pechenegs, s.72). Kumanların Macaristan’daki etkisi, Kral IV. Lászlô döneminde doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü IV. László’nun annesi Elizabeth’in babası bir Kuman’dı48. 1277’de tahta çıktığında IV. László baronların üstünlüğüne son vermek, otoritesini sağlamlaştırmak için büyük bir çaba sarfetmiş, kendisine sadık küçük bir grubun dışında, Kumanların askeri gücüne bel bağlamıştır. Kral, Kumanların kıyafetlerine ilgi duymuş Kuman boylarını sık sık ziyaret etmiş ve onlar gibi giyinmiştir. Sicilya kralının kızı olan karısı Isabella of Anjou’yu boşayarak bir Kuman olan Edua (Aydua ‘büyüyen 46 Horváth, Pechenegs, s.71-72. 47 Rasonyi, “Tuna Havzasında”, Doğu Avrupada Türklük, s.126. 48 A.g.e., s.77. 83 84 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ay’) ile evlenmiştir.49 Macaristan’da feodal güçler ve kilise, Kumanlar ile kral arasındaki ittifakı bozmak için gizlice anlaşmışlardır. Kilise ekonomik problemlerin çözümünü IV. László’yu Kumanlar’dan ayırma ve Kumanları Hıristiyanlığa teşvik etmekte görmüş ve bunun için elinden geleni yapmıştır. 23 Temmuz 1278 (9)’de Başbuğ Köten’in torunu olduğu da ileri sürülen IV. László, yedi Kuman kabilesinin başbuğu Uzur, Alpar ve Tulun’la bir araya gelmiş, Kumanların yaşayış tarzlarını düzenlemek ve Hıristiyanlaştırılmaları konusunda onlarla anlaşmıştır. Bu anlaşmanın Kumanlarla ilgili maddeleri, tarihe Birinci Kuman Yasası olarak geçmiştir. Temmuz’da Büyük Meclis’te kararlaştırılan son maddeler, 10 Ağustos’ta taahhütnameye eklenmiştir ki eklenen bu maddeler de İkinci Kuman Yasası olarak adlandırılmıştır. 1279–1290 yılları arası Kumanlar için sıkıntılar içerisinde geçmiştir. Çünkü 1270’lerin sonuna kadar görünüşte rahatsız edilmeden, alışılmış hayatlarını sürdüren Kumanlar, 1279’dan sonra hem Hıristiyanlığa hem de yerleşik hayata geçiş hususunda karşılaştıkları meseleler yüzünden rahatsız olmuşlardır. Yeni Kuman Yasaları ve başarısızlıkla sonuçlanan ayaklanmalar bu durumu göstermektedir. Kuman liderleri muhtemelen Macar krallığının güç mücadelesinde oynadıkları rolün artık onlar için iyi neticeler doğurmayacağını fark etmişlerdir. Kumanlar, IV. László’nun halelerinin döneminde önceden olduğu gibi Macar haif süvari birliği için asker göndermeye devam etmişlerse de artık krallık ordusunun sevk ve idâresinde görev almamış, ücretli asker olarak görev yapmışlardır50. Kumanlar, onlara dair bilgi veren kaynaklarda çok güzel bir ırk olarak tavsif edilmekte ve özellikle de kadınlarının güzelliklerinden söz edilmektedir. Nitekim Rus Yıllıklarının kayıtlarından anlaşıldığına göre Kiev Rus knezlerinin birçoğu hem siyasî olarak Kuman başbuğlarını kendi taralarına çekmek, hem de güzelliklerinden dolayı Kuman kızları ile evlenmişlerdir51. 49 Horváth, Pechenegs, s.78. 50 Horváth, Pechenegs, s.82. 51 Meselâ 1107 tarihine âit kayıtlar. Bkz. PovestiVremennıhLet, s.186-187; İpatiyevskayaLetopis’, s.186-187;LavrentiyevskayaLetopis’, s.271-272; TroitskayaLetopis’, s.202-203; RadzivilovskayaLetopis, s.102; VoskresenskayaLetopis’, s.20-22. Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Kaynaklar Ahmet Gökbel, Kıpçaklar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000. Akdes Nimey Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara l972 Akdes Nimey Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937 Alexiad Komnena, Alexıad, Çev. B.Umar,,Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1996 A.P. Horváth, Pechenegs, Cumans, Iasians, Steppe Poples in Medieval Hungary, Trans. T.Wilkinson, Budapest l989 A. Yakubovski, “İbn-i Bibi’nin, XIII. asır Başında Anadolu Türkleri’nin Sudak, Polovets (Kıpçak) ve Ruslar’a Karşı Yaptıkları Seferin Hikâyesi”, /Türk. terc. İ.Kaynak/, A.Ü.DTCFD, C.XII, S. 1-2, Mart-Haziran 1954 A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş-I, İstanbul, 1981 C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan Eserinin Tercüme ve Değerlendirilmesi, M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi, İstanbul 2006 D.A.Rasovskiy, “Polovtsı”, Semınarıum Kondakovıanum VIII-X, Prag, 1935-1938 E.B.Kumekov, GosudorstvoKimakov IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı 1972 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997 Kaşgarlı Mahmut, Divân-u Lugat-it Türk, Besim Atalay Neşri, Ankara 1939-1945 Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara l991 Letopis Po İpatiyevskayaSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sankt-Peterburg, 1871 L. Ràsonyi, “Tuna Havzasında Kuman-Kıpçaklar”, Belleten, C. III, S. 11/12, s. 403, Temmuz 1939 Letopis Po LavrentiyevskomuSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sank-Peterburg, 1872 M.U.Yücel, “Kuman-Kıpçaklar’ın Tarihinde İgor Destanının Yeri ve Önemi”, Belleten, S.LXX, C.258, Ağustos, 2006 Mustafa Kafalı, Altın-Orda Hanlığı’nın Kuruluş ve Yükseliş Devirleri, İstanbul 1976 Michael Attaliates, Tarih, /Çev. Bilge Umar/, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010Pletnëva, Polovtsı, Moskva 1991 Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara 1966, Niketas Khoniates, Hıstoria (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri /Çev. F.Işıltan/, Ankara 1995 P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy do Naşestviye Tatar, İstora Yujno-RusskiyStepey IXXIII vv., Kiev l884 PovestiVremennıhLet, /Haz. D.S.Lihaçeva-B.A.Romanova/,Moskva-Leningrad 1950, PolnoeSobranieRusskihLetopisi, RadzivilovskayaLetopis, T.XIII, Leningrad, 1989 PolnoyeSobranieRusskihLetopiseh, Letopis Po VoskrasenskomuSpisku ArheograiçeskoyuKomisseyu, Sank-Peterburg, 1856 Patriarş ili NikonovskoyuLetopisyu, PolnoyeSobraniyeRusskihLetopisey, Sank-Peterburg, 1862 P. Diaconu, “LesPetchènèguesau bas-Danube,“Édition de L’Academic de la Rèpublique Socialiste de Roumanie, Bucarest l970 Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK Basımevi, Ankara 2001 R. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, l993 R.Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Varisleri ve İlk Müslüman Türkler, (Haz. S.K. Seferoğlu-A. Müderrisoğlu), Ankara l983 Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara l985 Sercan M.Ahincanov, Türk Halklarının Katalizör Boyu Kıpçaklar, Çev. Kürşat Yıldırım, Selenge Yayınları, İstanbul 2009 TroitskayaLetopis’, /Haz. M.D. Priselkov/, Moskva-Leningrad, 1950 V. Stoyanov, “Bulgar Tarihinde Kuman-Kıpçaklarlar (XI-XII Yüzyıllar)”,Türkler, II, Ankara, 2002 www.visualrian.ru (Son erişim: 01.08.2014) www.nnm.me (Son erişim: 13.08.2014) 85 86 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Kuman- Kıpchak was in Era of the Great Seljuk State Muallâ Uydu Yücel Abstract Kuman-Kıpcak is a Turkish size played an important role in either Turkish history or Eastern Europe’s Turkish history. They established both cultural and political relations with Russians and Bizans in the territory from the north of Black Sea to Eastern Europe, founding a based domination in the South Russia steppes from the 2th half of 11th century, when Seljuk made their power felt. They lived in Russian steppes, where they had came in 1055, until Kalkan Pitched Battle in 1224 they battled against Mongols alliacing with Russia and experienced a big defeated. Kuman-Russian relations shaped the basic problems by Kumans against Russian territories. Following the Kumans had attached against the Russian territories and approximately 170 years Russia struggled to stop this assaults. During this time Kumans had been victorious part except Russian achievements in 1103 and 1184. Russians and Kumans were not in a permanent battle, sometimes they allied against their common enemies and Kumans was a prior in terms of apply its help to resolutions conlicts between Russian Knezs. When Mongols got Kafkas and Russian steps, Kumans emigrated to Eastern Europe geography in 15th century and during the emigration, espHungary especially hosted to Kumans. In Seljuks period, the other state that Kumans had relations was Bizans. Kuman-Bizans usually had a friendly trend and Bizans beneited from Kumans help against the other Turkish size. IIn that period, this beneit was resulted in wiping away of its the biggest enemy Pecenek Turks thanks to Kumans help.. Büyük Selçuklu Devleti Döneminde Kuman-Kıpçaklar Muallâ Uydu Yücel Özet Kuman-Kıpçaklar gerek Türkistan Türk tarihinde gerekse Doğu Avrupa Türk tarihinde önemli rol oynayan bir Türk boyudur. Büyük Selçuklu devletinin gücünü iyice hissettirdiği XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Güney Rus bozkırlarında esaslı bir hakimiyet tesis ederek, Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada bir taraftan Ruslar diğer taraftan da Bizans ile hem siyasi hem de kültürel ilişkiler kurmuşlardır. 1055 tarihinde geldikleri Rus bozkırlarında 1224 yılında Moğollara karşı Ruslar ile birleşerek yaptıkları ancak büyük bir mağlubiyet yaşadıkları Kalka Meydan Muharebesine kadar kalmışlardır. Kuman-Rus münasebetleri genelde Kumanların Rus topraklarına karşı sürekli saldırılar düzenlemeleri üzerine yaşanan sıkıntılar çerçevesinde olmuş ve yaklaşık 170 yıl Ruslar bu saldırıları durdurmak için uğraşmışlardır. Bu süre içerisinde galip gelen taraf 1103 ve 1184 yıllarındaki Rus başarıları istisna hep Kumanlar olmuştur. Ruslar ile Kumanlar sürekli mücadele etmemişler zaman zaman ortak düşmanlarına karşı birleştikleri gibi Kumanlar Rus knezlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda yardımlarına ilk müracaat edilenler olmuşlardır. Kumanlar, Kafkasların ve Rus bozkırlarının Moğolların eline geçmesi üzerine 13.yüzyıl’da Doğu Avrupa coğrafyasına göç etmişlerdir ki bu göç sırasında özellikle Macaristan Kumanlara ev sahipliği yapmıştır. Selçuklular döneminde Kumanların münasebette bulunduğu diğer bir devlet ise Bizans olmuştur. Kuman-Bizans münasebetleri genelde dostane bir seyir takip etmiş ve Bizans diğer Türk boylarına karşı Kumanların yardımlarından istifade etmiştir. Bu istifade o dönemde kendisinin en büyük düşmanı olan Peçenek Türklerini onların yardımları sayesinde tarih sahnesinden silmesi ile sonuçlanmıştır. 87 Osman Turan Fuat Turan arşivi Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) Muharrem Kesik Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Saltanat mücadeleleri idare şekli monarşi olan bütün devletler gibi, Türk devlet ve hanedanlarının hemen hepsinde görüldüğü üzere Selçuklular’da da yaşanmıştır. Türkiye Selçuklu Tarihinde bugünkü bilgilerimize göre kaynaklara yansıyan ilk saltanat mücadelesinin, Sultan I. Kılıç Arslan’ın çocukları arasında yaşandığı anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi I. Kılıç Arslan, Büyük Selçuklu komutanı Çavlı Sakavu ile Habur nehri kıyısında girdiği savaşta hayatını kaybettikten sonra, Konya’da yerine vekil olarak bıraktığı en büyük oğlu Mesud, Musul’da vekil olarak bıraktığı Melikşah (Şahinşah), savaşta sultanın yanında bulunan Arab ve Tuğrul Arslan arasında taht mücadeleleri yaşanmıştı(1107-1116).1 Kuruluş devrinin dayanışma ruhu zayıflamaya başlayınca, Türkiye Selçuklu tahtı için, hanedan mensupları arasındaki saltanat mücadelelerinin rutinleştiği görülecektir. Kılıç Arslan’ın çocukları arasında yaşanan mücadelelerden, sonunda Mesud galip çıkmış ve uzun saltanat döneminde2 devleti sarsıntıya uğratan önemli sorunları halletme imkânı bulabilmişti. Sultan Mesud, Türkiye Selçuklu Tarihinde bazı ilkleri gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri de ölmeden önce ülkeyi idari olarak oğulları arasında taksim etmesi; bir diğeri ise, oğlu Kılıç Arslan’ı bizzat tahta çıkararak kendi eliyle başını taçlandırmasıdır. Kilikya seferinden dönünce hastalanan ve ölümünün yaklaştığını hisseden sultan, devlet erkânı ve ileri gelenler huzurunda tahtı, son yıllarında tüm seferlerinde yanında bulundurduğu oğlu, Elbistan meliki Kılıç Arslan’a bıraktı.3 Kılıç Arslan’a ilk biat eden de 1 2 3 Bu konu hakkında geniş bilgi için bk. Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara 2003, s. 9 – 42. Sultan I. Mesud devri hakkında geniş bilgi için bk. Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara 2003. Papaz Grigor, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, (trc. Hrant D. Andreasyan ), Ankara 1987, s. 312; Niketas, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995, s. 80; Anonim Selçuknâme, (nşr.ve trc. Feridun Naiz Uzluk), Ankara 1952,s. 38, trc. 25; Ebû’l-Ferec, (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987, II, 393. İbnü’l-Esîr (İzzeddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî), el-Kâmil fî’t-târîh, (nşr. C. 89 90 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 kendisi oldu. Sultan Mesud ayrıca diğer oğulları ve dâmatlarına da, Kılıç Arslan’a tâbi kalmak koşuluyla bir takım yerlerin idaresini bıraktı. Buna göre: Küçük oğlu Şahinşah’a Ankara, Çankırı ve Kastamonu bölgelerini; dâmadı Dânişmendli Zünnûn’a Kayseri ve civarını; bir diğer dâmadı Dânişmendli Yağıbasan’a Sivas ve Amasya’nın idaresini verdi.4 Ortanca oğlu Dolat (Devlet)’ın idaresine nerelerin verildiği hususu kaynaklar tarafından kaydedilmemiştir. Anonim Selçuknâme’ye göre, Sultan I. Mesud’un üç oğlu vardı. Bunlardan birincisi kendisini beğenmiş, ikincisi ev süsleyici(Hâne ârây), üçüncüsü akıllı olanıdır ki padişahlığı ona vermişti ve bu oğluna babasının adını (Sultan I. Kılıç Arslan) vermişti.5 Papaz Grigor da Sultan I. Mesud’un üç oğlundan bahseder. Bunlar: Veliaht Kılıç Arslan, ikincisi (diğer bir oğlu) Kılıç Arslan’dan daha âlicenap ve güler yüzlü bir melik idi. Diğer küçük kardeşin ise Çankırı ve Ankara kalelerine kaçtığını söyler.6 (Bu sonuncusunun Şahinşah olduğu bilinmektedir). Sultan II. Kılıç Arslan, Dolat(Devlet) adlı kardeşinin kendisine karşı isyan etmesinden kuşku duyuyordu. Bu nedenle onu ortadan kaldırmaya karar verdi. Nitekim bir ziyafet sofrasında, gecenin ilerleyen saatlerinde iyice sarhoş olan kardeşini boğdurttu.7 Papaz Grigor’a göre,8 öldürülen bu kardeş(Dolat), Sultan II. Kılıç Arslan’dan daha güçlü bir adamdı ve sultan bu yüzden ondan korkuyordu. Küçük kardeş Şahinşah’ın ise bir müddet Sultan Kılıç Arslan’a itaatte kusur etmediği anlaşılıyor. Ancak muhtemelen Dolat’ın akıbetini öğrendikten sonra, boğdurulmaktan korktuğu için kendi meliklik merkezi olan Çankırı ve Ankara taralarına kaçtı.9 Yine Papaz Grigor’un kaydına göre, Sultan Kılıç Arslan, babası döneminden kalma bazı devlet adamlarını ve emîrleri ile babasının büyük bir prensi (Kaynakta aynen bu kelime kullanılmış) olan Bağdain (Behaeddin)’i 4 5 6 7 8 9 J. Tornberg), Beyrut 1979, XI, 210, (trc. Abdülkerim Özaydın ), İstanbul 1987, XI, 179, Sultan Mesud’un ölümünden sonra yerine oğlu Kılıç Arslan’ın geçtiğini kaydeder. Krş. Muharrem Kesik, Sultan I. Mesud, s. 115. Papaz Grigor, s. 313; Niketas, s. 80; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 317, trc. XI, 258. Krş. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 192. Kinnamos (Ioannes., Epitome Historiarum, CSHB., (nşr. I. Meinecke), Bonn 1836, trc. Işın Demirkent, Ioannes Kinnamos’un Historia’sı(1118-1176), Ankara 2001, s. 200), II. Kılıç Arslan’ın saltanatı sırasında onu, Kayseri, Amasya ve Kapadokya hâkimi olarak gösterir. Anonim Selçuknâme, s. 38; trc., s. 25. Papaz Grigor, s. 313. Papaz Grigor, Zeyl, s. 313. Bk. Aynı yer. Bk. Aynı yer. Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik ve babasının kadısını da öldürttü.10 Kaynağın verdiği bilgiye göre, bu ümeranın Sultan II. Kılıç Arslan’a muhalif oldukları ve diğer şehzâdelerle işbirliği etmek ihtimalleri dolayısıyla ortadan kaldırıldıkları ileri sürülebilir. II. Kılıç Arslan tahta çıktıktan sonra, Sultan Mesud’un saltanatının son yıllarında yeniden tâbiyet altına alınan Dânişmendli Beyliğiyle ilişkileri de bozuldu. Bunun nedeni Yağıbasan’ın, Anadolu’nun en büyük siyasi gücü durumuna gelen Sultan Mesud’un ölümüyle meydana gelen kargaşadan faydalanarak kaybettiği toprakları geri almak istemesiydi. Sivas meliki Yağıbasan, Malatya ve Kayseri’de hüküm süren diğer Dânişmendli meliklerini yanına çekip, sultanın kardeşi Melik Şahinşah’ı da hükümdarlık vaadiyle ağabeyine karşı kışkırtıp, Kılıç Arslan’a karşı büyük bir cephe açtı.11 Selçuklu tahtı için yaşanan savaşın, Melik Şahinşah’ın Yağıbasan’ın dâmadı olması nedeniyle, Yağıbasan -Kılıç Arslan mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası olduğu görülmektedir. Çünkü Yağıbasan, kendisine dâmat edindiği Melik Şahinşah’ı, Selçuklu tahtına oturtup ona ve devlete hükmetmek istiyordu. Böylece Anadolu’da, dedesi Emir gazi zamanında olduğu gibi, Türkiye Selçuklularına karşı siyasi üstünlüğü ele geçirmeyi hedeliyordu. Bu yüzden Sivas Meliki Yağıbasan, hiç vakit kaybetmeden Şahinşah, kendi yeğenleri Zünnûn ve İbrahim ile Malatya meliki Zülkarneyn’in de desteğini sağlayarak büyük bir kuvvetle Kayseri üzerine yürüdü ve şehri ele geçirdi. Sultan II. Kılıç Arslan, Yağıbasan’ı durdurmak için derhal harekete geçtiyse de din âlimlerinin Müslüman kanı dökülmesi kaygısıyla araya girmesiyle savaş engellenmiş oldu.12Ancak bu durum taralar arasındaki mücadeleyi durdurmaya yetmedi.13 Yağıbasan, özel10 11 12 13 Zeyl, s. 313. Ebû’l-Ferec, II, 399. Muharrem Kesik, “Yağıbasan Devrinde Dânişmendliler - Türkiye Selçukluları İlişkileri”, İÜEF. Tarih Dergisi, (İstanbul 2002), sy. 37, s. 142-143. Bu olayın devamı şu şekilde gelişmiştir: İki taraf arasında yapılan ateşkese rağmen Dânişmendli Yağıbasan, Zengîler’den Nureddin Mahmud’un teşvikiyle yeniden Selçuklu topraklarına saldırmak suretiyle iki Türk devleti arasındaki ateşi körükledi. Yağıbasan, Sultan Kılıç Arslan’ın melikliği döneminde idare ettiği Elbistan’a girerek bölge halkından 70.000 kişiyi kendi ülkesine götürdü. Sultan ona yetişmeye çalıştıysa da Yağıbasan normal yolları tercih etmediği için tâkibattan kurtuldu. Kılıç Arslan Kayseri’ye geldiği zaman onun sert tabiatından korkan halk derhal yanına gelerek itaat arzetmiş, sultan da yanına gelmiş olanları götürmeyeceğine dair yeminli teminat vermiştir . Yağıbasan kendi ülkesine götürdüğü Hristiyan ahaliyi emniyet içerisinde yerleştirdikten sonra geri dönerek Sultan Kılıç Arslan karşısında karargâhını kurdu. Bu olaydan sonra da din adamları araya girip her iki tarafı savaştan ve kardeşkanı akıtmaktan men etmeye çalıştılar. Ancak onların çabaları bu defa sonuçsuz kaldı. Yağıbasan ile II. Kılıç Arslan’ın kuvvetleri Şaban 550 ( Ekim 1155) tarihinde Aksaray’da karşı karşıya geldiler. Savaşı kaybeden Yağıbasan, Sultan II. Kılıç Arslan’a barış teklif etmek zorunda kaldı. Kılıç Arslan, Yağıbasan’a güvenmediği ve bu meseleyi kökünden halletmek istediği için kendisine yapılan sulh tekliini kabul etmek istemedi. Fakat din âlimlerinin sultanın ayaklarına kapanarak Müslüman kanı dökmemesi yönündeki yalvarışlarına daha fazla dayanamadı ve barışa razı oldu. Ancak yapılan anlaşmanın maddelerini bir bir dikte ettirmeyi de ihmal etmedi. Süryani Mikhail’in kaydına göre (Vekayinâme, s. 183) bu iki Türk hükümdarı arasında 1158 yılında bir barış ve dostluk antlaşması yapılmıştır. Sultan Kılıç Arslan, Kayseri Meliki Zünnûn ile de bir dostluk antlaşması 91 92 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 likle Halep Atabeyi Nureddin Mahmud b. Zengî’nin kışkırtmasıyla Kılıç Arslan’a karşı yürüttüğü mücadeleyi şiddetlendirdi. Ayrıca Kılıç Arslan’a karşı oluşturulan bu ittifakta Bizans imparatoru Manuel Komnenos’un da hatırı sayılır bir rolü vardı. Sultan II. Kılıç Arslan, Erzurum Saltuklu beyi İzzeddin Saltuk’un kızı ile nikâhlanmıştı. Gelin alayı Erzurum’dan Konya’ya doğru yol alırken bunu haber alan Yağıbasan pusu kurdu. Kaile pusu kurulan yere geldiğinde saldırıya geçerek gelini ve çeyizini ele geçirdi. Sonra Kılıç Arslan’ın hanımı olan gelini, yeğeni Kayseri Meliki Zünnûn ile evlendirebilmek için önce irtidat ettirip sonra İslâma döndürdüler. Gelin bu hîle-i şeriyye sonucunda Zünnûn ile evlendirildi14. Yağıbasan’ın sınırları zorlayan bu saldırısı, doğal olarak Sultan II. Kılıç Arslan’ı çileden çıkardı. Hiç zaman yitirmeden Yağıbasan’ın üzerine yürüdü. Taralar arasında uzun süren çatışmalar çok kan dökülmesine neden oldu. Kılıç Arslan sonunda Bizans ordusu tarafından desteklenen Dânişmendli kuvvetleri karşısında mağlup olmaktan kurtulamadı(1162).15 Yağıbasan, sultanın karargâhını ele geçirip altın tahtıyla birlikte diğer kıymetli eşyalarını yağmaladı. Yağıbasan, mütâreke imzalanınca aldıklarını sultana geri verdi.16 Bu arada Bizans İmparatoru Manuel, her iki hükümdara da adamlar göndererek aralarındaki mücadeleyi körüklüyordu. Onun amacı savaşarak birbirini zayılatacak olan Dânişmendlilerden ve Selçuklulardan tamamen kurtulabilmekti. Ancak imparator, Kılıç Arslan’ı daha tehlikeli bulduğu için Yağıbasan’a para ve silah yardımın- 14 15 16 yapıp onu amcası Yağıbasan’a karşı kışkırttı. Aslında Sultan Kılıç Arslan’ı din adamlarından ziyade eniştesi Nureddin Mahmud’un Selçuklu topraklarına tecavüzü onu barışa mecbur etmişti. Nureddin’in bu tecavüzünden başka Kilikya’daki Ermeniler de Maraş’a saldırdılar. Sultan Kılıç Arslan, Yağıbasan ile yaptığı bu sulh sayesinde Ermeniler ve Zengîler ile mücadele etme fırsatı buldu ve onları yeniden itaat altına aldı(Papaz Grigor, s. 314; İbnü’l-Kalânisî (Ebû Ya‘lâ Hamza b. Esed et- Temîmî), Zeylü Tarihi Dımaşk, ( nşr. H.F. Amedroz), Beyrut 1908, s. 333; Ebu’l-Ferec, II, 391. Krş. Turan, Türkiye, s. 198-200; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, ( çev. Yıldız Moran ), İstanbul 1984, s. 112; Abdülhâluk Çay, II. Kılıç Arslan, Ankara 1987, s. 25-26). İbnü’l- Esîr, el- Kâmil, trc., XI, 257. Krş. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1993, s. 16-17; a.mlf., Türkiye, s. 201. Süryani Mikhail’in Vekayinâme’sinin (Khronik, nşr. ve trc. J.B. Chabot, Chronique de Michel le Syrien, Patriarche jacobite d’Antioche(1116-99), Paris 1899-1924, trc. Hrant D. Andreasyan, Suryani Patrik Mihail’in Vekayinâmesi 1042 1195, Ankara 1944, II, -TTK.’da henüz yayımlanmamış tercüme-, s.190) Ermenice metinde bu olay biraz daha farklı anlatılır. Buna göre, Sultan Kılıç Arslan Saltuk’un kızı ile evlenmek istemiş ancak Saltuk kızını Yağıbasan’ın isteği üzerine Malatya emîri ile evlendirmiştir. İşte bu duruma kızan Kılıç Arslan, Yağıbasan üzerine yürümüş ve mağlup olup savaş meydanından irar etmiştir. Süryani Mikhail (s. 189 –Ermenice Metin) bu olayın tarihini 1161 olarak kaydetmiştir. Süryani Mikhail, s. 190 ( Ermenice Metin). Süryani müellii ( bk. aynı yer) antlaşma isteğinin Yağıbasan’dan geldiğini kaydeder. Bu olayın 1164 veya 1165 yıllarında meydana geldiğine dair rivâyetler de vardır( İbnü’l- Esîr, trc., XI, 257 – 258). Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik da bulunmaktaydı.17 Bizans tarihçisi Kinnamos,18 İmparator Manuel’in Çankırı-Ankara meliki Şahinşah ile Kayseri, Amasya ve Kapadokya hâkimi Dânişmendli Yağıbasan’a mektuplar yazarak onları sultana karşı kışkırttığını kaydeder. Kılıç Arslan, Yağıbasan’a yenilip onunla anlaşma imzaladıktan sonra, muhalefeti örgütleyen başlıca güç olan Bizans’ı bu ittifaktan koparmak amacıyla İstanbul’a gitti. Bizans İmparatoru Manuel tarafından son derece iyi karşılanan Kılıç Arslan İstanbul’da uzun bir süre kaldı.19 İstanbul’da umduğundan fazlasını bulan ve istediği yardımı da alan Sultan Kılıç Arslan, İmparator Manuel ile bir antlaşma imzaladı(1162 İstanbul Antlaşması). Konya’ya döner dönmez intikam almak ve nikâhlı karısını elinden alan Yağıbasan ve yeğeni Zünnûn’u cezalandırmak amacıyla harekete geçti.20 Hısn-ı Keyfâ Artuklu beyi Kara Arslan, Mardin Artuklu beyi Necmeddin Alpı ile Erzen ve Bitlis beyi Fahreddin Devletşah da onunla birlikte bulunuyorlardı. Niketas’ın kaydından21 sultanın ordusunun Yağıbasan’ın kuvvetlerine göre çok daha kalabalık olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle Yağıbasan yardım sağlamak amacıyla Sivas’tan kaçıp Çankırı Selçuklu Meliki Şahinşah’ın yanına gitti.22 Bu arada Kılıç Arslan Yağıbasan’ın merkezi Sivas’ı işgal etmiş bulunuyordu. Ancak Kılıç Arslan bir dahaYağıbasan ile savaşma imkânını bulamadı. Çünkü yardım almak amacıyla Melik Şahinşah’ın yanına gitmiş olan Yağıbasan 4 Ağustos 1164 tarihinde orada öldü.23 Kaynaklar Sultan Kılıç Arslan’ın harekâtının bundan sonraki kısmıyla ilgili olarak herhangi bir bilgi vermemektedirler. Ancak peşinde olduğu Yağıbasan, Melik Şahinşah’ın yanına Çankırı-Ankara taralarına gittiğine göre, Kılıç Arslan’ın onu takip ederek seferine devam etmiş olması gerekir. Hattâ Yağıbasan’ın öldüğünü öğrendikten sonra kardeşi Şahinşah’ın üzerine yürüyerek onun hâkimiyeti altındaki Ankara, Çankırı ve çevresini ele geçirmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte Şahinşah bundan sonra da mücadeleye devam ettiğine göre, topraklarını kaybet- 17 Niketas, s. 81. 18 Epitome Historiarum, CSHB., (nşr. I. Meinecke), Bonn 1836, s. 199-200, trc. s. 145. 19 Bu konu hakkında geniş bilgi için bk. Papaz Grigor, s. 334; Niketas, s. 81-83; Kinnamos, s. 204-208;Süryani Mikhail, XVIII, 8, trc., s. 188; Ebu’l – Ferec, II, 399.. Krş. Çay, s. 38-41; Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1994, s. 713-715. Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, TTK Belleten, ( Aralık 2002), Ankara 2003, LXVI, sy. 247, s. 843-844. 20 İbnü’l-Esîr, trc., XI, 257 – 258; Ebu’l – Ferec, II, 399 . Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri, s. 17; a. mlf., “Kılıç Arslan II”, İA., VI, 690; Faruk Sümer, “Saltuklular”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, (Ankara 1971), III, s. 414; Cahen, s. 119. 21 Historia, s. 83. 23 Niketas, s. 83; Süryanî Mikhail, XVIII, 10, trc., s. 196; Ebu’l – Ferec, II, 400. Krş. Çay, s. 42. İbnü’l-Esîr (XI, 317, trc. XI, 258), sadece 560 ( 1164-1165) yılını kaydeder. 22 Süryani Mikhail, s. 177-178, yaptıklarından dolayı mahçup olan ve korkan Yağıbasan ile Kılıç Arslan arasında bir barış yapıldığından bahseder. 93 94 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 miş olsa bile, bir kere daha Kılıç Arslan’ın elinden kurtulmayı başardığı anlaşılmaktadır.24 Ancak daha sonra Nûreddin Mahmud’la yaşanan anlaşmazlık vesilesiyle Kılıç Arslan’ın, kardeşini elinden kaçırmasına rağmen onun dört oğlunu tutsak ettiği anlaşılmaktadır. İbnü’l-Esîr’e göre,25 Bizans İmparatoru Manuel 559 ( 1163-1164) yılında beraberinde çok sayıda askerle Selçuklu ve Dânişmendli topraklarına bir sefer düzenlemiş; buna karşılık Türkmenler Bizans ordugâhına baskınlar düzenleyip 10.000 kadar Bizans askerini öldürünce imparator İstanbul’a dönmüş; Türkmenler de Bizans’a ait bazı kaleleri zapt etmişlerdir. Burada verilen bilgilerden 1162 İstanbul Antlaşması’nın pek uzun sürmediği, Bizans İmparatoru Manuel’in Sultan II. Kılıç Arslan’ın niyetini çok kısa sürede anladığı sonucu çıkıyor. Eğer İmparator Manuel böyle bir seferi Melik Yağıbasan’ın ölümünden sonra düzenlemiş ise taşlar tam olarak yerine oturur. Çünkü Yağıbasan’ın ölümü ile Dânişmendli Melikleri arasında taht kavgaları olmuş, Sultan II. Kılıç Arslan bu kavgalardan istifade yoluna gitmişti. İşte bir anda Yağıbasan’ın ölümü ile Anadolu’daki güç dengesinin bozulması, Dânişmendliler’in Kılıç Arslan karşısında zayıf kalması İmparatoru böyle bir sefere çıkmaya sevk etmiş olabilir. Bununla birlikte Kılıç Arslan’ın imparatora 1167 yılında Macarlara karşı yardım ettiği ve anlaşmanın yürürlükte olduğu da bilinmektedir Yukarıda da ifade edildiği gibi, Yağıbasan’ın ölümü ile Dânişmendli hânedan mensupları arasında mücadele başladı. Kayseri Meliki Zünnûn ile Yağıbasan’ın yeğeni İbrahim, Sivas’ı ele geçirmek üzere harekete geçtiler.26 Yağıbasan’ın çocukları Zahîrüddin İli, Bedreddin Yusuf, Muzafferüddin Mahmûd ve Cemâleddin Gazi ise henüz çok küçük idiler. Yağıbasan’ın Sultan Mesud’un kızı olan eşi, kocasının ölümü üzerine, Yağıbasan’ın yeğeni İbrahim’in henüz 16 yaşında olan oğlu İsmâil ile evlenerek onu melik ilân ettirdi.27 Süryanî Mikhail’in Ermenice nüshasında28 Sivas Dânişmendli Melikliği’nin başına İsmâil’i getiren emirlerin İsmâil’in, Kayseri Meliki Zünnûn ile ittifak kurmasını da sağladıklarını kaydeder. Hiç şüphe yok ki bu birlik Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’a karşı oluşturulmuştur. II. Kılıç Arslan Melik Yağıbasan’ın ölümünden istifade ederek Dânişmendli topraklarına saldırdı. Sultan 1165 yılında ilk olarak Elbistan, Tohma vadisi, Dârende ve Gedük yöresini Selçuklu toprakları içine kattı.29 1169’da Zünnûn’un üzerine yürüdü. Kayseri ve Zamantı’da 24 Turan, Türkiye, s. 203. 25 el-Kâmil, XI, 313-314; trc. XI, 254-255. 26 M. H. Yınanç, “Dânişmendliler”, İA, III, 473; Özaydın, “Dânişmendliler”, DİA., VIII, 472. 27 İbnü’l-Azrak, Ahmed b.Yusuf b. Ali, Tarihu’l-Fârıkî (Tarihu Meyyâfârıkîn), British Museum, Or. nr. 5803, vr. 188a; Ebu’l-Ferec, II, 400; Süryanî Mikhail, s. 196. Krş. M.H. Yınanç, “Dânişmendliler”, İA, III, 473; Turan, Türkiye, s. 202. Gerek İbnü’l-Esîr (el-Kâmil, XI, 317, trc. XI, 258 ) ve gerekse onu kaynak olarak kullanan Cenâbî ( el-Aylemü’z-zâhir, trc.ve nşr., Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Dânişmendliler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul 2001, sy. 4, s. 254)’nin Yağıbasan’dan sonra onun yerine İbrahim b. Muhammed’in geçtiğine dair kaydı doğru olmasa gerekir. 28 Vekayinâme, s. 198. 29 Ebu’l-Ferec, II, 402. Krş. Özaydın, aynı yer. Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik Dânişmendli hâkimiyetini sona erdirdi.30 Sultan tüm kaleleri ele geçirdi. Dânişmendli beylerini itaat altına aldı. Bu gelişmeler karşısında Kayseri Meliki Zünnûn, sultanın kardeşi Şahinşah ve Dânişmendliler’in Malatya Meliki Efridun (Feridun, Zülkarneyn’in oğlu) Atabeg Nureddin Mahmud b. Zengî’ye sığındılar. Kılıç Arslan’ın giderek güçlenmesinden rahatsızlık duyan Nureddin Mahmud; Dânişmendli Zünnûn’u, Şahinşah’ı ve Artuklular’ı himâye ederek ona karşı bir ittifak kurduktan sonra Kılıç Arslan’a haber göndererek Zünnûn’a ülkesini iade etmesini bildirdi. Sultan Kılıç Arslan atabeyin elçilerini bir süre oyaladıktan sonra bu teklii reddedince Nûreddîn Mahmûd derhal harekete geçti ve Maraş, Göksun (Keysun), Besni (Behinsi), Merzubân gibi şehir ve kalelere sahip oldu ve Sivas’a doğru harekete geçti (1172). Sultan II. Kılıç Arslan’ın tehdidi altında bulunan Malatya şehrinde işler yine yolunda gitmiyordu. Çünkü idareciler, asker ve halk Malatya’nın geleceği konusunda kaygılı oldukları için birbirinden farklı çözüm yollarına inanıyorlardı. Sultan şehri kuşattı fakat burada uzun süre kalmayıp Malatya halkından 12.000 kişiyi sürüp Kayseri’ye götürdü.31 Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Mahmûd b.Zengî, Mardin ve Hısn-ı Ziyâd Artuklu emirleri, Kilikya Ermenileri ve Sivas Dânişmendli Meliki aralarında bir ittifak yaparak ordularını Sivas’ta Melik İsmail’in yanında topladılar. Hiç şüphe yok ki, Sultan Kılıç Arslan’ın kardeşi Melik Şahinşah da bu ittifaka dâhildi. Sultan Kılıç Arslan onları oyalamaya çalıştı. Onlar kışın yaklaştığını ve sultanın kendilerini kandırdığını anlayınca, II. Kılıç Arslan ile savaşmak üzere Kayseri’ye doğru ilerlediler. Bu mütteik ordu Kayseri kapılarına dayanınca Kılıç Arslan savaşı göze alamayarak anlaşma teklif etti. Mütteikler Kılıç Arslan’ın Malatya bölgesinden sürdüğü halkı yerlerine iade etmesini, kardeşi Şahinşah ile Melik Zünnûn’un elinden aldığı yerleri geri vermesini ve kardeşinin hapsetmiş olduğu dört oğlunu serbest bırakmasını talep ettiler. Sultan Malatya’dan sürdüğü halkı iade etti. Kardeşine senelik 10 bin dinar tahsis etti fakat aldığı hiçbir yeri geri vermedi. Yeğenlerini32de salıvermediği gibi bunlardan birini öldürdü. Şahinşah’a diğer çocukları istemekte ısrarcı olurlarsa onları da öldüreceğini bildirerek büyük bir gözdağı verdi. Mütteik güçler bu kararlı tavır karşısında Kılıç Arslan’a karşı başka herhangi bir girişimde bulunamadılar. Kış yaklaşıyordu ve kendi ülkelerinde güvenliği sağlayacak yeterli sayıda askerleri de yoktu. Sonuçta geri dönme30 Bu olayın tarihi hakkında kaynaklar arasında ihtilaf vardır. Bir rivâyete göre 1169, diğer bir rivâyete göre de 1171 veya 1173’te olmuştur. Bk. A. Özaydın, “Dânişmendliler”, İslâm Tarihi, İstanbul 1994, VIII, 66, n. 52. Ebu’l-Ferec ( II, 406) 1169 olarak kaydetmiştir. Anonim Selçuknâme (s. 25), sultanın Kayseri’yi 560/ 1164 – 1165 yılında ele geçirdiğini kaydeder. Anonim Selçuknâme (bk. Aynı yer.), Melik Zünnûn’un Kayseri’de halka zulmettiğini ve günlerini şarap içmekle geçirdiğini ifade eder. 31 Süryanî Mikhail, s. 223; Ebu’l- Ferec, II, 410. 32 Bu dört kardeş Süryanî Mikhail’in kaydından anlaşıldığı kadarıyla ( s.224) Sultan II. Kılıç Arslan’ın kardeşi Şahinşah’ın çocukları olmalıdır. Bu konu hakkında Ebu’l-Ferec (II, 410) herhangi bir isim vermiyor. 95 96 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ye karar verirken33 ele geçirdikleri yerlere kendi adamlarını yerleştirdiler.34 1172 yılında kış çok ağır geçmiş, Anadolu karlar altında kalmıştı. Nehirler ve su kuyuları donmuş, çadırlarda yaşayanlar ve yolcular kar altında kalarak boğulmuşlardı. Bu sırada Sivas şehrinde de şiddetli bir kıtlık yaşandığından ileri gelenler toplanarak Dânişmendli Meliki İsmâil’den kendilerine buğday vermesini rica ettiler. Melik İsmâil’in elinde buğday dolu çok sayıda büyük ambar olmasına rağmen onların isteklerini geri çevirdi.35 Bunun üzerine ahali ayaklandı ve olaylar sırasında Dânişmendli Emiri İsmâil, Sultan Kılıç Arslan’ın kızkardeşi olan karısı ve 500 adamı öldürüldüler.36İsyancılar İsmâil’in yerine bu sırada Halep’te bulunan amcası Zünnûn’u davet ettiler. Zünnûn, bu davet üzerine kayınpederi Nûreddîn’in yardımıyla Sivas’a ulaşıp Dânişmendli tahtına çıktı37 (567 / 1172). Fakat II. Kılıç Arslan, Sivas üzerine yürüyünce Niksar’a kaçtı ve tekrar Nureddîn Mahmûd’dan yardım istemek zorunda kaldı. Nureddîn Mahmûd b. Zengî, Zünnûn’un yardım talebine karşılık Fahreddîn Abdülmesih komutasında tam techizatlı 3000 asker gönderdi. Abdülmesih Anadolu’ya girerek Kayseri ve Sivas’ı Selçuklular’ın elinden aldı. Nûreddîn’in, topraklarını işgal ettiğini öğrenen II. Kılıç Arslan onun üzerine yürüdüyse de ağır kış şartları ve bölgede hüküm süren kıtlık nedeniyle onunla savaşa girmedi. Nûreddin’in ordusu ise Haçlı saldırıları nedeniyle bölgeden ayrılmak zorundaydı38. Aslında Sultan Kılıç Arslan da politik öncelikleri dolayısıyla, Nureddin tarafından işgal edilen Selçuklu topraklarını geri almak karşılığında Sivas’ın Zünnûn’a bırakılmasına razı oldu. Bu vesileyle Bizanslı tarihçi Kinnamos’un Historia’sında geçen bir kayıttan, Nûreddin Mahmud’un II. Kılıç Arslan’a, kardeşi Şahinşah’ın toprakları olan Ankara ile Galatia’nın geri kalan kısmının iadesini de kabul ettirdiği anlaşılıyor.39 Kılıç Arslan’ın kardeşi dâhil muhalileriyle yaptığı bu antlaşma Bizans 33 Süryanî Mikhail, s. 224, Ebu’l- Ferec, II, 410. 34 Anonim Selçuknâme, s.39, trc., s. 25. 35 Süryanî Mikhail, s. 226; Ebû’l-Ferec, II, 414. Krş. Turan, Türkiye, s. 204; Özaydın, “Dânişmendliler”, DİA, VIII, 472. 36 Aksarayî, Kerîmüddîn Mahmûd Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr, nşr. Osman Turan, Ankara 1944, s. 30, trc. Mürsel Öztürk, Müsâmeretü’l-ahbâr, Ankara 2000, s. 23; Süryanî Mikhail, aynı yer; Ebû’l-Ferec, II, 414. Krş. Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46. Aksarayî (trc., s.30), İsmâil’in yaşının küçük ve hükümdarlıkta tedbirinin zayıf olduğunu kaydeder ve devamla Sultan II. Kılıç Arslan’ın onun emirlerine bir takım vaatlerde bulunarak onları Melik İsmâil’i öldürmeye teşvik ettiğini ve emirlerin de bu işi yaptığını ve sonra da Melik İsmâil’e bağlı Sivas ve civarını Sultan II. Kılıç Arslan’a teslim ettiklerini kaydetmektedir. Şayet Aksarayî’nin bu kaydı doğru ise, Sivas halkının ayaklanmasında sadece şehirdeki şiddetli kıtlık değil aynı zamanda Sultan II. Kılıç Arslan’ın da rolü olmuştur. 37 Ebu’l-Ferec, II, 414. Krş. Turan, Türkiye, s.204; Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46; M. Halil Yınanç, “Dânişmendliler”, İA, III, 473. 38 Aksarayî, s. 30; trc., s. 23 Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46-47. 39 Historia, s. 288, trc., s. 206. Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik İmparatoru Manuel Komnenos’u bir hayli telaşlandırdı. Zira Bizanslı Tarihçi Kinnamos, eserinde,40 “Anadolu’da tekrar zorluklar baş gösterdi. Çünkü Halep Atabegi(Satrapis) Nûreddin ve Konya’da(Lykaonia) hüküm süren sultan (II. Kılıç Arslan) ve Ermenilerin Efendisi Mleh ve Ankara ile Galatia’nın geri kalan kısmının hâkimi (Şahinşah), Romalıların (Bizans’ın) üzerine hücumda bulunmak konusunda aynı ikirdeydiler. Bu sebepten dolayı imparator süratle harekete geçti ve Philadelphia yakınlarında bir yerde ordugâh kurdu.” diyerek bu durumu güzelce açıklar. Bu yüzden İmparator, Türk hükümdarlarının kendi aralarında uzlaşmasının sonunda imparatorluğa zarar vereceğini düşünerek hemen bu ittifakı bozmanın yollarını aramaya başladı.41 Nitekim aradığı fırsat Nûreddin Mahmud b. Zengî’nin ölümü ve Kılıç Arslan’ın hiç vakit kaybetmeden Dânişmendlilere saldırmasıyla ortaya çıkmış oldu. Nitekim 11 Şevval 569 (15 Mayıs 1174) tarihinde42 Nûreddîn Mahmud ölüp te Sivas’ta bıraktığı garnizon Haleb’e dönmek zorunda kaınca, Kılıç Arslan antlaşma şartlarını bozarak 1175 yazında Sivas, Niksar, Komana, Tokat ve diğer Dânişmendli topraklarını ele geçirdi.43 Böylece Dânişmendliler’in Sivas kolu sona ererken Zünnûn da Bizans’a sığındı.44 Melik Şahinşah’a gelince, o artık Danişmendli destekçileri ve özellikle de Nureddin Mahmud’un himayesinden mahrum bulunuyordu. Sultan Kılıç Arslan bu durumu değerlendirerek derhal harekete geçti. Kardeşinin hâkimiyeti altındaki Çankırı, Ankara ve çevresini ele geçirdi. Sultan Kılıç Arslan karşısında tutunamayan Melik Şahinşah, ağabeyinin eline düşmemek için kaçarak Meyyâfârıkîn’e gitti. Burada dedesi Sultan I. Kılıç Arslan’ın türbesini ziyaret etti. Sonra Meyyâfârıkîn’den Ahlat’a, buradan da Azerbaycan Atabegi İldeniz’in yanına gitti. Bir müddet de Gürcü kralına misair olan Şahinşah daha sonra Sokum(Sohum)’dan gemiye binerek İstanbul’a gitti. Melik Zünnûn gibi Bizans İmparatoru Manuel’e sığındı. Böylece Melik Şahinşah, İmparator Manuel Komnenos’a sığınarak ağabeyine karşı sürdürdüğü taht mücadelesine devam etti45. Sonuçta İmparator Manuel’i endişelendiren ittifak dağıldı ise de; Kılıç Arslan bu süreçten neredeyse tüm muhalilerini bertaraf edip güçlenerek çıktı. Artık Nureddin Mahmud bulunmadığına göre, Şahinşah 40 Historia, s. 288, trc., s. 206. 41 Historia, s. 289, trc., s. 207. 43 İbnü’l-Esîr, XI, 392; trc. S. XI, 315; Cenâbî, s. 255. Krş. Çay, II. Kılıç Arslan, s. 48; Özaydın, “Dânişmendliler”, DİA., VIII, 472. 42 İbnü’l-Esîr, XI, 402; trc. XI, 322. Krş. Bahattin Kök, “Nûreddin Zengî, Mahmud”, DİA., XXXIII, 261. 44 Niketas, s. 84; Kinnamos, s. 290, trc., s. 208; Ebu’l-Ferec, II, 418. Krş. Turan, Türkiye, s. 205; Özaydın, VIII, 472. Ebu’l- Ferec (bk. Aynı yer), Dânişmendoğulları’nın hâkimiyetinin 122 yıl olduğunu kaydeder. Bu da onların Anadolu’da hâkim oldukları topraklara 1055 yılından itibaren geldiklerini gösterir. 45 İbnü’l-Azrak, vr. 196a, 200a; Niketas, s. 160 – 161, trc. , s. 84; Kinnamos, s.290- 291, trc. ,s. 208-209. Krş. Turan, Türkiye, s. 192-193n. 108,205. 97 98 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ve Dânişmendli meliklerinin hâmiliğini zorunlu olarak Bizans imparatoru üstlenecekti. Ancak bu durum Sultan II. Kılıç Arslan’la 1162’den beri devam eden barışı bozmak pahasına savaşı göze almak demekti. Bizans imparatoru, Türkiye Selçuklularına karşı bir denge unsuru oldukları için, Dânişmendlilerin tekrar güçlenmesini istiyordu. Daha önce ifade edildiği gibi, artık Selçuklular’a karşı kışkırtacağı ve savaş meydanına süreceği bir güç kalmadığından bizzat kendisi harekete geçmek zorundaydı. İmparator bir yandan ordusunu hazırlarken, diğer yandan da Kılıç Arslan’dan kardeşi Şahinşâh’a ve Dânişmendlilere ait toprakların iadesini istiyordu. Sultan 17 Eylül 1176 tarihindeki büyük karşılaşma (Myriokephalon Savaşı) öncesinde defalarca barış talebinde bulunmuş ancak Manuel, her defasında Melik Şahinşah’ın ve Dânişmendli topraklarının iadesini talep ettiğinden anlaşma sağlanamamıştı.46 İmparator Manuel, Myriokephalon Savaşından önce Melik Şahinşah’a para ve ordu verip takviye ettikten sonra, Kılıç Arslan’ın üzerine gönderdi. Ancak Şahinşah, Eskişehir(Dorylaion)’de Türkiye Selçuklu kuvvetleri tarafından pusuya düşürülerek mağlup edildi. Yanındaki Bizans askerlerinin büyük kısmını yitiren Şahinşah canını zorlukla kurtararak korku içinde İstanbul’a kaçtı.47 Bu sırada Manuel Komnenos da Myriokephalon savaşında adeta Bizans’ın belini büken büyük bir yenilgiye uğradı. Böylece Şahinşah, Sultan II. Kılıç Arslan’a karşı uzun zamandan beri (1155 yılından 1176 yılına kadar) sürdürdüğü saltanat mücadelesindeki son destekçisini de kaybetmiş oldu. Devrin kaynaklarında Şahinşah’ın bundan sonra Kılıç Arslan’a karşı mücadele ettiğine dair hiçbir bilgiye rastlanmadığına göre, saltanat mücadelesi bu son girişimle sona ermiş olmalıdır. Şehinşah’ın hayatının bundan sonraki kısmına ve akıbetine dair malumat yok ise de, İstanbul’da sürgünde öldüğü tahmin edilebilir. Kaynaklar Abdülhâluk Çay, II. Kılıç Arslan, Ankara 1987 Abdulkerim Özaydın, “Dânişmendliler”, İslâm Tarihi, İstanbul 1994 Aksarayî, Kerîmüddîn Mahmûd Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr, nşr. Osman Turan, Ankara 1944 Anonim Selçuknâme, (nşr.ve trc. Feridun Naiz Uzluk), Ankara 1952 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, ( çev. Yıldız Moran ), İstanbul 1984 Ebû’l-Ferec, (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987 Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1994 Faruk Sümer, “Saltuklular”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, (Ankara 1971) İbnü’l-Esîr (İzzeddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî), el-Kâmil fî’t-târîh, 46 47 Kinnamos, s. 289, 290, 292, 299, trc., s. 207-209, 214. Turan, Türkiye, s. 206. Kinnamos, s. 295, trc., s. 211-212. Krş.Turan, Türkiye, s. 207. Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik (nşr. C. J. Tornberg), Beyrut 1979 Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara 2003 Muharrem Kesik, “Yağıbasan Devrinde Dânişmendliler - Türkiye Selçukluları İlişkileri”, İÜEF. Tarih Dergisi, (İstanbul 2002) Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, TTK Belleten, ( Aralık 2002), Ankara 2003 Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Dânişmendliler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul 2001 Niketas, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1993 Papaz Grigor, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, (trc. Hrant D. Andreasyan ), Ankara 1987 Şahinşah Melik’s Reign of Fight Muharrem Kesik Abstract The subject of this study is the ighting for the reign between the sons of Mesud I. Sultan Mesud I who had three sons had made Kılıç Arslan ascend the throne before he died. The new sultan Kılıç Arslan II made his brother drown, but his brother Melik Şahinşah escaped. Şahinşah was provoked by being supported by Danişmend’s Beys who were opponent to Kılıç Arslan, Aleppo’s atabeg Nureddin Mahmod and Byzantine Emperor by being supported for the reign struggle. The struggle between Melik Şahinşah and Kılıç Arslan II left indelible mark on this critical period of the Seljuk Turks. Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) Muharrem Kesik Özet Bu çalışmanın konusu, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mesud’un ölümünden sonra oğulları arasında meydana gelen saltanat mücadeleleridir. Üç oğlu bulunan Sultan I. Mesud ölmeden önce veliahtı Kılıç Arslan’ı kendisi tahta çıkarmıştı. Yeni Sultan II. Kılıç Arslan, kardeşlerinden Dolat’ı boğdurtmuş; fakat Melik Şahinşah’ı elinden kaçırmıştı. Şahinşah, Kılıç Arslan’a muhalif Dânişmendli Beyler, Halep atabeyi Nureddin Mahmud ve Bizans İmparatoru tarafından desteklenerek saltanat mücadelesi için kışkırtıldı. Melik Şahinşah –II. Kılıç Arslan mücadelesi, Türkiye Selçuklularının bu kritik dönemine damgasını vuran önemli olaylardan biridir. 99 100 Osman Turan DTCF’de arkadaşlarıyla Türk Tarih Kurumu Arşivi TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 101 Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî Hayattaki Rolleri: Tırâd B. Muhammed Ve Oğlu Ali B. Tırâd El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî EzZeynebî Örneği Abdülkerim Özaydın Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sözlükte hayırlı, seçkin kişi, bir topluluğun başkanı, vekili, temsilcisi, keili ve emîri anlamına gelen nakîb (çoğulu nukabâ) terimi İslâm tarihinde ilk defa hicretten önce İkinci Akabe Biatı sırasında kullanılmıştır. Hz. Peygamber Akabe’de kendisine bağlılık yemini eden ikisi kadın 75 kişi arasından 12 kişiyi Medine’deki Müslümanların problemleriyle ilgilenmek, halkı İslâm’a davet etmek ve onlara İslâmiyet’i anlatmak, Medine’deki gelişmeleri kendisine haber vermek üzere nakîb seçmiş, Es‘ad b. Zürâre’yi de onların reisliğine (nakîbü’n-nukabâ) tayin etmişti.1 Hz. Peygamber’in soyundan gelenlerle yakın akrabaları, Müslümanlar nazarında seçkin bir mevkiye sahiplerdi. Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin soyundan gelen ve seyyid-şerîf diye adlandırılan ehl-i beyt mensuplarıyla, Hz. Peygamber’in amcası Abbâs’ın soyundan gelenlerin meseleleriyle yakından ilgilenmek üzere, devlet tarafından tayin edilen memurlara nakîb denilirdi. Hz. Ali ile Fatıma’nın soyundan gelen nakîblere Nakîbü’t-Tâlibiyyîn (Nakîbü’l-Aleviyyîn), Hz. Muhammed’in amcası Abbâs’ın soyundan gelen nakîblere ise Nakîbü’l-Abbâsiyyîn (Nakîbü’l-Hâşimiyyîn) denilirdi. Abbâsîler döneminde biri Hâşimî-Abbâsî soyundan, diğeri daha özelde Hz. Ali’nın soyundan gelen iki nakîb bulunur bunların reislerine de nakîbü’nnukabâ unvanı verilirdi.2 1 2 Gülgün Uyar, “Nakîb”, DİA, XXXII, 32. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359, IX, 106. 102 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Nakîbler ve nakîbü’n-nukabâlar seyyid ve şerilerin kayıtlarını tutar, neseplerini tespit eder, onlara tahsis edilen maaşlarını almalarını sağlardı. Onlar seyyid ve şerilere tahsis edilen vakıları hem korumak, hem de denetlemekle görevliydiler. Nakîbler vakılardan bizzat sorumlu olmadığı takdirde de vakıf gelirlerini toplamak ve dağıtmakla görevli kişileri denetlerdi. Ayrıca vakıf gelirleri belirli bir gruba tahsis edilmişse hak sahiplerini tespit eder, vakılardan yararlananların vakıf senedindeki şartlara sahip olup olmadıklarını kontrol ederek hak sahibi olanların mahrum kalmamasını sağlar ve hak sahibi olmayanların istifade etmelerine mani olurdu.3 Evliliklerde denklik kuralına uymalarını sağlamak, haklarını korumak ve onların başkalarının haklarına riayet etmelerini gözetmek, fey ve ganimetlerden kendilerine düşen payları tespit edip dağıtmak da nakîblerin görevleri arasındaydı.4 Müntecebüddin Bedî‘ (ö. 552/1157’den sonra) Atebetü’l-ketebe’de Gürgenç, Dihistan ve Esterâbâd’da yaşayan seyyidler için nakîb tayiniyle ilgili bir fermana yer vermiştir. İkinci defa nakîb tayin edildiği anlaşılan Cemaleddin’e her seyyide maaş bağlaması ve itaat edenlere yardımcı olması, kurallara uymayanları cezalandırması emredilmektedir. Nakîbler seyyid olduklarını iddia edenlerin soy ağacını araştırıp tespit etmek zorundaydı. Eğer nakîb sahte seyyide rastlarsa ondan bu unvanı alıp saçlarını kestirmelidir. Ayrıca yerli idarecilerin de nakîbe itaat etmeyen huysuz seyyidlerin cezalandırılmasında kendisine yardımcı olmaları tavsiye edilmektedir.5 Her iki ailenin kayıtları kendi nakîbleri tarafından ayrı ayrı tutulmakla beraber Abbâsî ve Tâlibî nakipliği zaman zaman birleştirilirdi. Nakîbler ve nakîbü’n-nukabâlar halifenin menşûruyla tayin edilirdi. Meselâ Tırâd b. Muhammed ez-Zeynebî6 26 Receb 453’te (26 Ağustos 1061) Halife 3 4 5 6 George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004, s. 109-318. Tufan Buzpınar, “Nakîbü’l-eşrâf”, DİA, XXXII, 323. Müntecebüddin Bedî‘, Atebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvinî-Abbas İkbâl), Tahran 1329 Ş. s. 63-64; G. M. Kurpalidis, Büyük Selçuklu Devleti’nin İdarî Sosyal ve Ekonomik Tarihi (trc. İlyas Kamalov), İstanbul 2007, s. 144. Tam adı Ebü’l-Fevâris Zü’ş-şerefeyn el-Kâmil eş-Şeyh el-İmâmü’l-enbel Müsnidü’l-Irak Tırâd b. Muhammed b. Ali b. Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. İmam İbrahim b. Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbâs el-Kureşî el-Haşimî el-Abbâsî ez-Zeynebî el-Bağdâdî. 15 Şevval 398’de (23 Haziran 1008) doğdu. Zeyneb bint Süleyman b. Ali b. Abdullah b. Abbas b. Abdülmüttalib’in soyundan geldiği için daha çok Zeynebî nisbesiyle meşhurdur. Sem‘ânî Zeyneb’in Hz. Ali evladından olup Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a isyan eden ve Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye’yi (ö. 145/762) destekleyen İmam İbrahim ile evlendiğini ve bu evlilikten Muhammed b. İbrahim b. Muhammed b. Ali’nin dünyaya geldiğini söyler (el-Ensâb, VI, 345-346). Tırâd bir ulema ailesine mensup olup devrin meşhur âlimlerinden ders aldı. Hanefî olan Tırâd ez-Zeynebî hadis ilminde “sika-sebt” ve “sadûk” diye bilinir. Önce Basra’da sonra da Bağdat’ta Abbâsîler’in nakipliğini yaptı. 26 Receb 453 (26 Temmuz 1061) tarihinde Halife Kaim-Biemrillah tarafından nakîbü’n-nukabâ tayin edildi. 481 (1089) ve 489 (1096) yıllarında hacca gitti. Mekke ve Medine’de hadis imlâ ettirdi. Halifelik divanında (ed-Dîvânü’l-azîz) görev aldı. Özellikle Bağdat’ta Mansûr Camii’nde hadis okuttu ve imla meclislerine katıldı. Bu kayıtlar Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 103 Kâim-Biemrillah (1031-1075) tarafından nakîbü’l-Abbâsiyyîn ve nakîbü’nnukabâ tayin edildi ve beytü’n-nûbe’de yapılan törenle kendisine hil‘at giydirildi. Aynı tarihte Ebü’l-Feth Üsâme b. Ebû Abdullah b. Ahmed de nakîbü’t-Tâlibiyyîn tayin edildi.7 Halife ve sultanlar nezdinde büyük bir itibara sahip olan nakîb ve nakîbü’n-nukabâların bu geleneksel görevleri dışında çeşitli siyasî, içtimâî, askerî ve idârî olaylarda aktif olarak görev aldıkları bilinmektedir. Bunlar arasında sosyal ve dînî gruplar arasında çıkması muhtemel olaylara karşı gerekli tedbirleri almak ve halk arasında çıkan olayları yatıştırmak da vardı. Mesela Nakîbü’n-nukabâ Tırâd b. Muhammed ez-Zeynebî, Hanbelîler ile Eş‘arîler arasında çıkması muhtemel olaylar için emniyet tedbirleri almakla görevlendirilmişti. Bâbü’l-Basra Mahallesi Hanbelîlerin kalesi durumundaydı. Mansûr Camii de burada bulunuyordu. Hanbelîlere muhalif olan birisi burada ders verebilmek için halifeden izin, nakîbü’n-nukabâdan da güvenlik garantisi almak zorundaydı. Târîhu Bağdâd müellii Hatîb elBağdâdî (ö. 463/1071) Mansûr Camii’nde vaaz vermek ve hadis imlâ ettirmek için Halife Kâim-Biemrillah’tan izin istemiş, bunun üzerine halife nakîbü’n-nukabâya Hatîb el-Bağdâdî’ye istenen iznin verilmesi konusunda talimat vermiştir.8 Eş‘arî bir vâiz olan Bekrî 475 (1082) yılında Bağdat Nizamiye Medresesi’nde vaaz vermek için Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ten izin almış, orada Eş‘arîliği anlatıp Hanbelîler aleyhinde ağır sözler sarfetmişti. Bekrî daha sonra Mansûr Camii’nde de vaaz vermek isteyince Halife Kim-Biemrillah, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd b. Muhammed ez-Zeynebî’ye Bekrî’nin bu isteğinin yerine getirilmesini emretti. Ancak nakîbü’n-nukaba, onu Bâbü’l-Basra halkının saldırılarından koruyacak muhafız gücü olmadığını söyledi. Halife ısrar edince de bunu ancak şahnenin yardımıyla yapabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Bağdat şahnesi gerekli güvenlik ted- 7 8 onun Mansûr Camii’nde hadis okutma imtiyazını elde edecek kadar meşhur bir muhaddis olduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. Zira Mansûr Camii hadise çok büyük itibar gösteren ehl-i hadisin kalesiydi. Hatîb el-Bağdâdî ve diğer muhaddisler Mansûr Camii’nde hadis okutmak konusundaki ısrarları Camii’in bu niteliğini gözler önüne sermektedir. Tırâd ez-Zeynebî Mekke, Medine ve İsfahan’da da hadis imla meclisleri düzenledi. Pek çok şehirden âlim, devlet adamı ve öğrenci onun derslerine katıldı. Fazilet sahibi, ileri görüşlü bir insan olup asrın en önde gelen âlimlerinden biriydi. 491 yılı Şevval ayı sonlarında (29 Eylül 1098) vefat etti. Bâbü’l-Basra’da toprağa verilen naaşı Zilhicce 492’de (Ekim 1099) Makberetü’ş-şühedâ’ya nakledildi. (Sem‘anî, el-Ensâb (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Beyrut 1400/1980, VI, 345-346, İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359, IX, 106, ayrıca bk. İndeks, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târîh (nşr. Tornberg), Beyrut 1966, X, 280, ayrıca bk. İndeks, Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnâût), Beyrut 1405/1985, XIX, 37-39, George Makdisî, Ortaçağda Yüksek Öğretim İslam Dünyası ve Hristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004, s. 109, 318, Ayhan Tekineş “Tırâd ez-Zeynebî”, DİA, XLI, 111-112). İbnü’l-Cevzî, VIII, 222. Yakut el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ, Beyrut ts., IV, 16. 104 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 birlerini aldı.9 482 yılı Safer ayında (Nisan-Mayıs 1089) Bağdat’ta Babü’l-Basra ahalisi Kerh Mahallesine baskın düzenleyip bir şahsı öldürmüş, bir başkasını da yaralamışlardı. Bunun üzerine Kerh Mahallesi sakinleri çarşıları kapatıp bu iki kişinin kanlı elbiseleriyle sivil idarenin en büyük memuru olan Amîd Kemâlü’l-Mülk Ebü’l-Feth ed-Dihistânî’nin evine yürüdüler. Ağlayıp feryat ederek yardım istediler. Amîd de Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’ye haber gönderip katillerin yakalanıp huzuruna getirilmesini istedi. Tırâd ez-Zeynebî hemen Emir Bozan’ın İbnü’l-Mansûr köşkündeki evine gitti. Ancak aralarındaki tartışma neticesinde Emîr Bozan tarafından suçlanıp gözaltına aldı. Bunun üzerine Halife Muktedî-Biemrillah (1075-1094) Bozan’a haber gönderip Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’nin toplum nezdindeki itibarını, makam ve mevkiinin önemini hatırlatıp onu serbest bırakmasını istedi. Bozan da özür dileyip onu serbest bıraktı.10 Yine 487 yılı Receb ayında (Temmuz-Ağustos 1094) Bağdat’ta olaylar çıkmış ve Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’nin ünlü kâtibi İbn Sinân öldürülmüştür. Bunun üzerine Tırâd ez-Zeynebî, Şahne Aytekin’den kısası uygulamak üzere bir görevli istemiş, şahne de hacibi Muhammed’i görevlendirmişti. Ancak Bâbü’l-Basra Mahallesi halkı hacibi taş yağmuruna tutup yaralayınca Şahne Aytekin de öfkelenip Babü’l-Basra’yı ateşe vermiştir.11 Nakîbü’n-nukabâların halife ile sultanlar arasındaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında da önemli rol oynadıkları görülmektedir. 453 (1061) yılında Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in (1040-1063) Halife Kâim-Biemrillah’ın (1031-1075) kızıyla evlenmesi meselesinde bazı problemler ortaya çıkınca halife, Kadı Ebû Muhammed Rızkullah b. Abdülvehhâb’ı sultana elçi olarak gönderdi. Halife Kâim-Biemrillah ona sultanın veziri Amîdü’l-mülk el-Kündûrî’den yardım almasını ve Sultan Tuğrul Bey’in huzuruna Tırâd ez-Zeynebî ve devrin nüfuzlu şahsiyetlerinden Kureyş b. Bedran’ın yakın adamlarından Ebû Nasr Ganim ile birlikte gitmesini emretti. Bu sayede halife ile sultan arasındaki ilişkiler düzeldi. Taralar karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut olduklarını ifade ettiler. 12 Nakîbü’n-nukabâlar veliaht tayini ve cülûs merasim protokollerinde de ilk sıralarda yer alırlardı. Halife Kâim-Biemrillah 467’de (1075) hastalanınca kadı’l-kudat ile Abbâsîler’in ve Talibîler’in nakiplerini çağırdı. Onlara torunu Uddetü’d-din Ebü’l-Kasım’ı (Muktedî-Biemrillah) veliahd tayin ettiğini söyleyip bu konuyla ilgili bir tutanak hazırlamalarını emretti. Tırâd ez-Zeynebî 9 Şaban 467 (30 Mart 1075) günü yapılan veliahtlık 9 10 11 12 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 3-4, Makdisî, age., s. 55. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 170. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 240. Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’atü’z-zaman (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 76-77. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 105 merasimine de katıldı.13 Halife Kâim-Biemrillah ölünce yerine torunu Muktedî-Biemrillah geçti. Yeni halifenin biat merasimine Müeyyidülmülk b. Nizamülmülk, Vezir Fahrüddevle b. Cehîr, oğlu Amîdüddevle, Şeyh Ebû İshak eş-Şîrâzî, Ebû Nasr b. Sabbâğ, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî, nakîbü’t-Tâlibiyyîn Zü’l-menâkıb Muammer b. Muhammed el-Alevî ve Kadı’l-kudat Dâmegânî de katıldılar.14 Muktedî-Biemrillah vefat edince (487/1094) ölümü üç gün gizlendi. Halifenin veziri Ebû Mansûr İbn Cehîr emir gönderip Abbâsîler’in ve Tâlibîler’in (Alevîler) nakîblerini huzura çağırdı. Bunun üzerine Tırâd ez-Zeynebî, Abbâsî ailesiyle birlikte Bâbü’l-Basra’dan Bağdat’a geldi. Aynı şekilde Tâlibîler’in nakîbi Zü’l-menâkıb Muammer el-Alevî de Ali evladıyla huzura geldi. Vezir 18 Muharrem 487’de (7 Şubat 1094) Halife Muktedî-Biemrillah’ın öldüğünü ilan etti. Yerine oğlu Ebü’l-Abbâs Ahmed, Mustazhir-Billah lakabıyla hilafet makamına geçti. Selçuklu Sultanı Berkyaruk’un veziri İzzülmülk b. Nizamülmülk, Selçuklu emirleri, nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî, nakîbü’t-Tâlibiyyîn Muammer elAlevî, Kadı’l-kudât Ebû Bekir Muhammed b. Muzaffer eş-Şâmî, Huccetü’lİslâm İmam Gazzâlî, Muhammed b. Ahmed eş-Şâşî ve diğer ulema, yeni Halife Mustazhir-Billah’a taziyelerini arz ve biat ettiler.15 Selçuklu sultanları nakîbü’n-nukabâları önemli işlerde özel temsilcileri olarak da istihdam etmişlerdir. Abbâsî veziri Ebü’l-Feth Muhammed b. Mansûr b. Dârüst 454’te (1062) vezirlikten azledilmişti. Halife, daha önce kendisinden vezirlik talep edip pek çok hediye gönderen Mervânî Emîri Nasrüddevle’nin veziri Fahrüddevle b. Cehîr’in bu isteğini kabul etti. Onu Bağdad’a getirmek üzere Tırâd ez-Zeynebî’yi elçi olarak Meyyâfârıkîn’e gönderdi. Fahrüddevle, Tırâd ez-Zeynebî’nin refakatinde Bağdad’a geldi. Mervânî Emîri onun kaçtığını öğrenince peşinden adam gönderdiyse de yakalayamadı. Fahrüddevle ve Tırâd ez-Zeynebî Bağdat’ta büyük bir törenle karşılandılar.16 Nakîbü’n-nukabâların Abbâsî halifesi ve Selçuklu sultanı tarafından elçi olarak da görevlendirildikleri görülmektedir. Sultan Alparslan tahta geçince Tuğrul Bey’in halife Kâim-Biemrillah’ın kızı olan hanımı Seyyide Hatun’u, Emîr Aytekin es-Süleymanî ile birlikte Bağdad’a gönderdi. Ayrıca İbnü’l-Muvaffak künyesiyle tanınan Ebû Sehl Muhammed b. Hibetullah’ı da onlarla birlikte gönderip Bağdat’ta kendi adına hutbe okunmasını istedi. Ancak o yolda vefat edince bu görev Amîd Ebü’l-Feth Muzaffer b. Hüseyin’e verildi. O da vefat edince Reisü’l-Irakayn’ı görevlendirildi. 13 14 15 16 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 289-291. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 96; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb (A. Zeki-M. Mustafa Ziyâde), Kahire 1980, XXIII, 243. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 82; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 231. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târih (nşr. C. H. Tornberg), Beyrut 1966, X, 23; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mirâtü’z-zaman, s. 249. 106 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Heyet vezir Fahruddevle b. Cehir’in oğlu Amidüddevle tarafından karşılandı (15 Rebîülahir 456/6 Nisan 1064). Bu vesileyle Halife Kâim-Biemrillah 7 Cemaziyelevvel 456 (27 Nisan 1064) günü umumi bir kabul merasimi düzenledi. Elçiler Sultan Alparslan’ın saltanatının tasdiki meselesini halifeyle görüştü. Sultan Alparslan’ın kendisine el-Veledü’l-Müeyyed (Allah’ın teyidine mazhar olmuş genç) diye hitap edilmesine dair arzusu kabul edildi ve sultana Ziyaüddin ve Adudüddevle (Dinin ışığı, devletin pazusu) lakabı verildi. Hilatler ve bizzat halifenin bağladığı iki sancak halkın huzurunda nakîbü’n-nukabâya teslim edildi. Sultan Alparslan’ın halifeye biatını alması ve hilatleri teslim etmesi için Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî Nahcivan’da bulunan sultanın yanına gitmek üzere elçi olarak görevlendirildi. Sultan Alparslan hilatleri giyip halifeye bağlılık yemini etti.17 Mirdâsî Emîri Mahmûd b. Salih 463 (1071) yılında Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillah ve Sultan Alparslan adına hutbe okutmaya başladı. Bunun üzerine halife, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’yi hilatlerle Mahmûd’a gönderdi.18 Sultan Alparslan Urfa’yı bir süre kuşattıktan sonra Halep üzerine yürüdü. Bu sırada Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî de Haleb’e gelmiş ve emire halifenin gönderdiği hilatleri giydirmişti. Halep hâkimi Mahmûd, Tırâd ez-Zeynebî’ye “Senden sultanın yanına gidip beni huzuruna çıkmaktan affetmesi için tavassutta bulunmanı istiyorum” dedi. Bunun üzerine Nakîbü’n-nukabâ Sultan Alparslan’ın huzuruna çıkıp Halep hâkiminin Halife Kâim-Biemrillah’ın gönderdiği hilatleri giydiğini ve adına hutbe okuttuğunu söyledi. Bunun üzerine Sultan Alparslan Tırâd ez-Zeynebî’ye: “Onlar hâlâ hayye alâ hayri’l-amel” şeklindeki Şiî ezanını okutmaya devam ettikten sonra hutbe okutmuşlar ne ifade eder? Mutlaka huzuruma gelip yer öpmesi gerekir” dedi.19 Sultan Alparslan Ukaylî Emîri Şerefüddevle’ye kızgındı. Halife KâimBiemrillah Sultan Alparslan ile Şerefüddevle’nin aralarını düzeltmek istiyordu. Bu maksatla Nakîbu’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’yi Musul’da bulunan Şerefüddevle’nin yanına gönderdi. Tırâd da onu alıp halife adına şefaatte bulunmak üzere Alparslan’ın yanına götürdü. Zap Nehri’ne varınca veziri Ebû Ca’fer b. Saklâb’ın siyasî içerikli yazılarına (mülettafât) vakıf oldu ve vezirini suya atıp boğdurduktan sonra Tırâd ez-Zeynebî ile yola devam etti. Yolda Sultan Alparslan’ın ölüm (465/1072) haberini alınca Melikşah’ın yanına gittiler.20 Sultan Melikşah ile amcası Kirman Meliki Kavurt Bey arasında Şaban 465’te (Nisan-Mayıs 1073) Hemedan yakınlarında vuku bulan savaşta Kavurt Bey yenilmiş, bozguna uğrayan askerî birlikler Melikşah’ın safın17 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 235; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 35. 19 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 64. 18 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 63. 20 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 79. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 107 da savaşan Ukaylî Emîri Şerefüddevle Müslim b. Kureyş’in obalarını yağmaladıkları gibi Halife Kâim-Biemrillah’ın elçisi sıfatıyla orada bulunan Nakîbü’n-Nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’ye ait malları da gasp etmişlerdi.21 Nakîbü’n-nukabâlar çeşitli merasimlerde halifeyi temsil ederlerdi. Mesela Halife Muktedî-Biemrillah 477 (1084-85) yılında Şerefüddevle Müslim’i karşılamak üzere Tırâd ez-Zeynebî’yi Musul’a göndermişti.22 Nakîbü’n-nukabâların vezir naibi olarak da görev yaptıklarına şahit oluyoruz. Meselâ halifenin veziri Ebû Şücâ er-Rûzrâverî 481 (1085) yılında hacca gidince oğlu Rebîbüddevle Ebû Mansûr ile Tırâd ez-Zeynebî vezir naibi olarak görev yapmışlardı.23 Tırâd ez-Zeynebî’nin 491’de (1098) ölümü üzerine yerine oğlu Şerefüddin Ali b. Tırâd ez-Zeynebî nakîbü’l-Abbâsiyyîn ve nakîbü’nnukabâ tayin edildi.24 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî24 de babası gibi siyasî ve sosyal hayatta önemli görevler üstlendi. Hem Abbâsî halifeleri hem de Selçuklu sultanları nezdinde büyük bir itibara sahip olan nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî de mezhep mensupları arasındaki çatışmalarda, halifelerin hilafet makamına geçişlerinde, hal‘ edilmelerinde ve elçilik gibi çeşitli olaylarda aktif olarak rol almıştır. Ali b. Tırâd ez-Zeynebî Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar (1105-1118) ile Hille Mezyedî Emîri Seyfüddevle Sadaka arasında meydana gelen anlaşmazlıkları çözmek için Halife Müstazhir-Billah (1094-1118) tarafından elçi olarak görevlendirilmiştir. Sadaka, Sultan Melikşah’ın ölümü (485/1092) ile başlayan fetret devri taht kavgalarında Muhammed Tapar’ın yanında yer almış, Sultan Berkyaruk’a karşı açıkça cephe almaktan çekinmemiştir. Muhammed Tapar da mükâfat olarak ona Vasıt şehrini iktâ etmiş ve Basra’yı ele geçirmesine izin vermişti. Bu cömertçe davranışlar ve gösterilen teveccüh Sadaka’yı şımartmıştı. Sultan Muhammed Tapar bu yüzden onu cezalandırmak üzere harekete geçti. 2 Cemâziyelâhir 501 (18 Ocak 1108) tarihinde Bağdat’tan yola çıkan Sultan, halife MustazhirBillah’ın ricasıyla Za‘ferâniyye denilen yerde durduruldu. Halife, Nakîbü’nnukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi Sadaka’ya gönderip Sultan Muhammed Tapar’a itaat arz etmesini emretti. Sadaka özür dileyip sultana hiçbir zaman muhalefet etmediğini ve adına okunan hutbeye son vermediğini söyledi. Daha sonra da oğlu Dübeys’i bir sefaret heyetiyle sultana gönderdi. Taralar arasında barışa doğru önemli bir adım atılmışken Sadaka ve Sultan Muhammed Tapar’ın askerlerinin savaşa girdiği haberi geldi. Elçiler böyle bir şeyin olamayacağını söyleyip haberi yalanladılarsa da Sadaka oğlunu göndermeye cesaret edemedi ve durumu da halifeye arz etti. Barışa engel olan bu olay şöyle cereyan etmişti: Sultan Muhammed Tapar’ın askerle- 21 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 78. 23 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 44; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 168. 22 24 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 136. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 280. 108 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 rinden bir kısmı müzakerelerin müspet sonuç vereceğini anlayınca anlaşma öncesinde yeni bir yağma yapalım diye düşünmüşlerdi. Sultandan habersiz olarak Sadaka’nın bölgesine saldırdılar fakat perişan olarak geri dönmek zorunda kaldılar. Antakya Emîri Yağısıyan’ın oğlu Muhammed de bu yağma akınında hayatını kaybetmişti. Bu olay dolayısıyla Araplar gururlanıp kahramanlık taslarken Türkler de büyük bir üzüntü içindeydi. Halife Müstazhir-Billah, Sadaka’ya yeniden sultana itaat etmesini emreden bir mektup yazdı ancak gereği yapılmadı. Halife, Sadaka’ya bu defa Nakîbü’n-Nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî ile Ebû Sa’îd el-Herevî’yi gönderdi. Bu elçiler önce Sultan Muhammed Tapar’a uğrayıp Sadaka’nın yakınları için eman-nâme aldılar. Sonra da Sadaka’nın yanına gidip sultanın gönlünün ancak esirlerin serbest bırakılması ve ganimetlerin iadesiyle alınabileceğini söylediler. Sadaka bunu önce kabul etti, fakat sonra Sultan’ın bağışlamamasından korktuğunu söyledi ve “Eğer sultan beni ve bana sığınanları affeder, Sürhab b. Keyhüsrev’i iktaına iade eder, Muhammed b. Boğa’nın yağmaladığı şeyleri geri verirse, halifenin vezirine de aramızda kararlaştırılanlara bağlı kalacağına dair yemin ederse işte o zaman sultanın hizmetine girerim” dedi. Sadaka bu sözlerinde ısrar edince silâhların hakemliğine başvurmaktan başka çare kalmadı. Nakîbü’n-nukabânın çabalarına rağmen 19 Receb 501 (4-5 Mart 1108) tarihinde vuku bulan savaş Muhammed Tapar’ın zaferiyle sona erdi ve Sadaka, Bozkuş adlı bir gulam tarafından öldürüldü.25 Halife Müsterşid-Billâh 512 (1118) yılında Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi Hille Emîri Dübeys b. Sadaka’ya elçi olarak gönderip kendisinden biat almasını ve yanında bulunan kardeşini Bağdad’a göndermesini istedi. Dübeys halifeye biat etti ancak yanına sığınmış olan misairini kendisi istemedikçe teslim edemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Ali b. Tırâd ez-Zeynebî halifenin kardeşi Emîr Ebü’l-Hasan’ın huzuruna gidip halifenin bizzat kaleme aldığı mektubu ve emannâmeyi takdim etti. Fakat Ebü’lHasan Bağdad’a dönmeyi kabul etmedi.26 Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin vezir naibi ve vezir olarak da hizmet ettiği görülmektedir. Nitekim Müsterşid-Billah 516 (1122) yılında veziri Celaleddin b. Sadaka’yı azledince Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’ye hil’at verip vezir naibi olarak görevlendirmiştir.27 Celâleddin b. Sadaka 1 Receb 522’de (1 Temmuz 1128) ölünce Ali b. Tırâd ez-Zeynebî önce vezir naibi sonra da Muizzü’l-İslâm Adudü’l-İmâm Seyyidü’l-vüzerâ Sadrü’ş-Şark ve’l-Garb lakabıyla vezir tayin edildi.28 523 yılı Rebîülâhir ayı sonunda (21 Nisan 1129) vezaret hil’ati giydi. Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’den başka Abbâsî halifelerine 25 26 27 Bu konuda geniş bilgi için bk. Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 45-51. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 198. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 233-234; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 602. 28 İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ’, s. 216. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 109 vezirlik yapan başka bir Haşimî yoktur.29 Ali b. Tırâd ez-Zeynebî MuktefîLiemrillah zamanında tekrar vezaret makamına getirildi (530/1135-36)30 Halifenin Enûşirvan b. Halid-i Kâşânî’yi azledip Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi vezir tayin etmesi ünlü şair Haysa Baysa’nın bir kasidesine de konu olmuştu. İçinde bulunduğum zamana Hem kalbimle hem dilimle şükrederim Zira ikram sahibi bir vezirin yerini Yine ikram sahibi bir vezir aldı.31 521 (1127) yılında da Halife Müsterşid-Billâh Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’e (1118-1157) elçi olarak gönderip Dübeys b. Sadaka’yı yanından uzaklaştırmasını istedi. Sultan Sencer Nakîbü’nnukabâyı çok iyi karşıladı. Kendisine davul, sancak vb. hediyeler verip üç namaz vaktinde kapısında nevbet çalınmasına müsaade etti. Ayrıca bir gerdanlık, iki at, iki sancak ve başka hediyelerle Bağdat’a uğurladı. Nişabur Hatîbi İbn Saîd’i de onunla birlikte halifeye elçi olarak gönderdi. Nakîbü’nnukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî 522 (1128) yılında Sultan Sencer’in elçisiyle birlikte Bağdat’a döndü.32 Halifenin izniyle Bağdat’taki bütün câmilerde Sultan Sencer adına hutbe okundu ve kendilerine sunulmak üzere hil’atler hazırlandı. Nakîbü’n-nukabâ Ali ez-Zeynebî’nin çeşitli savaşlarda da rol aldığı görülmektedir. Mesela 517 (1123) yılında Abbâsî Halifesi Müsterşid-Billah ile Dübeys b. Sadaka arasında cereyan eden savaşa katıldı. Dübeys yanında esir bulunan halifenin hadımı Afîf’i serbest bırakıp Aksungur el-Porsukî’yi kendisiyle savaşmak üzere görevlendirdiği için halifeye tehdit mektubu göndermiş ve Bağdad’ı tahrip ve yağmalamaya and içmişti. Bu mektuba çok öfkelenen Halife Müsterşid-Billâh, Tebriz’de bulunan Aksungur elPorsukî’ye haber gönderip Dübeys’i te’dip etmesini emretti, bunun üzerine Aksungur el-Porsukî 516 yılı Ramazan ayında (Kasım 1122) Dübeys ile savaşmak için hareket etti. Halife de hazırlıklarını tamamlayıp Bağdad’dan askerlere haber gönderip yanına çağırdı. Hadîse hâkimi Süleyman b. Mühâriş Ukaylîlerle birlikte halifenin yardımına koştu. Ayrıca Karvâş b. Müslim ve diğer bazı emîrler de ona katıldı. Dübeys bunu haber alınca halifeye elçi gönderip merhamet diledi ve rızasını talep etti, fakat halife kabul etmedi. Halife Müsterşid-Billah 14 Zilhicce 516 (13 Şubat 1123) günü üzerinde siyah renkli bir cübbe, başında siyah bir sarık ve şal, omuzunda hırka, elinde ortasında Çin malı bir demir halka bulunan asası olduğu halde yola 29 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 653. 31 Bundarî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 162. 30 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 62; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43. 32 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 5, 8. 110 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 çıktı. Vezir Nizâmüddin Ahmed b. Nizâmülmülk, Nakîbu’t-Tâlibiyyîn ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Şeyhu’ş-şüyûh Sadreddin İsmail ve ileri gelen diğer zevat da halife ile birlikteydi. Muharrem 517 (Mart 1123) tarihinde vuku bulan savaş sonunda mağlup olan Dübeys kaçıp kurtuldu ise de çok sayıda adamı öldürüldü.33 Aynı zamanda Alevîlerin nakîbi olarak da atanan Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin daha sonra Halife Müsterşid-Billah ile Irak Selçuklu Sultanı Mesud (1134-1152) arasındaki savaşa katıldığını ve esir düştüğünü görüyoruz. Sultan Mes’ûd 10 Ramazan 529 (24 Haziran 1135) tarihinde Dây-ı Merc’de halifenin ordusuna saldırdı. Askerleri mağlûp olan Halife Müsterşid-Billah ile birlikte pek çok adamı, Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Kâdı’l-kudât, Hazînedâr İbn Talha, İbnü’l-Enbârî, hatipler, fakîhler ve diğer ileri gelen zevat esîr alındı. Halife bir çadıra konuldu ve ordugâhındaki çok miktarda eşya ve ağırlıklar ganimet alındı. Vezir, Kâdı’lkudât, İbnü’l-Enbârî, hazînedâr ve ileri gelen diğer zevat Sercihan kalesine götürüldü.34 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî karşılama ve protokol merasimlerinde de görev alıyordu. Meselâ Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar (1105-1118) bir elçi gönderip kardeşi Horasan Meliki Sencer’in kızını oğlu Mahmud’a istedi. Sencer kızını annesiyle birlikte düğün alayı ile İsfahan’a uğurladı. Sultan Muhammed Tapar, Müstazhir-Billah’a (10941118) haber gönderip devlet erkânının Horasan’dan yola çıkan gelin alayını karşılamasını istedi. Halife başta vezir Rebîbüddevle, Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Nakîbü’l-Aleviyyîn Mecdüddin Ali b. Muammer el-Alevî, Hazinedâr Zahîrüddevle Ebû Tâhir b. el-Harazî, Emirü’l-hâc ve sâhibü’l-mahzen Yümn el-Kâimî’den oluşan heyetle karşılama merasimine katılmasını emretti.35 Keza Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Tapar da, 523 yılı Zilkade ayında (Ekim-Kasım 1129) Bağdat’a geldiğinde vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî tarafından karşılanmıştır.36 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî halife ve sultanların nikâh akitlerinde de onların vekili sıfatıyla görev almıştır. Mesela Halife RâşidBillâh (1135-1136) Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd’un kız kardeşi Fatıma Hatun ile 531 yılı Receb ayında (Mart-Nisan 1137) evlendi. Nikâh akdinde halifenin vekili vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, sultanın vekili ise veziri Kemaleddin ed-Dergüzînî idi.37 33 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 607-610. 35 İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ, s. 208. 37 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 47; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXIII, s. 284. 34 36 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 616. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 655. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın Nakîbü’n-nukabâ Ali ez-Zeynebî’nin halife ve sultanlar nezdinde itibarlı bir mevkiinin olduğu, önemli konularda kendisiyle istişare ettiklerini; onun da ikir ve tavsiyelerini hiç çekinmeden söyleyebildiğini görüyoruz. Mesela Halife Müsterşid-Billah Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd ile 529 (1135) yılında savaşa girmeden önce Ali b. Tırâd ez-Zeynebî kendisine şu uyarılarda bulunmuştu: “Efendim! Ben size daha önce Bağdat’ta sarayınızda kalmanız ve onları düşman olarak görmemeniz gerektiğini, onların sizin kullarınız ve tebeanız olduğunu söylemiştim. Fakat siz benim ikrimi kabul etmeyip yola çıktınız ve buraya kadar geldiniz. Şu anda aramızda sadece bir merhale mesafe kaldı. Şimdi yapmanız gereken onlarla azim ve kararlılıkla savaşmak ve zaferi Allah’tan beklemektir.”38 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin mezhep mensupları arasında çıkan olayların bastırılmasında ve şiddetli tepkilere maruz kalan ulemânın himayesinde de aktif rol aldığı görülmektedir. Meselâ ulemâdan İbnü’l-Abbâdî 546 (1152) yılında Bağdat’ta Mansur Câmii’nde ders vermek isteyince hilafet makamı Bağdat’ın Batı yakasında Hanbelî âlimlerden başkasının faaliyette bulunmasının mümkün olmadığını söyledi. Ancak İbnü’l-Abbâdî ısrar edince Nakîbü’n-nukabâ onun himayesini üzerine aldı. İbnü’l-Abbâdî ders vermeye başlayınca olaylar çıktı. Emniyet kuvvetleri ders bitinceye kadar kılıçlarını çekip İbnü’l-Abbâdî’yi korumaya çalıştılar.39 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Halife Râşid-Billah’ın hal‘ edilmesinde ve yeni halifenin belirlenmesinde de önemli rol oynadı. Meselâ Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd meliklerin ve emirlerin kendisine karşı Bağdat’ta bir ittifak oluşturduklarını ve hutbenin yeğeni Davud b. Mahmûd adına okunduğunu öğrenince süratle Bağdat üzerine yürüyüp şehri muhasara etti. Bunun üzerine halife Darü’l-hilâfeden ayrılıp şehrin Batı yakasında bulunan İmâdeddîn Zengî’nin yanına gitti. Şehre giren Sultan Mes’ûd kadıları ve nakipleri toplayıp onlara Halife Râşid-Billah’ın kendisine hitaben bizzat kaleme aldığı bir taahhütnâmeyi gösterdi. Halife bu taahhütnâmede: “Eğer asker toplar, sefere çıkar ve sultanın askerleriyle silahlı çatışmaya girecek olursam kendimi halifelikten hal etmiş olayım” diyordu. Bu taahhütnâmeyi okuyan kadılar ve fukaha onun kendisini hal ettiğine dair fetva verdiler. Vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Hazînedâr Kemaleddin Hamza b. Ali b. Talha ve Kâtibü’l-inşâ İbnü’l-Enbârî Sultan Mes’ûd’dan korktukları için halifenin hal‘ edilmesine ittifakla karar verdiler.40 Kaynaklarda vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin, kadıları ve fakihleri toplayıp Halife Râşid-Billah’ı hal‘ etmeleri hususunda ulemayı tehdit ettiği, ayrıca onun kötü ahlaklı biri olup haksız yere masum insanların kanını akıttığı, mallarını gasp ettiği ve 38 İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ’, s. 219. 39 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 145; Makdisî, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 55. 40 İbnü’l-Esir, el-Kâmil, XI, 40-42. 111 112 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 halifelikle bağdaşmayacak işler yaptığı söylenip böyle birinin halife olup olamayacağına dair sorusuna “caiz değildir” diye fetva verildiği kaydedilmektedir. Halifelikten hal edilmesi konusundaki fetvaya Kadı Ebû Tâhir İmâdüddîn İbnü’l-Kerhî, el-Hîtî, İbnü’l-Beyzâvî, Nakîbü’t-Tâlibiyyîn ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, İbnü’r-Rezzâz, İbn Şâi‘ ve Ravh İbnü’l-Hadîsî şahitlik ettiler.41 Nakîbü’n-nukabâ bu işlem tamamlandıktan sonra Kadı İbnü’l-Kerhî’yi çağırdı ve onun yanında bir kere daha RâşidBillah’ın halifelikle bağdaşmayan söz ve hareketlerinden bahsetti. Sonunda kadı da, onun fasıklığına ve hal‘ edilmesine hükmetti. Kâdı’l-kudât bu sırada Musul’da bulunduğundan halifenin hal‘ edilmesine dair hüküm Kadı İbnü’l-Kerhî tarafından verildi (16 Zilkade 530/16 Ağustos 1136).42 Nakîbü’n-nukabâların yeni halifenin belirlenmesinde de önemli rol oynadıkları görülmektedir. Sultan Mes’ûd, Râşid-Billah’ın hal‘ edilmesinden sonra yeni halife konusunda Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî ile istişare etti, o da Müstazhir-Billah’ın oğlu Ebû Abdullah Muhammed’i tavsiye etti. Ebû Abdullah bulunduğu yerden alınıp saraya getirildi. Sultan ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Ebû Abdullah ile görüşüp ona bazı şartları kabul ettiği takdirde halife olacağını söylediler. O da ileri sürülen şartları kabul edince Muktefî-Liemrillah lakabıyla halife ilan edildi (18 Zilhicce 530/18 Ağustos 1136). Emirler, devlet erkânı ve protokole dâhil zevat, kadılar ve fakihler toplanıp biat ettiler.43 Muktefî-Liemrillah halife olunca Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi vezir tayin etti.44 Sonuç Nakipler ve nakîbü’n-nukabâlar siyasî, idarî ve içtimaî birçok olayda önemli roller oynamışlardır. Onların hem halifeler hem de sultanlar nezdindeki itibarları, İslam toplumunda çeşitli sebeplerle meydana gelen anlaşmazlıkların çözümünde, ehlü’l-hal ve akd içerisinde yer almalarını sağlamıştır. Nakîbü’n-nukabâlar halife ile sultanlar arasındaki ihtilaların hallinde görev aldıkları gibi, halifelerin belirlenmesi ve hal‘ edilmesinde de etkili olmuşlardır. Nakîbü’n-nukabâların merkezî otorite ve toplum içerisinde sahip oldukları bu itibar hiç şüphesiz Müslümanların ehl-i beyte ve Hz. Peygamber’in akrabalarına besledikleri saygı ve sevgiden kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber’in soyundan gelen Nakîbü’t-Tâlibiyyîn (Nakîbü’lAleviyyîn) ile amcası Abbas’ın soyundan gelen Nakîbü’l-Abbâsiyyîn (Nakîbü’l-Hâşimiyyîn) ve bunlar arasından seçilen ve bizzat halifeler ta41 42 43 44 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 60; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 42 vd.; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXIII, 280. İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 60; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43; Abdülkerim Özaydın, “Muktefî-Liemrillah”, DİA, XXXI, 145; a.mlf., “Râşid-Billâh”, DİA, XXXIV, 465. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43; Bundârî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 169; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXIII, 282. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 113 rafından tayin edilen Nakîbü’n-nukabâların sahip oldukları izzet, şeref ve itibar Resûl-i Ekrem’e duyulan hürmet ve muhabbetle alakalı olmalıdır. Bu makalede Zeynebî ailesine mensup nakîbü’n-nukabâların Selçuklu sultanlarıyla Abbasî halifelerinin hâkim oldukları topraklarda siyasî, içtimaî vb. birçok konuda nasıl etkili olduklarına dair sadece iki örnek sunuldu. Hiç şüphesiz diğer nakib ve nakîbü’n-nukabâların İslam toplumundaki etki ve faaliyetleri de müstakil bir araştırmanın konusunu teşkil edecek kadar geniştir. Kaynaklar Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990 George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004 G. M. Kurpalidis, Büyük Selçuklu Devleti’nin İdarî Sosyal ve Ekonomik Tarihi (trc. İlyas Kamalov), İstanbul 2007 Gülgün Uyar, “Nakîb”, DİA, XXXII İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359, IX İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târih (nşr. C. H. Tornberg), Beyrut 1966 Müntecebüddin Bedî‘, Atebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvinî-Abbas İkbâl), Tahran 1329 Sem‘anî, el-Ensâb (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Beyrut 1400/1980 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’atü’z-zaman (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968 Tufan Buzpınar, “Nakîbü’l-eşrâf”, DİA, XXXII Yakut el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ, Beyrut ts., IV Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnâût), Beyrut 1405/1985 114 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Nakibü’n Nukabas’ role in political, administrative and social life during the Seljuks period: Examples of Tırad B. Mohammed and his son Ali B. Tırad El-Kureşi El-Haşimi El Abbasi Ez-Zeynebi Abdulkerim Özaydın Abstract As a result of respect and affection of Muslims to Prophet Mohammed, people called “nakib” were chosen and assigned amoung the members of ‘ehli beyt’ and the title of “nakibü’n nukaba” emerged as the leader of nakibs. Fundamentally responsible about the inancial and legal issues of nakibs, they sometimes carried out after important tasks. Having priority in protocol during Seljuks, nakibü’n nukabas accomplished some tasks like resolving social and religious disputes between different groups, resolving the disputes between Sultans and Calips, presiding the missions sent by Sultan, representing the sultan in ceremonies and weddings. Without doubt this situation was a result of the reputation they had in the eyes of Sultans and the public. In this study,political and social roles of nakibü’n nukabas’ on the territories under the Seljuk Sultans and Abbasi Caliphes will be examined in the example of Tırad b. Mohammed and his son Ali b. Tırad el-Abbasi el Hasimi ez-Zeynebi who both served in this position. Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî Ve İçtimâî Hayattaki Rolleri: Tırâd B. Muhammed ve Oğlu Ali B. Tırâd El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî EzZeynebî Örneği Abdulkerim Özaydın Özet Müslümanlar’ın Hz. Peygamber’e duydukları hürmet ve muhabbetin bir sonucu olarak, ehl-i beyt mensupları arasından “nakîb” adı verilen kişiler seçilerek kendilerine bir takım görevler tevcih edilmiş, nakîblerin de reisi olacak şekilde “nakîbü’n-nukabâ”lık müessesesi ortaya çıkmıştır. Esas itibariyle nakîblerle ilgili malî ve hukukî bir takım işlerin takibi ile sorumlu olan nakîbü’n-nukabâlar, zaman zaman bu görevleri dışındaki bir takım konularda da önemli vazifeler icra etmişlerdir. Selçuklular döneminde protokolde ilk sıralarda yer alan nakîbü’n-nukabâlar geleneksel vazifelerinin yan sıra, sosyal ve dinî gruplar arasında çıkan bazı anlaşmazlıkların çözümü; halifeler ile sultanlar arasında yaşanan sorunların halledilmesi; sultan tarafından gönderilen elçilik heyetine başkanlık etmek; bazı merasimlerde sultanı temsil etmek; halife ve sultanların nikah akitlerinde onlara vekalet etmek gibi görevler de icra etmişlerdir. Hiç şüphe yok ki bu durum, onların sultanlar ve halk nezdinde sahip oldukları büyük itibarın bir sonucuydu. Bu çalışmada, Selçuklu sultanlarıyla Abbasî halifelerinin hakim oldukları topraklar üzerinde nakîbü’n-nukabâların siyasî ve içtimaî konulardaki rolleri, bu makamda bulunan Tırâd b. Muhammed ile oğlu Ali b. Tırâd el- Abbasî el-Haşimî ezZeynebî örneklerinde incelenecektir. Anahtar Kelimeler: Selçuklular, nakîb, nakîbü’n-nukabâ, Tırâd b. Muhammed, Ali b. Tırâd elAbbasî el-Haşimî ez-Zeynebî. Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne Sadi S. Kucur Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Tarihte, özellikle muhtelif sebeplerle farklı alfabe, dil ve kültürlerin etkisine maruz kalmış olan toplumlarda ortaya çıkan bazı terimleri, müessese, mekân hatta şahıs adlarını doğru okuyup anlamlandırmak, tarih araştırmacılarını en çok zorlayan hususlardan biridir. Böyle bir araştırma dil, etimoloji, tarih, inanç, kültür, folklor gibi muhtelif sahalara vâkıf olmanın ötesinde sağlam bir metodolojiyi de gerektirmektedir. Bütün bunlara rağmen, çoğu zaman konunun mütehassıslarının mutabık kalacağı bir sonuca ulaşmak da mümkün olamamaktadır.1 Bu mütevazi makalede, bir mekân adıyla ilgili olarak mevcut okuma ve anlamlandırmanın isabetli olmadığı düşüncesiyle, kelime yeniden tahlil edilmeye çalışılacaktır. XIII. yüzyıl Selçuklu Türkiyesi’nde karşımıza çıkan bu mekân adı bazı yayınlarda2 halen Ermenhâne şeklinde okunmakta ve bu okuyuşa göre anlamlandırılmaktadır. Söz konusu mekân adı ile ilgili problem daha önce tespit ve tahlil edilmiş, ancak o zaman bir sonuca ulaşılamamıştı.3 Burada konu tekrar ele alınıp, mevcut verilere göre daha mâkul bir okuyuş ve anlamlandırma üzerinde durulacaktır. Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla Selçuklu Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakiyelerinde zikredilmektedir. Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) vakiyesinde geçmekte, vakfın gelirleri arasında Sivas’ta 1 2 3 Bu konu ile ilgili olarak Selçuklu tarihi için Selçuk / Selçük, Yabgu / Beygu, Kutalmış / Kutulmuş / Kutlamış, Sancar / Sencer, Üner / Onar, Yabgulu / Yâvegî, Ahî / Akı, şahne / şıhne isim veya terimleri verilebilecek en güzel örneklerdir. Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 236239; Aynı yazar, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136. “Selçuklu Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakiyesi”, Anadolu Selçuklu Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu, 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009, s. 337348. 115 okuyuş ve anlamlandırma üzerinde durulacaktır. Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla Selçuklu Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla Selçuklu Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakfiyelerinde zikredilmektedir. Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakfiyelerinde zikredilmektedir. TYB AKADEMİ / Eylülgeçmekte, 2014 116 Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) vakfiyesinde vakfın Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) vakfiyesinde geçmekte, vakfın gelirleri arasında Sivas’ta Hürremşah oğluoğlu Muhyiddin Yahya’nın adıyla bilinen vehücreden 13 hücreden gelirleri oğlu arasında Sivas’ta Hürremşah Muhyiddin Yahya’nın adıyla bilinen veolu13 Hürremşah Muhyiddin Yahya’nın adıyla bilinen ve 13 hücreden 4 4 oluşan biroluşan ‫ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ‬ bulunmaktadır. Farsça olan kelimeleribirleşik birleşik yazılmıştır. şan bir bulunmaktadır. Farsça olan kelimeleri birleşik ‫ ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ve ve ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ ﺥﺍﻥﻩ‬kelimeleri yazılmıştır. bir ‫ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ‬ bulunmaktadır. Farsça olan‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ 4 yazılmıştır. İkincisi Sâhib Ata’nınyaptırdığı Konya’da yaptırdığı mescid ve İkincisiAta’nın Sâhib Ata’nın Konya’da medrese, mescidmedrese, ve tamamladığı 679 679 İkincisi Sâhib Konya’da yaptırdığı medrese, mescid veminarenin minarenin tamamladığı minarenin tamamladığı 679 (1281 başı) yılı gelir vakılarındandır. Konya’da 81 başı)Konya’da yılı gelir Attar vakıflarındandır. Konya’da Attar Armağanşah altlı-üstlü 10vakıflarındandır. (1281 başı) yılı gelir vakıflarındandır. Konya’da Attar Arma Attarbaşı) Armağanşah Mahallesinde altlı-üstlü 10 odadan oluşmaktadır; keli(1281 (1281 başı) başı) yılı yılı gelir gelir vakıflarındandır. Konya’da Konya’da Attar Attar Armağanşah Armağanşah M dandır. Armağanşah Mahallesinde altlı üstlü 1 Mahallesinde 1 (1281 yılı gelir vakıflarındandır. Attar Armağanşah altlı-üstlü 10 Bu konu ile ilgili olarak Selçuklu5Konya’da tarihi için Attar Selçuk / Selçük, YabguMahallesinde / Mahallesinde Beygu, Kutalmış / Kutulmuş Armağanşah altlı-üstlü 10 / Kutlamış, 1 (1281 başı) 5yılı gelir vakıflarındandır. Konya’da 5 5 5 ‫)ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ yazılmıştır. Sonuncusu ise Cacaoğlu adan oluşmaktadır; kelimeler ayrı (‫ﺥﺍﻥﻩ‬ meler ayrı yazılmıştır. Sonuncusu ise Cacaoğlu Nureddin’in 670 Bu konu ile ilgili olarak Selçuklu tarihi için Selçuk / Selçük, Yabgu / Beygu, Kutalmış / Kutulmuş / Kutlamış, 5 Sancar / Sencer,kelimeler Üner Onar,ayrı Yabgulu / Yâvegî, Ahî / Akı,oluşmaktadır; şahne /kelimeler şıhne isimkelimeler veya terimleri en yazılm ayrıverilebilecek (‫ﺧﺎﻧﻪ‬yazılmıştır. ‫)ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ odadan odadan oluşmaktadır; oluşmaktadır; kelimeler ayrı ayrı (‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫)ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ ‫)ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ yazılmıştır. S ler ayrı (‫ )ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ‬odadan yazılmıştır. Sonuncusu ise /Cacaoğlu oluşmaktadır; (‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫)ﺍﺭﻡﺍﻥ‬odadan yazılmıştır. Sonuncusu ise(‫ﺧﺎﻧﻪ‬ Cacaoğlu 5 odadan ayrı /(‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫)ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ Sonuncusu ise Cacaoğlu güzel örneklerdir. Sancar /oluşmaktadır; Sencer, Üner /kelimeler Onar,nüshası) Yabgulu Yâvegî, Ahîyazılmıştır. / Akı,yine şahnegelir / şıhnevakıları isim veya terimleri verilebilecek en (1270) tarihli (İskilip vakiyesinde, arasında reddin’in 670 (1270) tarihli (İskilip nüshası) vakfiyesinde, yine gelir vakıfları arasında Nureddin’in 670 (1270) tarihli (İskilip nüshası) vakfiyes Nureddin’in Nureddin’in 670 670(1270) (1270) tarihli tarihli (İskilip (İskilipnüshası) nüshası) vakfiyesinde, vakfiyesinde,yiny i ( skilip nüshası) vakfiyesinde, yine vakıfları 2 Nureddin’in 670gelir (1270) tarihliarasında (İskilipnüshası) nüshası) vakfiyesinde, yine gelir vakıfları arasında güzel örneklerdir. Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik dışında, Tarihi, İstanbul 2004, s.Hamamı 236-239; Aynı yazar, Nureddin’in 670 (1270) tarihli (İskilip vakfiyesinde, yine gelir vakıfları arasında bulunmaktadır. Konya’da Lârende Kapısı (Derb) Sultan unmaktadır. Konya’da Kapısı (Derb) dışında, Sultan Hamamı yakınında olup 16 Konya’da Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46,Konya’da 48, 136. 2 Lârende bulunmaktadır. Lârende Kapısı (Derb) dışında, bulunmaktadır. bulunmaktadır. Konya’da Lârende Lârende Kapısı Kapısı (Derb) (Derb) dışında, dışında, Sultan HaS nde Kapısı (Derb) dışında, Sultan Hamamı yakınında olup 16 Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 236-239; yazar, bulunmaktadır. Konya’da LârendeKapısı Kapısı (Derb) dışında, Sultan Hamamı yakınında olup yakınında olup 16 odalıdır ve yarı hissesi vakfedilmiştir. Bunun imlâsı ise16 AynıSultan bulunmaktadır. Konya’da Lârende (Derb) dışında, Sultan Hamamı yakınında olup 16 3 6 “Selçuklu Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakfiyesi”, Anadolu Selçuklu 6 66 alıdır ve yarı hissesi vakfedilmiştir. Bunun imlâsı ise ฀฀฀ ฀฀฀฀’dır. Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136. odalıdır ve yarı hissesi Bunun ise ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﻦ‬ 6vakfedilmiştir. odalıdır ve ve yarı yarı hissesi hissesi vakfedilmiştir. Bunun Bunun imlâsı imlâsı iseimlâsı ise ‫ﺧﺎﻥﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ’dır. ’dır miştir. Bunun imlâsı iseodalıdır ‫ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥ‬ve ’dır. ’dır. 6vakfedilmiştir. Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu, 7-8odalıdır Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009, s. 337-348. yarı hissesi hissesi vakfedilmiştir. Bunun imlâsı ฀฀฀ ฀฀฀฀’dır. odalıdır ve yarı vakfedilmiştir. Bunun imlâsı iseise ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫’ﺍﺭﻣﻦ‬dır. 3 “Selçuklu 4 Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakfiyesi”, Anadolu Selçuklu VGMA, Defter nr. 604, Sıra nr. 90, s. 70; Bayram - Karabacak, a.g.m., s. 57. Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009, s. 337-348. Mekân adı ile ilgili vakfiyelerdeki bilgiler 4 adı ile ilgili vakfiyelerdeki Mekân adıMekân adı ile ile ilgili ilgili vakfiyelerdeki vakfiyelerdeki bilgiler bilgiler b ekân adı ile ilgili vakfiyelerdeki bilgiler VGMA, Defter nr. 604, Sıra Mekân nr. 90,adı s.adı 70; Bayram - Karabacak, a.g.m., s. Mekân 57. Mekân ilgili vakfiyelerdeki bilgiler ileileilgili vakfiyelerdeki bilgiler dı Müştemilâtı Bulunduğu yer Tarih Adı Kaynak Adı Müştemilâtı Bulunduğu yer Adı Müştemilâtı Müştemilâtı Bulunduğu Bulunduğu yeryer Ta temilâtı Bulunduğu yer Tarih Kaynak Adı MüştemilâtıBulunduğu Bulunduğu yer TarihKaynak Kaynak Adı Müştemilâtı yer Tarih 16 oda Lârende Kapısı dışında, 670 Cacaoğlu‫ﺧﺎﻥ‬ Nureddin ฀฀฀ Konya, Lârende Kapısı67 dı 16 16 odaoda 16 oda Konya, Konya, Lârende Lârende Kapısı Kapısı dışında, dışında, da ฀฀฀฀ Konya, Lârende Kapısı dışında, Konya, 670 Cacaoğlu Nureddin ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ Sultan yakınında (1270)Lârende Vakfiyesi 16oda oda Konya, Lârende Kapısı dışında,670670 Cacaoğlu Cacaoğlu Nureddin 16 Konya, Kapısı dışında, Nureddin ฀฀฀ ฀฀฀฀ Sultanyakınında Hamamı yakınında ‫ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥ‬ Sultan Sultan Hamamı Hamamı yakınında (12 Sultan Hamamı yakınında (1270) Hamamı Vakfiyesi Sultan Hamamı yakınında (1270) Vakfiyesi Sultan (1270) Vakfiyesi Sivas 678 Hamamı Sivas yakınında Gök Medrese oğlu ürremşah oğlu Muhyiddin 13 oda Hürremşah Muhyiddin 13 13 odaoda 13 oda Sivas Sivas Sivas 67 Hürremşah Hürremşah oğlu oğlu Muhyiddin Muhyiddin da Sivas 678 Sivas Gök Medrese (1280) Vakfiyesi ahya ‫ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ‬si Hürremşah oğlu Muhyiddin 13oda oda Sivas Sivas Medrese Sivas 678 GökGök Medrese Hürremşah oğlu Muhyiddin (12 Vakfiyesi13 (1280) si678 Sivas Yahya ‫ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ‬ si ‫ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ‬ si Yahya Yahya 10 altlı-üstlü Konya, 679 Konya İnce Minareli (1280) (1280)Vakfiyesi Vakfiyesi ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥ‬ Yahya ‫ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ‬ si ‫ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ‬ si Yahya 10 altlı-üstlü 67 Konya, Konya, Konya, 10 10 altlı-üstlü altlı-üstlü Konya nce Minareli 679 ltlı-üstlü Konya, ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ oda Armağanşah 10 Mah. (1281) ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ Medrese Vakfiyesi altlı-üstlüKonya, Konya, Minareli İnce Minareli 679679odaKonya altlı-üstlü ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ ﺍﺭﻡﺍﻥ‬Attar Attar Armağanşah odaİnce ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ‬ (12 Attar Attar Armağanşah Armağanşah Mah. Mah. Mah. odaKonya Vakfiyesi (1281) Medrese 10 Attar Armağanşah Mah. oda AttarArmağanşah Armağanşah Mah. (1281)Medrese Medrese Vakfiyesi (1281) Vakfiyesi Attar Mah. oda Söz konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir. O Söz mekân konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgile Söz Sözkonusu konusu mekânadı adıhakkındaki hakkındaki mevcut mevcutbilgiler bilgilerşimdili şimd ı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir. O Söz konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir. O O Söz konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunSöz konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir. lde bu mekânın mahiyeti eldeki bu kısıtlı bilgiler çerçevesinde değerlendirilmeye bu mekânın mahiyeti eldeki bu bilgiler kısıtlı halde halde buhalde bumekânın mekânın mahiyeti mahiyeti eldeki eldeki bu bukısıtlı kısıtlı bilgilerbilgiler çerçeve çerçe eldeki bu kısıtlı bilgiler çerçevesinde değerlendirilmeye lardan Omahiyeti halde eldeki bu mekânın mahiyeti eldeki bu kısıtlı bilgiler çerhalde bu mekânın bubu kısıtlı bilgiler çerçevesinde halde buibarettir. mekânın eldeki kısıtlı bilgiler çerçevesinde değerlendirilmeye ışılacaktır. ‫ ﺥﺍﻥﻩﺍﺭﻡﺍﻥ‬veya ฀฀฀ ฀฀฀฀ lar, mahiyeti XIII. yüzyılın ikinci yarısında, 1’i Sivas, 2’si ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ‬değerlendirilmeye çalışılacaktır. veya ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ lar, XIII. yüzyılın ikin çalışılacaktır. çalışılacaktır. ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ veya veya ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ lar, lar, XIII. XIII. yüzyılın yüzyılın ikinci ikinci yarısın yarıs ‫ ﺍﺭﻣﻦ ﺧ‬lar, XIII. yüzyılınçevesinde ikinci yarısında, 1’i Sivas, 2’si Konya veya1’i Sivas, 2’si lar, XIII. değerlendirilmeye çalışılacaktır. çalışılacaktır. ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ veya ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬bulunan lar, XIII. yüzyılın yarısında, Konya2’si ‫ﺥﺍﻥﻩﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀ ฀฀฀฀ lar, XIII. ikinci yüzyılın ikinci yarısında, 1’i Sivas, onya şehrinde, 10, 13, çalışılacaktır. 16 gibi muhtelif sayıda odaları ve bulunduğu yer ve yüzyılın ikinci yarısında, 1’i Sivas, 2’si Konya şehrinde, 10, 13, muhtelif 16sayıda gibi muhşehrinde, 10, 13, 16muhtelif gibi sayıda odaları bulunan şehrinde, şehrinde, 10,10, 13,13, 16 16 gibi gibi muhtelif sayıda odaları odaları bulunan bulunan ve ve bulund buluv telif sayıda odaları bulunan ve bulunduğu yer ve sınırlarından şehrinde, 10, 13, 16 muhtelif odaları bulunan ve bulunduğu ve sınırlarından Konya şehrinde, 10,gibi 13, 16 gibisayıda muhtelif sayıda odaları bulunan yer ve bulunduğu yer ve ırlarından anlaşıldığına göre müslümanların yaşadığı mahallelerde mevcut olan telif sayıda odaları bulunan ve bulunduğu yer ve sınırlarından anlaşıldığıanlaşıldığına göre müslümanların yaşadığı mahallelerde anlaşıldığına anlaşıldığınagöre göremüslümanların müslümanlarınyaşadığı yaşadığımahallelerde mahallelerdemevcut mevcu ların yaşadığı mahallelerde mevcut olan mekânlardır. Hatta anlaşıldığına göre müslümanların yaşadığı mahallelerde mevcut olanolan mekânlardır. Hattaolan na göre müslümanların yaşadığı mahallelerde mevcut mekânlardır. sınırlarından anlaşıldığına göre müslümanların yaşadığı mahallelerde mevcut ekânlardır. Hatta Sivas’takinin sahibi müslümandır. İkisinin tam, birinin yarım hisse geliri Sivas’takinin sahibi müslümandır. İkisinin tam, yarım birinin Sivas’takinin Sivas’takinin sahibi sahibimüslümandır. müslümandır. İkisinin İkisinintam, tam,birinin birinin yarımhisyh ndır. İkisinin tam, birinin yarım hisse geliri vakıflara aittir. Hatta Sivas’takinin sahibi müslümandır. İkisinin tam, birinin yarım hisse Sivas’takinin sahibi müslümandır. İkisinin tam, birinin yarımakla hisse geliri vakıflara aittir. Hatta sahibi İkisinin tam, birinin yarım hisse geliri kıflara aittir. Bunların mekânlardır. ilk anda han, otel,Sivas’takinin pansiyon gibi bir müslümandır. mekân olabileceği Bunların ilk anda han, otel, pansiyon gibi birolabileceği mekân olab Bunların Bunların ilkilk anda anda han, han, otel, otel, pansiyon pansiyon gibi gibi birbir mekân mekân olabileceği ak ansiyon gibi bir mekân geliri olabileceği akla gelmektedir. Nitekim ilk anda vakılara aittir. Bunların han, otel, pansiyon gibi bir mekân Bunların ilk anda han, otel, pansiyon gibi bir mekân olabileceği akla gelmektedir. Nitekim lmektedir. Nitekim birinin imlâsı ฀฀฀ ฀฀฀฀ diyeyazılmıştır. Ancak üç ayrı yerdeki bu vakıflara aittir. Bunların ilk anda han, otel, pansiyon gibi bir mekân olabileceği akla birinin imlâsı ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ diyeyazılmıştır. Ancak üç ayrı ye birinin birinin imlâsı imlâsı ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ diyeyazılmıştır. diyeyazılmıştır. Ancak Ancak üç üç ayrı ayrı yerdeki yerdeki bu azılmıştır. Ancak üç ayrı yerdeki bu akla mekânların aynı isimleNitekim birinin imlâsı olabileceği gelmektedir. diye yazılmışbirininolması, imlâsı onların ‫ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥ‬bildiğimiz diyeyazılmıştır. Ancak üçveya ayrı hanelerden yerdeki bu mekânların aynı isimle ekânların aynı isimle anılmış diğer hanlardan gelmektedir. birinin imlâsı ฀฀฀ ฀฀฀฀ diyeyazılmıştır. Ancak üçolması, ayrı yerdeki bu tır.hanelerden Ancak Nitekim üçfarklı ayrıbir yerdeki bu mekânların aynı isimle anılmış onlaanılmış olması, onların bildiğimiz diğer hanlardan veya ha anılmış anılmış olması, olması, onların onların bildiğimiz bildiğimiz diğer diğer hanlardan hanlardan veya veya hanelerden hanelerd miz diğer hanlardan veya özelliğe sahip anılmış olması, onların bildiğimiz diğer hanlardan veya hanelerden farklı bir özelliğe sahip klı bir özelliğe sahip olduğunu göstermektedir. Bu özelliği açıklayabilecek eldeki tek veri rın bildiğimiz diğer hanlardan veya hanelerden farklı bir özelliğe sahip olmekânların aynı isimle anılmış olması, onların bildiğimiz diğer hanlardan veya hanelerden olduğunu göstermektedir. Bu açıklayabilecek özelliği açıklayabilecek olduğunu olduğunu göstermektedir. göstermektedir. BuBu özelliği özelliği açıklayabilecek eldeki eldeki tekelde tek ve özelliği açıklayabilecek eldeki tek veri bunlara verilen addır. olduğunu göstermektedir. Bu özelliği eldeki tespit tek veri bunlara addır. duğunu göstermektedir. Bugöstermektedir. özelliği açıklayabilecek eldeki tek verilen veri bunlara nlara verilen addır. Yani çözüm bu kelimenin okunuşunu veaçıklayabilecek ne anlama geldiğini farklı bir özelliğe olduğunu Bu özelliği açıklayabilecek eldeki tek veri Yani çözüm bu kelimenin okunuşunu ve ne geldiğini anlama g Yani Yaniçözüm çözüm bu bukelimenin kelimenin okunuşunu okunuşunu veve nene anlama anlama geldiğin okunuşunu ve ne anlama geldiğini tespitsahip etmekle mümkün verilen addır. çözüm bu kelimenin okunuşunu ne anlama geldiğini Yani çözüm bu Yani kelimenin okunuşunu ve ne anlama geldiğini ve tespit etmekle mümkün mekle mümkün olacaktır.bunlara verilen addır. Yani çözüm bu kelimenin okunuşunu olacaktır. ve ne anlama geldiğini tespit olacaktır. olacaktır. tespit etmekle mümkün olacaktır. olacaktır. etmekle mümkün olacaktır. Bu mekân adının daha önce7 Ermenhâne olarak okunduğu7 belirtilmişti. Bu mekân adının daha önce Ermenhâne olarak okunduğu belirtilmişti. Çalışmak için 7 7 Buadının mekân adının daha önce Ermenhâne olarak okun BuBu mekân mekân daha daha önce önce Ermenhâne Ermenhâne olarak olarak okunduğu okunduğu be önce Ermenhâne olarakÇalışmak okunduğu7 belirtilmişti. Çalışmak için için adının taşradan şehre geldikleri farzedilen Ermenilerin konakladığı 7adının Bu mekân daha önce Ermenhâne olarak okunduğu belirtilmişti. Çalışmak için radan şehre geldikleri farzedilen Ermenilerin konakladığı han olarak açıklanan bu mekânın 7 taşradan şehre geldikleri farzedilen Ermenilerin konakladığı han olarak açıklanan bumekânın mekânın adının okunuşunda kelimenin imlâsına taşradan taşradan şehre şehre geldikleri geldikleri farzedilen farzedilen Ermenilerin Ermenilerin konakladığı konakladığı han han olar o dilen Ermenilerin konakladığı han açıklanan bu Bu olarak mekân adının daha önce Ermenhâne olarak okunduğu belirtilmişti. Çalışmak için taşradan şehre geldikleri farzedilen yukarıda Ermenilerin konakladığı han olarak açıklanan bu mekânın ının okunuşunda kelimenin imlâsına dikkat edilmemiş, üzerinde durduğumuz adının okunuşunda kelimenin imlâsına dikkat edilmemiş adının adının okunuşunda okunuşunda kelimenin kelimenin imlâsına imlâsına dikkat dikkat edilmemiş, edilmemiş, yukarıd yuka imlâsına dikkat edilmemiş, yukarıda üzerinde durduğumuz taşradan şehre geldikleri farzedilen Ermenilerin konakladığı han olarak açıklanan bu mekânın adının okunuşunda kelimenintahlili imlâsına dikkat edilmemiş, yukarıda üzerinde durduğumuz unuş ve anlamlara temas edilmemiş, yani nr. etimolojik yapılmamıştır. Kaldı ki Ermen 4 tahlili VGMA, Defter 604, Sırakinr. 90, s. 70;dikkat Bayram - okunuş Karabacak, a.g.m., s. 57. veyukarıda anlamlara temas edilmemiş, yani etimolojik tahl okunuş okunuş ve ve anlamlara anlamlara temas temas edilmemiş, edilmemiş, yani yani etimolojik etimolojik tahlili tahlili yapılm yap ilmemiş, yani etimolojik yapılmamıştır. Kaldı Ermen adının okunuşunda kelimenin imlâsına edilmemiş, üzerinde durduğumuz okunuş ve anlamlara temas edilmemiş, yani 5 Bayram - Karabacak, a.g.m., s. 39, 45, 50. etimolojik tahlili yapılmamıştır. Kaldı ki Ermen okunuş ve anlamlara temas edilmemiş, yani etimolojik tahlili yapılmamıştır. Kaldı ki Ermen 5 5 5 Bayram s. 39,Ahmet 45, 50. Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu NurBayram el-Din’in Tarihli Arapça-Moğolca Bayram - Karabacak, s. 50. 39, 45,Vakiyesi, 50. Bayram - Karabacak, - 1272 Karabacak, a.g.m., a.g.m., s. 39, s.a.g.m., 39, 45,45, 50. , 45, 50.- Karabacak, a.g.m., 56 Bayram - Karabacak, a.g.m., s. 39,Tarihli 45, 50.Arapça-Moğolca 2el-Din’in 6 6 6 Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur 1272 Vakfiyesi, Ankara , s. 44, 116. Ankara 1989 Ahmet Temir,Emiri Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur 1272 el-Din’in 1272 Tar Ahmet Ahmet Temir, Temir, Kırşehir Kırşehir Emiri Caca Caca Oğlu Oğlu Nur Nur el-Din’in el-Din’in 1272 Tarihli Tarihli Arapç Ara aca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakfiyesi, Ankara 2 2 56 Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 21272 2 1989 1989 , s. 44, 116. Tarihli Vakfiyesi, Ankara , s. Arapça-Moğolca 44, Tarihi, 116. - Karabacak, s. 39, 45, 50. 1989 1989 , s. s.Ekonomik 44, 116. 116. 7 Bayram Tuncer Baykara, a.g.m., Türkiye Selçuklularının Sosyal ve,44, İstanbul 2004, s. 2362 1989 , s. 44, 116. 7 6 7 7s. 236-239; Tuncer Baykara, Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik İstanbul 2004, Aynı yazar, 239; Aynı yazar, Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46,Selçuklularının 48, Vakfiyesi, 136. Tuncer Baykara, Türkiye Sosyal ve Tarihi, Ekonomik Tarihi Tuncer Tuncer Baykara, Baykara, Türkiye Türkiye Selçuklularının Selçuklularının Sosyal Sosyal ve ve Ekonomik Ekonomik Tarihi, İstanbul İstanb Ahmet Temir, Kırşehir EmiriTarihi, Caca yazar, Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Ankara ularının Sosyal veTürkiye Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s.Türkiye 236-239; Aynı 7 2 Ankara Türkiye Selçukluları Konya, 1985, s. 46,Selçuklularının 48, 136. Tuncer Türkiye Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004,Konya, s.Konya, 236-239; Aynı yazar, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara s. 136. 46, 48, 136. Türkiye Türkiye Selçukluları Selçukluları Devrinde Devrinde Ankara Ankara 1985, 1985, s. 46, s. 1985, 46, 48,48, 136. nya, Ankara 1985, s. Devrinde 46, 48, 136. 1989 , s.Baykara, 44, 116. Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136. 7 Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 236-239; Aynı yazar, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136. Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur 117 dikkat edilmemiş, yukarıda üzerinde durduğumuz okunuş ve anlamlara zikrettiğimiz gibi yani coğrafî bir bölgenin tahlili ve dağın adıdır; bu kelimeyi bir topluluk topluluk adı olan temas edilmemiş, Kaldı ki Ermen zikrettiğ coğ etimolojik dağ yapılmamıştır. ğrafî bir bölgenin ve dağın adıdır; bu kelimeyi bir topluluk adı olan zikrettiğimiz gibi coğrafî bir bölgenin ve dağın adıdır; bu kelimeyi bir topErmeniye dönüştürmek ve böyle anlam vermek pek isabetli görünmemektedir. Ayrıca şehir Ermeni dönüş görünmemektedir. ek ve böyle anlam vermek pek isabetli görünmemektedir. Ayrıca ve şehir luluk adı olan Ermeniye dönüştürmek böyle anlam vermek pek isabetli dışından çalışmak için geldikleri varsayılan Ermenilerin, şehirde bir müslümana ait handan dış çalış ş in geldikleri varsayılan Ermenilerin, şehirde bir müslümana ait handan görünmemektedir. Ayrıca şehir dışından çalışmak için geldikleri varsayıönce, buranın yerlisi akrabalarının yanında veya onların işlettiği birbi handa konaklayacaklarını işlettiğ lan Ermenilerin, şehirde bir konaklayacaklarını müslümana ait handan önce, buranın yerlisi akrabalarının yanında veya onların işlettiği bir handa düşünmek daha makuldür. düş akrabalarının yanında veya onların işlettiği bir handa konaklayacaklarını uldür. düşünmek daha makuldür. ş ise ise ฀฀฀฀ ilk kelimesi yerde ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬, kelimesi ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬imlâsıyla imlâsıyla yazılmıştır. Mekân Mekân adınınadının ilk kelimesi ikiikiyerde ,bir biryerde yerde imlâsıyla ya- yazılmıştır. n ilk kelimesi iki yerde ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬, bir yerde ise ‫ ﺍﺭﻣﻦ‬imlâsıyla yazılmıştır. 88 99 8 9 Farsçada hasret, arzu, meşakkat, pişmanlık ve yaşlı anlamlarına gelen ârmân veya armân zılmıştır. Farsçada hasret, arzu, meşakkat, pişmanlık ve yaşlı anlamlarına meş pişmanlık yaşlı ârmân armânile , meşakkat, pişmanlık8 ve yaşlı9 anlamlarına gelen ârmân10veya armân ile 10 gelencoğrafî ârmân veya armân ile coğrafî bir bölgenin ve dağın adı olan Ermen bir bölgenin ve dağın adı olan Ermen (฀฀฀฀) coğ dağ adı Ermen ismi mevcuttur. mevcuttur. İkinci kelimedeki İk ‫( )ﺍﺭﻣﻦ‬ ve dağın adı10 olan Ermen ismi mevcuttur. İkinci kelimedeki (‫ )ﺍﺭﻣﻦ‬imlâ ismi mevcuttur. İkinci kelimedeki imlâmuhtemelen farklılığı,Arapçada yani mimden sonra imlâ farklılığı, yani mimden sonra elifin düşmesi uzun seslerin harfle farklılığ düş değ eliin muhtemelen düşmesi muhtemelen Arapçada en sonra elifin düşmesi Arapçada uzun seslerin harfleuzun değil, seslerin harle değil, hareke ile değil, harekeyazılmış ile yazılmış olmasından kaynaklanmış olmalıdır; zaten anlam olarak da buraya kaynaklanmış yazılmış olmasından kaynaklanmış olmalıdır; zaten anlam olarak da buralmasından kaynaklanmış olmalıdır; zaten anlam olarak da buraya uygun uygun düşmemektedir. Ayrıca Farsça dermândan Çağatay Türkçesine geçen armân çare, düşmemektedir. dermân Çağdermândan ya uygun düşmemektedir. Ayrıca Farsça Çağatayarmân Türkçesine ıca Farsça dermândan Çağatay Türkçesine geçen armân çare, derman 11 12 11 12 demektir YineTürkçede Türkçede de kullanılan veya armânın meşakkat ve geçenderman armân çare,. . derman demektir .ârmân Yine ârmân Türkçede de kullanılan demektir armân meş piş ürkçede12 de kullanılan ârmân veya armânın meşakkat ve ve pişmanlık pişmanlık anlamlarını biraz zorlayarak ârmân veya armânın meşakkat pişmanlık anlamlarını biraz zorlayarak hapishane ile ilişkilendirmek mümkün ise iliş “yaş de, asıl layarak hapishane ile ilişkilendirmek mümkün ise de, mümkün asıl “yaşlı”, ise hattade, asıl “yaşlı”, hatta “çare, derhapishane ile ilişkilendirmek “yaşlı”, hatta “çare, derman” anlamları üzerinde durulabilir. Bu anlamlardan hareketle söz “çare durulabilir. anlamları üzerinde hareketle durulabilir. Bu anlamlardan hareketle söz konuamları üzerinde man” durulabilir. Bu anlamlardan söz konusu konusu mekânların pekâlâ Osmanlı dönemindeki Dârülaceze Dârülaceze veya günümüzdeki su mekânların Osmanlı dönemindeki Osmanlı dönemindeki Dârülaceze pekâlâ veya günümüzdeki huzurevlerinin Dârülaceze veya günümüzdehuzurevlerinin oluşturan ileriolduğu sürülebilir. menşein ş menşeini ğ yapılar olduğu . ki huzurevlerinin menşeini oluşturan yapılar ileri sürülebilir. apılar olduğu ileri sürülebilir. Fakat bu durumda gelirler arasında zikredilen bu mekânlardan vakfın Fakatedeceği bu durumda gelirler arasında bu mekânlardan nasıl gelir elde nasıl gelir elde meselesi ortayazikredilen çıkmaktadır. Çünkü vakfın odaları ancak rumda gelirler arasında zikredilen bu mekânlardan vakfın nasıl gelir elde ücretedeceği karşılığında kiraya vererek vakfa bir gelir elde etmek mümkün gömeselesi ortaya çıkmaktadır. Çünkü odaları ancak ücret karşılığında kiraya vererek edeceğ çıkmaktadır. karşılığ aya çıkmaktadır. rünmektedir. Çünkü odaları ancak ücret karşılığında kiraya bugünkü vererek Dârülacezeden ziyade huzurevlerine benzeyen bu vakfa bir gelir elde etmek mümkün görünmektedir. Dârülacezeden ziyade bugünkü görünmektedir. de etmek mümkün görünmektedir. Dârülacezeden ziyade bugünkü uygulama da büyük aile tipinin hakim olduğu düşünülen 13. yüzyıl Türk huzurevlerine benzeyen bu uygulama da büyük aile tipinin hakim olduğu 13.. o lduğ düşünülen düş erkendir. Eğerdüşünülen bu mekân yen bu uygulamatoplumu da büyükiçin aile çok tipinin hakim olduğu 13.gelir vakıları arasında değil de yüzyıl Türk toplumu için çok erkendir. Eğer bu mekân gelir vakıfları arasında değil y erkendir.ücretsizEğyatıp kalkabileceği bir hayır değ de kimsesiz, fakir ve muhtaç yaşlıların u için çok erkendir. Eğer bu mekân gelir vakıfları arasında değil de ve muhtaç düğüm yaşlıların ücretsiz yatıp kalkabileceği bir hayır mevcut vakfıolaolarak vakfıkimsesiz, olarak fakir zikredilseydi çözülmüş olacaktı. Dolayısiyle yaş kalkabileceğ muhtaç yaşlıların ücretsiz yatıp kalkabileceği bir hayır vakfı olarak bilgilerin bu adın fonksiyonu hakkında böyle bir yorum yapmaya zikredilseydi düğüm çözülmüş olacaktı. Dolayısiyle mevcut bilgilerin bu adın imkan fonksiyonu düğ çözülmüş olacaktı. bilgiler in çözülmüş olacaktı. Dolayısiyle mevcut bilgilerin bu adın fonksiyonu vermediği anlaşılmaktadır. hakkında böyle bir yorum yapmaya imkan vermediği anlaşılmaktadır. ğ şılmaktadır. orum yapmaya imkanBu vermediği anlaşılmaktadır. mekân adının ilk kelimesinin vakiyelerdeki imlâları ve bu imlâ ile yazılan kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten 8 8 Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘, I, Matbaa-i Âmire 1287, s. 77, 128, 131; John Richardson, Mütercim Âsım Efendi Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘ I Matbaa i Âmire 87 s.31; 77 8 John Richardson, Persian, Arabic, and English; with i, Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘, I,AMatbaa-i Âmire 1287, s. 77, 128, 131; John Richardson, ADictionary, Dictionary, Persian, Arabic, and English; witha aDissertation Dissertationononthe theLanguages, Languages,Literature, Literature,and andManners Manners 8 with Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Burhân-ı Kâtı‘, I,Dehhoda, Matbaa-i Âmire 1287, s. 77, 128,s.131; John ofofEastern Nations, I, I,London s.s.39; LûLûğatnâme, atnâme, II,II,Tehran 1998, “armân” , Arabic, and English; a Dissertation on the Languages, Literature, and Manners Eastern Nations, London1806, 1806, 39;Ali AliEkber EkberDehhoda, Tehran 1998, s.1897, 1897, “armân” md.; A AComprehensive Persian-English Dictionary, Beyrut 1975, London 1806, s. 39; Ali Ekber Dehhoda, II, Tehran 1998, s. 1897, “armân” Richardson, ALûğatnâme, Dictionary, Persian, Arabic, and English; with a Dissertation md.;F.F.Steingass, Steingass, Comprehensive Persian-English Dictionary, Beyrut 1975,s. s.39. 39.on the Languagomprehensive Persian-English Dictionary, Beyrut 1975, s. 39. es,9 Literature, and Manners of Eastern Nations, I, London 1806, s. 39; Ali Ekber Dehhoda, 9 Bu Buanlam anlamsadece sadeceJ. J.Richardson’ın Richardson’ınlûgatinde lûgatindebulunmaktadır. bulunmaktadır. Lûğatnâme, II, Tehran 1998, s. 1897, “armân” md.; F. Steingass, A Comprehensive Persian10 chardson’ın lûgatinde bulunmaktadır. 10J. Richardson, s. 39; Ali Ekber Dehhoda, II, s. 1903, “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39. J. Richardson, s. 39; Ali Ekber English Dictionary, Beyrut 1975,Dehhoda, s. 39. II, s. 1903, “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39. 11 “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39. li Ekber Dehhoda, II, s. 1903, 11Abuşka [Yazılışı: stanbul 951 (Receb 1544 Abuşka [Yazılışı: İstanbul 951 (Receb) / 1544Ekim], Ekim],Esad EsadEfendi EfendiKitapları Kitapları3264. 3264.sy.dan sy.danHazırlayan: Hazırlayan:Mustafa Mustafa 9 Bu anlam sadece J. Richardson’ın lûgatinde bulunmaktadır. İstanbul 2007, s.s.614. nbul 951 (Receb) / 1544 Ekim],S.Esad Efendi Kitapları 3264. sy.dan S.Kaçalin, Kaçalin, İstanbul 2007, 614. Hazırlayan: Mustafa 10 J. 12 Richardson, s. 39; Ali Ekber Dehhoda, II, s. 1903, “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39. 007, s. 614. 12Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe 11 Abuşka [Yazılışı: İstanbul 951 (Receb) / 1544 Ekim], Esad Efendi Kitapları 3264. sy.dan Sözlük, İstanbul 2007, I, I,s.Yaşar e, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul 2007, s.296, 296,II, II,s.s.1472. 1472. I, s. 296, II, s. 1472. Hazırlayan: Mustafa S. Kaçalin, İstanbul 2007, s. 614. 12 Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul 2007, I, s. 296, II, s. 1472. adın fo mekân adının ilk vakfiyelerdeki imlâları ve bu imlâ mekân adının ilk kelimesinin vakfiyelerdeki imlâ ile yazıla Buadının mekânilkBu adının ilk kelimesinin kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları veimlâları bu yazılan imlâveile ilebuyazılan yazılan Bu mekânBu kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları ve bu imlâ ile mekân adının ilk kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları ve bu imlâ ile y Bu mekânverilen adının ilkBu kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları ve bu imlâ ile yazılan sına yakın olan kelimelere ‫ ﻡﺍﻥﯼﺭﺍ‬kelimelere kelimesi vardır. Bu anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten O halde bu kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu etmekten kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi izah durumu izah etmekten uzaktır. O uzaktır. halde buO halde vb verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu etmekten uzaktır. Ouzaktır. halde bu Buizah mekân adının ilk kelimesinin kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibiimlâları durumu etmekten uzaktır. O ha Bu mekân adının ilk kelimesinin vakfiyelerdeki veizah bu imlâ ile görüldüğ uzaktır. kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten uzaktır. O halde bu yazılan kelimenin mevcut imlâsına bir imlâ yazılan ve anlamı zikredilen kelimenin mevcut imlâsına ayakın bir imlâ ile yazılan ve anlamı vakfiyelerde zikredile Bu mekân adının ilk kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları veile buyazılan imlâile yazılan kelimenin mevcut imlâsına ayakın bir imlâ ileile yazılan vevakfiyelerde anlamı vakfiyelerde vakfiyelerde zikredilen kelimenin mevcutdavetsiz imlâsına ayakın birayakın imlâ ve anlamı zikredilen kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gib li olabilecek misafir, âriyet, misafir kelimenin mevcut imlâsına ayakın biranlamı imlâ yazılan uzaktır. vezikredilen anlamı vakfiyelerde zik kelimelere verilen anlamlar, gibi durumu izah ile etmekten O halde bu mevcu imlâsına aayakın kelimenin mevcut birgörüldüğü imlâ ile yazılan ve vakfiyelerde tavsiflere uygun bir kelime olabileceği ihtimali tavsiflere uygun düşecek başka bir kelime olabileceği ihtimali üzerinde elimelere verilen anlamlar, gibi durumudüşecek izah etmekten uzaktır. O yazılan halde bu uygun düşecek başka birimlâ kelime olabileceği ihtimali üzerinde durmak tavsiflere uygun düşecek başka birbaşka kelime olabileceği ihtimali üzerinde durmak TYB AKADEMİ / üzerinde Eylül 2014durmak kelimenin mevcut imlâsına ayakın birdurma imlâ 118mekân Bu adınıngörüldüğü ilktavsiflere kelimesinin vakfiyelerdeki imlâları ve bu ile d gerekmektedir. kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten uzaktır. O halde bu tavsiflere uygun düşecek başka bir ke gerekmektedir. tavsiflere uygun düşecek başka bir kelime olabileceği ihtimali üzerinde durmak gerekmektedir. gerekmektedir. 15 16 ayakın mevcut imlâsına birkelime imlâ yazılan ve anlamı vakfiyelerde zikredilen uzaktır. O bir halde builelûgatlerin kelimenin mevcut imlâsına ayakın bir imlâ ile yazılan avsiflere kelimenin düşecek başka olabileceği ihtimali üzerinde durmak ‫ﺥﺍﻥ‬ /uygun ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça gerekmektedir. gerekmektedir. tavsiflere uygun düşecek başka bir kelime olabileceği ihtimali üzerinde durmak ve anlamı vakiyelerde zikredilen tavsilere uygun düşecek başka bir kelime Nitekim bu ilk imlâsına olan ‫ﯼﺭﺍ‬ kelimesi Bu ‫ﻡﺍﻥ‬vardır. kelimesi Nitekim bu ilkyakın kelimenin yakın ‫ﯼﺭﺍ‬Bu erekmektedir. Nitekim Farsçada Farsçada buFarsçada ilk kelimenin kelimenin imlâsına yakın olan ‫ﻡﺍﻥﻣﺎﻥ‬ ‫ ﻳﺮ‬olan kelimesi vardır. Bu vardır. B Nitekim Farsçada bu ilk kelimenin imlâsına olanyakın ‫ﺍ‬imlâsına ‫ﻡﺍﻥﯼﺭ‬ kelimesi vardır. Nitekim Farsçada bu ilkyakın kelimenin imlâsına yakın vardır. olan ‫ﯼﺭﺍ‬ ‫ ﻡﺍﻥ‬kelimesi vard gâh, misafirhane, otel, kelime menzil ve mecazen ‫ﻣﺎﻥ‬ ‫ﻳﺮ‬kelimesi vardır. Nitekim ‫ﯼﺭ‬ ‫ﻡﺍﻥ‬ Bu Nitekim Farsçada bu ilk kelimenin imlâsına olan ‫ﺍ‬ ihtimali üzerinde durmak gerekmektedir. gerekmektedir. olabileceği diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz misafir kelime diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz misaf kelime diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz kelime diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz misafir Nitekim Farsçada bumisafir ilk kelimenin kelime diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet,Bu davetsiz m Nitekim Farsçada bu ilk kelimenin imlâsına yakınolan olan ‫ﯼﺭﺍ‬davetsiz ‫ ﻡﺍﻥ‬kelimesi vardır. diğ baş misafir kelime diğer anlamlarından başka konumuzla olabilecek misafir, âriyet, misafir 13 13 ilgili 13 Nitekim Farsçada bu ilk kelimenin imlâsına yakın kelimesi 13 ve mecazi olarak dünya anlamlarına gelmektedir. Keza bu birleşik n îrmânhâne içinvede kiralık hane, kiralık ev ve mecazi olarak dünya Keza bu kelime ile iki birleş Nitekim Farsçada bu ilk kelimenin imlâsına yakın olan ‫ ﻡﺍﻥﯼﺭﺍ‬anlamlarına kelimesi Bukelime veolarak mecazi olarak dünya anlamlarına gelmektedir. Keza bu kelime ile yapılan iki yapılan birleşik mecazi dünya anlamlarına gelmektedir. bugelmektedir. kelime ilekelime yapılan ikiyapılan birleşikiki diğerile anlamlarından başka konumuzla 13 Keza vardır. 3yakın olan ‫ﻡﺍﻥ‬ kelimesi vardır. Bu Nitekim Farsçada bumecaz ilkkelime kelimenin imlâsına ‫ﯼﺭﺍ‬gelmektedir. ve13mecazi olarak dünya anlamlarına gelmektedir. Keza bu kelime ilemisafir yapılan iki b diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz vardır. Bu kelime diğer anlamlarından konumuzla ilgili olabilecek olarak anlamlarına dünya gelmektedir. bu kelime yapılan birleşik ve mecazi olarak dünya anlamlarına Keza bu kelime yapılan ikiiki birleşik 15 16 14 başka 15 ile 16 14 14 diğeri 15 Keza 16 ile 14 15 16 13 isimden biri )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, ise ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ / ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin biri )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ /Farsça ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatler elime diğer anlamlarından başkabiri konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, davetsiz misafir isimden biriisimden (‫ﺳﺮﺍ)ﻱ‬ ‫ﺍﻳﺮﻣﺎﻥ‬, diğeri ise ‫ﺨﺎﻧﻪ‬davetsiz ‫ﻳﺮﻣﺎﻧ‬ / ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺮﻣﺎﻥ‬ lûgatlerin çoğunda isimden )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ / ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin ve‫ ﻳ‬mecazi olarak dünyagelanlamlarına gelme 15 13dir. kelime diğer anlamlarından başka konumuzla ilgili olabilecek misafir, âriyet, misafir 13ise 14 1514 14 biri 16kelime misair, âriyet, davetsiz misair ve mecazi olarak dünya anlamlarına isimden )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise /ile‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬iki16birleşik dir. Farsça lûg ve mecazi dünya anlamlarına gelmektedir. Keza yapılan isimden biri (‫ﺍ)ﻱ‬ ‫ﺳﺮ‬olarak ‫ﺍﻳﺮﻣﺎﻥ‬, diğeri ise ‫ﺨﺎﻧﻪ‬ ‫ﻳﺮﻣﺎﻧ‬ / 15 ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ ﻳ‬16‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ dir.buFarsça lûgatlerin çoğunda biri )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ / ‫ﺮﻣﺎﻥ‬ ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin 13 isimden 13 14 kezave mecaze çoğunda rastlanan îrmânserâ(y a geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil ve mecazen çoğunda rastlanan îrmânserâ(y a geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil e mecaziveolarak dünya anlamlarına gelmektedir. Keza bu kelime ile yapılan iki birleşik rastlanan îrmânserâ(y)a geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil ve mecazen dünya; rastlanan îrmânserâ(y a geçici misafirhane, menzil mecazi olarakçoğunda dünya anlamlarına Keza bu kelime ile yapılan iki birleşikisimden ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise ‫ﻡﺍﻥﺍ‬ isimden biri ve )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ mektedir. Kezagelmektedir. bu )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ kelime ile yapılan iki birleşik biri 14ikametgâh, 15 otel, 16 mecazen çoğunda rastlanan îrmânserâ(y a geçici misafirhane, otel, menzil ve m isimden biri ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ /ikametgâh, ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin îrmânserâ(y)a geçici misafirhane, otel, menzil vede mecazen keza çoğunda rastlanan îrmânserâ(y aikametgâh, geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil vedünya; mecazen 14 15 16 14 rastlanan 1515 dünya; bununla anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne için kiralık hane, kiralık isimden biri )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ diğeri iseeş‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬belirtilen ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin dünya; keza bununla eş1616 anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne için de kiralık hane, kiralık ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ‬ /eş ‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫ﺭﻡﺍﻥ‬ dir. Farsça lûgatlerin simden biri )‫ﺱﺭﺍ(ﻱ‬ ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise keza bununla anlamlı olduğu îrmânhâne için dedeçoğunda kiralık hane, kiralık ev anlamları ,14 ‫ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ‬, diğeri ise //olduğu dir. Farsça lûgatlerin çoğunda rastladünya; keza bununla eş anlamlı belirtilen îrmânhâne için kiralık hane, kiralık ev rastlanan îrmânserâ(y aevgeçici ikae dünya; keza bununla eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne için deevkiralık hane, kira çoğunda rastlanan îrmânserâ(y abelirtilen geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil ve mecazen bununla eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne için de kiralık hane, kiralık ev anlamları dünya; keza bununla eş anlamlı olduğu îrmânhâne için demenzil kiralık hane, kiralık çoğunda rastlanan îrmânserâ(y a geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil ve mecazen anlamları verilmektedir. nan îrmânserâ(y)a geçici ikametgâh, misairhane, otel, ve mecazen anlamları verilmektedir. oğunda rastlanan îrmânserâ(y geçici ikametgâh, misafirhane, otel, menzil ve mecazendünya; keza bununla eş anlamlı olduğu belir verilmektedir. anlamları verilmektedir. ฀฀฀฀ ฀ imlâları ile ayazılan mekân adının, anlamları dünya; keza bununla eş verilmektedir. anlamlı belirtilen için için de kiralık hane, kiralık ev anlamları verilmektedir. dünya; keza bununla eş verilmektedir. anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne için de olduğu kiralık hane, kiralık îrmânhâne ev dünya; keza bununla eş anlamlı îrmânhâne de kiralık ünya; keza bununla eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânhâne içinolduğu de kiralıkbelirtilen hane, kiralık evanlamları verilmektedir. anlamları verilmektedir. anlamları verilmektedir. hane, kiralık ev anlamları verilmektedir. ‫ﺥﺍﻥﻩﻱ‬ ‫ )ﺭﻡﺍﻥ‬olması mümkün Şu görünmektedir. ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ฀ileimlâları ile yazılan mekân adının, Şu halde ‫ﺥﺍﻥﻩ‬฀฀฀฀฀฀ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veyaimlâları ฀฀฀฀฀฀ ฀ imlâları ile yazılan mekân adını nlamları verilmektedir. Şu halde halde vakfiyelerde vakfiyelerde ‫ﺍﺭﻡﺍﻥﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬veya veya ‫ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ ile yazılan mekân adının, bu Şu halde vakfiyelerde ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬vakfiyelerde veya ฀฀฀฀฀฀ ฀ imlâları yazılan mekân adının, Şu ‫ﺧﺎﻧﻪ‬ halde vakfiyelerde ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veyaile฀฀฀฀฀฀ ฀ imlâları ilebu yazılan mekân u halde vakfiyelerde ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ veya ‫ﺥﺍﻥﻩ ﺧﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ imlâları yazılan mekân adının, Şu halde vakfiyelerde ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀฀฀฀ ฀ imlâları ile yazılan mekân adının, Şu halde vakiyelerde veya imlâları ile yazılan mekân bu kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedir. bu kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedi kayıtlardan hareketle îrmânhâne (‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺮﻣﺎﻥ‬adının, ‫ﻳ‬olması ) olmasımümkün mümkün görünmektedir. Muhtelif ın gelir kaynakları arasında zikredilen bu kayıtlardan hareketle pekâlâpekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ Şugörünmektedir. halde vakfiyelerde ‫ ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥﻩ‬veya Şu halde vakfiyelerde ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥﻩ‬ veya ฀฀฀฀฀฀ ฀ bu imlâları ile yazılan mekân bu kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün adının, bu kayıtlardan hareketle pekâlâ olması Şu halde vakfiyelerde ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀ imlâları ile yazılan mekân adının,görünme hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺧﺎﻧﻪ‬ ‫ﺮﻣﺎﻥ‬ ‫ ﻳ‬îrmânhâne )฀฀฀฀฀฀ olması mümkün görünmektedir. Muhtelif bukayıtlardan kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedir. Muhtelif odaları bulunan ve bulunan vakıfların kaynakları arasında zikredilen Muhtelif sayılarda odaları ve gelir vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen Şubuhalde vakfiyelerde ‫ﺥﺍﻥﻩ‬ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veyasayılarda ฀฀฀฀฀฀ ฀ imlâları ile yazılan mekân adının, sayılarda odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen bu mekânların Muhtelif sayılarda odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen bu kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedir. bu kayıtlardan hareketle pekâlâbu îrmânhâneb mümkün görünmektedir. Muhtelif sayılarda odaları bulunan ve vakıların Muhtelif sayılarda odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları kullanıldığı anlaşılmaktadır. busayılarda kayıtlardan hareketle pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedir. sayılarda odalarıotel, bulunan ve veya vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen bu mekânların Muhtelif odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen buarasında zikredi mekânların pansiyon kiralık oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhtelifhareketle sayılarda odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen buolarak mekânların otel, pansiyon veya kiralık oda kullanıldığı anlaşılmaktadır. u kayıtlardan pekâlâ îrmânhâne (‫ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ‬ ‫)ﺭﻡﺍﻥ‬ olması mümkün görünmektedir. otel, veya oda kullanıldığı anlaşılmaktadır. mekânların otel,pansiyon pansiyon veyakiralık kiralık odaolarak olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhtelif sayılarda odaları gelir kaynakları arasında zikredilen bu mekânların otel, pansiyon veya ki- bulunan ve vak mekânların otel, pansiyon kiralıkgelir oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhtelif sayılarda odaları bulunan ve veya vakıfların kaynakları arasında zikredilen bu otel, kiralık odakiralık olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. mekânların otel, pansiyon veya oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. pansiyon veyapansiyon kiralık odaveya olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Muhtelif mekânların sayılarda otel, odaları bulunan ve vakıfların gelir kaynakları arasında zikredilen bumekânların otel, pansiyon veya kiralık oda ola ralık oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. mekânların otel, pansiyon veya kiralık oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ ฀฀฀฀e dönüştüğünü mekânların otel, pansiyon veya kiralık oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Geriye ‫ﺮﻣﺎﻥ‬Geriye ‫ ﻳ‬kelimesinin kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬veya veya ‫ﺍﺭﻣﻦ‬veya ee dönüştüğünü izah etmek etmek izah etme Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek Geriye kelimesinin imlâsının nasıl veya dönüştüğünü ‫ ﺍﺭﻡﺍﻥ‬veya Geriye ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ ﺍﺭﻡﺍﻥ‬veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah ‫ ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬kelimesinin imlâsının nasıl veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek Geriye ‫ﺮﻣﺎﻥ‬ ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ ﻳ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻣﺎﻥ‬ veya ‫ﺍﺭﻣﻦ‬ egerekli dönüştüğünü izah etmek Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek kalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ilk hecesini uzun okumak için olan ‫ﻱ‬ harfine Arapça izah etmek kalmaktadır. Farsça ın ilk hecesini uzun okumak için gekalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ilk hecesini uzun okumak için gerekli olan ‫ﻱ‬ harfine Arapç kalmaktadır. Farsça ‫ ﻳ‬ın ilk hecesini uzun okumak için gerekli ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍﻱ‬ harfine Arapça imlâ kalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ‫ﺮﻣﺎﻥ‬ ilk hecesini uzun okumak için gerekli olan Geriye ‫ﻱ‬olan harfine Arapça kelimesinin imlâsının na kalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ilk hecesini uzun‫ﺮﻣﺎﻥ‬ okumak içinhecesini gerekli olan ‫ ﻱ‬okumak harfine kalmaktadır. Farsçaimlâsının ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ınnasıl ilkArapça hecesini uzun okumak içinArapça gerekli olan ‫ ﻱ‬harfine A Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek kalmaktadır. Farsça ‫ﻳ‬ ın ilk uzun için gerekli olan ‫ﻱ‬ harfine imlâ kalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ilk hecesini uzun okumak için gerekli olan ‫ﻱ‬ harfine Arapça rekli olan harine Arapça imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bıokumak için gerekli olan ‫ﻱ‬ harfine Arapça imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtima Geriye ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ kelimesinin imlâsının nasıl ‫ﺍﺭﻡﺍﻥ‬ veya ฀฀฀฀e dönüştüğünü izah etmek ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali imlâihtiyaç ile yazıldığında yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali kalmaktadır. Farsça ‫ ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ın ilk hecesini uz imlâ ile yazıldığında yoktur. Hattaihtiyaç bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ih kalmaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ınHatta ilk hecesini uzun okumak için gerekli olan Arapça ‫ ﻱ‬ihtimali harfine Arapça rakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali üzerine, kâtiplerin ile ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali imlâ yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı takdirde yanlış okunabileceği üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamame almaktadır. Farsça ‫ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ‬ ın ilk hecesini uzun okumak için gerekli olan ‫ﻱ‬ harfine Arapça üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta b ıldığı takdirde yanlış okunabileceği ihtimali vakiyelerde bu hari yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen açıklığa üzerine, kâtiplerin vakfiyelerde harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tam imlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta bırakıldığı bu takdirde yanlış okunabileceği ihtimali üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde buArapça harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen açıklığa bu imlâ kelimenin yanlış okunmasına ve anlam açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ daTabiatiyle kelimenin yanlış okunmasına veda anlam açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâüzerine, da kelimenin anla mlâ ile yazıldığında ihtiyaç yoktur. Hatta kavuşturmaktadır. bırakıldığı takdirdeTabiatiyle yanlış okunabileceği ihtimali açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına vevakfiyelerde anlam ve bu açıklığa kavuşturmaktadır. bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına veyanlış anlamokunmasına kâtiplerin Arapça ha kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ dabu kelimenin yanlış okunmasına ve açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına ve üzerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına ve anlam açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına ve anlam yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamen verilmesine sebep olmuştur. verilmesine sebep olmuştur. verilmesine sebep olmuştur. zerine, kâtiplerin Arapça vakfiyelerde bu olmuştur. harfi yazmadıklarını belirtmek meseleyi tamamenaçıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu im verilmesine sebep olmuştur. verilmesine sebep anlam verilmesine sebep olmuştur. verilmesine sebep olmuştur. açıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına ve anlam verilmesine sebep olmuştur. verilmesine sebep olmuştur. çıklığa kavuşturmaktadır. bu imlâ dave kelimenin okunmasına vedaha anlamverilmesine da kelimenin yanlışTabiatiyle okunmasına anlamyanlış sebep olmuştur. Sonuç olarak, Selçuklu Türkiyesi’nde önce bilmediğimiz verilmesine sebep olmuştur. erilmesine sebep olmuştur. îrmânhâne adıyla zikredilen ve otel, pansiyon veya kiralık oda olarak kul- tavsiflere başka bir ihtimali kelime olabileceği ihtimali üzerinde kelimenin imlâsına ayakın bir imlâ ile yazılan ve anlamı vakfiyelerde zikredilen düş baş uygun olabileceğ tavsiflere uygun mevcut düşecek başka bir düşecek kelime olabileceği üzerinde durmak dir. Keza bu kelime ilegerekmektedir. yapılan iki birleşik elimenin mevcut imlâsına ayakın bir imlâ gerekmektedir. ile yazılan ve anlamı vakfiyelerde zikredilen gerekmektedir. 13 lanıldığı anlaşılan bir mekânın mevcudiyeti bu suretle ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca artık bu mekân adının ermenhâne olarak okunması ve Steingass, 130; Hasan Ferheng-i I,Tehran Tehran 1363, 275; Muhammed Mu‘în, Ferheng I,I, Tehran 1366, 415; Hasan Ferheng-i Bozorg-i I,I,Muhammed Tehran 1381, 681; İbrahim ed-Desûkī I, s. Tehran 1366, 415; Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I, s. Tehran 1381, s. 681; ed-Desûs buna göre anlam verilmesi des.Enverî, isabetli olmayacaktır. Tehran 1366, s.Amîd, 415; Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sühan, 1381, s. s. 681; İbrahim ed-Desûkī Mütercim Âsım Efendi, I,Fârsî, s.Fârsî, 207; İbrahim J. Richardson, Steingass, s.415; 130; Hasan Amîd, Ferheng-i Amîd, I,Amîd, Tehran 1363, s. Amîd, 275; Mu‘în, Ferheng-i Steingass, Hasan Ferheng-i Amîd, I, Tehran 1363, s.Sühan, 275; Muhammed Mu‘în, Ferheng-i I, Tehran 1366, Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I, Tehran 1381, s. 681; İbrahim ed-Desûkī 13 s.s.130; Mütercim Âsım Efendi, I, s. 207; J. Richardson, s. 143; Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707, “îrmân” md.; J. 13 Steingass, s. 130; 13 Hasan Amîd, 13 Ferheng-i Amîd,Âsım I, Tehran 1363,Âsım s. s. 275; Muhammed Ferheng-i Fârsî, 13 Mütercim J.J. Richardson, 143; Ali Dehhoda, III, s.s. 3707, “îrmân” md.; J.J. Efendi, I, 143; s.Mu‘în, 207; J.s. s. 143; Ekber Dehhoda, III, md.; Mütercim Âsım Efendi, s. 207; 207; Richardson, s.Richardson, 143;Dehhoda, Ali Ekber Ekber Dehhoda, III, 3707, “îrmân” md.; “îrmân” Mütercim Âsım Efendi, I,Mütercim s.Efendi, J.I,I,Richardson, s. Ali Ekber III, s.Ali3707, “îrmân” md.; J. s. 3707, 13207; I, Tehran 1366, s. 415; Hasan Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I, Tehran 1381, s.Amîd, 681; İbrahim ed-Desûkī 13 Enverî, 13 Mütercim Efendi, s. J. Richardson, s. Muhammed 143; Ekber Dehhoda, III, s. 3707, “îrmân” Steingass, s. 130; Amîd, Ferheng-i I,I,207; Tehran 1363, s. Mu‘în, Ferheng-i Fârsî, Steingass, s. 130; Hasan Amîd, I, Dehhoda, Tehran 1363, s. 275; Muhammed Mu‘în, Ferheng-i Fâr s.Efendi, 130; Hasan Amîd, Ferheng-i Amîd, Tehran 1363, s. 275; 275; Muhammed Mu‘în, Ferheng-i Fârsî, Mütercim Âsım I, s. 207; J. Richardson, s. 143; Ekber III, s.Ferheng-i 3707, “îrmân” md.; Mütercim Efendi, I,Hasan s. 207; J. Âsım Richardson, s.I,Ferheng-i 143; Ali Ekber Dehhoda, III, s.Ali 3707, “îrmân” md.; J. J. Steingass, s. Steingass, 130; Hasan Amîd, Ferheng-i Amîd, I, Amîd, Tehran 1363, s.Ali 275; Muhammed Mu‘în, Fârsî, Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I,Âsım Kahire 1992, s. 223. 13 Aynı yerler. Mütercim Efendi, I,Kahire s.Ferheng-i 207; J. Richardson, 143; Ekber Dehhoda, 3707, “îrmân” I, Tehran 1366, s.I, Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i I,s.Hasan Tehran 1381,Ferheng-i s. md.; 681; J. İbrahim ed Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, Kahire 1992, 223. Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I,s.s. Kahire 1992, s. 1381, 223. Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I,415; Kahire 1992, 223. Steingass, s. III, 130; Amîd, Amîd, I, I, Tehran 1366, s.Âsım 415; Hasan Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I, Tehran 1381, s.Sühan, 681; İbrahim ed-Desûkī Tehran 1366, s. 415; Hasan Enverî, Sühan, I, Ali Tehran s. 681; İbrahim ed-Desûkī Şetâ,I,el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I,Enverî, 1992, s.Bozorg-i 223. Mütercim15 Âsım Efendi, I, s.III, 207; J. Richardson, s.14în 143; AliŞetâ, Ekber Dehhoda, III, s.isim 3707, md.; Ali Ekber Dehhoda, s. 3707. “Hâne-i âriyetî anlamı verilen bu birleşik içinI,“îrmân” Müeyyedü’lSteingass, s.Cihân” 130; Hasan Amîd, Ferheng-i Amîd, Tehran 1363,J.1992, s. I, 275; Ferheng-i Fârsî, 14 el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire s. Muhammed 223. 1366, s.Mu‘în, 14 Tehran 415; Hasan Enverî, Ferheng-i B 14 Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992, s. 223. Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992, s. 223. Aynı yerler. Aynı yerler. Aynı yerler. Aynı yerler. Fuzalâ’nın 837h.Amîd, (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ınFerheng-i 1005h. (1596-97) yılında Steingass, s. 130; Hasan Ferheng-i Amîd, I, Tehran 1363, s. 275; Muhammed Mu‘în, Ferheng-i Fârsî, I, Tehran 1381, s. 681; İbrahim ed-Desûkī 14 I, Tehran 1366, s. 415; Hasan Enverî, Bozorg-i Sühan, Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992 14 14 15 Aynı yerler. 15 15 yazdığıs.Şerefnâme’ye yapılmaktadır. 15 atıf Aynı yerler. Aynı yerler. Ali Ekber Dehhoda, III, s. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu isim Müeyyedü’lI, Tehran 1366, 415; Hasan Ferheng-i Bozorg-i Sühan, Tehran 1381, s. 681;“Hâne-i İbrahim ed-Desûkī Ekber Dehhoda, III, âriyetî în Cihân” verilen buiçin birleşik isim için Müeyyedü Ali Ekber Dehhoda, III, s.I,3707. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilenanlamı bu birleşik birleşik isim için Müeyyedü’lŞetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I,3707. Kahire 1992, s. 223. AliEnverî, Ekber Dehhoda, III, s.Ali 3707. “Hâne-i âriyetî îns.Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için Müeyyedü’l14 15 16 Aynı yerler. 15 15 Ali Ekber Dehhoda, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için Müey F. Steingass, s. 130. EşFuzalâ’nın anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard house; theIII, abode of yazdığı the anlamı beloved; the Fuzalâ’nın (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılında Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992,837h. s.III, 223. Fuzalâ’nın 837h. (1433-34) yılında Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılın 14 Fuzalâ’nın 837h. (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılında Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için Müeyyedü’lAli Ekber Dehhoda, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” verilen bu birleşik isim için Müeyyedü’l837h. (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılında Aynı yerler. 3; Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707, “îrmân” md.; J. 15 house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. Fuzalâ’nın 837h.atıf (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile III, Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. 4 yazdığı Şerefnâme’ye yapılmaktadır. yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. Ali Ekber Dehhoda, s.yılında 3707. âriyetî în Fuzalâ’nın 837h. yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılında“Hâne-i Fuzalâ’nın 837h. (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ileile Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yazdığı Şerefnâme’ye atıf(1433-34) yapılmaktadır. Aynı yerler. 15 Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için Müeyyedü’l16 yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. 16 atıfatıf an 1363, s. 275; Muhammed Ferheng-i Fârsî, 16Mu‘în, Fuzalâ’nın 837h. (1433-34) yılında yazdığı Ferheng 16 yazdığı Şerefnâme’ye yapılmaktadır. yazdığı yapılmaktadır. F.Şerefnâme’ye Steingass, s.s.F.130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a house; the of the 5 Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard house; thebeloved; abode of the beloved; t Steingass, 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard hoard house; the abode of the the beloved; the F. Steingass, 130. Eş olduğu belirtilen için “a hoard house; theileabode of theabode beloved; the Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707. “Hâne-iF.s.âriyetî în anlamlı Cihân” verilen buîrmânserây birleşik isim için Müeyyedü’l16 anlamı Fuzalâ’nın 837h. (1433-34) yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ Şeref Han’ın 1005h. (1596-97) yılında yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. 16 16 s. 681; F. Steingass, s.belirtilen 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây içinof “aof hoard house; the abode of the belo house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. house of sighs orŞeref regret; the present” karşılıkları verilmektedir. g-iFuzalâ’nın Sühan,837h. I, Tehran İbrahim ed-Desûkī house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu îrmânserây için “a hoard house; the abode the beloved; the F. of Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard house; the abode the beloved; the house sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. (1433-34) 1381, yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Han’ın 1005h. (1596-97) yılında yazdığı Şerefnâme’ye atıf house of yapılmaktadır. sighs or regret; the present” karşılıkları16verilmektedir. F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrm house sighs regret; present” karşılıkları verilmektedir. house of sighs or or regret; thethe present” karşılıkları verilmektedir. yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. 16 of 223. F.Âsım Steingass, s. 130. anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây içinDehhoda, “a hoard abode ofthe thepresent” beloved; the 13 Mütercim Efendi, I, s.Eş207; J. Richardson, s. 143; Ali Ekber s.the 3707, “îrmân” house house; ofIII, sighs or regret; karşılıkları ver 6 F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây “a hoard house;Ferheng-i the abode ofAmîd, the beloved; the 1363, s. 275; Muhammed house of sighs oriçin regret; theAmîd, present” karşılıkları verilmektedir. md.; J. Steingass, s. 130; Hasan I, Tehran house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. Mu‘în, Ferheng-i Fârsî, I, Tehran 1366, s. 415; Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I, 3 14 Tehran 1381, 681; Müeyyedü’lİbrahim ed-Desûk Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992, s. ân” anlamı verilen bu birleşik isims.için 223. 1005h. (1596-97) yılında fân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 14 Aynı yerler. 16 F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard house; the abode of the beloved; the house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir. 15 Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için rây için “a hoard house;Müeyyedü’l-Fuzalâ’nın the abode of the beloved; the yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın 837h. (1433-34) 1005h. (1596-97) yılında yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır. ktedir. Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur Kaynaklar Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakiyesi, Ankara 19892 Ali Ekber Dehhoda, Lûğatnâme, II, Tehran 1998 F. Steingass, A Comprehensive Persian-English Dictionary, Beyrut 1975 John Richardson, A Dictionary, Persian, Arabic, and English; with a Dissertation on the Languages, Literature, and Manners of Eastern Nations, I, London 1806 Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Burhân-ı Katı‘, I, Matbaa-i Âmire 1287 “Selçuklu Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakiyesi”, Anadolu Selçuklu Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu, 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009 Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978 Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004 Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985 Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul 2007 119 120 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 The name of place in Seljuk-Turks: Irmanhane Sadi. S. Kucur Abstract It is revealed that spelling the name of place, seen in three foundation belonging to the second half of 13th century Seljuks, as Irmanhane and giving a meaning according to this spelling are not correct. It is understood that because this place’s name, originally Farsian, was written with Arabian spelling in the Arabian foundation texts that caused the word ermen to be read as ermen, ermen and to be given a meaning according to this spelling. Besides, appropriateness of the meaning like hotel, guesthouse, hired room for Irmanhane with the information given about those places in the foundations conirms this approach. Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: Îrmânhâne Sadi. S. Kucur Özet XIII. yüzyılın ikinci yarısı Selçuklu Türkiyesi’ne ait üç vakiyede adına rastlanan bir mekân adının Ermenhâne olarak okunuşunun ve bu okuyuşa göre anlam verilmesinin yapılan etimolojik tahlil sonucu isabetli olmadığı açıklığa kavuşturulmuştur. Farsça olan bu mekân adının imlâsının Arapça vakiye metinlerinde Arapça imlâ ile yazılması nedeniyle îrmân kelimesinin erman, ermen okunmasına ve buna göre anlam verilmesine sebep olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca îrmânhâneye verilen otel, misairhane, kiralık oda gibi anlamlar ile vakiyelerde bu mekânlar hakkında verilen bilgilerin uygun düşmesi de bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme1 Mustafa Alican Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü 17/640 yılında Şam valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından el-Cezîre şehirlerini fethetmekle görevlendirilen İyâz b. Ğanem el-Fihri tarafından Bizanslıların elinden alınan Meyyâfârikîn (Silvan), Ortaçağ İslâm dünyasının önemli siyaset ve kültür merkezlerinden biridir. Emevîler ve Abbâsîler döneminde merkezden tayin edilen yöneticiler tarafından idare edilen şehir, erken İslâmî dönemlerde Müslüman dünyasının içerisine sürüklendiği siyasal sorunlardan etkilenip el-Cezîre bölgesinde üslenen isyancı Hâricîlerin eline düşse de, kısa süre içerisinde yeniden merkeze bağlanmıştır. Fakat merkezî hükümetin el-Cezîre bölgesinde doğrudan kontrol kurmakta zorlanmasını fırsat bilen Diyârbekir valisi Ahmed b. Şeyh eş-Şeybânî, 9. yüzyılın son çeyreğinde Âmid (Diyarbakır) ile birlikte Meyyâfârikîn (Silvan) şehrinin yönetimine de el koyarak bölgede bağımsız bir idare tesis etmiştir. 286/889 yılında Halife Mu’tazıd’ın, komutasını bizzat yürüttüğü Abbâsî birlikleri tarafından Şeybânî hâkimiyetine son verilmişse de, gerek Şiî mezhebine mensup Buveyhîlerin hegemonyasına giren Abbâsîlerin yaşadığı siyasal zorluklar, gerekse el-Cezîre’de oluşmuş olan yeni sosyal ve siyasal dengeler dolayısıyla bölge merkezî idarenin kontrolünden çıkmış, bu sırada Meyyâfârikîn de Hamdânî hâkimiyetine girmiştir. Haleb merkezli Hamdânîler tarafından ikinci başkent olarak kullanılmış olan Meyyâfârikîn, onların ardından şehre hâkim olan Mervânîler tarafından başkent yapılmış, Büyük Selçuklular tarafından ele geçirilene kadar da bu şekilde kalmıştır. Selçuklular tarafından fethedilmesi ile birlikte Türk hâkimiyetine giren Meyyâfârikîn (Silvan), Diyarbakır’ın ilçelerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Kaynaklardaki Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşuna ilişkin bilgiler, bize 1 Bu çalışma, yazar tarafından 2012 yılı sonbaharında E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı’na sunulan “Bir Ortaçağ Şehri Olarak Meyyâfârikîn (Silvan)” isimli doktora tezinin ilk bölümünün üçüncü kesiminden hareketle meydana getirilmiştir. 121 122 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 şehrin kuruluşuna dâir genel bir ikir vermekteyse de, herkesin üzerinde mutabık kalacağı nihâî bir “kuruluş öyküsü” sunmamaktadır. Bundan dolayı araştırmacılar arasında şehrin kuruluşu, özellikle tarihiyle ilgili farklı görüşler ortaya çıkmış, olay farklı biçimlerde tasvir edilmiş ve kuruluş olgusu farklı dönemlere tarihlenmiştir. Şehrin ortaya çıkış sürecini anlatan bir tarih metni oluşturabilmek için, sözü edilen farklı yaklaşımların eleştirel bir gözle değerlendirilmesi ve kaynaklar tarafından ve mümkünse maddi kültür kalıntıları ile paralel olarak desteklenen rasyonel bir anlatının oluşturulması gerekir. Şehirle ilgili bütün sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik değerlendirmelerin (şehrin bütüncül tarihinin) zeminini oluşturacak olan söz konusu anlatı, şehrin tarihinin hareket noktasını da teşkil edeceğinden dolayı, kronolojik anlamda özenli bir biçimde kurulmalı ve şehrin tarihsel dönemlerini anlaşılır bir ardı-ardınalık bağlamında ortaya koyabilen bir çerçeve içerisinde oluşturulmalıdır. Bu noktadan hareketle, çalışmanın bu kısmında Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşu ile ilgili rivâyet ve yaklaşımlar değerlendirilecek, şehrin kuruluş öyküsünü anlamlı bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılacaktır. Şehrin Kuruluşu ile İlgili Rivâyet ve Değerlendirmeler Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu en eski döneme, mîlât öncesi zamanlara tarihleyen görüş Lehmann Haupt’a aittir. Haupt, Armenien einst und jetzt isimli eserinde, aslında Armenia Kralı II. Tigranes tarafından M.Ö. 1. yüzyılda kurulmuş olan Tigranokerta ile aynı yer olduğunu savunduğu Meyyâfârikîn’in “eski bir Asurî şehri” olduğunu ileri sürmüştür.2 Lehmann Haupt’un, 1898/1899 yıllarında W. Belck ile birlikte bölgeye yaptığı bir seyahatin ardından benimsediği, aslına bakılırsa onun söz konusu seyahatinden birkaç on yıl önce von Moltke tarafından savunulan “Meyyâfârikîn’in antik Tigranokerta olduğu” ikri3 birçok tartışmaya konu olmuş, Anadolu tarihi üzerine çalışan birçok araştırmacı tarafından çeşitli vesilelerle irdelense de, nihai kertede doğrulanabilmiş değildir. Tam tersine, Haupt’un Silvan’ın kuzey surlarında bulup Kral Tigranes’in valisi Pap’a izafe ederek neşrettiği tahrip edilmiş bir Yunanca kitabeye dayanarak desteklemek istediği söz konusu düşünce, kendisinden sonra yapılan yeni çalışmalar, yüzey araştırmaları ve detaylı kaynak çözümlemeleri ile büsbütün zayıflamış, önemini yitirmiştir. Tigranokerta’nın yeri ile ilgili birçok ikir ileri sürülmüş, özellikle konuya ışık tutacak Ermenice kaynaklar batı dillerine çevrilmiş, antik kaynaklar daha sağlıklı bir biçimde analiz edilmiş ve birbi2 3 L. Haupt, Armenien einst und jetzt, Berlin 1910, I, 396, 398’den aktaran: Adnan Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, İstanbul 2002, Yayınlanmamış doktora tezi, s. 84, 206 numaralı dipnot. Krş. V. Minorsky, “Mayyafarikin ,” The Encyclopedia of Islam, VI, E. J. Brill, Leiden 1991, s. 928; a. mlf., “Meyyâfârikîn,” “Meyyâfârikîn,” İA, 8, Eskişehir 1997, s. 196; Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, Ankara 1998, s. 98. Minorsky, “Mayyafarikin ,” s. 928-929. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican rini nakzeden birçok değerlendirme yapılmıştır.4 Lehmann Haupt’un, muhtemelen Meyyâfârikîn ile Tigranokerta arasında olduğunu varsaydığı özdeşliğe dayanarak ortaya atmış olduğu tez, örtük olarak, eski bir Asur kenti olan Meyyâfârikîn’in Asurlular sonrası dönemde birçok kez harap olduğunu, bölgede cereyan eden siyasal mücadeleler ve iktidar çekişmeleri sırasında defalarca tahrip edildiğini ve sonra da yeniden ve tekrar tekrar kurulduğunu ima etmektedir. Nitekim Kral Tigranes tarafından M.Ö. 1. yüzyılda kurulan ve krallığın başkenti yapılan,5 Kilikya ve Kapadokya’dan getirilen 300 bin kişi ile şenlendirilen,6 Kral tarafından ikametgâh olarak daha önce hayatını kurtarmış olduğu rivâyet edilen kızkardeşine bırakılsa da7 aynı zamanda krallığın hazinelerini koruma onuruyla da şerelendirilen,8 bizzat Tigranes’in kontrolü altında inşâ edilen anıtlar ve tiyatrolar başta olmak üzere, hem mimari özellikleri hem de oğlunu eğitim için Grek ülkesine gönderebilecek kadar Helen tutkunu olan Kral’ın bilinçli girişimleri ile mutlak bir Yunan hayranlığı üzerine kurulan,9 hatta Grousset’in değerlendirmelerine bakılırsa Kral tara4 5 6 7 8 9 Pawstos Buzand, History of the Armenians, s. 155, Bkz. http://rbedrosian.com/pb8.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 15.05; Sebeos, History, s. 104, 91, Bkz. http://rbedrosian.com/seb8.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.55; Smbat Sparapet, Chronicle, s. 5. Bkz. http://rbedrosian. com/ css1.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45; J. Shiel, “Notes on Journey from Tabriz, Through Kurdistan, via Van, Bitlis, Se’ert and Erbil, to Suleimaniyeh, in July and August, 1836, Journal of the Royal Geographical Society of London, C. 8 (1838), s. 77; Fâ’iz El-Ghusein, Martyred Armenia, London 1917, s. 7; Bernard W. Henderson, “Controversies in Armenian Topography, I. The Site of Tigranocerta,” The Journal of Philology, C. XXVIII, Ed. W. Aldis Wright, Ingram Bywater, Henry Jackson, Londra 1903, ss. 99-121; T. Rice Holmes, “Tigranocerta,” The Journal of Roman Studies, C. 7, (1917), ss. 120-138; Ellen Churchill Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” Geographical Review, C. 8, No. 3 (Eylül 1919), s. 164, 176-177; Kevork Aslan, Armenia and the Armenians, Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren: Pierre Crabitès, The Macmillan Company, 1920, s. 23, 15 numaralı dipnot; René Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çeviren: Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık, 2. Baskı İstanbul 2006, s. 86; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” ss. 196-201; Minorsky, “Mayyafarikin ,” ss. 928-929; Ronald Syme / Anthony Richard Birley, Anatolica: Studies in Strabo, Clarendan Press, 1995, s. 58-65; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 6; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 98-100; Canan Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004, ss. 763-771. Nina G. Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An Alien Element?” JANES, 16-17, 1984-85, s. 69; Henderson, “Controversies in Armenian Topography, I. The Site of Tigranocerta,” s. 99; Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” s. 176-177. Strabon, Geographika, Antik Anadolu Coğrafyası, Kitap: XII-XIII-XIV, çev. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul 2000, s. 11; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, s. 86; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 15, 97. Rd. James Dr. Issaverdenz, Armenia and the Armenians, Venedik 1874, s. 67; Rev. George H. Filian, Armenia and her People or the Story of Armenia, 1896, s. 51. H. Allen Tupper, Armenia, 1896, s. 144. Aslan, Armenia and the Armenians, s. 23; Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An Alien Element?” s. 72-73; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, s. 86. 123 124 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 fından şehir çevresine iskân edilen “Skenites”10 Arapları ile korunaklı bir ticaret merkezi olması planlanan Tigranokerta,11 antik bir Asur kentinin harabeleri üzerine kurulmuş, fakat şehrin kuruluşunun üzerinden 10 yıl bile geçmeden Romalı General Lucullus tarafından bir kez daha harabeye çevrilmiştir.12 Romalıların yaptığı yağma ve katliamlardan sonra ıssız bir kır yerleşimi haline gelen şehir, sonraki birkaç yüzyıl boyunca yeni kurucularını beklemiştir. Haupt tarafından savunulan tez, Meyyâfârikîn tarihinin belirli bir bütünlük içerisinde ele alınmasını sağlayabilecek kronolojik bir hat, şehrin kuruluşunu mantıksal temeller üzerine oturtabilmek için yararlı olabilecek bir tahlil çerçevesi elde etmek için son derece işlevsel bir görünüme sahip olsa da, temel anlamda sorunlu bir yaklaşımın ürünüdür. Şehrin kökenlerinin Asurlular dönemine kadar uzanmış olabileceğini gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Örneğin, şehrin Asurlular tarafından nasıl isimlendirildiği, ne tür bir yerleşim olduğu, bilinen birçok Asur kentinin aksine işaret edilen döneme tarihlenen kaynak nitelikli tabletlerde (kuşkusuz keşfedilmiş olanlarda) buradan neden hiç söz edilmediği ve en nihayetinde Meyyâfârikîn’in (Tigranokerta’nın ya da Martyropolis’in) harabeleri üzerine kurulduğu Asur yerleşiminin hangi siyasal ya da sosyo-ekonomik zeminde vücut bulduğu gibi hususlara dâir herhangi bir veri bulunmamaktadır. Lehmann Haupt tarafından ileri sürülen ve herhangi bir rasyonel temele dayanmayan “Meyyâfârikîn’in eski bir Asuri şehri olduğu” tezinin dışında, Güneydoğu Anadolu bölgesine yaptığı seyahati anlattığı 1865 tarihli çalışmasında şehrin kuruluşu ile ilgili değerlendirmelerde bulunan ve “halen yerliler arasında bilindiğini” yazdığı bir rivâyeti zikreden J. G. Taylor’ın göndermede bulunduğu, şehrin antik kökenlerine işaret eden bir başka yaklaşım daha vardır. Taylor’ın nereden edindiğine dair bir kaynak göstermediği bu rivâyete göre, Meyyâfârikîn, Armenia Kralı Tigranes’in kız kardeşi Nouphar tarafından ve Nouphargerd ismiyle kurulmuştur.13 Prenses Nouphar’ın ismi ile Ermenice’de büyük bir şehri tanımlamak için kullanılan ek olan “gerd/kert” ekinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş olup “Nouphar’ın şehri” anlamına gelen Nouphargerd ile ilgili rivâyetin “yerliler 10 11 12 13 Grousset’in “çadırlarda yaşayan” biçiminde bir açıklama ile açıklığa kavuşturmak istediği kavram, muhtemelen göçebe Arap kabilelerine işaret etmektedir. Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” s. 177; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, s. 86. Holmes, “Tigranocerta,” s. 120; Abdulgani Bulduk, El-Cezîre’nin Muhtasar Tarihi, Yayına Hazırlayanlar: Mustafa Öztürk / İbrahim Yılmazçelik, F.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2004, s. 5; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 97; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 7. J. G. Taylor, “Travels in Kurdistan, with Notices of the Sources of the Eastern and Western Tigris, and Ancient Ruins in Their Neighbourhood,” Journal of the Royal Geographical Society of London, 35, (1865), ” s. 24. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican arasında hâlen bilinmekte olduğunu” yazarken muhtemelen şehirde bulunan azınlık konumundaki “Ermeni cemaati”ni kasteden Taylor, söz konusu rivâyetin, önemsiz bir halk söylencesi olsa da şehrin antik kökenlere sahip olduğunu ortaya koyduğunu ileri sürerek şöyle yazar: “Genç Theodosios’un Pers Kralı Yezdigerd’e gönderdiği elçi olan bölgenin erken dönem piskoposu Aziz Marûsâ tarafından 5. yüzyılın başında restore edildiğinde burada harap da olsa büyük bir şehrin bulunduğuna kuşku yoktur. Berbat mezbeleliklerden meydana gelen modern şehrin ortasından, Şahpur’un zulmüne maruz kalan şehitlerin kemiklerini getirerek buraya defneden Marûsâ tarafından inşâ edilmiş şehrin haşmetli harabeleri yükselmektedir.”14 Taylor tarafından herhangi bir kaynak zikredilmeden ve ilmi bir kritiğe tabi tutulmadan zikredilen bu kuruluş öyküsü, anlaşıldığı kadarıyla, Kral Tigranes’in kızkardeşine verdiği Tigranokerta’nın kuruluş hikâyesinden mülhemdir. Meyyâfârikîn şehrinin kurucusu olduğuna işaret edilen Nouphar ile Kral Tigranes’in minnettar olduğu kızkardeş muhtemelen aynı kişidir ve eğer Taylor’ın sözünü ettiği türden bir söylence “yerliler” arasında gerçekten de mevcut ise, Ermeni toplumsal bilinci, Tigranokerta’nın kendisine tahsis edildiği Nouphar’ı aynı zamanda şehrin kurucusu olarak mitleştirmiştir. Bununla birlikte, Ermenilerin Meyyâfârikîn için kullandıkları Npkert kelimesi ile Nouphargerd arasındaki fonetik benzerliği açıklar gibi görünse de, bu söylencenin geç dönemlere ait bir yakıştırma olduğunu teslim etmek gerekir. Bunun en temel nedeni, çağdaş Ermeni kaynaklarında, daha önce başka biçimlerde ve örneğin Diyarbakır için zikredilmiş olsa da,15 özellikle 9. yüzyıldan öncesine ait kaynaklarda herhangi bir biçimde nereye işaret ettiği bilinmeyen Tigranokerta isminin,16 Meyyâfârikîn için kullanımının çok geç dönemlere ait olmasıdır. Tigranokerta ismi, Ermeni kaynakları tarafından Meyyâfârikîn’e işaretle ilk kez 13. yüzyılda ve Meyyâfârikîn’in Moğollar tarafından işgal edilmesinin anlatımı vesilesiyle kullanılmıştır.17 Ayrıca, seyahatnamesinin, Meyyâfârikîn’in kuruluş 14 15 16 17 Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24. Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çeviren: Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer / Halil Yınanç, TTK, 3. Baskı, Ankara 2000 indeks; Smbat Sparapet, Chronicle, s. 5. Bkz. http://rbedrosian.com/css1.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45; Minorsky, “Mayyfrikn,” s. 929; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 196; Fâ’iz ElGhusein, s. 7; Holmes, “Tigranocerta,” s. 121-122; Henderson, “Controversies in Armenian Topography, I. The Site of Tigranocerta,” s. 108-109; Shiel, “Notes on Journey from Tabriz, Through Kurdistan, via Van, Bitlis, Se’ert and Erbil, to Suleimaniyeh,” s. 77; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 5; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 6; Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” s. 765. Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” s. 765. Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, Çeviren: Hrand D. Andreasyan, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007, s. 52; Vardan Araveltsi, Compilation of History, s. 91. Bkz. http://rbedrosian.com/ 125 126 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 öyküsünü anlattığı kısmında Taylor’ın adeta kendini nakzedercesine “şehirde Hıristiyanlık öncesi döneme ait herhangi bir maddi kültür kalıntısının mevcut olmadığının” da altını çizmiş olması, kuruluş öyküsü olarak sunmuş olduğu söylencenin, şehirdeki “Ermeni cemaati” arasında dolaşan asılsız bir rivâyet olma ihtimalini güçlendirmektedir.18 Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu açıklamaya dönük bir başka rivâyet, büyük seyyah Evliya Çelebi tarafından kaydedilmiştir. Evliya Çelebi’nin kaydı, daha önceki iki rivâyetin aksine, şehrin kuruluşunu milattan sonrasına tarihlemektedir. Millattan sonraki en erken döneme işaret eden meşhur seyyahın herhangi bir kaynağa dayandırmamakla birlikte “nice tefâsîr ve kütüb-i mu‘tebirede mestûr” olduğunu belirttiği söz konusu rivâyete bakılırsa, Meyyâfârikîn, M.S. 3. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Cercis Nebî’nin ümmetinden Handik tarafından kurulmuştur.19 Buna göre, Handik, “Musul Kalesi içinde medfûn bulunan” Cercis Nebî’nin talimatıyla Meyyâfârikîn şehrini kurmuş, daha sonra Cercis Nebî burada yaşayan insanları Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bu davete icabet etmek bir yana, Allah’ın elçisine zulmederek onu öldürmek istemişlerdir. Onu kırk defa ateşe atarak küllerini havaya savurmuşlar, fakat Allah’ın hikmeti ile Cercis Nebî yeniden dirilmiştir. Cercis Nebî, şahit oldukları mucizeler karşısında yine de iman etmeyen Meyyâfârikîn halkına bedduada bulunmuş, Van deryasından gelen bir ejderin şehre musallat olmasıyla birlikte de Meyyâfârikîn kalesi “muattal” kalmıştır.20 Evliya Çelebi tarafından nakledilen ve Filistinli Cercis Nebî’nin tebliğ faaliyetleri ile ilişkilendirilen, bir yanıyla da Cercis Nebî’nin Taberî tarafından ayrıntılı bir biçimde hikâye edilen Musul’daki yaşantısını andıran Meyyâfârikîn ile ilgili kuruluş öyküsü, Haupt ve Taylor tarafından dile getirilen daha önceki rivâyetler ile benzer özelliklere sahiptir. Elimizde bu rivâyeti destekler nitelikte kayıt ve kanıt yoktur. Dolayısıyla Cercis Nebî ile ilgili bu rivâyeti de, bilimsel verilerle desteklenemeyen mitolojik bir söylence olarak değerlendirmek gerekir. Meyyâfârikîn’in kuruluşunu, ikisi milattan önce biri de sonraya olmak üzere, en erken dönemlere tarihleyen üç rivâyet (üç kuruluş anlatısı), kendi içlerinde mantıksal bir tutarlılığa sahiplerse de, yazılı kayıt ve maddi ka18 19 va5.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.50; Kiragos Gandjaketsi, History of Armenians, s. 321, Bkz. http://rbedrosian.com/kg12.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 15.00. Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24. 13. yüzyılda yaşamış olan İbn Şeddâd’ın kaleme aldığı el-A‘lâku’l-Hatîra isimli eserin Meyyâfârikîn ile ilgili kısmında, Taylor tarafından işaret edilen kuruluş ile ilgili rivâyeti anımsatan bir not bulunmaktadır. İbn Şeddâd, Eş-Şarkî b. El-Kutâme isimli bir râvîye atıla Meyyâfârikîn isminin “Fârikîn’in vadisi” anlamına geldiğini, “Fârikîn”in de bölgede ikâmet eden bir kadının ismi olduğunu belirtmiştir. Taylor’ın “halk arasında halen bilinmekte” olduğunu belirttiği rivâyet ile İbn Şeddâd’ın kaydı arasında bir ilişki kurulabilir. Bkz. İbn Şeddâd, El-A‘lâku’l-Hatîra, III/I, Nrş. Yahya Abbâre, Dımaşk 1968, s. 260. Süleyman Savcı, Silvan Tarihi (Mafarkın Âbide ve Kitabeleri), Diyarbakır Matbaası, 1956, s. 5. 20 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IV, İkdâm Matbaası, 1314, s. 72. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican lıntılarla desteklenemediklerinden, şehrin genel tarihini incelemeyi amaçlayan bir çalışmanın çerçevesi olarak değerlendirilemezler. Çünkü sözünü edilen türden bir genel tarih çalışması için en temel zemin olan “kronoloji” açısından yerleştirilebilecekleri belirli bir vasat mevcut değildir. Bu, söz konusu rivâyetlerin mutlak olarak anlamsız, değersiz ve hatta yanlış oldukları anlamına gelmez. Fakat gerek tarihsel gerek coğrai özellikleri açısından Meyyâfârikîn’e tekabül etmedikleri; aynı coğrai sınırlara sahip bile olsalar zamansal, mekânsal ve en önemlisi de sosyo-kültürel bağlamda “farklı bir şehri” simgeledikleri için, “bu şehirle ilgili olmayan rivâyetler” olarak kabul edilmektdirler. Bu bakımdan şehrin bilinen tarihiyle inşâ edebilebilecek doğrudan ve elbette kronolojik bir bağa, şehrin tarihsel dönemlerini homojenize edebilmemizi sağlayacak bir ardı-ardınalık ilişkisi oluşturmamıza imkân verecek gerçekçi bir kuruluş öyküsüne ihtiyacımız vardır. Bilinen ilk ismi Martyropolis olan Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşuyla ilgili en erken ve maddi kalıntılarla desteklenerek olgusal bir kesinlik kazandırılabilecek en yaygın rivâyet, Süryânî geleneğine aittir. Şehrin ismi üzerinde silinmez izler bırakmış olan söz konusu geleneğe göre, Meyyâfârikîn, 4. yüzyılın sonu ve 5. yüzyılın başında Süryânî piskopos Marûsâ tarafından kurulmuştur.21 Meyyâfârikîn’de bulunan Melkit Kilisesi’nde bulunan ve şehrin yerlisi meşhur İslâm tarihçisi İbnu’l-Ezrak için Arapça’ya tercüme edilen et-Teş’îs isimli Süryânice bir eserden öğrenilen22 Marûsâ ile ilgili kuruluş öyküsü, Târîhi Meyyâfârikîn ve Âmid müellii tarafından detaylı olarak kaydedilmiş, daha sonra ondan hülasa ile Yâkût Hamevî, Zekeriyyâ b. Muhammed b. Mahmûd Kazvînî ve İbn Şeddâd gibi tarihçiler tarafından da nakledilmiştir.23 Piskopos Marûsâ ve Martyropolis Meyyâfârikînli tarihçi İbnu’l-Ezrak vasıtasıyla haberdar olduğumuz Süryânice el yazmasında kayıtlı öyküye göre, şehrin kurucusu olan Piskopos Marûsâ, Bizans İmparatoru’na bağlı olarak bölgede hâkimiyet 21 22 23 1913 tarihli Katolik Ansiklopedi’de, şehrin dördüncü yüzyılın sonunda kurulduğuna işaret edilmektedir. Bkz. Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/ wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis, Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Krş. İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), Araştırma, inceleme ve notlarla çeviren: Ahmet Savran, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Erzurum 1992, s. 29, n. 1; Ayrıca bkz. H. F. Amedroz, “Three Arabic MSS. on the History of the City of Mayyafarikin ,” JRAS, (Ekim 1902), s. 796; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-18a; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, V, s. 236-237; Zekeriyyâ b. Muhammed b. Mahmûd el-Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd, nşr. Ferdinand Wüstenfeld, Göttingen 1848, ss. 379-380; İbn Şeddâd, III/I, ss. 260-263. Krş. Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85. 127 128 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 sürmekte olan bir yerel hâkimin, sonraki dönemlerde Senâsine olarak adlandırılacak olan bölgedeki dağa hükmeden güçlü bir adamın Meryem isimli kızıyla evlenerek ondan üç çocuk sahibi olan Layûtâ’nın en küçük oğluydu. Ağabeyleri İmparator Theodosios’a hizmet etmek üzere baba ocağından ayrılırken, o, doğduğu topraklarda kalmayı tercih ederek ilim tahsili ile iştigal etmiş, bölgedeki şehir ve köylerde birçok kilise ve manastırın inşâsında öncü rol üstlenmiş, babasının ölümünden sonra da onun yerine geçerek bölgedeki toprakların idaresini üstlenmişti. Kısa süre içerisinde itibarı ve kişiliğine dâir müsbet söylentiler o derece ayyuka çıkmıştı ki, kimse onun sözünden çıkmamaya, halk büyük bir sadakatle kendisine itaat etmeye başladı. Nitekim kaynaklarımız tarafından Hazreti İsa’nın havarilerinden sonra Hıristiyan dinsel hiyerarşisinin en yüksek tabakasını teşkil eden 318 piskopostan biri olduğunun kaydedilmiş olması, bir din adamı olarak Marûsâ’nın halk üzerinde elde etmiş olduğu etkinliği göstermesi açısından dikkate şayandır.24 Grek kaynaklarında kendisinden “Mezopotamya Piskoposu” olarak söz edilen25 Marûsâ’, Meyyâfârikîn şehri rabazının ortasındaki bir kilisede yaşamakta olan Layûtâ’nın oğluydu. Hayvanları için inşâ etmiş olduğu barınakların bulunduğu çalılıklarla ve kamışlıklarla kaplı Maipherkat (Meyyâfârikîn) bölgesine akınlarda bulunan Sâsâniler, , Âmid’e kadar uzanan yağma ve talan faaliyetlerinde bulunuyor, bölge halkını esir alarak yanlarında götürüyor, din adamlarını katletmekten çekinmiyorlardı. Bu yağma akınları sırasında hâkimiyet sahası büyük zarar gören Marûsâ, ülkesinin Sâsâni atları tarafından çiğnenmemesi için önlemler almaya çalışıyor, halkını ve hayvanlarını onlardan korumanın yollarını arıyordu.26 Sâsâni Şahı Şahpur’un olağanüstü güzel kızı cinlerden kaynaklanan bir maraza yakalanmış, ülkenin her bir yanından gelen tabip ve kâhinler prensesin hastalığı karşısında çaresiz kalmışlardı. Şahpur, devletin ileri gelenlerinin de tavsiyesiyle, aynı zamanda tabip de olan Piskopos Marûsâ’nın kızını tedavi etmek üzere sarayına gelmesi için girişimde bulundu. İmparator Theodosius’a kıymetli hediyelerle birlikte elçiler göndererek söz konusu talebini iletti. Theodosios’un isteğiyle Sâsâni sarayına giden Marûsâ’nın kızını tedavi etmesine ve iyileştirmesine çok sevinen Şahpur ona, bütün dileklerini yerine getireceğini bildirdi. Yaşadığı bölgede cereyan eden SâsâniBizans mücadelesinden çok zarar gören ve Sâsâni hükümdarının tekliini 24 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-16b; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 261; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26. 25 Ralph Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” The Harvard Theological Review, C. 25, No. 1 (Ocak 1932), s. 48; Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çeviren: Fikret Işıltan, İstanbul 1970, s. 6; Mehmet Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/ Maipherkat ve Mar Marutha,” Uluslararası Silvan Sempozyumu, 25-26 Nisan 2008, Yayınlanmamış bildiri, s. 3. 26 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-16b; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 262; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican fırsata dönüştürmek isteyen Marûsâ, iki hükümdar arasında “anlaşma” yapılmasını arzu ettiğini söyledi. Şahpur, Marûsâ’nın önerisini kabul ederek imparatorla yaşamları boyunca devam etmesini planladıkları bir anlaşma yapmayı kabul etti. Şahpur onun kendisi için de bir şey isteyebileceğini söyleyince, bu sefer de Sâsâni topraklarında katledilen Hıristiyan şehitlere ait kemiklerin kendisine iade edilmesini istedi. Bu isteği de kabul edilen Marûsâ, yanında Sâsâni ve Bizans imparatorlukları arasında sağlanan anlaşma metni ve şehit kemikleriyle birlikte geri döndü.27 İran’dan başarılı bir anlaşma ile dönmüş olan Marûsâ, İmparator tarafından coşkuyla karşılandı. Şahpur ile yapmayı başardığı anlaşmadan dolayı kendisini tebrik eden imparator, ona, dilediği herşeyin yerine getirileceğini söyledi. Bunun üzerine “kendisinin bu dünyadan hiçbir beklentisinin olmadığını” belirten Mezopotamya Piskoposu, yalnızca topraklarında “sürülerini vahşi hayvanlardan koruyacak bir duvar ve bu duvarın iç kısmına da bir kilise inşâ etmek istediğini, bunun için de kendisinden yardım beklediğini”cevabını verdi. Marûsâ’nın isteği kabul edildi ve bölgede hüküm süren bütün tâbîlere mektup yazılarak Piskopos’a maddi yardım yapılması, yaptığı işlerin engellenmemesi emredildi. Böylelikle ata yurdunda önce bir sur, ardından da bir kilise inşâ etmekle işe başlayan Psikopos Marûsâ burada bir şehir kurdu. İran ve Rûm ülkesinin dört bir yanından getirdiği şehit kemiklerini defnettiği bu şehre Martyropolis, Yâkût ve Kazvînî’nin nakletteklerine göre, “Arapça’da şehitler şehri anlamına gelmekte olan Medûrsâlâ” ismini verdi.28 Başta Meyyâfârikîn’deki Süryânice el yazmasının orijinalini görmüş olan İbnu’l-Ezrak olmak üzere, ondan nakillerde bulunan Yâkût, Kazvînî ve İbn Şeddâd’ın eserlerinden derleyerek aktarılan bu hikâye, bazı anakronik hususlara rağmen, genel olarak tarihsel gerçekliğe uygundur. Gerek yazılı kaynaklar, gerekse maddi kültür kalıntıları ve şehrin kültürel mirası, tarihsel bir karakter olarak Marûsâ’nın varlığını somut verilerle ortaya koymaktadır. Fakat Martyropolis şehrinin (Meyyâfârikîn) kuruluşuyla ilgili bilgilerimizin kaynağı olan İslâmi tarih metinleri olayı belirli bir hat üzerinden anlamamızı sağlayacak veriler sunmaktaysa da, kuruluşun “tarihsel bir olgu olarak” değerlendirilebilmesi için daha fazlasına ihtiyaç bulunmaktadır. Söz konusu değerlendirmenin sağlıklı biçimde yapılabilmesi için kuruluş öyküsünü kronolojik bir dizge içerisine yerleştirebilmemize yardımcı olacak ayrıntılara, örneğin Marûsâ’nın Sâsâni sarayına yaptığı ziyaret (ya da ziyaretler) ile ilgili daha detaylı bilgilere bakmak gerekir. 27 28 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17a; Yâkût, V, s. 236; Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd, s. 379; İbn Şeddâd, III/I, s. 263-264; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26-27. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17b-18a; Yâkût, V, s. 236-237; Kazvînî, Âsâru’lBilâd, s. 379; İbn Şeddâd, III/I, s. 264-265; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 27. 129 130 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 Piskopos Marûsâ’nın biyograisi olan ve 7. yüzyılda Süryânice’den Ermenice’ye tercüme edildiği düşünülen bir risalenin29 tamamı ile 9. yüzyılda Socrates ve Sozomen gibi erken dönem Kilise tarihçilerinin metinlerini bir araya getiren Theophanes’in Kilise Tarihi, Mari İbn Süleyman’ın 12. yüzyılda Arapça kaleme aldığı Kitâbu’l-Micdâl, Bar Hebraeus tarafından 13. yüzyılda kaleme alınmış olan Kilise Kroniği ve 15. yüzyılda İbn Süleyman’ın eserini yeniden gözden geçirerek düzenleyen Amr İbn Matta’nın Nesturi Tarihi’nden derlediği pasajları çeviren Ralph Marcus tarafından kaleme alınmış olan The Armenian Life of Marutha of Maipherkat isimli çalışma, Marûsâ ve Martyropolis ile ilgili olarak ihtiyaç duyduğumuz detaylı ve net bilgileri sunmaktadır.30 Piskopos Marûsâ ile ilgili olarak Marcus tarafından derlenmiş olan erken Kilise tarihçiliği ile Süryânî ve Nestûrî geleneklerine ait rivâyetler, İbnu’l-Ezrak kanalıyla bize ulaşan kuruluş öyküsünde bulunan karanlık noktaları aydınlatabilecek niteliktedir. Kilise tarihlerinde kendisinden ilk kez Kadıköy’de düzenlenen bir konsile katılan piskoposların anlatıldığı kısımlarda31 söz edilen Marûsâ, Marcus’un Socrates, Sozomen, Theophanes ve Bar Hebraeus’dan naklettiği pasajlara göre, “Pers Kralı ile Roma İmparatoru” arasında barışın hüküm sürmekte olduğu bir dönemde, muhtemelen Iovianus ile II. Şahpur arasında 363 yılında imzalanan barış anlaşmasından sonra İran’a gönderilen elçilerden biriydi. Elçilik görevi ile birkaç kez gittiği bu ülkede32 gerek doktorluğu gerekse gösterdiği kerametler sayesinde büyük itibar kazanmış, tekinleriyle kralı neredeyse vaftiz olmayı kabul edecek kadar etkilemiş; bu yüzden Zerdüşt din adamlarının nefretini celbetmişti. İran’da birçok kilise yaptırıp Hıristiyanlığın yayılmasına katkı sağlamış, İstanbul Konsili’nde alınan kararların doğu Hıristiyanlarına duyurulması görevini başarıyla yerine getirmişti.33 Ralph Marcus’un çok alıntı yaptığı Kitâbu’l-Micdâl ve Nesturi Tarihi 29 Ralph Marcus, sözü edilen risaleyi The History of the Life of the Blessed Marut‘a ismiyle İngilizce’ye tercüme ederek çalışmasının sonuna eklemiştir. 30 Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” ss. 47-71. 31 32 33 Socrates, Kilise Tarihi, vi, 15; I, 704 ve Sozomen, Kilise Tarihi, viii, 16; I, 835’den nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 48, 50; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 5. Şevket Beysanoğlu, “Antakya ve bütün Doğu Süryanileri patriki Mar İğnatius Aphram I. Barsaum” tarafından kaleme alınmış olup 1943 yılında Humus’ta basılan Kitabü’l-Lü’lü’ül Mensûr fî Tarihü’l-Ulûm ve’l-Adâbüs-Süryâniyye isimli eserden nakille Marûsâ’nın İran’a, elçilik göreviyle 399, 403 ve 408 tarihlerinde olmak üzere üç kez gittiği bilgisini aktarmaktadır. Bkz. Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 25; Krş. Mehmet Mahfuz Söylemez, İslam Şehirleri, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 78, n. 3; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 86, n. 214; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 4. Socrates, Kilise Tarihi, vii, 8; I, 743-746, Theophanes, Kilise Tarihi, i, 128, 132 ve Bar Hebraeus, Süryânice Kilise Kroniği, iii, 46 ff.’den nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 49-50, 52-53; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 5. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican gibi doğu kaynaklarında, olayla ilgili daha farklı bilgiler vardır. Bu metinlere göre Marûsâ’nın Sâsâni sarayına gitme nedeni, Kral Yezdicerd’in imparatora mektup yazarak ondan kendisine yetenekli bir doktor göndermesini talep etmesidir. İbn Süleyman’a göre Şah’ın oğlu, İbn Matta’ya göre ise bizzat kendisi hastalanmış, Yezdicerd, İmparator Arkadius’a (377-408) mektup yazarak ondan doktor göndermesini istemiştir34. İran’da Hıristiyanlara karşı yürütülen baskılardan haberdar olan İmparator, bu durumu fırsat bilerek Marûsâ ile birlikte Şah’a bir mektup göndermiş, “Tanrı’nın iktidarı kendilerine keyfî olarak kullanmaları için değil, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandırmaları için verdiğini” söylediği mektubunda, Hıristiyanlara uygulanan baskıların önüne geçilmesi talebinde bulunmuştur. Oğlunun sarası ile kendi baş ağrısını tedavi eden Marûsâ tarafından kendisine takdim edilen mektubu okuduktan sonra imparatora hak veren Yezdicerd, “Maipherkat Piskoposu”na ülkesinde kilise inşâ etme ve tebliğde bulunma izni vermiştir. Bu hadiselerden sonra İran’da yaşayan Hıristiyanlar dinlerini özgürce yaşamaya başlamış, hatta 410 yılında Yezdicerd’in himayesinde Medâyin’de toplanan bir konsilde batı kilisesinin öğretileri müzakere edilerek doktrinler arasında bir paralellik kurulmaya çalışılmıştır. Görevini son derece başarılı bir biçimde yerine getiren Marûsâ, daha sonra Şah’ın izniyle İran’da medfûn bulunan Hıristiyan şehitlerinin kemiklerini ve onlarla ilgilil kitapları toplamış, bir kısmını Maipherkat’ta bırakırken, diğerlerini batıdaki kiliseler arasında paylaştırmıştır.35 Piskopos Marûsâ ile ilgili en kapsamlı bilgi daha önce sözü edilen anonim risalede bulunmaktadır. Marcus’un tamamını İngilizce’ye tercüme ederek çalışmasının sonuna eklediği söz konusu risaleye göre, İran ile Roma arasındaki sınırda hüküm süren putperest Marûsâ, Armenialı Hıristiyan bir soylunun kızı Meryem ile evlenerek Hıristiyan olmuş, vefat ettiğinde, ardında ikisi asker olup İmparator’un hizmetine giren, biri de kendi yerine geçerek ata topraklarının idaresini üstlenen üç oğul bırakmıştır. Babasının yerine geçen geçen oğulun bir oğlu olmuş, çok dindar bir kadın olup ailesinin topraklarında kilise yaptırmış olan babaannesini tarafından dedesi Marûsâ’nın ismi verilen bu çocuk, yoğun bir dini eğitim ve riyazet hayatının ardından önce ninesinin yaptırdığı kilisede görev yapmış, daha sonra da bölgenin piskoposluğuna tayin edilmiştir. Marûsâ’nın gerek vaazları, gerek tabâbet yeteneği, gerekse de kerametleri bir süre sonra o kadar meşhur olmuştur ki, şânını duyan Sâsâni Şahı Yezdicerd, yanında bulunanların tavsiyesi üzerine onu sarayına çağırarak oğlunu tedavi etme- 34 35 Kitâbu’l-Micdâl, f. 151b-153a’dan nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 51; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 5. Nesturi Tarihi, s. 23-25’ten nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 53; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 6. Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” ss. 50-54; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 6-7. 131 132 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 sini istemiştir. Yaptığı cin çıkarma tedavisi ile Sâsâni şehzadesini sağlığına kavuşturan Marûsâ, dileğini soran mutlu babaya “Hıristiyanlara karşı hoşgörülü davranmasını ve İmparator ile barış anlaşması imza etmesini” arzuladığını bildirmiş, Piskopos’un talebini kabul eden Şah, onu bir barış bildirisi ile birlikte ülkesine yolcu etmiştir. İmparator tarafından çok iyi karşılanan Marûsâ, ondan, Maipherkat bölgesinde “kalın bir duvar ve bu duvarın iç kısmına, azizlerin kemiklerini defnedeceği bir kilise” yapma izni, söz konusu inşaat için para ve işçi, ayrıca Sâsâni hükümdarına yazılmış bir mektup ile geri dönmüştür. Derhal inşâ etmek için izin aldığı şehrin yapımına başlayan Marûsâ, muhtemelen inşaat faaliyetleri devam ederken, yanında başka din adamları da bulunduğu halde yeniden İran’a gitmiş, İmparator’un mektubunu Şah’a takdim etmiştir. Bu ikinci seyahati esnasında Hıristiyanlığı telkin ettiği Şah ile yakın ilişki kuran, onun “çevresinden gizlemek zorunda kalsa da gerçek inancı bulmasına vesile olan,” hükümdarın rahat vermeyen başağrılarını tedavi eden ve kendisini bertaraf etmeye çalışan Zerdüşt din adamlarıyla mücadele eden Marûsâ, inşâ etmekte olduğu şehrin masralarına katkı sağlamak için kendisine üzerinde mührü bulunan altın dolu bir küp veren Yezdicerd’in izniyle II. Şahpur döneminde İran’da katledilen Hıristiyan şehitlerinin kemiklerini toplayarak yeniden ülkesine dönmüştür. İmparator Theodosios tarafından yine büyük bir coşkuyla karşılanan Marûsâ, ondan ülkenin her yerindeki aziz ve şehit kemiklerinin toplanarak kurduğu şehre defnedilmesi yönünde izin ve bu çerçevede bir talimatname almıştır. Bu çerçevede Roma ülkesinden 120 bin, Sâsâni ülkesinden 80 bin, Asurî ülkesinden 20 bin ve Armenia’dan 60 bin olmak üzere toplam 280 bin şehit ve azizin kemiklerini toplamıştır. Daha sonra kuracağı şehitler şehrinin ihtiyaçları için yapılan bağışlar ve yüksek gelirli köyler, çiftlikler, bağlar ve zeytinliklerin tahsisat fermanları ile birlikte Mezopotamya’ya dönmüştür. Kurmuş olduğu şehirde birçok kilise inşâ ettiren Marûsâ, bu kiliselerin duvarlarına altarlara şehitlerin kemiklerini yerleştirmiştir. Bundan sonraki yaşamı boyunca Bizans-Sâsâni ilişkilerinin barış içinde devam ettiği Marûsâ, 421 yılının Haziran ayı başında, kendi şehri Martyropolis’te hayatını kaybetmiştir.36 Marcus 36 tarafından İngilizce’ye çevrilmiş olan anonim risale, Anonim risalenin tamamının İngilizce çevirisi için bkz: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 55-70. Ayrıca bkz. Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/ Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 9-13. Kaleme almış olduğu ilahiler halen Süryânî, Mârûnî ve Keldânî kiliselerinde okunmakta olan ve aynı zamanda başta İznik Konsili’nin kararlarının Süryânice’ye tercümesi olmak üzere sayısız eser kaleme almış olup Anadolu’ya dönük Arap ve Pers akınlarının yoğunlaştığı dönemlerde mezarı Martyropolis’ten Mısır’daki Scete Çölü’nde bulunan bir Süryânî manastırına nakledilecek olan Martyropolisli Marûsâ, sonraki dönemlerde Kilise tarafından aziz ilan edilecek, adına, Latin, Süryânî, Grek ve Kopt kiliseleri tarafından günümüzde de her yılın 4 Aralık tarihinde halen kutlanmaya devam edilen Aziz Marûsâ Yortusu ihdas edilecekti. Bkz: Alban Butler, The Lives of the Fathers, Martyrs and Other Principal Saints, Dublin 1845, s. 100; Söylemez, İslam Şehirleri, s. 82; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 4-5. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican Meyyâfârikîn’in kuruluş meselesinin dayandırılabileceği en sağlam kaynak olduğu anlaşılmaktadır. Diğer kaynaklarla kıyaslandığında onların rivayetlerinin makul yönlerini de kapsayan geniş bir perspektife sahip olduğu görülmektedir. Bunun nedeni eserin erken dönemde ve büyük ihtimalle bölgede yaşayan bir Süryânî tarafından kaleme alınmış olması ile ilgilidir. İslâm kaynaklarında zikredilen kuruluş anlatısı ile anonim risalenin anlatımı arasındaki, örneğin Kilise tarihlerindekilerden çok daha bariz olan paralelikler, bize, İbnu’l-Ezrak tarafından aktarılmış olan kuruluş öyküsünde işaret edilen Süryânice el yazmasının bu risale olabileceğini düşündürmektedir. Kuşkusuz bu konuda son sözü söylemek mümkün değildir, fakat özellikle Marûsâ ile Sâsâni Şahı arasındaki ilişkiyi anlatan kısımlardaki benzerlikler, böyle bir ihtimalin hiç de zayıf olmadığını ortaya koymaktadır. Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşu ile ilgili olarak İslâm kaynaklarında nakledilen bilgiler ile Ralph Marcus’un derlediği kayıtlar arasında bir karşılaştırma yapıldığında İslâmî kaynaklarda kronoloji hataları olduğu görülmektedir. Meselâ İbnu’l-Ezrak’ın nakli üzerinden konuya temas eden İslâm kaynakları, ilki I. Yezdicerd’in tahta çıktığı 399’da, ikincisi 403’te, üçüncüsü II. Theodosios’un Doğu Roma İmparatoru olarak taç giydiği 408’de ve dördüncüsü de 410 yılında Medâyin’de düzenlenen konsile katılmak amacıyla olmak üzere37 İran’a dört kez gittiğini tespit edilen Marûsâ’nın tarihsel etkinliklerini yaklaşık çeyrek asır önce hüküm süren Şahpur (309-378) dönemine tarihlemekte ve özellikle Süryânî kaynakları tarafından da desteklenen “Kral’ın saralı oğlunun tedavisi” meselesi, Müslüman yazarların eserlerinde “Şah’ın güzel kızının tedavi edilmesi”ne dönüşmektedir.38 Bununla birlikte İslâm kaynaklarında nakledilen kuruluş öyküsü, ana hatlarıyla tarihî gerçeklerle uyum içerisindedir. Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu bütün kaynaklar ve bunlarda zikredilen rivâyetler ışığında, şöyle özetlemek mümkündür: Bilinen ilk ismiyle Martyropolis, dedesi kuzey Mezopotamya’da hüküm süren bir yerel hâkim olan ve faaliyetleri 383-421 yılları arasına tarihlenen Marûsâ b. Layûtâ tarafından, ailesinin uzun zamandan beri hâkim olduğu topraklarda, “daha önce büyük bir köyün de bulunduğu” Maipherkat bölgesinde kurulmuştur. Bizans İmparatoru ile Sâsâni Şahı arasındaki diplomatik ilişkilerde önemli bir rolü bulunan Marûsâ, yukarıda değerlendirmiş olduğumuz kayıtlardan açık bir biçimde anlaşıldığı gibi, 399 yılında ilk kez gittiği İran’dan döndükten sonra Theodosios’un izniyle şehrin temellerini atmış, 408 yılında37 “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 47; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 7. 38 Mehmet Mahfuz Söylemez, Meyyâfârikîn (Silvan) Tarihi Üzerine Notlar isimli önemli makalesinde, Sâsâni Şahı’nın “kızının tedavisi” ile ilgili talebinin, Piskopos Marûsâ’ya, 399 yılında ilk kez elçi olarak gittiği Medâyin’de bulunduğu sırada iletildiğini belirtmekteyse de, yazarın bu ikre nasıl ulaştığı anlaşılamamaktadır. Bkz. Söylemez, İslam Şehirleri, s. 81. 133 134 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 ki ikinci ziyaretinden sonra İran’dan getirdiği şehit kemiklerini defnettiği bu şehre “Şehitler Şehri” anlamına gelen Martyropolis ismini vermiştir. Günümüze ulaşan yazılı kaynaklarda ismine ilk kez 410 yılında rastladığımız Martyropolis, buna göre dördüncü yüzyılın sonu39 ve beşinci yüzyılın başlarında kurulmuştur.40 Şehrin tarihini Marûsâ tarafından kurulmasıyla birlikte başlatan geleneksel anlatıya göre, 4. yüzyılın son on yılındaki kilise konsillerine katılan, Bizans ile İran hükümdarları arasında elçilik yapan, tabiplik yeteneği sayesinde Şah’ın güvenini kazanarak İran’da Hıristiyanlığı yayma imkânı bulan Marûsâ, İmparator Theodosios ile Şah I. Yezdicerd arasında elçilik heyetlerine de başkanlık etmişti. İran’da yaşayan Hıristiyanların dinsel özgürlüğü için mücadele vermiş, 408 tarihli ziyaret sırasında, daha önce II. Şahpur tarafından katledilen Hıristiyan şehitlerin kemiklerini alarak Nymphios Nehri’nin (Batman Suyu) batı yakasına yakın bir noktada henüz kurmuş olduğu şehre defnetmiş, burası bundan sonra Martyropolis (Medûrsâlâ) ismiyle anılmaya başlanmıştır. Martyropolis’in Fiziksel Gelişimi Marûsâ tarafından kurulmasından önce, Martyropolis şehrinin bulunduğu yerin çalılık ve dikenliklerle kaplı bir alan olduğunu söyleyen kaynaklar,41 şehirdeki ilk inşâ faaliyetinin Piskopos’un, hayvanlarını hırsızlardan ve vahşi hayvanlardan korumak maksadıyla çalı, diken ve kamışları kullanarak inşa ettiği ilkel barınaklar olduğunu kaydederler.42 Yine aynı kaynaklar, şehrin kurulmasından önce, sonraki dönemlerde oluşacak olan şehrin rabazında büyükçe bir köyün bulunduğunu, hatta hakkında pek fazla bilgimiz bulunmayan bu köyde İsa Mesih zamanından kalma bir kiliseye ait bir duvarın o sırada durduğunu da belirtirler.43 Nitekim şehrin Marûsâ’dan 39 40 41 1913 tarihli Katolik Ansiklopedi’de, şehrin dördüncü yüzyılın sonunda kurulduğuna işaret edilmektedir. Bkz. Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/ wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis, Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-18a; Yâkût, V, s. 236-237; İbn Şeddâd, III/I, s. 260-265; Grigor, Okçu Milletin Tarihi, s. 52; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Minorsky, “Mayyafarikin ,” s. 928-929; Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s. 6; Abdurrahim Tufantoz, Ortaçağ’da Diyarbekir, Mervanoğulları / 9901085, Aça Yayınları, İstanbul 2005, s. 47; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 25-26; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85-86. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26. 42 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16b-17a; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 263; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26. 43 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Yâkût, V, s. 236; Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd, s. 379; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş. G. Le Strange, The Lands of the Easrtern Caliphate, Frank Cass&Co. Ltd., 1966, s. 112; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26; Söylemez, İslam Şehirleri, s. 82; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 9. 14 ya Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican önce harap bir halde de olsa var olduğunu, piskoposun burayı tahkim ederek şehitler şehrine dönüştürdüğünü belirten kayıtları44 da bu köy ile ilişkilendirmek gerekir. Bu bakımdan, Marûsâ’nın bölgedeki ilk inşâ etkinliklerinin ilkel barınaklardan ibaret olmasından hareketle, Martyropolis ile adı geçen köyün birbirlerine yakın ya da sonraki dönemlerde birleşmiş olsalar da şehrin kuruluşu esnasında aynı yerde olmadıklarını, nitekim kaynaklarda sözü edilen köyün “şehrin rabaz kısmında” bulunduğunu kaydetmelerinden45 de anlaşılacağı üzere, Marûsâ’nın şehrinin muhtemelen adı geçen köyün kırsalında kurulmuş olduğu ileri sürülebilir. Marûsâ’nın Maipherkat bölgesinde yaptığı ilkel barınaklar dışında şehirdeki ilk inşâ faaliyetlerinin, 399 yılında gerçeleştirdiği ilk İran ziyaretinden sonra imparatordan aldığı izinle yapımına giriştiği duvar olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre, Theodosios’un desteğiyle çalışmalara başlayan Marûsâ, şehrin iziksel inşâsı anlamında ilk olarak küçük taşlardan mamul kerpiçlerle kemerler binâ etmiş, bu kemerlerin çevresini diken ve çalılıklarla çevirmiş, “tepede” büyük bir kilise yaptırmıştır. Ardından sözü edilen kilisenin yanına pek sağlam olmamakla birlikte şehir surlarını andıran bir duvar inşâ ettirmiş, daha sonra da imparatora mektup yazarak buranın korunması için bir kale yapma izni istemiştir. İmparator’un izni ile kale inşaatına başlayan Marûsâ, daha sonra 408 tarihli ikinci İran ziyareti esnasında Sâsânî hükümdarından da destek istemiş ve kendisine sağlanan büyük maddi destekle adım adım şehri inşâ etmeye devam etmiştir. Surun doğu tarafına bakan köşesinde kral burcu inşâ edilmiş, üç katlı burcun üçüncü katı kilise yapılarak üzerine imparatorun ismi yazılmıştır. Şehirde Piskopos tarafından inşâ ettirilen Aziz Petrus ve Pavlus manastırlarının yanısıra, İmparatorluğun ileri gelen devlet adamları da inşaata katkı sağlayarak şehirde birer kule ve kilise yaptırmışlardır. Hummalı faaliyetlerle şehri inşâ etmeyi sürdüren, şehri üç kuleli ve sekiz kapılı bir sur ile çeviren Marûsâ, İran’dan ve Rûm ülkesinin çeşitli yerlerinden getirdiği aziz kemiklerini binâ edilen sur kemerlerinin arasına defnetmiştir.46 44 45 46 da 15. yüzyıla tarihlenen bir coğrafya kitabının yazarı olan Bâgevî, Hazreti İsa’nın zamanından kalma kilisenin duvarlarının halen mevcut olduğunu kaydetmiş olsa da, onun sözünü ettiği duvarları bizzat görüp görmediği ile ilgili bir bilgimiz yoktur. Yazar, bu bilgiyi muhtemelen başka bir kaynaktan almıştır. Bkz. El-Bahru’l-Hemâmu’l-Âlem Abdurraşîd Sâlih b. Nûrî el-Bâgevî, Kitâbu Telhîsi’l-Âsâr ve Acâibi’l-Meliku’l-Kahhâr, Notlarla birlikte çeviren ve yayınlayan: Ziyâeddîn İbn Mûsâ Bunyatov, Moskova 1971, v. 49b. Grigor, Okçu Milletin Tarihi, s. 52; Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Butler, The Lives of the Fathers, Martyrs and Other Principal Saints, s. 100; Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)/Martyropolis, Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00; Redgate, The Peoples of Europe, The Armenians, s. 154. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26. İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17b-18a; Yâkût, V, s. 237-238; Kazvînî, Âsâru’lBilâd, s. 379-380; İbn Şeddâd, III/I, s. 264-265 vd; Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 63-64; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Le Strange, The Lands of the Easrtern Caliphate, s. 112; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 27; Çevik, XIXIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85, n. 211. 135 136 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 Kuruluşundan hemen sonra İmparator II. Theodosios (408-450) döneminde sınır şehri olarak büyük bir önem kazanan ve Sophanene bölgesinin merkezi haline gelen Meyyâfârikîn, 502 yılında Sâsânî hükümdarı Kubâd b. Firûz tarafından ele geçirilmesinden de anlaşıldığı gibi, 5. yüzyıl boyunca yeterince tahkim edilememiştir. Nitekim şehrin savunma sorunu bu olaydan sonra önem kazanmıştır. Anastasios döneminde başlanan tahkîmât çalışmaları, şehrin ismini Iustinianopolis’e çeviren İmparator Iustinianos (527-565) döneminde de devam etmiş, bu çalışmalarla şehir surlarının yüksekliği ve kalınlığı iki katına çıkarılmış, şehre mükemmel bir müdafaa sistemi kurulmuştur.47 Iustinianos dönemindeki eklemelerle son şeklini almış olan şehir kalesi, sonraki yıllarda da Hamdânîler, Mervânîler ve Eyyûbîler tarafından büyük oranda elden geçirilmiştir.48 Kaynaklar Ahmet Ali Bayhan, “Diyarbakır ve Çevresindeki Eyyubi Eserlerinden Örnekler,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004 Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, Çeviren: Hrand D. Andreasyan, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007 Alban Butler, The Lives of the Fathers, Martyrs and Other Principal Saints, Dublin 1845 Canan Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004 Ellen Churchill Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” Geographical Review, C. 8, No. 3 (Eylül 1919) Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IV, İkdâm Matbaası, 1314 J. G. Taylor, “Travels in Kurdistan, with Notices of the Sources of the Eastern and Western Tigris, and Ancient Ruins in Their Neighbourhood,” Journal of the Royal Geographical Society of London, 35, (1865) H. Allen Tupper, Armenia, 1896 H. F. Amedroz, “Three Arabic MSS. on the History of the City of Mayyafariqin,” JRAS, (Ekim 1902) Holmes, “Tigranocerta,” s. 120; Abdulgani Bulduk, El-Cezîre’nin Muhtasar Tarihi, Yayına 47 Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s. 14-16; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 27-28; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 87. 48 Ahmet Ali Bayhan, “Diyarbakır ve Çevresindeki Eyyubi Eserlerinden Örnekler,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004, s. 287. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican Hazırlayanlar: Mustafa Öztürk / İbrahim Yılmazçelik, F.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2004 İbn Şeddâd, El-A‘lâku’l-Hatîra, III/I, Nrş. Yahya Abbâre, Dımaşk 1968 İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), Araştırma, inceleme ve notlarla çeviren: Ahmet Savran, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Erzurum 1992 Kevork Aslan, Armenia and the Armenians, Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren: Pierre Crabitès, The Macmillan Company, 1920 L. Haupt, Armenien einst und jetzt, Berlin 1910 Mehmet Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” Uluslararası Silvan Sempozyumu, 25-26 Nisan 2008 Nina G. Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An Alien Element?” JANES, 16-17, 198485 Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çeviren: Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer / Halil Yınanç, TTK, 3. Baskı, Ankara 2000 Rd. James Dr. Issaverdenz, Armenia and the Armenians, Venedik 1874 René Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çeviren: Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık, 2. Baskı İstanbul 2006 Ronald Syme / Anthony Richard Birley, Anatolica: Studies in Strabo, Clarendan Press, 1995 Strabon, Geographika, Antik Anadolu Coğrafyası, Kitap: XII-XIII-XIV, çev. Adnan Pekman, Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul 2000 Süleyman Savcı, Silvan Tarihi (Mafarkın Âbide ve Kitabeleri), Diyarbakır Matbaası, 1956 Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, Ankara 1998 Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I http://rbedrosian.com/va5.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.50) http://rbedrosian.com/pb8.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 15.05) http://rbedrosian.com/seb8.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.55) http://rbedrosian. com/css1.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45) http://rbedrosian.com/css1.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45) http://en.wikisource.org/ wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis (Son erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00) 137 138 TYB AKADEMİ /Eylül 2014 A study on the establishment of the city of Mayyafakirin (Silvan) Mustafa Alican Abstract Mayyafakirin (Silvan) is one of the most geat cities of historical Diyarbakr region. It is an important one political and culturel centers of medieval Islamic World. Its foundation was dated about late 4th or early 5th century and conquered by muslims in 17/640. The city, was used as a capital by Marwinids for a while. In this essas, I’II try to survey the foundational narrative of the city. Keywords: Mayyafakirin, Silvan, foundation, Diyarbakır, Islam. Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme Mustafa Alican Özet Tarihî Diyârbekir bölgesinin en büyük şehirlerinden biri olan Meyyâfârikîn (Silvan), Ortaçağ İslâm dünyasının önemli siyaset ve kültür merkezlerinden biridir. Kuruluşu milâdî 4. yüzyılın sonu ya da 5. yüzyılın başına tarihlenen ve Müslümanlar tarafından 17/640 yılında fethedilen şehir, bir dönem Mervânî Emirliği’ne başkentlik de yapmıştır. Bu çalışmada, şehrin kuruluş öyküsü incelecektir. Anahtar kelimeler: Meyyâfârikîn, Silvan, kuruluş, Diyârbekir, İslâm. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair Emine Uyumaz Dr. Doğum ve ölüm, insan hayatının başlangıç ve bitimini ifade eden çok önemli iki dönüm noktasıdır. Birinde sevinç ve coşku hâkimken diğerinde acı ve hüzün söz konusudur. İnsanoğlu, kaçınılmaz son olan ölüm karşısında hem sevdiğini yitirmenin verdiği acıyı hailetmek, hem de beraberinde getirdiği bilinmezlik duygusuna ışık tutmak umuduyla gelenek, görenek ve inançları doğrultusunda çeşitli ayinler/ritüeller oluşturmuştur. Bu çalışmada kaynakların imkân verdiği ölçüde, XI. yüzyılın sonlarından XIV. yüzyılın ilk yarısına kadar yaklaşık 230 yıl Anadolu’da hâkim güç olarak hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminde dein sırasında ve daha sonraki merasimler değerlendirilecektir. Dein Öncesinde Uygulanan Merasimler Dönemin kaynaklarda bu konuda en az bilgi, ölüm anında ne tür ayinler/ritüeller düzenlendiğine dairdir. Mevcut bilgilerimize göre, Bizans Anadolusunda ölmekte olan birisinin başını, keşiş gibi tıraş ettirmesi âdetten idi1. Meselâ, Ioannes Kinnamos Bizans İmparatoru Manuel Komnenos (1143–1180) devri olaylarından bahsederken Alman İmparatoru F. Barborossa (1122–1190) ve Papa IV. Hadrianus (1154-1159)’a elçi olarak gönderilen Mikhael Palaiologos görevi sırasında rahatsızlandığını ve başını tıraş ettirene kadar öldüğünü nakleder2. Müslümanlar ise ahirete kul hakkıyla borçlu gitmemek için, ölmeden önce helâllik isterlerdi. Rivayete göre öleceğini önceden hisseden Mevlana Celaleddîn Rumî, yakınlarına elli iki dirhem tutarında borcu olduğunu ve alacaklıya birkaç altın verilip helâllik almalarını söylemişti. Lakin alacaklı bunu kabul etmeyip Mevlana’ya hakkını helal ettiğini bildirince “Âlemlerin Rabbine hamdolsun bu korkunç 1 2 Ioannes Kinnamos, Historia, yayına haz: Işın Demirkent, TTK Ankara 2001, s. 114 dipnot 21. Kinnamos, Historia, s. 111. 139 140 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 beladan kurtuldum”3yolundaki sözleri, Müslümanlıkta ölmeden önce helâlleşmeye ne kadar önem verildiğine işaret etmektedir. Mumyalama Geleneği İslam öncesi Türk gelenekleri arasında yer alan mumyalama adetinin İslamiyetin kabulünden sonra da hemen terk edilmediği görülmektedir. 1130 yılında Çukurova’yı istilaya girişen Antakya Prinkepsi II. Bohemuand (1108-1130) küçük bir birlikle Anazarba yakınlarında ilerlerken Danişmendli Emir Gazi’nin kuvvetleri ile haçlılar karşı karşıya geldi. II. Bohemund savaşı ve hayatını kaybetti. Türkler Halifeye zaferi duyurmak üzere, bir çok ganimetle birlikte II. Bohemund’un mumyalanmış kafatasını da göndermişlerdi4. Bir Türkmen Beyi olarak eski geleneklerini devam ettiren Danişmendli Melik Gazi’nin Kayseri civarındaki Melik Gazi köyünde inşa ettirdiği Melik Gazi türbesinde5 bulunan cesetlerin kısmen çürümüş olmakla birlikte mumyalanmış oldukları bilinmektedir. Anadolu’da mumyalığı bulunan pek çok kümbet arasında Erzincan Kemah’taki Mengücük Gazi6, 3 Arilerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989, II, 5-6. 5 Kayseri Pınarbaşı ilçesi, Melikgazi Köyü’nde bulunan Melikgazi Türbesi yüksek bir tepenin yamacındadır. Kitabesi bulunmasa da Melik Gazi’nin yaşadığı dönem ve türbenin mimari yapısı ve bezemeleri dikkate alındığında XII. yüzyılda yapıldığı anlaşılmaktadır. Türbe kare kesitli bir plan üzerine kaide kısmı kesme taştan, tamamı tuğladan yapılmıştır. Klasik Selçuklu türbelerinde olduğu gibi iki bölümden meydana gelmiştir. Türbenin alt katında mumyalık, üst katında da sandukaların yer aldığı bölüm bulunmaktadır. Mumyalık kısmına türbe girişinin altındaki kapıdan girilmektedir. Sonraki yıllarda yapının içerisinden de buraya açılan bir geçit yapılmıştır. Mumyalık kısmı çapraz tonozlu ve haç planlıdır. Bu bölümün dışı kesme taştan, içerisi de tuğla moloz taş karışımı ile yapılmıştır. Mumyalığın üzerinde, sandukanın bulunduğu üst kat ince ve yassı tuğlalardan örülmüştür. Türbenin üzeri içten tromplu kubbe, dıştan da altıgen bir kasnak üzerine sivri külah şeklindedir. (bkz. http://www.kenthaber.com/ic-anadolu/kayseri/ pinarbasi/Rehber/turbeler/melikgazi-turbesi). Resim 1 4 6 Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Ankara 2007, s. 122. Türbenin üzeri piramidal bir külah ile örtülmüştür. Türbe taş temeller üzerine tuğladan yapılmıştır. Sekizgenin kenarları dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış, köşelerdeki payelerle de dışa çıkıntı yapmıştır. Külahın alt kısmı ile gövdenin üstüne tuğla mozaiklerle, kui yazılı kitabeler yerleştirilmiştir. Türbenin içerisi horasanlı harç ile sıvanarak silindirik gövdeye dönüştürülmüştür. Türbenin girişi küçük bir portal şeklindedir. Sivri kemerli alınlığı, geometrik geçmelerle süslenmiş, altına da bir satırlık kui yazılı kitabe yerleştirilmiştir. Buradaki köşe sütunlarının üzerine oturan alınlık kemeri, bir daire bir baklava olmak üzere tuğla mozaiklerle bezenmiştir. Sırsız tuğlalar arasındaki alçı dolgu süslemeler ve iruze çinilerle görkemli bir görünüşü olan kapı kırık kemer içerisine alınmıştır. Buradaki sırlı tuğladan kui yazılı kitabede “...El-merhum, es-said, eş-şehid, el- Gazi” yazılıdır. Giriş kapısının altında bulunan bir kapıdan merdivenle mumyalığa inilmektedir. Mumyalığın üzerinde de iki satırlık Farsça bir kitabe bulunmaktadır: “Dünya durdukça o Mengücek Sultan tarafından aydınlatılacaktır.” Mumyalığın üzerindeki zemin katının bir bölümü mescit durumuna getirilmiştir. Burada Melik Gazi’nin sembolik sandukası bulunmaktadır. Kümbetin duvarları içten silindirik olup buraya siyah mürekkeple Farsça ve Arapça iki kitabe yerleştirilmiştir. Buradaki Arapça kitabede Behramşah’ın Kılıç Aslan’ın kızlarından birisi ile evlenmiş olduğu belirtilmiştir. Mumyalık kısmında üst katı taşıyan sekizgen bir paye ile beş eşit parçaya bölünmüştür. Duvarlar 80 cm. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz Erzurum’da Çifte Minareli, Seyitgazi Eyvan Türbe ve Afyon Kureyş Baba Kümbetlerini sayabiliriz. Bunlardan Kemah’taki kümbetin mumyalığında gerçekten mumyalanmış bir ceset bulunuyorken, diğerlerinde sadece iskelet halinde buluntular vardır7 Amasya’daki Fethiye camiinin8 bodrumunda İlhanlı döneminde vezirlik yapan Amasya valisi Pervane, eşi, cariyesi ile kız ve erkek çocuklarına ait olan mumyalar bulunmuştur. 14. yüzyıldan kalma ve Amasya Müzesine9 nakledilmiş olan bu mumya örnekleri günümüzde Amasya müzesinin en çok ilgi gören kısmını oluşturmaktadır. Konya’da bulunan Celaleddîn Karatay’ın cesedi de mumyalıdır10. Anadolu’da mumyalama geleneğiyle ilgili en ilginç bilgi, hiç şüphesiz Altun-Aba vakiyesi kayıtlarında yer almaktadır. Bu bilgiye göre Sultan, herhalde kendi imkânları ile mumyalanan ileri gelen zevat için değil; yoksul ve dindar Müslümanlar’ın kefenlenme, gömülme masralarının yanı sıra mumyalanması için de vakıf geliri tahsis etmiştir11. Yas Alâmetleri ve Süresi Geçmişten günümüze birçok toplumda yası sembolize eden renk siyah- 7 8 9 10 11 yüksekliğe kadar taş örmelidir. Mumyalığın üzeri basıktır. Melik Gazi’nin mumyası zaman zaman açıldığından bozulmuştur. Ayrıca burada beş mezar daha bulunmaktadır (bkz. http:// www.kenthaber.com/dogu-anadolu/erzincan/kemah/Rehber/melik-gazi-turbesi ) Resim 2. O. Turan, “Selçuklu Devri Vakiyeleri I Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi ve Hayatı”, Belleten 1947, XI, 208. Bu bina Bizans prenseslerinden Helana tarafından 7. Yüzyılın ilk yarısında kilise olarak inşa edilmiş ve 1116 yılında Danişmentliler tarafından camiye çevrilmiştir. Caminin bodrumunda, eski Selçuklu veziri ve Amasya Valisi Pervane, eşi, oğlu ve kızına ait 4 mumya, Türk kültürü içindeki tek örnektir. Bu mumyalar 1928 yılında camiden alınarak Amasya Müzesine kaldırıldı ve sergilenmeye başlandı. Amasya müzesi ilk kez 1925 yılında Beyazıt Külliyesindeki medresenin iki odasında hizmet vermeye başlamıştır. Sergilenecek eser sayısı artmaya başladıkça 1962 yılından itibaren Selçuklu eseri olan Gök-medrese’ye naklolmuştur. 1977 yılında ise yeni yapılan binasında hizmet vermeye başlamıştır (bkz. http://www.amasyakulturturizm.gov.tr.) Resim 3 O. Turan, “Altun-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI, 209. Karatay ailesinden ve Karatay Medresesi’nin son mütevellisi Rahmi Efendi’nin komşusu İbrahim H. Konyalı’ya nakil ettiğine göre: Karatay Türbesinin bir türbedarı vardır ve o, Celaleddîn Karatay’ın mumyalanmış ızgara üzerinde duran tabutun içindeki pamuklara sarılı cesedinin bakımı ile ilgilenmektedir. Bu bakım her yıl mumya üstündeki pamukların, örtünün değiştirilmesi tarzında olmaktadır. Çünkü mumyası bayramlarda, mübarek günlerde Karatay Ailesi’nin yaşayanları tarafından ziyaret edilmektedir. İşte bir bayram günü son mütevelli Rahmi Efendi, babası ile birlikte ziyarete gider. Henüz küçüktür. Mumya, diri gibidir. Babası ve büyükler, uzanmış haldeki elini öperler. 0 da öpmek için ele yapışır. Yüksek olduğu için fark etmeden asılmıştır. Karatay’ın eli kopar ve küçük torununun elinde kalır. Bu hatıradan anlaşılacağı üzere Celaleddin Karatay’ın mumyası son asra kadar durmakta ve ziyaret edilmektedir. Daha sonra türbenin bu kısmının kapısı kapatılmıştır (bkz. Ahmet Çelik, “Emir Celaleddin Karatay”, Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, IX, Sayı 8, s. 116- 120, 11 Mart 2009 Çarşamba). Resim 4 O. Turan, “Altu-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI, 208. 141 142 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 tır12. Nitekim bu, çalışmanın kapsadığı zaman diliminde Anadolu’daki farklı topluluklar için de geçerlidir. Meselâ, Ermeni Prensi Haçik ve küçük oğlu İşkhan Müslümanlarla girdikleri bir savaşta ölünce (11 Mart 1041-10 Mart 1042) babalarının ve kardeşlerinin vefat haberini alan prensin diğer oğulları siyah matem elbisesi giyip çok ağlamışlardı13. Yine Alp Arslan’ın Kafkasya ve Anadolu seferi sırasında Kars/Vanand prensi Gagik Abas, sultanın elçilerini güya Tuğrul Bey’in ölümü dolayısıyla halâ matemdeymiş gibi siyah elbise giyip siyah bir mindere oturarak karşılamıştır. Elçi “Sen bir kralsın niçin siyahlara büründün” diye sorunca Gagik, “Alp Arslan’ın kardeşi ve benim de dostum olan Sultan Tuğrul’un öldüğü gün ben bu siyah elbiseleri giymiştim” cevabını vermişti14. I. Aleksios Komnenos (1081-1118) vefat ettiğinde eşi hükümdarlık rengi olan mor ayakkabı ve giysi yerine siyah sandalet ve elbise tedarik edilmesini istemiştir.15 Yine İlhanlı hükümdarı Gazan Han öldüğünde (1304) de siyah renk elbiseler giyildiği bilinmektedir. İbn Bibi’nin Sultan I. İzzeddîn Keykavus (1211-1220)’un ölümü vesilesiyle naklettiği “I. İzzeddîn Keykavus ölünce (1220), Malatya’da tutuklu bulunan kardeşi Alâeddîn Keykubad’ı tahta çıkartmak için Seyfeddîn Ayaba melikin tutuklu bulunduğu kaleye gidince Sultan’ın öldüğünü ve hayırlı bir iş için geldiğini kale kutvaline/komutanına söyleyip ölen Sultan’ın siyaha boyadığı sarığını ve yüzüğünü göstermesinden16” şeklindeki bilgiden Türkiye Selçuklularında da siyahın yas rengi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Abbasi halifelerinin sembol renginin beyaz olduğuna binaen, hilafete olan bağlılığa atıf olmak üzere, devletin resmî matem rengi beyaz idi. Bu nedenle sultanlar yas törenlerinde beyaz atlas giyerlerdi. Meselâ, I. Alâeddîn Keykubad (1220-1237), ağabeyi I. İzzeddîn Keykavus ölünce (1220) taziye elbisesi olarak beyaz atlas giymişti17. Kezâ I. Alâeddîn Keykubad öldüğünde (1237) yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev de bu taziye geleneğine uyarak beyaz atlas giymiş, bütün emir ve askerler de elbiselerinin üzerine gaşiye18 adı verilen beyaz örtüler çekmişlerdi19. Siyahın Anadolu’daki Türkler arasında yas ve hatta bir çeşit intikam 12 13 14 Mevlana’ya göre, “rüyada mavi ve siyah matem ve gama delalet” etmektedir (bkz. Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977, s. 51). Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Türkçe çev. H. Andreasyan, TTT Ankara 1987, s. 76-77. Urfalı Mateos, Vekayi-Namesi, s. 121-122. 15 Anna Komnena, Alexiad, Türkçe çev. Bilge Umar, İstanbul 1996, s. 524. 17 İbn Bibi, s. 210, Türkçe çev., I, 228. 16 18 19 İbn Bibi, s. 206, Türkçe çev. I, 224. Gaşiye hakkında bkz., E. Merçil, “Gaşiye ve Selçuklular’da Kullanlışına Dair Örenkler”, Yusuf Hikmet Bayur Armağanı, Ankara 1985, s. 321-328. İbn Bibi, s.466-67, Türkçe çev., II, 22. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz alâmeti olarak kullanışına dair Anna Komnena’nın20 verdiği şu bilgi de oldukça enteresandır: “Lampe’de bulunan Türklere karşı saldırıya geçen Bizans askerleri o kadar gaddarca davrandılar ki, onların yeni doğmuş bebelerini bile kaynar su kazanlarına attılar. Çok kişiyi kıyımdan geçirdiler, keza pek çok kişiyi tutsak ettiler. Sağ kalanlar, soydaşlarına başlarına gelenleri anlatmak için kara giysilere büründüler ve Türkler’in bulunduğu yerleri dolaşıp kurbanı oldukları zulümleri anlatarak giysileri ile kendilerine acındırıp öç almaya kışkırttılar”. Seyyah İbn Battuta21da Sinop’a geldiğinde şehrin hâkimi olan İbrahim Bey’in annesinin ölümü ile ilgili bilgi verirken, cenazeye katılan erkeklerin başlarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bez doladıklarından bahsetmektedir. Bunların dışında Elâkî ise Konya’da yas süresince “Hindbârî”den yapılmış matem elbisesi giyildiğini kaydetmektedir22. İbn Bibi’nin Selçuklu sultanların ölümleri dolayısıyla verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre; Türkiye Selçuklu Devletinin resmî protokolünde matem süresi üç gün idi. Hatta I. Gıyaseddîn Keyhüsrev Bizans’ta sürgündeyken, tahtını gasp eden ağabeyi Rükneddîn II. Süleyman Şah’ın öldüğünü (1204) haber aldığında yine üç gün boyunca yas tutarak geleneğe uygun davranmıştır23. Bundan sonra ikinci kez tahta I. Gıyaseddîn Keyhüsrev savaş meydanında şehit düşünce (1211) devlet erkânı bir taraftan matem merasimini yerine getirirken diğer taraftan da Sultan’ın büyük oğlu İzzeddîn Keykavus’a durumu bildirmek üzere, Malatya’ya haberci gönderdiler. I. İzzeddîn Keykavus taziyeleri kabul ettikten sonra Kayseri’ye geldi. Emirler onu matem elbiselerini giymiş olarak Gedük’de karşıladılar. Üç gün sonra Sultan I. İzzeddîn Keykavus mateme son verip emirlere hil’at ve unvanlar verdi24. I. İzzeddîn Keykavus’un ölümünden sonra I. Alâeddîn Keykubad, yukarıda da ifade edildiği gibi, matem elbisesini giymiş ve beyler de külahlarını ters çevirerek üç gün yas tutmuşlardı. Sultan dördüncü gün matem elbisesini çıkararak emirlere ikta, menşur ve hil’atlar dağıttı. Hemen ardından ülkenin her tarafına haberciler gönderilerek, İzzeddîn Keykavus’un öldüğü, Alâeddîn Keykubad’ın tahta geçtiği; herkesin taziye âdetlerine uyması, sonra da kutlama görevlerini yerine getirmeleri ve bağlılık gösterilerinde 20 Alexiad, s. 441. 21 Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî, İbn Battuta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000, I, 444. 22 23 24 Arilerin Menkıbeleri, I, 86. İbn Bibi, s. 80, Türkçe çev., I, 101. İbn Bibi, s. 113, Türkçe çev., I, 133-134; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d- Düvel Selçuklular tarihi II, İzmir 2001, s. 42; Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykavus, (1211-1220), TTK Ankara 1997, s. 21-22. 143 144 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 bulunmaları istenmişti25. Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın ölümünden sonra II. Gıyaseddîn Keyhüsrev de yas elbisesi giyerek tahta oturdu. Üç gün her yerde matem ve yas tutuldu. Dördüncü gün matem elbiselerinin çıkarıldığı ve herkese rütbesine göre elbiseler verildikten sonra şahane bir eğlence meclisi düzenlendiği26 bilinmektedir. Kezâ onun ölümünün ardından da devlet erkânı matem ve ağıt törenini yerine getirdikten üç gün sonra saltanat tacının hangi melike verileceğini kararlaştırmışlardı27. Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere resmî olmayan yas süresi ise kırk günü buluyordu. Nitekim Baha Veled öldüğünde (1231) Sultan I. Alâeddîn Keykubad çok elemlenip dövünmüş ve tam yedi gün saraydan dışarı çıkmadığı gibi kırk gün de ata binmemişti. Ayrıca tahtı bırakıp hasıra oturduğu gibi kırk gün kalenin Cuma mescidinde hatimler indirtmenin yanı sıra halka sofralar kurdurup, dervişlere adaklar adamıştı. Sultan, şeyhin türbesinin etrafına Kâbe’nin çevresindeki duvarlar gibi bir duvar çektirip mermer üzerine de onun ölüm tarihi kazıtmıştır28. Ahmed Elakî’nin29 verdiği bilgiye göre, Şems-i Tebrizî öldüğünde (1247) Mevlâna üzüntüsünden bağlara gitmiş ve kırk gün sonra başına duman rengi bir sarık sarmış ve bir daha beyaz sarık sarmadığı gibi, ömrünün sonuna kadar matemlilerin giydiği hindibarî kumaşından dikilmiş bir ferace giymişti. Mevlâna öldüğünde (1273) cenaze yıkanıp30 naaşı dışarı çıkartıldığında, büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı31. Kadın ve çocuklar da orada idiler, herkes ağlıyordu. Erkekler feryad ederek ve elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Her din ve millettten insan, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde Zebur’dan, Tevrat’dan, İncil’den ayetler okuyor, feryat ediyorlardı32. Diğer taraftan ise güzel sesli hafızlar Kuran’dan ayetler okur25 İbni Bibi, s. 209-210, Türkçe çev., I, 227-228; Müneccimbaşı, II, 58. 27 İbn Bibi, 548, Türkçe çev., II, 87-88. 26 İbn Bibi, 466-467, Türkçe çev., II, 21-22. 28 Ahmet Elâki, Arilerin Menkıbeleri, I, 29-30. Bahaeddîn Veled’in ölüm haberini alan müritlerinden Seyyid-i Sirdan uzakta da olsa cenaze namazını kılıp taziye töreni düzenledikten sonra kırk gün matem tutmuştur ( bkz. Arilerin Menkıbeleri, I, 57). 29 Arilerin Menkıbeleri, II, 165. 30 Mevlâna’nın naşı yıkanırken bir yandan su dökülüyor bir yandan da ashabın, peygamberin ölümünün ardından cesedinden akan suları içmesi gibi naaştan akan suları bir damla yere düşürmeden içiyorlardı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 12). Resim 5 31 Ölünün ardından baş açmak çok yaygın bir gelenekti. Nitekim Mevlâna’nın eşi Kira Hatun öldüğünde bütün büyükler toplanıp tabutunu götürürken bütün dostlar da Sultan Veled’e uyarak sarıklarını atmışlardı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, s.92). Yine Şeyh Şerefeddin-ı Herive öldüğünde onun cenazesinde bulunan bir dostuna Mevlâna “cenaze alayı nasıldı” diye sorunca dostu “şu kadar bin kişi onun cenazesinde başını açmış ağlıyordu” cevabını verdi (bkz. Arilerin Menkıbeleri, I, 508). 32 Mevlâna’nın cenazesinde gayr-i Müslimlerin tutumu Müslümanları rahatsız etmiş ve onların Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz ken, guyendeler Mevlana’nın ölmeden önce söylemiş olduğu mersiyeleri dile getiriyorlardı. Mevlana’nın tabutu güneş doğarken yola çıkmıştı fakat tabut yolda altı defa parçalandığı ve her defasında yeni tabutun gelmesi beklendiği için türbesinin bulunduğu mezarlığa gelindiğinde karanlık basmıştı33. Dein işleminden sonra Sultanlar ve emirler yas geleneğine uygun bir şekilde kırk gün ata binmemiş ve emirler güçleri ölçüsünde fakirlere her gün yemek vermişlerdi34. Konya ahilerinden Ahmed Şah’ın kardeşinin cenazesi ile ilgili olarak ise, Anonim Selçuknâme’de şu bilgiler verilmektedir: “Ahi Ahmed Şah’ın kardeşi ölünce cenazesinde on beş bine yakın kişi başı açık yürüdü. Kırk gün hiç kimse dükkân açmadı. Benzeri görülmedik yas tutuldu”35. Yine Menakıbü’l-Ariin’deki36 bir kayıtta Şeyh Selahaddîn Kayseri’de ölünce hizmetçisi çığlık atarak elbiselerini yırttı. Seyyid’in ölüm haberi Sahib Şemseddîn’e ve ileri gelenlere ulaşır ulaşmaz feryat edip saçlarını yolarak geldiler. Büyük küçük herkes başını açtı. Sahib Şemseddîn bir hayli masraf ederek matem töreni tertip etti; sonra hatimler indirilmesi ve türbenin üzerini kapatmalarını emretti. Lâdikli Kadı Necmeddin öldüğünde cenaze işleriyle meşgul olan kölelerinden bir kısmının saçları kesilmiş ve üzerlerine çul giymişlerdi37. Ölünün ardından saç kesip, sıradan giysiler giymek doğu Hristiyan dünyasında da yaygın bir adet gibi görünmektedir. Çünkü Anna Komnena38, babası I. Aleksios Komnenos’un ölümüyle ilgili şu bilgileri vermektedir: “ İmparatorun ölümü gerçekleşince imparatoriçe hükümdarlara özgü peçesini çıkarıp küçük keskin bir bıçakla saçlarını, teninin hemen yakınından kestikten39 sonra ayaklarından hükümdarlara özgü mor ayakkaüzerlerine saldırmışlardı. Fakat gayr-i Müslim cemaat bu durum karşısında geri çekilmeyip direnince büyük bir kargaşa oldu. Bu durum Sultana ve Pervane’ye iletildiğinde onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara “Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır?” dediler. Onlar da “Biz, Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlânâ’yı nasıl devrinin Muhammedi olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun müridi iseniz biz de onun kulu ve müridiyiz deyince uzlaşma sağlandı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 13). 33 Ahmet Elâki, Arilerin Menkıbeleri, II, 13-14. 34 Arilerin Menkıbeleri, II, 16. Ahmed Efkaji, Mevlâna’nın ölümünden sonra kedisinin yedi gün yedi gece su içmediği, yemek yemediği için öldüğünü ve Mevlâna’nın kızı Melike Hatun’un onu kefenleyerek mübarek türbenin civarına gömdüğü bilgisini vermektedir. Ayrıca kediyi gömme töreninde dostlar için helva yapıldığından da bahsetmektedir (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 3). 35 36 Anonim Farsça Selçuknâme-Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi, Tıpkıbasım ve Tercüme: F. N. Uzluk, Ankara 1952, s. 92, Türkçe çev., s. 65; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984, s. 619. I. 70 37 Arilerin Menkıbeleri, II, 273. 39 Matem alameti olarak Bizanslılar da saç kesmeyi kullanıyorlardı. Nitekim İmparator Andro- 38 Alexiad, s. 524. 145 146 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 bıları çıkarıp herkesin giydiği kara sandalların yanı sıra mor giysinin yerine de kara bir giysi istemiştir”. Yine Süryani Mihael40, 1170 yılında Antakya’da büyük tahribata ve ölüme yol açan deprem hakkında bilgi verirken, “Şehrin senyörü Antakya Prinkepsi III. Bohemund saçlarını kesti, halkın yaptığı gibi, kendisi de harar giydi” demektedir. Gazan Han’ın ölümü dolayısıyla Anadolu’da yapılan yas merasimleri de bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir. Buna göre, 1304 yılında Gazan Han vefat ettiğinde bütün İlhanlı ülkesinde devlet erkânı ve halk üzüntüye garkoldu. Her taraftan çığlık ve feryatlar yükseldi. Atların yeleleri kesildi, illerin kulakları dilindi ve alemler/bayraklar aşağı çekildi. Demir kösler yas müziği çaldı ve küçük büyük herkes ayakkabısını çıkarttı. Yine yas alameti olarak yırtık elbiseler giyildi, kilimlerin örtüldü, minarelere siyah bezler asıldı, bazar, cadde ve meydanlarda gözyaşı döküldü. Yedi gün yas tutuldu ve hükümdarın ölümünün duyulduğu her yerde gıyabî cenaze namazı kılındı41. Yukarıda da söylendiği gibi, büyük seyyah İbn Battuta 1332’lerde Anadolu’yu dolaşırken pekçok hususta olduğu gibi, cenaze törenleri hakkında da bilgiler vermektedir. Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, bu tarihlerde İslâm öncesi Türk geleneklerinin birçoğu devam etmektedir. İbn Battuta, Manisa’yı ziyaret ettiklerinde Saruhan Bey’i, birkaç ay evvel ölmüş oğlunun türbesinde bulduklarını, çünkü yasta olan anne ve babasının bayram gecesi ve sabahını bu türbede geçirdiklerini nakletmektedir. Çocuğun naaşı yıkanıp hazırlanmış42; kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut içine konulmuş ve tabuttan çıkacak kokunun gitmesi için, çatısı açık bir kubbeye asılmıştı. Bir süre sonra çatı örülecek, tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün elbiseleri örtülecekti43. Sinop’ta bizzat katıldığı İbrahim Bey’in annesinin cenaze töreniyle ilgili olarak da şu bilgileri vermektedir: “İbrahim bey cenazeyi başı açık ve yayan takip ediyordu. Öteki kumandanlar ve memlûkler ise hem başlarını açmışlar hem de kaftanlarını ters giymişlerdi. Yargıç ve hatipler ile hoca- 40 41 nikos (1183-1185)’un gayr-i meşru kızı Eirene kocası Aleksios’un babası tarafından önce hapse atılıp daha sonra gözleri oyulmuş ve en son olarak da Khele (muhtemelen Şile)’ye sürgüne gönderilince Eirene saçlarını kesip matem duvarlarının arkasına gizlenmişti (bkz. Niketas Khoniates’in Historiası, haz. Işın Demirkent, İstanbul 2006, s.97). Süryanî Patrik Mihallin Vakainamesi, Türkçe çev. H. Anderasyan, TTK Kütüphanesi basılmamış nüsha, Ankara 1944, s. 213; Ebru Altan, “1150-1250 Yılları Arasında Anadolu’da Doğal Âfetler”, İ.Ü. Edeb. Fk., Tarih Araştırma Merkezi, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Âfetler ve Deprem Semineri, 22-23 Mayıs 2000, Bildiriler, İstanbul 2001, 2002, s. 41-49. O. Gazi Özgüdenli, Gazan Han ve Reformları (694/1295-703/1304), M.Ü. T.A.E.Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihi, İstanbul 2000, s. 290-91. 42 Osman Turan (bkz. Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi, Belleten, XI, s. 208) ve V. Gordlevski (bkz. Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran Ankara 1988, s. 307) çocuğun mumyalandığını kaydetmektedirler. 43 İbn Battuta, I, 426. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz lar elbiseleri ters giymişler fakat başlarını açmamışlardı. Kafalarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bir bez dolamışlardı. Bu yörede yas kırk gün sürüyor ve her gün sofralar kuruluyor, ziyafetler veriliyor! Bu defa da öyle yapılmıştı”44. Mevlevî cenazelerinin defni sırasında müzik ve semâ yapmak adetten idi45. Meselâ, Mevlâna 1260 yılında vefat eden Şeyh Selahaddîn’in ölüm haberini duyar duymaz bir taraftan başını açıp feryat ederken diğer taraftan beşaret ve nekkarecilerin getirilmesini istedi. Guyendelerden bir grup cenazenin önünde yürüyor, Mevlâna’da dönerek, semâ ederek ilerlerken gazel ve mersiye söylüyordu46. Yine Mevlâna kendisine Sultan IV. Kılıç Arslan’ın vefatı bildirilince hemen semâ’aya başlamış sonra da cenaze namazını kılmıştı47. Türbe ve Mezarlık Ziyareti Günümüzde olduğu gibi geçmişte de dein işleminden sonra çeşitli nedenlerle türbe ve mezarlık ziyaretleri yapılmaktaydı. Meselâ, Hamidoğulları’nın hâkimiyetindeki Ekridur Beyi Necmeddîn İshak’ın çocuklarından biri (1333) defnedildikten sonra Necmeddîn İshak ve medresedeki öğrenciler üç gün boyunca sabah namazını müteakip mezarı ziyaret etmişlerdi48. Zaman zaman şeyhler mezarlığa gider yavaş sesle kuran okurlardı. Şeyhlere müritleri de katılırdı49. Mevlevîler mezarlıkta da semâ’a ederlerdi. Meselâ, Konya’da Kadı Siraceddîn’in mezarının bulunduğu yere gidip, rebap çalarak büyük bir semâ’a merasimi yapmışlardı50. Bazen de dönemin ünlü âlimleri halka açık vaaz verecekleri zaman mezarlıkları tercih edebiliyorlardı. I. Alâeddîn Keykubad, Baha Veled’den vaaz etmesini isteyince o da minberini, Konya’daki Guristan Kaanî’i denilen mezarlığa koydurmuş ve ünlü âlimi dinlemek isteyen kadın erkek herkes burada toplanmıştı51. İçinde bulunulan bir müşkilin halledilmesi için türbe ya da mezarlık- 44 45 46 47 İbn Battuta, I, 444. Bir grup Mevlâna’ya “Eskiden beri ölülerin cenazesi önünde okuyucular ve müezzinler bulunur. Sizin zamanınızda bu şarkı söyleyip, def çalanların bulunmasında ne mana vardır? diye sormuştu. Bunun üzerine Mevlâna “Cenazenin önünde bulunan müezzinler, okuyucular ve hâfızlar bu ölünün mümin olduğunu ve İslâm şeriatında öldüğünü bizim şarkılarımız ise bu ölünün hem mümin hem Müslüman ve hem de âşık olduğuna şahadet ediyor” demiştir (bkz. Arilerin Menkıbeleri, I, 254). Arilerin Menkıbeleri, II, 146. Mevlevî cenazelerinde gazel okuma geleneği Sultan Veled zamanında da devam etmekte idi. Nitekim bir büyüğün oğlu ölmüş ve merhumun anne ve babası Sultan Veled’den guyendelerin hazır olmalarını cenazesinin önünde gazeller okumalarını istemişlerdi (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 232. Arilerin Menkıbeleri, I, 158-59. 48 İbn Battuta, I, 407. 49 Arilerin Menkıbeleri I, 35. 51 Arilerin Menkıbeleri, I, 34. Resim 6 50 Arilerin Menkıbeleri, I, 621. 147 148 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ların ziyaret edilmesi günümüzde olduğu gibi geçmişte de çok yaygın idi. Sultan I. Alâeddîn Keykubad, çok sevdiği âlim Baha Veled’in ölümünden sonra ne zaman zorda kalsa, medet için onun türbesini ziyaret ederdi. Nitekim Yassıçemen Savaşı (1231) öncesi Celâleddîn Harezmşah’ın geldiği haberini alınca da şeyhin türbesini ziyaret edip himmet dilemiştir52. Hatta Mevlana Celâleddîn de bir müşkil ile karşılaştığında babası Baha Veled’in mezarını ziyaret etmeyi adet edinmişti53. Ahmet Elaki54’nin verdiği bilgiye göre de Konya’da yaşanan büyük bir su kıtlığı nedeniyle halk yağmur duasına çıkıyor ama bir türlü dilekleri tutmuyordu. Bunun üzerine Hüsameddîn Çelebi yakın arkadaşı Mevlâna Celaleddîn’in türbesine gidip iki rekât namaz kılmış, başını açıp dua ettikten sonra yağmur yağmaya başlamıştı”. Başka bir kuraklık hadisesinde de halk Sultan Veled’e gidip yardım istemişti. Bunun üzerine o, medreseden Mevlâna ve Baha Veled’in türbesine kadar yalınayak ve başı açık olarak gitmiş; babasının kabrinin karşısındaki duvarda dua ederken yağmur yağmaya başlamıştı. Türbe ya da mezarlıklara her zaman dini ritüeller gereği girilmiyordu. İmparator I. Aleksîos Komnenos’un, ekonomik sıkıntı çekmekte olan devlete para bulmak için, kilise mallarının yanı sıra İmparatoriçe Zoe (10281050)’nin tabutu üzerinde bulunan altın ve gümüş süslemelere el koyduğu bilinmektedir55. İmparator III. Aleksios Angeleos (1195-1203) da, para temin edebilmek için ölen imparatorların mezarlarını (lahitlerin üzerinde altın işlemeli örtüler oluyordu) açtırıp, mezarlardaki tüm değerli eşyaları toplatmıştı56. II. Kılıç Arslan dört ay süren Malatya muhasarası sırasında kışı geçirmek için askerlerine tuğladan, kendisine mezarlıklardaki taşları söktürterek ev yaptırmıştı57. Selçuklu ve Beylikler dönemi Anadolusunun sınırlı sayıdaki kaynaklarının satır aralarında bulunan; insanoğlunun kaçınılmaz kaderi ölüm ve onunla ilgili törenlere dair bu renkli bilgiler içindeki değişmeyen öz; zamanın kendi akışı içerisinde getirdiği değişikliklere rağmen, bugünün geçmişle olan bağlantısına tanıklık etmektedir. 52 53 54 Arilerin Menkıbeleri, I, 49, 52-53. Arilerin Menkıbeleri, I, 36. Arilerin Menkıbeleri, II, 164. 55 Anna Komnena, Alexiad, s.180. 57 Süryani Mihael, s. 252. 56 Niketas Khoniates’ın Historiası 1195-1206, haz. Işın Demirkent, İstanbul 2004, 33-34. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz 149 150 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz 151 152 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Kaynaklar Ahmet Çelik, “Emir Celaleddin Karatay”, Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, IX, Sayı 8, s. 116120, 11 Mart 2009 Çarşamba Anna Komnena, Alexiad, Türkçe çev. Bilge Umar, İstanbul 1996 Ahmet Elakî, Arilerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989 Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977 Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî, İbn Battuta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000 Ebru Altan, “1150-1250 Yılları Arasında Anadolu’da Doğal Âfetler”, İ.Ü. Edeb. Fk., Tarih Araştırma Merkezi, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Âfetler ve Deprem Semineri, 22-23 Mayıs 2000, Bildiriler, İstanbul 2001 E. Merçil, “Gaşiye ve Selçuklular’da Kullanlışına Dair Örenkler”, Yusuf Hikmet Bayur Armağanı, Ankara 1985 Ioannes Kinnamos, Historia, (yayına haz: Işın Demirkent) TTK Ankara 2001 Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Ankara 2007 Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d- Düvel Selçuklular tarihi II, İzmir 2001 Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakiyeleri I Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi ve Hayatı”, Belleten 1947 Osman Turan, “Altu-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI O. Gazi Özgüdenli, Gazan Han ve Reformları (694/1295-703/1304), M.Ü. T.A.E.Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihi, İstanbul 2000 Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykavus, (1211-1220), TTK Ankara 1997 Süryanî Patrik Mihallin Vakainamesi, Türkçe çev. H. Anderasyan, TTK Kütüphanesi basılmamış nüsha, Ankara 1944 Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Türkçe çev. H. Andreasyan, TTT Ankara 1987 http://www.kenthaber.com/ic-anadolu/kayseri/pinarbasi/Rehber/turbeler/melikgazi-turbesi http://www.kenthaber.com/dogu-anadolu/erzincan/kemah/Rehber/melik-gazi-turbesi http://www.amasyakulturturizm.gov.tr Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz Sympathy and Funeral Ceremonies that Seljuks in Turkey Emine Uymaz Abstract In our study, we have tried to provide information on the following topics: Turkey Seljuks and principalities period which XI-XIV. In the centuries reigned between, The preparation of the funeral in Anatolia, What has been done during the period of grief and mourning, visit the shrine and cemetery. As a result of the information gathered; We have seen that some activities continued About pre-Islamic burial and mourning ceremonies, such as mummiication. Another issue Byzantine is applied attracted our attention; after dead a bit of hair cutting nearly relatives. Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair Emine Uymaz Özet Çalışmamızda XI-XIV. asırlarda arasında hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler dönemi başta olmak üzere Anadolu’da dein öncesi ve sonrası cenazenin hazırlanışı, yas ve matem süresi boyunca neler yapıldığının yanı sıra türbe ve mezarlık ziyaretlerine dair kaynakların el verdiği ölçüde bilgi vermeye çalıştık. Elde ettiğimiz bilgiler sonucunda belirtilen zaman dilimi çerçevesinde İslami motilerin yanı sıra İslamiyet öncesi dein ve yas/yuğ törenlerine dair mumyalama geleneği gibi birçok igürün halen devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca dikkatimizi çeken bir diğer husus da daha çok İslam öncesi Türk tarihinde örneğini gördüğümüz ölünün ardından geride kalan yakınlarının (özellikle de eşin) saçlarından bir tutam kesme âdetinin Bizans’ta da uygulanmasıdır. 153 Mülâkat / Kitabiyat Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan Salih Yılmaz1 Murat Nalçacı2 Giriş Doğumunun 100. Yıl dönümünde Osman Turan’ı anmak ve onu farklı yönleriyle tanıtmak amacıyla kendisiyle belli bir mesaisi olmuş bir şahsiyetle söyleşi yapmak istedik. Bu konuda yapmış olduğu çalışmalar ve aynı zamanda iyi bir biyograf olması hasebiyle Prof. Dr. Ali Birinci’de karar kıldık. Kendisi kültür dünyasının çok yakından tanıdığı bir isim. Prof. Dr. Ali Birinci kimdir? 5 Ağustos 1947’de SakaryaHendek’te, Balıklı Şeyh köyünde aslen Akçaabatlı Şeker Bey ile Müzeyyen Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Birinci, ilk üç senesini köyünde okuduğu ilkokulu, Hendek Cumhuriyet İlkokulu’nda bitirdi. Hendek Ortaokulu’nun ardından Ankara’daki Polis Koleji’ne devam etti. 1966 yılında Polis Kolejinden mezun olan Birinci, aynı yıl kaydolduğu Polis Enstitüsü’nü bir yıl sonra bırakarak Ankara Üniversitesi 1 2 Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih BölümüAnkara/ Türkiye e-posta:salihyilmaz76@yahoo.com Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih BölümüAnkara/Türkiye e-posta: nalcacimurat@gmail.com 157 158 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden mezun oldu. Polis Enstitüsü’nden ayrılsa da polis teşkilatı ile bağını hiç koparmadı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ardından Emniyet Genel Müdürlüğü’nde üç yıl görev yaptı. Daha sonra Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Tarih Bölümünde asistan olarak göreve başladı. 12 yıl kaldığı Sivas’tan ayrılarak 30 Haziran 1988’de Ankara’da, Polis Akademisi’nde göreve başladı. Burada Türk Siyasi Tarihi ve İnkılap Tarihi dersleri vermeye başladı. “Hürriyet ve İtilâf Fırkası” çalışması ile doktorasını 18 Haziran 1986’da verdi. 1993’te doçent, 2000 yılında ise Yakınçağ Tarihi profesörü oldu. Atatürk Araştırma Kurumu üyeliğinde ( 1995- 2001) bulundu. 25 Eylül 2002-28 Temmuz 2004 devresinde Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde ders verdi ve Üniversitenin Sosyal Bilimler Dergisi’ni dokuz sayı çıkardı ve bu arada Kırgızca ve Rusça kurslarına devam etti. 1 Ağustos 2008 - 12 Eylül 2011 Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yaptı. Halen Akademisi’nde Öğretim Üyesidir. Sayın Ali Birinci, Prof. Dr. Osman Turan’ın Doğumunun 100. Yılı münasebetiyle bu söyleşiyi bizlerle yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Kendisinin sizlerle birçok anısının olduğunu biliyoruz. Osman Turan’a dair neler söyleyebilirsiniz? Ali Birinci: Osman Turan hocama dair birçok anım var elbet. Bu konuda benimle böyle bir ropörtaj yaptığınız için hem kendim adına hem de Allah rahmet etsin hocam adına teşekkürlerimi iletiyorum. Ümit ediyorum ki bu röportajda kendisini okuyucularımıza en iyi biçimde anlatabileyim. Biraz insan tanımaya meraklıydım galiba. Biraz da hemşerilik bağı Osman Turan meselesinde devreye giriyor. Ben rahmetlinin, belki 8-9 sene evine gidip geldim. Birçok defa çayını içtim pastasını yedim, zamanını çaldım. İstanbul’da daha çok Bayram’a giderdim ama burada İsrail evlerinde evine giderdim. Ne zaman gitsem, Hocanın kül tablası Mısır Piramitleri gibi kubbelenmiş olurdu. Hoca inanılmaz bir sigara tiryakisiydi. Fakat aynı zamanda da bizim tarihimizde düşünüyorum o derece çalışkan insan pek az. Osman Bey, işini seven ender insanlardan birisiydi. Türkiye’de insanlar işlerini sevmiyorlar. Geçenlerde bir devlet dairesinde asansörde idim. Genç ama biraz irice bir arkadaşı “çalışmıyorum arkadaş, bu paraya bu kadar çalışılır” derken dinledim. Ama sokakta o paranın dörtte birini kazanamaz. Pazarda limon satmaya çalışsa ağzını burnunu kırarlar. Asıl konumuzdan uzaklaşmadan sözü başa getirerek merhum Osman Hoca hakkında kronolojik bir bilgi arz edeyim. Hocanın asıl adı Osman Pelit’tir. Şahzene hanım ile Hasan Ağanın oğlu olarak Bayburt’ta doğdu.3 Bilinenin aksine Trabzon’da doğmamıştır. Çünkü Sulaklı Deresi’nin etrafındaki köylerin yaylası Bayburt’tur. Doğduğu yaylanın eski ismi Vahşen-Hart, yeni ismi Çatıksı’dır. Hocanın kıymetli yeğeni Hasan Turan’ın ifadesine göre 3 Osman Turan’ın doğum tarihi Haziran 1914’tür. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj ailenin büyük kısmı bu yaylada dünyaya gelmiştir. Fakat nüfus kâğıdında tabiatıyla Çaykara yazılıdır. Aile Trabzon’un fethinden sonra Van taralarından bölgeye iskân edilen Kurdoğulları aşiretine mensuptur. Trabzon’da halk arasında Koronoğulları adıyla da anılırlar. Osman hocanın çocukluğu Hopşera-i Sülâ köyünde geçmiştir.4 Mahallesi de Koronos’tur. Çaykara’ya bağlı olan Hopşera, vadiye girince sağda Çaykara’ya üç kilometre beride, haif yamaçta, tabiyetiyle şip şirin yem yeşil bir köydür. Aile kışı bu Çaykara’da geçirirken yazları Çatıksu’da geçiriyordu. Osman Turan dört kardeşin üçüncüsüydü, sırasıyla ablası Nokta, ağabeyi Mehmet Nazım 1907-20 Ekim 1975, küçük kardeşi Hediye Kır ailenin diğer çocuklarıydı. Osman Hoca, 1956’da Satıâ Sultan ile evlendi. Bu hanım, Abdülhamit’in oğlu Mehmet Selim Efendi’nin kızı Emine Nemika Sultan ile Ali Kenan Esin’in kızıdır. Osman hocanın evliliğinden çocukları olmadı. 17 Ocak 1978’de, 64 yaşında, İstanbul’da, nispeten günümüze göre genç sayılabilecek yaşta, hayata veda etti. Osman Turan’ın okul hayatının oldukça ilgi çekici yanlarının olduğu anlatılır. Siz bu konuda ne diyeceksiniz? Ali Birinci: Osman Turan geride bugün hala tam olarak tespiti yapılamamış olan, bir yığın yazı bıraktı. Tabi kitaplarının isimleri var, tespiti yapılmıştır. Fakat Osman Turan Hoca bir taraftan ilmi yazılar yazarken, bir taraftan da çeşitli gazetelerde, dergilerde günün meseleleriyle ilgili ve zaman zaman da tarihle ilgili yazılar yazmıştır. Bu yazıların maalesef, hakkında yazılan kitaplara rağmen tam bir dökümü yoktur. Bu yazıları dolayısıyla onun eğitim hayatı da insanlar tarafından merak ediliyor. Şöyle ki Osman Turan ilk mektebi Çaykara’da okudu. İlk mektebi, köyden üç km. kadar uzaklıktaki Çaykara’da sabah-akşam gidip gelmek suretiyle okuyan Osman Turan’ın öğretmeni komşu Akdoğan köyünden Hatipoğulları’ndan Esat Okur ve yardımcısı bir din dersleri hocası Hocaoğlu Muhammed Efendi idi. Muhammed Efendi aynı zamanda Kuran-ı Kerim dersleri verir, talebelere hurmalıkta cemaat halinde öğle namazı kıldırırdı. Osman Turan’ın ilk mektep arkadaşları arasında sıra arkadaşı Cemal Uygun (1914), Ali Balcı, Cevat Osman Celepoğlu, Süleyman ve İsmail Gürsoy kardeşler ve Hâfız Mehmet Kumruoğlu bulunmaktadır. Tabi Çaykara’da orta mektep olmadığı için, orta mektebi babasının arkadaşlarının birinin yanında Bayburt’ta okumak zorunda kaldı. Osman Turan’ın buradaki hâmisi ve velisi eski alay müftülerinden Hacı Ali Rıza Efendi olmuştu. 1928’de inşa edilen bu orta mektep hâlen vakılara devredilmiş durumdadır. Bayburt, Osman Hoca için önemli bir coğrafya, tarihi 4 Trabzon’un Çaykara ilçesinin eski adı Kadahor’dur. Hopşera-i Sülâ köyünün şimdiki ismi ise Soğanlı’dır. 159 160 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 bir şehirdir. Malumunuz Bayburt, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da işgal edilmişti, Bayburtlu Zihni’nin bestelenmiş güzel şarkısı Bayburt’un işgalden sonraki perişan halini şöyle anlatılır: “Vardım ki yurdundan ayak götürmüş Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı” Osman Turan, ortaokuldan sonra Trabzon’a döndü. O sıralarda Trabzon’da Karadeniz kıyısının iki büyük lisesinden biri vardır. Biri Kastamonu Lisesi -ki Anadolu’nun üniversitesi sayılabilir- diğeri de Trabzon lisesidir. Bu liseler Abdülhamit zamanında açılmıştır. Şimdi lise deyince günümüzdeki liseler akla gelmesin. Bu liselerdeki Türkçe bilgisi bir kere şimdi üniversitelerde verilmiyor. Bunu şunun için söylüyorum. O zamanlar lise önemli bir tahsil derecesi ve Türkiye’de o sıralarda basılan lise ders kitaplarının büyük bir kısmı 3.000 civarında basılıyordu. Yani Türkiye’de lise talebelerinin sayısı çok azdı. Mesela Kastamonu Lisesi ile Sivas Lisesi talebelerinin çıkarttığı dergiler var. Bugün oralarda kullanılan dil üniversite talebelerinde yok. Hatta Türk dili bölümü mezunlarında da yok. Hâsılı kelam, lise tahsilinin iki yılını Trabzon’da okudu. Trabzon’da daha lisedeyken arkadaşları arasında “ayaklı kütüphane” olarak şöhret buldu. Trabzon’daki iki sene boyunca Hardomasoğlu’nun Tabakhane Köprüsü’ne yakın handan bozma binasının bir odasında iki arkadaşıyla birlikte kalmıştı. Ağabeyi Mehmet Nâzım’ın Ankara’da Makine Kimya’da marangoz olarak çalışmaya başlaması üzerine onunla beraber Ankara’ya gelmiş ve lisenin son sınıfını Ankara’da okumuştur. Şimdiki Yüksek İhtisas Hastanesinin olduğu yerde Ankara İdadisi vardı. Son sınıfı orda okudu. Edebiyat şubesinden 28 Ağustos 1935’te mezun olmuş ve bir bakıma üniversiteye giriş imtihanı olarak da kabul edilebilecek olgunluk imtihanlarını da başarıyla vermiştir. Sınıf arkadaşları arasında Trabzon’da Hayrettin Ekmen, ilk mektep öğretmeni Ali Rıza Kurşunoğlu, Ankara’da Emin Bilgiç sayılabilir. 1935’de kanunu çıkan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine imtihanla ilk kabul edilen talebelerden biridir. Ankara’da fakülte ismiyle kurulan ilk ilim kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesidir. Tabi fakülte tahsili sırasında Ulus’ta Gençlik Parkı karşısındaki Evkaf Apartmanında kaldı. Tedrisata 9 Ocak 1936’da başlayabildi. O zamanlar fakültedeki tarih bölümünde üç sınıf vardı. Bunlar ilk çağ tarihi, orta çağ tarihi, yeni ve yakın zamanlar tarihidir. Dördüncü sınıf ise ihtisas sınıfıydı. Dördüncü sınıfta talebeler, bu sınılardan birini seçer ikinci kez o sınıfı okurlardı. Osman Turan da orta çağ tarihinden mezun olmuştur. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, kurulduğu ilk yıllardan itibaren Atatürk’ün ilgisine mahzar olmuştur. Atatürk’ün sık sık fakülteyi ziyaret ettiğini biliyoruz. Hatta bir kısım kabiliyetli talebeler daha fakülteden mezun olmadan yabancı dil öğrenmeleri için yurtdışına gönderildiler. Merhum Osman Turan da Fransa’ya gönderildi. Fakültedeki şansı, hocasının Fuat Köprülü olmasıdır. Fuat Köprülü 1941 yılı eylül ayına kadar fakültede görev yaptı. Tabiatıyla Köprülü’nün bütün öğrencileri şanslıdır ama hayatın verdiği şansı kullanmak biraz da kişilerin gayretine bağlıdır. Bu şansı kullananlar arasında şimdi bizim Halil İnalcık’ı hatırlamamız lazım. Mustafa Akdağ ve İbrahim Kafesoğlu -ki Ankara mezunundur bir kısım arkadaşlar İstanbul mezunu sanıyor- Osman Turan’ın sınıf arkadaşlarıdır ve fakültenin de ilk mezunlarıdır. Ankara’da kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi o dönem için hem iyi bir eğitim yuvası hem de Türkiye’nin önemli bilim insanlarının çalıştığı, eğitim aldığı kurumdur. Mesela 20-25 Eylül 1937’de İkinci Tarih Kongresi’ne talebeler, masralar Ankara tarafından karşılanmak üzere-ki o zamanlar üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır- İstanbul’da Dolmabahçe Sarayına götürülmüşlerdir. Ali Hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Osman Turan Hocanın yetişmesinde önemli bir payının olduğunu ifade etmek istiyorsunuz galiba? Ali Birinci: Yani şu söylemek istiyorum. Ankara’daki bu fakülte, Türkiye’nin bugünkü akademisyen altyapısını oluşturmuştur. Osman Turan da tarihçiliğini bu fakültede şekillendirmiştir. Fakülte ilk zamanlarda büyük destek görmüştür. Ama rahmetli Şerif Baştav Hoca, Atatürk’ün ölümünden sonra bu fakülteye gereken alakanın gösterilmediğinden şikâyet etmiştir. İlk talebeler 28 Mart 1940’da mezun oldular. Osman Turan hoca, mezuniyetinden iki ay sonra Fransızca ve Farsça bildiğini ifade etmiştir. Daha sonra bu lisanlara tarih yayınlarını takip edecek kadar İngilizce ve Arapçayı da ilave etmiştir. Mezuniyetinden sonra Osman Turan hiç zaman kaybetmeden Fuat Köprülü’nün yanında Orta Çağ Tarihi Kürsüsüne, zamanın ifadesiyle “İlmi Yardımcı” yani burslu doktora talebesi olmuştur.5 Otuz lira ücretle çalışmaya başlamıştır.6 Osman Turan’a dair Şerif Baştav uzun uzun anlatır. Akşamları handa yattıkları zamanları Osman Turan’ın yatağa kitapla girdiğinden ve kitap elinden düşünceye kadar kitap okuduğundan bahsetmiştir. 5 6 İlmî yardımcılardan aynı tarihte tayini yapılanlar arasında fakültenin ilk mezunlarından Halil İnalcık (Tarih), Cahit Kınay (Arkeoloji), Şerif Baştav (Hungaroloji), Muhaddere Özerdim (Sinoloji), Nimet Dinçer-Özgüç (Arkeoloji), Emin Bilgiç (Eski Çağ Dilleri), Kemal Balkan (Sümeroloji) ve Firuzan Kınal (Eski Çağ Dilleri) bulunmaktadırlar. Mehmet Altay Köymen de aynı senenin sonunda (30 Kasım) ilmi yardımcı olarak atanmıştır. 30 Nisan 1940. 161 162 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Osman Turan’ın kitap okuyamadığı tek devre Yassı Ada’da geçirdiği on altı buçuk aydır. Osman Turan’ın bütün aşkı kitaptır. Daha talebeliği sırasında çalışmalara başladığı için bir yıl sonra, “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” isimli teziyle 10 Kasım 1941’de doktor unvanı almıştır. Bu eser Türkiye’de üniversitelerde tarih alanında yapılmış ilk doktora tezidir. Bir yıl sonra Halil İnalcık’ın “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” isimli tezi var. Osman Turan’ın doktora tezi Ankara’da Köprülü’nün idare ettiği dört tezden birisidir. Osman Turan, 1942’de Orta Zamanlar Asistanlığını kazandı. Bu arada bir talihsizliğinden bahsetmek isterim. 30 Eylül 1941’de Köprülü, üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Osman Turan’ın fakültede ders yükü artmıştır. Köprülü’nün verdiği Orta Çağ Türk-İslam Tarihi derslerini de Osman Turan vermeğe başlamıştır. Köprülü İstanbul’a gidip geliyor. O zaman Ankara’da, İstanbul’a gidip gelen ders veren hoca taifesi var. Mesela uzun seneler Ankara Hukuk Mektebi’nin7 Türk Hukuk Tarihi ve Türk Tarihi derslerini Sadri Maksudi Arsal vermiş ve bu dersleri vermek için trenle İstanbul’a gidip gelmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda aslında kıymeti bilinecek Hoca sayısı da azdır. Yani Türkiye’de Hukuk Tarihi dersini verecek ikinci bir kişi yok. Bu nedenle de Sadri Maksudi’ye teşekkür etmek lazımdır. Fuat Köprülü’nün üniversiteden ayrılma sebebi nedir? Ali Birinci: Köprülü’nün üniversiteden ayrılması felakettir. Köprülü’nün ayrılma sebebi o sırada, kanun değil herhâlde Milli Eğitimin bir emri veya tamimidir. Ayrılmaya dair kanun metnini ben bulamadım. Fakat o dönemde profesör milletvekilleri için Hasan Ali Yücel’nin Bakanlığı sırasında şöyle bir karar veriliyor: “Profesör milletvekilleri ya vekilliği ya profesörlüğü tercih edecekler. İkisi birden yürümez.” Bu karar her nedense veriliyor işte. Her nedense diyorum çünkü o sıralarda Türk üniversitelerinde bilim adamı çok kıt. Böyle bir tamim çıkıyor ve bu tamimden sonra Köprülü siyaseti tercih ettiği için hem Dil Tarihteki hem de Mülkiyedeki derslerinden ayrılmak zorunda kalıyor. Bu meselede daha açık bir hüküm yok. Fakat Hasan Ali Yücel’in bir yazısı var. Bu yazısında Hasan Ali: “Siyaseti bırakıp üniversiteyi tercih eden tek bir Allah’ın kulu bile çıkmadı.”diyor. Bu ifade bizim insanımız ve siyasetin cazibesi için çok enteresan bir bilgidir. 7 İlk açıldığındaki ismi Adliye Hukuk Mektebi’dir. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj Ali hocam siyaset her zaman tüm insanlığı cezp etmiştir. Belki de daha iyi hizmet etmek için akademisyenler de birçok defa bu yönde tercihte bulunmuştur. Ali Birinci: Siyaset, Türk cemiyeti için önemli bir şey. Çünkü hakikaten Türkiye’de ve Şark dünyasında hala siyaset çok caziptir. Şimdi son günlerde belediye başkanlığı ve milletvekilliği için yola çıkan profesörleri görünce şaşkınlığım artarak devam ediyor. Osman Turan’ın akademik olarak hızlı bir ilerlemesi var diye biliyoruz. Ali Birinci: Osman Turan, hayatında çok çalışkandı demiştik. Doktorasından iki sene sonra 1943 yılında “Orta Zamanlar Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar” isimli doçentlik çalışmasını fakülteye teslim ediyor. Fakültede bu tezi tetkik eden Abdülkadir İnan’ın çok büyük methiyelerle dolu bir raporu var. Keza Akdes Nimet Kurat da aynı yönde bir rapor yazıyor. Bu meyanda Vasiliev’in L’Empire Byzantin isimli kitabından bir kısım ile Fransızcadan imtihan edilmiş ve “okuyup anlamaya ve anlatmaya muktedir olduğu” görülmüştü. 27 Kasım 1943 Cumartesi günü saat 10.00’da Akdes Nimet Kurat, Necati Lugal ve Enver Ziya Karal’dan kurulan heyet önünde tezinin müdafaasını yapan Osman Turan, 3 Aralıkta deneme dersini yine aynı heyet huzurunda, yine aynı saatte başarı ile verdi. Dersin mevzuu Göktürk Devleti idi. 28 Aralık 1943’te doçentlik kadrosuna tayin edildiğinde yirmi dokuz yaşını henüz ikmâl etmişti. Artık şahsiyeti ve mesleki ehliyetiyle kıymetini herkesin kabul ve tasdik hususunda bir tereddüt göstermediği genç bir ilim adamıydı. Kendisinden bir yıl sonra doktora yapan, fakültenin kıymetli elemanlarından Halil İnalcık da aynı gün doçent oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle Türkiye’de artan sol eğilim bu dönem de Osman Turan ve çevresini de etkilemiş miydi? Ali Birinci: Bu sırada İkinci Dünya Harbinin ayak sesleri Türkiye’de de duyulmaya başlıyor. Sovyetler Birliği savaş sırasında gücünü iyiden iyiye hissettiriyor. 1944’ten sonra sol faaliyetler Türkiye’de hızını arttırıyor. İkinci Dünya Savaşında Sovyetler, 600.000 km2 toprak kazanıyorlar. Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Almanya’nın üçte biri Sovyet egemenliğine giriyor. Sovyetlerin Türkiye’yi de alacağına inanan bir kısım sol aydınlar, Sovyetler lehine yayınlarda bulunmaya başlıyorlar. Yani herkesten önce gelecek olan Sovyet ordusuna selam çakalım düşüncesindeler. Bu esnada Osman Turan, Türkiye’deki sol faaliyetlere karşı “Galetten Uyanalım” diye bir risale yayımlıyor. Bu risale otuz iki sayfadır ve iki defa 163 164 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 basılmıştır. Behçet Oran’ın şikâyeti üzerine sırf bu risaleden dolayı iki ay hapse mahkûm oluyor. Fakat cezası tecil edilmiştir. Nihal Atsız ile olan arkadaşlığı onun işinden olmasına sebep olmuştu diye hatırlıyoruz? Ali Birinci: Turancılık Davasının muhakemesi için Ankara’ya gelen Nihal Atsız’ı odasında misair etmesi8 üzerine Milli Eğitim Bakanlığı emrine, yani açığa alınıyor. Bu sırada Sakarya Caddesi girişinde sol köşede bulunan Ali Nazmi Pasajı’nın üst katında bir numaralı dairede oturuyordu. Açıkta geçen günlerden9 sonra Vekil Hasan Ali Yücel’in imzasıyla, ama gerçekte kıymetini takdir eden CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal ile genç ve nüfuzlu partililerden Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun tavassutuyla fakülteye tekrar dönebilmiştir. 1946-47’de askerliği var.10 Askerlik hizmeti esnasında kürsünün diğer hocası A. N. Kurat da daha önce yurt dışına gittiğinden dersler aksamış. Bu sebeple kendisinin askerlik esnasında da derslerine devam edebilmesi için alâkalı makamlara Dekan Enver Ziya Karal tarafından müracaat yapılmış ise de bir netice alınamamıştır. Askerlik dönüşü Profesörler Kurulu kararıyla Paris’e gidiyor. Paris ve İngiltere’de 1950’ye kadar kalıyor.11 Osman Turan, Tarih Kurumu üyeliğine seçilen en genç üyelerden birisidir. Aynı zamanda Osman Turan Hoca, Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılmıştır. Bunun gerekçesi nedir? Ali Birinci: 1948’de doçentken, o zamanlar Türkiye’nin ünlü ilim kurulu Türk Tarih Kurumuna 66 numarası ile üye seçiliyor.12 Hemen bununla ilgili bir bilgiyi söylememiz lazım. Kendisi Tarih Kurumuna seçilen üyelerden en çalışkanlarından birisidir. Sizin de bildiğiniz Belleten’de yazılarını yayımlıyor. Bu yazıların hemen hepsi Türk tarihçiliğinde öncesi ve örneği olmayan yazılardır. Özellikle Selçuklu vakıları, eşsiz bilgilerle doludur. Esasen Osman Turan Hoca doktorasında ve doçentliğinde Orta Asya tarihine önem vermişken, daha sonra Anadolu Selçukluları tarihine yöneliyor. Nispeten daha bol kaynakların bulunduğu bu alanda harika çalışmalar 8 28 Nisan 1944. 10 17 Kasım1946 – 31 Ekim 1947. 9 11 12 4 Mayıs - 30 Kasım 1944. Osman TURAN, Profesörler Kurulu’nun kararıyla (25.04.1948) Paris’te toplanan (21.07.1948) Şarkiyat Kongresi’ne katılmak için hareket (19.07.1948) ederek kürsüsünden ayrılmıştır. Bu arada kendisine aynı kararla “bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak üzere” İngiltere’de bir sene kalma izni verilmiştir. 1950 Mart’ında yine araştırmaları için Fransa’ya geçmiş, 19 Temmuz-30 Ağustos 1950 tarihleri arasında UNESCO tarafından Belçika’da tertip edilen “Okul kitaplarının bilhassa tarih kitaplarının ıslahı” seminerine rektörlüğün isteği üzerine katıldıktan sonra Türkiye’ye ve kürsüsüne dönmüştür. 26 Mart 1949. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj yapıyor. Bir bakıma onun çalışkanlığının takdim edileceği bir saha olarak Anadolu Selçukluları sahasını görüyor. Dil Tarihin ilk mezunu, Türk tarihçiliğinin ve Selçuklu tarihçiliğinin bir numaralı temsilcisi Osman Turan Hoca, Türk Tarih Kurumu üyeliğinden 20 Mart 1972’de Haysiyet Divanı kararıyla çıkarılıyor. Şimdi bu Haysiyet Divanında gerekçe nedir? Ben bunun gerekçesini Tarih Kurumu çalışmalarımda bulamadım. Tarih Kurumu, tarihinde üyelikten çıkarılan insanların isimlerini bir günah gibi saklamıştır. Üyelikten ilk çıkarılan Zakir Kadiri Ugan’dır. Ugan, Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin yayımladığı dört ciltlik ünlü tarih kitabında İslam tarihinin ilk bölümünü yazmıştır. Bu bölümde dini amillere ağırlık vermiştir. Çünkü Sovyet coğrafyasında din bir bakıma milliyeti koruyan bir unsurdur. Sovyet coğrafyasında Türklüğün muhafazası İslam’dır. Zakir Kadiri Ugan bunu ifade etmiştir. O dönemde Türk müyüz yoksa Müslüman mıyız tartışmaları oldukça yaygındı değil mi? Ali Birinci: Türk Ocağında bir sohbette rahmetli Osman Hocaya da sormuştum. Önce Türk müyüz yoksa Müslüman mıyız? Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi kitabı basılmadan önce rahmetli Osman Hoca bir konferans vermişti. O konferansta Osman Hocaya sorduk. Osman Hoca dedi ki: “Türklük bir zattır, İslamiyet bir sıfattır. Fakat sıfat o kadar önemlidir ki sıfat ortadan kalkınca zat da ortadan kalkar. Bir bakıma Türk; Türkçe konuşan ve İslam’a inanan insan demektir.” Osman Turan dışında Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılan kimler vardır? Ali Birinci: Türk Tarih Kurumu üyeliğinden daha sonra Macar Profesör Mesaruj, ondan sonra Saffet Engin, Hüseyin Namık Orkun çıkarılmıştır. Osman Turan’dan sonra kurumu tenkit ettiği için atılan Semavi Eyice Hocayı da burada zikretmemiz gerekir. Osman Turan hocanın siyasete girmesinde o dönemin şartları da sebep olmuş mudur? Ali Birinci: Osman Turan Hoca, 1951’de Ortaçağ Türk İslam tarihi profesörlüğüne getirildi.13 Fakültede çok verimli çalışmalar yaparken 1954’te 13 Profesörler Kurulu’nun 5 Mart 1951 tarihli toplantısında on altı oy ile Orta Çağ Türk İslâm Tarihi Profesörlüğüne seçildi. Eserlerini tetkik ve değerlendirmek için 24 ve 27 Nisan günleri toplanan heyet Necati Lugal, Zeki Velidi Togan, Mükrimin Halil Yinanç, Şinasi Altundağ ve Bekir Sıtkı Baykal’dan müteşekkildir. İfade edildiğine göre otuz yedi yaşında profesör namzedi olmuştur. Profesörlüğe tayin kararnamesi 16 Haziran 1951’de 24441 sayılı yazı ile yüksek tas- 165 166 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 seçimler sırasında siyasete girmiştir. Bu ani kararını ben hala çözemedim. Fakat Mustafa Kafalı Hoca “Köprülü’nün yaptığı hatayı siz neden yaptınız, siyasete girdiniz?” diye kendisine sormuş. Osman hoca da: “Milli Eğitim Bakanlığında size ihtiyacımız var dediler. O yüzden siyasete girdim.” demiş. Osman Turan 1954’te siyasete girdi. Osman hocanın son senelerine doğru İstanbul’daki evine dini bayramların ikinci gününde ziyarete giderdik. Hareket Dergisini çıkaran arkadaşlar olarak Diyarbakır kıraathanesinde buluşurduk. Önce Sultan Ahmet’te Nurettin Topçu’ya uğrardık. Oradan da Bebeğe Osman Turan, Ali Nihat Tarlan, bazen Cemil Meriç, Kemal Tahir vs. bayram ziyaretine giderdik. Bu bayram ziyaretleri sırasında biraz da galiba haddimizi aşarak siyasete girmesini sorgular, yanlış yaptığını söylerdik. Hoca merhum da çok nazik, adeta böyle fısıltıyla, suçluluk duygusu içerisinde; “Ben siyasette de ilimden kopmadım, her zaman tarih neşriyatını takip ettim, araştırmalarımı yaptım” diye cevap verirdi. Hakikaten Osman Hocanın 1960’tan sonra yayınladığı eserlere bakarsak siyaset sırasında da çok fazla siyasete zaman ayırmadığını, esas itibariyle ilmi çalışmalarına devam ettiğini- İslam Ansiklopedisi maddeleri vs. gibi- anlıyoruz. Osman hocanın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ders vermesinin engellenmesi olayına dair neler söylersiniz? Ali Birinci: Osman hoca, 27 Mayıs Darbesiyle bir ara on altı buçuk ay hapiste kaldı ve maaşı kesildi. 1 Haziran 1960’tan itibaren maaş verilmeye başlandı. Hoca siyasetten sonra fakültede ders vermek ister. Hapisten çıktıktan sonra bu yolda yazdığı 2.12.1961 ve 20.6.1962 tarihli istidalarına ilk defa Dekan Mustafa Akdağ tarafından 29.6.1962 tarih ve 1798 sayılı yazı ile kürsüye dönmesinin mümkün olmadığı bildirilir. Aslında o sırada tarih bölümünde ders verecek Hocaya ihtiyaç vardır. Fakat hocanın bizzat elinden tutup asistan yaptığı ve evinde bir yıl misair ettiği öğrencisi tarafından yazısı yazılmadığı için ilk mezunu olduğu fakülteye girememiş ve ders verememiştir.14 İşin acıklı tarafı ise tarih bölümünde o sıralarda kendi yetiştirdiği talebeler var. Kendisinin Hocası olan Akdes Nimet Kurat var. Akdes Nimet Kurat yaz aylarında daha çok Avrupa ve Amerika arşivlerinde oluyor. Kurat isteseydi hocaya ders verdirirdi diyorlar. Fakat asıl suçlu kendisinin fakülteye aldığı talebesidir. Ben, son zamanlarda bunu çok kötü bir hadise olarak görmüyorum. Çünkü Hoca, aşağı yukarı ömrünün mahsulü olan çalışmalarını 1960’tan sonra kitaplaştırmıştır. Osman Turan 1969 seçimlerine MHP’nin namzeti olarak yine Trabzon’dan katılmış ise de kazanamamış ve kürsüsüne dönmek için bir defa daha hukuk 14 dikten çıkmıştır. Bu tasdikte görülen üç imza Celal Bayar, Adnan Menderes ve Tevik İleri’ye aittir. Osman Turan 1956 yılında evlenmiştir. Bu dönemde bekâr evinde kalmaktadır. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj mücadelesine başlamıştı. 20 Ekim 1969 tarihli istidası ile Orta Çağ Türk İslâm Tarihi Profesörlüğüne tayinini istemiş ise de boş kadro bulunmadığı gerekçesiyle red cevabı verildi.15 Bundan sonra verdiği ikinci istidası da tıpkı diğerleri gibi, müsbet bir netice vermemişti.16 Osman Turan’a göre maaş bir hizmet karşılığıydı ve bunun için de aldığı maaşı hak etmesi için, Kürsüsü’ne dönmeliydi. Bu arada Genel Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Şinasi Altundağ’ın ölümü üzerine bir profesörlük kadrosu boşalmıştı. Ancak Profesörler Kurulu bu kadronun Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne aktarılmasına karşı çıkmış ve yine kürsüde kadro olmadığı gerekçesiyle, fakülte bu ilk mezununu ve dünya çapında kıymeti kabul ve tescil edilen ilim adamını kürsüden uzak tutma ve fakülteye sokmama mücadelesini bir kere daha kazanarak rektörlüğe bu yolda bir cevap göndermişti.17 Bunun üzerine on sekiz sene önce ayrıldığı ve on seneden beri yaptığı ısrarlı mücadelesine rağmen bir türlü yeniden dönemediği fakültesinden en son Nisan 1972 maaşını alan Osman Turan, 1 Mayıs 1972’de emekliye ayrıldı. Son senelerini İstanbul’da, talebeliğinden beri bir gün bile ayrılmadığı kitapları ve elinden hiç bırakmadığı sigarasının dumanları arasında, artık benzerleri bir daha asla yazılamayacak olan son eserlerini hazırlamakla geçirdi. Osman Turan hocanın kıymeti bilinmemiştir diyebiliriz o zaman? Ali Birinci: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi en kıymetli mezunlarından birisinin kıymetini bilememiştir. Bunu elbette fakülte için aleyhte puan olarak görüyorum, onu açıksa söyleyeyim. Şimdi ilmin kıymetini ilim adamı bilmezse kim bilecek? Bizim geleneğimizde şöyle sözler var: “yine erbabın bilir ehli kemalin kadrin” veya “ehli hünerin kadrini bilmekte hünerdir.” İlim adamı Osman Hocanın kıymetinin bilinmemesi büyük bir felaket. Divan şiirinin son büyük şairlerinden biri sayılan Yenişehirli Avni’nin bir dörtlüğü var: “Milletlerin adabı, kültürü kalem erbabının ürünüdür. Kalem erbabının kıymetini bilmek hem devlet için hem millet için en önemli vecibedir veya vazifedir.” Bu dörtlük herhalde en güzel cevaptır. Fuzuli de 16. asırda şöyle demiştir: “Ey fuzuli daima devran muhaliftir sana. Galiba erbâb-ı istîdâdı devrân istemez”. Yenişehirli Avni’nin yukarıdaki sözüne benzer diğer bir sözü de şöyledir: “Avnî nasıl ibrâz-ı kemal eylesin âdem. Bir yerdeki hak söyleyeni dâra çekerler”. Peki, Osman Turan’ın ilim ve yazı hayatı hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ali Birinci: Osman Turan Hocanın hemen kitaplarını hatırlayarak Osman Hocanın yazı hayatına girelim. Yazı hayatı 1939’da daha talebey15 26 Kasım 1969. 17 13 Mayıs1970. 16 26 Şubat 1970. 167 168 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 ken Ülkü Dergisinde “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” adlı makalesi ve Grenard’dan “Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü” adlı eserinden tercümesi ile başlamıştır. 1939’da “İliğ Unvanı” hakkında yazısı var. 1941’de “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” basılmıştır. Selçuklular tarihine dair yazdığı makaleleri zikretmiyorum ama kitap halinde “Müsâmeretü’l-Ahbâr”, “Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar”, 1965’te “Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti”. Osman Hoca, son ziyaretimizde “Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti” adlı eseri genişleteyim mi yoksa “Ortaçağ Türkiye İktisadi Tarihi” adlı kitabımı mı yazayım diye bize sormuştu. O zamanlar biz fakültede iktisat tarihi okuyorduk. Bu nedenle iktisadi tarihe ağırlık vermesini istirham etmiştim. Dergâhçı arkadaşlar ise Selçuklular Tarihini genişletmesini istemişlerdi. Osman hoca da bu kitabın üçte ikisini genişletti. Dergâh Yayınlarından çıkan son baskı bu ilaveli baskıdır. Daha sonra 1969’da “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” adlı kitabı yazmıştır ki bu kitap bizim tarih felsefemiz gibidir. 1971’de “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı en hacimli eserini bitirmiştir. Ondan sonra “Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihî” adlı telif eseri ortaya çıkmıştır. Bu eserlerin hiçbirisi makale derlemesi değildir. Osman Turan’ın makale derlemeleri de çok enteresandır. 1964’te “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları” isimli kitabının birinci baskısı anlaşılan milletimizin hissiyatına tercüman olduğu için on bin adet basılmıştır. Osman Hocanın makalelerinden oluşan kitapları şunlardır: “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve Laiklik, Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları, Selçuklular ve İslamiyet, Türkler Anadolu’da”. Osman Hocanın vefatından sonra basılan kitaplarına da dikkatinizi çekmek isterim. Osman Turan merhumun, ölümünden sonra bazı yazıları kitap haline getirildi. Bazı kitapları da yeniden basıldı. Fakat isim vermeden söylemek istiyorum ki ölümünden sonra basılan, Vatanda Gurbet18 ve Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet adlı eserleri çok itinasız basılmıştır. Ayrıca bu eserlerde basanların ekledikleri şiirler ve makaleler vardır. Bu kitaplarda nereleri çıkartıp, nerelere eklemeler yaptıkları da belli değildir. Osman Turan hocanın yazdığı eserlerin tam bir bibliyografyası yapıldı mı? Ali Birinci: Maalesef Osman Turan Hoca’nın kitaplarda, mecmua ve gazetelerde bulunan yazılarının tam bir bibliyografyası yoktur. Bir kere şunu söyleyelim. Hocanın yazılarının tam bibliyografyası yapılamadığı için, onun tarihe katkısı tam belli değildir. Bir sohbetimizde Osman Hocanın Selçuklu tarihçiliğinde yeri neresidir? diye sınıf arkadaşı Halil İnalcık’a 18 Kastedilen İstanbul 1980 baskısıdır. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj sormuştum. İnalcık’ı tanıyanlar bilirler. Allah selamet versin: “Benim için dua edin hala birkaç kitap var, yazılmamış” demişti. Selçuklu tarihçiliğinde Osman Hocanın yeri konusunda İnalcık Hocanın cevabı ne olmuştu? Ali Birinci: Bu soruya cevap vermeden önce ihtiras kelimesini açıklayayım. İhtiras kelimesi biraz kötü manada kullanılıyor ama sanat, siyaset ve bilim ihtirassız olmuyor. Yani ihtirası, lügat manasında şiddetli arzu yerine kullanıyorum. Halil İnalcık Hoca da ihtiras biraz daha fazla var. Birkaç kişinin ihtirası var. Ama ihtirası yerine eserleri öne çıkıyor. İnalcık, Osman Hoca hakkında hiç düşünmeden bir numaradır diye cevap verdi. “Osman Hoca olmasaydı, Claude Cahen kitabını yazamazdı” dedi. Günümüzde Osman Turan merhumun hemen her yazısı Batı’da ciddiye alınıyor. Selçuklu tarihi deyince akla Osman Hoca geliyor. Osman Turan’ın kitapları dışında birçok dergide yazıları olduğu biliniyor. Ali Birinci: Doğrudur. Dergileri hiç değilse isim olarak kısaca zikredeyim. Kopuz, Ülkü, Belleten, Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Dergisi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Hilal, İslam Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul, Belgelerle Türk Tarihi, Toprak, Çaykara gazetesi19. Osman Hocanın ölümünden sonra kitapları çamur gibi basıldı. O baskıları gördükçe keşke basılmasaydı diyorum. Öyle kitap basıp para kazanacağınıza patates, soğan satın daha çok para kazanırsınız beyefendi. Basmayın!. Osman Turan Hocanın adını saydığımız dergilerde günlük ve siyasi meselelerin yanında Selçuklu tarihi ile ilgili yazıları da vardır. Bir de Osman Turan’ın Türk Ocağı Dönemi var. Bu konuda ne dersiniz? Ali Birinci: Açıkça ifade etmek gerekirse Yusuf Akçura ile beraber yapmış oldukları hizmetlerle hatırlanması gereken iki büyük şahsiyetten biridir. Osman Turan Döneminde Türk Ocağı, en feyizli ve en güzel günlerini yaşamıştır. Osman Turan ilk önce Ankara şubesinin reisi olmuştur.20 Daha sonra umum merkezin Ankara taşınmasıyla Hamdullah Suphi Tanrıöver’e rağmen başkan seçilmiştir.21 Osman Turan, Yassı Ada yıllarından sonra 22 19 Bu gazete 1960’tan sonra Çaykara’da çıkmıştır. 21 17 Mayıs 1959. 20 6 Kasım 1955. 169 170 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Temmuz 1966’da Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ölümü üzerine tekrar başkan seçilmiş ve bu dönem 1973’e kadar devam etmiştir. Osman Turan’ın başkanlığı zamanında Türk Yurdu Dergisi tam bir ilim ve irfan dergisi haline gelmiştir. Sadece Osman Turan Hocanın yazıları bile bu hükmün verilmesi için kâidir. Son zamanlarda rahatsız olduğu için, rahmetli dergiyle çok fazla meşgul olamamıştır. Bu nedenle de Türk Yurdu Dergisi 1968-1970 yılları arasında sadece 3 sayı basılabilmiştir. Ben de Ali Birinci olarak 1965’ten beridir Türk Ocağının çatısı altındayım. İlk girdiğimde lise son sınıf talebesiydim. Biz de diplomayı fakülteden aldık ama heyecanlarımızı, tarih bilgimizi Türk Ocağı’na borçluyuz. Her Cumartesi katılırdım. Mesela Mümtaz Turhan’ı, Necip Fazıl’ı defalarca Türk Ocağı sayesinde dinledik. Bu gibi Ocaklar yok şimdi. Osman Turan da yok tabi. Yeri gelmişken sormak isteriz ki Osman Turan’ın Yassı Ada Hadisesine dair size anlattığı bir şeyler var mıydı? Ali Birinci: Osman Turan Hocanın hayatında bir Yassı Ada hadisesi vardır. Bu kötü hadise hakkında kendisi asla konuşmamıştır. Fakat biz biliyoruz ki hiçbir zaman silaha boyun eğmemiştir. Bildiğimiz diğer bir şey ise ayağa kalkmadığı için Yassı Ada komutanından bir tokat yediğidir. Osman Turan Hoca da bu tokada karşılık iki tokat atmıştır. Asla eğilip bükülmemiştir. Nazlı Ilıcak’ın kitabında bu hadise vardır. Tabi burada acı bir gerçeği de ifade etmem lazım. Silahı olanlar ilme kıymet vermiyorlar. Osman Turan, eğilip bükülmeyen, tertemiz şahsiyetiyle hiç şüphesiz eserlerinden daha büyük ve aziz bir kıymetimizdir. Eserlerinden önce kendisinin tanınması birinci vazifemiz olarak ortadadır. Osman Turan’ın en önemli özellikleri nelerdir? Ali Birinci: Şimdi efendim. Osman Turan Hocanın bir hususiyetine işaret etmem lazım. Osman Turan Hoca tarihi bilgiden neredeyse tarih felsefesine yükselmiş bir insandır. Çünkü yapmış olduğu çalışmaların benzerleri daha önce yoktur. Osman Turan’daki tefekkür Cevdet Paşa ve Hocası Köprülü’den daha yüksektir. Bir de Osman Turan Hocanın içinde yaşadığı cemiyetin meseleleriyle olan bağı hep canlıdır. Yani dünü yazan adamdır. Günümüzle de ilgilenmiş, istikbale dair memleketin meseleleriyle de ilgilenmiştir. Osman Turan Hocanın yazdığı şeylerin mesela pek öyle tekzibi de yapılamamıştır. Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj Osman Turan’ın ikirlerinin tam olarak anlaşılamadığı konusunda görüşler var. Sizin ikriniz nedir? Ali Birinci: Şimdi efendim. Osman Turan merhumun görüşlerine bugün daha çok muhtacız. Fakat şöyle bir şey var. Türkiye’de düşünce üretimi az ama olanın da kıymeti bilinmiyor. Yani Türkiye’nin böyle bir açmazı var. Adeta suya nakış yapar gibisiniz. Cemiyet öyle bir hale gelmiş ki ne söyleseniz tınmıyorlar. Cemiyetin düşünce havuzu dalgalanmıyor. Osman Turan’ın bu manada hala kıymetinin bilindiği söylenemez. Aslında 100. yıl vesilesiyle bütün kitaplarının ve yazılarının derlenip toparlanıp basılması lazım. En küçük yazısı bile bugün artık pek kimsenin yazamadığı düşünce yoğunluğuna sahip. Eskilerin bir formülü var. Eskiler diyor ki: “Bir işi yapmak için önce teşkilat, sonra tahsisat, sonra icraat lazımdır.” Yani makine çalışacak. Sonra semerat yani işin ürünü gelir. Ancak hepsinden önce bir ikriyat lazımdır. Yani işin felsefesi gereklidir. Biz Türkiye’de işin felsefesini oluşturamıyoruz. Yani bizden kafa bekleniyor. Düşünce üreteceksiniz. Gönül bekleniyor. Yani kalb-i selime sahip olacaksınız. Cemiyette iş yaparken bedenen çalışacaksınız. Kol bekleniyor. Fakat biz bunların üçünü de -çok iktisadi tabirle- eksik istihdam halinde çalıştırıyoruz. Nedense beyin deyince, beyin salatasından dolayı bir et parçası aklımıza geliyor. Ancak beynin bir fonksiyonu olduğunu düşünmüyoruz. Olanların kıymetini bilmiyoruz. Sizin de Osman Turan hakkında bir kitabınız var değil mi? Ali Birinci: Ben rahmetlinin çok çayını içtim. Bir kısmını ödemek için bu kitabı yazdım. Yine çok gocunmadım. Osman Turan, Türk-İslam medeniyetine perspektif kazandırmak için Selçukluyu örnek göstermiş midir? Ali Birinci: Bizim kültürümüz Anadolu’da Selçuklular zamanında atıldı. Osman Hoca ilk zamanları Orta Asya çalışacakken vazgeçip Selçuklu çalışmaya başladı. Çünkü Orta Asya kaynakları azdı. Belki Rusça öğrenmek gerekiyordu. Çünkü Orta Asya hakkında Rusların müthiş yayınları var. Sadece Barthold’un eserleri bile Orta Asya’yı araştırmak için başlı başına bir kaynaktır. Barthold da, hoca gibi 62 yaşında öldü. Osman Turan, bizim tarihçiliğimizde Türk-İslam kelimesini kullanan, tavsiini veya sıfatını kullanan ilk kişidir. Kendisi Anadolu’daki tarihimizin, beyannamesi veya başlangıcı gibidir. 171 172 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Osman Turan’ın Selçuklular ve İslamiyet adlı eserinin yazılması hikâyesi hakkında ne söylersiniz? Galiba ilginç bir hikâyesi var. Ali Birinci: Ben bu konudan pek bahsetmedim. Fakat o kitap malumunuz öncesi olmayan bir kitaptır. Osman Turan’a İslam Ansiklopedisinde “Selçuklular” maddesini yazması teklif edilmiştir. Bu nedenle de “Selçuklular”, İslam Ansiklopedisine madde olarak yazılmıştır. İslam Ansiklopedisine gönderilmesine rağmen yayımlanmamıştır. Bu konunun teferruatı biraz acıklıdır. İslam Ansiklopedisinin o zamanki hâkimleri daha çok İstanbul Edebiyat Fakültesi mensuplarıdır. Edebiyat Fakültesiyle DilTarih arasında daima bir çekişme vardır. Yarışma demiyorum biraz çekişme ve kıskançlık vardır. Bu kitaba Ankara’dan birisinin maddesi girmesin diye maddeyi uzun görüp yayınlamadılar. Hoca da kitap olarak bastı. Bu arada İstanbul takımından bir Hocamız ki kendisi Osman Hocanın da sınıf arkadaşıdır. İslam Ansiklopedisine maddeyi yazdı. Tabi yazın dört ayda böyle bir madde yazılmaz. Bunun üzerine hoca kendi kitabından intihal yapıldığı için bunları dava etti. Hepsi telaşlandılar. Benim kitaptan aldığınızı, faydalandığınızı söylerseniz davamdan vazgeçeceğim dedi. Hoca ilmi meselelerde asabi gibi görünürdü. Fakat inanılmaz derviş meşrep bir adamdı. Sadece faydalandığınızı yazın davamdan vazgeçiyorum dedi. Fakat onlar yazmadıkları gibi hocanın yazdıklarını da hiç görmediklerini iddia ettiler. Oysaki hocanın yazdığı madde orada aylarca bekledi. Sonra Hoca buna karşı yazılar yazdı. İstanbul cevap verdi. Osman Hoca, bu kitabından iktibas edilen ikirlere dair yazılar yazdı. Maalesef yaşananlar pek iyi olmadı. Çünkü maddeyi yazan sınıf arkadaşı da âlim bir adamdı. Osman Turan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine alınmamasını Faruk Sümer’in istediği söylenir. Bu doğru mudur? Ali Birinci: Evet, fakülteye almayan kendi talebesi Faruk Sümer’dir. Kendisini fakülteye sokmayan talebesi için bir gün: “Efendim, ilim adamları birbirinin kıymetini bilmedikten sonra halk ne bilsin.” demiştir. Fakat yine de Faruk Sümer’e kötü söz söyletmezdi. Bir gün kitap satın aldığı Kitapçı Turan22, hocaya çanak tutarak: “Ya hocam nedir bu Faruk hocanın yaptığı” demiş. Osman hocanın buna cevabı ise: “Öyle deme, öyle deme. O da âlim bir adamdır.”olmuştur. Osman Turan’ın nazik bir şahsiyet olduğu hep söylenir. Siz kendisiyle zaman geçirdiniz. Bu konuda bildiğiniz örnekler var mıdır? Ali Birinci: Mesela bir gün şu Yassı Ada kumandanını nasıl tokatladın bir anlat demişler. “Geçti gitti, anlatılacak bir şey yok ortada” demiş. Yani 22 Turan Polat Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj şunu söylemek istiyorum. Hocayı yakından, hiç değilse son zamanlarında tanımış kişi sıfatıyla Hoca, beşeri ilişkilerinde de nazik bir insandı. Ben kendisiyle en son ölümünden hemen önce 13 Temmuz 1977’de karşılaştım. Niye tarihi hatırlıyorum? Çünkü hatıra olsun diye “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserini imzalatmıştım. Kitapta yazan tarihtir bu. O arada da bir sene önce asistan olmuştum. Allah razı olsun Nejat Göyünç Hoca Sivas’a asistan alıyorum imtihana gir dedi. Ben de kabul ettim. Sivas’a asistan oldum diye müjde verdim Hocaya. Hoca dedi ki: “öyle üniversite kurulmaz ama senin gibi birkaç heveskâra fırsat verirse ne ala”. Yani hatır için laf etmezdi. Tam bir ilim ve şahsiyet abidesiydi. İnsanlar aslında ilmi eserleriyle yaşarlar. Fakat insan olarak biraz da şahsiyetleriyle değer ve itibar görürler. Mesela Osman Hoca buna en güzel örnektir. Düşünün ki Türk Ocağında seçime giriyor. Karşısında dev gibi Hamdullah Suphi Tanrıöver var. Fakat başkan olarak Hocayı seçiyorlar. Çünkü şahsiyetin cazibesi her türlü makamdan, şöhretten, servetten daha büyüktür. Yine Bilgiç kardeşler kendisinden başkanlığı almak için mücadele ediyorlar. Aslında Bilgiç kardeşlerin niyeti Türk Ocağı sayesinde Adalet Partisine baskı kurmaktır. Buradan siyasi rant elde etme peşindeler. Fakat Osman Hoca kulis yapmadan seçimi kazanıyor. Yani bizim milletimiz de aslında insandan anlıyor. Eninde sonunda neyi seçeceğini biliyor. Susuyor, musuyor ama seçim zamanı da kimi seçeceğini biliyor. İlim ile siyaset arasındaki ilişkiyi en iyi yansıtanlardan birisi Osman Turan’dır diyebiliriz. Günümüzde ilim-siyaset arasındaki bağ azaldı gibi sanki? Ali Birinci: Konuşmamın başlangıcında da söylemiştim. İlmin coğrafyası ve mantığı başka, siyasetin coğrafya ve mantığı başkadır. O bakımdan günlük hayatta doğru olmayan söze yalan denir. Oysa siyasette işe yaramayan söze yalan denir. Söz işe yarıyorsa doğrunun ta kendisidir. Siyasetin mantığı öyledir. O yüzden sayın siyasetçimiz “dün dündür, bugün bugündür” derken aslında siyasetin gerçeğine işaret ediyor. Osman Turan Hoca merhumun da o tarafını söylememiz lazım. Osman Turan Hoca, 1965 seçimlerinde de Trabzon milletvekili olarak meclise girdi. 1965 yılı aynı zamanda Hocanın, “Selçuklar Tarihi” ve “Türk İslâm Medeniyeti“ adlı kitaplarının basılma tarihidir. Hocam siyasetle birlikte akademik çalışmalarını da devam ettirmiştir. 1964 yılında Adalet Partisi içerisindeki başkan yardımcılığı yarışını da Bilgiç’e karşı kazanmıştır. Fakat buna rağmen Adalet Partisini de ilk tenkit eden ve yenilir yutulur olmayan şekilde yazılar yazan da Osman Turan’dır. Osman Turan ikirleriy- 173 174 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 le, kanaatleriyle, inançlarıyla arasına hiçbir makamı sokmamıştır. Osman Hoca milletvekili olmasına rağmen partiden atılmıştır. Hatırlatmak isterim ki daha sonra MHP’den de milletvekilliği adayı oldu ama kazanamadı. Hocanın ilmi kafası siyasete intibak etmemiştir. Bu nedenle de Adalet Partisi hakkında ilk ciddi tenkitleri yazan da Hoca olmuştur. Bu nedenle de hoca partiden ihraç edilmiştir. Siyasetin cazibesi bir zaman herkesi sarıyor galiba? Ali Birinci: Benim anlamadığım konu şudur ki neden bir edebiyatçı, tarihçi, tıpçı siyasete merak sarar? Bir tıpçıya “Nedir bu siyasetin cazibesi?” diye sormuştum. Bir yaraya merhem olsanız, ilaç olsanız, daha büyük tatmin yok mu diye. Tıpçı dedi ki: “Siyasetin cazibesine kimse dayanamıyor. Siyaset daha cazip geliyor”. Galiba cennetteki yasak meyve siyaset oluyor. Osman Turan’ın Sadettin Bilgiç’in tasiye edilmesinde büyük rolü olduğu söylenir. Siz ne diyorsunuz? Ali Birinci: Sayın Demirel, Osman Turan Hocayı yanında tutmuştur. Çükü Osman Hoca daha uyumlu ve siyasette uzlaşmacı bir kişilikti. Demirel, Osman Hocanın etkinliğinden faydalanarak onu partide ağırlığı olan Sadettin Bilgiç’i tasiye etmek için kullandı. Sadettin Bilgiç’in siyasi hayattaki başarısı veya marifeti hiç şüphesiz, Hocadan çok fazlaydı. Demirel tarafından Hoca aday konulmasıyla Bilgiç tarafı da tasiye edildi. Sayın Ali hocam, Osman Turan’ın doğumunun 100. Yılında kendisini anmak için yaptığımız bu söyleşi için teşekkür ederiz. Umarım bu söyleşiyi okuyanlar da kendisini saygıyla anacaktır. Son sözleriniz nedir? Ali Birinci: Osman Turan, siyaset fâsılasına rağmen, bütün hayatını okumaya ve yazmaya, yani sadece ilme vakfeden, bunun dışında başka hiçbir heyecanı ve hedei olmayan, zekâsıyla öğrenme heyecanını birleştirebilen az sayıdaki dikkate değer tarihçilerin en başında yer almaktadır. Bütün ömründe okuyan ve yazan bir ilim adamı olarak sadece 27 Mayıs’tan sonraki on altı buçuk aylık hapishane hayatında okuma imkânı bulamamış, askerlik devresinde bile kitaplarından ayrılmamıştır. Osman Turan, eğilip bükülmeyen tertemiz şahsiyetiyle hiç şüphesiz eserlerinden daha büyük ve aziz bir kıymetimizdir. Eserlerinden önce kendisinin tanınması daha çok gerekli ve mühimdir, tarihçiler için de bir zarurettir. Bu söyleşimiz sayesinde genç nesiller onun hakkında bilgi edindiği gibi aynı zamanda da buradan hareketle eserlerine de ilgi duymalarını temenni ediyorum. Siyaset yıllarında halka hitab ederken Fuat Turan arşivi Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj 175 176 Fuat Turan arşivi TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Osman Turan ve Alparslan Türkeş Fuat Turan arşivi Siyaset yıllarında, Süleyman Demirel, Ali Fuat Başgil, Faruk Sukan, Osman Turan Ali Hikmet Tuncer arşivi Osman Turan’un baba evi Ali Hikmet Tuncer arşivi Osman Turan’ın köyü: Çaykara ilçesi Soğanlı (Hepşara) köyü Ali Hikmet Tuncer arşivi Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj Baba evinin bugünkü durumundan bir başka görüntü 177 Bir Belge / Celil Güngör Bir Belge Cevapsız Mektup Celil Güngör A. Zeki Velidi Togan 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu ve resmî tarih tezini ilmi sınırlar içinde tenkid eden tebliğinin ardından gerek kongredeki katılımcıların gerekse gazetelerde ve İstanbul Darülfünundaki kürsüsünde kendisine yapılan linç kampanyasından bunalarak Viyana Üniversitesi’ne doktora yapmak için istifa ederek gider. Zira kendisine izin verilmez. 1933 yılında Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazarak hakkındaki mesnetsiz iftiralara karşı kendisini savunur (Bu mektubun tam metni Atlas Tarih Dergisi’nin Haziran- Temmuz 2014 27. sayısında yayımlandı.) Cumhurbaşkanlığı arşivinde 01019745 numara ile kayıtlı bu mektupta ise doktorasını bitirip Bonn Üniversitesi’nde göreve başladığını, çalışmak istediği sahaları ve geleceğe ait tasavvurlarını Mustafa Kemal Atatürk’e yazar ve ülkesinde çalışmak istediğini ifade eder. Ancak hiçbir cevap alamaz. Verimli bir döneminde milletine hizmet edememenin burukluğu yazdığı ile mektubun dil ve imzasına hiç dokunulmadı. 179 Gecikmiş Bir Eser: Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (1. Cilt) / Fatih Gökdağ Gecikmiş Bir Eser: Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (1. Cilt) Fatih Gökdağ Günümüz tarihçiliğinde Osmanlı belgelerine dayalı araştırmaların ve buna bağlı eserlerin çoğalması dikkati çekmektedir. Bu araştırma eserlerinin pek çoğunun Üniversitelerimizde bu dönemle ilgili bölümlerdeki akademisyenlerin çoğalmasıyla ortaya konduğu da bilinen bir gerçektir. Oysa giderek kısırlaşan Selçuklu dönemi araştırmalarının sebebi olarak yeterli araştırmacının bu sahada yer almadığı görülüyor. Osmanlı dönemi gibi hazır malzeme ve belgenin bulunmadığı bu dönem için daha fazla gayret gerekiyor. Ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça kaynaklara dayalı bir çalışmayı gerektiren bu saha ister istemez vulgarize ölçülerde değil, yazma kaynakların künhüne vâkıf olmayı gerektirecek derecede bu dillere de vâkıf olmayı lüzumlu hâle getirmektedir. Günümüz tarih meraklıları ile bir kısım araştırmacıların elleri altında Osman Turan, Altay Köymen, Faruk Sümer, Ali Sevim, Nejat Kaymaz, daha genç nesilden A. Yaşar Ocak gibi (Orta Çağ) Selçuklu tarihçilerinin eserlerinden başka müracaat edecekleri eser bulunmamaktadır. Oysa geniş ve önemli bir tarihî dönemi ihtiva eden bu sahanın daha pek çok araştırmaya konu olması gerektiği kaçınılmaz bir gerçektir. Bu alanda önemli bir kaynak eser Türk Tarih Kurumu tarafından 2013 yılında neşredildi. Uzun zamandır beklenen bu çalışma Selçuklu dönemi büyük tarihçilerinden Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (1900-1961) tarafından daha çok yazma kaynaklardan istifade ile hazırlanmıştır. Daha önce bir kısmı risale çapında Düsturname-i Enverî (1928), Düsturname-i Enveri’ye Methal (1929), Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar Bizde Tarihçi- 181 182 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 lik (1940), Anadolu’nun Fethi (1944) gibi eserleri basılmıştı. Asıl emeğini İslam Ansiklopedisi’ne madde yazımı için sarf etmiştir. Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (1. Cilt) adlı eseri ise Prof. Dr. Refet Yinanç tarafından yayına hazırlanmıştır. Kitabın sunuşunda hazırlayanın verdiği bilgilere göre “Anadolu’nun Fethine dair ilk kısmı 1944 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları arasında çıkmıştır. Eserin devamı merhum müellif tarafından XIII. Yüzyıl sonlarına (1296’ya) kadar eski harlerle Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Ellişer sayfalık on sekiz defterden oluşan eserin altıncı ve yedinci ciltleri (…) 1962 yılından beri kayıptı. Bu kayıp defterler 50 yıl aradan sonra Elbistan Mükrimin Halil Yinanç Aile Vakfı tarafından İstanbul’da bir sahafta bulunarak satın alındı. (…) Türk Tarih Kurumunun önceki başkanı Prof. Dr. Ali Birinci’nin teklii ile yayınlanmak üzere TTK’na teslim edildi (…). Dört cilt olarak hazırlanmış eserin (…) iki cilt hâlinde yayınlamasına karar verilmiştir.” 428 sayfa olan kitap, şu ana bölümlerden oluşmaktadır: Giriş, Türk fethinden önce Anadolu, Anadolu’ya ilk gelen Gayr-ı Müslim Türkler, Anadolu’da Müslüman Türkler, Türkmenlerin Anadolu’ya ilk akınları, Tuğrul Bey devri akınları, Alp Arslan devri akınları, Malazgirt savaşı ve zaferi, Melik-şah ve Anadolu Selçukluları, Anadolu’ya Türk göçleri, Yerleşme ve nüfus, Türk içtimai teşkilatı, dil, Anadolu Selçukluları’nda idari teşkilat, Devlet teşkilatı, Askeri teşkilat, Dânişmendnâme ve Dânişmendliler, Anadolu’da fetret devri, Ebü’l–Megâzi Sultan Birinci Kılıçarslan, Anadolu sulatanlığının tekrar tesisi, derebeylikler, Anadolu’da muharebâtı–ı azime, Sultan-Şahin-şah, Sultan İzzeddin Mesud, II Kılıç Arslan, I. Gıyaseddin Keyhüsrev, II. Rüknettin Süleyman-şah, III. Kılıç Arslan, Gâzaların ve Fetihlerin takvimi, Kaynaklar ve dizin. Eserin en önemli özelliği, Selçuklu tarihini, kaynaklardan aktararak kuru bir anlatımla değil, yorumlayarak vermesidir. Bu yorum, Mükrimin Halil Bey’e mahsus bir yorumdur ve onun ana kaynaklardaki bilgileri belli bir akademik disiplin içinde harmanlamakla yetinen bir tarihçi olmayıp, aynı zamanda sosyolojik zeminini de değerlendiren bir tarihçi olduğunu göstermektedir. Eserin ikinci cildinin de bir an önce basılması beklenir. Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî Ali Birbiçer1 Tam künyesi Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî olan müelliin İlhanlılar döneminde yaşadığı anlaşılmaktadır. Arap biyograi yazarlarının bazıları müelliin h.756/m.1355 yılında hayatta olduğunu, fıkıh, tarih ve şiirde şöhret bulduğunu belirttikten sonra içerisinde Kûtü’l-Ervâh’ın da bulunduğu eserlerinin listesini vermektedirler2. Kûtü’l-Ervâh’ın tespit edilebilen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi Kitapları 02202’de kayıtlıdır. Defter-i Kütüphane-i Esad Efendi kayıtlarında eserin künyesi şu şekilde verilmektedir3: Aded-i Umumî: 2202 Esâmi-i Kütüb: Yâkûtü’l-Erbâh Târîhü’l-Müsemmâ Bi-kûtü’l-Ervâh ve Cilt: 1 Lisân-ı Hatt: Arabî Esâmî-i Müellifîn ve Târîh-i Vefât: Hasan bin Ali bin Hammâd Müelliin adı burada “Hasan” olarak kaydedildiği halde, günümüzde hazırlanan elektronik katalogda “Hüseyin” olarak değiştirilmiştir. Süleymaniye Kütüphanesi Elektronik katoloğundaki bilgiler ise şu şekildedir: 1 2 3 Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Ortaçağ Tarihi Doktora Öğrencisi. Ömer Rızâ Kehhâle, Mu’cemü’l-Müelliin Teracimü Musannii’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrut [t.y], cüz 4, s.29; Muhammed Ahmed Dernika, Mu’cemü A’lâmi Şuarai’l-Medhi’n-Nebevi, haz. Yasin Eyyubi, Mektebetü’l-Hilâl, Beyrut1996, s. 130. Defter-i Kütüphane-i Esad Efendi, İstanbul 1262. 183 184 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Eser Adı: Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Yazar: Hüseyin b. Ali b. Hammâd Fiziksel Nitelik: 98 yk., 17 st.; 200*145, 160*105 Konu Başlıkları: TARİH Ayrıntılar: Sınılama: 909 Demirbaş: 02202 Bölüm: Esad Efendi Özellikler: [Kitap] [El Yazısı: Kağıt] [Nesih: Arapça] Kitabın adı 1a, 1b ve 2b’de farklı kalem ve yazıyla kaydedilmiş; ancak yalnızca varak 2b’de yazıldığı şekliyle yani “Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh” olarak kataloglara kaydedilmiştir. Kitabın adında dönemine dair ipuçları bulunmakta olup Türkçeye “Rûhların Gıdası ve Gelirlerin Yakutu” şeklinde çevirilebilir. Kitabın adında geçen Yakut ifadesi, İlhanlıların Bayburt ve Erzurum vilayetlerinin yöneticisi, Cemâleddin Hoca Yâkut Gizânî’ye ithâf edildiği ihtimalini düşündürmektedir. Bilindiği üzere adı geçen emîr, h.710/m. 1310-11yılında Erzurum’da Yakutiye medresesini inşa ettirmişti4. Bu eserle ilgili ilk inceleme ve değerlendirme Nihal Atsız tarafından Behcetü’t-Tevârîh’in Türkçe tercümesinin yayını dolayısıyla yapılmıştır5. 98 yapraklık bu eserde konu başlıkları farklı kalemle yazılarak belirginleştirilmiştir. Müellif önemli gördüğü başka konuları da aynı farklı kalemle yazarak dikkat çekmeye çalışmıştır. Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh’ın ayrı bir içindekiler bölümü yoktur. Konu başlıkları varak numaralarıyla birlikte aşağıdaki gibi tespit edilmiştir. İçindekiler 1 a. Epeyce yıpranmış olan bu sayfada, okunamayan bir mühür ve bazı yazıların yanında, kitabın adının başındaki “Kût” kelimesi seçilebilmektedir. Kitabın adının geri kalan kısmı silinmiştir. 1b. Bu varak, besmele ve hamdele ile başladıktan sonra girizgâh mahiyetinde açıklamalarla devam etmektedir. 4 5 Ayşe Denknalbant, “Yâkutiye Medresesi ve Kümbeti”, DİA, XLIII, s. 293-295. N. Atsız, XV inci Asır Tarihçisi Şükrullah- Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi, Arkadaş Basımevi, İstanbul 1939, s. 10. Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer 2 b. Yaratılışın Başlangıcı 3 a. Yaratılıştaki Hikmet 3 b. Arş ve Kürsü’nün; Levh, Kalem, Cennet ve Sidre-i Müntehânın Yaratılışı 5 a. Semaların ve Arzın Yaratılışı 8 a. Âdem Aleyhisselamın Yaratılışı 10 a. Havva Aleyhisselamın Yaratılışı 10 b. Âdem’in Cennete Girişi 14 a. Kabil ve Kardeşi Hâbil Olayı 15 b. Âdem Aleyhiselamın Vefatı 16 a. Şit (a.s) 16 a. Şit (a.s)’ın Çocukları 16 b. İdris (a.s) 17 a. Nuh (a.s) 19 b. Hûd (a.s) 20 a. Sâlih (a.s) 20 b. İbrahim (a.s) 21 a. Lut (a.s) 21 a. İsmail (a.s) 21 b. İshak b. İbrahim (a.s) 21 b. Yakup (a.s) 22 a. Yusuf (a.s) 22 b. Eyûb (a.s) 22 b. Şuayp (a.s) 185 186 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 23 a. Hızır (a.s) 23 b. Mûsâ ve Hârûn Aleyhimâsselâm 24 b. Yuşa bin Nun 25 a. Harkîl (a.s) 25 a. İlyâs (a.s) 25 b. Elyesa (a.s) 25 b. Şemûyel (a.s) 26 b. Dâvud (a.s) 27 a. Süleymân (a.s) 28 a. Şa’yâ (a.s) 28 a. Ermiyâ (a.s) 28 b. Dâniyâl ve’l Üzeyr 29 a. Yûnus (a.s) 29 b. Zekeriyya (a.s) 30 a. Yahya (a.s) 30 b. İsa b. Meryem (a.s) 31 a. Rüsûlü Eshâbı’l Kaziye 31 b. Zülkiil 31 b. Lokmanü’l-Hekîm 32 a. Zülkarneyn 32 b. Halid b. Sinan el-İsa (a.s) 33 a. Âdem (a.s)’dan Sonraki Peygamberlerin Tarihi 34 a. Enbiya ve Resuller, Aleyhimüssellemler ve İnen Kitapların Sayıları 34 b. Neseb-i Muhammed (s.a.v) 35 a. Annesi ve Annesinin Nesebi 35 a. Amcaları Dokuzdurlar 35 a. Halaları Altıdırlar 35 b. Resulullah (s.a.v)’in Doğumu Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer 37 a. Resulullah (s.a.v)’in Sıfatları 37 a. Makdemi Resulullah (s.a.v), Medine ve Halleri 37 b. Gazevât 39 a. Veda Haccı ve Vefatı 40 a. Eşleri 43 a. Çocukları 44 b. Vahiy Kâtipleri ve Diğerleri 45 b. Ebu Bekir Hilafeti 46 b. Ömer Hilafeti 48 a. Osman Hilafeti 49 a. Ali Hilafeti 50 a. Hasan Hilafeti 51 a. Muaviye b. Ebî Süfyân (r.a) 51 a. Yezîd b. Muaviye 52 a. Abdullah b. ez-Zübeyr 54 a. Mervân b. el-Hakem 54 b. Abdü’l-Melik b Mervân 55 b. El-Velid b. Abdülmelik 56 a. Süleyman b. Abdülmelik 56 b. Ömer b. Abdülaziz 57 b. Yezid b. Abdülmelik 58 a. Hişâm b. Abdülmelik 58 b. El-Velîd b. Yezîd 59 a. Yezîd b. el-Velîd 59 b. İbrâhîm b. el-Velîd 60 a. Mervân b. Muhammed 62 a. Abbasiler Devleti Haberleri 62 a. Ebû’l-Abbâsi’s-Seffâh 187 188 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 63 b. Muhammed el- Mehdî 64 a. Mûsâ el-Hâdî 64 b. Hârûn er-Reşîd 65 b. Muhammed el-Emîn 66 a. el-Me‘mûn b. er-Reşîd 67 b. el-Mu’tasım Billah 68 a. el-Vâsı Billah 68 b. Ca’ferü’l-Mütevekkil Alâllah 69 b. el-Muntasır Billah 70 b. el-Mu’taz Billah 72 a. el-Muhtedî Billah 73 a. el-Mu’temid Billah 74 b. el-Mu’tasıd Billah 76 a. el-Müktefî Billah 78 a. el-Muktedî Billah 80 a. er-Râzî Billah 81 a. el-Müttakî Billah 81 b. el-Müstekfî Billah 82 a. Alevi Halifeler 83 a. et-Tâyi Billah 84 a. el-Kâdir Billah 84 a. el-Kâim Bi-Emrillah 84 b. Sonra Devlet Selçuk Hanedanına İntikal etti. 86 a. Muktedî 86 b. Müstazhir Billah 86 b. Müsterşid Billah 87 a. er-Râşid Billah 87 b. el-Muktefî Billah Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer 88 a. el- Müstencid 89 a. Mustaza (?) 89 b. en-Nâsır Billah 90 b. ez-Zâhir Billah 91 a. el-Mustansır Billah 93 a. el-Musta’sım Billah 94 b. Hatemehü fî Zikri’l-Vâiıa ve Tarafu min Hükmi: Bu başlık altında halifeler bahsinde olduğu gibi İlhanlı hükümdarları da çocukları, vezirleri, kadî’l-kudâtları ve dönemlerinde meydan gelen önemli olaylarla beraber anlatılmaktadır. 95 b. es-Sultân Abaka 96 a. es-Sultân Ahmed 96 a. Sultan Geyhatu 96 a. Sultân Baydu 96 a. Sultân iazan 97 a. es-Sultân Hüdâbende (Hüzâbende) 97 b. es-Sultân es-Sa’îd Ebû Saîd Kitabın yazılış tarihi: Nihal Atsız eserde anlatılan son olay Emir Çoban’ın öldürülmesi olduğu için (m. 1328), yıl vermemekle birlikte isabetli bir şekilde, bu tarihten sonra yazılmış olduğunu söyler. Bununla beraber Hammad’ın, Memlûk-Türk Sultanı el-Nâsır Muhammed b. Kalavun’dan “merhum” diye bahsetmesi (bkz. 98 a) eserin yazılış tarihini 1341 yılından sonraya götürmektedir. Umumî tarih niteliğinde yazılmış olan Kûtü’l-Ervâh, İslam tarih yazımının bariz örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Eser, hiç şüphesiz yazarın çağdaşı olduğu tarihî olayların (Selçuklu ve İlhanlı) incelenmesinde de başvurulması gerekli ve faydalı bir kaynak mahiyetindedir. 189 190 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Ek 1: Kût’ü’l-Ervâh’da Selçuklu Tarihine Ait Bölümün Başlangıcı (Kûtü’l-Ervâh 84 b.) Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer Ek 2: Şükrullah, Behcetü’t-Tevârih’de Selçuklu Tarihine Ait Bölümün Başlangıcı (Behcetü’t-Tevârîh, Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nu: 30591, 152 b.) 191 Aralıkçılardan V.P. Romanov’un Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz Sözlüğü / Albek Abazov Aralıkçılardan V.P. Romanov’un Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz Sözlüğü”1 Albek Abazov Doç. Dr. , Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Kafkas Dilleri ve Kültürleri Bölümü, Çerkez Dili ve Kültürü Anabilim Dalı Bu makale tarafımızca 2000 yılı başlarında Sankt-Peterberg şehri Deniz Kuvvetlerinin Rusya Devlet Arşivi’nde bulunan 75 sayfalık elyazması ‘Abhaz Sözlüğü’ne adanmıştır. Bu sözlük deniz subayı Vladimir Romanov tarafından derlenmiştir. (Abhaz dili Çerkez dili ile benzerlik göstermektedir, yalnız özel bir diyalekt olarak görülmektedir). İlerleyen araştırmalarımız bu eserin yazarı hakkında bilgilere ulaşmamızı sağladı - Romanov Vladimir Pavloviç (12.07.1796 - 11.10.1864) 1826 yılı başlarında suçlu bulunup ceza olarak Kafkaslar’da görev yapan ordu birliklerine gönderilmişti. Askeri görevini Karadeniz donanmasında yapmıştır. 1827 yazında ‘Diana’ adı gemi ile Abhaz kıyılarında gezip Sukhum-kale ve Retud-kale’ye yapılan saldırılar sırasında subay Romanov ‘Abhaz sözlüğünü yazmıştır’. Yapılan bu çalışmanın sunulduğu Karadeniz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı onu Sankt-Peterburg şehrine yollamıştır. Bizim belirlediğimiz üzere eserin ikinci el yazma basımı Gürcistan Milli Kütüphanesi’nin nadir kitaplar bölümünde bulunmaktadır. Giriş sayfasında: Ekslibriz yazısı ile: ‘Sivastopol subay kütüphanesi. Kapakta: 1. ‘Profesör İ.M. Sarkisov-Serazini’. Ne yazıktır ki yukarıda adı geçen askeri birliğin komutası V. P. Romanov’un bu eserine gerekli önemi vermemiştir, ve o fazla gerekli olmayan arşiv ralarında öylece kalmıştır. Bu konuda Kuzey Kafkaz Halklarının gelenekleri ve dilleri alanında araştırma yapan bazı subaylar daha şanslıdır. Örneğin L. Lyulye tarafından hazırlanan (Rusça – Adıgeyce (Çerkez) Sözlüğü) 1846 yılında Odesa şehrinde basılmış ve uzun süre yerli halkla iletişim kurmada kullanılmıştır. Kafkaslar’daki yüksek eğitimli subaylar tarafından gerçekleştirilen sözlük oluşturma çalışmaları Rusya Bilim Akademisi tarafından oluşturulan Kuzey Kafkasya’yı öğrenme programına alınmıştır. Akademi üyeleri Kuzey Kafkas Halkları dillerini sadece kendileri aktif olarak araştırmak ile kal1 Bu makale daha önce Scientiic Journal dergisinde yayınlanmış olan makalenin Türkçe’ye çevirisidir. 193 194 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 mayıp bu alanda çalışmak isteyen askeri personel de dahil olmak üzere tüm gönüllülere ve yerli halktan temsilcilere de destek sağlamışlardır. XIX. yüzyılın ilk yarısında adı geçen dilin ilk gramer ve sözlük çalışmasını yapan ilk Kabardin (Çerkez) bilim adamı Ş.B. Nogma’ya verilen önem ve dikkati hatırlamak yeterli olacaktır. Eğer V.P. Romanov’un sözlüğü Rus bilim adamlarının eline geçmiş olsaydı şüphesiz kayıtsız kalmazlardı. Yalnız bu eserin kaderi başka bir şekilde Eğer gelişmiştir, yaklaşık ikiRus yüz yıladamlarının geçtikteneline sonra biz böyle bir eserin V.P. Romanov'un sözlüğü bilim geçmiş olsaydı şüphesiz varlığından haberdar olabildik. Tüm bu olumsuzluklara bakmayarak XIX. kayıtsız kalmazlardı. Yalnız bu eserin kaderi başka bir şekilde gelişmiştir, yaklaşık iki yüz yıl yüzyıldan günümüze kadar ulaşmış olan Abaz ve Abhaz dillerinin yetersizgeçtikten sonra biz böyle bir eserin varlığından haberdar olabildik. Tüm bu olumsuzluklara liği göz önünde bulundurulacak olursa bu eser bizim için günümüzde de bakmayarakkorumaktadır. XIX. yüzyıldan günümüze kadar ulaşmış olan Abaz ve Abhaz dillerinin yetersizliği değerini adı geçen dilin ilk gramer ve sözlük çalışmasını yapan ilk Kabardin (Çerkez) bilim adamı Ş.B. Nogma’ya verilen önem ve dikkati hatırlamak yeterli olacaktır. Bu elyazmasının analizine geçecek olursak: göz önünde bulundurulacak olursa bu eser bizim için günümüzde de değerini korumaktadır. Bu elyazmasının analizine geçecek olursak: İçeriği toplam 70 sayfadır. V. Romanov bu sözlüğü hazırlarken Abhazca kelimeleri yansıtabilmek için kril alfabesini kullanmıştır. Yazar eserin İçeriği toplam 70 sayfadır. V. Romanov bu sözlüğü hazırlarken Abhazca kelimeleri hiçbir yerinde kendisine bu bilgileri sağlayan şahıs veya şahıslar hakkında yansıtabilmek için kril alfabesini kullanmıştır. Yazar eserin hiçbir yerinde kendisine bu bilgileri bilgi sunmamıştır. Elbette ki yazar bu kadar kısa bir sürede bu denli büyük sağlayan şahıs veya şahıslar tek hakkında bilgiyapmamış, sunmamıştır. Elbette ki bir yazarderecede bu kadar kısa bir sürede bir çalışmayı kendisi başına belirli Rusça bilen bu denli büyük birşahıslarında çalışmayı kendisi tek başına yapmamış, bir derecede Rusça bilen yerlisöyyerli halktan yardımını almıştır.belirli Kelimeler duyulan sözlü lem sayesinde BuKelimeler yüzdenduyulan yazarsözlü Abhaz ve sayesinde Abaz dillerinin halktan şahıslarında yazılmıştır. yardımını almıştır. söylem yazılmıştır. zengin fonetik yapısından dolayı kelimeleri tam olarak veremeyip yanlışlardan Bu yüzden yazar Abhaz ve Abaz dillerinin zengin fonetik yapısından dolayı kelimeleri tam kaçınamamıştır. olarak veremeyip yanlışlardan kaçınamamıştır. 'Abaz Sözlüğünde' (Abhaz Dili. Bizim düzenlememiz. Albek Abazov.) temsil edilmiştir: «Абаза бызшәа ажәар» аҟны иаагоуп: «» ала иалаго – 4 ажәак («belki» Идорвада [Издыруада] ажәа аҟынтә «arshin» («Аршунк» – [Аршьынк] аҟнынӡа). «Б» ала иалаго – 95 ажәа ( «kadın» Пхусъ [Аҧҳәыс] аҟынтә. «kavga» Екупара [Аи?ъ?ара] аҟнынӡа. «В» ала иалаго – 157 ажәа «aşçı» Изву [Ижәу] аҟынтә «kısa kürek» Азва – [Ажәҩа] аҟнынӡа. «Г» ала иалаго –70 ажәа («liman» Алиманъ аҟынтә «yıl » Суксукъ – [Сықәсык] аҟнынӡа. «Д» ала иалаго – 81 ажәа («да» Ай [Ааи] аҟынтә « Kardeş baba ya da anne» Санъсше – [Саншьа] аҟнынӡа. «» ала иалаго – 12 ажәа («His » еретуп [Иара итәуп] аҟынтә «oybirliğiyle» Ака абжла аҟнынӡа. Aralıkçılardan V.P. Romanov’un Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz Sözlüğü / Albek Abazov «Ж» ала иалаго – 35 ажәа («solungaç» Апсадз алймха [Аҧсыӡ алымҳа] аҟынтә «azarlama» Игучегоитъ – [Игәы цәиҟьоит ?] аҟнынӡа. «З» ала иалаго – 108 ажәа («arkasında» «позади» Аштахсъ [Ашьҭахь] аҟынтә «For» Амшаисоитъ [?] аҟнынӡа. «И» ала иалаго – 25 ажәа («İğne» Агурудо [Агәыр ду] аҟынтә «Scare rüzgar» Шита вахаква аҟнынӡа. «К» ала иалаго – 11 ажәа («küvet» ? Янба аҟынтә «ne ?» Избанъ – [Избан] аҟнынӡа; «Л» ала иалаго – 47 ажәа («Palm » Акарь гуцъ [Ан(?)аргәҵ] аҟынтә «Kurbağa» Адагъ – [Адаҕь] аҟнынӡа). «М» ала иалаго – 72 ажәа («Küçük» Иматупъ [Имаҷуп] аҟынтә «Çanta» Атшака [?] аҟнынӡа). «Н» ала иалаго – 161 ажәа («Stuff » Ипараца [?] аҟынтә «kokla» Апнцвала вахоо – [Аҧынҵала…] аҟнынӡа. «О» ала иалаго – 84 ажәа ( «her ikisi de» уудже [Ҩыџьа] аҟынтә «tek» Ака – [Ака] аҟнынӡа); «П» ала иалаго – 216 ажәа («Walking» дахасумъ [?] аҟынтә «Gönder» Шипала – [Шьапыла] аҟнынӡа . «Р» ала иалаго – 78 ажәа («iş » Аусъ ура [Аусура] аҟынтә «yakın» Икарина – [?] аҟнынӡа. «С» ала иалаго – 157 ажәа («Sabre» Ахва [Аҳәа] аҟынтә « buraya bakın » Арех упшаа – [Арахь уааҧшы] аҟнынӡа. «Т» ала иалаго – 76 ажәа («snuff» Анер [?] аҟынтә « çekme» Ваха [уаха] аҟнынӡа. «У» ала иалаго – 60 ажәа («çekme» Иршара [Иршьара // ашьра ?] аҟынтә «cinayet» Агуръ ацъ акулхухра – [Агәыр аҵа акылхәыхәра] аҟнынӡа. «Ф» ала иалаго – ҩ-ажәак («Fairway» Абогазъ [Абаҕәаза] аҟынтә «sweatshirt » Айлекъ – [Аилақь] аҟнынӡа . «Х» ала иалаго – 21 ажәа («Trainspotting» Ажицара [Аҿыҵра] аҟынтә Agur akulhuhra ats» Абасм [?] аҟнынӡа. «Ц» ала иалаго – 16 ажәа «Scrabble» обыгчитъ [Абыҕҷра] аҟынтә « Fiyat » Ахъ – [Ахә] аҟнынӡа . «Ч» ала иалаго – 38 ажәа («Chadno» Апаитупъ [?] аҟынтә «Temiz deniz» Ашидзь ирицква [Аҧсыӡ арыцқьара] аҟнынӡа. «Ш» ала иалаго 23 ажәа («adım » Анцквара [Анаскьара] аҟынтә « şaka » Амшкара [Амшгара] аҟнынӡа. «Щ» ала иалаго – ф-ажъак («Yanak » Адзага [Аӡҕы] аҟынтә «kıstırma » Ихурь куку [Ихәы ркәыкәыра] аҟнынӡа. 195 «Ч» ала иалаго – 38 ажәа («Chadno» Апаитупъ [?] аҟынтә «Temiz deniz» Ашидзь ирицква [Аҧсыӡ арыцқьара] аҟнынӡа. 196 «Ш» ала иалаго 23 ажәа («adım » Анцквара [Анаскьара] аҟынтә « şaka » Амшкара TYB AKADEMİ / Eylül 2014 [Амшгара] аҟнынӡа. «Щ» ала иалаго – ф-ажъак («Yanak » Адзага [Аӡҕы] аҟынтә «kıstırma » Ихурь куку [Ихәы ркәыкәыра] аҟнынӡа. «E» ала иалаго – ажәак («O» Ары [Ари]). Ю»ала иалаго ҩ-ажәак («güney» Ныимеиться аҟынтә «gençlik» Апшхира – [?] аҟнынӡа. « «Я» ала иалаго  ажәа (ахьыӡҵынхәра «Ben» «Сара» аҟнытә Сара [Сара] аҟнытә «Kutu» Асунукоръ – [Ашәындыҟәыр] аҟнынӡа). «Аҧшьы» ҳәа автор хьӡыс изиҭаз ахәҭаҿы иаагоуп: «А» ала иалаго ажәак («iştah» Акайсрара сыгупхой – [? сгәаҧхои]). «B» ала иалаго ажәак («Korku » Асвара [Ашәара]). «M» ала иалаго ҩ-ажәак («Sizden uzak salıncak» Икюнапала – [Июнапала] ve «Sallayarak onun» унапа пакъ икю [?]). Иара убас, «Ажәар» аҿы иарбоуп ажәеицааирақәеи асинонимтә риадқәеи. Ажәар анҵәамҭаҿы иаагоу «Аиҿцәажәага» аҿы 98 ажәа арбоуп. Аҧсуа ҧхьаӡара шьақәгылоуп абарҭ реиҧш иҟоу ахыҧхьаӡара хьыӡқәа рыла:  Ака [Ака] аҟынтә 31 Vvë - vžej- za – [Ҩажәи жәеиза] аҟнынӡа. 31; 40 guigoza (ахыҧхьаӡара 32 арбоуп аҵыхәтәаны). 41 unejzej assa ; (аҧсышәала ахыҧхьаӡара 50 арбаӡам) (Азгәаҭа – Albek Abazov.). 51 ugozej zeza; 60 hingoza [хынҩажәа]. 61 higozej aka [ханҩажәи ака] 70 hingozej zoba [ханҩажәи жәаба]. 71 hingozej zeza [ханҩажәи жәеиза]; 80 Pšingoza [Ҧшьынҩжәижәаба] 71;80 81 Pšingozej aka – Ҧшьынҩажәи ака ; 90 Pšingozej zoba [Ҧшьынҩажәи жәаба]. 100 Ški [Шәкы]; 102 (ахыҧхьаӡара 102 ҩынтә иарбоуп: 102 - s sraka ve 102 – s sruba . [Азгәаҭа – А.А.). 102; 110 S srozoba 110; 120 S srov’zva 130 S srozvej unovva 140; 150.– unovzvaizoba [ҩнҩажәи жәаба] 150; 160 S eiç̆ – hinovza [ [хынҩажәа]. 160; 170 S eiç. – hinovzaj – zoba [хынҩажәи жәаба]. Kaynaklar 1. Aralıkçılar Hareketi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devlet Merkezi Tarih-Askeri vakıfları ve koleksiyonları evrakları belirteci. 3. basım. Editör İ.G. Tişin, P. Petrovski. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bakanlar Kurulu içerisindeki Baş Arşiv Yönetimi. 1975, sayfalar 569-570. toplam sayfa 758. 2. Rusya Devleti Deniz Kuvvetleri Arşivi, 162 - açıklama 1, dosya 27 sayfa 1-39. Özet Makale bulmuş olduğumuz tanınmayan Aralıkçının ilmi çalışmasına adanmıştır. Bu makalede ilk defa olarak 1827 yılında deniz subayı V. P. Romanov tarafından elyazması olarak hazırlanan sözlüğe ilmi değer verilmektedir. Makalede Abhaz (Abaza)-Adıg (Çerkez) dil gurupları üzerinde bu eserin etkisi yansıtılmak-tadır. Makale Kafkaz dilcilernin dikkatini XIX. yüzyılda hazırlanmış bilinmeyen bu sözlüğün üzerine çekmek için hazırlanmıştır. Özgeçmişler Özgeçmişler Abdurrahim Tufantoz (Yrd. Doç. Dr.) 1960 senesinde Tekirdağ’ın Muratlı ilçesinin Yeşilsırt köyünde doğdu ve ilkokulu burada okudu. 1978 yılında Sakarya İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. 1983’te Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi. 1984 Aralık ile 1986 Mart ayları arasında askerliğini Yedeksubay olarak yaptı. 1986’da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim dalı Ortaçağ Tarihi programına kaydoldu. Burada iken 1987 tarihinde Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne Araştırma Görevlisi olarak girdi. Yüksek lisansın ardından (1988) yine Marmara Üniversitesi’nin Türkiyat Enstitüsünde Doktora programına kaydoldu. “Mervanîler (990-1085)” isimli teziyle doktora payesini aldı (1994). Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesinde Yardımcı Doçent Doktor olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır. Gülay Öğün Bezer (Prof. Dr.) 1959 yılında Sarıkamış’ta doğdu. İlk, Orta ve Lise öğrenimini burada yaptı. 1980 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Isparta’da tarih öğretmeni olarak dört yıl görev yaptı. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne Araştırma Görevlisi olarak girdi. 1988 yılında Erbil Beyliği (Begteginliler) konulu teziyle Doktor unvanı aldı. 1992 yılında Marmara Üniversitesine naklen atandı. 1994 yılında doçent, 2001 yılında da profesör oldu. Halen aynı Üniversitede Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı olarak görevini sürdürmektedir. Ortaçağ Tarihi alanında dersler vermekte akademik çalışmalarına devam etmektedir. Birsel Küçüksipahioğlu (Doç. Dr.) 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1996 yılında aynı bölümün Ortaçağ Tarihi Ana Bilim Dalı’nda Prof. Dr. Abdülkerim Özaydın’ın danışmanlığında “III. Abdurrahman Dönemi Endülüs Tarihi” isimli Yüksek Lisans tezini; 2003 yılında ise Prof. Dr. Işın Demirkent’in danışmanlığında “Trablus Haçlı Kontluğu Tarihi (1109-1187)” başlıklı doktora tezini bitirdi. 2010 yılında doçent unvanı alan Küçüksipahioğlu halen aynı ana bilim dalında Haçlı Seferleri, Haçlı Devletleri ve Bizans Tarihi ile ilgili ilmi çalışmalarına devam etmektedir. Ebru Altan (Doç. Dr.) 25.11.1969 tarihinde doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünü bitirdi. 1995 yılında Prof. Dr. Işın Demirkent danışmanlığında Willermus Tyrensis’in Historia Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum (Deniz Aşırı Bölgelere Yapılan Seferlerin Tarihi) Adlı Eserinin XI. ve XII. Kitaplarının Türkçe Çevirisi konulu yüksek lisans tezini tamamladı. 1995’de yine Prof. Dr. Işın Demirkent danışmanlığında İkinci Haçlı Seferi (1147-1148), adlı teziyle doktor unvanı aldı. 2009 da doçent olan Ebru Altan, hâlen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda Haçlı Seferleri tarihi ve Türk-Bizans ilişkileriyle ilgili dersleri vermekte, bu konulardaki ilmi çalışmalarına devam etmektedir. 197 198 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Mualla Uydu Yücel (Prof. Dr.) 25.07.1966 yılında Giresun’un Bulancak İlçesinde doğdu. İlk-Orta ve Lise tahsilimi Trabzon’da tamamladı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne girdi ve bu bölümden 1989 yılında mezun oldu. Aynı yıl Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 1992 yılında “Türk’ün-İslam’la Bütünleşmesi” adlı Yüksek Lisans tezini bitirdi. 19921993 öğretim yılında Doktora ders programını takip etti. l993-1995 yılları arasında Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının sağladığı burs ile Kazakistan’ın Almatı şehrine gitti. Yine bu yıllarda Almatı’daki Abay Adındaki Almatı Devlet Üniversitesinin, Doğu Dilleri Bölümünde Türk Dili, Edebiyatı, Tarihi ve Kültürü ile ilgili dersler verdi. Doktora konusu olarak seçtiği İlk Rus Yıllıklarının eski Rusça yazılmalarından dolayı 1996’da tekrar Almatı’ya giderek 3 ay boyunca çok yoğun bir şekilde eski Rusça dersler aldı. 02.07.1998 tarihinde “İlk Rus Yıllıklarında Türkler” adlı doktora tezimi tamamlayarak doktor oldu. 1998-1999’da (1 yıl) Doktora sonrası yapacağım çalışmalarıma malzeme toplamak ve sahamızda çıkan yayınları görmek gayesi ile yeniden kendi imkânları ile Kazakistan’a gitti. 03.10.2000 tarihinde Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalına Yardımcı Doçent olarak atandı. 06.04.2006 tarihinde ise Doçent unvanını aldı ve 2007 tarihinde Doçentlik kadrosuna atandı. 2008-2010 tarihleri arasında da Türkiye ile Kazakistan arasında bir köprü vazifesi gören Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk-Kazak Üniversitesinde görev yaptı. Bu arada yurtiçinde ve yurtdışında (Rusya, Kazakistan, Romanya, Ukrayna, Amerika, Kanada) uluslararası birçok sempozyuma katıldı. 07.12.2011 Tarihinde Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’na Profesör olarak atandı ve 19.01.2012 tarihinden itibaren de Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı oldu. Evli ve iki erkek çocuk annesi. Muharrem Kesik (Doç. Dr) 1969 yılında Giresun’da doğdu. 1979 yılında İlkokul, 1987 yılında Lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lisans öğrenimini 1987- 1991 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans öğrenimine başladı. 1991 – 1993 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak, İstanbul’da Ahmet Çuhadaroğlu İlköğretim Okulu’nda tarih öğretmenliği yaptı. 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1994’de Cenâbî Mustafa Efendi’nin el – Aylemü’z – zâhir fî ahvâli’l- evâil ve’l – evâhir Adlı Eserinin Anadolu Selçukluları İle İlgili Kısmının Tenkidli Metin Neşri adlı teziyle Yüksek Lisans öğrenimini tamamladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı Doktora Programı’na kayıt oldu. 27 Temmuz 1999’da Sultan I. Mesud Devri Türkiye Selçukluları Tarihi (1116 – 1155) adlı teziyle doktor unvanını aldı. 2001-2009 yılları arasında Tarih Vakfı’nda çeşitli meslek gruplarından öğrencilere Matbu ve Yazma Osmanlıca seminerleri verdi. 04 Haziran 2003 tarihinde de Yardımcı Doçentlik kadrosuna atandı. 02.03.2012 tarihinde Doçent unvanı aldı. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde Doçentlik kadrosunda görevini sürdürmekte olup İngilizce ve Arapça bilmektedir. Uzmanlık alanı olan Selçuklular Tarihi’ne yönelik yayımlanmış üç kitabı ve aynı alanda pek çok makale tebliğ ve madde yazıları bulunmaktadır. Muharrem Kesik, evli ve iki çocuk babasıdır. Özgeçmişler Abdülkerim Özaydın (Prof. Dr.) 15.10.1951 tarihinde Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta, liseyi Elâzığ’da tamamladı. 1978-79 eğitim-öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Bir sure öğretmenlik yaptı ve 1 Ekim 1981 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne asistan olarak tayin edildi. 23 Aralık 1983’te “Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi” adlı teziyle “Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’nda Doktor”, 1987’de Yardımcı Doçent, 3 Ekim 1988’de Doçent unvanını kazandı. 25 Mayıs 1995’te Profesörlüğe yükseltildi. Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/10921104) (Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1990) ve Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118) (İstanbul Üniversitesi Yay., İstanbul 2001) adlı kitapları ve Selçuklu tarihine dair yayımlanmış çok sayıda çalışması mevcuttur. İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil i’t-târîh adlı eserini Türkçe’ye tercüme eden komisyon içinde yer almış ve eserin bazı ciltlerini tercüme etmiştir. Türk Tarih Kurumu Şeref Üyesi olarak seçilmiştir. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmakta ve Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır. Sadi S. Kucur (Yrd. Doç. Dr.) 1983’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Bölümünden mezun oldu. 1986’da M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Mühimme Defterlerine Göre II. Selim Devrinde Hamîd Sancağı” adlı yüksek lisans, 1993’te ise “Sıvas, Tokat ve Amasya’da Selçuklu ve Beylikler Devri Vakıları -Vakiyelere Göre-” adlı doktora tezini tamamladı. Halen aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Selçukluların devlet teşkilâtı, sosyal ve iktisadî tarihi, numismatiği, Ortaçağ Türkiyesi epigraisi, Osmanlı dönemi kitabe ve mezartaşları ilgi alanlarıdır. Bu alanlarla ilgili dersler, seminerler vermekte ve yayınları bulunmaktadır. Mustafa Alican (Yrd. Doç . Dr.) 1982 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Beşköy beldesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini, küçük yaşlarda ailesi ile birlikte göç ettikleri Bursa ve İstanbul’da tamamladı. 2002 yılında girdiği Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden 2007 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’na sunduğu “Bir Ortaçağ Şehri Olarak Meyyâfârikîn (Silvan)” isimli teziyle 2012 yılında doktor unvanını aldı. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makale, çeviri, eleştiri, tanıtım ve yorum yazıları yayınlandı. Ülkenin farklı şehirlerinde tertip edilen birçok ulusal ve uluslararası kongre ve sempozyumda sözlü bildiriler sundu. Araştırma görevlisi olarak akademiye girdiği 2008 yılında, Gökhan Kağnıcı ile birlikte Tarih Okulu Dergisi’ni kurdu ve derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Halen düzenli olarak yayınlanmakta olan bu dergide Türkiye için bir yenilik sayılabilecek olan Psikotarih disiplini ile ilgili çeviriler yayınlayarak söz konusu disiplinin Türk tarihçileri arasında tanınması için çeşitli çalışmalar yürüttü. Aynı zamanda doktora tez danışmanı da olan Prof. Dr. Mehmet Ersan ile birlikte Selçukluları Yeniden Keşfetmek, Büyük Selçuklular (Timaş 2012), Osmanlı’dan Önce Onlar Vardı, Türkiye Selçukluları (Timaş 2013) ve Türklerin Kayıp Yüzyılı, Beylikler Devri Türkiye Tarihi (Timaş 2014) isimli kitapları kaleme aldı. 2013 yılında yayınlanan Kıyametin İlk Günü, Malazgirt 1071 (Yakın Plan) ile birlikte dört kitabı bulunan ve Adıyaman Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent kadrosunda çalışmalarını devam ettiren yazar, Arapça ve İngilizce bilmektedir. 199 200 TYB AKADEMİ / Eylül 2014 Emine Uyumaz (Dr.) 1987 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. 1989 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih bölümü Ortaçağ Anabilim dalına araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1992 yılında adı geçen üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim dalında Selçuklular Devrinde Askerî Teşkilât, adlı tezi ile yüksek lisansını, 1987 yılında da Sultan I. Alâddin Keykubad Dönemi Türkiye Selçuklu Devri Tarihi (1220-1237) çalışmasıyla doktor unvanını aldı. (Adı geçen doktora tezi 2003 yılında TTK tarafından yayınlanmıştır.) 2009 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Dr. Emine Uyumaz’ın Türkye Selçuklu Devletine Gelen ve Giden Elçiler adlı çalışması 2011 yılında Bilge Kültür Sanat Yayınlarından çıkmıştır olup Türkiye Selçuklularının siyasî ve kültürel tarihi ile ilgili birçok makalesi bulunmaktadır. Ali Birbiçer 1986 yılında Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. 1986-1990 yılları arasında Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde Uzman Yardımcısı olarak çalıştı. 1990-1994 yılları arasında Trakya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nde Araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1994-1996 yıllarında aynı üniversitede Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi okutmanı olarak çalıştı. 1996-2010 yılları arasında serbest olarak çalıştıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Tarih öğretmeni olarak çalışma hayatına devam etmektedir. Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ortaçağ Bilim dalında “Anonim Tevarih-i Al-i Osman” adlı tezle 1990 yılında tamamladı. Daha önce yarıda bıraktığı doktora çalışmasına Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde “Osmanlı Tarihlerinde Selçuklularla İlgili Bilgiler” adlı tezle devam etmektedir. Yayınlanan Çalışmaları: “Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah ve Torunlarına Dair”, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e Armağan, s. 237-243, İstanbul 2013; “Osmanlı Kaynaklarında Malazgirt Savaşı”, Alp Arslan ve Malazgirt Savaşı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, s.197-217, İstanbul 2014.