Yıl:4 Sayı: 12 Eylül 2014
Osman Turan ve Selçuklular
İmtiyaz Sahibi
TYB Vakfı İktisadî İşletmesi adına
D. Mehmet Doğan
Genel Yayın Yönetmeni
Celil Güngör
Sayı Editörü
Prof. Dr. Gülay Öğün Bezer
Yazı İşleri Müdürü
Mustafa Ekici
Yayın Kurulu
Murat Erol, İskender Gümüş, Kemal Kahraman, Cengiz Karataş,
Mehmet Kurtoğlu, Atilla Mülayim, Osman Özbahçe
Yayına Hazırlık
Dilara Coşkun
Danışma Kurulu
Hicabi Kırlangıç, İbrahim Ulvi Yavuz,
Muhsin Mete, Nazif Öztürk
Yönetim Yeri
Millî Müdafaa Cad. 10/13 Kızılay-Ankara
0.312 417 34 72 - 417 45 70 - 232 05 71
www.tybakademi.com
tybakademi@gmail.com
Tasarım
mtr medya
Baskı
Özel Matbaası
ISSN: 2146-1759
Fiyatı
15 TL
Abone Bedeli
40 TL
Kurumlar için 75 TL
Hesap No
Vakıfbank Başkent Şb.
IBAN: TR34 0001 5001 5800 7297 391004
Ziraat Bankası Başkent Şb.
IBAN: TR23 0001 0016 8350 1199 485001
TYB AKADEMİ hakemli bir dergidir. Dört ayda bir yayımlanır.
Dergide yayımlanan yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Yazılar yayıncının izni olmadan kısmen veya tamamen, basılamaz, çoğaltılamaz ve
elektronik ortama taşınamaz. Yazıların yayımlanıp, yayımlanmamasından
yayın kurulu sorumludur.
HAKEM HEYETİ
Board of Referees
Abdulcelil, Tarık (Yrd. Doç. Dr. Ain Shams University)
Acar, Mustafa ( Prof. Dr. Aksaray Üniversitesi )
Acar, Rahim ( Doç. Dr. Marmara Üniversitesi )
Açıkgenç, Alparslan ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi )
Açıkgöz, Ömer ( Doç. Dr. Kırıkkale Üniversitesi )
Akbar, Jamel (Prof. Dr. University of Dammam )
Akgün, Birol (Prof.Dr. Konya Üniversitesi )
Akın, Mahmut H. ( Yrd. Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi )
Al-Lahham, Abeer Hussam Ed-din (Prof. Dr. University of Dammam)
Arıcan, M. Kâzım ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi )
Atan, Murat ( Doç. Dr. Gazi Üniversitesi )
Aydın, Mustafa ( Prof. Dr. Selçuk Üniversitesi )
Ayyıldız, Mustafa ( Yrd. Doç. Dr. Gümüşhane Üniversitesi )
Bayartan, Mehmet (Yrd. Doç. Dr. İstanbul Üniversitesi)
Baybal, Mustafa Sami ( Doç.Dr. Selçuk Üniversitesi)
Bayraklı, Bayraktar ( Prof. Dr. Marmara Üniversitesi )
Bektaş, Ekrem (Doç. Dr. Harran Üniversitesi )
Bilgi, Levent, (Yrd. Doç. Dr. Harran Üniversitesi)
Bilgili, Emre Ahmet ( Prof. Dr. Marmara Üniversitesi)
Bircan, Ufuk ( Doç. Dr. Dicle Üniversitesi )
Birgül, Mehmet Fatih (Yrd. Doç. Dr. Muş Alpaslan Üniversitesi)
Bulut, Mehmet ( Prof. Dr. Sabahattin Zaim Üniversitesi )
Canım, Rıdvan (Doç. Dr. Trakya Üniversitesi)
Ceyhan, Nesime ( Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi )
Ceylan, Yasin ( Prof. Dr. ODTÜ )
Çalış, Şaban ( Prof. Dr. Selçuk Üniversitesi )
Çelik, Yakup ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi )
Çelik, Yakup ( Yrd.Doç. Dr. Kırklareli Üniversitesi)
Çemrek, Murat (Doç. Dr., Ahmet Yesevi Üniversitesi Avrasya Araştırmaları Enstitüsü, Kazakistan)
Dalpour, Waleck (Prof. Dr. University of Maine )
Dearden, Brad (Prof. Dr. University of Maine )
Dilaver, Hasan Hüseyin ( Prof. Dr. Ahi Evran Üniversitesi )
Duralı, Teoman ( Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi )
Düzgün, Şaban Ali ( Prof. Dr. Ankara Üniversitesi )
Efe, Adem ( Doç.Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi )
Ekinci, Abdullah (Prof. Dr. Harran Üniversitesi )
Elmas, Nazım ( Doç. Dr. Giresun Üniversitesi)
Emiroğlu, İbrahim ( Prof. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi )
Eravcı, H. Mustafa ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi )
Fidan, Mehmet Âkif (Yrd. Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi)
Hammam, Sabry Tevik (Doç. Dr. Sohac University )
Gencer, Bedri ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi )
Gündoğan, Ali Osman ( Prof. Dr. Muğla Üniversitesi )
Kahraman, Kemal (Dr. TBMM Milli Saraylar)
Karatepe, Şükrü ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi)
Keleş, Hamza (Prof. Dr. Gazi Üniversitesi)
Kemikli, Bilal (Prof. Dr. Dumlupınar Üniversitesi)
Kırlangıç, Hicabi ( Prof. Dr. Ankara Üniversitesi )
Koç, Turan ( Prof. Dr. Sabahattin Zaim Üniversitesi )
Ocak, Ahmet Yaşar ( Prof. Dr. Hacettepe Üniversitesi )
Okay, M.Orhan ( Prof. Dr. )
Okumuş, Ejder (Prof. Dr. Osmangazi Üniversitesi)
Orçan, Mustafa ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi )
Öcal, Şâmil ( Yrd. Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi )
Örs, Derya ( Prof. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi )
Özkarcı, Mehmet (Prof. Dr. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi)
Özsoy, İsmail ( Prof. Dr. Fatih Üniversitesi )
Öztürk, Nazif ( Dr. )
Pamuk, Bilgehan (Doç.Dr. Gaziantep Üniversitesi)
Kazım Paydaş (Doç. Dr., Harran Üniversitesi)
Perşembe, Erkan ( Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi )
Poyraz, Hakan ( Prof. Dr. Sakarya Üniversitesi )
Saatçi, Suphi (Prof. Dr. Mimar Sinan Güz. San. Ünv.)
Sarıoğlu, Hüseyin ( Prof. Dr. Kırklareli Üniversitesi)
Subaşı, Necdet ( Doç. Dr. Diyanet İşleri Başkanlığı)
Tekin, Mustafa ( Doç. Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi )
Topakkaya, Arslan ( Doç. Dr. Erciyes Üniversitesi )
Törenek, Mehmet (Prof. Dr. Atatürk Üniversitesi)
Yelken, Ramazan ( Doç. Dr. Selçuk Üniversitesi )
Yıldırım, Ergün ( Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi )
Yıldız, Alim ( Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi )
Yılmaz, Salih ( Doç. Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi )
Bu sayının hakemleri
Abdülkerim Özaydın (Prof. Dr. )
Mustafa Küçükaşcı (Prof. Dr. )
Okan Yeşilot (Prof. Dr. )
Erhan Afyoncu (Prof. Dr. )
Gülay Öğün Bezer (Prof. Dr. )
Adnan Çevik (Doç. Dr. )
Mehmet Ersan (Prof. Dr. )
İçindekiler
Sunuş: Tarih Devam Ediyor, Tarihçiler de / 7
D. Mehmet Doğan
Osman Turan’ın Hayatı
(1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / 11
Abdurrahim Tufantoz
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı
Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / 21
Gülay Öğün Bezer
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden
Bir Selçuklu Komutanı / 37
Birsel Küçüksipahioğlu
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / 51
Ebru Altan
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar / 65
Muallâ Uydu Yücel
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / 89
Muharrem Kesik
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve
İçtimâî Hayattaki Rolleri: Tırâd B. Muhammed ve
Oğlu Ali B. Tırâd El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî Ez-Zeynebî Örneği /101
Abdülkerim Özaydın
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / 115
Sadi S. Kucur
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / 121
Mustafa Alican
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / 139
Emine Uyumaz
Mülâkat / Kitabiyat /155
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin
Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Salih Yılmaz / Murat Nalçacı
Bir Belge / Celil Güngör
Fatih Gökdağ
Ali Birbiçer
Albek Abazov
Özgeçmişler / 197
Sunuş
Tarih devam ediyor, tarihçiler de
Bu sene Osman Turan’ın yüzüncü yaşı! Türkiye’de tarihçiliğin tartışmasız babalarından Osman Turan, ilimle ikrin, gönüllü kuruluş yöneticiliğinin, hatta
siyasetin seviye kaybetmeden birlikte yürütülebileceğini gösteren nâdir isimlerden biri aynı zamanda. İlmin, ikrin ve siyasetin meşakkatlerine katlanmış,
cilvelerine maruz kalmış değerli bir şahsiyet. 1960 darbesinden sonra 17 ay
Yassıada’da tutulduğunu burada zikretmekle yetinelim. Yassıada sonrası kürsüsüne dönmesine izin verilmediğini, Tarih Kurumu üyeliğinden keyi bir şekilde uzaklaştırıldığını da...
Osman Turan Hoca belki de, siyaset tercübesine yekûn çekip tekrar tamamiyle ilmî çalışmalarına yönelecekti; bu mümkün olmayınca, siyasete bir süre
daha devam etti. Bu hareketli hayata rağmen, ilmî çalışmalarını ihmal etmemesini büyük bir kazanç olarak görmemiz lâzım.
Onun asıl işine dönmesinin tam da Anadolu’yu Türk’e ve İslâma açan 1071
Malazgirt Zaferi’nin ve 1075’te İznikte kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nin
dokuz yüzüncü yılına tesadüf etmesini nasıl açıklayalım?
Hoca siyasete mecbur edilmeden sahası ile ilgili ilk önemli kitabını çıkarmıştı: Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti (1965). Siyaseti bıraktığı
sene iki ciltlik muazzam Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’ni yayınladı
(1969).
Malazgirt Zaferi’nin 900. yıldönümünde sahasının klasiği olan Selçuklular
ve İslâmiyet ile Selçuklular Zamanında Türkiye kitaplarını çıkardı. 1973 yılında Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi’ni yayınlayan Osman Turan Hoca,
öyle sanıyoruz ki, 1978’de bu dünyaya veda ederken yapamadıklarına rağmen
tarihçiliğimizde bıraktığı derin izin farkında idi.
Osman Turan ve Selçuklu tarihi üzerine çalışan ve ondan 2 yaş küçük olan
M. Altan Köymen gibi şahsiyetler, muhtemelen liselerimizde arapça ve farsçanın okutulduğu yıllarda orta tahsillerini tamamlayan son nesildendir.
8
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Tarihimizin bilhassa Selçuklu döneminin farsça ve arapçaya vâkıf olunmadan bilinemeyeceğini o zamanın yüksek siyasetçileri akıllarından bile geçirmemişlerdir her halde. En hayırhah yorum, o zamanlar arapça ve farsçanın
yasaklanmasının tarihimiz ve kültürümüz açısından türkçenin yasaklanması
ile neredeyse eşdeğer olduğunun farkına varamamak olmalı!
Osman Turan aynı zamanda, tarihten hisse çıkarmayı bilen terkipçi bir ikir adamı idi. Onun Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, bizde bir tarihçinin bildiklerini yorumlaması konusunda nâdir parlak örneklerdendir.
Bu eserin ırkçı bir muhteva ile kaleme alınmadığını okuyanlar bilir.
Türkçenin ilk yazılı metinleri aşkdan, sevdadan değil, “devlet”ten, “idare”den
bahsediyor! Orhun yazıtlarında ifadesini bulan devlet anlayışının İslâmî
dönemde, Selçuklularda ve daha sonra Osmanlılarda tekâmül ederek millî,
islâmî ve insanî bir ideal haline geldiğini, “nizam-ı âlem” ülküsü olarak sürdürüldüğünü güçlü bir bilgi arkaplanıyla ve nüfuz-ı nazarla anlatan Osman
Turan’dır.
İşte o kitaptan bir kaç satır:
“Türk ve İslâm tarihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar millî ve islâmî mefkûrelerinin dâhiyane terkibi, siyasî
istikrar ve ictimaî adaletleri sayesinde üç kıt’anın ortasında ve
Akdeniz havzasında beşer tarihinde ‘nizam-ı âlem’ dâvasının en
kudretli temsilcileri olmuşlardı. Osmanlı hanedanı dünyada hiç bir
aileye nasib olmayan büyük ve dâhî padişahları birbiri ardından yetiştirmekle bu devlete yalnız en yüksek hayatiyeti başhetmedi; onu
millî, islâmî ve insanî idealler üzerinde ve milletlerin kalbini kazanarak cihan hâkimiyeti mefkûresinin de en sağlam bir teşkilatı hâline
getirdi. İslâm dininin beşeriyeti saadete, adalete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esaslar ve dünya nizamı mefkûresi de en
ileri derecesini Osmanlı devrinde gerçekletirmiştir.”
Düşünen, ikri olan, alanının ayrıntılarına saplanıp kalmayan bir ilim adamından söz ediyoruz. Yaşadığı döneme söylecek sözü olan bir bilgin Osman
Turan. Bu yüzden bir gönüllü kuruluşun, Türkocağı’nın yöneticiliğini üstleniyor ve döneminin meseleleri ile ilgili kitaplar yayınlıyor. Türkiye’de Siyasî
Buhranın Kaynakları ve Türkiye’de Manevî Buhran Din ve Laiklik Osman
Turan’ın, diğer ilmî eserlerinin yanına konulabilecek değerde eserler.
Tarihçiliğimizin büyük ismi Osman Turan’ı yüzüncü yaşında yâd etmek
istedik. Dördüncü yılımızın son sayısı o yüzden Osman Turan ve Selçuklu tarihine tahsis edildi.
Gördük ki, Osman Turan derin bir iz açmış. O izden giden her yaştan değerli ilim adamlarımız, tarihçilerimiz var. Onların desteği ile Selçuklu tarihi
ile ilgili metinlerin ağır bastığı bir sayı ortaya çıktı. Bu arada Osman Turan
Hoca’nın hayatı ve eserleri hakkında bir makale ve Osman Turan’la ilgili çalış-
9
Sunuş / D. Mehmet Doğan
maları ile tanınan Ali Birinci Hocayla yapılan geniş çerçeveli mülakata da
bu sayımızda yer alıyor.
Bu sayı Osman Turan’ın açtığı yoldan giden ilim adamlarımızın destekleriyle vücut buldu. Bilhassa Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü başkanı Prof. Dr. Gülay Öğün Bezer hanımefendiye değerli
desteklerinden ötürü teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Velhasıl, tarih devam ediyor, tarihçiler de!
D. Mehmet Doğan
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz
Osman Turan’ın Hayatı
(1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği
Abdurrahim Tufantoz
Yrd. Doç.Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
1914 yılının Haziran ayında doğan Osman Ferit Turan’ın doğum yeri
hakkında farklı bilgiler mevcuttur. DİA’da hakkında yazılan makalede
Bayburt’un Aydıntepe (Çatıksu) köyünde doğduğu kaydedilmektedir1.
Yakın arkadaşı Mehmet Altay Köymen ise onun ölümünden kısa bir süre
sonra yazdığı “Prof. Dr. Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)” başlıklı yazıda Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Soğanlı (Hepşara) köyünde
doğduğunu yazmıştır2. Kezâ Ali Birinci de Osman Turan hakkında yayımladığı kitapta, ailenin Çatıksu köyünde tarlaları ve bir değirmenlerinin olduğu yazları burada ikamet edip kışın Soğanlı’ya göçtüklerini; dolayısıyla
onun ailenin yazları oturduğu Çatıksu’da doğduğunu söylemektedir.
Osman Turan’ın ataları Van’ın Kurtoğulları sülâlesinden olup Fatih
Sultan Mehmed’in Trabzon’u fethinden sonra (1461) bu bölgeye iskân
edilmişlerdir. Sülâle burada, Kuranoğulları veya Koronoğulları olarak adlandırılmaktaydı. Kurtoğulları sülâlesinin bakiyeleri halen Van’da ikamet
etmektedirler.
Osman Turan’ın büyük dedesi Mustafa Osman Ağa 93 Harbinde
(1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) büyük yararlıklar göstermiş; bu hikâyeler
Bayburtlu Zihnî’nin şiirlerine konu olmuştur. Dedesi Abdullah Ağa’dır.
Babası Hasan Ağa I. Dünya Savaşı sırasında Erzurum-Kandilli’de şehit
düşmüştür (1916). Annesi Şahsene Hanım’dır. Ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Osman Ferit’in ikisi kız biri erkek olmak üzere üç kardeşi vardır.
Ailesi babasının şehit düşmesinden sonra Çaykara’nın Soğanlı köyüne
1
2
Salim Koca, “Osman Turan (1914-1978)”, DİA, C 41, s.410; Ali Birinci, Osman Turan, Ankara:
Alternatif Yayınları, 2003, 27.
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul: Nakışlar Yayınevi, 1979.
Mehmet Altay Köymen’in “Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)” isimli makalesi bu
kitabın 13-39. sayfaları arasında yer almaktadır. Nurdan Demirci de Köymen ile aynı görüşü
paylaşarak Turan’ın Trabzon’un Çaykara (Kadahor) ilçesine bağlı Soğanlı (Hepşara) köyünde
doğduğunu söyler. Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları, (Tarihsiz), 8. Çaykara 1925 yılına kadar Of ilçesine bağlı bir köy iken, 1925 yılında bucak,
01.06.1947’de 5071 sayılı kanunla ilçe statüsüne kavuşmuş, 01.01.1948 tarihinde de iilen
teşkilâtlandırılmıştır.
11
12
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
yerleşti. İlkokulu dayısının himayesinde Çaykara’da, ortaokulu Bayburt’ta,
liseyi Trabzon ve ağabeyinin tayini üzerine gittiği Ankara Erkek Lisesi’nde
okudu (1935). Aynı sene Atatürk’ün emriyle açılan Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi’nin yatılı imtihanlarını kazandı. Atatürk tarafından Ortaçağ kürsüsüne tayin edilen dünyaca meşhur bilim adamı M. Fuad Köprülü’nün öğrencisi oldu. 1940 yılında fakülteyi bitirdi. 30 Mayıs 1940’ta aynı fakültede
ilmî yardımcı olarak 30 lira maaşla çalışmaya başladı. Bu statü bir nevi
bursiyerlik olup daimi kadro değildi.
Osman Turan 14.11.1941 tarihinde 12 Hayvanlı Türk Takvimi adlı teziyle doktor unvanını aldı. Bu aynı zamanda Köprülü’nün yaptırdığı ilk tez
ve Türkiye’de yapılan ilk tarih doktorasıdır3.
Fuat Köprülü’nün siyasete atılması üzerine (1941) Ortaçağ Türk-İslâm
Tarihi derslerini vermekle görevlendirildi. Daha sonra fakültenin açtığı
Orta Zamanlar Tarihi Asistanlığı imtihanını kazanarak 28.07.1942’de göreve başladı.
Osman Turan 1944’te Orta Zaman Türk Devletlerinde Türkçe Unvanlar
konulu çalışmasıyla doçent oldu.
1944 senesinde Türkçülük-Turancılık davasından yargılanan Hüseyin
Nihal Atsız’ı fakültedeki odasında misair ettiği için Millî Eğitim Bakanlığı
tarafından açığa alındı (4 Mayıs 1944). Ancak CHP genel sekreteri Memduh
Şevket Esendal ve Tahsin Banguoğlu’nun müdahalesiyle 30 Kasım 1944’te
fakültedeki görevine dönebildi.
Osman Turan 17 Kasım 1946’da askerlik vazifesini yapmak üzere
Ankara Yedek Subay Okulu Levazım Bölüğü’nde silah altına alındı. Bir
yıllık askerlik vazifesini tamamladıktan sonra 12.11.1947’de terhis oldu ve
fakültedeki görevine döndü4.
Osman Turan 19.07.1948’de Paris’te toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne
katıldı. Kendisine aynı zamanda bilgi, görgü ve ihtisasını geliştirmek için
İngiltere’de bir yıl kalma izni verildi.
1948-1950 yıllarında Fransa ve İngiltere’de araştırmalarda bulundu. Bu arada Milletlerarası Şarkiyat ve Türkiyat Kongreleriyle Unesco
konferanslarına bildiriler sundu. Meselâ Şarkiyat Kongresi’nde “Türkiye
Selçuklularında Toprak Hukuku, Mirî Topraklar ve Hususi Mülkiyet
Şekilleri”5 adlı tebliğini sundu.
1949’da Türk Tarih Kurumu’na aslî üye seçildi. 1951’de profesörlüğe
yükseltildi. 1954 yılında siyasete atılarak Trabzon’dan Demokrat Parti milletvekili oldu. Aynı zamanda 6 Kasım 1955’te Türk Ocağı’nın Ankara Şubesi
reisi, daha sonra genel merkezin Ankara’ya taşınması üzerine umumî re-
3
4
5
Ali Birinci, 34.
N. Demirci, 11-12; Ali Birinci, 38; Bahaeddin Yediyıldız, 9.
Belleten, XII/47, 1948, 549-574.
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz
isliğe seçildi (17 Mayıs 1959). 27 Mayıs 1960 darbesi nedeniyle görevine
ara vermek zorunda kaldı. 1966’da tekrar başkanlığa seçildi ve bu görevini
1973 yılına kadar sürdürdü.
1956 tarihinde II. Abdülhamid’in torunlarından Satia Sultan ile evlendi. 1957 seçimlerinde tekrar milletvekili seçildi.
27 Mayıs darbesinden sonra tutuklandı ve 16,5 ay Yassıada’da kaldı. Ada komutanı Albay Tarık Güryay’a ayağa kalkmadığı için aralarında
geçen münakaşa sırasında attığı tokat sebebiyle tabutluk denilen hücreye konuldu6. Yassıada’daki yargılamalardan beraat eden Osman Turan’ın
bundan sonraki hayatı fakülteye dönmek mücadelesiyle geçti. Ancak bu
çabaları sonuçsuz kaldı ve bir daha fakülteye dönemedi.
Osman Turan bu süreçte Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet
Partisi salarına katılarak yeniden siyasete girdi. Partinin 1964’teki kongresinde Teşkilâttan Sorumlu Başkan Yardımcılığına getirildi. 1965’te AP’den
Trabzon milletvekili seçildi. Fakat 1967 senesinde parti yöneticileriyle giriştiği sürtüşme sonucu Haysiyet Divanı kararıyla ihraç edildi. 1969 seçimlerine Trabzon’dan Milliyetçi Hareket Partisi’nin adayı olarak katıldıysa
da kazanamadı. Fakülteye dönme girişimleri de başarısız olunca 1 Mayıs
1972’de emekliye ayrıldı.
1974 senesinde hiçbir gerekçe gösterilmeden ve savunması dahi alınmadan Türk Tarih Kurumu üyeliğinden çıkartıldı. Osman Turan ömrünün son günlerini Üst Bostancı-Kadıköy’de geçirdi. 17 Ocak 1978 tarihinde evinde geçirdiği beyin kanaması sonucu hayata veda etti ve Silivrikapı
Ayvalık Kabristanı’nda defnedildi.
Mehmet Altay Köymen Prof. Dr. Osman Turan’ın ikir mücadelesini şu
cümlelerle tanımlar: “O, esersiz unvan sahiplerinin ve cahillerin amansız
düşmanıydı. Fakülte kurullarında yalnız millî meseleler karşısındaki ilgisizliklerini ve cahilliklerini değil, ilme ve ilmî ahlâka uymayan tutum ve
davranışlarını da yüzlerine karşı söylemekten çekinmezdi. Osman Turan‘ın
ilmî ve ikrî kudreti karşısında susmaktan başka bir şey yapamayanlar,
siyasî hayata atılması üzerine derin nefes aldılar. Onlar Osman Turan’a
karşı olan öçlerini, ellerinden tutup akademik kariyere soktuğu yetiştirmelerinin de kendilerine katılmaları sayesinde Yassıada dönüşü fakülteye
yanaştırmamak suretiyle aldılar.”7
Osman Turan, cesareti, şakacılığı, çabuk kızması, dürüstlüğü ve hak bildiğini savunmasıyla tipik bir Karadenizli idi8.
6
7
8
M. A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş Kısmı, 29-30; N. Demirci,
17-18; Zehra Arslan, “Osman Turan’ın Siyasetçi Kimliği ve Yassıada’da Yargılanması (19541961),” Turkish Studies, Vol: 7/8, Ankara Summer 2013, 28; Ali Birinci, 41; Bahaeddin Yediyıldız, 10.
M.A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 22; aynı metin için
bkz. A. Birinci, 68-69.
N. Demirci, 23.
13
14
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Osman Turan’ın Tarihçiliği ve Eserleri
Osman Turan’ın tarihçiliği çok geniş bir tarih alanını kapsamakta ise de, o
daha çok Anadolu, Türk ve Selçuklu Tarihi üzerinde yoğunlaşmış, Selçuklu
tarihinin bütününü bölümler halinde inceleme başarısı göstererek, başka
bir anlamda da kendi tarih tetkik metodunu kurarak Selçuklu tarihine yeni
bir kavramsal dizge oluşturmuştur.
Devir, pek çok anlamda hem bir akademik sıkışıklığın hem de o sıkışıklık
içerisinde uç veren bir akademik özgürlüğün başladığı bir devirdir. Sessiz
bir biçimde de olsa siyaset, akademinin içinde ilginç bir yayılım içindedir.
Osman Turan bu anlamda akademi içinde tek parti anlayışının tersine bir
özgürlük arayışıyla dikkati çeken grup içinde yer alır. Buna rağmen onun
doktora tezi ve sonraki çalışmaları İslâm öncesi tarih anlayışıyla şekillenen
resmî tarih tezi ile örtüşüyor gibi görülmüştür. Oysa Osman Turan’ın tezini
işlerken kullanmış olduğu arkeolojik ve mitolojik malzemeye bakarak onu
ideolog bir tarihçi olarak görmek isteyen resmî görüşle de başı pek hoş olmamış ve bağımsız bir aydın olarak kendi konumunu kendisi kazanmıştır.
Osman Turan’ın adeta Anadolu’yu bir istatistiğe tâbi tutarak ortaya
koymuş olduğu kronolojik ve istatistiki çalışmalarında ciddi bir tarihçilik endişesiyle birlikte aynı ölçekte şekillenen bir sağduyuyu görmemek
imkânsızdır. Osman Turan’ın kitapları ufuk açıcı tespitler barındırmaktadır: “Anadolu ve Nüfus”, “Anadolu ve Medeniyet”, “Anadolu ve Şehircilik”,
“Etnisiteler”, “Bizans”, “Kürtlük”, “Türklük ve İslâm”… gibi pek çok konuda ikir üreten ve hemen hiçbir ezbere takılmadan tarihî gerçeklik ne ise
onu ortaya koymaya çalışan Osman Turan’ın özellikle Kürtlük ve Türklük
konusunda yapmış olduğu çalışmalar ve bir millî kimlik arayışı yolunda
bağlayıcı ve birleştirici unsur olarak yapmış olduğu İslâm ve medeniyet
vurgusu ise bugün için bile bir mihenk taşı niteliğindedir9.
Osman Turan yazı yazmaya öğrenciliği sırasında M. F. Grenard’dan
çevirdiği “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” (Ülkü, 1939-40) ile “İlig
Unvanı Hakkında” adlı (Kopuz, 1939) yazılarıyla başladı.
Ali Birinci: “Osman Turan’ın mecmua ve gazetelerde bulunan yazılarının tam bir tespiti henüz yapılamamıştır. Kopuz, Ülkü, Belleten, Türk
Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Studia Islamica, Revue des Etudes
Islamiques, Hilâl, İslâm Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Babıâli’de Sabah gibi mecmua ve gazetelerde yazılar ve İslâm Ansiklopedisi’ne Selçuklu tarihi ile alâkalı maddeler yazmıştır,”10 demektedir. Bu yazılar daha sonra toplanarak Prof. Dr.
Osman Turan Makaleler adıyla yayımlanmıştır11.
Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1988 yılında Nevzat
9
10
11
Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.)
Ali Birinci, 53.
Prof. Dr. Osman Turan Makaleler, haz. Altan Çetin-Bilal Koç, Ankara 2010.
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz
Topal, tarafından “Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, adlı bir
Yüksek Lisans tezi yapmıştır. Bu tez aynı adla Türk Yurdu Yayınları arasında Ankara’da 2004 yılında basılmıştır. Topal, 2005 yılında Türklük Bilimi
Araştırmaları Dergisi’nde yayınladığı “Osman Turan Bibliyografyası” makalesinde Hoca’nın yazılarının çok farklı yerlerde basıldığını ve hepsine
ulaşmanın mümkün olmadığını belirtir12.
Osman Turan vefat ettiği sıralarda “Ortaçağ’da Türkiye İktisadî Tarihi”
üzerinde çalışmakta idi. Köymen vefatından sonra eşini ziyaret ettiği zaman bu eserin yarı yarıya tamamlanmış olduğunu gördüğünü yazmıştır13.
Ancak şimdilik çalışmanın akıbetine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Osman Turan en önemli eserlerini 1965’ten sonraki dönemde vermiştir.
Malazgirt savaşından sonra Anadolu’da kurulan Türk beylikleri ve Türkiye
Selçukluları hakkında yapılacak araştırmalarda onun çalışmalarını göz
ardı etmek mümkün değildir. Osman Turan siyasî kimliğinden ziyade tarihçiliği ve eserleriyle iz bırakmış büyük bir âlimdir.
Osman Turan ölümünün 20. Yılında, Ankara’da Türk Ocakları Genel
Merkezinde yapılan sempozyumda anılmıştır. Bahaeddin Yediyıldız’ın
başkanlığında gerçekleştirilen toplantıya birçok bilim adamı katılmış ve
Osman Turan’ı çeşitli yönleriyle değerlendirmişlerdir14.
Bahaeddin Yediyıldız15; Türk tarihini bir bütünlük içinde anlamaya ve
açıklamaya çalışan Osman Turan’ın ilmî çalışmalarının daha çok Türkiye
Selçukluları üzerinde yoğunlaştığını ifade eder ve onun eserlerinin üç
grupta toplanabileceğini söyler:
Yediyıldız ilk grupta kaynak neşirlerini sayar. Meselâ İbn Bîbî’den
sonra Türkiye Selçuklularının en önemli kaynağı sayılan Müsâmeretü’lAhbâr16, II. Murad devrinde yazılmış kronolojik listelerden ibaret iki takvimin Farsça metnini ve tercümesini ihtiva eden “İstanbul’un Fethinden
Önce Yazılmış Tarihî Takvimler”17 Türkiye Selçuklularının idarî teşkilâtı
ve sosyo-kültürel tarihi bakımından son derece önemli vesikaların Farsça
asıllarını, tercümelerini ve bunlar hakkındaki açıklamaları ihtiva eden
“Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar”18 öncelikle gelmektedir.
Osman Turan’ın doçentlik dönemi yayınları arasında Selçuklu vakiyeleri önemli bir yer tutar. O, bir bakıma sosyal devlet olmanın şartlarını ye-
12
13
14
15
16
17
18
Nevzat Topal, “Osman Turan Bibliyografyası”, Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, XVIII,
2005, 188.
M. A. Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 18; Ali Birinci, 64.
Yayına Hazırlayanlar: Bahaeddin Yediyıldız-Fahri Unan-Yücel Hacaloğlu, Ölümünün 20. Yılı
Münasebetiyle Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı
(Ankara-15-16 Mayıs 1998) Tebliğler ve Tartışmalar, Ankara: Türk Yurdu Yayını, 1998.
Bahaeddin Yediyıldız, “Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı, 10-11.
Kerimüddin Mahmud el-Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, Neşr: Osman Turan, Ankara: TTK,
1944.
Ankara: TTK, 1954.
Ankara: TTK, 1958.
15
16
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
rine getiren Türkiye Selçuklularının vakiyelerini yayınlamakla büyük bir
hizmet yapmıştır. Osman Turan’ın ilk dönem çalışma ve araştırmalarında
Annales ekolünün etkisi gözlenmektedir19.
Belleten’de yayınlanan üç makaleden oluşan Selçuklu Vakıları ve
Vakiyeleri sırasıyla şunlardır:
1- Selçuk Devri Vakiyeleri I, “Şemseddin Altun-Aba, Vakiyesi ve
Hayatı”, Belleten, XI/24, 1947, 197-235.
2- Selçuk Devri Vakiyeleri II, “Mübarizeddin Er-Tokuş ve Vakiyesi”,
Belleten, XI/43, 1947, 415-429.
3- Selçuk Devri Vakiyeleri III, “Celâleddin Karatay, Vakıları ve
Vakiyeleri”, Belleten, XII/45, 1948, 17-171.
Ayrıcı Osman Turan’ın bu ilk dönemde yayınlanan makaleleri arasında; “Selçuk Kervansarayları”20, “Selçuk Türkiyesi’nde Faizle Para İkrazına
Dair Hukukî Bir Vesika”21, gibi araştırmalar da bulunmaktadır.
Osman Turan’ın özellikle İslâm Ansiklopedisine yazdığı; Türkiye
Selçuklu sultanları Kılıç Arslanlar, Keyhüsrevler, Keykavuslar, Keykubatlar
ve iktâya dair yazılarının her biri birer kitap hükmündedir.
1970 yılında Cambridge Üniversitesi tarafından neşredilen The
Cambridge History of Islam adlı çalışmanın “The Anatolia in Period of the
Seljuks and Beyliks” kısmı Osman Turan’a yazdırılmıştır. Bu eser Kitabevi
Yayınları arasından 1997 yılında “İslâm Tarihi, Kültür ve Medeniyeti” adıyla dört cilt olarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Osman Turan’ın makalesi
Kasım Turhan tarafından “Selçuklular ve Beylikler Döneminde Anadolu”
adıyla çevrilmiş olup birinci cildin 241-269. sayfalarında yer almaktadır.
Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti
Osman Turan’ın abidevî eserlerini 1965 yılında siyasetten tamamen koptuktan sonra vermeye başlamıştır. Bu eserlerin ilki Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti adlı çalışmadır. Bu kitap ilk defa 1965 senesinde
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır. Daha
sonra bazı tashih ve ilâvelerle 1969 yılında ikinci baskısı yapılmıştır22. Bu
kitabın özünü Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) İslâm Ansiklopedisi için kendisine sipariş edilen Selçuklular maddesi için hazırladığı yazı teşkil etmiştir.
İslâm Ansiklopedisi yayın kurulu Osman Turan’dan “Selçuklular” maddesini yazmasını istemişti. Osman Turan’ın yazdığı maddeyi uzun bulan
19
XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa’da şekillenmeye başlayan ve kısaca “küçük insanların tarihini yazmak” olarak tanımlanabilecek Annales Tarih Okulu, 1929 yılından itibaren Lucien Febvre
ve Marc Bloch’un Annales Dergisi etrafında şekillenmiş, bu tarih yazımı henüz ilizlenmekte
olan Türk tarihçiliği üzerinde belirgin bir etki yapmıştır.
20 Belleten, X/39, 1946, 471-496.
21
Belleten, XVI/62, 1952, 251-260.
22 Nurdan Demirci, 39.
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz
yazı kurulunun kısaltma teklii reddederek, yazısının İslâm ansiklopedisinde aynen neşredilmesi konusunda ısrar etti. Ayrıca o, yazı kurulunun
özetin ansiklopedide aslının ayrı bir kitap halinde neşredilmesi tekliini
de kabul etmedi. Bu süreç içerisinde Selçuklular maddesinin metni İslâm
Ansiklopedisi bürosunda kaldı. Başında Prof. Ahmet Ateş’in bulunduğu
İslâm Ansiklopedisi yazı kurulu ile Prof. Osman Turan arasında bir anlaşma sağlanamadı. Söz konusu yazı müellife iade edilirken aynı madde bu
kez kurul üyelerinden Prof. İbrahim Kafesoğlu’na sipariş edildi. İbrahim
Kafesoğlu’nun yazdığı Selçuklular maddesi İslâm Ansiklopedisi’nde neşredildikten sonra Osman Turan, Kafesoğlu’nun bu maddeyi kaleme alırken
kendisinin daha önce ansiklopediye teslim ettiği yazıdan intihallerde bulunduğunu ileri sürmüş ve bu iddialarını ispat etmiştir23.
Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi
Osman Turan’ın iki ciltlik Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı
eseri ise 1969 yılında yayınlandı. Eser, Türk millî tarihinin büyüklük ve
yükselişinde insanî, millî ve İslâmî ülkülerin birinci derecede rol oynadığı
inancına dayanarak yazılmıştır. Kendi ifadesiyle, “ilmî olduğu kadar, millî
ve terbiyevî bir gaye de takip” edildiği, eserin tertip ve üslûbunda kendini
göstermektedir24. Bu eserin ayrıntılı bir tanıtımı Mehmet Altay Köymen
tarafından yapılmıştır25.
Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir” başlıklı yazısında: “Osman Turan’ın 70’li yılların sonu ve 80’li yılların tamamında
gündemde kalan Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı baş eserinin
yayınlandığı tarihten bu yana, özellikle üniversitelerin ilgili bölümleri ve
muhafazakâr, milliyetçi okurlar nezdindeki halen süregelen popülaritesine
şaşırmamak gerekiyor. Bahsetmiş olduğumuz akademik ilgi başta olmak
üzere akademi dışından da beslenen bu ilgiye bakarak bu kitabın neredeyse bir efsane haline geldiğini söylemek bile mümkün,” demektedir26.
Selçuklular Zamanında Türkiye
Bu kitap Selçuklu Devri Türkiye tarihini en kapsamlı biçimde ele alan ilk
ve tek eserdir. “Siyasî Tarih, Alp Arslan’dan Osman Gâzi’ye (1071-1318)” alt
başlığıyla yayınlanan eserin ilk baskısı 1971 yılında yapılmıştır. Büyük boy,
yedi yüz altmış sayfayı bulan bu kitap, Türklerin Osmanlı öncesi döneminin başucu kitabıdır.
Mehmet Altay Köymen; “bizce Osman Turan’ın en mühim eseri
“Selçuklular Zamanında Türkiye”27 adlı Anadolu Selçukluları tarihidir. Bu
23 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul: Nakışlar Yayınevi, 1979.
Mehmet Altay Köymen’in “Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve Fikirleri)”, 18-19.
24
Bahaeddin Yediyıldız, 11.
25
M. Altay Köymen, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi’nin Giriş kısmı, 30-36.
27
İstanbul 1971.
26 Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.)
17
18
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
eser, Anadolu Selçukluları devrine dair şimdiye kadar bütün dünyada yazılmış en mufassal bir kitaptır. Buna Saltuklular, Mengücekler, Sökmenliler,
Artuklular tarihini ve medeniyetini konu edinen “Doğu Anadolu Türk
Devletleri Tarihi”28 de ilâve edilebilir,”29 demektedir.
Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi adlı kitabında anlatıldığı üzere,
Anadolu’nun bir yurt olarak şekillenmesi, hemen her ezberi bozacak nitelikte bir içeriğe sahiptir. Malazgirt zaferinden sonra Doğu Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin, farklı millet ve dinlerden olan ahaliye, Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihinde ifade edilen insanî misyon doğrultusunda
muamele ettikleri delilleriyle ortaya konulmaktadır. Nitekim Türklerin bu
fetih sürecinde Süryaniler ve Ermeniler tarafından dostça karşılanması ve
bu topraklarda bir Türk-Ermeni ya da Türk-Süryani savaşının neden yaşanmadığının bilimsel cevapları bu eserde saklıdır30.
Kaynaklar
Arslan, Zehra, “Osman Turan’ın Siyasetçi Kimliği ve Yassıada’da Yargılanması (19541961),” Turkish Studies, Vol: 7/8, Ankara Summer 2013, 19-31.
Birinci, Ali, Osman Turan, Ankara: Alternatif Yayınları, 2003.
Demirci, Nurdan, Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri, İstanbul: Boğaziçi Yayınları,
(Tarihsiz).
Deniz, Elif; Prof. Dr. Osman Turan ve Eserleri (http://www.ulkucudunya.com/index.
php?page=haber-detay&kod=4133)
Koca, Salim, “Osman Turan (1914-1978)”, DİA, C41, s.410-412.
Tokmak, Cemil, “Prof. Dr. Osman Turan’ın Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1914-17 Ocak 1978)”,
Akademik Tarih Dergisi
Topal, Nevzat, “Osman Turan Bibliyografyası”, Türklük Bilimi Araştırmaları, XVIII (2005),
187-194.
Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi II cilt, İstanbul: Nakışlar Yayınevi,
1979, Giriş Kısmı: Mehmet Altay Köymen, “Prof. Dr. Osman Turan (Hayatı, Eserleri ve
Fikirleri), 13-39.
Yediyıldız, Bahaeddin, “Osman Turan’ın Hayatı ve Eserleri”, Ölümünün 20. Yılı Münasebetiyle
Prof. Dr. Osman Turan’ın Eserinde Tarih ve Tarihçi İlişkileri İlmî Toplantısı
(Ankara 15-16 Mayıs 1998) Tebliğler ve Tartışmalar, Yayına Hazırlayanlar: Bahaeddin
Yediyıldız-Fahri Unan-Yücel Hacaloğlu, Ankara: Türk Yurdu Yayını, 1998,7-13.
http://www.cokbilgi.com
http://www.eskimeyendostlar.net
http://www.ulkucudunya.com
http://www.Dunyabizim.com,
http://www.biyograi.net
28 İstanbul 1973.
29
Mehmet Altay Köymen’in, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi girişindeki yazısı, 17; Ali
Birinci, 64.
30 Şahin Torun, “Selçuklu Denince Akla Osman Turan Gelir,” http://www.dunyabizim.com. (Erişim: 28.08.2014.)
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği / Abdurrahim Tufantoz
Osman Turan’s Life (1914/17 - 1978) and Historiography
Abdurrahim Tufantoz
Abstract
Osman Turan was born in year that World War I started. He had bad conditions in his chilhood.
Being in Ankara in years when DTCF established was a great chance for him. He was trained by Fuat
Köprülü. His studyings in the irst period were about pre-Islamic Turkish history. But his studyings
after he became associate-professor were about Seljukians. There isn’t a better studying in this ield
yet than his studyings.
Osman Turan who became a member of parliment for three period couldn’t be permanent in
politics. But his discourse in Yassıada became legend. He died from a brain hemorrhage in 1978 in
İstanbul. His grave is in Ayvalık Gravegardw in Silivrikapı.
Osman Turan’ın Hayatı (1914-17 Ocak 1978) ve Tarihçiliği
Abdurrahim Tufantoz
Özet
Osman Turan, I. Dünya Savaşı’nın başladığı sene dünyaya geldi. Çocukluk devresi çok zor şartlarda
geçti. Buna rağmen okuma imkânı buldu. DTCF’nin açıldığı yıllarda Ankara’da olması onun için
büyük bir şans oldu. Fuat Köprülü gibi bir hocanın yanında yetişti. İlk çalışmaları İslâmiyet öncesi
Türk tarihine yöneliktir. Ancak doçent olduktan sonraki çalışmaları Selçuklular üzerinedir. Bu sahada yaptığı çalışmalar ve eserler hâlâ aşılamamıştır.
Üç dönem milletvekilliği yapan Osman Turan, siyasî alanda pek kalıcı olamadı. Ama
Yassıada’da yaptıkları efsane oldu. 17 Ocak 1978’de beyin kanamasından İstanbul’da vefat etti.
Mezarı Silivrikapı, Ayvalık Kabristanı’ndadır.
19
20
Osman Turan hemşehrileri ve yakınları ile
Fuat Turan arşivi
Osman Turan
Fuat Turan arşivi
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı
Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri
Gülay Öğün Bezer
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi
10. yüzyıl ortalarında Türkistan’dan başlayan, bir asır sonra kıtanın batı
ucu Küçük Asya’nın fethiyle sonuçlanan Oğuz göçü, yalnızca Türk tarihinin
değil, İslâm ve Dünya tarihinin de dönüm noktalarından biridir. Bu nedenle göçün mahiyetinin anlaşılması ve neticelerinin doğru biçimde ortaya
konulması Türkiye tarihi bakımından önem arz etmektedir. Mesele, ehemmiyetine binaen Türkiye Tarihiyle ilgili çeşitli çalışmalarda, farklı bakış
açılarıyla incelenmiştir. Drakon Çayı Anlaşması ise, Türklerin Anadolu’ya
göçü ve yerleşmesinin, yani Selçuklu Devri Türkiye Tarihinin kritik dönüm
noktalarından birini teşkil eder. Kendi inşa ettikleri tarihe dair neredeyse
hiçbir yazılı eser bırakmayan Türklerin yanı sıra, Müslüman tarihçilerin
hiç temas etmediği anlaşmanın, çağdaş Bizans kroniklerinde de, devrin
hızlı ve yoğun olaylar yumağı içerisinde yeterince yer bulamadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bu anlaşmanın ehemmiyetini ortaya koyabilecek işaretler, kendisini doğuran diğer önemli olayların akışı içerisinde açık
bir şekilde görülebilmektedir. Nitekim bir Bizans kaynağında sadece bir
sayfaya sığan anlaşmanın hangi şartları tescil ettiğinin ortaya konulması
gerekmektedir. Ancak Drakon Çayı Anlaşması’nın değerlendirilebilmesi
için daha önce Bizans’ı bu anlaşmayı kabule mecbur eden Anadolu’nun fetih sürecinin kısaca hatırlanması yararlı olacaktır.
Anadolu binlerce yıllık tarihi boyunca ne bu topraklarda hüküm süren
bölgesel hâkimler (Lidyalılar, Frigyalılar, Hititler, Urartular vs.) ne de ülkeyi dışarıdan istilâ eden büyük devletlerin (Asurlular, Medler, Persler,
Büyük İskender, Roma) hiçbirisinin adıyla anıldığı kapsamlı bir değişim
yaşamamıştır. Oysa Türklerin gelişiyle dönüşüm yüzyıla sığmış; ülkede
siyasî, sosyal, tarihî, demograik bakımdan süratli bir değişim meydana
gelmiştir. Dolayısıyla bu hadise1 Anadolu tarihi için olduğu kadar, Asya kı1
Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesiyle ilgili olarak bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında
Türkiye, İstanbul 1993, XI11-XXXII, 1-44; aynı mü. Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971,
14-39; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, trc. E.Üyepazarcı, İstanbul 2000, 7-18,
99-112; aynı mü.”Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI.yüzyılın İlk Yarısı), trc. Yaşar Yücel-
21
22
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
tasının büyük bir kısmına ve Avrupa içerlerine kadar ilerleyip, bir takım
siyasî teşkilâtlar kurdukları halde, oraları vatanlaştıramayan Türkler açısından da örneği olmayan bir olaydır.
Küçük Asya’daki bu köklü değişimi mümkün kılan hususlardan biri,
Oğuz göçünün dayandığı askerî güçtür. Bu süreç Çağrı Bey’in 1016-1021
yılları arasında Anadolu’nun doğusuna gerçekleştirdiği keşif akını ile başlar. Van Gölü havalisinde başlayıp Kars’a kadar uzanan bu akının, çok
önemli iki siyasî neticesi vardır. Bunların ilki, Van’da Bizans’a tâbi olarak
hüküm sürmekte olan Vaspurakan Ermeni Prensliğinin, küçük çaplı bir
Türk akını karşısında bozguna uğraması üzerine, Bizans’ın Doğu Anadolu
politikalarında yaptığı köklü değişikliktir. Bizans, aralarında mezhep çatışmaları bulunan ve yüzyılların tecrübesi ile sadık bir tebaa olmadıkları
tescil edilmiş olan Ermenileri, bu olaydan sonra iç bölgelere tehcir etmeye başladı. 1021 yılında Sivas karşılığında Van’ın ilhakı ile başlayan süreç,
1064’de Kars’ın Kayseri ile takas edilmesiyle tamamlandı2.
Bu keşif akının ikinci önemli neticesi ise, müstakbel Selçuklu şehzadesi
Çağrı Bey’in, bir süre yürüttüğü akınlar sonucunda vardığı, Anadolu’nun
fethedilebileceğine dair tespitidir. Nitekim Çağrı Bey, sefer dönüşünde
kardeşi Tuğrul Bey’le buluştuğunda, bu ülkenin yurt tutmak için uygun bir
yer olduğu ve bu topraklarda kendilerine karşı koyacak bir kuvvetin bulunmadığı tecrübesini paylaşmıştı.
Bununla birlikte Ceyhun hudutlarında birbiri üzerine yığılmakta olan
Oğuzlar, Horasan’da Gaznelilerin teşkil ettiği engel dolayısıyla, Çağrı Bey’in
bu tecrübesini hemen hayata geçirmek imkânı bulamadılar. Dandânakân
zaferiyle birlikte bu engelin ortadan kalkmasından sonra, Oğuzların nerede ise bir asra yaklaşan göç serüveni, İslâm ve Dünya Tarihinin seyrini değiştirecek muazzam bir netice ortaya çıkardı. Horasan/İran merkez olmak
üzere Büyük Selçuklu İmparatorluğu kuruldu.
Ancak Selçuklu sultanları bundan sonra, bu uzun yurt bulma mücadelesini sırtlamış olan soydaşları ile üzerine devlet oldukları Müslüman
ahalinin birbiriyle çelişen menfaatleri arasında kaldılar. Zira soydaşlarının
devlet kurması üzerine Türkmenler sel gibi Horasan’a akarken İslâm ülkeleri tabiî olarak yağmaya maruz kaldı. Fakat Selçuklu sultanları böyle bir
durumda ne Müslüman tebaalarını incitmek, ne de yeni yurtlar bulmak zo-
2
Bahaaddin Yediyıldız, Ankara 1988 Speros Jr.Vryonis, The Decline of Medival Hellenism in
Asia Minor and the Process of lslamizasion from the Eleventh through the Fifteenth Century,
Berkeley 1971; Friedrich Karl Kienitz, “Osmanlılardan Önceki Anadolu Türklerinin Politik ve
Kültür Bakımından Dünya Tarihindeki önemi” çev.Mithat San, Belleten, L (147), Ankara 1986 .
Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Hududu, trc. F.Işıltan, İstanbul 1970, 165-176; İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını” Fuad Köprülü Armağanı, TTK yayını
Ankara 2010, 259-274; J.J. Norwich, Bizans, II, trc. Selen Hırçın Diegel, İstanbul 2012, 211212; Gülay Öğün, “Türk Fethi öncesinde Bizans’ın Doğu Anadolu Siyaseti”, YYÜ Fen-Edebiyat
Fakültesi Dergisi, 2, Van 1991, 73-78.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
runda oldukları soydaşlarıyla yollarını ayırmak imkânına sahip değillerdi.
İşte bu açmaz Türk tarihinin önemli yol ayrımlarından biri oldu. Nitekim
İslâm ülkelerini rahatsız eden ve Halifenin şikâyetine sebep olan Türkmen
göçünün yönü, Çağrı Bey’in tecrübesi istikametinde, şuurlu bir fetih politikasıyla batıya çevrildi.
Oğuzlar, göçün Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya doğru istikamet kazanmasıyla, hanedan mensuplarının da öncülük ettiği seferlerle bu topraklara akmaya başladılar. Türk tehlikesini bütün şümulü ile kavramış olan
Bizans, 1048 Pasinler Savaşında olduğu gibi, zaman zaman üzerlerine
muazzam ordular sevk etmesine rağmen, Türk akınlarının kısa bir sürede Sakarya boylarına kadar ulaşmasını engelleyemedi. Bununla birlikte
Bizans hâlâ, Türkleri yerlerinden atabilecek askerî güce de sahip bulunuyordu.
Malazgirt Savaşı işte bu süreçte keskin bir dönüm noktası oldu. Zira
Bizans’ın büyük masraf ve emeklerle kurduğu muazzam ordu, Selçuklu
kuvvetleri karşısında tam bir hezimete uğradı. Bu yenilginin ve Bizans’ın
Anadolu’yu kaybetmesinin sebepleri aynıdır. Bu savaştan sonra bir daha
bu büyüklükte bir ordu toplayabilme, dolayısıyla Anadolu’yu savunma
imkânını kaybeden Bizans’ın direnci önemli ölçüde kırıldı. Türkler bu toprakları artık güven içerisinde yurt tutacaklardır. Malazgirt zaferinin sağladığı bu müsait şartlarda, Doğu Anadolu’da kurulan Saltuklu, Mengücekli
ve Danişmendli gibi beylikler, güçleri nispetinde göçebe Türkmenlerin
iskân ve istihdamını üstlenmişlerdir. Ancak Anadolu’nun da Türk tarihinin de seyrini değiştirecek başlıca güç Türkiye Selçukluları olacaktır.
Kaynakların verdiği bilgiler ışığında Anadolu3 ya da Küçük Asya’nın
“Türkiye” oluşunun, toplumsal boyutuyla ilgili hususlar kısaca şu şekilde sıralanabilir. Buna göre Türk göçü her şeyden evvel bir zorunluluktan,
“yurt bulma zorunluluğundan” kaynaklanmıştır. Bilindiği gibi 10. yüzyılın ilk yarısında Kıpçak boy birliğinin dağılması üzerine başlayan sarsıntı, Aral-Hazar civarında yaşamakta olan Oğuzları da yurtlarından etmişti.
Göçün bu temel ihtiyaçtan kaynaklanan diğer bir niteliği ise, taşınabilir
her şeyleri ve aileleriyle birlikte, yurtlarını ebediyen arkalarında bırakarak “geri dönüşsüz” bir şekilde hareket etmeleriydi. Devrin kaynaklarının
denizdeki kum, çekirge sürüsü, sel vs. gibi tanımlardan anlaşıldığı üzere,
“sayılamayacak kadar çok” yani kalabalık olması, göçün sonuçlarını tayin eden başlıca niteliği gibi gözükmektedir. Nihayet olayların seyrinden
de takip edilebildiği, gibi göçün Moğol istilâsına kadar neredeyse “sürekli”
oluşu yüzyıllar boyu devam eden savaşlardaki kaçınılmaz kan kaybını telai
eden bir etken oldu.
3
“Anadolu” Bizans döneminde bir temanın adı olmakla birlikte, günümüzde yarımadanın tümü
için kullanılmasından dolayı, Selçuklular ve Bizans idaresinde bulunan toprakları ifade etmek
üzere, Türkiye ve Küçük Asya isimleriyle birlikte kullanılmıştır.
23
24
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Türklerin Anadolu dışındaki ülkelere yaptıkları göç ve istilâlarla karşılaştırıldığında, Oğuz göçünün temel nitelikleri olan bu hususlar, Türk
Milletinin kaderiyle ilgili farklı iki sonuç yaşanmasının temel dinamiklerini teşkil etmiştir. Kısaca yurt bulma mecburiyeti ile geri dönüşsüz, kalabalık ve devamlı bir şekilde Anadolu’ya gelen Türkler burayı ikinci bir vatan
yaptıkları hâlde; Avrupa ve Hindistan’da yüzyıllarca süren göçe rağmen
benzer bir netice alınamamış olması, Oğuz göçünün bu özellikleriyle doğrudan ilgilidir.
Fethin Türkler lehine sonuçlanmasında onların bu avantajlarının yanı
sıra, Bizans İmparatorluğunun içerisinde bulunduğu sosyal ve ekonomik
şartların etkisi de göz ardı edilemeyecek kadar mühimdir. Gerçekten de
Bizans’ın Ortodoks olmayan Hıristiyan tebaasıyla, Türklerin gelişinden
çok önceye dayanan ve onların asimile edilmesine yönelik mezhep çatışmaları vardı. Dolayısıyla “Ermeni tehciri” meselesi ve diğer mezhepsel çatışmalar had safhada huzursuzluklara sebep olmaktaydı. Bu yüzden Türk
akınları başladığında söz konusu unsurlar Türklerin salarına geçerek değilse bile, önlerinden çekilmek suretiyle Türk fethinin önünü açmışlardı.
Anadolu, esasen yüzyıllardır devam eden Bizans-Sâsânî ve Bizans-Arap
savaşları dolayısıyla büyük ölçüde tahrip olmuş, bu savaşlara sahne olan
Doğu ve özellikle Orta Anadolu bölgeleri tenhalaşmış; sürekli savaşların
istikrarsızlaştırdığı ülke, ticaret yollarının dışında kalmak suretiyle ekonomik bakımdan da büyük çöküntüye uğramıştı. Bu şartlar Bizans için kıyılar dışındaki Anadolu’nun stratejik önemini azaltmıştır. Gerçi Anadolu,
dışarıdan hâkim olan güçler açısından daha çok, bir sonraki hedeleri için
sıçrama tahtası vazifesi yapmış; dolayısıyla Anadolu diğer milletler için,
Türkler gibi uğruna yüzyıllar boyu ölüm-kalım savaşı verilmesi gereken bir
vatan sayılmamıştı.
Oğuz göçünün mahiyeti ve Türkiye Selçuklularının süreçteki dönüştürücü rolünü göz ardı ederek yapılan bazı değerlendirmeler de vardır.
Bizanslıların Türk akınlarını geçici bir istilâ, Türkleri de asimile edebilecekleri istilâcılar olarak gördükleri; hatta Türklerin Anadolu’yu fethetmek gibi bir amaçları olmadığı halde Bizanslı taht davacıları tarafından
askerî yardımlar karşılığında şehirler verilmek suretiyle buralara yerleştirildikleri şeklindeki yorumlar, imparatorluğun Türklerle ciddi biçimde
mücadele etmediği iddiasına dayanır. Türkiye Selçuklu Devletinin Bizans
İmparatorluğuna tâbi olarak kurulduğu yolundaki görüş de aynı varsayımdan kaynaklanmaktadır. Nitekim Oğuz göçüyle birlikte Anadolu topraklarında meydana gelen demograik değişimi, yani Selçuklu gerçekliğini
inkâr anlamına gelen ve değişimi büyük ölçüde gayrı Müslim unsurların
İslamlaşmasıyla açıklayan; Osmanlıların Selçuklularla ilişkisi olmayan
gayri Türk menşeine dair iddialar da benzer bakış açılarını yansıtmaktadır. 4
4
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu,10; aynı mü. “Le Probleme ethnique en Anatolie”
Cahiers d’histoire mondiale, 2 (1954-1955) 349); Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
Gerçi bilindiği üzere, tarihte göç ve din değiştirme olaylarına bağlı olarak yaşanmış pek çok asimilasyon hadisesi mevcuttur. Kuzey Afrika’nın
İslâmiyetin kabulüyle Araplaşması, Bulgar Türklerinin Hıristiyan olup
Slavlaşması ve Moğolların (Çağatay, Altınordu) İslâmlaşıp Türkleşmesi
bunlardan bazılarıdır. Bununla birlikte Oğuzların Anadolu’ya göçünden
sonra yerel unsurların Müslümanlaşarak Türkleştiklerini düşündürtecek
fazla bilgi yoktur.5 Zira elde net sayısal veriler bulunmamakla birlikte,
Türklerin Anadolu’ya yerli unsurlar karşısında varlıklarını muhafaza edebilecek çoklukta geldikleri anlaşılmaktadır. 12.yüzyılın ortasından itibaren, bu toprakların Türklerle meskûn kısımlarının ülkeyi dışarıdan gözlemleyenler tarafından Türkiye olarak adlandırılması da bu hususu teyit
etmektedir6. Zaten örnekler göçebelerin sayısal üstünlükleri yoksa ve yeni
göçlerle beslenmiyorsa, Karadeniz’in kuzeyine göçen Türkler gibi, neticede
yerleşikler karşısında çözüldüklerine işaret etmektedir. Anadolu’nun demograik yapısıyla ilgili değişim süreci, Selçuklu/İkinci Beylikler döneminde tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde tamamlanmıştır.
Oğuz göçünün mahiyeti itibarıyla Anadolu’ya yeni bir kimlik kazandırmakta olduğu bu süreçte, daha önce söylendiği gibi, Bizans’ın içinde bulunduğu durum Türklerin işini kolaylaştırıyordu. İdari ve ekonomik bakımdan tam bir zaiyet içinde bulunan Bizans, Malazgirt yenilgisinden sonra bu topraklardaki kontrolünü de büyük ölçüde kaybetmiş bulunuyordu.
Türkler ise galibiyetin sağladığı emniyet ortamında ülkenin dört bir yanına
5
6
Fikret Işıltan, Ankara 1981,330; Friedrich Karl Kienitz, “Osmanlılardan Önceki Anadolu Türklerinin Politik ve Kültür Bakımından Dünya Tarihindeki önemi” 283; H.A.R.Gibbons, Osmanlı
İmparatorluğunun Kuruluşu, trc. Ragıp Hulusi (Özdem), Ankara 1998, 10 vd; Gumilyev, Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, trc. Ahsen Batur, İstanbul 2003, 84. J.Laurent, “Rum
(Anadolu) Sultanlığının Menşei ve Bizans, trc. Yaşar Yücel Belleten LII, 202 (1988); Vryonis,
age.,143-287.
Anadolu’da Türkleşmenin, diğer unsurların Müslümanlaşması yoluyla olduğunu, özellikle
İslâmiyeti Türkler vasıtasıyla kitleler halinde kabul eden Boşnak, Arnavut, Pomak ve Çerkezlerin yüzyıllar sonra bile kimliklerini koruyor oldukları dikkate alındığında izah etmek mümkün
değildir. Bu gerçeklik İslamlaşarak Türkleşme hadisesinin, eğer gayrı Müslim unsurlar Müslüman olup kimliklerini yitirmişlerse, ihtida olaylarının münferit sayılabilecek kadar az olduğunun göstergesidir.
İkinci Haçlı Seferine Fransa kralının yanında katılan Odo de Deuil, Bizans İmparatorluğu’nun
Anadolu’daki sınırını Türkiye (in Orientali habens Turciam (Turcia)/ bordering Turkey on
the east) olarak tanımlamaktadır. De Profectione Ludovici VII in Orientem neşr ve trc.Virginia
G. Berry, Odo of Deuil, De Profectione Ludovici VII in Orientem:The Journey of Louis VII to
the East, New York 1948, s.86,87. Daha sonra başka Latin kaynaklarında da görülecek olan
bu tespit C.Cahen’in kendisinin Anadolu’ya gelen Türklerin sayıca yerlilerden çok az oldukları
iddiasıyla çelişmekle birlikte “Friedrich Barbarossa’nın haçlılarından itibaren Batılı yazarlar
bu ülkeden, Türk egemenliği altına giren hiç bir ülkeye vermedikleri bir adla “Turchia” (Türkiye) diye söz etmeye başlamışlardır. Anadolu’da “Türkleşme”, yoğunluğu ne olursa olsun,
bu “Turchia”nın sınırları ne kadar belirsiz olursa olsun, çağdaşlarının gözünde, Anadolu’nun
Türk niteliğinin ülkenin bütününe vurmuş olduğu kesindir” tespiti durumu net bir şekilde
özetlemektedir (Osmanlılardan Önce Anadolu,100-101). Bu hususta ayrıca bkz. S. de Saint
Quentin Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu, trc. Erendiz Özbayoğlu, Antalya 2006,
18, 43-45; William Rubruck, The Mission of Friar William of Rubruck, İng. trc. Peter Jackson,
Londra 1990, bkz. indeks.
25
26
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
süratle yayılıp yerleşebiliyorlardı. Bu kritik zamanda Süleymanşah’ın İznik
merkez olmak üzere kurduğu devlet, zorunlu, kalabalık ve geri dönüşsüz
bir şekilde bu topraklara yığılmakta olan Oğuzları, siyasî bir teşkilata kavuşturmak suretiyle geleceklerini teminat altına almış oldu. Süleymanşah’a
Anadolu’ya girmesiyle birlikte devlet kurmak imkânı sağlayan bu muazzam güç, onu aynı zamanda Bizanslıların yardımına başvurmak zorunda
kalacağı önemli bir aktör haline de getirdi. Öyle ki 1078 yılında Nikephoros
Botaneiates’in tahtı ele geçirmesini sağlayacak güce erişen Türkler, 1080’de
Üsküdar’dan Meriç kıyılarına kadar yayılmış bulunuyorlardı. Bu nedenle
Bizans için bundan böyle içerisinde Türkiye Selçuklularının bulunmadığı
bir denklem kurmak mümkün olamayacaktır.
Nitekim tahtını Süleymanşah’a borçlu olan Botaneiates’e karşı, her birisi yine Türklerden yardım alan rakiplerini bertaraf ederek imparatorluk
tacını giyen Aleksios Komnenos da Türklerden sağladığı destekle başarıya ulaşabilmişti. Babasının iktidar dönemini Alexiad adlı eserinde anlatan Anna Komnena, Türklerin yayılışını ve bu sırada Bizans’ın içerisinde
bulunduğu kritik durumu çok net bir biçimde tasvir eder. Bu çerçevede
İznik’i saltanat merkezi yapan Süleymanşah’ın bütün Anadolu’da buyruk
yürüttüğünü, öteye beriye sürekli akıncılar gönderdiğini; hatta İstanbul
Boğazında Damalis/Üsküdar’a kadar atlı ve yaya akınlar yaptırdığını, neredeyse Boğazı bile aşmaya kalkışacak kadar güçlü olduğunu vurgular.
Bizanslıların, ülkenin her yanına yayılmakta olan Türk istilâcıların kıyı
boyundaki küçük kentlerde, kutsal mekânlarda korkusuzca yaşamalarını
korku ve dehşet içerisinde seyrettiklerini ilâve eder7. Nitekim kaynakların verdiği bilgilerden, bu sırada Bizans İmparatorluğunun doğu sınırının Boğaziçi kıyıları olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu dönemin
önemli tarihçilerinden olan Attaleiates’in “İstanbul’a giderken, deniz kıyısından İznik’e kadar olan bölgenin Türkler tarafından mahvedilmiş olduğu, ahalinin onlardan kaçıp canını kurtardığı”, Bryennios’un “Asya’nın
tümünün Türkler tarafından fethedildiği” şeklindeki tespitleri de Anna
Komnena’nın çizdiği tabloyu netleştirmektedir.8
İşte Selçuklu Türkiyesinin az bilinen, fakat önemli dönüm noktalarından biri olan Drakon Çayı Anlaşması bu şartlarda gündeme gelmişti. Anna
Komnena,Türklerin engellenemeyen ilerleyişi karşısında devamlı mevzi
7
8
Anna Komnena, Alexiad Malazgirt’ten Sonrası trc. Bilge Umar, İstanbul 1996, Diğer çağdaş Bizans tarihçilerinin anlatımları da Anna Komnena’yı teyit etmektedir. Psellos, Mikhail
Psellos’un Kronografyası, trc. Işın Demirkent, Ankara 1992, 228; Attaleiates, Tarih, trc. B.
Umar, İstanbul 2008, 201, 2013, 213,215; N. Bryennios, Tarihin Özü, trc. B.Umar, İstanbul
2008, 146; Zonaras, Tarihlerin Özeti, trc. B. Umar, İstanbul, 2008, 121-122, 125, 143,147.
Attaleiates, M. Dukas zamanında Türklerin işgaline uğrayıp tenhalaştığını söylediği Üsküdar
önlerine, Bottaneiates’e yardım için Türk askerleriyle birlikte Rum askerlerinin de gelebilmiş
olmasını olağanüstü bir olay olarak anlatmaktadır, 264. Ayrıca Türk yayılmasıyla ilgili olarak
201-203,213, 237, 265, 269, 272-273, 301-302. Bryennios, 146-148, 150; Zonaras, 92, 121-122;
Bryennios, 134,146.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
kaybetmekte olan imparatorluğun gidişatıyla ilgili anlatımını Aleksios’un,
Süleymanşah’la anlaşma yapmak zorunda kaldığı, bir sonraki hamlesini
mazur göstermek için biraz daha dramatize eder. Ordusu ve hazinesi çökmüş, yavaş yavaş yıkımın eşiğine gelmiş olan imparatorluk, Türklerden
başka Normanlar tarafından da tehdit edilmekteydi9. Gerçekten de Norman
kralı Robert Guiskard’ın ordusuyla Bizans’a karşı harekete geçmesi üzerine, aslında önceliği Boğaziçi’ne kadar yayılmış olan Türkleri buralardan atmak olan Aleksios Komnenos, iki düşman arasında kalmamak için derhal
yeni bir taktiği devreye soktu. Gerçi İmparatorun Türkleri İstanbul çevresinden atmak için aldığı askerî tedbirler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştı.
Anna Komnena’nın anlatımı, Aleksios’un Türkler ve Normanlar arasında,
adeta kırk katır/kırk satır açmazında bir seçim yapmak mecburiyetinde
kaldığını ortaya koymaktadır.
Anna Komnena’nın eserinde “...atasözünün de dediği gibi, “Herakles’in
kendisi bile aynı anda iki kişiye karşı birden dövüşemez” ise, çöküntü halindeki, uzun süreden beri azar azar bitip tükenmekte olan ve artık çöküşün son aşamasına gelip dayanmış durumda, ordusuz ve parasız bir devletin... yönetimini henüz ele almış genç bir komutan iki düşmanla birden
haydi haydi savaşamaz. Böylece Türkleri çeşitli yöntemlerle, Damalis/
Üsküdar ve ona komşu deniz kıyısı yörelerden kovalayış sırasında bir
yandan da armağanlar gönderip, onlarla barışma sağlayarak, bir barış
anlaşması yapmaya razı olmak zorunluluğunu duydu. Onlara sınır olarak
Drakon Deresini verdi ve bunu kesinlikle aşmamayı, Bithynia sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabul ettirdi” şeklinde ifadesini bulan
durum, Türk istilâsının mahiyetini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.10
Bu kısa bilgi Türk göçünün sonuçlarının Bizans tarafından en başından
beri doğru bir şekilde anlaşıldığını; sonra bu tespite uygun tedbirler alındığını göstermektedir. Kısaca Türk olgusunu bütün şümulüyle idrak etmiş
olan Aleksios Komnenos, batıdan Normanlar tarafından da tazyik edildiği
için, şartları değerlendirip Normanlara nispetle ehven gördüğü Türklerle
bir barış anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Kaynağın ifadesine
göre, saltanat merkezi İznik’ten bütün Anadolu’ya Boğaz’a kadar hüküm
sürmekte olan Süleymanşah, kendisine değerli hediyelerle birlikte yapılan
barış tekliini kabul edip “sultan” unvanıyla bu anlaşmaya imza atmıştır
(1081 yılında Nisan-Haziran ayları arasında bir tarihte)11. Başka bir deyişle
İmparatorun tahta geçtikten sonra Türkleri Boğaziçi ve kıyılardan atmak
için sarf ettiği emekler heba olmuştur. Çünkü Norman tehdidi yüzünden
9
10
11
Bizans’ın İtalya’daki son kalesi Bari 16 Nisan 1071’de, yani Malazgirt savaşından önce Norman
kralı Robert Guiscard tarafından zapt edilmişti. Norman kralı Alexsios’un tahta geçmesinin
üzerinden bir ay geçmeden büyük bir saldırı başlatmış bulunuyordu. G.Ostrogorsky, Bizans
Devleti Tarihi, 330-332; J.Norwich, Bizans, trc. III, 41
Anna Komnena, 77-78, 118,124.
Anna Komnena,124.
27
28
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Süleymanşah’la anlaşmak ve askerî yardım istemek mecburiyetinde kalması, Marmara sahillerinin yeniden Türklerin eline geçmesini kaçınılmaz
hâle getirecektir.
Anna Komnena’nın metninde, anlaşmayı kimin istediği, kimin razı olmak zorunda kaldığı hususu başta olmak üzere bazı tutarsızlıklar mevcuttur. Bir sayfada iki yerde Süleymanşah’ın, iki yerde de imparatorun anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını söyler. Bu tutarsızlığının imparatorun
kızı olmak hasebiyle, olaylara duygusal yaklaşımından kaynaklandığı anlaşılmakla birlikte, anlaşmaya dair bilgi veren yegâne kaynak olması dolayısıyla teyid veya tenkidi de zordur. Yine de diğer kaynakların anlaşmadan
bahsetmemekle birlikte, döneme dair anlatımları Anna Komnena’yı kontrol etme imkânı sağlamaktadır.12 Kısaca bu döneme dair edinebildiğimiz
malumat, Türk istilası karşısında İmparatorluğun çözülüşünü gözler önüne sermektedir.
Bununla birlikte Drakon Çayı Anlaşmasının öneminin anlaşılabilmesi
için, iki konunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunlardan biri
Drakon deresinin nerede olduğunun tespiti, diğeri ise Selçuklu-Bizans
hâkimiyet alanları arasındaki sınırı nasıl tanzim ettiği meselesidir. Anna
Komnena’da biri söz konusu anlaşma, diğeri de Birinci Haçlı Seferi vesilesiyle, iki yerde adı geçen Drakon Çayı’nın, ikincisinde,13 İzmit Körfezinin
güneyinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bithynia’nın tarihi coğrafyasıyla
ilgili çalışmalarda da bu bilgiye uygun olarak, söz konusu çayın Karamürsel
yakınında Marmara denizine dökülen bugünkü Yalakdere, daha eski adıyla
Kırkgeçit Deresi olduğu kabul edilmektedir. Güney-kuzey yönünde akan
dere İzmit Körfezinde deniz ulaşımına imkân veren üç noktadan en batıdaki Hersek Deltasında, Bizans imparatorları tarafından sayiye yeri olarak
kullanılan Helenopolis (eski Drepana köyü)14 yanında denize akmaktadır.
Bununla birlikte muhtemelen, bugün İstanbul Maltepe’de bulunan Dragos
tepesinin adıyla gösterdiği benzerlik dolayısıyla, onun batısından geçen çay
olduğu da ileri sürülmüştür.15 Chalandon ise Drakon Çayı’nın biraz daha
12
13
14
15
Zonaras,164. Bu yazar Norman tehlikesini tafsilatlı anlatırken, Anna Komnena’nın anlattığı
Alexsios’un Türkleri kıyılardan attığı rivayetini teyit edecek tek bir söz etmez. Ayrıca Bryennios,
147-148, 173 vd.
Anna Komnena, 307.
J.A. Cramer, A Geographical and Historacal Description of Asia Minor, Amsterdam 1971,
184; W.M.Ramsay İzmit Körfezinin güney kıyısında Drepana köyü yakınından geçen Kırk Geçit
Çayı Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, terc. Mihri Pektaş, İstanbul 1960, 204 -205); Veli Sevin,
Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, Ankara, 2013, 34;Bilge Umar da Türkiye’de Tarihsel Adlar,
İstanbul 1993,214, 224-225 ile Alexiad’ın Türkçe çevirisine düştüğü notta Kırkgeçit Deresi, Dil
deresi Alexiad,126; Sencer Şahin, İznik Müzesi Antik Yazıtlar Kataloğu, Inschriften Griechischer Stade Aus Kleinasian, Bonn 1981,54; Nezih Başgelen, Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası, İstanbul 2010, 74.
M. HalilYinanç Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944,114; Osman Turan, Selçuklular zamanında Türkiye, İstanbul 1993, 61-62
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
batıda Bozburun yarımadasıyla sınırlı olduğunu söylemektedir16. Ayrıca bu
anlaşmanın Türklerin suyun sağ tarafında kalan şehirlere saldırmalarına
engel teşkil ettiği kanaatindedir.
Harita: Sencer Şahin, IK, İznik Müzesi Antik Yazıtlar Kataloğu
16
Ferdinand Chalandon, Alexis Komnene, Paris 1910, 72.
29
30
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Bizans döneminde Bithynia olarak adlandırılan bölgede Güney- kuzey
istikametinde akan ve Körfeze dökülen bu kısa çayın nasıl bir sınır oluşturduğu da üzerinde durulması gereken bir meseledir. Yukarıda Anna
Komnena’dan yapılan alıntıda, Türklerin Üsküdar ve ona komşu deniz
kıyısı yörelerden çıkarılmaya çalışıldığı ama imparatorun Norman tehlikesi dolayısıyla barış istemeye mecbur kaldığı ifade edilmişti. Başkenti
İznik olan ve İzmit’ten İstanbul’a kadar olan bölgede varlığını kuvvetle hissettiren Süleymanşah’ın sınır olarak kabul ettiği bu yer, başkent İznik’in
kuzey batısında denize dökülmektedir. Türkler bu sırada henüz BalıkesirÇanakkale Boğazı tarafına yerleşmemiş olduklarına göre, Drakon Çayı ile
çizilen sınırın Türklerin İstanbul’a doğru değil, tersine güney Marmara’da,
batıya doğru ilerlemesini engellemeye yönelik olduğu açıktır. Başka bir ifadeyle imparator, Türk istilasının böyle sürmesi halinde doğacak tehlikeleri
öngörerek, Boğaziçi kıyılarını zorlamakta olan Türklerin, imparatorluğun
diğer can damarı Çanakkale Boğazı’nı da tehdit etmesini engellemek istemiş olmalıdır.
Bunun yanı sıra Alexsiad’ın Hellencesinden İngilizce17 ve Türkçeye
Süleymanşah’ın “Bithynialıların sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabule mecbur edildi” şeklinde çevrilen cümle, tarihi bağlam dikkate alındığında bir hayli problemli görünmektedir. Anna Komnena’nın,
küçük bir donanma inşa etmeleri halinde İstanbul’u zabt edeceklerinden
endişe duyduğu Türklerin, anlaşmadan hemen önce Tihnya, Bithynia’dan
ve İzmit’ten tamamen sürüldüklerini söyleyerek yarattığı çelişki, mütercimleri yönlendirmiş olabilir. Türklerin Bithynia’dan tümüyle atıldıkları
varsayılınca, Bithynia sınırlarından içeriye akınlar yapmaktan men edilmesi de doğru görünmektedir. Hâlbuki sınır tayin edilen Drakon Çayı
da, Selçuklu başkenti İznik de Bithynia’nın içerisinde yer almaktadırlar.
Dolayısıyla Süleymanşah’ın, “içinde yaşadığı bölgenin içine akın yapmamaya razı olması” izahı güç bir durumdur. Eserin Hellencesindeki ekshormao kelimesinin “into/içeriye” yerine “ send forth/ ileri, dışarı, ileriye
doğru veya “from away/…den uzağa, öteye” anlamlarıyla karşılanması durumunda cümlenin, zaten içerisinde yaşadıkları “Bithynia sınırlarını (dışarıya doğru) aşmamaları şeklinde çevirilmesi mümkündür. Bu hususun
anlaşmadan kısa bir zaman önce, Bithynia içerisinde bulunan Damalis/
Üsküdar ve Marmara kıyılardan haifçe kımıldatılan Türklerin, yeniden
istanbul Boğazını tehdit etmesini önlemeye yönelik bir tedbir gibi görünmektedir. Bithynia sınırlarından öteye akınlar düzenlenmemesinden,
İstanbul Boğazını ve batıda Mysia üzerinden Çanakkale Boğazını tehdit
edecek saldırılar yapılmaması anlaşılmalıdır. Zira İznik, Sakarya ve doğusu ile Phrygia ve Galatia18bölgelerinin Süleymanşah’ın elinde bulunduğu
17
18
The Alexsiad of the Princess Anna Comnena, İng trc. Elizabeth A.S.Dawes, Londra, 1967, 95
Bithynia’nın güneyden komşuları olan bu bölgeler, 1080 yılı civarında taht mücadelesi için
kendisine yardım eden Süleymanşah’a teslim edilmişti. Bryennios, 173-174.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
dikkate alındığında, hangi sınırların aşılmasının istenmediği de anlaşılabilmektedir. Alexios Komnenos, İstanbul’un kalkanı olan iki boğazın güvenliğini sağlamak ve şiddetle ihtiyaç duyduğu askeri yardımı alabilmek
pahasına; Drakon’un batısı ile Boğaziçi kıyıları dışında kalan ve zaten
Türklerin elinde bulunan yerleri onlara terkederek iili durumu hukukileştirmiştir. Anlaşma açık olmamakla birlikte Drakon sınırından öteye, bu sırada Türklerin elinde bulunmayan yerlerin, yani kıyıların da teorik olarak
onlara terkedilmiş olduğu ileri sürülebilir.
Nitekim Süleymanşah’ın Normanlar karşısında kendisinden yardım istemeye mecbur kalan imparatora, Bithynia’dan atılmayı kabul eden böyle
bir taviz karşılığında yardım edeceğini düşündürtecek bir neden de yoktur.
Kaldıki Bizans, Süleymanşah’ın ölümü ve Melikşah tarafından oğullarının esir alınıp Anadolu’ya ordular gönderdiği dönemde (1086’dan sonra)
bile, Anna Komnena’nın yukarıda söylediği neticeyi alamamıştır. Hatta
saltanat naibi Ebû’l-Kasım, İzmir Beyi Çaka ve Peçeneklerle işbirliği ederek İstanbul’a büyük sıkıntılar yaşatmaya devam etmiştir. Kezâ Aleksios
Komnenos’un Türk tehlikesini bertaraf edebilmek ümidiyle, Batıdan Haçlı
Seferlerinin başlamasına vesile olan yardım istekleri de Türk tehlikesinin
uzaklaştırılamadığını göstermektedir. Netice olarak imparator bu anlaşmayla, Süleymanşah’a ancak güney Marmara’da Drakon Çayı’nın batısını
ve Bitinya sınırlarını aşıp İstanbul’u tehdit etmemelerini kabul ettirmiş olmalıdır.
Elimizde Süleymanşah’ın bu anlaşma gereğince Drakon hududuna çekildiğini19 söyletecek bilgi bulunmamaktadır. Hatta Selçuklu sultanının
anlaşmadan sonra, Normanlar karşısında yenilgiye uğrayan Aleksios’un
askeri yardım çağrısına mukabele edecek güçte bulunduğuna bakılırsa, anlaşmanın mevzi kaybı pahasına olmadığı da kendiliğinden anlaşılacaktır.
Nitekim Anna Komnena, Süleymanşah’ın imparatora savaşı kazanmasını
sağlamaya yetecek mühim bir miktar asker yardımı yaptığını yazmaktadır.
20
Türkiye Selçukluları ile Bizans İmparatorluğu arasında imzalanan
bu anlaşma, müelliin anlatımındaki açıklığa rağmen tahrif edilerek,
Süleymanşah’ın böylece imparatorun vasallığını kabul ettiği şeklinde de
yorumlanmıştır21. Her ne kadar Anna Komnena’nın Bizanslılara has gururlu anlatımı Süleymanşah’ın, İstanbul Boğazından çekilip geri adım attığını
düşündürebilir ise de; Hasankale ve Malazgirt savaşlarında olduğu gibi,
askeri tedbirlere rağmen Türk ilerleyişini durduramayan Bizans impara19 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,62; Daha önce yaptığım bir çalışmada, anlaşmanın başka bir yönü değerlendirilmiş; sınırlarla ilgili husus tartışılmamıştı bkz. Gülay Öğün
Bezer, “Türkiye Selçukluları’nın Güneydoğu Siyaseti ve I. Haçlı Seferinin Bunun Üzerindeki
Etkileri” Türklük Araştırmaları Dergisi, 12 (İstanbul 2002), 82-83
20 Komnena,132.
21
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, 330; C. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, 10.
31
32
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
torluğunun, bu anlaşma sayesinde, onları diplomatik yollarla sınırlandırmayı hedelediği görülmektedir. Malazgirt Savaşının yol açtığı zararları
telai edecek gücü bulunmayan İmparator, barışı sağlayarak bu yolla, hiç
olmazsa kendisinin ve devletin itibarını korumuş olacaktı.
Öyle ise Süleymanşah’ın bu anlaşmayı neden kabul ettiği sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Bilindiği gibi uçlar göçebelerin komşularıyla
sınırlarını teşkil etmenin yanı sıra, düşmanlarına karşı inisiyatif kovaladıkları çizgileri de oluştururlar. Nitekim 1074’de Antakya’dan kuzeybatıya Bizans istikametinde süratle ilerleyen Süleymanşah, Boğaziçi kıyılarına ulaşıp inisiyatii ele geçirdikten sonra imparatoru barış anlaşması
yapmaya zorlamıştır. Bu anlaşma Süleymanşah’ın maksadının ilânihaye
Bizans yönünde ilerlemek olmadığını düşündüren önemli bir ipucudur.
Süleymanşah’ın bu tarihten itibaren takip ettiği siyaset dikkatle incelendiğinde ne yapmak istediği açıkça anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere
Malazgirt zaferi Anadolu’nun fethi konusunda dönüm noktası olmakla birlikte, Türkler henüz Bizans’ın çekilmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu
tamimiyle dolduramamışlardı. Fırat havzasında ortaya çıkan Philaretos’un
Ermeni derebeyliği de bunun açık göstergesiydi. Kalabalık fakat arkadan
gelenlerle bağlantısız bir şekilde, Bizans yönünde ilerleyen Oğuz istilâsı,
bilinçli bir şekilde durdurularak Anadolu’da temerküz etmesi sağlanmıştır22. Böylece Anadolu’yu yurt tutan Türkler, diğer ülkelere göç eden ve
uçsuz bucaksız bozkırlarda kaybolan soydaşlarının akıbetine uğramaktan
kurtulmuşlardır.
Daha sonra yaşanan ve Bizans’ın kaderini de etkileyen bazı gelişmeler,
söz konusu anlaşma ve onu hazırlayan şartların nasıl bir çaresizlik yaratığının göstergesidir. Nitekim Aleksios’un Türkleri Anadolu’dan atmak için
husumet beslediği Papalıktan yardım istemesi durumun nezaketini açıklamaktadır. Bu davetin neticesi olarak ortaya çıkan haçlı tehlikesinin bertaraf edilmesi23 ve nihayet Bizans’ın “Türkleri Anadolu’dan atma” hayalini
yok eden Myriokephalon Zaferi, tedrici ve sürekli bir gerileme sürecine giren Bizans İmparatorluğuyla Selçuklular arasındaki askerî mücadele dönemini, zafer Türklerde kalmak kaydıyla sona erdirdi. Buna rağmen Türkiye
Selçuklularının Drakon Çayı Anlaşmasıyla belirledikleri siyasî istikamet
değişmeyecek; Moğol istilâsına kadar, Güneydoğu politikasının gerçekleşmesi için mücadele devam edecektir. Anlaşmayı kabul etmenin öncelikli
nedeni olduğu anlaşılan siyasi birlik hedei, uzun mücadeleler neticesinde
sağlanmış; Alâaddin Keykubat zamanında yalnızca Türkler değil, İznik ve
Trabzon Rumları, Çukurova’daki Ermeniler, Halep Eyyûbîleri ve Gürcüler
de bu birliğe dâhil edilmişlerdi.
22 C. Cahen, aynı yer; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 66-71 G. Öğün agm.83-86
23
Bizans’ın Roma Kilisesiyle aralarındaki düşmanlığa rağmen yardım isteyerek üstlendiği büyük
risk, bir bakıma Drakon Çayı Anlaşması’yla kabul edilen kayıpların ne denli hayati olduğunun
da göstergesiydi.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
Bununla birlikte Anadolu’nun nüfus yapısı ile ilgili son söz henüz söylenmemişti. Zira 1071’den itibaren sistematik hâle gelen göç ne kadar
sürekli ve göçebelerin sayısı ne kadar çok olursa olsun; Myriokephalon’a
kadar neredeyse hiç kesilmeyen savaşlar kan kaybına neden oluyordu.
Bu bakımdan 1243’te Türkiye Selçuklularını yenilgiye uğratan Moğolların
gelişi, Türkiye’nin siyasî birliğini bozmuş; ancak istilânın önünden kaçan
Türklerin buraya ilticası Anadolu’nun Türk yurdu olması sürecinde büyük
bir dönüm noktası olmuştur. Gerçekten de Moğol istilâsının önüne katıp
sürüklediği ikinci büyük göç dalgası, özellikle Batı Anadolu’da ülkenin demograik yapısını Türkler lehine olmak üzere yeniden biçimlendirdi. Ancak
Haçlı seferlerinin ortaya çıkardığı şartlar dolayısıyla geciken Güneydoğu
hedei, Moğol istilâsıyla tamamen gündemden düşmüş, diğer her şey gibi
Osmanlı dönemine miras kalmıştır.
Harita 2: Barrington Atlas of the Greek and Roman Empire
33
34
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Kaynaklar
Anna Komnena, Alexiad Malazgirt’ten Sonrası trc. Bilge Umar, İstanbul 1996
Attaleiates, Tarih, trc. B. Umar, İstanbul 2008
Bilge Umar, Türkiye’de Tarihsel Adlar, İstanbul 1993
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993
Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1971
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, trc. E.Üyepazarcı, İstanbul 2000
Claude Cahen, Türklerin Anadolu’ya İlk Girişi (XI.yüzyılın İlk Yarısı), trc. Yaşar Yücel-Bahaaddin
Yediyıldız, Ankara 1988
Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Hududu, trc. F.Işıltan, İstanbul 1970
Ferdinand Chalandon, Alexis Komnene, Paris 1910
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, trc. Fikret Işıltan, Ankara 1981
Gumilyev, Halkların Şekillenişi Yükseliş ve Düşüşleri, trc. Ahsen Batur, İstanbul 2003
Gülay Öğün, “Türk Fethi öncesinde Bizans’ın Doğu Anadolu Siyaseti”, YYÜ Fen-Edebiyat Fakültesi
Dergisi, 2, Van 1991
H.A.R.Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, trc. Ragıp Hulusi (Özdem), Ankara 1998
İbrahim Kafesoğlu, “Doğu Anadolu’ya İlk Selçuklu Akını” Fuad Köprülü Armağanı, TTK yayını
Ankara 2010
J.A. Cramer, A Geographical and Historacal Description of Asia Minor, Amsterdam 1971
J.J. Norwich, Bizans, II, trc. Selen Hırçın Diegel, İstanbul 2012
J.Laurent, “Rum (Anadolu) Sultanlığının Menşei ve Bizans, trc. Yaşar Yücel Belleten LII, 202
(1988)
M. HalilYinanç, Türkiye Tarihi, Selçuklular Devri I Anadolu’nun Fethi, İstanbul 1944
N. Bryennios, Tarihin Özü, trc. B.Umar, İstanbul 2008
Nezih Başgelen, Türkiye’nin Tarihi Coğrafyası, İstanbul 2010
Psellos, Mikhail Psellos’un Kronografyası, trc. Işın Demirkent, Ankara 1992
S. de Saint Quentin, Bir Keşiş’in Anılarında Tatarlar ve Anadolu, trc. Erendiz Özbayoğlu, Antalya
2006
Veli Sevin, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, Ankara, 2013
William Rubruck, The Mission of Friar William of Rubruck, İng. trc. Peter Jackson, Londra 1990
Zonaras, Tarihlerin Özeti, trc. B. Umar, İstanbul, 2008
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri / Gülay Öğün Bezer
Conquest of Anatolia and Drakon Tea Agreement’s place in this conquest
Gülay Öğün Bezer
Abstract
Turkish migration which starting at the end of the 10th century in Turkestan has changed Turks’s
and Anatolians’s fate after the 11th century. On one hand Asia Minor was being subjuguated by
Seljukians by pursuing a conscious policy, on the other hand continious and irremediable immigrations showed the power of changing Anatolia’s demography in a short span of time.According to
the expression of Byzantine historians; Conquests had reached the shores ofthe Bosphours in a very
short time and the Turks had been having all of Anotolia in Byzantium’s economic and military’s
was the worse in period. The Turks had conqured Asia Minor outside the Aegean and Mediterranean
coasts. Byzantine Emperor Alexios Komnenos tried to ind a solution quickly due to events on the
shores of the Bosphorus. The empeor who compessed by the Normans signed an agreement with
the Turkey’s Seljuks’s Sultan Suleiman. Drakon Coffee Agreement without the actual places in the
hands of the Turks was the Turks legally.Suleimans main concerns were about the desine to establish political unity in Anatolia. In subsequent periods this would be seen as the continuation of
politics by making peace with the Byzantines.
Anadolu’nun Fethi ve Drakon Çayı Anlaşması’nın Bu Süreçteki Yeri
Gülay Öğün Bezer
Özet
10. yüzyılın sonlarında Türkistan’dan başlayan Türk göçü, bir yüzyıl sonra Türklerin ve onlarla
birlikte Anadolu’nun kaderini değiştirdi. Küçük Asya bir yandan Selçuklular tarafından bilinçli bir
politika doğrultusunda fethedilirken; diğer yandan sürekli, geri dönüşsüz ve kalabalık göçlerle beslenerek, yüzyıl gibi kısa bir zamanda Anadolu’nun demografyasını değiştirecek kudreti gösterdi.
Bizans’ın ekonomik ve askeri bakımdan çöküşte olduğu bu süreçte, Bizans tarihçilerinin ifadesine
göre fetihler çok kısa bir zaman zarfında Boğaziçi kıyılarına kadar ulaşmış; Türkler Anadolu’nun
tümüne sahip olmuşlardı. Ege ve Akdeniz kıyıları dışında gerçekten de Türkler iili olarak Küçük
Asya’yı fethetmiş bulunuyorlardı. Fakat Boğaziçi kıyılarında süren baskı Bizans İmparatoru Alexios
Komnenos’u süratle bir çözüm bulmak mecburiyetinde bıraktı. İtalya üzerinden Normanlar tarafından da sıkıştırılan imparator, Türkiye Selçuklu sultanı Süleymanşah’la bir anlaşma imzaladı.
Türk ve Bizans hâkimiyet alanları arasında sınır olarak kabul edilen Drakon Çayı Anlaşmasıyla, iili
olarak Türklerin elinde bulunmayan yerler de hukuki olarak onlara bırakılmıştır. Süleymanşah’ın,
başlıca kaygısı İstanbul’un iki Boğaz tarafından da korunması olduğu anlaşılan imparatorun içerisinde bulunduğu zor şartlardan daha fazla istifade etmeyi düşünmemesi, Anadolu’da öncelikle
siyasi birlik kurma isteğiyle ilgilidir. Daha sonraki dönemlerde de, Bizans ile barış yapıp inisiyatif
alarak, bu siyasetin ısrarla sürdürüldüğü görülecektir.
35
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 37
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla
Mücadele Eden Bir Selçuklu
Komutanı
Birsel Küçüksipahioğlu
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı
11. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri yaklaşık 200 yıl boyunca
Türk-İslam dünyasında büyük acıların yaşanmasına sebep oldu. Bu süreçte, Haçlılarla mücadeleyi İslâm Dünyasının lideri olmak sıfatıyla Türk
sultan ve emirleri yürüttü. Bunlardan birisi de Büyük Selçuklu Sultanı
Muhammed Tapar (1105-1118) tarafından Haçlılarla mücadele için görevlendirilen Musul Valisi Şerefü’d-Dîn Mevdûd b. Altuntekin’di.
Haçlı kaynaklarında adı Maledoctus1, Malducus2 ve Menduc,3 Ermeni
kaynağında Mamdud veya Memdud 4 olarak geçmektedir. Mevdûd’un hayatının Musul Valisi olmadan önceki kısmıyla ilgili bilgi bulunmamasına
rağmen; babasının adının Altuntaş veya daha muhtemel olarak Altuntekin
olduğu anlaşılmaktadır.5 Ayrıca bazı araştırma eserlerde yer alan, Selçuklu
Sultanı Muhammed Tapar’ın kardeşi6 veya Musul Valisi Kürboğa’nın
(1096-1102) yeğeni olduğu7 yolundaki iddialar kaynaklar tarafından des-
1
2
3
4
5
6
7
Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantium, RHC. occ., III, s. 428.
trc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expeditionto Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969, s. 209.
Albertus Aquensis, Liber Christianae Expeditionis pro Ereptione, Emundatione et Restitutione Sanctae Hierosolymitanae Ecclesiae, RHC. occ., IV, XVIII, s. 700.
Willermus Tyrensis, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, RHC. occ.,, I, xı, 19,
s. 484, trc. E. A. Babcock ve A. C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By William
Archbishop of Tyre, 2 cilt, New York 1943, I, s. 493.
Urfalı Mateos, Vekayinâme, trc. Hrant Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136)
ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara 1987, s. 238-240, 242-243, 246, 251-252.
İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. A. Özaydın, İstanbul 1991, X, 339 ve İbnü’l-Adim,
Buğyetü’t-taleb fî Tarihi Haleb, trc. Ali Sevim, Biyograilerle Selçuklular Tarihi, Ankara 1989,
s. 101’de Altuntekin’in oğlu olduğu ifade edilirken, Ebü’l-Fidâ’nın (el-Muhtasar fî tarîhî’l-beşer,
İstanbul 1286, I/2) eserinin bir yerinde (s. 234) Altuntekin, bir başka yerinde ise (s. 237) Altuntaş şeklinde geçmektedir. H.A.R. Gibb ise (İbn al-Qalânisî, The Damascus Chronicle of the
Crusades. extracted and translated, H.A.R. Gibb, London 1932, s. 99, not 4’te Altuntaş’ın oğlu
olduğunu belirtirken, kendisine ait bir makalede (“Notes on the Arabic Materials for the History of the Early Crusades”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University of London,
Vol. 7, 4(1935), s. 742, not 4) kesin olarak Altuntekin’in oğlu olduğunu kaydetmektedir.
W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907, s. 64, 84, 87.
Gibb, The Damascus Chronicle…, s. 99, not 4’te Mevdûd’un Musul Valisi Kürboğa’nın yeğeni
olduğu, Muhammed Tapar’ın kardeşi olmadığı söylenmektedir. Ancak Gibb tarafından verilen
38
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
teklenmemektedir. Kaynakların Sultan Melikşah’ın çocuklarıyla ilgili olarak verdikleri bilgiler arasında böyle bir rivayeti geçerli kılacak küçük bir
ima bile yoktur. Ayrıca Muhammed Tapar’la ilgili çalışmalarda da, devrin kaynaklarında herhangi bir bilgi bulunmadığı için, söz konusu iddia
mevzu bile edilmemiştir. Bunların yanı sıra, Mevdud’un, Sultan Tapar tarafından oğluna atabey tayin edilmiş olduğu bilinmektedir. Teknik olarak
bir “Selçuklu meliki”nin başka bir şehzâdeye hoca tayin edilemeyeceği de
malum olduğuna göre, bu iddianın tutarlı bir tarafı bulunmadığı açıktır.
Mevdûd 1108 yılında Musul valisi tayin edilmesiyle birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Ancak hakkında bu tarihten kısa bir zaman önceye ait
bazı bilgiler de mevcuttur. Haçlılarla mücadeleyi ciddi ve kapsamlı bir
şekilde ele alan Sultan Muhammed Tapar, Musul Valisi Çavlı’nın güven
vermeyen davranışları üzerine, Emir Mevdûd b. Altuntekin’i onun üzerine göndermek zorunda kalmıştı. Sekiz ay boyunca Mevdûd tarafından
Musul’da kuşatılan Çavlı, sultanın huzuruna giderek yeniden itaat arz etmiş; el-Cezire bölgesi kendisine iktâ edilirken Haçlılarla mücadele görevi de verilmişti.8Ancak Çavlı’nın sultana karşı itaatsiz tutumunu sürdürmesi ve iktâ bölgesinin gelirlerinden hazineye hiçbir şey göndermemesi
Muhammed Tapar’ın öfkelenmesine ve onu Musul valiliğinden azlederek
yerine Mevdûd b. Altuntegin’i getirmesine neden oldu. Ardından sultan
aralarında Mevdûd b. Altuntegin, Sökmen el-Kutbî, Nasr b. Mühelhil,
Aksungur el-Porsukî ve Erbil hâkimi Ebu’l-Heycâ’nın da bulunduğu emirleri Çavlı’ya karşı Musul’a gönderdi. Nisan-Mayıs 1108’de Musul önlerine gelen ordu Eylül ayına kadar şehri kuşatma altında tuttu. Bu esnada
Çavlı, şehrin surlarını yükseltip sağlamlaştırmış, şehre yiyecek, içecek ve
savaş aletleri stoklamış ayrıca Musul ileri gelenlerini de yakalayarak hapse atmıştı. Ardından eşini bir miktar kuvvetle şehirde bıraktıktan sonra
kendisi Musul’dan çıkarak etrafı yağmalamaya başladı. Harran Savaşı’nda9
esir alınan Urfa Kontu II. Baudouin de yanında bulunmaktaydı. Çok zor
8
9
bu bilgi kendisinin yukarıdaki makalesinde (“Notes on the Arabic s. 742, not 4) düzeltilmekte ve
Kürboğa’nın yeğeni de olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca bkz. H.S., Fink, “Mawdud I of Mosul,
Precursor of Saladin”, The Müslim World, XLIII (1953), s. 19.
İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. X, 339. Krş. A. Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri
Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), s. 51-52.
Urfa Haçlı Kontu Baudouin du Bourg ile Antakya Haçlı Prinkepsi Bohemund, Musul-Haleb
yolu üzerinde yer alan Harran’ı ele geçirmek için birlikte hareket etmiş ancak Harran yakınlarında Musul Valisi Çökürmüş ile Artukoğlu Sökmen’in orduları karşısında 7 Mayıs 1104’de
ağır bir yenilgiye uğramışlardı. Urfa Kontu Baudouin ile kuzeni Tell-Bâşir hâkimi Joscelin de
Courtenay’in esir düştüğü bu savaş Haçlıların, Türkler karşısında aldığı en ağır mağlubiyetlerden biri olarak kayıtlara geçti. Zira Mardin, Diyarbakır ve hatta Musul’u ele geçirmeyi ve bu
sayede sınırlarını doğuya doğru genişletmeyi düşünen Haçlılar bu gayelerine ulaşamadıklarıı
gibi prestij ve itibarları da sarsıldı. Baudouin de Bourg, Sökmen’in elinde esirken, Çökürmüş’ün
adamları tarafından kaçırılarak Musul’a götürüldü. Joscelin ise Sökmen’in yanında bırakıldı.
Sökmen’in 1104 yılında ölümünden sonra İlgazi’nin eline geçen Joscelin, onun tarafından
serbest bırakıldı. Çökürmüş’ten sonra Musul Valisi Çavlı’nın yanında bulunan Baudouin ise
belirtildiği üzere 1108 yılında serbest kaldı. Bkz. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi
(1098-1118), Ankara 1990, I, s. 87 vdd.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 39
durumda kalan Çavlı, muhtemelen Urfa Kontluğu’ndan destek almak için
Baudouin’i serbest bıraktı. Musul’da ise Çavlı’nın eşinin aldığı sert tedbir
ve uygulamalar, halkın tepkisine neden olmaktaydı. Sonunda içeriden iki
askerin veya Ebu’l-Ferec’in10 kaydına göre, şehri tahkim için çalışan işçilerin yardım etmesi ve sultanın ordusunun gayreti ile Musul 1108 Eylül ayında ele geçirildi. Şehre giren Mevdûd, herkese emân verildiğini, sükûnet ve
huzur içinde evlerine ve işlerine dönebileceklerini bildirdi. Mevdûd, böylece şehrin yeni valisi olarak 1108 yılında görevine başlamış oldu. Bu tarih
aynı zamanda onu tarihe mâl edecek sürecin de başlangıcıydı.11 Zira Musul
valiliği sırasında Sökmen el-Kutbî ve Artukoğlu İlgazi ile birlikte, Sultan
Muhammed Tapar tarafından Haçlılarla mücadele ile görevlendirildi.
Aslında Mevdûd, Muhammed Tapar tarafından Haçlılara karşı Trablusşam
emiri Fahrülmülk İbn Ammâr’a yardıma gönderilecekken Çavlı meselesi
dolayısıyla gerçekleşmedi.12
Mevdûd’un 1108 yılından itibaren Haçlılarla mücadeleye görevlendirildiği dönem, Türk-İslam dünyasının plânlı, disiplinli ve geniş kapsamlı
bir şekilde Haçlılara karşı hücuma geçtiği, Anadolu, Suriye ve Filistin’de
Müslümanları kan ve gözyaşına boğan Haçlıların doğrudan hedef alındığı
zamandı. Bu hedefe doğru gidilirken olayların akışı, Urfa Haçlı Kontluğu’nu
öncelikli kıldı. Çünkü bu kontluk hem Büyük Selçuklu Devletinin
Suriye’deki topraklarıyla, hem de Suriye ile Anadolu Türklüğünün irtibatını kesen bir konumda bulunmaktaydı.
Sultan Muhammed Tapar, Kasım-Aralık 1109’da ümeraya Haçlılarla
mücadele için hazırlanmalarını ve Türk-İslam beldelerini onların tehdidinden kurtarmalarını bildirdi. İbnü’l-Kalânisî’nin ifadesine göre13 Bunun
üzerine bir araya gelen Mevdûd ve Sökmen el-Kutbî hemen harekete geçerek Cizre’de (Ceziret İbn Ömer) karargâh kurdular. Buraya yakın bölge valilerinin ve etraftan gelecek gönüllülerin ulaşmasını bekleyen bu iki
emire kısa süre içinde Artukoğlu İlgazi de askerleriyle iltihak etti. Böylece
çok kalabalık bir sayıya ulaşan Türk birlikleri aralarında yaptıkları istişare
sonunda önceliği Urfa Haçlı Kontluğu’na vererek Haçlılarla mücadele için
harekete geçtiler. Bu sırada Urfa Kontluğu’nun başında Çavlı tarafından
serbest bırakılan Baudouin du Bourg (1100-1118) bulunmaktaydı.
Mevdûd komutasındaki Türk birlikleri 2-11Mayıs 1110’da Urfa önlerine gelerek şehri kuşattı. Urfalı Mateos’un14 dediğine göre Mevdûd, dağları,
10 Ebu’l-Ferec, trc. Ömer Rıza Doğrul, Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Ankara 1999, II,
s. 348.
11
Azîmî, Târîhu’l-Azîmî, trc. Ali Sevim, Azîmî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler (h. 430-538=
1038/39-1143/1144), Ankara 1988, s. 36;İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc. X, 366-367;
Ebu’l-Ferec, II, s. 347-348. Krş. Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1989,
s. 207;Özaydın, a.g.e., s. 53-54.
12 Birsel Küçüksipahioğlu, Trablus Haçlı Kontluğu Tarihi (1109-1187), İstanbul 2007, s. 68.
13 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, yay. H. F. Amedroz, Beyrut 1908, s. 169.
14 Urfalı Mateos, s. 238-239.
40
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
tepeleri ve ovaları askerleriyle doldurmuştu. Bu manzaradan dehşete düşen halk korku içinde karşı koymaya çalışırken, yeterince yiyecek ikmali
yapılmadığından bir yandan da açlıkla mücadele etmekteydiler. Urfa’yı
çevreleyen surlar çok güçlü olduğundan kısa sürede buranın ele geçirilmesi mümkün görünmemekteydi. Nitekim daha önce Mayıs 1098’de Musul
Valisi Kürboğa da üç hafta boyunca Urfa’yı kuşatmasına rağmen muazzam
surları ve zaman darlığı sebebiyle şehri ele geçirememişti.
Türklerin şehri kuşatması karşısında şaşkına dönen Haçlılar, savunma
için ellerinden geleni yaparken diğer Haçlı yöneticilerine de haber göndererek kendilerine yardım edilmesini istediler. Haçlı kaynağı Albertus
Aquensis15, Kudüs Kralı I. Baudouin’e Urfa Kontu Baudouin’den, Türklerin
kalabalık ordularla Urfa’yı kuşattıkları ve civarını tahrip ettiklerine dair
haber geldiğini yazmaktadır. Bu esnada Beyrut’u kuşatmakta olan I.
Baudouin, 13 Mayıs 1110’de şehri ele geçirdikten sonra, Haziran başlarında
Trablus Kontu Bertrand ile birlikte Urfa’ya doğru yola çıktı.16
Kral I. Baudouin ve Bertrand’ın askerleriyle birlikte Urfa’ya doğru gelmekte olduklarını ve Fırat Nehri’ni geçtiklerini haber alan Mevdûd kuşatmayı kaldırarak Harran’a doğru geri çekilmek zorunda kaldı. Bunu aslında
Haçlıları bulundukları yerlerden çıkarıp kendisini takip etmelerini sağlamak ve onları pusuya düşürüp tamamıyla yok etmek için yapmıştı.
Mevdûd komutasındaki Selçuklu ordusunun Urfa’dan çekilmesinden sonra Kont Baudouin du Bourg, 400 şövalye ve 10.000 Ermeni askeri eşliğinde şehirden çıkarak Kudüs Kralı I. Baudouin’i karşılamış;
ona, Mevdûd’un ordusuyla birlikte Harran’a doğru çekildiğini bildirmişti. Albertus Aquensis’in17 dediğine göre Baudouin de Bourg krala ayrıca,
Türklerin Urfa’yı Antakya prenkepsi Tankred’in teşvikiyle kuşattıklarından ve Tankred’in kendisine olan düşmanlığından da söz etmişti. Kral
bunun üzerine Tankred’e haber gönderip yanına gelmesini istedi. Önce
Baudouin’in çağrısına icabet etmekte tereddüt eden Tankred, daha sonra
ısrarlar karşısında Urfa’ya gitmek ve kralın da olduğu kalabalık bir topluluk önünde kendisini savunmak durumunda kaldı. Ardından da isteksiz
bir şekilde, Mevdûd’a karşı oluşturulan haçlı ordusunda yer aldı.18
Haçlılar bundan sonra görünüşte birlik halinde Urfa’dan ayrılıp
Mevdûd’u takip etmek gayesiyle önce Harran yönünde ilerlediler. Sonra
Müslümanlara ait olan ve Harran’ın kuzey batısında yer alan Şenav
Kalesi’ne sonuçsuz bir taarruzda bulundular. Elcezire bölgesinde geniş
kapsamlı bir harekât düzenlemek niyetinde olduğu anlaşılan Kudüs Kralı
15 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 16, s. 670.
16 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 169;Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 17-19, s. 671672; Urfalı Mateos, s. 237 vd. Krş.Sevim, a.g.e, s, 210 vd; Demirkent, Urfa Haçlı…, I, 129 vd;
Küçüksipahioğlu, a.g.e., s. 80 vd.
17 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 20, s. 672.
18 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 21-22, s. 673-74. Krş. Steven Runciman, Haçlı Seferleri
Tarihi, trc. Fikret Işıltan, 3 cilt, Ankara 1989, II, s. 95-96;Demirkent, Urfa Haçlı… I, 134 vd.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 41
I. Baudouin, pusuya düşmekten korktuğu için Türklerle savaşa girmeden
Urfa’ya, ardından Samsat’a doğru geri çekilmeyi uygun gördü. Haçlıların
çekilmesinin bir sebebi aralarında devam eden husumet ve güvensizlik,
diğeriyse Dımaşk atabeyi Tuğtekin’in Mevdûd’a yardım için yola çıktığını
öğrenmiş olmalarıydı.
Mevdûd’un niyeti aslında Haçlıları daha içerilere İslâm topraklarına
çekmek ve orada yok etmekti. Ama Haçlıların yürüyüşü durdurması buna
imkân vermedi. Nitekim II. Baudouin, Müslümanların sürekli akınları
yüzünden Fırat’ın doğusunun artık güvenli olmadığı gerekçesiyle, halkı
nehrin batısına göçmeye teşvik ediyordu. Bu hareketlilikten haberdar olan
Mevdûd, Haçlıları takibe koyularak onları Samsat yakınında nehri geçerken yakaladı. Urfalı Mateos’un19 kaydına göre, nehrin öbür tarafına geçmek
için suya atlayanlardan boğulanlar olurken, bir kısmı da kayıklara binmek
için izdiham yaratıyordu. Kaçamayan Haçlılar Selçuklu ordusu tarafından
tamamen yok edildiler. Mevdûd, Urfa’yı ele geçirme konusunda kararlı
olduğu için Fırat’ın batısına geçmedi ve doğrudan Urfa üzerine yürüdü.
Tuğtekin’in göndermiş olduğu birlikler de bu sırada yardıma geldi. Urfa’yı
yeniden muhasaraya başlayan Mevdûd, kışın yaklaşması ve iaşe sıkıntısı
baş göstermesi yüzünden kuşatmayı kaldırıp Musul’a geri çekildi. Bununla
birlikte Harran’da Urfa’yı gözetleyecek bir garnizon bırakıp tedbir almayı
ihmal etmedi. 20
Mevdûd’un Urfa kuşatması istenilen sonuca ulaşamadıysa da,
Haçlıların artık Türk-İslam Dünyasının hedeinde bulunduğu ve onlara
karşı kapsamlı bir harekâtın başladığı anlaşılmaktaydı. Ayrıca bu sefer
Urfa Haçlı Kontluğu’nu temelinden sarsmıştı. Çünkü nehrin batısına yaşanan göç yüzünden doğu tarafının ıssızlaşması doğal olarak güvenlik zaiyeti yaratmaya devam edecekti.
Haçlıların Mevdûd’un Urfa seferi sırasında uğradıkları kayıplar,
Haçlıların İslam dünyasına yönelik düşmanlığını artırmaktaydı. Haleb
Meliki Rıdvan’ın Urfa kuşatmasıyla eş zamanlı olarak Antakya ve Haleb
bölgesinde Haçlılara karşı yürüttüğü faaliyetler de bu düşmanca tavrı
tahrik ediyordu. Birinci Haçlı Seferinin kazanımlarını kaybetmeleri halinde yok olacaklarını bilen Haçlılar, bu nedenle her taraftan Türk-İslam
dünyasına karşı saldırıya geçtiler. Kudüs Kralı I. Baudouin, bu çerçevede
Baalbek ve Bika bölgesine yönelik olarak düzenlediği harekâtta Sayda’yı
ele geçirirken; Antakya prinkepsi Tankred, Haleb bölgesine saldırılarını
artırarak halkı öldürmeye, mal ve mülklerini yağmalayıp bulundukları yerlerden sürmeye başladı. Tankred’in özellikle Haleb’e bağlı Artah, Esârib ve
Zerdanâ’yı ele geçirmesi durumun ne kadar ciddi olduğunun göstergesiydi.
19 Urfalı Mateos, s. 240.
20 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s.170;Urfalı Mateos, s. 240;Fulcherius Carnotensis,
RHC. Occ, II, s. 421 vd, trc. Ryan, s. 197-198;Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 24, s. 674.
Ayrıca bkz. Runciman, a.g.e., II, s. 96 vd; Demirkent, Urfa Haçlı… I, s. 138 vd; Stevenson,
a.g.e.,s. 88-89; Özaydın, a.g.e., s. 106 vd.
42
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Haleb’in Haçlılarca kuşatılması tehlikesine karşı endişeye kapılan
Rıdvan bir taraftan Tankred ile anlaşmaya çalışırken diğer yandan da
Sultan Tapar’dan acil yardım talebinde bulundu. Bu çağrıya kayıtsız kalmayan sultan, Haziran-Temmuz 1111’de bölgedeki emirlere haber göndererek Haçlılara karşı yeni bir savaşa hazırlanmalarını bildirdi. Selçuklu
sultanının bu çağrısına ilk icabet eden, Musul valiliği görevinin, Haçlılarla
mücadele konusunda kendisine yüklediği sorumluluğa binaen Mevdûd
oldu. Re’sul-ayn bölgesinde Şabahtan ve Tell-Kurâd’ı ele geçiren Mevdûd’a,
daha sonra Meraga Emiri Ahmedil, Emir Sökmen el-Kutbî, Erbil hâkimi
Ebu’l-Heycâ, İlgazi’nin oğlu Ayaz, Hemedan Emiri Porsuk’un oğulları ve
başka emirler de katıldı. Hatta Sultan Tapar, oğlu Mesud’u da bir orduyla
Mevdûd’a katılmak üzere Musul’a gönderdi. Albertus Aquensis’in21 abartılı
ifadesine göre bu ordunun mevcudu 200.000 kişiye ulaşmıştı.
Mevdûd ordusuyla Harran’da bulunduğu sırada Şeyzer emiri Ali b.
Münkız’dan, Tankred’in Şeyzer’e geldiği ve bölgede bir kale inşa ettirdiği
haberini aldı. Bu nedenle ordu yardım için Şeyzer’e doğru ilerlerken, 28
Temmuz 1111’de Urfa Haçlı Kontluğu’na ait Tell-Bâşir’i kuşattı. Bu sırada
Hemedan emiri Porsukoğlu Porsuk ta orduya katıldı. Urfa Kontu Baudouin
du Bourg vasıtasıyla Tell-Bâşir’in kuşatıldığını haber alan Kudüs Kralı I.
Baudouin, hemen diğer Haçlı reislerinden yardım isteyerek hazırlıklara
girişti. Ancak Tell-Bâşir senyörü Joscelin de Courtenay, kralın müdahalesine gerek kalmadan Emir Ahmedil ile temasa geçip bazı teklilerde bulunarak onun ordudan ayrılmasını sağladı. Bu arada Haleb Meliki Rıdvan da
Haçlılara karşı Mevdûd’dan acil yardım istemişti. Bunun üzerine Mevdûd
22 Ağustos 1111’de, 26 gündür sürdürdüğü Tell-Bâşir kuşatmasını kaldırıp
Haleb’e doğru yola çıktı. Böylece bu harekât başladığında korkuya kapılan
Urfa Haçlı Kontluğu bir kez daha tehlikeyi atlatmış oldu. Buna rağmen bu
savaş sırasında da görüldüğü gibi, Haçlılar Fırat’ın doğusunda Türk akınlarına karşı koyamadıklarından, mücadele iyiden iyiye nehrin batı yakasındaki topraklara kaymıştı.22
Mevdûd Tell-Bâşir’den ayrıldıktan sonra kendisini ısrarla Haçlılara karşı yardıma çağırmakta olan Melik Rıdvan’ın yanına Haleb’e geldi. Ancak
Rıdvan endişeye kapılarak Mevdûd’a şehrin kapılarını kapattı ve onunla
anlaşma yapmaya yanaşmadı. Onun bu şekilde davranmasında Haleb ön21 Albertus Aquensis, RHC. occ., IV, XI, 38, s. 681.
22 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 171 vd; İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X, s. 388-389;
İbnü’l-Adim, Zübdetü’l-Haleb min Târihi Haleb, yay. Sami ed-Dehhân, 3 cilt, Dımaşk 19511968, II, 156 vd; Urfalı Mateos, s. 242-243; Ebu’l-Ferec, II, s. 350-351. Krş. R. Röhricht, Geschichte des Königreichs Jerusalem (1100-1291), Innsbruck 1898, s. 89 vd; Stevenson, a.g.e.,
s. 89 vd.;Runciman, a.g.e., II, s. 99 vd; Sevim, a.g.e., s. 215vd; Demirkent, Urfa Haçlı…I, s.
141-148; C. Alptekin, Dımaşk Atabegliği, İstanbul 1985, s. 40-41;Özaydın, a.g.e., s. 108-112.
23. İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X ,s. 389-390; İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 175 vd;
İbnü’l-Adim, Zübde, II, 159 vd. Ayrıca bkz. Sevim, a.g.e, s. 218-219; Alptekin, a.g.e., s. 41 vd;
Özaydın, a.g.e., s. 113 vd.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 43
lerine gelen ordunun etrafa zarar vermesinin ve halka karşı hoş olmayan
hareketlerde bulunmasının da etkisi vardı. Mevdûd şehrin önlerindeyken
Dımaşk Atabegi Tuğtekin askerleriyle birlikte Haleb’e gelerek onlara katıldı. Onun gelişi herkesi memnun etmekle birlikte Tuğtekin, Haçlılarla savaşmak için güneye inmek gerektiği şeklinde görüş bildirdi. Bunun üzerine
Selçuklu ordusu Eylül 1111’de Haleb’ten ayrılarak Maarratu’n-Numan’a,
sonra Asi Nehri yakınlarına geldi.
Selçuklu ordusunun Haleb’ten ayrılmasından sonra Melik Rıdvan,
emirlere Tuğtekin’i bertaraf ederek, topraklarının işgal edilmesini isteyen
mektuplar gönderdi. Mevdûd bu teklife hiç itibar etmediği gibi, Tuğtekin’i
adeta himayesi altına aldı. Bu sırada Mevdûd’un yanında sadece Tuğtekin
kalmış; diğer emirler orduyu terk etmiş bulunmaktaydılar. Müslümanların
birbirlerinden ayrıldığını gören Haçlılar, aralarındaki anlaşmazlıkları bir
tarafa bırakarak onlarla savaşmak amacıyla Efamiye’de toplandılar. İbn
Münkız’ın da desteklediği Müslüman ordusu ile Haçlılar Maarratu’nNuman yakınlarında yer alan Tell-Mennes civarında karşılaştı. Türk ordusunun taarruzu karşısında etkisiz kalan Haçlılar, güçlükle de olsa kaçmayı
başarabildiler. Bu seferden sonra Musul’a dönen23 Mevûd’un, ordusunun
zaaf göstermesine rağmen kazandığı başarı, Haçlılar’ın hareket alanının bir
ölçüde sınırlandığını gösteriyor; keza inisiyatiin artık sadece Haçlılarda
olmayacağı da anlaşılmış oluyordu.
Mevdûd, 1111 seferinden sonra 1112 yılında da Haçlılarla mücadelesine
devam ederek doğrudan Urfa Haçlı Kontluğunu hedef alan bir sefer düzenledi. 1112 seferini yalnızca Musul askeriyle yürüten Mevdûd, 30 Nisan-4
Mayıs 1112’de Urfa önlerine gelip, karargâhını kurduktan sonra etrafı tahrip ederek şehri sıkıştırmaya başladı. Halka şehri teslim etmeleri halinde kendilerine iyi davranılacağını ve sıkıntılarının sona ereceğini bildirdi.
Bu sırada kaynakların ifadesine göre, Urfalı 20 Ermeni, Mevdûd’a haber
yollayarak şehri kendisine teslim etmek üzere hazırladıkları gizli plânı
ilettiler. Ermenilerin bu şekilde davranmasının sebebi, Haçlıların onlara
güvenmemeleri ve her zaman kuşkulu yaklaşmaları yüzünden yaşadıkları
olumsuzluklardı. Nitekim Urfa Kontu I. Baudouin döneminden itibaren
Ermenilere uygulanan baskı, şiddet ve takibat bunu destekler mahiyetteydi. Özellikle II. Baudouin’in esaretten kurtulup Urfa’ya geldikten sonra,
ihanet edeceklerinden şüphelenmesi, Ermenilere yönelik ağır bir kıyımı
beraberinde getirmiş, kalabalık bir gurup da şehirden zorla çıkarılmıştı.
Yaşadıkları olaylar zaman içinde onları Haçlılardan uzaklaştırmış; Haçlılar
geldiğinde Türklere ihanet etmiş olan Ermeniler, şimdi onları yeniden bir
kurtuluş ümidi olarak görmeye başlamışlardı. Bu sebeple Türklerle işbirliği etmeleri anlaşılabilir bir durumdu. Ermenilerin hazırladıkları plâna
göre Mevdûd, kuşatmayı kaldırdığı izlenimini vererek Urfa’dan uzaklaşacak, şehri savunan Haçlılar da Mevdûd gittiği için savunmada zaiyet gösterecek ve Müslümanlar bu durumdan istifade edeceklerdi.
44
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Gerçekten Mevdûd kuşatmayı kaldırarak Haziran-Temmuz 1112’de
Seruc’a gitti. Burada da etrafı tahrip etmeye, ekili alanlara zarar vermeye
devam etti. Mevdûd’un harekâtını takip eden Tell-Bâşir hâkimi Joscelin,
Türk birliklerine saldırarak onlara epeyce kayıp verdirdi. Mevdûd bu olaydan sonra süratle Urfa’ya dönerek Ermenilerle anlaştığı şekilde, sur tarafından şehre girmeye çalıştı. Bu sırada Mevdûd’un Ermenilerle anlaştığını
öğrenen Joscelin de Courtenay de gizlice Urfa’ya geldi. Ancak onun gelişinden kısa süre önce şehrin doğu tarafındaki surlarda bulunan bir kule
Mevdûd’un adamlarının eline geçmişti. Ermeniler uzattıkları ip merdivenlerle Türklerin yukarıya çıkmasını sağladılar. Ancak Joscelin, surlara
çıkan askerlerin ana orduyla irtibatını kestikten sonra hepsini öldürdü. Bu
sayede Urfa’nın Mevdûd’un eline geçmesini önlemiş oldu. Ardından ihanet eden Ermeniler ağır bir şekilde cezalandırıldı. Mevdûd bunun üzerine
Temmuz 1112’de kuşatmayı kaldırarak Musul’a döndü. Ancak geri dönüş
yolunda, Şabahtan bölgesinde yer alan Tell-Mavzen’i ele geçirdi.24
Görüldüğü üzere Mevdûd, 1112 seferi ile doğrudan Urfa Haçlı
Kontluğunu hedef almış fakat henüz İslâm Dünyasının birlik teşkil edememesi nedeniyle başarılı olamamıştı. Ancak bu sefer bile Haçlıları korkuya
sevk etmeye, Türkler karşısında daha temkinli ve ciddi olmaları gerektiğini
hatırlatmaya yetmişti.
Bununla birlikte bu seferin sanki Mevdûd’un kusur ve ihmâli yüzünden başarısız olduğu şeklinde dedikodular çıktığı anlaşılmaktadır. Hatta
Mevdûd’un Tuğtekin ile ittifak yaparak Sultan Muhammed Tapar’a karşı
isyan edeceği söylentileri yayıldı. Sultanın bunlardan etkilenmesi üzerine,
Mevdûd eşi ve oğlunu Muhammed Tapar’a yollayarak dedikoduların asılsız olduğunu kanıtlamak mecburiyetinde kaldı.
Mevdûd’un Haçlılarla mücadelesinde şöhretini borçlu olduğu en önemli
olaylardan birisi şüphesiz Taberiyye Savaşıydı. Kudüs Kralı I. Baudouin’in
Dımaşk’a bağlı el-Beseniyye, Havran ve Sevâd’a saldırılar düzenleyip bölgeyi tahrip etmesi ve yolları kesmesi yüzünden Dımaşk’ta büyük sıkıntılar
yaşanmaktaydı. Bu nedenle zor durumda kalan Atabeg Tuğtekin, Musul
Valisi Mevdûd’a mektuplar göndererek Kral I. Baudouin’e karşı kendisine
yardım etmesi için hemen Dımaşk’a gelmesini rica etmişti. Mevdûd bu çağrıya, Sincar Emîri Temîrek ve Artuklu İlgazi’nin oğlu Ayaz’ın da katılımıyla
oluşan kalabalık bir ordu toplayarak mukabele etti. Mevdûd idaresindeki
Selçuklu ordusu, 18 Mayıs 1113’de Fırat’ı geçip Suriye topraklarına girdi.
Mevdûd’un harekâtından Ermenilerin gönderdiği haberciler vasıtasıyla haberdar olan ve telâşa kapılan Kudüs Kralı I. Baudouin, kendisine Taberiyye’yi verdiği eski Tell-Bâşir Senyörü Joscelin de Courtenay ile
birlikte Atabeg Tuğtekin’e anlaşma teklif eden bir mektup yazdı. Joscelin
tarafından kaleme alınan bu mektupta kral, Semânîn Kalesi ve Cebel-i
24 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 181; İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, X, s. 393;Anonim
Süryani Vekâyinamesi, trc. Tritton, s. 83 vd;Urfalı Mateos, s. 246 vd. Krş. Röhricht, Geschichte
des Königreichs…, s. 96 vd; Stevenson, a.g.e., s. 95 vd; Demirkent, Urfa Haçlı…I, s. 149-152;
Özaydın, a.g.e., s. 116-118.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 45
Âmila’nın Tuğtekin’e verilmesi, el-Habis Kalesi ile Sevâd Bölgesi’nin yarısının Kudüs Krallığı’na bırakılmasını istemekte ve artık Dımaşk civarına
saldırmayacağını belirtmekteydi. Kral böylece Tuğtekin’i Türk gücünden
ayırmayı hedelemekteydi, ayrıca antlaşma yapmak hususunda çok geç kalmış bulunuyordu. Zira Mevdûd Suriye topraklarına girerken, hazırlıklarını
tamamlayan Tuğtekin de, Hıms’ın kuzeyinde bulunan Merc-Selemiyye’de
Mevdûd’un kumandasında Sincar ve Artuklu askerlerinden meydana gelen
Selçuklu ordusunu karşılamış bulunmaktaydı.
Tuğtekin ve Mevdûd’un kumandasındaki Türk ordusunun birlikte I. Baudouin üzerine yürümesine karar verildi. Bu amaçla 28 Mayıs
1113 tarihinde önce Kades’e sonra Aynü’l-Cerr üzerinden Banyas’a gelip
ordugâhlarını kurdular. Burada kaldıkları süre içerisinde bir Selçuklu
birliği etrafa akınlar düzenlemiş, ardından Tuğtekin ile Mevdûd buradan
ayrılarak karargâhlarını kurmak üzere Taberiyye Gölü yakınlarında bulunan el-Kuhvâne’ye doğru yola çıkmışlardı. Bu gelişmeler karşısında Kudüs
Kralı I. Baudouin, Şam bölgesinde tahribata girişirken, Antakya Prinkepsi
Roger de Salerne (1112-1119) ile Trablus Kontu Pons’a (1112-1137) derhal
kuvvetlerini toplayarak yardıma gelmeleri çağrısında bulundu.
Savaş 28 Haziran 1113 günü birdenbire başladı. Anlaşıldığı kadarıyla Kral I. Baudouin, Mevdûd ile mücadele edebilmek için Sinnebra
Köprüsü’nün batısına geçerek Türklerin bulunduğu el-Kuhvâne’ye gitmek
istemişti. Bu sırada Mevdûd’un askerlerinden yiyecek aramak için köprüyü
geçen bir gurup etrafta dolaşırken Haçlılarla karşılaşınca savaş başlamış
oldu. Türk ordusu ilk andan itibaren üstünlük sağlayarak Haçlı kuvvetlerini yenilgiye uğrattı. 2000’e yakın Haçlı öldürülürken onlara ait silah, çadır
ve bütün ağırlıklar ele geçirildi. İbnü’l-Kâlanisî’nin25verdiği bilgiye göre aslında Kral da yakalananlar arasındaydı. Silah ve teçhizatı yağmalanmış olmakla birlikte tanınmadığı için biri yolunu bulup kaçabilmişti. Ancak onun
kadar şanslı olmayan pek çok Haçlı Taberiyye Gölü’nde boğulurken, ölü
ve yaralıların suya karışan kanları yüzünden gölün suyu günlerce kullanılamamıştı. Kurtulabilen yaralı Haçlılar ise Taberiyye’ye sığındılar. Kralın
yardım istediği Pons ve Roger ancak savaş bittikten sonra Taberiyye’ye
gelmiş ve kendilerini beklemeden savaşa giren I. Baudouin’e tepki göstermişlerdi.
Musul valiliğine tayin edildiğinden bu yana Haçlılara karşı sistemli bir
mücadele içinde olan Mevdûd, bu zaferle kendisinin ve İslâm Dünyasının
Haçlılar karşısında yükselmekte olan özgüvenini pekiştirmişti. Stevenson,
Mevdûd’un Taberiye seferini “gayesi arazi elde etmek değildi. Birinci Haçlı
Seferi askerleri gibi Kudüs ve kutsal toprakları kurtarmayı hedelemişti.
Bu şekilde o, daha yıllar önce Nureddin ve Salâhaddin’in yüksek gayelerini hissetmişti” cümleleriyle değerlendirmiştir. Kezâ Fink de “Mevdûd’un
1113 yılı seferi, 1187’de Salâhaddin Eyyûbî’nin yaptığını andırır şekilde
parlaktı”diyerek bu galibiyetin, İslâm Dünyası ve Haçlılar için ne anlama
25 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 185.
46
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
geldiğini, kısa fakat çok net bir şekilde anlatmıştır.
Mevdûd ve Tuğtekin zaferi Sultan Tapar’a, pek çok esir ve ganimet eşliğinde gönderdikleri bir elçiyle müjdelediler. Bundan sonra Selçuklu ordusu
Kudüs ile Akkâ arasındaki bölgede asayişi sağlamak maksadıyla bir müddet daha kaldı. Zaten Taberiyye Savaşından sonra kurtulabilen Haçlı birlikleri, Taberiyye’nin batısında bulunan dağa çıkarak 26 gün orada beklemiş; Haçlılara bir daha toparlanma imkânı vermeden onları yok etmek için
savaşa çekmeye çalışan Türk ordusuna da karşılık vermemişlerdi. Uzunca
bir süredir Haçlıları takip etmekten dolayı ordusu yorulan ve sonbahar
mevsiminin de yaklaşmakta olduğunu gören Mevdûd, Selçuklu sultanının
da onayını alarak 5 Eylül 1113 tarihinde Tuğtekin’le birlikte Dımaşk’a döndü. Askerlerine de dinlenmek için izin verdi. Niyeti İlkbaharda Haçlılarla
mücadeleye, cihada kaldığı yerden devam etmekti.26
Tuğtekin tarafından Dımaşk’ta misair edilen ve kendisine gerekli hürmet gösterilen Mevdûd, 10 Ekim 1113 günü Tuğtekin’le birlikte Dımaşk Ulu
Camii’nden çıkarken bir Bâtınî fedaisinin saldırısına uğradı ve dört yerinden yaralandı. İbn Kesir27 dilenci kılığındaki fedainin emirden bir şeyler
istediğini, onun da verdiğini; ancak daha sonra bu şahsın Mevdûd’un yanına gelerek onu bıçakladığını ve hemen orada öldüğünü kaydetmektedir.
Bu sırada oruçlu olan Mevdûd yaralı bir halde Tuğtekin’in evine götürüldü.
Muhtemelen tedavisiyle ilgili olarak orucunu bozması istendiğinde, Allah’a
oruçlu olarak kavuşmak istediğini söyleyip teklii reddetti ve aynı gün hayatını kaybetti. Naaşı geçici olarak Dımaşk’ta Dukak’ın türbesine defnedildi. Sonra Bağdat’a Ebû Hanife’nin mezarının yanına gömüldü; ancak sonra
buradan da alınarak İsfahan’a nakledildi. Mevdûd’u şehit eden Bâtınî fedaisi ise öldürüldükten sonra teşhis edilmek için kafası kesildi ve ardından
ateşe atıldı.28
Mevdûd’un öldürülmesinden Batınîlerin yanı sıra Atabeg Tuğtekin ve
Haleb hâkimi Rıdvan da sorumlu tutulmuşlardır. Rivayete göre Tuğtekin
Dımaşk’ın Mevdûd’un eline geçmesinden çekindiği için tuttuğu kiralık katile bu işi yaptırmıştı. Urfalı Mateos,29 Mevdûd’un Tuğtekin’i ber-
26 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk, s. 183-186; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Târih, terc. Özaydın,
X, s. 395-396; Fulcherius Carnotensis, RHC. occ., III, s. 426-427, trc. Ryan, s. 206-207; Willermus Tyrensis, RHC. occ.,, I, xı, 19, s. 484 vd, trc. Krey, I, s. 493-494; Urfalı Mateos, s. 250-251.
Krş. Stevenson, a.g.e., s. 96; Alptekin, a.g.e., s. 47 vd; Özaydın, a.g.e., s. 118 vd; Fink, a.g.m., s.
25; aynı yazar, “The Foundation of the Latin States, 1099-1118”, A History of the Crusades, Yay,
K. Setton, The University of Wisconsin Press, 6 c, Madison- Milwaukee-London 1969, C. I, s.
402; Küçüksipahioğlu, a.g.e., s. 84 vd.
27 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Mısır 1932, trc. Mehmet Keskin, el-Bidâye ve’n-nihâye. Büyük İslâm Tarihi, 15 cilt, İstanbul 1994, XII, s. 332.
28 İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk s. 187 vd; İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396; İbn
Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, trc. 332; Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc.
Ryan, s. 209; Ebu’l-Ferec, II, s. 352. Ayrıca bkz. Stevenson, a.g.e., s. 63-64; Runciman, a.g.e.,
II, s. 104;Alptekin, a.g.e., s. 68-69;Özaydın, a.g.e., s. 123 vd;Fink, a.g.m., s. 25 vd; I. Demirkent,
“Mevdûd b. Altuntegin”, DİA, C. XXIX, s. 429.
29 Urfalı Mateos, s. 252.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 47
taraf ederek Dımaşk’ı ele geçirme düşüncesinde olduğunu, bunu bilen
Tuğtekin’in idam mahkûmu bir İranlı’yı hapisten çıkarıp kendisini affedeceği vaadiyle Mevdûd’u öldürttüğünü yazmaktadır. Willermus,30bu ölümde hâkimiyetinin elinden alınacağını düşünen Tuğtekin’in rolü olduğunu
kaydetmekte, onun bilgisi ve rızası olmadan bu cinayetin işlenemeyeceğini
söylemektedir. Ebu’l-Ferec31 bazılarının Rıdvan’ı suçladığını, ancak çoğunun Tuğtekin’i sorumlu tuttuklarını; Tuğtekin’in Mevdûd’dan kurtulmak
için bu işi yaptırdığını ve katile ödüller vadettiğini rivayet etmektedir.
Albertus Aquensis,32 Mevdûd’un Türkler ve Hristiyanlar arasındaki itibar
ve ünü sebebiyle Tuğtekin’in onu kıskandığı ve yok etmek için uğraştığını,
bu işi yaparken kendi halkının nefretini çekmemek için son derece gizli hareket ettiğini ilave etmektedir. Albertus’a göre Tuğtekin, Mevdûd’u birtakım hediye ve vaatlerle etkilediği dört siyahi askere öldürtmüştü. Ardından
da olayda hiç dahli yokmuş ve büyük üzüntü duyuyormuş gibi davranarak, bu cinayeti işleyenlerin nerede olurlarsa olsunlar bulunmasını emretmişti. Fulcherius33ise, Mevdûd’u bir Müslümanın öldürdüğünü, Taberiye
Savaşına atıla zaferin ona uğur getirmediğini, sıra dışı birisi tarafından
öldürüldüğünü kaydetmektedir. İslam tarihçisi Azîmî,34 Mevdûd’u tanınmayan birisinin yaraladığını söylerken, Sıbt İbnü’l-Cevzi,35Hıristiyan kaynakların iddialarının aksine Tuğtekin’in Mevdûd’u çok sevdiğini, ölümüne
üzüldüğünü, yas tutarak ve fakirlere sadaka dağıtarak acısını hailetmeye
çalıştığını rivayet etmektedir.
Emir Mevdûd, hayatını Türk-İslam dünyasını Haçlı tehlikesinden kurtarmaya adamış büyük Türk komutanlarından birisiydi. Selçuklu Devletinin
şartlarını iyi analiz eden ve buna göre politika belirleyebilen Mevdûd’un temel stratejisi Türk-İslam dünyasında birliği sağlayarak Haçlılarla mücadele etmekti. Bilindiği gibi Elcezire, Şam ve hatta Mısır’ın jeomorfolojik ve jeostratejik şartları, tarih boyunca bu topraklarda siyasi birliğin sağlanması
gereğini dayatmıştır. Haçlı Seferleri boyunca her iki tarafın yürüttüğü stratejiler dikkatle incelendiğinde zorunlu hedein bu topraklarda birliği gerçekleştirmek olduğu görülmektedir. O sebeple Mevdud da Haçlılara karşı
başarının ön şartının, bu toprakların tek elde toplanması olduğunun bilinciyle hareket etmiştir. Bu nedenle Tuğtegin ve Melik Rıdvan’ın onun bu faaliyetlerinden kaygı duymaları ve hatta onu tehdit olarak görmeleri de anlaşılabilir bir durumdur. Daha sonra haleleri İmadeddin Zengi, Nureddin
Mahmud ve Salahaddin Eyyûbî’nin de başlıca hedeleri bu coğrai birliği
sağlamak olacaktır. Zaten 1144 yılında Urfa Haçlı Kontluğuna son vererek Türk-İslam dünyasını çok büyük bir tehlikeden kurtaran İmadeddin
30 Willermus Tyrensis, RHC. Occ., XI, 20, s. 487, trc. 495-496.
31 Ebu’l-Ferec, II, s. 352.
32 Albertus Aquensis, RHC. Occ., IV, XVIII, s. 700.
33 Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc. Ryan, s. 209
34 Azîmî, a.g.e., s. 39.
35 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân, RHC. Or, III/2, s. 551. Krş. Özaydın, a.g.e., s. 125.
48
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Zengi’nin yetişmesinde de Mevdûd’un büyük rolü vardı. Onu Haçlı tarih
yazarları Fulcherius36 “Türkler arasında ünlü, güçlü ve çok zengin biri”
ve Albertus37 ise“onun adı ve ünü Türkler ile Hristiyanlar arasında çok
iyi bilinir, çünkü o Hristiyanlara karşı diğerlerinden daha büyük mücadele etmiştir” diye tanımlamışlardır. Mevdûd adalet, merhamet, cömertlik
hayırseverlik ve dindarlığı ile meşhurdu.38 İbnü’l-Esir’in kaydına göre39,
Mevdûd’un şehit edilmesinden sonra Tuğtekin’e mektup yazan Kudüs
Kralı I. Baudouin bu husustaki duygularını “İslâmın direğini bir bayram
günü hem de Allah’ın evinde öldüren bir millet mutlaka Allah tarafından
yok edilmeye layıktır” cümleleriyle ifade etmiştir. Bu rivayet eğer müelliin
duygularını ifade eden bir masaj değilse; hayatını Türk-İslam Dünyası ile
mücadele ederek geçirmiş bir haçlının liderinin Mevdûd’un ölümü dolayısıyla sarf ettiği sözler çok anlamlı olmalıdır.
Kaynaklar
Abdulkerim Özaydın, İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih, trc., İstanbul 1991
Albertus Aquensis, Liber Christianae Expeditionis pro Ereptione, Emundatione et Restitutione Sanctae Hierosolymitanae Ecclesiae, RHC. occ., IV, XVIII, s. 700.
Ali Sevim, Biyograilerle Selçuklular Tarihi, Ankara 1989
Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1989
Ali Sevim, Azîmî Tarihi Selçuklularla İlgili Bölümler (h. 430-538= 1038/39-1143/1144),
Ankara 1988
Ebu’l-Ferec, trc. Ömer Rıza Doğrul, Gregory Abû’l-Farac, Abû’l-Farac Tarihi, Ankara 1999
Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantium, RHC. occ., III, s.
428. trc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expeditionto Jerusalem 10951127, Knoxville 1969, s. 209.
Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), Ankara 1990
İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Tarih
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, Mısır 1932
İbnü’l-Kalânisî, Zeylü Târihi Dımaşk
Mehmet Keskin, el-Bidâye ve’n-nihâye. Büyük İslâm Tarihi, 15 cilt, İstanbul 1994
Willermus Tyrensis, Historia rerum in partibus transmarinis gestarum, RHC. occ.,, I, xı, 19,
s. 484, trc. E. A. Babcock ve A. C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By
William Archbishop of Tyre, 2 cilt, New York 1943, I, s. 493.
Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara 1987
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân
Urfalı Mateos, Vekayinâme, trc. Hrant Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayinâmesi (952-1136)
W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907
36
Fulcherius Cartotensis, RHC. Occ., III, 51, s. 428, trc. Ryan, s. 209.
38
İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396. Ayrıca bkz. Fink, a.g.m., s. 25 vd; I. Demirkent,
“Mevdûd b. Altuntegin”, DİA, C. XXIX, s. 429.
37
Albertus Aquensis, RHC. Occ., IV, XVIII, s. 700.
39 İbnü’l-Esir, el-Kâmil i’t-Tarih, X, 396.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı /Birsel Küçüksipahioğlu 49
Mevdud B. Altuntekin: A Seljuk commander who fought against Crusaders
Birsel Küçüksipahioğlu
Abstract
The Crusades, starting from the end of the 11th century, deeply affected Turkish-Islamic world
throught 200 years. During this period, Şerefü’d-Din Mevdud b. Altuntekin, governer of Mosul,
was one of the commender who fought against the Crusaders. Mevdud known to be assigned for
the governer of Mosul in 1108 was commissioned by Sultan Tapar to ight against the Crusaders
(1105-1118). It was such a period that Turkish-Islamic world attacted to the Crusaders in a planned,
disciplined and comprehensive way. It was also such a time that the Crusader, who surrounded and
invaded Anatolia, Syria and Palestine, was targeted. During this struggle since the low of events
tendered it priority to ight against Crusade Count, Mevdud made constant military campaigns one
after another in 1110, 1111 and 1112. Taberiyye war was a special one in his career, where Crusades
was defeated. Mevdud was assassinated and martyrized by a devoted Batıni while he was stepping
out from the Great Mosque in Damascus on October 10th, 1113.
Mevdûd B. Altuntekin: Haçlılarla Mücadele Eden Bir Selçuklu Komutanı
Birsel Küçüksipahioğlu
Özet
11. yüzyılın sonlarında başlayan Haçlı Seferleri 200 yıl boyunca Türk-İslam dünyasını derinden
etkiledi. Bu süreçte Haçlılarla mücadele eden komutanlardan birisi de Musul Valisi Şerefü’d-Dîn
Mevdûd b. Altuntekin’di. 1108 yılında Musul valisi tayin edilmesiyle tanınan Mevdûd, Sultan Tapar
(1105-1118) tarafından Haçlılarla mücadele ile görevlendirilmişti. Bu dönem Türk-İslam dünyasının
plânlı, disiplinli ve kapsamlı bir şekilde Haçlılara karşı hücuma geçtiği, Anadolu, Suriye ve Filistin’i
işgal ve istila eden Haçlıların doğrudan hedef alındığı bir zamandı. Bu mücadele sırasında olayların
akışı Urfa Haçlı Kontluğu’nu öncelikli kıldı. Mevdûd’un bu nedenle Urfa’ya 1110, 1111 ve 1112 yıllarında art arda seferler düzenledi. Ama onun kariyerinde Haçlılara ağır bir darbe indirilen Taberiyye
Savaşı’nın ayrı bir yeri vardı. Mevdûd, 10 Ekim 1113 günü Dımaşk Ulu Camii’nden çıkarken bir
Bâtınî fedaisinin saldırısına uğrayarak şehit oldu.
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Fakülte yıllarında, Prof. Dr. Abdulkadir İnan ve arkadaşlarıyla
Fuat Turan arşivi
50
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
Suriye Selçuklu Meliklerinin
Haçlılarla İlişkileri
Ebru Altan
Doç, Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ölümünün (1095) ardından Türkİslâm dünyası büyük bir kargaşa ortamına sürüklenmiş, güçlü bir liderden
yoksun kalmıştı. Bunu takiben baş gösteren taht mücadeleleri sırasında,
Melikşah’ın kardeşi ve Suriye Selçuklu meliki Tutuş, Rey civarındaki savaşta (Şubat 1095) yeğeni Berkyaruk’a yenilerek hayatını kaybedince meliklik ikiye ayrılmıştı. Tutuş’un bir oğlu Rıdvan Halep’te, diğer oğlu Dukak
ise Dımaşk’ta hâkimiyetlerini ilan edince Suriye’de iki kardeş arasında iktidar mücadelesi başlamıştı1. Fâtımîler, Selçuklu Devleti’nin içine düştüğü
durumdan faydalanarak Kudüs’ü geri almışlardı (1096)2. Bu nedenle 11.
yüzyılın sonlarında Haçlı Seferleri başladığı sırada, Suriye bölgesindeki
Selçuklu melikleri Rıdvan ve Dukak ve onları destekleyen emîrler birbirleriyle kıyasıya mücadele halindeydiler.
Melik Rıdvan, 1096 yılında veziri Cenahüddevle Hüseyin, Seruç
hâkimi Artukoğlu Sökmen ve Emîr Abak ile birlikte Dımaşk’ı kuşatmış; Melik Dukak da buna karşılık yanında atabeyi Tuğtekin ve Antakya
Valisi Yağısıyan olduğu halde Halep’e karşı saldırıya geçmiş, fakat yenilmişti (Mart 1097). Bundan kısa süre sonra Rıdvan ile arası açılan vezir
Cenahüddevle Halep’ten kaçarak Hıms (Humus)’a gelip burayı ele geçirmişti. Yağısıyan ise Halep’e dönerek tekrar Rıdvan’ın hizmetine girmişti.
Melik Rıdvan, Haçlılar Antakya’ya doğru ilerlerlediği sırada Artukoğlu
Sökmen ve Yağısıyan ile beraber Hıms ve Dımaşk üzerine yeni bir sefer
için harekete geçmişti; ama durumu öğrenince Halep’e geri dönmek durumunda kaldı3.
Türkiye Selçuklularıyla mücadele ederek Anadolu’yu geçmeyi başa-
1
2
3
Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, TTK-Ankara 19892, s. 137 vdd.; Abdulkerim
Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul 2001, s. 30
vdd.
Kudüs, 1085 yılında Tutuş tarafından vali olarak atanmış olan Artuk Bey’in ölümünden (1091)
beri onun oğulları İlgazi ve Sökmen’in idaresinde bulunuyordu.
Haçlı Seferleri öncesinde Suriye Selçuklu Devleti’nin durumu ve melikler arasındaki mücadele
hakkında geniş bilgi için bk. Sevim, Suriye, 161 vdd.
51
52
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ran Haçlılar, stratejik ve moral değerinden dolayı Antakya’yı arkalarında
bırakıp yollarına devam etmeyi düşünemezlerdi. Fakat Selçuklu melik
ve emîrleri kendi aralarındaki meseleleri bir kenara bırakıp Haçlı ordusu Antakya önüne ulaşmadan önce onlara karşı birlik sağlayamadılar.
Haçlılar böylece ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan Antakya’ya doğru
ilerleme imkânı buldular. Rıdvan’a bağlı olan Antakya Valisi Yağısıyan ise
yaklaşan tehlike karşısında başta Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk ve ona
tabî olan Suriye Selçuklu melikleri olmak üzere Hıms Emîri Cenâhüddevle,
Musul Valisi Kürboğa ve Seruç hâkimi Sökmen b. Artuk, Samsat hâkimi
Süleyman b. İlgazi gibi civardaki diğer emir ve beylere haber gönderip
yardım istedi. Fakat Selçuklu melikleri Haçlılar kuşatma sırasında şehir
önünde perişan düştüklerinde bile, birlikte duruma müdahale etmekten
aciz kaldılar.
Bu arada Haçlılar Halep ve Dımaşk hâkimlerine mektuplar göndererek, “Biz sadece, daha önce Rumların elinde olan yerleri almak üzere geldik, başka yerlerde gözümüz yoktur”, diyerek onların Antakya’ya yardıma
gelmelerine mani olmaya çalışıyorlardı4. Ancak Dımaşk Meliki Dukak,
Haçlılar tarafından kuşatma altına alınmış olan Antakya’ya yardım etmek
üzere, Aralık ayı ortalarında yanında atabeyi Tuğtekin ve Yağısıyan’ın oğlu
Şemsüddevle de olduğu halde güçlü bir orduyla harekete geçti; Hama emîri
de birlikleriyle ona katıldı. Dukak’ın kuvvetleri Şeyzer’de iken, yiyecek aramak için güneye doğru ilerleyen bir Haçlı birliğinin çok yakınlarda olduğuna dair haberler geldi. Ertesi sabah (31 Aralık) el-Bâre Köyü yakınlarında
Haçlılarla karşılaşan Türkler, Haçlı liderlerinden Bohemund’un ani hücumu karşısında yenilgiye uğrayıp Hama’ya doğru geri çekilmek zorunda
kaldılar. Böylece Dukak’ın Antakya’yı kurtarma girişimi sonuçsuz kaldı5.
Yağısıyan’ın acil yardım çağrısı üzerine bu kez Halep Meliki Rıdvan,
Antakya’yı kurtarmak üzere girişimde bulundu. Rıdvan, Artukoğlu Sökmen
ve Hama emîrinin de desteğiyle topladığı orduyu Antakya’ya sevk etti fakat kendisi bu orduya katılmadı. Rıdvan’ın ordusu Şubat ayı başlarında,
Antakya’ya yalnızca 35 km. uzaklıktaki Hârim’i zapt ederek Haçlılara karşı taarruza hazırlandı. Fakat Bohemund, Robert de Flandre ve Etienne de
Blois’nın kumandasındaki 700 şövalye, Asi Nehri ile Antakya Gölü (Amik
4
5
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Tarih, terc. A. Özaydın, İslâm Tarihi, el-Kâmil i’t-Târih Tercümesi,
X, İstanbul 1987, s. 230.
Anonymi Gesta Francorum, terc. R. Hill, The Deeds of the Franks and the Other Pilgrims
to Jerusalem, Oxford 1979, s. 30 vd.; Raimundus Aguilers, terc. H. Hill-L. Hill, Raymond
d’Aguilers, Historia Francorum, qui Ceperunt Iherusalem, Philadelphia 1968, s. 34 vd.; Fulcherius Carnotensis, terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969, s. 93 vd.; Albertus Aquensis, neşr. ve terc. S. B. Edgington,
Albert of Aachen. Historia Ierosolimitana, History of the Journey to Jerusalem, Oxford 2007,
ııı, 50-51; Willermus Tyrensis, terc. E.A. Babcock - A.C. Krey, A History of Deeds Done Beyond
the Sea. By William Archbishop of Tyre, I, New York 1943, s. 216 vd.; İbnü’l-Kalânisî, Zeyl
Târih Dımaşk, terc. H.A.R. Gibb, The Damascus Chronicle of The Crusades, Londra 1932, s. 42
vd.; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb min Tarihi Haleb, RHC or., III, s. 578 vd.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
Gölü) arasında bir yerde bu orduyu pusuya düşürüp bozguna uğrattılar (9
Şubat 1098). Hârim’deki garnizon da kaleyi ateşe verdikten sonra kaçan
Türk kuvvetlerine katıldı. Bu suretle Dukak’tan sonra Rıdvan’ın Antakya’yı
kurtarma girişimi de başarısızlığa uğradı6.
Melik Dukak daha sonra Büyük Selçuklu Sultanı Berkyaruk tarafından
Musul Valisi Kürboğa’nın kumandasında Antakya’ya yardım için gönderilen birleşik orduya katıldı. Fakat Halep Meliki Rıdvan kardeşi Dukak ile
rekabeti ve üvey babası Cenahüddevle’ye olan husumeti yüzünden bu orduda yer almadı. Bu arada Selçuklu komutanı Kürboğa üç hafta süren (425 Mayıs 1098) başarısız Urfa kuşatmasının7 ardından yoluna devam edip
Merc-i Dâbık’a geldi; Dukak’ın yanı sıra, Atabeg Tuğtekin, Hıms Emîri
Cenâhüddevle, Sincar hâkimi Arslantaş ve Sökmen b. Artuk da burada ona
katıldılar. Mayıs başlarında Kürboğa’nın idaresinde büyük bir ordunun
yolda olduğuna dair haberler, ordugâhta açlıktan ve hastalıktan perişan
durumda olan Haçlılar arasında büyük korku uyandırdı. Fakat Kürboğa’nın
Urfa önünde kaybettiği zaman sayesinde yok olmaktan kurtulan Haçlılar,
9 ay süren kuşatmanın ardından nihayet ihanet yoluyla Antakya’yı ele
geçirdiler (3 Haziran 1098). Zamanında yetişemeyen Kürboğa ise şehri kuşatma altına aldı. Fakat sonuç Haçlıların korktuğu gibi olmadı. Zira
Kürboğa’nın ordusundaki emîrler ve beyler arasında ciddi anlaşmazlıklar
ve güvensizlik başlamıştı. Kürboğa, ordudaki birlik ve beraberliği sağlayamadığı gibi birçok kumandanı sert tutumu yüzünden darıltmıştı. Böylece
pek çok kişi gruplar halinde kuşatmayı terk edince ordunun gücü azaldı.
Melik Dukak ise Fatımîlerin Dımaşk’a saldırmasından korktuğu için bir an
önce geri dönmek istiyordu8.
28 Haziran 1098’de Antakya surları önünde yapılan savaş sırasında
birçok emîr, kazanılacak zaferin Kürboğa’yı güçlendireceğini düşündüğünden savaştan çekildi. Türkmen birliklerinden sonra Melik Dukak da savaş
meydanını terk etti. Bu kargaşa sırasında pusuda bekleyen kuvvetler de
kaçtılar. Bunun üzerine yenilgiye uğrayan Kürboğa Halep’e doğru çekilmek zorunda kaldı ve ancak Melik Rıdvan’ın yardımıyla Musul’a dönebildi.
Şüphesiz büyük bir İslâm ordusunun, perişan durumdaki Haçlı ordusuna
yenilmesi beklenmedik, şaşırtıcı bir galibiyet oldu. Hıristiyanların mucizelere hamlettikleri bu netice Haçlı Seferinin gerçek mahiyetini henüz kavrayamamış olan bu yüzden de şahsi ve politik çıkarları doğrultusunda hare-
6
7
8
Gesta Francorum, s. 35-38; Raimundus, RHC occ., III, s. 246-48 / Hill, s. 39 vd.; Albertus, ııı,
60-62; Willermus, Krey, I, s. 225 vdd. İbnü’l-Adîm, s. 579. Göl Savaşı hak. geniş bilgi için bk. J.
France, Victory in the East. A Military History of the First Crusade, Cambridge 19962 , s. 245251; Th. Asbridge, First Crusade, Oxford 2004, s. 181 vdd.
Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), I, TTK-Ankara 1990, s. 41-44.
İbnü’l-Esîr, X, s. 230; İbnü’l-Adîm, s. 580-582; Gesta Francorum, s. 49. Anna Komnena, The
Alexiad of Anna Comnena, terc. E.R.A. Sewter, London 1969, s. 349 / terc. B. Umar, Anna
Kommena. Alexiad, İstanbul 1996, s. 340.
53
54
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ket etmekte sakınca görmeyen Müslümanlar için kaçınılmaz bir durumdu9.
Bu yenilgiden sonra Antakya’da Haçlı hâkimiyetinin sağlanması yanında orduya Filistin yolu da açılmış oldu. Norman lider Bohemund,
Antakya’ya el koyarak burada bir Haçlı prensliği kurdu. Bundan sonra doğal olarak Meliki Rıdvan’ın Urfa ve Antakya Haçlı hâkimiyetleri arasında
kalan toprakları sürekli Haçlı istilasına maruz kaldı. Bohemund, sınırlarını doğuya doğru genişletmek için Rıdvan’ın idaresinde bulunan Halep
ve çevresine akınlar düzenledi. Bu süreçte Halep bölgesindeki el-Cezr,
Zerdana ve Sermin’i ele geçirdi; yaz başında da Efâmiye (Apamea)’yi kuşatıp etrafı tahrip etti. Nihayet Kellâ kalesi (yeri tam olarak belli değildir)
Haçlılar tarafından işgal edilince, Rıdvan karşı harekete geçmek zorunda
kaldı. Fakat Kellâ’da yapılan savaşta Rıdvan’ın ordusu yenilgiye uğradı; askerlerinin birçoğu şehit, bir kısmı da esir düştü (5 Temmuz 1100).
Bunun üzerine Melik Rıdvan Hıms’a gidip eski veziri Cenahüddevle’den
yardım istemek zorunda kaldı. Ancak Kellâ’da kazandıkları başarı sonucunda Kefertâb, el-Hâzır ve Halep’in batısındaki bölgenin büyük kısmı
Haçlıların eline geçti. Böylece Antakya’daki Haçlıları güneydoğu sınırında durumlarını Selçuklular aleyhine güçlendirmiş oldular10. Bunu takiben
Antakya Prinkepsi Bohemund, Halep’i ele geçirmek üzere hazırlıklara
başladı. Bu amaçla Galilaea Prinkepsi Tankred’le beraber Halep yakınlarına kadar ilerleyip Kuvayk Çayı kıyısında ordugâh kurdu. Fakat bu sırada
Malatya Ermeni hâkimi Gabriel, Bohemond’dan şehri kendisine bırakmayı vadederek Danişmendli Gümüştekin’e karşı yardım istedi. Bunun
üzerine hâkimiyet sahasını kuzeye doğru genişletme hedeini öne alan
Bohemund’un, Halep’i kuşatma planından vazgeçerek geri dönmesi Melik
Rıdvan’a rahat bir nefes aldırdı11.
Öte yandan Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak da Suriye ve Filistin’de yerleşen Haçlılara karşı koymaya çalıştı. Sınırlarını Ürdün Nehri’nin doğusuna doğru genişletme çabası içinde olan Kudüs kralı Godefroi de Bouillon,
Tankred ile beraber Taberiye Gölü’nün doğusunda oldukça verimli ve zengin topraklara sahip olan bölgeyi yağma ve işgal etmek üzere harekete geçti
(Mayıs 1100). Dımaşk Melikliği’ne tabi olan bu bölgede, Haçlılar tarafından “Şişman Köylü” diye anılan bir emîrin yardım isteği üzerine Dukak,
9
10
11
Gesta Francorum, s. 69 vd.; Raimundus, RHC occ., III, s. 260 vd. / Hill, s. 63 vd.; Fulcherius, Ryan, s. 105 vd.; Radulfus Cadomensis Gesta Tancredi, RHC occ., III, s. 667-70 / terc.
B.S. Bachrach-D.S. Bachrach, Gesta Tancredi of Ralph of Caen, Hampshire 2005, s. 106-110;
İbnü’l-Kalânisî, s. 46; İbnü’l-Esîr, X, s. 231. Geniş bilgi için krş. France, s.280 -296; ayrıca St.
Runciman, terc. F. Işıltan, Haçlı Seferleri Tarihi, I, TTK-Ankara 1986, s. 190 vd.; I. Demirkent,
Haçlı Seferleri, İstanbul 1997, s. 45 vd.; A. Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, İst. Üniv.
Edebiyat Fk. Tarih Dergisi, Sayı: 36, s. 410-418; Asbridge, s. 232-240.
İbnü’l-Kalânisî, s. 49; İbnü’l-Esîr, X, s. 248; İbnü’l-Adîm, s. 588. Krş. Sevim, Suriye, s. 192 vd.
İbnü’l-Adîm, s. 589; İbnü’l-Kalânisî, s. 49 vd.; Albertus, vıı, 27; Anonim Süryanî Vekayinâmesi,
terc. A.S. Tritton, The First and Second Crusades from an Anonymous Syriac Chronicle, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, 1933, s. 74.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
o yöreye 500 atlı gönderdi. Dımaşk atlı kuvvetleri, Cavlân içlerine kadar
uzanan akından sonra, artçıların başında ganimetlerle yüklü olarak geri
dönmekte olan Tankred’in birliklerine saldırıp onları bölgeden uzaklaştırdılar. Birçok adamını ve ele geçirdiği ganimeti kaybeden Tankred hayatını
güçlükle kurtardı. Taberiye’ye döndükten sonra bu yenilginin intikamını
almak için Dımaşk’a bağlı topraklara art arda şiddetli akınlar düzenledi.
Bunun üzerine müşkül durumda kalan Dukak, para teklif ederek barış
istemek zorunda kaldı. Tankred ise Dımaşk’a altı şövalyeden oluşan bir
elçi heyeti gönderip Dukak’ın Dımaşk’ı teslim etmesini ve eğer kendisine
bağlı topraklarda yaşamak istiyorsa Hıristiyan olmasını şart koştu; başka
hiçbir şartta onunla anlaşmayacağını bildirdi. Bu hakaret karşısında çok
öfkelenen Dukak da elçilere aynı şekilde davranarak, sağ kalmak istiyorlarsa Müslüman olmalarını şart koştu. Şövalyelerden biri Müslüman olup
kurtulurken diğerleri öldürüldü. Tankred bunun üzerine yeniden Dımaşk
Melikliği’ne bağlı topraklara hücum ederek iki hafta süreyle Cavlân bölgesini yağmalayıp tahrip etti. Selçuklu meliki buna karşı koyacak hiçbir
girişimde bulunamadı. Neticede “Şişman Köylü” de bu akınları durdurmak
için Tankred’e boyun eğmek zorunda kaldı ve vergi ödemeyi kabul edip
onun vassali oldu12.
Bir süre sonra Melik Dukak, Kudüs kralı Godefroi’nin ölümü (1100) dolayısıyla onun yerine tahta geçmek üzere Antakya üzerinden Kudüs’e gitmekte olan Urfa Kontu Baudouin de Boulogne’u bir baskınla ele geçirmek
için plan yaptı. Hıms Emîri Cenahüddevle de kendisine katıldı. Trablus
üzerinden ilerleyen Haçlı kailesi, Beyrut yakınında dar ve tehlikeli bir geçitte Köpek Nehri (Nehrü’l-Kelb)’ni aşmaya çalışırken Dukak’ın hücumuna uğradı. Birçok adamı öldürülen Baudouin gece karanlığından istifade
edip geri çekildi. Fakat ertesi gün sahte ricat hareketiyle Dımaşk ordusunu
yenilgiye uğratan Baudouin Kasım 1100’de Kudüs’e ulaştı ve kardeşinin
yerine tahta çıktı13. Bunu takiben Dukak, Kral Baudouin’e bir heyet gönderip baskın sırasında esir düşen 45 seçkin askerinin serbest bırakılmasını
istedi. Baudouin ise paraya ihtiyacı olduğundan 50.000 Bizans altını karşılığında esirleri Dımaşk’a gönderdi14.
Melik Dukak daha sonra, Haçlılar tarafından tehdit edilen Trablus’a
yardım girişiminde bulundu. Nitekim Haçlı liderlerinden Raymond de St.
Gilles, Tartus (Antartus)’u ele geçirmiş (Şubat 1102) ve Trablus sınırına dayanmıştı. Bunun üzerine şehrin hâkimi Fahrülmülk İbn Ammâr, Dukak ile
Cenahüddevle’ye haber göndererek Raymond’un yanında az sayıda kuvvet
bulunduğunu, onu geri püskürtmek için hemen harekete geçmelerini istedi. Dukak bu çağrıya 2000 kişilik kuvvet göndermek suretiyle cevap verdi.
12
13
14
Albertus, vıı, 16-17.
Fulcherius, Ryan, s. 137-143; Albertus, vıı, 32-34; İbnü’l-Kalânisî, s. 51.
Albertus, vıı, 53.
55
56
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Dımaşk ve Hıms birlikleri, İbn Ammâr’ın kuvvetleriyle beraber Tartus yönünde harekete geçip kendilerini karşılayan Raymond’un kuvvetlerine üç
koldan hücuma geçtiler. Mütteik kuvvetlerin yenilgiye uğraması (Nisan
1102) Raymond’a Trablus yolunu açtı. Ancak burada cereyan eden şiddetli
çatışmalardan sonuç alamayan Raymond, Trablus emiriyle anlaşma yapıp
Tartus’a döndü.
Ertesi yıl, Hısnü’l-Ekrâd’ı muhasara eden Raymond, kendisine karşı asker toplayan Cenahüddevle’nin Bâtınîler tarafından öldürüldüğünü duyunca (Mayıs 1103) hemen Hıms üzerine yürüdü. Bunun üzerine
Melik Rıdvan’ın annesi olan emirin dul eşi, oğlunu şehri Haçlılara karşı
korumak üzere davet etti. Fakat Hıms ileri gelenleri vaktiyle Rıdvan’a karşı Cenahüddevle’nin yanında yer aldıkları için şehri onun yerine kardeşi
Dukak’a teslim etmeyi tercih ettiler. Böylece Raymond’un Hıms’ı ele geçirme girişimi sonuçsuz kaldı15.
Bu arada Danişmendlilere esir düşen (1100) Bohemund’un Niksar’da
hapiste olmasından faydalanmak isteyen Sultan I. Kılıç Arslan, Melik
Rıdvan ile anlaşarak Antakya’yı kurtarmak üzere harekete geçti (1103).
Ancak Danişmendli Beyi Gümüştekin’in onu 100.000 altın idye karşılığında serbest bırakması üzerine bu girişim sonuçsuz kaldı. Bunun yanı sıra
Selçuklu Sultanı Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasında devam eden
taht kavgalarından yararlanan Urfa ve Antakya Haçlı kuvvetleri birlikte
İslâm topraklarına arka arkaya akınlar düzenlediler. Halep bölgesindeki
Müslimiye’yi zapt edip, pek çok insanı öldürdüler. Haçlılara karşı savunma durumunda kalan Melik Rıdvan, onlarla bir anlaşma yaparak 7000
dinar ve 10 at karşılığında Müslüman esirlerin serbest bırakılmasını sağladı. Buna rağmen Bohemund bir süre sonra tekrar Halep Melikliği’ne karşı
harekete geçti. Antakya-Halep yolu üzerindeki Beserfûs (Basarfut) kalesini
ele geçirdi16
Halep Meliki Rıdvan ancak 1104 yılında Haçlılara karşı harekâta geçme imkânı buldu. Zira bu yıl, topraklarını doğuya doğru genişletme teşebbüsünde bulunan Urfa ve Antakya Haçlıları, Mardin hâkimi Artukoğlu
Sökmen ile Musul Valisi Çökürmüş tarafından Harran Savaşı’nda (7 Mayıs
1104) ağır bir yenilgiye uğratılmışlardı. Urfa Kontu II. Baudouin ve TellBâşir hâkimi Joscelin bu savaşta esir düşmüşlerdi. Bu fırsatı derhal değerlendirmek üzere harekete geçen Rıdvan el-Cezr, el-Fûa, Sermin, Maarrat
Masrîn gibi stratejik noktaları geri aldı. Rıdvan’ın bu harekâtı sırasında
Maarratünnûman, Kefertâb, Latmîn, el-Bâre de tekrar Türk hâkimiyetine
geçti. Keza Antakya’nın savunması açısından çok önemli bir kale olup adeta kalkan görevi gören Artah da geri alındı. Melik Rıdvan’ın prinkepslik
topraklarındaki akınları Demir Köprü’ye kadar ulaştı. Bu suretle Halep
bölgesinde Hab dışındaki bütün önemli mevkiler Haçlılardan geri alınmış
15
16
İbnü’l-Kalânisî, s. 57 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 282; İbnü’l-Adîm, s. 590 vd.
İbnü’l-Adîm, s. 591 vd.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
oluyordu. Ancak Rıdvan, kardeşi Dukak’ın ölümü (Haziran 1104’te) üzerine başlayan taht kavgalarına müdahil olmak ve Dımaşk’a hâkim olmak
düşüncesiyle Halep bölgesindeki harekâtı sona erdirdi17.
Ancak Antakya Haçlı kuvvetleri, ertesi yıl Harran Savaşından sonra kaybedilen şehir ve kaleleri geri almayı başardılar. Bu savaştan sonra kendisini toparlayamayan Antakya Prinkepsi Bohemund’un hem Türklere hem de
Bizans’a karşı savaşabilmek için asker toplamak üzere Avrupa’ya döndü.
Bunun üzerine onun naibi olan Tankred, stratejik öneminden dolayı ilk
olarak Artah’ı geri almak için harekete geçti; bölgedeki Frankların da yardımıyla şehri kuşattı18. Bu sırada İbn Ammâr’ın Haçlılara karşı yardım çağrısı üzerine, Trablus’a gitmek için büyük bir ordu hazırlamış olan Rıdvan,
bu durumu haber alınca derhal Tankred’in üzerine yürüdü. Tankred yaklaşan Selçuklu ordusunun kalabalık olduğunu görünce barış tekliinde bulunduysa da Rıdvan kabul etmedi. Böylece iki ordu Artah yakınında karşı
karşıya geldi (20 Nisan 1105). Tankred, Selçuklu ordusunu keskin kayaların bulunduğu araziye çekip onların alışık oldukları savaş taktiklerini
uygulamalarına fırsat vermeden bozguna uğrattı. Melik Rıdvan çekilirken
Artah’ı geri alan Tankred, kaçanları takip ederek Halep’e kadar uzanan bir
yağma akını düzenleyip çok sayıda esir ve ganimet elde etti. Artah yenilgisi
Halep Melikliği için bir felaket niteliğindeydi. Şeyzer’e kadar civardaki her
yer artık istila tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu. Halep’e göç etmeye çalışan çok sayıda insan yollarda Haçlı atlılarının saldırısına uğradı. Bu
harekât sonunda Prinkepsliğin doğu sınırında yalnızca Esârib, güneyde ise
Hama Selçukluların elinde kaldı19.
Toprakları büyük tehdit altında bulunan Melik Rıdvan, Haçlılarla mücadeleyi sürdürebilmek için mütteikler bulmaya çalışıyordu. Sonunda
Artuklu İlgazi, İspehbed Sabâve ve Sincar emiri Arslantaşoğlu Alp ile
Haçlılara karşı arzu ettiği ittifakı kurdu. Ancak mütteikler, bir süre önce
Sultan Berkyaruk tarafından Bağdat şahneliğinden alınmış olan İlgazi’nin
teklii üzerine, önce Musul Valisi Çökürmüş’ün idaresindeki toprakları ele
geçirmeye karar verdiler. Bu çerçevede önce Nusaybin kuşatıldı (Mayıs
1106). Çökürmüş Rıdvan’a kuşatmayı kaldırması durumunda kendisine
her türlü yardımda bulunacağına dair söz vererek ittifakın bozulmasını
sağladı. Rıdvan bunun üzerine Haçlılara karşı Çökürmüş’ün desteğini kazanmak arzusuyla kuşatmayı kaldırmaya karar verdi. Fakat İlgâzi bu anlaşmaya karşı çıkıp Rıdvan’ı tehdit edince yakalanıp hapsedildi. İlgazi’ye
bağlı Türkmenler bu yüzden ayaklandıkları için Rıdvan, Halep’e dönmek
zorunda kaldı. Çökürmüş de sözünde durmayınca Rıdvan umduğunu bulamadı. Neticede Rıdvan’ın Haçlılara karşı kurduğu ittifak hiçbir başarı
elde edemeden dağılmış oldu20. Bu durumdan da anlaşıldığı gibi, Halep
17
İbnü’l-Adîm, s. 592 vd.; İbnü’l-Kalânisî, s. 69; Radulfus, RHC occ., III, s. 712.
19
İbnü’l-Kalânisî, s. 69 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 593 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 318; Radulfus, RHC occ.,
III, s. 714 vd.; Fulcherius, RHC occ., III, s. 411; Albertus, ıx, 47. Bu savaş hakkında ayrıca Cahen,
La Syrie, Paris 1940, s. 239 vdd.; Runciman, II, s. 41 vd.; Sevim, Suriye, s. 198 vd.
18
Albertus, ıx, 47.
20 İbnü’l-Esîr, X, s. 326 vd. Krş. Sevim, Suriye, s. 200 vd.
57
58
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
bölgesi Haçlılar tarafından istila edilirken Müslüman liderler, onlara karşı
müşterek bir cephe oluşturamadılar. Hatta istila sürerken, Müslümanlar
bir yandan da Haçlılarla çıkarları doğrultusunda işbirliği yapmaktan geri
kalmadılar.
Melik Rıdvan, bir süre sonra Çökürmüş’ün yerine Musul valisi tayin
edilmiş olan Çavlı ile anlaşıp Antakya Prinkepsliği’ne karşı yeniden teşebbüse geçti. Fakat Haziran 1107’de Sultan I. Kılıç Arslan’a karşı kazandıkları zaferden sonra, Çavlı tarafından tutuklanmaktan korkarak Halep’e
geri döndü. Çavlı ise Musul’u kendisinden alıp Mevdûd’a veren Sultan
Muhammed Tapar’a karşı mücadele etmeye karar verdi. Bunun için paraya
ve mütteiklere ihtiyacı olduğu için, Çökürmüş tarafından Musul’da hapsedilmiş olan Urfa Haçlı kontunu, askeri ittifak vaadi ve idye karşılığında
serbest bıraktı (1108). Ancak Urfa’nın idaresini elinde bulunduran Antakya
naibi Tankred, esaretten dönen Baudouin du Bourg’a şehri teslim etmek
istemedi. Kont Urfa’ya girebilmek için Tankred’e karşı savaşmak zorunda
kaldı (1108). Zaten başından beri birbirleriyle anlaşamayan bu iki Haçlı
hâkimiyeti arasındaki husumet bunu takip eden süreçte de devam etti ve
iki Haçlı lideri, yine birbiriyle rekabet eden Müslüman liderlerle ayrı ayrı
işbirliği yapınca Müslüman-Haçlı ittifak gruplarının mücadelesi başladı.
Kont Baudouin, Urfa’da yeniden hâkimiyet kurduktan sonra, Çavlı ile
yapmış olduğu anlaşmaya bağlı kaldı. Haçlı kontu ile Emir Çavlı arasındaki
bu dostluk ve ittifak Halep Selçuklu Meliki Rıdvan’ı endişeye düşürdü. Zira
Muhammed Tapar’a karşı Irak’ta tutunamayacağını anlayan ve yeni bir
hâkimiyet alanı arayışıyla Suriye bölgesine yönelen Çavlı, şimdi Fırat kavsinde harekâtta bulunarak Rıdvan’a bağlı araziyi tehdit ediyordu. Bunun
üzerine Rıdvan Sıffîn’e kadar geldi ve burada Baudouin’in idyesinin bir
kısmını Tell-Bâşir’den Çavlı’ya götürmekte olan kervana baskın düzenleyip
paraya el koydu. Buna mukabil Çavlı da Fırat kenarında Rıdvan’a ait olan
Bâlis şehrine hücum edip yağmaladı (22 Eylül 1108) 21.
Rıdvan, kendisine bağlı toprakları işgale başlayan Çavlı’yı Haçlılardan
daha büyük bir tehlike olarak görüyordu; bu yüzden ona karşı Tankred ile
işbirliği yapmayı trcih etti. Rıdvan Antakya hâkimine gönderdiği mektupta, Çavlı’nın güçlenmesi ve Halep’i ele geçirmesi durumunda Haçlıların
da artık Suriye’deki barınamayacaklarına işaretle iş birliği teklif etti. Bu
anlaşmayı kabul eden Tankred Çavlı’yı Suriye bölgesinden uzaklaştırmak
için 1500 kişilik bir kuvvetle Antakya’dan yola çıktı. Rıdvan kendisi bizzat
gelmeyip 600 süvariyi Tankred’in emrine gönderdi. Çavlı ise buna Urfa
Haçlı kontunu yardıma çağırdı ve kendisine ödeyeceği idyenin geri kalan
kısmından vazgeçti. Kont II. Baudouin intikam alma fırsatını kaçırmamak
için hemen Tell-Bâşir Senyörü Joscelin ile birlikte harekete geçip Menbiç
önlerinde Çavlı’ya katıldı. Ancak bu sırada Sultan Muhammed Tapar tarafından Musul’a vali tayin edilmiş olan Mevdûd kumandasındaki Selçuklu
21
İbnü’l-Esîr, X, s. 370 vd.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
ordusunun şehre girdiği duyulunca emirlerin çoğu Çavlı’yı terk etti22.
Tell-Bâşir yakınında, Müslümanlarla Haçlıların yine Müslümanlarla
Haçlılara karşı yürüttükleri savaş (Ekim /Kasım 1108), politik çıkarlara
dayanan İslâm-Haçlı işbirliğinin ilk örneği oldu. Savaşın başında Antakya
kuvvetleri, merkezdeki Urfa kontunun birliklerine saldırıp onları geri çekilmek zorunda bıraktılar. Çavlı’nın sol kanadındaki birlikler ise Tankred’in
piyade kuvvetlerine büyük kayıplar verdirerek bozguna uğrattılar. Ancak
savaşın en şiddetli yerinde Çavlı’nın ordusundaki Bedeviler, Haçlı liderlerinin yedek atlarını çalıp kaçtılar. Onların kaçtığını gören diğer askerler de
savaşı terk ettiler. Böylece savaşın talihi bir anda Çavlı ve Frank mütteiklerinin aleyhine döndü. Çavlı önce Rahbe’ye çekildi, sonra Suriye’de kalamayacağını anlayınca af dilemek üzere Isfahan’a, Muhammed Tapar’ın yanına
döndü. Baudouin ile Joscelin ise savaştan sonra Tell-Bâşir’e gittiler 23.
Böylece Melik Rıdvan Tankred’le yaptığı işbirliği sayesinde Çavlı’nın
Suriye’ye hâkim olma girişimine engel oldu. Bununla birlikte BaudouinJoscelin-Çavlı ittifakı gibi Tankred-Rıdvan ittifakı da uzun ömürlü olmadı.
Bir süre sonra birleşen Haçlılar, Suriye sahillerinde Müslümanlar aleyhine
faaliyete geçip Trablus, Banyas, Cübeyl (1109), Beyrut (1110)’u işgal ettiler.
Bu suretle sadece Suriye Selçukluları değil bölgedeki tüm Müslümanlar
büyük bir tehditle karşı karışıya kaldılar. 1105 yılında ülkeye hâkim olan
Muhammed Tapar’ın tekrar düzeni sağlamasından sonra nihayet Haçlılara
karşı cihat atmosferi doğdu ve böylece 1110 yılında İslâm dünyası Haçlılara
karşı taarruza geçti. 1110 yılı Nisan ayında, Sultan Muhammed Tapar’ın
emriyle Musul Valisi Mevdûd’un kumandasında Urfa üzerine düzenlenen
sefere Mardin Artuklu beyi İlgazi, Ahlat emiri Sökmen el-Kutbî, Meraga
emiri Ahmedil, civardaki diğer valilerle çok sayıda gönüllü kuvvet katıldı. Dımaşk hâkimi Tuğtekin de bu Selçuklu ordusuna katılmak üzere yola
çıktı; ancak Urfa’ya yardıma giden Haçlı kuvvetlerinin Fırat’ı geçtiğini, bir
süre sonra da Selçuklu ordusunun Urfa’dan ayrıldığını öğrenince kuvvetlerinin bir kısmını onlara yardıma gönderip kendisi Dımaşk’a döndü.
Halep Selçuklu Meliki Rıdvan ise Selçuklu ordusunun bu seferine katılmadı; Antakya naibi Tankred’in kuvvetleriyle beraber Urfa’ya yardıma
gitmesini fırsat bilerek, Halep bölgesinde faaliyete geçti. Tell-Bâşir Savaşı
sırasında Tankred’le yapmış olduğu anlaşmayı bozarak işgal altındaki topraklarını geri almaya girişti; hattâ Antakya’ya bağlı topraklara da akınlar
düzenledi. Fakat bir süre sonra Tankred’in geri dönüş yolunda olduğunu
duyunca Halep’e döndü. Rıdvan’ın taarruzunu bu sırada öğrenen Tankred,
Fırat’ı geçerek Halep’in doğusundaki toprakları yağmalayıp tahrip etti.
22
23
İbnü’l-Esîr, X, s. 372.
Tell-Bâşir yakınındaki savaş hak. bk. Fulcherius, RHC occ., III, s. 410; Albertus, x, 38; Willermus, RHC occ., I, s. 464 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 372 vd.; Urfalı Mateos, Vekayinâme, terc. H.
Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162),
TTK-Ankara 1962 s. 234 vd. Geniş bilgi için Demirkent, Urfa, I, s. 119-125. Ayrıca W.B. Stevenson, The Crusaders in the East, Cambridge 1907, s. 84 vd.; Runciman, II, s. 92-94; A. Sevim,
Suriye, s. 209 vd.; A. Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/11051118), TTK-Ankara 1990, s. 99-102; A. Usta, Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri, İstanbul
2008, s. 92-94.
59
60
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Haçlıların amansız davranışları karşısında yöredeki halk Bâlis tarafına göç
etmek zorunda kaldı. Daha sonra batıya dönen Tankred Nakîra kalesini aldıktan sonra Halep’in 25 km. batısında önemli bir kale olan Esârib’i
kuşattı. Rıdvan kaleyi kurtarabilmek amacıyla, Tankred’le anlaşmak için
iki kez girişimde bulunduysa da neticede Esârib Haçlılara teslim olmak
zorunda kaldı (1110/1111). Bunu takiben istila hareketine devam eden
Tankred, Halep’in savunması bakımından çok önemli olan Zerdana ve
Bikisrâil kalelerini de işgal ederek Halep’e kadar bölgeyi yağma ve tahrip
etti. Halep bölgesindeki ahali her şeylerini geride bırakıp güvenli yerlere
göç etmeye başladı. Çaresiz kalan Melik Rıdvan, Haçlı istilasını durdurmak
için Tankred’le ağır şartlar içeren bir anlaşma yapmak zorunda kaldı. Buna
göre Rıdvan 32.000 dinar, 10 Arap atı ile o yıl toplanan ürünün Haçlılara
verilmesini ve elindeki esirleri serbest bırakmayı kabul etti. Bu durum
Halep bölgesinde doğal olarak ekonomik kriz doğurdu. Rıdvan gibi Sûr,
Şeyzer ve Hama emirleri de istiladan kurtulabilmek için Tankred’e para
ödeyerek anlaşma yapmak zorunda kalmışlardı24.
Melik Rıdvan geçici olarak istilayı durdurmuştu; ama tüm Suriye gibi
Halep de ciddi bir Haçlı tehdit altındaydı. Melik Rıdvan bu durumda tâbi
olduğu Büyük Selçuklu sultanından yardım istemekten başka çare bulamadı. Bu amaçla Haçlı istilasının geldiği noktayı anlatmak için bu sırada
Bağdat’ta bulunan Sultan Muhammed Tapar’a bir heyet gönderildi. Bu sırada Suriye’nin başka bölgelerinden de yardım istemek üzere elçiler gelmiş,
Bağdat halkı da onlara katılmıştı. Şubat 1111’de Sultan Camii’ndeki Cuma
Namazı sırasında yapılan gösteride olaylar çıktı, etraf tahrip edildi. Bir hafta sonra bu kez halifenin camii protesto gösterilerine sahne oldu. Bunun
üzerine Sultan Muhammed Tapar, yanındaki kumandanlara Haçlılar üzerine bir sefer için hazırlıkların hemen başlamasını emretti25.
Musul valisi Mevdûd kumandasındaki birçok emir ve beyin, ayrıca
gönüllülerin iştirak ettiği Selçuklu ordusu Temmuz’da Harran bölgesinde toplandı. Bu sırada Şeyzer hâkimi İbn Munkiz de Tankred’in, Şeyzer
karşısında Tell İbn Ma’şer kalesini üs olarak inşa etmeye başladığını bildirip Mevdûd’u yardıma çağırdı. Bundan sonra Müslüman ordusu Suriye
yönünde harekete geçti ve Fırat’ı geçip 28 Temmuz 1111’de Tell-Bâşir
önünde ordugâh kurdu. Joscelin ise Mevdûd’un ordusundaki Meraga
Emîri Ahmedil’le gizlice bağlantı kurup kuşatmanın kaldırılmasını sağlamaya çalıştı. Bu sırada Halep Meliki Rıdvan, Haçlılar karşısında çok zor
durumda olduğunu bildirip Selçuklu ordusunun acilen yardıma gelmesini istedi. Bunun üzerine Mevdûd, 26 gün süren Tell-Bâşir kuşatmasını kaldırıp Halep bölgesine yöneldi. Fakat Selçuklu ordusu Halep önüne
ulaşınca askerlerin ahaliye kötü muamelesinden dolayı endişeye kapılan
Rıdvan, şehrin kapılarını kapattı ve savunma tedbirleri aldı. Dışarıyla ilişkisi kesilen şehirde bir süre sonra yiyecek sıkıntısıyla beraber çapulculuk
da başladı. Bu yüzden Rıdvan, tutumundan dolayı halk tarafından şiddetle
24
25
İbnü’l-Adîm, s. 596-598; İbnü’l-Kalânisî, s. 105 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 385 vd.; Albertus, xı, 4346; Ebu’l-Ferec, II, s. 350.
İbnü’l-Kalânisî, s. 111 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 386 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 598; Ebu’l-Ferec, II, s. 350.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
kınandı. Selçuklu ordusunun Halep önünden ayrılıp Maarratünnûman’a
yönelmesi bile Rıdvan’ın endişelerini gidermedi. Özellikle de Dımaşk emiri Tuğtekin’in Selçuklu ordusuna katılmasından büyük rahatsızlık duydu.
Mevdûd’un bazı kumandanlarıyla temas kurup, onları Tuğtekin’i ortadan
kaldırarak kaybetmekten korkan Tuğtekin, Haçlılarla barış yapmak için
gizlice harekete geçti. Neticede Mevdûd’un ordusu çeşitli sebeplerle yavaş
yavaş çözüldü ve Haçlılara karşı hiçbir girişimde bulunamadan dağıldı.
Böylece üzerindeki Haçlı baskısı devam eden Melik Rıdvan mütteiksiz
kaldı26.
Melik Rıdvan bir süre sonra, Antakya Prinkepsi Tankred’in Azaz kalesine saldırmak için harekete geçmesi üzerine, 20.000 altın ve kıymetli hediyeler karşılığında onu bu girişiminden vazgeçirmeye çalıştı. Ancak
Haçlı liderini parayla durduramayınca Dımaşk Atabeyi Tuğtekin’den yardım istemek zorunda kaldı, onu anlaşmayı yapmak üzere Halep’e davet
etti. Neticede taralar arasında ittifak sağlandı ve Tuğtekin Selçuklu meliki
Rıdvan’ı metbû tanıdı (1112). Kısa süre sonra Kudüs Kralı I. Baudouin’in
Dımaşk bölgesine saldırması üzerine bu kez Tuğtekin, Mevdûd’un yanı
sıra metbûu Rıdvan’ı da yardıma çağırdı. Ancak o bu çağrıya, mütteiklerin Taberiye’de Haçlı ordusuna karşı kazandıkları zaferden (28 Haziran
1113) sonra 100 atlı göndermek suretiyle karşılık verdi. Bu duruma öfkelenen Tuğtekin Rıdvan’la yaptığı anlaşmayı bozarak onun adını hutbeden
çıkardı. Melik Rıdvan’ın Haçlılara karşı mücadele edebilmek için güçlü bir
ittifak cephesi oluşturma çabaları, ya Müslüman emirlerin çıkar hesapları
ya da kendisinin şüpheci ve karasız tutumu sebebiyle her defasında başarısızlığa uğradı27.
Neticede 11. yüzyıl sonlarında Haçlı Seferleri başladığı sırada birbirleriyle savaş halinde olan Suriye’deki Selçuklu melikleri, bölgedeki Haçlı
istilası karşısında kuvvetlerini birleştirip etkili bir mücadele yürütememişlerdir. Özellikle Halep, bölgeye yerleşen Haçlılar karşısında sürekli olarak tehdite maruz kaldığından Melik Rıdvan, topraklarını koruyabilmek
için bir ittifak kurmak amacıyla birçok girişimde bulunduysa da başarılı
olamamıştır. Müslüman emirler müşterek hareket etme imkânı buldukları zamanlarda da kişisel çıkar ve hırsları doğrultusunda hareket ederek
bu fırsatları yok ettiler. İslâm dünyasında yalnız kalan Rıdvan, Halep’te
hâkimiyetini devam ettirebilmek için bazen Müslüman rakiplerine karşı Haçlılarla işbirliği yapmış, fırsat bulduğunda Haçlılara karşı saldırıya
geçmiş, gerektiğinde de yüklü miktarda paralar ödeyip bir bakıma barışı
satın almak suretiyle topraklarını Haçlı istilasından korumaya çalışmıştır. Hattâ bu uğurda yeri geldiğinde Bâtınilerle işbirliği yapmaktan da çekinmemiştir. Rıdvan’ın ölümünün ardından (Aralık 1113) oğullarının çok
küçük olması sebebiyle yönetimi ellerinde bulunduran devlet adamlarının
26 İbnü’l-Kalânisî, s. 114 vd.; İbnü’l-Adîm, s. 600 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 389 vd.; Ebu’l-Ferec, II, s.
351; Urfalı Mateos, s. 243. Krş. Cahen, La Syrie, s. 261 vdd.; Runciman, II, s. 99-101; Demirkent, Urfa, I, s. 140-148; Sevim, Suriye, s. 215-219; Özaydın, Muhammed Tapar, s.108-116.
27
İbnü’l-Kalânisî, s. 137; İbnü’l-Adîm, s. 601 vd. Krş. Sevim, Suriye, s. 220; Coşkun Alptekin,
Dimaşk Atabegliği (Tog-Teginliler), İstanbul 1985, s. 47-49.
61
62
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
başarısızlığı yüzünden Halep Melikliği iç sorunlarla uğraşırken, dışta da
Haçlı baskısı ve saldırıları artık dayanılmaz boyutlara ulaşmış, şehrin kaybedilmesi an meselesi haline gelmişti. Bu yüzden ahali, kendilerini Haçlı
istilasına karşı koruması için şehri Artuklu İlgazi’ye teslim etmeyi tercih
ettiler. İlgazi’den (ölm. 1122) sonra da Haleb’i Haçlılara karşı yine Artuklu
Belek Gazi (ölm 1124) ve Timurtaş savundular. Dımaşk ise sürekli saldırıya
uğrayan Halep’e göre daha az Haçlı baskısı altında olsa da Melik Dukak,
Franklara karşı düzenlenen tüm seferleri, bizzat katılarak veya kuvvet göndererek desteklemiştir. Hâkimiyeti altındaki topraklardan bazen savaş bazen de anlaşma yoluyla Haçlı tehdidini uzaklaştırmaya çalışmıştır. Dımaşk
Selçuklu Melikliğinin son bulmasından sonra (1104) ise, idareyi devralan
ve bir Atabeglik kuran Tuğtekin bu mücadeleyi devam ettirmiştir. Her şeye
rağmen Haçlı Seferleri boyunca, gerek Selçuklular gerekse onların haleleri zamanında Halep ve Dımaşk düşmemiş; Haçlı istilasına karşı başarıyla
savunulmuşlardır.
Kaynaklar
Abdulkerim Özaydın, Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/1092-1104), İstanbul
2001
Abdulkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), TTKAnkara 1990
Abdulkerim Özaydın, “Büyük Selçuklu Emîri Kürboğa”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Dergisi, Sayı: 36
Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, TTK-Ankara 1989
Albertus Aquensis, neşr. ve terc. S. B. Edgington, Albert of Aachen. Historia Ierosolimitana,
History of the Journey to Jerusalem, Oxford 2007
Anonymi Gesta Francorum, terc. R. Hill, The Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to
Jerusalem, Oxford 1979
Coşkun Alptekin, Dimaşk Atabegliği (Tog-Teginliler), İstanbul 1985
Ebu’l-Ferec (Bar Hebraeus), terc. Ömer Rıza Doğrul, Abû’l Farac Tarihi, II, TTK-Ankara 1987
Fulcherius Carnotensis, terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to
Jerusalem 1095-1127, Knoxville 1969
Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-1118), I, TTK-Ankara 1990
İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb min Tarihi Haleb, RHC or., III
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-Tarih, terc. A. Özaydın, İstanbul 1987
İbnü’l-Kalânisî, Zeyl Târih Dımaşk, terc. H.A.R. Gibb, The Damascus Chronicle of The Crusades,
Londra 1932
J. France, Victory in the East. A Military History of the First Crusade, Cambridge 1996
Raimundus Aguilers, terc. H. Hill-L. Hill, Raymond d’Aguilers, Historia Francorum, qui
Ceperunt Iherusalem, Philadelphia 1968
St. Runciman, terc. F. Işıltan, Haçlı Seferleri Tarihi, I, TTK-Ankara 1986
Th. Asbridge, First Crusade, Oxford 2004
Willermus Tyrensis, terc. E.A. Babcock - A.C. Krey, A History of Deeds Done Beyond the Sea. By
William Archbishop of Tyre, I, New York 1943
Anonim Süryanî Vekayinâmesi, terc. A.S. Tritton, The First and Second Crusades from an
Anonymous Syriac Chronicle, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and
Ireland, 1933
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri / Ebru Altan
Relations with the Syria’s Seljuk Sultans of Crusaders
Ebru Altan
Abstract
When the Crusades broke out at the end of the 11th century, the Seljuk in Syria was splitted under
the governance of Tutuş’s sons. There was a lasting struggle between Rıdwan in Halep and his brother, governer of Damascus, for dominion of Syria governance. Seljuk’s Sultans have failed to unite,
while the irst Crusades was approaching to Antioch. They made several attemts save Antioch but
they failed. Halep was constantly invaded by the Crusaders after Crusaders had taken Syria and
Palestine. Melik Rıdwan whom state was exposed to great danger tried to ind allies. But Muslim
leaders were unable to irm a common front. In order to maintain his dominance in Aleppo Rıdwan
sometimes collaborated with the Crusaders against Muslim rivals attacked Crusaders when he found a chance; if necessary he tried to protect his territory against Crusaders by paying a large sum
of money. Regardless of all circumstances the Seljuk’s Sultans stopped to the invasion of Aleppo and
Damascus by Crusaders. This article evaluates Seljuks attitude against Crusaders and attempts to
save their lands from invasion under the light of literature and source.
Suriye Selçuklu Meliklerinin Haçlılarla İlişkileri
Ebru Altan
Özet
11. yüzyıl sonlarında Haçlı Seferleri başladığında Suriye’deki Selçuklu Devleti, Tutuş’un oğullarının idaresinde ikiye ayrılmış olup Halep’te hüküm süren Rıdvan ile kardeşi Dımaşk Meliki Dukak,
Suriye hâkimiyeti için sürekli mücadele halindeydiler. Birinci Haçlı Seferi orduları Antakya’ya doğru ilerlerken de Selçuklu melikleri birlik olmayı başaramadılar. Antakya’yı kurtarmak için ayrı ayrı
girişimde bulundular, ama başarısızlığa uğradılar. Haçlıların Suriye ve Filistin’e yerleşmeleri üzerine özellikle Halep bölgesi sürekli Haçlı istilasına uğradı. Devleti büyük tehlikeye maruz kalan Melik
Rıdvan, mütteikler bulmaya çalıştıysa da Müslüman liderler, müşterek bir cephe oluşturamadılar.
Rıdvan, Halep’te hâkimiyetini devam ettirebilmek için bazen Müslüman rakiplerine karşı Haçlılarla
işbirliği yaptı, fırsat bulduğunda Haçlılara karşı saldırıya geçti, gerektiğinde de yüklü miktarda paralar ödeyerek bölgesini Haçlı istilasından korumaya çalıştı. Öte yandan Dımaşk Meliki Dukak da
Suriye ve Filistin’de yerleşen Haçlılara karşı yürütülen mücadeleleri ya bizzat katılarak ya da kuvvet
göndererek destekledi. Her şeye rağmen Selçuklu melikleri Halep ve Dımaşk’ın Haçlılar tarafından
işgal edilmesine engel oldular. Bu yazıda Suriye Selçuklularının Haçlılara karşı tutumu ve topraklarını istiladan kurtarma çabaları kaynak ve araştırma eserler ışığında değerlendirilmektedir.
63
64
Osman Turan’ın bir seyahatinden
Fuat Turan arşivi
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Selçuklu Çağında
Kuman-Kıpçaklar
Muallâ Uydu Yücel
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı
Kuman-Kıpçaklar, Balkaş Gölü’nden Tuna boylarına kadar uzanan geniş
topraklarda büyük etkiler yaratıp, önemli izler bırakan bir Türk boyudur.
Öyle ki, hüküm sürdükleri bu geniş coğrafyanın İslâm kaynaklarınca Deşt-i
Kıpçak olarak adlandırılmasını sağlayacak dönüşüme imza atmışlardır. Bu
çalışmada Türk tarihinin ihtişamlı dönemlerinden birisini oluşturan Selçuklu çağında (11-14.yüzyıllar) Türkistan’dan başlayarak Hazar Denizi,
Karadeniz’in kuzeyi ve Doğu Avrupa bozkırlarında çok önemli roller oynayan Kuman-Kıpçakların tarihleri değerlendirilecektir.
Kadim Türk boylarından birinin adı olan Kıpçak kelimesinin aslının
Kıvcak (Kıpçak) olduğu; ancak daha sonra meydana gelen ses değişmeleri
neticesinde Kıfçak, Hıfçak, Hıfçah şekillerini aldığı ilim âleminde kabul
gören bir görüştür. Kuman-Kıpçak hem bir Türk boyunun, hem de bu Türk
boyunun önderliğinde kurulan boy birliğinin adıdır1.
Kuman-Kıpçakların Yayıldıkları Sahalar2
1
A.Gökbel, Kıpçaklar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000, s.27.
2
www.nnm.me adresinden 13.08.2014 tarihinde alınmıştır.
65
Kıpçak kelimesi
Kıpçak kelimesi Türk dilinin en değerli ve önemli yadigârlarından Kaşgarlı
Mahmut’un Divân-u Luga
Mahmut’un Divân-u Lugat-it Türk adlı eserinde Kıvcak şeklinde yazılmış; Türklerden büyük
TYB AKADEMİ
/ Eylül 2014
66
bir bölük;
bu bölüğün
bir bölük; bu bölüğün oturduğu bölge ve Kaşgar yakınlarında bir yer adı 3olarak
anlamlandırılmıştır
. Bu
Kıpçak
kelimesi Türk dilinin en değerli ve önemli yadigârlarından
Kaş3
anlamlandırılmıştır
.
Bu
isim
Yusuf
Has
Hacib’in
eseri
Kutadgu
Bilig’de
dört
yerde
4 yagarlı Mahmut’un Divân-u Lugat-it Türk adlı eserinde Kıvcak
şeklinde
geçerken
;
Oğuz
Kağan
zılmış;
Türklerden
büyük birda
bölük;
bölüğün oturduğu
bölge ve
Kaş- anlamında
geçerken4; Oğuz
Kağan
Destanı’nda
“içibuçürümüş
ve oyulmuş
ağaç”
gar yakınlarında bir yer adı olarak anlamlandırılmıştır3.kullanmıştır.
Bu isim YusufMoğol tarihç
4
Has Hacib’in
Kutadgu Bilig’de
dört yerde geçerken
; Oğuz Kağan
kullanmıştır. Moğol
tarihçisieseri
Reşidüddin’in
de Camiü’t-Tevarih
adlı eserinde,
Kıpçak-Kıwcak
adını
“çürümüş, yıpranm
Destanı’nda da “içi çürümüş ve oyulmuş ağaç” anlamında
kullanmıştır.
adını “çürümüş,
yıpranmış
kabuğu”deşeklinde
vermesiadlı
bueserinde,
görüşü Kıpçakdesteklemektedir.
Moğol
tarihçisiağaç
Reşidüddin’in
Camiü’t-Tevarih
Kuman-Kıpçaklar
da diğ
Kıwcak adını “çürümüş, yıpranmış ağaç kabuğu” şeklinde vermesi bu göKuman-Kıpçaklar
da diğer Türk boyları gibi kaynaklarda çeşitli isimlerle anılmışlardır.
rüşü desteklemektedir. Kuman-Kıpçaklar da diğer Türk boyları
gibi kayBizanslılar
ve Lâtinler: K
naklarda
çeşitli
isimlerle
anılmışlardır.
Bizanslılar
ve
Lâtinler:
Kumanos,
Bizanslılar ve Lâtinler: Kumanos, Kumanoi, Cumanus, Komani; Ruslar: Polovets, Polovtsı
ya da Kumani
Kumanoi, Cumanus, Komani; Ruslar: Polovets, Polovtsı (Половцы ya
(Половцы ya da
Çinliler:(Qinchá);
钦 (Qīnchá
ve diğer
Batılı milletler:
da Kumani
Kumani (Кума́ны ;; Çinliler:
Alman ;veAlman
diğer Batılı
milletler:
Falben, Falones, Valani, Valwen, Pallidi; Ermeniler: Khartes;
Macarlar:
Falben,
Falones, Valani
Falben, Falones,
Valwen, Kıpçak
Pallidi;
Ermeniler:
Khartes;
Macarlar:
Kun; Valani,
İslâm Kaynakları:
(Kıfçak,
Khıfşak) adını
vermişlerdir.
Onla-Kun; İslâm
Kıpçak (Kıfç
ra her milletin kendi dilinde verdiği ismin ortak anlamı iseKaynakları:
“sarı, sarımsı,
Kaynakları: Kıpçak
(Kıfçak,
vermişlerdir. Onlara
her milletin
kendi dilinde
5
açık sarı,
samanKhıfşak
sarısı”dıradını
. Kuman-Kıpçakların
Batı Gök-Türk
toplulukverdiği
ismin ortak anlamı
5 oldukları
larından
biri ise
veya
İrtiş sarımsı,
boylarında
yaşayan
Kimeklerin
bir kolu
verdiği ismin ortak
anlamı
“sarı,
açık
sarı, saman
sarısı”dır
. Kuman-Kıpçakların
görüşü de ileri sürülmektedir.
Batı Gök-Türk toplulukl
Batı Gök-Türk topluluklarından
biri
veya
İrtiş
boylarında
yaşayan
Kimeklerin
Türk boylarının Türkistan’dan batıya doğru göçlerinin sebepleriyle
il- bir kolu
oldukları görüşü
de ileri sü
1120 yıllarında kaleme aldığı Taba-i Hayavan adlı
oldukları görüşügilidebilgi,
ileriMervezi’nin
sürülmektedir.
eserinde yer almaktadır5. Bu müellife göre, göçlerin en önemli nedeni
Türk boylarının
986’da Pekin’in
kuzeybatısındaki
eden ve Moğolca
konu-ilgili bilgi,
Türk boylarının
Türkistan’dan
batıyabölgeyi
doğruistilâ
göçlerinin
sebepleriyle
Mervezi’nin
1120 yılların
şan bir kavim olan Kitanların baskısıdır. Kuman-Kıpçaklar
Kitan baskısı
6
Mervezi’nin 1120
yıllarında
kaleme
aldığı
Taba-i
Hayavan
adlı
eserinde
yer
almaktadır
. Bu
üzerine yurtlarını terk edip, batıya doğru Huang-ho (Sarı) Nehrin büyük
müellife
göre,
göçlerin
en
doğu kıvrımı boyunca yürüyüşe geçmişlerdir. Nan-shan Dağlarının oldumüellife göre, göçlerin
en
önemli
nedeni
986’da
Pekin’in
kuzeybatısındaki
bölgeyi
istilâ
eden
ğu bölgede bulundukları sırada güneyden gelen ve Türkçevekonuşan
Kunkonuşan bir
Moğolca
(Kuman-Kıpçak)-Sarı
boyunun
katılımıyla
daha da Kuman-Kıpçaklar
kuvvetlenmişler ve birve Moğolca konuşan
bir kavim olan
Kitanların
baskısıdır.
Kitan baskısı
likte Tanrı Dağları’nın kuzeyine kadar ilerlemişlerdir.
üzerine yurtlarını terk e
üzerine yurtlarını terk edip, batıya doğru Huang-ho (Sarı) Nehrin büyük doğu kıvrımı
boyunca yürüyüşe geçmi
boyunca yürüyüşe geçmişlerdir. Nan-shan Dağlarının olduğu bölgede bulundukları sırada
güneyden gelen ve Türkç
güneyden gelen ve Türkçe konuşan Kun (Kuman-Kıpçak)-Sarı boyunun katılımıyla daha da
kuvvetlenmişler ve birlikte
kuvvetlenmişler ve birlikte Tanrı Dağları’nın kuzeyine kadar ilerlemişlerdir.
3
4
5
Kaşgarlı Mahmut, Divân-u Lugat-it Türk, Besim Atalay Neşri, Ankara 1939-1945, C.II, s.276,
C.III, s.351.
Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara l991, s.261,
277, 343, 512
Pletnëva, Polovtsı, Moskva 1991, s.3; P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy do Naşestviye Tatar, İstora Yujno-RusskiyStepey IX-XIII vv., Kiev l884, s.127-128; Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri,
Ankara l972,
3
Kaşgarlı
Mahmut, Divân-u Lu
s.70; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997,s.175;
L. Ràsonyi,
4
Divân-u
Lugat-it Kuman-Kıpçaklar”,
Türk, Besim Atalay
Neşri,
Ankara
1939-1945,
C.II,1939,
s.276,
C.III,
s.351.(Neş. R
Kutadgu
Bilig
I, Metin
“Tuna Havzasında
Belleten,
C. III,
S. 11/12,
s. 403, Temmuz
Ankara.
Kaşgarlı Mahmut,
5
Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara
l991, s.261,
277, 343,
512 19
Pletnëva,
Polovtsı,
Moskva
5
Pletnëva, Polovtsı, Moskva 1991, s.3; P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy
do
Naşestviye
Tatar,
İstora
Yujno-RusskiyStepey IX-XIII
Yujno-RusskiyStepey IX-XIII vv., Kiev l884, s.127-128; Akdes Nimet Kurat, IV-XVIII.
Yüzyıllarda
Karadenizve
Kuzeyindeki
Türk Kavimleri
Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara l972, s.70; İbrahim Kafesoğlu,
Türk Milli
Kültürü,
Ötüken
Yayınları,
İstanbul
1997,s.175;
Yayınları, İstanbul 1997,s.175; L. Ràsonyi, “Tuna Havzasında Kuman-Kıpçaklar”,
Belleten,
C. 1939,
III, S.Ankara.
11/12, s.
403,
Temmuz
6
403, Temmuz 1939, Ankara.
C.Sağır, Temim İbn Bahr
6
C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan
Eserinin Tercüme
ve
Değerlendirilmesi,
M.Ü. Türki
3
4
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Kaçan Kuman-Kıpçak Grupları (Kadınlar üstü çuha bir kubbeyle ya da tenteyle
örtülmüş bir arabayla taşınıyor, Horváth, Pechenegs, s.49).
Kuman-Kıpçak boyları 10. yüzyılda, Altay Dağları’nın batısına kadar uzanan Kimek bölgesinin bir kısmını da içine alan, Tobol ve İşim
Irmakları arasındaki bozkırlarda yaşamışlardır. Daha sonra 1012 yılı civarında, Müslüman Karluklarla Oğuzların topraklarının sınırı olan Cungarya
Girişi’nden geçmişlerdir. Bundan sonraki yıllarda Sir-Derya Nehri’nin kuzeybatı bölgesinde Kuman-Kıpçaklar, Sarılar ve Sarılara katılan Batı Sibirya
Kıpçakları (Kimek) ile birleşerek güçlü bir boy federasyonu meydana getirmişlerdir6. Kıpçak-Sarı-Kimek federasyonu sınırlarını Türkistan’dan Yayık
(Ural)’ın Avrupa yakasına kadar genişletmiştir.
Kuman-Kıpçakların bir grubu bugünkü Kazakistan bozkırlarında kalarak mücadelelerine Oğuzlar (Oğuz Yabguluğu) ve sonra da Harezmşahlar
ile devam etmişlerdir.
Kuman-Kıpçakların büyük kısmını kapsayan diğer kısmı ise 1030’larda
İdil boyuna gelerek buradan batıya doğru ilerlemiş ve bu sırada Oğuzları
(Uzları), yaşamakta oldukları Don Nehri boyundan iterek çıkarmışlardır. Bu şekilde yerlerinden olan Oğuzlar da önlerindeki Peçeneklere baskı yaparak Dinyeper Nehri’nin sol tarafını ellerine geçirmişlerdir (1048).
Böylece Kuman-Kıpçaklar, X. yüzyıldan itibaren Oğuzları sürekli ba-
67
68
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
tıya doğru iterek takip etmişler ve 1054’te Oğuzların hemen ardından,
Karadeniz’in kuzeyinde yükselmeye başlayan Kiev Knezliği’nin güney sınırlarına ulaşmışlardır. Bu yüzdendir ki adları Rus Yıllıklarında ilk defa
geçtiğinde Türkmen, Peçenek ve Uzlarla aynı oldukları belirtilmiştir6. Daha
sonra 12.yüzyılın ilk yarısı boyunca Kiev Knezliğinin Dinyeper hattını yararak ilerleyen Kuman-Kıpçak federasyonu, Knezliğin içine sızmak üzere
iki kola (doğu ve batı) ayrılmış ve Arap coğrafyacı İdrisi bu yüzden onları
“Beyaz ve Siyah Cumania (Kumaniya)” olarak isimlendirmiştir7.
Karadeniz’in kuzeyine ve daha sonra Doğu Avrupa ile Balkanlara gelen
Kuman-Kıpçakların bundan sonraki mücadeleleri ve münasebetleri sırası
ile Hazarlar, Peçenekler, Macarlar, Bulgarlar, Romenler ve Bizans ile olmuştur.
11. yüzyıldan itibaren Kuman-Kıpçakların bir kısmı Yayık’ı aşıp Kamaİdil sahasına gelmişler ve İdil Bulgarları ile karışmışlardır. Diğer bir kısmı
ise Aşağı İdil boyuna giderek Hazarlar ile komşu olmuşlardır. Bu sırada
çökmekte olan Hazarlar Kuman-Kıpçak saldırılarına karşı hiçbir şey yapamamışlar ve nihayetinde de bu hücumlar Hazar Devletinin yıkılmasında
önemli rol oynamışlardır. Bundan sonra bölgenin hâkimiyeti iki yüzyıl gibi
bir süre Kuman-Kıpçakların eline geçmiş, ancak 1229 yılında yaşanan Moğol istilâsı bu hâkimiyetin sonunu getirmiştir8.
Kuman-Kıpçakların İdil boylarına geldikten sonra Peçeneklerle de
mücadele içerisinde olmuşlardır. Ancak Kuman-Kıpçakların Peçeneklerle
münasebetleri daha Türkistan’da iken, Peçeneklerin İli, Çu ve Talas boylarındaki otlaklarını Karluklara kaptırarak Sir Derya (Seyhun) ile Aral
Gölü taralarına çekilmek zorunda kalmalarıyla başlamıştır. Nitekim İslâm
kaynakları da 10. yüzyılda Kuman-Kıpçakları, Peçeneklerin düşmanları
ve doğu-kuzey komşuları olarak göstermişlerdir. Bu dönemde Hazarlar
ile Kama Bulgarları arasında kalan Peçeneklerin doğuya ilerlemelerine
Kuman-Kıpçaklar engel olmuştur9.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, Kuman-Kıpçakların bir kısmı 1030’lar-
6
7
8
9
C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan Eserinin Tercüme ve Değerlendirilmesi, M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisan
Tezi, İstanbul 2006, s.44.
A.P. Horváth, Pechenegs, Cumans, Iasians, Steppe Poples in Medieval Hungary, Trans.
T.Wilkinson, Budapest l989, s.42.
PovestiVremennıhLet, /Haz. D.S.Lihaçeva-B.A.Romanova/,Moskva-Leningrad 1950, s.150151; Letopis Po İpatiyevskayaSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sankt-Peterburg, 1871,
s.161; Letopis Po LavrentiyevskomuSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sank-Peterburg,
1872, s.223; TroitskayaLetopis’, /Haz. M.D. Priselkov/, Moskva-Leningrad, 1950, s.17; PolnoeSobranieRusskihLetopisi, RadzivilovskayaLetopis, T.XIII, Leningrad, 1989, s.92; PolnoyeSobranieRusskihLetopiseh, Letopis Po VoskrasenskomuSpisku ArheograiçeskoyuKomisseyu,
Sank-Peterburg, 1856, s.9; Patriarş ili NikonovskoyuLetopisyu, PolnoyeSobraniyeRusskihLetopisey, Sank-Peterburg, 1862, s.125.
Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK Basımevi, Ankara 2001, s.121.
pçakların eline geçmiş ve bu saha İslâm kaynaklarında “Deşt-i
nmıştır ki Moğol istilâsı bu adı daha sonra umumileştirecektir.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
n Kuman-Kıpçakların Türkistan’da Oğuz ve Harzemşahlarla
da İdil
boyuna
geldikten
sonra
1060’larda
Oğuzları
takiben Tuna’ya doğbi hiç şüphesiz,
verimli
otlaklara
sahip
olmak
ve zengin
Harezm
ru ilerlemişler ve 1064’de onları nehrin güneyine iterek Macaristan’a gir-
de etme arzusu
olmuştur.
için Oğuzgüney
Yabguluğu
mişlerdir.
Böylece Kumanlar
11. yüzyılın sonlarında
Rus bozkırları tamamen
Kuman-Kıpçakların eline geçmiş ve bu saha İslâm kaynaklarında “Deşt-i
k çok kolayKıpçak”
olmuş;adıfakat
Harzemşahlarla,
özellikle
Atsızbu adı daha sonra
ile anılmaya
başlanmıştır
ki Moğoldeistilâsı
umumileştirecektir.
ler yaşanmıştır.
Selçuklu Sultanı Sencer’in vassalı olan
Yukarıda sözü edilen Kuman-Kıpçakların Türkistan’da Oğuz ve
), bozkırdakiHarzemşahlarla
boylar üzerine
yaptığı seferlerde bölgenin kilit
mücadelesinin en önemli sebebi hiç şüphesiz, verimli ot-
laklara
sahip olmak
ve zengin
ticaretindenkadar
daha fazla istifade etme
Derya’nın aşağı
kısımlarına
nüfuz
etmişHarezm
ve Mangışlak’a
arzusu olmuştur. Kumanlar için Oğuz Yabguluğu üzerinde hâkimiyet tesis
etmek
çok Kuman-Kıpçakların
kolay olmuş; fakat Harzemşahlarla,
özellikle de Atsız döneminrlerden rahatsız
olan
bir kısmı yurtlarında
de büyük mücadeleler yaşanmıştır. Selçuklu Sultanı Sencer’in vassalı olan
ısmı batıya Harezmşah
doğru harekete
Yayık
ve Cimboylar
nehirlerini
Atsız geçmiş,
(1128-1156),
bozkırdaki
üzerine yaptığı seferlerde bölgenin kilit noktalarını ele geçirerek Sir-Derya’nın
e zorladıkları Oğuzları bir kere daha yerlerinden atmışlardır12. aşağı kısımlarına
betleri
nüfuz etmiş ve Mangışlak’a kadar akınlar düzenlemiştir. Bu seferlerden
rahatsız olan Kuman-Kıpçakların bir kısmı yurtlarında kalmayı tercih
ederken; bir kısmı batıya doğru harekete geçmiş, Yayık ve Cim nehirlerini
aşarak daha önce buralara göçe zorladıkları Oğuzları bir kere daha yerlerinden atmışlardır10.
Kuman-Kıpçak-Rus Münasebetleri
Oğuz-Uzlara
baskı yaparak 1048’de
onların
Balkanlara
doğru 1048’de onların
Kuman-Kıpçaklar,
önlerindeki
Oğuz-Uzlara
baskı yaparak
çekilmelerine
sebep
olmuşlardı. inmiş;
Kendileri bu tarihten itiı. Kendileri Balkanlara
bu tarihtendoğru
itibaren
Güney Rus
bozkırlarına
baren Güney Rus bozkırlarına inmiş; Rus Yıllıklarında ilk defa 1054 yılın-
:Polovetsi, Polovtsi”
adıyla
tarihe tarihe
geçmişlerdir11. Bundan
da “Половцы:Polovetsi,
1054 yılında
Polovtsi”
adıyla
sonra hâkimiyetini Dinyeper’e kadar yayan bu Türk boyu doğuda “Kıpçak”,
12
hâkimiyetini
Dinyeper’e
kadar
bu Türk
batıda
ise “Kuman”
adı yayan
ile anılmıştır
. Buboyu
boyundoğuda
daha çok batıdaki tarihi
konu edileceğinden bundan sonra kendilerinden Kuman olarak bahsedi-
14
” adı ile anılmıştır
lecektir. . Bu boyun daha çok batıdaki tarihi konu
ndilerinden Kuman
olarak bahsedilecektir.
Rus Yıllıkları
Kuman adına ilk defa başlangıç kısımlarında yer ver-
mişlerdir. Bu vesileyle Kumanların âdetleri hakkında kısa bir bilgi sunmuşlardır. Daha sonra 898 ve 1000 yıllarındaki hâdiseler sırasında yine
Kumanlardan bahsetmişlerdir. 11. yüzyılın ikinci çeyreğinde Horasanhi, İstanbul 1937,
s.39. büyük bir devlet kuran Oğuzlar (Selçuklular), 1050’lerden itibaİran’da
arının Katalizör
Boyu
Kıpçaklar,
Çev.
Kürşat
Yıldırım,
Selenge
Yayınları,
ren
İslâm
ülkelerine
doğru
yoğun
bir fetih
hareketi
sürdürürken; soydaşları olan Kumanlar da Güney Rus bozkırlarında 1224 yılına kadar sürecek
İpatiyevskayaLetopis’,
s.114; kökleştirmek
LavreniytevskayaLetopis’,
s.158; vermekteydiler.
olan hâkimiyetlerini
için büyük bir mücadele
NovgorodskoyePervoyeLetopis’
KomissionnıySpisok,
s.182-183;
Sultan Tuğrul Bey döneminde Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda görüesenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91.
a.g.e., s. 70; Ràsonyi, Tuna Havzasında, s.408; Pletnëva, Polovtsı, s.26;
10 Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara l985, s.69.
IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı 1972.
11
12
Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, s.39.
5
Sercan M.Ahincanov, Türk Halklarının Katalizör Boyu Kıpçaklar, Çev. Kürşat Yıldırım, Selenge Yayınları, İstanbul 2009, s.210.
69
70
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
nen Kumanların Ruslarla olan münasebetleri, sınır komşuluğu şeklinde
başlamıştır. Bu yüzdendir ki Kumanlar, bozkıra en yakın bölgede yer alan
Pereyaslavl Knezliğine 1055 yılında başbuğları Boluş’la13 birlikte gelmişler
ve Pereyaslavl Knezi Vsevolod ile bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşma ile
Knez, Kumanlara pekçok hediye vermiş ve onların saldırılarını önlemiştir.
Ancak bu anlaşma uzun sürmemiş; Kumanlar 1060/1061’de bu defa başbuğları İskal kumandasında tekrar Pereyaslavl Knezliği topraklarına girerek Rusları yenmişlerdir14.
Kumanlarlar Yurt’la Örtülü Arabalarda Yolculukta (Horváth, Pechenegs, s.110).
Kumanlar 1068 yılında kendilerinden kaçan bazı Uz ve Peçenek gruplarını hizmete aldığı gerekçesi ile Pereyaslavl Knezini cezalandırmak amacıyla topraklarına girdiler. Bu durumdan son derece rahatsız olan knezi
diğer knezlerden yardım istedi. Rus knezleri yaptıkları istişare neticesinde
Kumanlarla birlikte mücadele etmeye karar vermişlerdir (Bu taktik Rus
knezleri tarafından sık sık denenmesine rağmen, sadece1103 ve 1184 tarihlerinde başarılı sonuç vermiştir). Kumanlar kendilerine karşı birleşen Rus
knezlerini Alta Irmağı yakınlarında mağlup etmekle kalmamış aynı zamanda Çernigov Knezliği’nin topraklarına kadar ilerlemişlerdir. Hatta korkuya
kapılan Kiev Knezi İzyaslav Mstislaviç Lehistan’a kaçmıştır15. Bundan sonra karşılarında esaslı bir güç bulamayan Kumanlar bazen her yıl, bezen de
iki-üç yılda bir Ruslara karşı akınlar düzenlemişlerdir. Sultan Alp Arslan’ın
Anadolu kapılarını zorladığı 1070’li yıllarda Kumanlar da Rus knezliklerine
karşı birbiri ardınca saldırılar düzenlemekteydiler. Türkistan’dan Hazar’ın
13 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.114; LavreniytevskayaLetopis’, s.158;
TroitskayaLetopis’, s.141; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.182-183;
RadzivilovskayaLetopis’, s.69; VoskresenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91.
14
Kafesoğlu, a.g.e., s. 177; Kurat, a.g.e., s. 70; Ràsonyi, Tuna Havzasında, s.408; Pletnëva, Polovtsı, s.26; E.B.Kumekov, GosudorstvoKimakov IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı
1972.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
kuzeyi ve güneyini izleyerek iki koldan devam eden göç aynı nedenden
kaynaklanmakta ve bir vatan kurma amacına yönelik olarak sürmekteydi.
Kıpçaklar’ın akınları bugün Rusya Federasyonu’nun Güney Avrupa bölgesinde bulunan ve Don üzerinde yer alan Rostov ve Neyatin bölgesinden
başlamışlardır15. Daha sonra 1078’de tekrar Pereyeslavl Knezliği topraklarına, l079’da Voin kasabasına, 1080’de Novgorod-Seversk bölgesine,16
1083’de Goroşin sahasına, 1084’de Preyeslavl Knezliği’nin toprakları içerisinde buluna Priluk şehri civarına, 1085’de Dinyeper Nehri’nin sağ sahilleri ile 1092’de aynı nehrin hem sağ hem de sol sahillerine akınlar düzenlemişlerdir17.
Kakaslomnic’ten kapaklı bir Kumanlar okluğu çizimi.(Vel’káLomnica, Çekoslovakya).
Oyma kemik şeritleri ve altı uzantılı Gotik, kapağın üstünde görülebilir (Horváth,
Pechenegs, s.74).
Kumanların, Rus bozkırlarına geldikleri 1055’den 1092 yılına kadar
Rus şehirlerine sürekli akınlar düzenledikleri, ancak 1092 yılına kadarki
akınların Rus topraklarının bozkırla sınırdaş olduğu Pereyeslav, Çernigov
15 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.114, LavrentiyevskayaLetopis’, s.158;
TroitskayaLetopis’, s.141; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.182-183;
RadzivilovskayaLetopis’, s.69; VoskresenskayaLetopis’, s.333; NikonovskayaLetopis’, s.91.
16 PovestiVremennıhLet, s.109; İpatiyevskayaLetopis’, s.115; LavrentiyevskayaLetopis’, s.159;
TroitskayaLetopis’, s.142; Novgorodskoye Pervoye Letopis’Sinodalnıy Spisok,s.17; Novgorodskoye PervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.183; RadzivilovskayaLetopis’, s.70: Bu
yıllıkta’da; Voskresenskaya Letopis’, s.334; NikonovskayaLetopis’, s.92.
17 PovestiVremennıhLet, s.112; İpatiyevskayaLetopis’, s.118; LavrentiyevskayaLetopis’, s.163;
TroitskayaLetopis’, s.144; NovgorodskoyePervoyeLetopisKomissonnıySpisok, s.186; RadzivilovskayaLetopis’, s.71; VoskresenskayaLetopis’, s.336; NikonovskayaLetopis’, s.94.
71
72
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ve Kiev’in güney kısımları ile sınırlı kaldığı görülmektedir.
1080’lerden itibaren Kumanların hâkimiyet merkezlerini Don ve
Dinyester nehirleri arasındaki bölge oluşturmakla beraber, Balkaş GölüTalas havalisinden Tuna ağzına kadar olan bölgede de üstünlük sağlayarak, Kafkaslar’da Kuban bölgesi ile kuzeyde Oka-Sura Nehirleri boyuna,
yâni İdil Bulgar sınırına kadar yayılmışlardır. Rus ilim adamları arasında
Kumanlar üzerine yaptığı çalışmalar ile öne çıkan D. Rasovskiy’e göre, Rus,
Bulgar, Alan, Burtas (Mordva), Hazar ve Ulahlar Kumanların hâkimiyeti
altında yaşamışlar ve bu sırada Kuman ülkesi 5 bölgeye ayrılmıştır. Bu
bölgeler: Türkistan, İdil-Yayık, Don-Doneç, Aşağı Dinyeper ve Tuna’dır17.
Kumanlara ait boyların her biri kendi başbuğları idaresinde yaşamaktaydılar. Bu başbuğlar arasında özellikle Altunapa, Şarukan (Saruhan), Bonyak
Tugorhan önemli roller oynamışlardır.
1090’lardan itibaren Güney Rusya’da veya Karadeniz’in kuzeyinde çok
fazla bir mukavemetle karşılaşmadan akınlara ve buralara yerleşmeye devam eden Kumanlar, bu toprakların geleneksel hayat tarzlarına uygun olması sebebiyle, kalıcı olabilmek için bu akınlarına hız kesmeden devam etmişlerdir. Bu bakımdan 1090 ile 1110 yılları arası Kumanların Rus topraklarına karşı saldırılarının doruğa çıktığı dönem olmuştur. Kumanların bölgede kalıcı olma istekleri bir taraftan kendi mücadeleleri sayesinde hayat
bulurken; diğer taraftan Rus knezlerinin davetleri de bu gayenin gerçekleşmesine yardımcı olmaktaydı. Tahta geçen her Rus knezi Kumanlardan
barışı muhafaza etmelerini istemiş ve hediye adı altında verdikleri haraç
sayesinde bunu sağlamaya çalışmışlardır.
Bizans’a “Bozkırla Mücadele Dönemini” yaşatan Peçenekler, Bizans’ın
geleneksel taktiği olan düşmanı düşmana kırdırma taktiği uygulayarak,
1091 tarihinde Kumanlar eliyle tarihten silinmişlerdir. Kumanlar onlardan
boşalan yerlere kayarak Macaristan içlerine kadar ilerlemişlerdir. Bu sırada bazı Kuman boyları da 1092’de Lehistan’a ulaşmış, 1093’de Bizans
topraklarında görünmüşlerdir.
1093’de Kiev tahtına oturan Svyatopolk Mihail, Kumanların bu vesileyle istediği haracı vermek istememiş, hatta savaş ilan etmişti. Ancak
Svyatopolk hem sayıca hem de askeri bakımdan daha güçlü olan Kumanlar
karşısında tutunamadı. Kumanlar, Rus topraklarında faaliyet gösteren diğer bir Türk boyu olan Uzların Torçesk şehrini 9 hafta kuşattıktan sonra
aldılar. Şehirdeki Uzları da yanlarına alarak kendi topraklarına döndüler.18
Kuman saldırılarıyla baş edemeyen knezler, mümkünse kalıcı barışı ve
buna bağlı olarak Kuman başbuğlarının yardımlarını sağlamak amacıyla
18 PovestiVremennıhLet, s.116; İpatiyevskayaLetopis’, s.122; LavrentiyevskayaLetopis’, s.169;
TroitskayaLetopis’, s.148; NovgorodskoyePervoyeLetopisKomissionnıySpisok, s.191; RadzivilovskayaLetopis’, s.74; VoskresenskayaLetopis’, s.337; NikonovskayaLetopis’, s.97.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
zaman zaman onlarla akrabalık tesis etmişlerdir. Knezler veya oğulları bunun için başbuğların kızları evlenmişlerdir19. Ancak bu diplomatik evlilikler anlaşmayı sürdürmeye yetmemiştir. Rus knezlerinin kendi aralarındaki
mücadelelerde birbirlerine karşı Kumanlardan yardım istemeleri20ilişkilerin bozulmasına yol açmıştır. 1096 yılı başlarında bozulan anlaşmayı yenilemek göreviyle Kiev’e gönderilen İtler ve Kitan adlı elçilerin maiyetleriyle beraber öldürülmeleri savaşı başlatan önemli bir etken oldu21. Türk
devlet geleneğinde dokunulmaz olan elçilerin öldürülmesi bütün Kuman
boylarını Ruslar karşısında bir araya getirdi. Bu dönemde Kumanların
büyük liderlerinden başbuğ Benek (Bonyak), Kiev’e kadar yaklaşarak
şehrin dışında bulunan knezlik köşkünü yakmıştır. Keza başbuğ Küre de
Pereyaslavl yakınlarındaki bir şehri ateşe vermiştir (24 Mayıs 1096). Kiev
Knezi Svyatopolk’un kayınpederi olan başbuğ Tugor Han da, Küre’ye yardım etmek üzere gelmiş ve 30 Mayıs’da Pereyaslavl şehrine hücum etmiştir. Pereyeslavl knezine yardıma gelen Rus kuvvetleriyle 19 Temmuz’da
yapılan savaşta Kumanlar yenilgiye uğramış ve Tugor Han’la oğlu da öldürülmüşlerdir. Bununla birlikte Kumanlar, 20 Temmuz günü Küre kumandasında Kiev’e kadar ilerleyerek etrafı yağmalamıştır22.
Bu saldırılardan muzdarip olan Rus halkının şikâyetlerine çare arayan ve iki oğlunu da Kuman başbuğlarının kızları ile evlendirmiş olan
Preyeslavl kneziVladimir Monomah harekete geçerek, 1097 yılında Dolob
Gölü yakınlarında düzenlediği toplantıda bütün knezlerle, aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak Kumanlar’a karşı birleşik bir Rus cephesi
oluşturmayı başarmıştır23.
1096’dan 1099 yılına kadar yaşanan görece sükûnet döneminde,
Rusların Macarlar üzerine yaptıkları seferlere Kumanların da katılması
sağlanmıştır. Macarlara karşı kazanılan zaferde Başbuğ Bonyak büyük rol
oynamış, bu vesileyle Rus knezleri ile Kumanlar arasında 1101’de yeniden
barış yapılmıştır. Ancak bu barış da sadece iki yıl sürmüştür. Kumanların
sürekli akınlarından mustarip olan Rusların bu akınları durdurmak ama-
19 PovestiVremennıhLet, s.135; İpatiyevskayaLetopis’, s.198; TroitskayaLetopis’, s. 163;NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.201; RadzivilovskayaLetopis’, s.83; VoskresenskayaLetopis’, s.3; NikonovskayaLetopis’, s.109.
20
V.Kosanyi, “XI-XII.nci Asırlarda Uzlar ve Komanlar’ın Tarihine Dâir”, /Türk.terc., Hamit
Koşay/, Belleten, C.VIII, S.29, 1944, s.126.
21 D.A.Rasovskiy, “Polovtsı”, Semınarıum Kondakovıanum VIII-X, Prag, 1935-1938, s.178; Bu
makale tarafımızdan Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Türk.Terc.M. U. Yücel, “Kumanlar, Kuman
Topraklarının Sınırları”, İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, s.40, İstanbul, 2005, s.159-186.
22 PovestiVremennıhLet, s.143-145; İpatiyevskayaLetopis’, s.152-154; LavrentiyevskayaLetopis’,
s.210-214; TroitskayaLetopis’, s.171-173; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok,
s.202; RadzivilovskayaLetopis’, s.87-88; VoskresenskayaLetopis’, s.6-7; NikonovskayaLetopis’,
s.120-122.
23 PovestiVremennıhLet, s.148; İpatiyevskayaLetopis’, s.157-158; LavrentiyevskayaLetopis’,
s.218-219; TroitskayaLetopis’, s.173; RadzivilovskayaLetopis’, s.90; VoskresenskayaLetopis’,
s.7-8.
73
74
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
cıyla inşa ettikleri sağlam şehirler ile kilometrelerce uzanan hendekler ve
toprak tabyalar onları durdurmaya yetmemiştir.
Rus tarihinde Kiev knezliği dönemi müstesna bir yer teşkil eden
Pereyeslavl knezi Vladimir Monomah’ın oluşturduğu birleşik Rus
gücü,1103’de Kumanlara karşı büyük bir galibiyet kazanmıştır. Savaşta çok
sayıda Kuman askeri ölmüş, 20’ye yakın Kuman ileri geleni ve sayısız ganimet Rusların eline geçmiştir24. Gail avlandıkları için yenilen Kumanlar
hemen toparlanarak, Ruslara karşı düzenledikleri şiddetli hücumlarla bu
yenilginin acısını çıkarmışlardır.1105 ve 1106 yıllarında Kuman başbuğu
Bonyak, Kiev ve Preyeslavl çevrelerini tahrip etmiştir. Zaman zaman Rus
knezleri Kumanlara üstün gelseler de bu akınlardan büyük zarar görmekteydiler. Nitekim Rusların halet-i ruhiyesi Knez Vladimir Monomah tarafından şu şekilde özetlenmiştir: “Ölümün Kumanların sürülmüş topraklara yaptıkları hücumlar ile başladığını bilmiyor musunuz?”25.
1107-1111 yılları arasında Kuman başbuğu Bonyak’ın öncülüğünde
Ruslara karşı yürütülen mücadele, zafer kâh Kumanlarda, kâh Ruslarda
kalarak, bazen de barış sağlanarak devam etti. Ancak Bonyak 1109 yılındaki bir savaşta hayatını kaybetti.
Bundan sonra Kiev tahtında değişiklik yaşanmış ve 1113 yılında ölen
Kiev Knezi Svyatopolk Mihail (1093-1112)’in yerine, Vladimir Monomah
oturmuştur. Kumanlar âdet olduğu üzere yeni knezden istedikleri haracın
ödenmesini beklerken Vladimir Monomah, büyük bir ordu ile üzerlerine
yürümüştür. Hazırlıksız yakalanan Kumanlar, Rus ordusu ile savaşmayı
göze alamayıp geri çekildiler. Kumanlara karşı insiyatii elden bırakmak
istemeyen Knez Yaropolk ve David, 1116 yılında Kumanlara ait Surgov,
Şarukan ve Balin şehirlerini ele geçirmişlerdir26. Kiev Knezi Valdimir o
sene Tuna yakınlarında Kuman, Peçenek ve Uzlarla savaşmayı sürdürdü27.
Bu tarihlerde artık zayılayan Kumanların Rus saldırılarına karşı koyamadığı görülmektedir. Bunun sebebi Kuman birliğine dâhil Peçenek, Berendi
ve Uzların Rus knezlerine sığınmalarıydı. Knezler bunu fırsata dönüştürerek adı geçen Türk boylarını daha önce gelenlerle birlikte güney sınırlarına
yerleştirip, Kumanlara karşı savunma seddi oluşturmuşlardı.
24 PovestiVremennıhLet, s.148; İpatiyevskayaLetopis’, s.157-158; LavrentiyevskayaLetopis’,
s.218-219; TroitskayaLetopis’, s.175; RadzivilovskayaLetopis’, s.90; VoskresenskayaLetopis’,
s.7-8.
25 PovestiVremennıhLet, s.148-149; İpatiyevskayaLetopis’, s.158-159; LavrentiyevskayaLetopis’,
s.219-220; TroitskayaLetopis’, s.176; RadzivilovskayaLetopis’, bütün s.90-91; VoskresenskayaLetopis’, s.8; NikonovskayaLetopis’, s. 123-124.
26 PovestiVremennıhLet, s.150-151; İpatiyevskayaLetopis’, s.161-163; LavrentiyevskayaLetopis’,
s.223-224; TroitskayaLetopis’, s. 17-18; RadzivilovskayaLetopis’, s.92; VoskresenskayaLetopis’,
s.9-10; NikonovskayaLetopis’, s.125-127.
27 PovestiVremennıhLet, s. 168-170; İpatiyevskayaLetopis’, s.163-167; TroitskayaLetopis’, s.181185; RadzivilovskayaLetopis’, s.94; VoskresenskayaLetopis’, s.10.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Savaş Kıyafeti İçinde Bir Kuman Erkek Heykeli (Kemerin sol tarafına bir kılıç ve yay
kılıfı; sağ tarafına sadak asılmıştır. Arka tarafta mızrak ve lama taşıyan miğferli bir
atlının kazılarak yapılmış tasviri gözükmektedir, Horváth, Pechenegs, s.98).
Kuman başbuğu Şarukan’ın oğlu olan Atrak (Otrok), Kiev Knezi
Vladimir Monomah’ın artan baskısı karşısında tutunamayarak, damadı olan Gürcü Kralı II David’in daveti üzerine 40.000 aileyle birlikte
Gürcistan’a göç etmiştir (1118). Gürcü Kralı Çoruh ve Kür dolaylarına
yerleştirdikleri Kumanlardan 40.000 kişilik mükemmel bir ordu teşkil
etmiştir. Gürcüler ordunun bel kemiğini oluşturan Kumanlar sayesinde
Selçuklulara karşı koymuş, hatta onlara saldırma imkânı bulmuşlardır.
Yine Kral David, Kuman kuvvetleri sayesinde Şirvan, İran ve Ermenistan’a
da başarılı seferler yapmıştır28.
Kuman başbuğu Atrak, Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın 1125 yılında
ölmesi üzerine eski yurduna dönmüş ise de, beraberinde giden 40.000 ailenin büyük bir kısmı geri dönmemiş, Gürcistan’da çeşitli yerlere yerleştirilmişlerdir. Doğu Anadolu’da Çıldır çevresindeki Kıpçaklar işte bunların
torunlarıdırlar.
Bu arada Gürcistan’a gittikleri için Don boylarını neredeyse tamamen,
Kuban bölgesini ise kısmen boşaltmış olan Kumanlardan Kırım yarımadasında kalanlar şehirlere yerleşerek ticaret hayatına atılmışlar, hatta bazı
75
76
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
küçük kasabalar dahi kurmuşlardır.
Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın ölümünden sonra, Rus knezleri arasında Kiev tahtına kimin oturacağı konusunda anlaşmazlıklar yaşanmış
ve bu süreçte Kuman askeri gücü etkili olmuştur. Bu sırada Çernigov ve
Kiev Knezlerinin hanımlarının Kuman başbuğlarının kızları olması onlara
üstünlük sağlamış ve bu mücadelelerde Kumanların yardımlarını sağlamışlardır. Bu yardım istekleri güneydeki Rus knezliklerinin sürekli Kuman
akınlarına maruz bırakmış; bilhassa Preyeslavl, Çernigov ve NovgorodSeverks Knezlikleri büyük zarar görmüşlerdir. Kuzeydeki knezler de güney kadar olmasa bile, bu saldırılardan payını almış ve özellikle de Kiev
Knezliği çok etkilenmiştir. Bu saldırıların tahribatı o kadar büyük olmuştur ki bu yerlerde insan kalmamış, köyler ve şehirler tamamen boşaltılmış,
halkın büyük bir çoğunluğu ya öldürülmüş ya da esir alınmışlardı. Geride
kalanlar ise daha emin ve güvenilir bir yer olan Rusya’nın kuzeyine Suzdal
Rusyasına giderek yerleşmişlerdir. Rusya’da adeta kasırga etkisi yaratan
ve yanında yer aldıkları knezlere büyük bir güç katan bu saldırılardan,
Kumanlar kendileri adına istifade edememişlerdir. Savaşlarda büyük kayıplara uğrayan Kumanlar bu sırada muhtemelen göçlerle de yeterince
beslenmediği için giderek zayılamışlardır. Tuna’da bulunan Kumanların
bir grubu da Macaristan’a ücretli asker olarak gittikleri için tenhalaşma
devam etmiştir.
Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasi arenadan çekildiği yıllarda yani
XII. asrın ikinci yarısında özellikle de bu yüzyılın sonlarına doğru
Kumanlar’la Ruslar arasındaki mücadeleler yeniden başlamıştır. Dinyeper
Kumanlarının 1174 yılında başbuğları Könçek ve Kobyak (Köpek)’ın
idâresinde Pereyaslavl Knezliğine karşı düzenledikleri hücumlar Ruslar
tarafından geri püskürtülmüştür.28 Ancak her iki başbuğ da geri adım
atmamışlar ve 1177’de bu defa Rusları yenmişlerdir. Konçak ertesi yıl da
Preyeslavl Knezliğine girerek büyük tahribat yapmıştır. Bu arada Bug
(Aksu) Nehri boyundaki Kumanlar da Kiev’i tazyik ediyorlardı. Kuman
saldırıları 1184 yılına kadar birbiri ardına devam etmiştir. Bunun üzerine bütün knezler Kumanlara karşı birlikte hareket etmeye karar verdiler.
Nitekim aynı yıl Güney Rus Knezleri, Kiev Knezi Svyatoslav’ın idâresinde
birleşerek düzenledikleri ani saldırı neticesinde Kumanlara karşı büyük bir
galibiyet aldılar.
28 İpatiyevskayaLetopis’, s.389.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
1185 Rus-Kuman Savaşını Anlatan Minyatür29
Kumanlar Ruslara karşı çoğunlukla inisiyatii ellerinde tuttukları için
bu saldırıya hazırlıksız yakalanmışlardı. 417 bey veya bey oğlunun da aralarında bulunduğu 7000 esir veren Kumanlar30bu yenilgiyle büyük bir sarsıntı yaşadılar.
Kumanlar henüz bu şoku atlatamadan bu defa, Novgorod-Seversk
Knezinin saldırısına uğradılar. Aslında Novgorod-Seversk knezi İgor,
1184’deki sefere Kumanlara karşı başarılı olacaklarına inanmadığı için katılmamış; ancak zafer büyük olunca da pişmanlık duyarak kendisi de böyle
bir başarı kazanmak istemiştir. İgor 1185 yılında bazı knezler, Kovuy ve
Kara-Kalpak Türkleriyle birlikte Kumanlara karşı sefere çıktı. Kumanlar
önceki yenilginin acısını hala şiddetli bir intikam duygusuyla yaşarlarken
kolay bir zafer peşinde koşan knezi karşılarında buldular. Bu karşılaşma
Rus edebiyatının ilk milli destanı olan İgor Destanına konu olmuştur.
Kumanlar bu savaşta geleneksel turan taktiğini uygulamışlar ve Rusları
o zamana kadar görmedikleri bir mağlubiyete uğratmışlardır. Nitekim
Ruslar, Kumanların taktik gereği yenilmiş gibi yapıp geri çekilen birliklerini takibe koyulmuş; bu sırada farklı bölgelerden gelen boydaşlarının katılımıyla güçlenen Kumanlar, Aşağı Don sahasındaki Kayalı Irmağı (bugünkü Kagalnik?) kıyısında İgor idâresindeki Rus ordusunu kuşatarak imha
29 www.visualrian.ru adresinden 01.08.2014 tarihinde alınmıştır.
30 İpatiyevskayaLetopis’, s.428-429; LavrentiyevskayaLetopis’, s.369-370; TroitskayaLetopis’,
s.266-267; RadzivilovskayaLetopis’, s.147; VoskresenskayaLetopis’, s. 96-97.
77
78
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
etmişlerdir. Başbuğ Konçak (Köçek)’ın idâre ettiği bu savaşta Knez İgor da
dâhil olmak üzere Rus ordusundaki knezlerin hepsi esir alındı.31. Böylece
Konçak idâresindeki Kumanlar bir yıl önceki mağlubiyetin intikamını, adlarını sonsuza kadar Rus edebiyatının sayfalarına yazdırdıkları bir zaferle
almış oldular.32
Bu yenilgiden sonra daha çok savunma durumunda kalan Ruslara karşı Kumanların saldırıları artmıştır. Ancak 13. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarına doğru Kuman-Rus mücadelesi, Moğol istilası nedeniyle eski hızını
kaybetmiştir. 1221 yılında Türkiye Selçuklularının denizaşırı bir seferle
Karadeniz’in en büyük ticaret merkezi Suğdak’ı fethetmeleri, Rusları ve
Kumanları birbirine yaklaştırmıştır. Suğdak’ı geri almak için Kumanlardan
yardım sağlayan Ruslar, şehir çok iyi savunulduğu için sonuç alamadılar.33
Bu ittifak Moğol istilâsı karşısında da devam etmiştir. Ancak gerek
Türkistan gerekse Deşt-i Kıpçak sahasını adeta harabeye çeviren Moğol
istilâsı karşısında Kuman-Rus askerî işbirliği işe yaramamış ve 1223 yılında Cebe-Noyon ile Sübidey Batur kumandasındaki iki Moğol tümeni
karşısında Kalka Meydan Muharebesinde mağlûp olmaktan kurtulamamışlardır34.
Kalka Savaşından sonra Kafkasya ve Güney Rus bozkırlarında süratle
yayılan Moğol kuvvetleri karşısında ne Ruslar ne de Kumanlar hiçbir varlık gösterememiş, Başbuğ Köten komutasında Don ve Doneç havzasında
yaşayan Kumanlar dağılmış (1239) ve hayatta kalabilenler Macaristan’a
iltica etmişlerdi. Kumanların kalabalık bir kısmı ise İdil boyuna göç etmesiyle eski İdil Bulgar yurdu tamamen Kıpçaklaşmıştır. Bundan sonra
bütün “Kıpçak Bozkırı” Moğol istilâsına uğramış, hemen akabinde AltınOrda Devleti kurulmuş (1256); Kumanlar askeri ve siyasi bir güç olarak
önemlerini yitirmişlerdir. . Buna karşılık kaynaklar Kumanların hâkimiyet
sürdüğü bu toprakları “Deşt-i Kıpçak” adıyla anmaya devam etmişlerdir.35
Rus topraklarında kalan Kumanların bakiyeleri Rus knezliklerinin topraklarına yerleştirilmişler ve daha sonra diğer Türk boylarının bakiyeleri gibi,
Kara-Kalpaklılar adıyla anılmışlardır.
31 İpatiyevskayaLetopis’, s.429-438; LavrentiyevskayaLetopis’, s.376-379; TroitskayaLetopis’,
s.271-273; RadzivilovskayaLetopis’, s.151-152; VoskresenskayaLetopis’, s.98-99; Nikonovskay
aLetopisArheografçeskiyKomissionnıySpisok,s.12-14; Detaylı bilgi için bkz: Pletnëva, Polovtsı,
s.36-171.
32 M.U.Yücel, “Kuman-Kıpçaklar’ın Tarihinde İgor Destanının Yeri ve Önemi”, Belleten, S.LXX,
C.258, Ağustos, 2006, s.523-559.
33
A. Yakubovski, “İbn-i Bibi’nin, XIII. asır Başında Anadolu Türkleri’nin Sudak, Polovets (Kıpçak) ve Ruslar’a Karşı Yaptıkları Seferin Hikâyesi”, /Türk. terc. İ.Kaynak/, A.Ü.DTCFD, C.XII,
S. 1-2, Mart-Haziran 1954, s. 208-212; Kurat, Karadeniz, s. 89-90; Kafesoğlu, a.g.e.,s.180-181.
34 İpatiyevskayaLetopis’, s.495-497; LavrentiyevskayaLetopis’, s.223-224; VoskresenskayaLetopis’, s.129-132; TroitskayaLetopis’, s.306-307; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ SinodalnıySpisok, s. 61-62; NovgorodskoyePervoyeLetopis’ KomissionnıySpisok, s.264.
35 Kafesoğlu,a.g.e., s.181; Altın-Orda’nın kuruluşu sırasında Kuman-Kıpçaklara karşı yapılan seferler için bk. Mustafa Kafalı, Altın-Orda Hanlığı’nın Kuruluş ve Yükseliş Devirleri, Istanbul
1976, s.16-18.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Kuman-Bizans Münasebetleri
Kumanların Bizans Devletiyle ilk karşılaşması Doğu Avrupa topraklarında Peçenekler nedeniyle 1078’de olmuştur. Bu konuya girmeden önce
Malazgirt savaşında Bizans ordusunda bulunan İskit askerleri arasında
Peçenek ve Uzlardan başka Kumanların da bulunduğu çeşitli araştırmalarda dile getirilmektedir. Ancak Bizans kaynakları değerlendirildiğinde,
Tuna’yı aşarak Bizans’ın Balkanlar’daki topraklarına iki Türk boyunun yani
Peçenek ve Uzların geldiği anlaşılmaktadır. 1048’den itibaren Peçenekler,
1065’den itibaren de Uzlar, Bizans için büyük tehlike oluşturmuşlardır. Bu
iki düşmana karşı Bizans, bir taraftan mücadele ederken diğer taraftan ele
geçirdiği esirleri askeri kabiliyetlerinden dolayı orduda ücretli asker olarak
görevlendirmiştir. Yine bazı Peçenek ve Uz boylarını devlete gelir temin
etmek amacıyla, yerleşik hayata geçirerek onlardan vergi almıştır. Bizans
kaynaklarının ifadesine göre Romen Diogenés’in Anadolu seferinde Uzlar
ve Peçeneklerden atlı kıt’alar teşkil edilmiştir. Bu kıt’alar Diogenés’le beraber Malazgirt’e kadar gitmişlerdir36. Attaliates’in anlatımına göre, 1071’de
Sultan Alp Arslan’ın ordusuna geçen bu İskitler Peçenek ve Uzlardır.
Malazgirt Savaşına katılmayan Kumanlar, Bizans topraklarına
Peçeneklerin daveti üzerine girmişlerdir. Kumanlar VII. Mikhail Dukas
(1071-1078) zamanında Bizans’ın Balkanlardaki topraklarına akınlar düzenleyen Peçeneklerin işbirliği davetine icabet ederek Tuna’nın güneyine
gelmişlerdir. Kumanlar ve Peçenekler birlikte Bizans topraklarına başarılı
bir akın düzenledikten sonra ganimetleri paylaşarak geri döndüler. Bu durum iki Türk boyu arasında yeni işbirlikleri için zemin hazırlamıştır. Bizans
imparatoru Aleksios Komnenos (1081-1118), Anadolu’nun büyük kısmının
kaybı pahasına Türkiye Selçuklularıyla bir anlaşma yapmış; bu sayede devletin batıdaki sorunlarına odaklanmıştır. Bu çerçevede Peçenek gailesini
bertaraf etmek amacıyla 1087’de, onların elinde bulunan Silistre’yi almak
için harekete geçmiştir. Bu durum karşısında Peçenek-Kuman dostluğu
devreye girmiş; Peçenek başbuğu Tatuş bizzat giderek o sırada Tuna’nın
doğusunda bulunan Kumanlardan yardım istemiştir. Kumanlar yardım
isteğine olumlu cevap vermiş; ancak Peçenekler, Kumanları beklemeden
savaşa girmişlerdi. Çetin geçen ve Peçeneklerin zaferi ile neticelenen muharebeden sonra gelen Kumanlar, anlaşma gereğince ganimetten pay istediler. Ancak Aleksios Komnenos’un kızı Anna Komnena’nın Alexiad adlı
eserindeki ifadesine göre “ganimete son derece düşkün bir Türk boyu
olan İskitler (Peçenekler)” elde ettikleri bol ganimeti onlarla paylaşmak
istememişler ve böylece dostluk yerini derin bir düşmanlığa bırakmıştır.
Kumanlar bu hadiseyi hiçbir zaman unutmamışlar ve intikam almak için
fırsat kollamışlardır ki bu fırsat çok geçmeden 1091 yılında Bizans impara36 Michael Attaliates, Tarih, /Çev. Bilge Umar/, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul
2010,s.115,133-134, 155-156; V.Vasilyevskiy, “Vizantiya i Peçenegi”, İzbrannıyeTrudı, Kn.1,
Moskva 2010, s.37.
79
80
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
toru tarafından kendilerine sunulmuştur. Aleksios devlete bir an olsun huzur vermeyen Peçenek meselesini çözmek için Kumanlarla Peçenekler arasındaki sözkonusu anlaşmazlığı kullanarak Kuman başbuğları Tugorkan
ve Bonyak ile anlaştı. 40.000 kadar Kuman askerinin de yer aldığı Bizans
ordusu, Meriç Nehri kenarında Lebunium (Omurbey Mevkiinde)’da
karargâh kurmuş olan Peçeneklere ani bir baskın düzenledi. Kumanlar tarafından adeta kıyımdan geçirilen Peçenekler bu savaştan sonra tarih sahnesinden silinmişlerdir.
1091 yılında İmparatorla yaptıkları ittifak Kumanları bir süre Bizans
topraklarına akınlar düzenlemekten alıkoymuştur. Fakat Kumanlar, 10931096 ve 1109-1114 yılları arasında zaman zaman akınlar yapmışlar ve daha
sonra Bizans ordusunda ücretli asker olarak görev almışlardır37. Kuman
askerler Bizans’ın Türkiye Selçuklu Devleti ile mücadelesinde önemli roller
üstlenmişlerdir.
Kuman Atlısı (Horváth, Pechenegs, s.86)
Bizans açısından Peçenek tehlikesi yerini Kuman tehlikesine bırakmış
bulunuyordu. Kuman tehdidi ilk olarak 1114’lerde Tuna’nın kuzeyine gelip geri döndükleri bir seferle kendisini göstermiştir.38 Bir sonraki seferde
37 A.Komnena, Alexıad, Çev. B.Umar,,Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1996, s.439-443,
Kossanyı, a.g.m., s.126.
38 V. Stoyanov, “Bulgar Tarihinde Kuman-Kıpçaklarlar (XI-XII Yüzyıllar)”,Türkler, II, Ankara,
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
yani 1148’lerde Kumanlar böyle kolayca geri dönmemişler ve Tuna’nın güneyine geçerek bir şehri ele geçirmişlerdir. Bu sırada Bizans İmparatoru
olan I. Manuel Komnenos (1143-1180) Adriyatik üzerine yapacağı seferin hazırlıklarını yapmak üzere İstanbul dışına Filibe’de bulunmaktaydı.
Kumanların Tuna’da bir şehri ele geçirdiklerini öğrenince bu hazırlığı yarıda keserek Kumanların üzerine gitmek istedi. Ancak ordusu asker sayısı
ve teçhizat bakımından yeterli olmadığı için yardım gönderilmesini beklerken, Kumanların pek çok ganimetle birlikte geri döndüklerini öğrenmiştir. Buna rağmen onları takip etmiş, terk ettikleri kampını ele geçirmekle
birlikte onlara yetişememiştir39. Kumanlar yine imparator Manuel döneminde Bizans’ın Macar Kralı II. Geza (1141-1161) ile olan mücadelesinden
de istifade ederek 1154 veya 1155’de Tuna’yı geçmişler ve yakın köyleri yağmalamışlardır. Bizans kaynakları 1159 veya 1160’da İmparator Manuel’in
Türkiye Selçukluları üzerine yaptığı seferden dönerken Tuna’nın aşağısında Kumanlarla karşılaştığını ancak Kumanların sayıları az olduğu için
Bizans’la karşılaşmaktan çekinerek nehri geçip geri çekildiklerini kaydetmişlerdir40.
Bizans kaynakları Türklerle ilgili olarak onlarla münasebetleri çerçevesinde bilgi vermişlerdir. Kumanlar 1160-1190 yılları arasında Bizans
topraklarına saldırmadıkları için Bizans kaynakları onlardan söz etmemişlerdir. Bu tarihlerde Kumanlar Macaristan, Romanya ve Bulgaristan topraklarına dağılarak yerleşmişler ve bu milletlerin tarihlerinde ayrı bir yer
edinmişlerdir. Özellikle bu dönemde yani 12. yüzyılın sonlarından itibaren
bazı Kuman boylarının yerleşik hayata geçerek Bulgar topraklarında yaşayan halkla karıştığı da tahmin edilmektedir. Nitekim Kumanların zaman
içerisinde Bulgaristan’da Makedonya, Sofya, Tırnova bölgesine, Vratsa etrafına, Vidin ve Kotel’e, Vit Nehri yakınlarına, Silistre bölgesine yerleştikleri bilinmektedir. Bilhassa Plevne, Vidin, Vratsa, Pernik ve Sofya’nın etrafındaki yerleşme yerlerinin adlarının büyük bir kısmının kökeni Türkçe
menşelidir41.
Kuman-Bulgar-Romen-Macar Münasebetleri
1185-1237 yılları arasında Tuna’nın güneyinde kalabalık bir nüfusa sahip
olan Kumanlar, Bulgarların Bizans’a karşı bağımsızlık mücadelesinde ve
II. Bulgar Devleti’nin kurulmasında büyük bir rol oynadılar. Bulgar Devletinin başına geçen Çar Asen (1187-1196)’in Kuman menşeli olmasının da
2002, s. 800.
39 P. Diaconu, “LesPetchènèguesau bas-Danube,“Édition de L’Academic de la Rèpublique Socialiste de Roumanie, Bucarest l970, s.76-81; 88-89; Stoyanov, a.g.m., s.800.
40 Stoyanov, a.g.m., s.800.
41 Stoyanov, a.g.m., s.801.
81
82
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
büyük rolü olduğunu söylemek gerekmektedir42. Kumanlar bu dönemde
Dobruca’nın güneyine, Karadeniz bölgesine ve Deli-orman taralarına kadar yayılarak43, yaşadıkları yerlerin “Kuman-Kıpçakia” olarak adlandırılmasını sağlamışlardır. Ayrıca Romen devletini kuran kişinin de bir Kıpçak
Türk’ü olduğu hatırlanmalıdır44.
Çalışma konusu Selçuklu dönemiyle sınırılı olduğu için Kuman-Macar
münasebetleri daha ziyade 11. ve 12. yüzyılda yaşanan hadiseler üzerinden
değerlendirilecektir. Kuman-Macar münasebetleri, 1091’de Peçenekleri
ortadan kaldıran Lebunium Meydan Muharebesi’nde Bizans’a destek veren Kuman başbuğlarından Bonyak’ın, zaferden sonra Macaristan’daki
Transilvanya ve Tisza bölgesine gitmesi ile başlamıştır. Macar Kralı
(Aziz) László bu gelenleri Temeşvar yakınlarına gönderirken (bugün
Romanya’daki Timişoara), kendisi Aşağı Tuna’da Macaristan’a karşı tehlikeli akınlarda bulunan bir diğer Kuman grubuna karşı zafer kazanmıştır.
Yine Bonyak döneminde 1099 yılında Rusların, Macarlar üzerine yapacakları sefer için Kumanlardan istedikleri ordu Peremışl’e gitmiştir.
Bu ordu ustaca bir taktik uygulayarak Kral Coloman Beauclerc (Könyves
Kálmán 1095-1116) idaresindeki Macar kuvvetlerini tuzağa düşürüp yok
etmiştir. Rivaeyte göre Bonyak savaştan önce, gece yarısı çadırından dışarı
çıkarak kurt gibi ulumuş ve etrafta bulunan kurtla da ona uluyarak cevap
vermişlerdi. Bonyak bu olayı zaferi kendisinin kazanacağının işareti olarak
yorumlamıştı45. 12. yüzyıl boyunca Batı Kumanlarının askeri faaliyetlerinin
Bizans, Macaristan, Rusya ve Polonya’da büyük rahatsızlık yarattığı görülmektedir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, Moğol istilası Kumanların tarihinde
bir dönüm noktası olmuştur. Hatırlanacağı üzere 1224 Kalka Meydan
Muharebesinden sonra Güney Rus bozkırlarındaki yurtlarını terk ederek
Macaristan, Romanya ve Bulgaristan topraklarına gitmek zorunda kalmışlardı. Bulgar ve Romen devletlerinin kuruluşunda rol almış; Macaristan’da
ise daha ziyade askeri gücü oluşturmuşlardır. Nitekim 1238’lerde Moğol
ilerleyişi ve baskısı karşısında ordu teşkil edecek gücü bulunmayan Başbuğ
Köten, Macar Kralı IV. Béla (1235-1270)’dan Macaristan’a yerleşmek için
izin istemiştir. “Rex Cumanie” unvanını da alan Macar Kralı IV. Béla,
Köten’in tavsiyesi üzerine Katolikliği kabul etmiş ve Kumanların, 1239’da
doğudaki Radna yolundan Macaristan’a girmelerine izin vermiştir.
42 Niketas Khoniates, Hıstoria (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri /Çev. F.Işıltan/, Ankara
1995, s.120-123; R. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, l993, s. 153-154; Kafesoğlu, a.g.e., s.
183,.
43 Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara 1966, s.15; Ayn. Müelf.,Romanya Türkleri,
TDEK, Ankara l976, s.1086, Gökbel, a.g.e., s.79.
44 R.Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Varisleri ve İlk Müslüman Türkler, (Haz. S.K. Seferoğlu-A.
Müderrisoğlu), Ankara l983, s.42-43.
45 Rasonyi, “Tuna Havzasında”, Doğu Avrupa’da Türklük, s.120.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
1223’te yaşanan Moğol saldırısından sonra Macar Krallığı ile Kumanlar
arasındaki bağlar daha da kuvvetlenmiştir. 1227’den sonra özellikle IV.
Béla ve IV. László (Ladislas 1272–1290) dönemlerinde Macaristan tarihinde önemli rol oynayan Kumanların nüfusunun13. yüzyılda aşağı-yukarı
80.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir46. Bu sırada Macaristan topraklarının üçte birinin Kumanlara ait olduğu da ileri sürülmektedir47.
Székelyderzs’teki (Dîriju, Romanya) Bir Resimden Ok Çantasıyla Birlikte Bir KumanKıpçak Savaşçısı (Horváth, Pechenegs, s.72).
Kumanların Macaristan’daki etkisi, Kral IV. Lászlô döneminde doruk
noktasına ulaşmıştır. Çünkü IV. László’nun annesi Elizabeth’in babası bir
Kuman’dı48. 1277’de tahta çıktığında IV. László baronların üstünlüğüne
son vermek, otoritesini sağlamlaştırmak için büyük bir çaba sarfetmiş,
kendisine sadık küçük bir grubun dışında, Kumanların askeri gücüne bel
bağlamıştır. Kral, Kumanların kıyafetlerine ilgi duymuş Kuman boylarını
sık sık ziyaret etmiş ve onlar gibi giyinmiştir. Sicilya kralının kızı olan karısı Isabella of Anjou’yu boşayarak bir Kuman olan Edua (Aydua ‘büyüyen
46 Horváth, Pechenegs, s.71-72.
47 Rasonyi, “Tuna Havzasında”, Doğu Avrupada Türklük, s.126.
48 A.g.e., s.77.
83
84
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ay’) ile evlenmiştir.49
Macaristan’da feodal güçler ve kilise, Kumanlar ile kral arasındaki ittifakı bozmak için gizlice anlaşmışlardır. Kilise ekonomik problemlerin çözümünü IV. László’yu Kumanlar’dan ayırma ve Kumanları Hıristiyanlığa
teşvik etmekte görmüş ve bunun için elinden geleni yapmıştır. 23 Temmuz
1278 (9)’de Başbuğ Köten’in torunu olduğu da ileri sürülen IV. László,
yedi Kuman kabilesinin başbuğu Uzur, Alpar ve Tulun’la bir araya gelmiş,
Kumanların yaşayış tarzlarını düzenlemek ve Hıristiyanlaştırılmaları konusunda onlarla anlaşmıştır. Bu anlaşmanın Kumanlarla ilgili maddeleri,
tarihe Birinci Kuman Yasası olarak geçmiştir. Temmuz’da Büyük Meclis’te
kararlaştırılan son maddeler, 10 Ağustos’ta taahhütnameye eklenmiştir ki
eklenen bu maddeler de İkinci Kuman Yasası olarak adlandırılmıştır.
1279–1290 yılları arası Kumanlar için sıkıntılar içerisinde geçmiştir.
Çünkü 1270’lerin sonuna kadar görünüşte rahatsız edilmeden, alışılmış
hayatlarını sürdüren Kumanlar, 1279’dan sonra hem Hıristiyanlığa hem
de yerleşik hayata geçiş hususunda karşılaştıkları meseleler yüzünden
rahatsız olmuşlardır. Yeni Kuman Yasaları ve başarısızlıkla sonuçlanan
ayaklanmalar bu durumu göstermektedir. Kuman liderleri muhtemelen
Macar krallığının güç mücadelesinde oynadıkları rolün artık onlar için iyi
neticeler doğurmayacağını fark etmişlerdir. Kumanlar, IV. László’nun halelerinin döneminde önceden olduğu gibi Macar haif süvari birliği için
asker göndermeye devam etmişlerse de artık krallık ordusunun sevk ve
idâresinde görev almamış, ücretli asker olarak görev yapmışlardır50.
Kumanlar, onlara dair bilgi veren kaynaklarda çok güzel bir ırk olarak
tavsif edilmekte ve özellikle de kadınlarının güzelliklerinden söz edilmektedir. Nitekim Rus Yıllıklarının kayıtlarından anlaşıldığına göre Kiev Rus
knezlerinin birçoğu hem siyasî olarak Kuman başbuğlarını kendi taralarına çekmek, hem de güzelliklerinden dolayı Kuman kızları ile evlenmişlerdir51.
49 Horváth, Pechenegs, s.78.
50 Horváth, Pechenegs, s.82.
51
Meselâ 1107 tarihine âit kayıtlar. Bkz. PovestiVremennıhLet, s.186-187; İpatiyevskayaLetopis’,
s.186-187;LavrentiyevskayaLetopis’, s.271-272; TroitskayaLetopis’, s.202-203; RadzivilovskayaLetopis, s.102; VoskresenskayaLetopis’, s.20-22.
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Kaynaklar
Ahmet Gökbel, Kıpçaklar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000.
Akdes Nimey Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri,
Ankara l972
Akdes Nimey Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937
Alexiad Komnena, Alexıad, Çev. B.Umar,,Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1996
A.P. Horváth, Pechenegs, Cumans, Iasians, Steppe Poples in Medieval Hungary, Trans.
T.Wilkinson, Budapest l989
A. Yakubovski, “İbn-i Bibi’nin, XIII. asır Başında Anadolu Türkleri’nin Sudak, Polovets (Kıpçak)
ve Ruslar’a Karşı Yaptıkları Seferin Hikâyesi”, /Türk. terc. İ.Kaynak/, A.Ü.DTCFD, C.XII, S.
1-2, Mart-Haziran 1954
A. Zeki Velidî Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş-I, İstanbul, 1981
C.Sağır, Temim İbn Bahr’ın Seyahathamesi ile Mervezi’nin Taba-i Hayavan Eserinin Tercüme ve
Değerlendirilmesi, M.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisan
Tezi, İstanbul 2006
D.A.Rasovskiy, “Polovtsı”, Semınarıum Kondakovıanum VIII-X, Prag, 1935-1938
E.B.Kumekov, GosudorstvoKimakov IX-XI vv. poArabskamİstoçnikam, Alma-Atı 1972
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1997
Kaşgarlı Mahmut, Divân-u Lugat-it Türk, Besim Atalay Neşri, Ankara 1939-1945
Kutadgu Bilig I, Metin (Neş. R.R.Arat, , Beyitler: 2477, 2639, 3407, 5133), Ankara l991
Letopis Po İpatiyevskayaSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sankt-Peterburg, 1871
L. Ràsonyi, “Tuna Havzasında Kuman-Kıpçaklar”, Belleten, C. III, S. 11/12, s. 403, Temmuz 1939
Letopis Po LavrentiyevskomuSpisku, ArheograiçeskoyKommissii, Sank-Peterburg, 1872
M.U.Yücel, “Kuman-Kıpçaklar’ın Tarihinde İgor Destanının Yeri ve Önemi”, Belleten, S.LXX,
C.258, Ağustos, 2006
Mustafa Kafalı, Altın-Orda Hanlığı’nın Kuruluş ve Yükseliş Devirleri, İstanbul 1976
Michael Attaliates, Tarih, /Çev. Bilge Umar/, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 2010Pletnëva,
Polovtsı, Moskva 1991
Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara 1966,
Niketas Khoniates, Hıstoria (Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri /Çev. F.Işıltan/, Ankara 1995
P. Golubovksiy, Peçenegi, Torki i Polovetsiy do Naşestviye Tatar, İstora Yujno-RusskiyStepey IXXIII vv., Kiev l884
PovestiVremennıhLet, /Haz. D.S.Lihaçeva-B.A.Romanova/,Moskva-Leningrad 1950,
PolnoeSobranieRusskihLetopisi, RadzivilovskayaLetopis, T.XIII, Leningrad, 1989
PolnoyeSobranieRusskihLetopiseh, Letopis Po VoskrasenskomuSpisku
ArheograiçeskoyuKomisseyu, Sank-Peterburg, 1856
Patriarş ili NikonovskoyuLetopisyu, PolnoyeSobraniyeRusskihLetopisey, Sank-Peterburg, 1862
P. Diaconu, “LesPetchènèguesau bas-Danube,“Édition de L’Academic de la Rèpublique Socialiste
de Roumanie, Bucarest l970
Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, TTK Basımevi, Ankara
2001
R. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara, l993
R.Rasonyi, Türk Devletinin Batıdaki Varisleri ve İlk Müslüman Türkler, (Haz. S.K. Seferoğlu-A.
Müderrisoğlu), Ankara l983
Şaban Kuzgun, Hazar ve Karay Türkleri, Ankara l985
Sercan M.Ahincanov, Türk Halklarının Katalizör Boyu Kıpçaklar, Çev. Kürşat Yıldırım, Selenge
Yayınları, İstanbul 2009
TroitskayaLetopis’, /Haz. M.D. Priselkov/, Moskva-Leningrad, 1950
V. Stoyanov, “Bulgar Tarihinde Kuman-Kıpçaklarlar (XI-XII Yüzyıllar)”,Türkler, II, Ankara, 2002
www.visualrian.ru (Son erişim: 01.08.2014)
www.nnm.me (Son erişim: 13.08.2014)
85
86
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Kuman- Kıpchak was in Era of the Great Seljuk State
Muallâ Uydu Yücel
Abstract
Kuman-Kıpcak is a Turkish size played an important role in either Turkish history or Eastern
Europe’s Turkish history. They established both cultural and political relations with Russians and
Bizans in the territory from the north of Black Sea to Eastern Europe, founding a based domination
in the South Russia steppes from the 2th half of 11th century, when Seljuk made their power felt.
They lived in Russian steppes, where they had came in 1055, until Kalkan Pitched Battle in 1224
they battled against Mongols alliacing with Russia and experienced a big defeated. Kuman-Russian
relations shaped the basic problems by Kumans against Russian territories. Following the Kumans
had attached against the Russian territories and approximately 170 years Russia struggled to stop
this assaults. During this time Kumans had been victorious part except Russian achievements in
1103 and 1184. Russians and Kumans were not in a permanent battle, sometimes they allied against
their common enemies and Kumans was a prior in terms of apply its help to resolutions conlicts
between Russian Knezs.
When Mongols got Kafkas and Russian steps, Kumans emigrated to Eastern Europe geography
in 15th century and during the emigration, espHungary especially hosted to Kumans. In Seljuks
period, the other state that Kumans had relations was Bizans. Kuman-Bizans usually had a friendly
trend and Bizans beneited from Kumans help against the other Turkish size. IIn that period, this
beneit was resulted in wiping away of its the biggest enemy Pecenek Turks thanks to Kumans help..
Büyük Selçuklu Devleti Döneminde Kuman-Kıpçaklar
Muallâ Uydu Yücel
Özet
Kuman-Kıpçaklar gerek Türkistan Türk tarihinde gerekse Doğu Avrupa Türk tarihinde önemli rol
oynayan bir Türk boyudur. Büyük Selçuklu devletinin gücünü iyice hissettirdiği XI. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Güney Rus bozkırlarında esaslı bir hakimiyet tesis ederek, Karadeniz’in kuzeyinden Doğu Avrupa’ya kadar olan coğrafyada bir taraftan Ruslar diğer taraftan da Bizans ile hem
siyasi hem de kültürel ilişkiler kurmuşlardır. 1055 tarihinde geldikleri Rus bozkırlarında 1224 yılında Moğollara karşı Ruslar ile birleşerek yaptıkları ancak büyük bir mağlubiyet yaşadıkları Kalka
Meydan Muharebesine kadar kalmışlardır. Kuman-Rus münasebetleri genelde Kumanların Rus
topraklarına karşı sürekli saldırılar düzenlemeleri üzerine yaşanan sıkıntılar çerçevesinde olmuş ve
yaklaşık 170 yıl Ruslar bu saldırıları durdurmak için uğraşmışlardır. Bu süre içerisinde galip gelen
taraf 1103 ve 1184 yıllarındaki Rus başarıları istisna hep Kumanlar olmuştur. Ruslar ile Kumanlar
sürekli mücadele etmemişler zaman zaman ortak düşmanlarına karşı birleştikleri gibi Kumanlar
Rus knezlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda yardımlarına ilk müracaat edilenler olmuşlardır.
Kumanlar, Kafkasların ve Rus bozkırlarının Moğolların eline geçmesi üzerine 13.yüzyıl’da Doğu
Avrupa coğrafyasına göç etmişlerdir ki bu göç sırasında özellikle Macaristan Kumanlara ev sahipliği
yapmıştır. Selçuklular döneminde Kumanların münasebette bulunduğu diğer bir devlet ise Bizans
olmuştur. Kuman-Bizans münasebetleri genelde dostane bir seyir takip etmiş ve Bizans diğer Türk
boylarına karşı Kumanların yardımlarından istifade etmiştir. Bu istifade o dönemde kendisinin en
büyük düşmanı olan Peçenek Türklerini onların yardımları sayesinde tarih sahnesinden silmesi ile
sonuçlanmıştır.
87
Osman Turan
Fuat Turan arşivi
Selçuklu Çağında Kuman-Kıpçaklar /Muallâ Uydu Yücel
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
Melik Şahinşah’ın Saltanat
Mücadelesi (1155-1176)
Muharrem Kesik
Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi
Saltanat mücadeleleri idare şekli monarşi olan bütün devletler gibi, Türk
devlet ve hanedanlarının hemen hepsinde görüldüğü üzere Selçuklular’da
da yaşanmıştır. Türkiye Selçuklu Tarihinde bugünkü bilgilerimize göre
kaynaklara yansıyan ilk saltanat mücadelesinin, Sultan I. Kılıç Arslan’ın
çocukları arasında yaşandığı anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi I. Kılıç Arslan,
Büyük Selçuklu komutanı Çavlı Sakavu ile Habur nehri kıyısında girdiği
savaşta hayatını kaybettikten sonra, Konya’da yerine vekil olarak bıraktığı
en büyük oğlu Mesud, Musul’da vekil olarak bıraktığı Melikşah (Şahinşah),
savaşta sultanın yanında bulunan Arab ve Tuğrul Arslan arasında taht mücadeleleri yaşanmıştı(1107-1116).1 Kuruluş devrinin dayanışma ruhu zayıflamaya başlayınca, Türkiye Selçuklu tahtı için, hanedan mensupları arasındaki saltanat mücadelelerinin rutinleştiği görülecektir. Kılıç Arslan’ın
çocukları arasında yaşanan mücadelelerden, sonunda Mesud galip çıkmış
ve uzun saltanat döneminde2 devleti sarsıntıya uğratan önemli sorunları
halletme imkânı bulabilmişti.
Sultan Mesud, Türkiye Selçuklu Tarihinde bazı ilkleri gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri de ölmeden önce ülkeyi idari olarak oğulları arasında
taksim etmesi; bir diğeri ise, oğlu Kılıç Arslan’ı bizzat tahta çıkararak kendi eliyle başını taçlandırmasıdır. Kilikya seferinden dönünce hastalanan
ve ölümünün yaklaştığını hisseden sultan, devlet erkânı ve ileri gelenler
huzurunda tahtı, son yıllarında tüm seferlerinde yanında bulundurduğu
oğlu, Elbistan meliki Kılıç Arslan’a bıraktı.3 Kılıç Arslan’a ilk biat eden de
1
2
3
Bu konu hakkında geniş bilgi için bk. Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan
I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara 2003, s. 9 – 42.
Sultan I. Mesud devri hakkında geniş bilgi için bk. Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti
Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara 2003.
Papaz Grigor, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, (trc. Hrant D. Andreasyan ), Ankara 1987, s. 312; Niketas, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995, s. 80;
Anonim Selçuknâme, (nşr.ve trc. Feridun Naiz Uzluk), Ankara 1952,s. 38, trc. 25; Ebû’l-Ferec,
(Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987, II, 393. İbnü’l-Esîr
(İzzeddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî), el-Kâmil fî’t-târîh, (nşr. C.
89
90
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
kendisi oldu. Sultan Mesud ayrıca diğer oğulları ve dâmatlarına da, Kılıç
Arslan’a tâbi kalmak koşuluyla bir takım yerlerin idaresini bıraktı. Buna
göre: Küçük oğlu Şahinşah’a Ankara, Çankırı ve Kastamonu bölgelerini; dâmadı Dânişmendli Zünnûn’a Kayseri ve civarını; bir diğer dâmadı
Dânişmendli Yağıbasan’a Sivas ve Amasya’nın idaresini verdi.4 Ortanca
oğlu Dolat (Devlet)’ın idaresine nerelerin verildiği hususu kaynaklar tarafından kaydedilmemiştir.
Anonim Selçuknâme’ye göre, Sultan I. Mesud’un üç oğlu vardı.
Bunlardan birincisi kendisini beğenmiş, ikincisi ev süsleyici(Hâne ârây),
üçüncüsü akıllı olanıdır ki padişahlığı ona vermişti ve bu oğluna babasının
adını (Sultan I. Kılıç Arslan) vermişti.5
Papaz Grigor da Sultan I. Mesud’un üç oğlundan bahseder. Bunlar:
Veliaht Kılıç Arslan, ikincisi (diğer bir oğlu) Kılıç Arslan’dan daha âlicenap
ve güler yüzlü bir melik idi.
Diğer küçük kardeşin ise Çankırı ve Ankara kalelerine kaçtığını söyler.6
(Bu sonuncusunun Şahinşah olduğu bilinmektedir).
Sultan II. Kılıç Arslan, Dolat(Devlet) adlı kardeşinin kendisine karşı
isyan etmesinden kuşku duyuyordu. Bu nedenle onu ortadan kaldırmaya
karar verdi. Nitekim bir ziyafet sofrasında, gecenin ilerleyen saatlerinde
iyice sarhoş olan kardeşini boğdurttu.7 Papaz Grigor’a göre,8 öldürülen bu
kardeş(Dolat), Sultan II. Kılıç Arslan’dan daha güçlü bir adamdı ve sultan
bu yüzden ondan korkuyordu.
Küçük kardeş Şahinşah’ın ise bir müddet Sultan Kılıç Arslan’a itaatte
kusur etmediği anlaşılıyor. Ancak muhtemelen Dolat’ın akıbetini öğrendikten sonra, boğdurulmaktan korktuğu için kendi meliklik merkezi olan
Çankırı ve Ankara taralarına kaçtı.9
Yine Papaz Grigor’un kaydına göre, Sultan Kılıç Arslan, babası döneminden kalma bazı devlet adamlarını ve emîrleri ile babasının büyük bir
prensi (Kaynakta aynen bu kelime kullanılmış) olan Bağdain (Behaeddin)’i
4
5
6
7
8
9
J. Tornberg), Beyrut 1979, XI, 210, (trc. Abdülkerim Özaydın ), İstanbul 1987, XI, 179, Sultan
Mesud’un ölümünden sonra yerine oğlu Kılıç Arslan’ın geçtiğini kaydeder. Krş. Muharrem Kesik, Sultan I. Mesud, s. 115.
Papaz Grigor, s. 313; Niketas, s. 80; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 317, trc. XI, 258. Krş. Osman
Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993, s. 192. Kinnamos (Ioannes., Epitome
Historiarum, CSHB., (nşr. I. Meinecke), Bonn 1836, trc. Işın Demirkent, Ioannes Kinnamos’un
Historia’sı(1118-1176), Ankara 2001, s. 200), II. Kılıç Arslan’ın saltanatı sırasında onu, Kayseri,
Amasya ve Kapadokya hâkimi olarak gösterir.
Anonim Selçuknâme, s. 38; trc., s. 25.
Papaz Grigor, s. 313.
Papaz Grigor, Zeyl, s. 313.
Bk. Aynı yer.
Bk. Aynı yer.
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
ve babasının kadısını da öldürttü.10 Kaynağın verdiği bilgiye göre, bu ümeranın Sultan II. Kılıç Arslan’a muhalif oldukları ve diğer şehzâdelerle işbirliği etmek ihtimalleri dolayısıyla ortadan kaldırıldıkları ileri sürülebilir.
II. Kılıç Arslan tahta çıktıktan sonra, Sultan Mesud’un saltanatının son
yıllarında yeniden tâbiyet altına alınan Dânişmendli Beyliğiyle ilişkileri de
bozuldu. Bunun nedeni Yağıbasan’ın, Anadolu’nun en büyük siyasi gücü
durumuna gelen Sultan Mesud’un ölümüyle meydana gelen kargaşadan
faydalanarak kaybettiği toprakları geri almak istemesiydi.
Sivas meliki Yağıbasan, Malatya ve Kayseri’de hüküm süren diğer
Dânişmendli meliklerini yanına çekip, sultanın kardeşi Melik Şahinşah’ı
da hükümdarlık vaadiyle ağabeyine karşı kışkırtıp, Kılıç Arslan’a karşı büyük bir cephe açtı.11 Selçuklu tahtı için yaşanan savaşın, Melik Şahinşah’ın
Yağıbasan’ın dâmadı olması nedeniyle, Yağıbasan -Kılıç Arslan mücadelesinin de ayrılmaz bir parçası olduğu görülmektedir. Çünkü Yağıbasan,
kendisine dâmat edindiği Melik Şahinşah’ı, Selçuklu tahtına oturtup ona
ve devlete hükmetmek istiyordu. Böylece Anadolu’da, dedesi Emir gazi zamanında olduğu gibi, Türkiye Selçuklularına karşı siyasi üstünlüğü ele geçirmeyi hedeliyordu. Bu yüzden Sivas Meliki Yağıbasan, hiç vakit kaybetmeden Şahinşah, kendi yeğenleri Zünnûn ve İbrahim ile Malatya meliki
Zülkarneyn’in de desteğini sağlayarak büyük bir kuvvetle Kayseri üzerine
yürüdü ve şehri ele geçirdi. Sultan II. Kılıç Arslan, Yağıbasan’ı durdurmak
için derhal harekete geçtiyse de din âlimlerinin Müslüman kanı dökülmesi kaygısıyla araya girmesiyle savaş engellenmiş oldu.12Ancak bu durum
taralar arasındaki mücadeleyi durdurmaya yetmedi.13 Yağıbasan, özel10
11
12
13
Zeyl, s. 313.
Ebû’l-Ferec, II, 399.
Muharrem Kesik, “Yağıbasan Devrinde Dânişmendliler - Türkiye Selçukluları İlişkileri”, İÜEF.
Tarih Dergisi, (İstanbul 2002), sy. 37, s. 142-143.
Bu olayın devamı şu şekilde gelişmiştir: İki taraf arasında yapılan ateşkese rağmen Dânişmendli
Yağıbasan, Zengîler’den Nureddin Mahmud’un teşvikiyle yeniden Selçuklu topraklarına saldırmak suretiyle iki Türk devleti arasındaki ateşi körükledi. Yağıbasan, Sultan Kılıç Arslan’ın
melikliği döneminde idare ettiği Elbistan’a girerek bölge halkından 70.000 kişiyi kendi ülkesine götürdü. Sultan ona yetişmeye çalıştıysa da Yağıbasan normal yolları tercih etmediği için
tâkibattan kurtuldu. Kılıç Arslan Kayseri’ye geldiği zaman onun sert tabiatından korkan halk
derhal yanına gelerek itaat arzetmiş, sultan da yanına gelmiş olanları götürmeyeceğine dair
yeminli teminat vermiştir . Yağıbasan kendi ülkesine götürdüğü Hristiyan ahaliyi emniyet içerisinde yerleştirdikten sonra geri dönerek Sultan Kılıç Arslan karşısında karargâhını kurdu. Bu
olaydan sonra da din adamları araya girip her iki tarafı savaştan ve kardeşkanı akıtmaktan men
etmeye çalıştılar. Ancak onların çabaları bu defa sonuçsuz kaldı. Yağıbasan ile II. Kılıç Arslan’ın
kuvvetleri Şaban 550 ( Ekim 1155) tarihinde Aksaray’da karşı karşıya geldiler. Savaşı kaybeden
Yağıbasan, Sultan II. Kılıç Arslan’a barış teklif etmek zorunda kaldı. Kılıç Arslan, Yağıbasan’a
güvenmediği ve bu meseleyi kökünden halletmek istediği için kendisine yapılan sulh tekliini kabul etmek istemedi. Fakat din âlimlerinin sultanın ayaklarına kapanarak Müslüman kanı
dökmemesi yönündeki yalvarışlarına daha fazla dayanamadı ve barışa razı oldu. Ancak yapılan
anlaşmanın maddelerini bir bir dikte ettirmeyi de ihmal etmedi. Süryani Mikhail’in kaydına
göre (Vekayinâme, s. 183) bu iki Türk hükümdarı arasında 1158 yılında bir barış ve dostluk
antlaşması yapılmıştır. Sultan Kılıç Arslan, Kayseri Meliki Zünnûn ile de bir dostluk antlaşması
91
92
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
likle Halep Atabeyi Nureddin Mahmud b. Zengî’nin kışkırtmasıyla Kılıç
Arslan’a karşı yürüttüğü mücadeleyi şiddetlendirdi. Ayrıca Kılıç Arslan’a
karşı oluşturulan bu ittifakta Bizans imparatoru Manuel Komnenos’un da
hatırı sayılır bir rolü vardı.
Sultan II. Kılıç Arslan, Erzurum Saltuklu beyi İzzeddin Saltuk’un kızı ile
nikâhlanmıştı. Gelin alayı Erzurum’dan Konya’ya doğru yol alırken bunu
haber alan Yağıbasan pusu kurdu. Kaile pusu kurulan yere geldiğinde saldırıya geçerek gelini ve çeyizini ele geçirdi. Sonra Kılıç Arslan’ın hanımı
olan gelini, yeğeni Kayseri Meliki Zünnûn ile evlendirebilmek için önce irtidat ettirip sonra İslâma döndürdüler. Gelin bu hîle-i şeriyye sonucunda
Zünnûn ile evlendirildi14.
Yağıbasan’ın sınırları zorlayan bu saldırısı, doğal olarak Sultan II. Kılıç
Arslan’ı çileden çıkardı. Hiç zaman yitirmeden Yağıbasan’ın üzerine yürüdü. Taralar arasında uzun süren çatışmalar çok kan dökülmesine neden oldu. Kılıç Arslan sonunda Bizans ordusu tarafından desteklenen
Dânişmendli kuvvetleri karşısında mağlup olmaktan kurtulamadı(1162).15
Yağıbasan, sultanın karargâhını ele geçirip altın tahtıyla birlikte diğer
kıymetli eşyalarını yağmaladı. Yağıbasan, mütâreke imzalanınca aldıklarını sultana geri verdi.16 Bu arada Bizans İmparatoru Manuel, her iki
hükümdara da adamlar göndererek aralarındaki mücadeleyi körüklüyordu. Onun amacı savaşarak birbirini zayılatacak olan Dânişmendlilerden
ve Selçuklulardan tamamen kurtulabilmekti. Ancak imparator, Kılıç
Arslan’ı daha tehlikeli bulduğu için Yağıbasan’a para ve silah yardımın-
14
15
16
yapıp onu amcası Yağıbasan’a karşı kışkırttı. Aslında Sultan Kılıç Arslan’ı din adamlarından
ziyade eniştesi Nureddin Mahmud’un Selçuklu topraklarına tecavüzü onu barışa mecbur etmişti. Nureddin’in bu tecavüzünden başka Kilikya’daki Ermeniler de Maraş’a saldırdılar. Sultan Kılıç Arslan, Yağıbasan ile yaptığı bu sulh sayesinde Ermeniler ve Zengîler ile mücadele
etme fırsatı buldu ve onları yeniden itaat altına aldı(Papaz Grigor, s. 314; İbnü’l-Kalânisî (Ebû
Ya‘lâ Hamza b. Esed et- Temîmî), Zeylü Tarihi Dımaşk, ( nşr. H.F. Amedroz), Beyrut 1908, s.
333; Ebu’l-Ferec, II, 391. Krş. Turan, Türkiye, s. 198-200; Claude Cahen, Osmanlılardan Önce
Anadolu’da Türkler, ( çev. Yıldız Moran ), İstanbul 1984, s. 112; Abdülhâluk Çay, II. Kılıç Arslan, Ankara 1987, s. 25-26).
İbnü’l- Esîr, el- Kâmil, trc., XI, 257. Krş. Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi,
İstanbul 1993, s. 16-17; a.mlf., Türkiye, s. 201. Süryani Mikhail’in Vekayinâme’sinin (Khronik,
nşr. ve trc. J.B. Chabot, Chronique de Michel le Syrien, Patriarche jacobite d’Antioche(1116-99),
Paris 1899-1924, trc. Hrant D. Andreasyan, Suryani Patrik Mihail’in Vekayinâmesi 1042 1195, Ankara 1944, II, -TTK.’da henüz yayımlanmamış tercüme-, s.190) Ermenice metinde bu
olay biraz daha farklı anlatılır. Buna göre, Sultan Kılıç Arslan Saltuk’un kızı ile evlenmek istemiş
ancak Saltuk kızını Yağıbasan’ın isteği üzerine Malatya emîri ile evlendirmiştir. İşte bu duruma
kızan Kılıç Arslan, Yağıbasan üzerine yürümüş ve mağlup olup savaş meydanından irar etmiştir.
Süryani Mikhail (s. 189 –Ermenice Metin) bu olayın tarihini 1161 olarak kaydetmiştir.
Süryani Mikhail, s. 190 ( Ermenice Metin). Süryani müellii ( bk. aynı yer) antlaşma isteğinin
Yağıbasan’dan geldiğini kaydeder. Bu olayın 1164 veya 1165 yıllarında meydana geldiğine dair
rivâyetler de vardır( İbnü’l- Esîr, trc., XI, 257 – 258).
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
da bulunmaktaydı.17 Bizans tarihçisi Kinnamos,18 İmparator Manuel’in
Çankırı-Ankara meliki Şahinşah ile Kayseri, Amasya ve Kapadokya hâkimi
Dânişmendli Yağıbasan’a mektuplar yazarak onları sultana karşı kışkırttığını kaydeder.
Kılıç Arslan, Yağıbasan’a yenilip onunla anlaşma imzaladıktan sonra,
muhalefeti örgütleyen başlıca güç olan Bizans’ı bu ittifaktan koparmak
amacıyla İstanbul’a gitti. Bizans İmparatoru Manuel tarafından son derece iyi karşılanan Kılıç Arslan İstanbul’da uzun bir süre kaldı.19 İstanbul’da
umduğundan fazlasını bulan ve istediği yardımı da alan Sultan Kılıç Arslan,
İmparator Manuel ile bir antlaşma imzaladı(1162 İstanbul Antlaşması).
Konya’ya döner dönmez intikam almak ve nikâhlı karısını elinden alan
Yağıbasan ve yeğeni Zünnûn’u cezalandırmak amacıyla harekete geçti.20
Hısn-ı Keyfâ Artuklu beyi Kara Arslan, Mardin Artuklu beyi Necmeddin
Alpı ile Erzen ve Bitlis beyi Fahreddin Devletşah da onunla birlikte bulunuyorlardı. Niketas’ın kaydından21 sultanın ordusunun Yağıbasan’ın
kuvvetlerine göre çok daha kalabalık olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle
Yağıbasan yardım sağlamak amacıyla Sivas’tan kaçıp Çankırı Selçuklu
Meliki Şahinşah’ın yanına gitti.22 Bu arada Kılıç Arslan Yağıbasan’ın merkezi Sivas’ı işgal etmiş bulunuyordu. Ancak Kılıç Arslan bir dahaYağıbasan ile savaşma imkânını bulamadı. Çünkü yardım almak amacıyla Melik
Şahinşah’ın yanına gitmiş olan Yağıbasan 4 Ağustos 1164 tarihinde orada
öldü.23
Kaynaklar Sultan Kılıç Arslan’ın harekâtının bundan sonraki kısmıyla ilgili olarak herhangi bir bilgi vermemektedirler. Ancak peşinde olduğu
Yağıbasan, Melik Şahinşah’ın yanına Çankırı-Ankara taralarına gittiğine
göre, Kılıç Arslan’ın onu takip ederek seferine devam etmiş olması gerekir. Hattâ Yağıbasan’ın öldüğünü öğrendikten sonra kardeşi Şahinşah’ın
üzerine yürüyerek onun hâkimiyeti altındaki Ankara, Çankırı ve çevresini
ele geçirmiş olması da kuvvetle muhtemeldir. Bununla birlikte Şahinşah
bundan sonra da mücadeleye devam ettiğine göre, topraklarını kaybet-
17 Niketas, s. 81.
18 Epitome Historiarum, CSHB., (nşr. I. Meinecke), Bonn 1836, s. 199-200, trc. s. 145.
19
Bu konu hakkında geniş bilgi için bk. Papaz Grigor, s. 334; Niketas, s. 81-83; Kinnamos, s.
204-208;Süryani Mikhail, XVIII, 8, trc., s. 188; Ebu’l – Ferec, II, 399.. Krş. Çay, s. 38-41;
Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi, Ankara
1994, s. 713-715. Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, TTK Belleten, ( Aralık 2002), Ankara 2003,
LXVI, sy. 247, s. 843-844.
20 İbnü’l-Esîr, trc., XI, 257 – 258; Ebu’l – Ferec, II, 399 . Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri,
s. 17; a. mlf., “Kılıç Arslan II”, İA., VI, 690; Faruk Sümer, “Saltuklular”, Selçuklu Araştırmaları
Dergisi, (Ankara 1971), III, s. 414; Cahen, s. 119.
21
Historia, s. 83.
23
Niketas, s. 83; Süryanî Mikhail, XVIII, 10, trc., s. 196; Ebu’l – Ferec, II, 400. Krş. Çay, s. 42.
İbnü’l-Esîr (XI, 317, trc. XI, 258), sadece 560 ( 1164-1165) yılını kaydeder.
22 Süryani Mikhail, s. 177-178, yaptıklarından dolayı mahçup olan ve korkan Yağıbasan ile Kılıç
Arslan arasında bir barış yapıldığından bahseder.
93
94
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
miş olsa bile, bir kere daha Kılıç Arslan’ın elinden kurtulmayı başardığı
anlaşılmaktadır.24 Ancak daha sonra Nûreddin Mahmud’la yaşanan anlaşmazlık vesilesiyle Kılıç Arslan’ın, kardeşini elinden kaçırmasına rağmen
onun dört oğlunu tutsak ettiği anlaşılmaktadır.
İbnü’l-Esîr’e göre,25 Bizans İmparatoru Manuel 559 ( 1163-1164) yılında
beraberinde çok sayıda askerle Selçuklu ve Dânişmendli topraklarına bir
sefer düzenlemiş; buna karşılık Türkmenler Bizans ordugâhına baskınlar
düzenleyip 10.000 kadar Bizans askerini öldürünce imparator İstanbul’a
dönmüş; Türkmenler de Bizans’a ait bazı kaleleri zapt etmişlerdir. Burada
verilen bilgilerden 1162 İstanbul Antlaşması’nın pek uzun sürmediği,
Bizans İmparatoru Manuel’in Sultan II. Kılıç Arslan’ın niyetini çok kısa
sürede anladığı sonucu çıkıyor. Eğer İmparator Manuel böyle bir seferi
Melik Yağıbasan’ın ölümünden sonra düzenlemiş ise taşlar tam olarak yerine oturur. Çünkü Yağıbasan’ın ölümü ile Dânişmendli Melikleri arasında
taht kavgaları olmuş, Sultan II. Kılıç Arslan bu kavgalardan istifade yoluna gitmişti. İşte bir anda Yağıbasan’ın ölümü ile Anadolu’daki güç dengesinin bozulması, Dânişmendliler’in Kılıç Arslan karşısında zayıf kalması
İmparatoru böyle bir sefere çıkmaya sevk etmiş olabilir. Bununla birlikte
Kılıç Arslan’ın imparatora 1167 yılında Macarlara karşı yardım ettiği ve anlaşmanın yürürlükte olduğu da bilinmektedir
Yukarıda da ifade edildiği gibi, Yağıbasan’ın ölümü ile Dânişmendli
hânedan mensupları arasında mücadele başladı. Kayseri Meliki Zünnûn ile
Yağıbasan’ın yeğeni İbrahim, Sivas’ı ele geçirmek üzere harekete geçtiler.26
Yağıbasan’ın çocukları Zahîrüddin İli, Bedreddin Yusuf, Muzafferüddin
Mahmûd ve Cemâleddin Gazi ise henüz çok küçük idiler. Yağıbasan’ın
Sultan Mesud’un kızı olan eşi, kocasının ölümü üzerine, Yağıbasan’ın yeğeni İbrahim’in henüz 16 yaşında olan oğlu İsmâil ile evlenerek onu melik
ilân ettirdi.27 Süryanî Mikhail’in Ermenice nüshasında28 Sivas Dânişmendli
Melikliği’nin başına İsmâil’i getiren emirlerin İsmâil’in, Kayseri Meliki
Zünnûn ile ittifak kurmasını da sağladıklarını kaydeder. Hiç şüphe yok ki
bu birlik Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’a karşı oluşturulmuştur.
II. Kılıç Arslan Melik Yağıbasan’ın ölümünden istifade ederek
Dânişmendli topraklarına saldırdı. Sultan 1165 yılında ilk olarak Elbistan, Tohma vadisi, Dârende ve Gedük yöresini Selçuklu toprakları içine kattı.29 1169’da Zünnûn’un üzerine yürüdü. Kayseri ve Zamantı’da
24 Turan, Türkiye, s. 203.
25 el-Kâmil, XI, 313-314; trc. XI, 254-255.
26 M. H. Yınanç, “Dânişmendliler”, İA, III, 473; Özaydın, “Dânişmendliler”, DİA., VIII, 472.
27 İbnü’l-Azrak, Ahmed b.Yusuf b. Ali, Tarihu’l-Fârıkî (Tarihu Meyyâfârıkîn), British Museum, Or. nr. 5803, vr. 188a; Ebu’l-Ferec, II, 400; Süryanî Mikhail, s. 196. Krş. M.H. Yınanç,
“Dânişmendliler”, İA, III, 473; Turan, Türkiye, s. 202. Gerek İbnü’l-Esîr (el-Kâmil, XI, 317, trc.
XI, 258 ) ve gerekse onu kaynak olarak kullanan Cenâbî ( el-Aylemü’z-zâhir, trc.ve nşr., Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Dânişmendliler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul
2001, sy. 4, s. 254)’nin Yağıbasan’dan sonra onun yerine İbrahim b. Muhammed’in geçtiğine
dair kaydı doğru olmasa gerekir.
28 Vekayinâme, s. 198.
29 Ebu’l-Ferec, II, 402. Krş. Özaydın, aynı yer.
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
Dânişmendli hâkimiyetini sona erdirdi.30 Sultan tüm kaleleri ele geçirdi.
Dânişmendli beylerini itaat altına aldı.
Bu gelişmeler karşısında Kayseri Meliki Zünnûn, sultanın kardeşi Şahinşah ve Dânişmendliler’in Malatya Meliki Efridun (Feridun,
Zülkarneyn’in oğlu) Atabeg Nureddin Mahmud b. Zengî’ye sığındılar. Kılıç
Arslan’ın giderek güçlenmesinden rahatsızlık duyan Nureddin Mahmud;
Dânişmendli Zünnûn’u, Şahinşah’ı ve Artuklular’ı himâye ederek ona karşı
bir ittifak kurduktan sonra Kılıç Arslan’a haber göndererek Zünnûn’a ülkesini iade etmesini bildirdi. Sultan Kılıç Arslan atabeyin elçilerini bir süre
oyaladıktan sonra bu teklii reddedince Nûreddîn Mahmûd derhal harekete geçti ve Maraş, Göksun (Keysun), Besni (Behinsi), Merzubân gibi şehir
ve kalelere sahip oldu ve Sivas’a doğru harekete geçti (1172).
Sultan II. Kılıç Arslan’ın tehdidi altında bulunan Malatya şehrinde işler yine yolunda gitmiyordu. Çünkü idareciler, asker ve halk Malatya’nın
geleceği konusunda kaygılı oldukları için birbirinden farklı çözüm yollarına inanıyorlardı. Sultan şehri kuşattı fakat burada uzun süre kalmayıp
Malatya halkından 12.000 kişiyi sürüp Kayseri’ye götürdü.31 Bu gelişmeler
üzerine Nûreddîn Mahmûd b.Zengî, Mardin ve Hısn-ı Ziyâd Artuklu emirleri, Kilikya Ermenileri ve Sivas Dânişmendli Meliki aralarında bir ittifak
yaparak ordularını Sivas’ta Melik İsmail’in yanında topladılar. Hiç şüphe
yok ki, Sultan Kılıç Arslan’ın kardeşi Melik Şahinşah da bu ittifaka dâhildi.
Sultan Kılıç Arslan onları oyalamaya çalıştı. Onlar kışın yaklaştığını ve sultanın kendilerini kandırdığını anlayınca, II. Kılıç Arslan ile savaşmak üzere
Kayseri’ye doğru ilerlediler. Bu mütteik ordu Kayseri kapılarına dayanınca Kılıç Arslan savaşı göze alamayarak anlaşma teklif etti. Mütteikler Kılıç
Arslan’ın Malatya bölgesinden sürdüğü halkı yerlerine iade etmesini, kardeşi Şahinşah ile Melik Zünnûn’un elinden aldığı yerleri geri vermesini ve
kardeşinin hapsetmiş olduğu dört oğlunu serbest bırakmasını talep ettiler.
Sultan Malatya’dan sürdüğü halkı iade etti. Kardeşine senelik 10 bin dinar
tahsis etti fakat aldığı hiçbir yeri geri vermedi. Yeğenlerini32de salıvermediği gibi bunlardan birini öldürdü. Şahinşah’a diğer çocukları istemekte
ısrarcı olurlarsa onları da öldüreceğini bildirerek büyük bir gözdağı verdi.
Mütteik güçler bu kararlı tavır karşısında Kılıç Arslan’a karşı başka herhangi bir girişimde bulunamadılar. Kış yaklaşıyordu ve kendi ülkelerinde
güvenliği sağlayacak yeterli sayıda askerleri de yoktu. Sonuçta geri dönme30 Bu olayın tarihi hakkında kaynaklar arasında ihtilaf vardır. Bir rivâyete göre 1169, diğer bir
rivâyete göre de 1171 veya 1173’te olmuştur. Bk. A. Özaydın, “Dânişmendliler”, İslâm Tarihi, İstanbul 1994, VIII, 66, n. 52. Ebu’l-Ferec ( II, 406) 1169 olarak kaydetmiştir. Anonim
Selçuknâme (s. 25), sultanın Kayseri’yi 560/ 1164 – 1165 yılında ele geçirdiğini kaydeder. Anonim Selçuknâme (bk. Aynı yer.), Melik Zünnûn’un Kayseri’de halka zulmettiğini ve günlerini
şarap içmekle geçirdiğini ifade eder.
31 Süryanî Mikhail, s. 223; Ebu’l- Ferec, II, 410.
32 Bu dört kardeş Süryanî Mikhail’in kaydından anlaşıldığı kadarıyla ( s.224) Sultan II. Kılıç
Arslan’ın kardeşi Şahinşah’ın çocukları olmalıdır. Bu konu hakkında Ebu’l-Ferec (II, 410) herhangi bir isim vermiyor.
95
96
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ye karar verirken33 ele geçirdikleri yerlere kendi adamlarını yerleştirdiler.34
1172 yılında kış çok ağır geçmiş, Anadolu karlar altında kalmıştı.
Nehirler ve su kuyuları donmuş, çadırlarda yaşayanlar ve yolcular kar altında kalarak boğulmuşlardı. Bu sırada Sivas şehrinde de şiddetli bir kıtlık yaşandığından ileri gelenler toplanarak Dânişmendli Meliki İsmâil’den
kendilerine buğday vermesini rica ettiler. Melik İsmâil’in elinde buğday
dolu çok sayıda büyük ambar olmasına rağmen onların isteklerini geri
çevirdi.35 Bunun üzerine ahali ayaklandı ve olaylar sırasında Dânişmendli
Emiri İsmâil, Sultan Kılıç Arslan’ın kızkardeşi olan karısı ve 500 adamı öldürüldüler.36İsyancılar İsmâil’in yerine bu sırada Halep’te bulunan
amcası Zünnûn’u davet ettiler. Zünnûn, bu davet üzerine kayınpederi
Nûreddîn’in yardımıyla Sivas’a ulaşıp Dânişmendli tahtına çıktı37 (567 /
1172).
Fakat II. Kılıç Arslan, Sivas üzerine yürüyünce Niksar’a kaçtı ve tekrar
Nureddîn Mahmûd’dan yardım istemek zorunda kaldı. Nureddîn Mahmûd
b. Zengî, Zünnûn’un yardım talebine karşılık Fahreddîn Abdülmesih komutasında tam techizatlı 3000 asker gönderdi. Abdülmesih Anadolu’ya
girerek Kayseri ve Sivas’ı Selçuklular’ın elinden aldı. Nûreddîn’in, topraklarını işgal ettiğini öğrenen II. Kılıç Arslan onun üzerine yürüdüyse de ağır
kış şartları ve bölgede hüküm süren kıtlık nedeniyle onunla savaşa girmedi. Nûreddin’in ordusu ise Haçlı saldırıları nedeniyle bölgeden ayrılmak
zorundaydı38. Aslında Sultan Kılıç Arslan da politik öncelikleri dolayısıyla,
Nureddin tarafından işgal edilen Selçuklu topraklarını geri almak karşılığında Sivas’ın Zünnûn’a bırakılmasına razı oldu.
Bu vesileyle Bizanslı tarihçi Kinnamos’un Historia’sında geçen bir kayıttan, Nûreddin Mahmud’un II. Kılıç Arslan’a, kardeşi Şahinşah’ın toprakları olan Ankara ile Galatia’nın geri kalan kısmının iadesini de kabul
ettirdiği anlaşılıyor.39
Kılıç Arslan’ın kardeşi dâhil muhalileriyle yaptığı bu antlaşma Bizans
33 Süryanî Mikhail, s. 224, Ebu’l- Ferec, II, 410.
34 Anonim Selçuknâme, s.39, trc., s. 25.
35 Süryanî Mikhail, s. 226; Ebû’l-Ferec, II, 414. Krş. Turan, Türkiye, s. 204; Özaydın,
“Dânişmendliler”, DİA, VIII, 472.
36 Aksarayî, Kerîmüddîn Mahmûd Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr, nşr.
Osman Turan, Ankara 1944, s. 30, trc. Mürsel Öztürk, Müsâmeretü’l-ahbâr, Ankara 2000, s.
23; Süryanî Mikhail, aynı yer; Ebû’l-Ferec, II, 414. Krş. Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46. Aksarayî (trc.,
s.30), İsmâil’in yaşının küçük ve hükümdarlıkta tedbirinin zayıf olduğunu kaydeder ve devamla
Sultan II. Kılıç Arslan’ın onun emirlerine bir takım vaatlerde bulunarak onları Melik İsmâil’i
öldürmeye teşvik ettiğini ve emirlerin de bu işi yaptığını ve sonra da Melik İsmâil’e bağlı Sivas
ve civarını Sultan II. Kılıç Arslan’a teslim ettiklerini kaydetmektedir. Şayet Aksarayî’nin bu kaydı doğru ise, Sivas halkının ayaklanmasında sadece şehirdeki şiddetli kıtlık değil aynı zamanda
Sultan II. Kılıç Arslan’ın da rolü olmuştur.
37
Ebu’l-Ferec, II, 414. Krş. Turan, Türkiye, s.204; Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46; M. Halil Yınanç,
“Dânişmendliler”, İA, III, 473.
38 Aksarayî, s. 30; trc., s. 23 Çay, II. Kılıç Arslan, s. 46-47.
39
Historia, s. 288, trc., s. 206.
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
İmparatoru Manuel Komnenos’u bir hayli telaşlandırdı. Zira Bizanslı
Tarihçi Kinnamos, eserinde,40 “Anadolu’da tekrar zorluklar baş gösterdi.
Çünkü Halep Atabegi(Satrapis) Nûreddin ve Konya’da(Lykaonia) hüküm
süren sultan (II. Kılıç Arslan) ve Ermenilerin Efendisi Mleh ve Ankara ile
Galatia’nın geri kalan kısmının hâkimi (Şahinşah), Romalıların (Bizans’ın)
üzerine hücumda bulunmak konusunda aynı ikirdeydiler. Bu sebepten
dolayı imparator süratle harekete geçti ve Philadelphia yakınlarında bir
yerde ordugâh kurdu.” diyerek bu durumu güzelce açıklar. Bu yüzden
İmparator, Türk hükümdarlarının kendi aralarında uzlaşmasının sonunda imparatorluğa zarar vereceğini düşünerek hemen bu ittifakı bozmanın
yollarını aramaya başladı.41 Nitekim aradığı fırsat Nûreddin Mahmud b.
Zengî’nin ölümü ve Kılıç Arslan’ın hiç vakit kaybetmeden Dânişmendlilere
saldırmasıyla ortaya çıkmış oldu.
Nitekim 11 Şevval 569 (15 Mayıs 1174) tarihinde42 Nûreddîn Mahmud
ölüp te Sivas’ta bıraktığı garnizon Haleb’e dönmek zorunda kaınca,
Kılıç Arslan antlaşma şartlarını bozarak 1175 yazında Sivas, Niksar,
Komana, Tokat ve diğer Dânişmendli topraklarını ele geçirdi.43 Böylece
Dânişmendliler’in Sivas kolu sona ererken Zünnûn da Bizans’a sığındı.44
Melik Şahinşah’a gelince, o artık Danişmendli destekçileri ve özellikle de Nureddin Mahmud’un himayesinden mahrum bulunuyordu. Sultan
Kılıç Arslan bu durumu değerlendirerek derhal harekete geçti. Kardeşinin
hâkimiyeti altındaki Çankırı, Ankara ve çevresini ele geçirdi. Sultan Kılıç
Arslan karşısında tutunamayan Melik Şahinşah, ağabeyinin eline düşmemek için kaçarak Meyyâfârıkîn’e gitti. Burada dedesi Sultan I. Kılıç
Arslan’ın türbesini ziyaret etti. Sonra Meyyâfârıkîn’den Ahlat’a, buradan
da Azerbaycan Atabegi İldeniz’in yanına gitti. Bir müddet de Gürcü kralına misair olan Şahinşah daha sonra Sokum(Sohum)’dan gemiye binerek
İstanbul’a gitti. Melik Zünnûn gibi Bizans İmparatoru Manuel’e sığındı.
Böylece Melik Şahinşah, İmparator Manuel Komnenos’a sığınarak ağabeyine karşı sürdürdüğü taht mücadelesine devam etti45.
Sonuçta İmparator Manuel’i endişelendiren ittifak dağıldı ise de;
Kılıç Arslan bu süreçten neredeyse tüm muhalilerini bertaraf edip güçlenerek çıktı. Artık Nureddin Mahmud bulunmadığına göre, Şahinşah
40 Historia, s. 288, trc., s. 206.
41
Historia, s. 289, trc., s. 207.
43
İbnü’l-Esîr, XI, 392; trc. S. XI, 315; Cenâbî, s. 255. Krş. Çay, II. Kılıç Arslan, s. 48; Özaydın,
“Dânişmendliler”, DİA., VIII, 472.
42 İbnü’l-Esîr, XI, 402; trc. XI, 322. Krş. Bahattin Kök, “Nûreddin Zengî, Mahmud”, DİA., XXXIII, 261.
44
Niketas, s. 84; Kinnamos, s. 290, trc., s. 208; Ebu’l-Ferec, II, 418. Krş. Turan, Türkiye, s. 205;
Özaydın, VIII, 472. Ebu’l- Ferec (bk. Aynı yer), Dânişmendoğulları’nın hâkimiyetinin 122 yıl olduğunu kaydeder. Bu da onların Anadolu’da hâkim oldukları topraklara 1055 yılından itibaren
geldiklerini gösterir.
45 İbnü’l-Azrak, vr. 196a, 200a; Niketas, s. 160 – 161, trc. , s. 84; Kinnamos, s.290- 291, trc. ,s.
208-209. Krş. Turan, Türkiye, s. 192-193n. 108,205.
97
98
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ve Dânişmendli meliklerinin hâmiliğini zorunlu olarak Bizans imparatoru üstlenecekti. Ancak bu durum Sultan II. Kılıç Arslan’la 1162’den beri
devam eden barışı bozmak pahasına savaşı göze almak demekti. Bizans
imparatoru, Türkiye Selçuklularına karşı bir denge unsuru oldukları için,
Dânişmendlilerin tekrar güçlenmesini istiyordu. Daha önce ifade edildiği
gibi, artık Selçuklular’a karşı kışkırtacağı ve savaş meydanına süreceği bir
güç kalmadığından bizzat kendisi harekete geçmek zorundaydı. İmparator
bir yandan ordusunu hazırlarken, diğer yandan da Kılıç Arslan’dan kardeşi
Şahinşâh’a ve Dânişmendlilere ait toprakların iadesini istiyordu.
Sultan 17 Eylül 1176 tarihindeki büyük karşılaşma (Myriokephalon
Savaşı) öncesinde defalarca barış talebinde bulunmuş ancak Manuel, her
defasında Melik Şahinşah’ın ve Dânişmendli topraklarının iadesini talep
ettiğinden anlaşma sağlanamamıştı.46
İmparator Manuel, Myriokephalon Savaşından önce Melik Şahinşah’a
para ve ordu verip takviye ettikten sonra, Kılıç Arslan’ın üzerine gönderdi. Ancak Şahinşah, Eskişehir(Dorylaion)’de Türkiye Selçuklu kuvvetleri
tarafından pusuya düşürülerek mağlup edildi. Yanındaki Bizans askerlerinin büyük kısmını yitiren Şahinşah canını zorlukla kurtararak korku
içinde İstanbul’a kaçtı.47 Bu sırada Manuel Komnenos da Myriokephalon
savaşında adeta Bizans’ın belini büken büyük bir yenilgiye uğradı. Böylece
Şahinşah, Sultan II. Kılıç Arslan’a karşı uzun zamandan beri (1155 yılından
1176 yılına kadar) sürdürdüğü saltanat mücadelesindeki son destekçisini
de kaybetmiş oldu. Devrin kaynaklarında Şahinşah’ın bundan sonra Kılıç
Arslan’a karşı mücadele ettiğine dair hiçbir bilgiye rastlanmadığına göre,
saltanat mücadelesi bu son girişimle sona ermiş olmalıdır. Şehinşah’ın
hayatının bundan sonraki kısmına ve akıbetine dair malumat yok ise de,
İstanbul’da sürgünde öldüğü tahmin edilebilir.
Kaynaklar
Abdülhâluk Çay, II. Kılıç Arslan, Ankara 1987
Abdulkerim Özaydın, “Dânişmendliler”, İslâm Tarihi, İstanbul 1994
Aksarayî, Kerîmüddîn Mahmûd Aksarayî, Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr, nşr. Osman
Turan, Ankara 1944
Anonim Selçuknâme, (nşr.ve trc. Feridun Naiz Uzluk), Ankara 1952
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, ( çev. Yıldız Moran ), İstanbul 1984
Ebû’l-Ferec, (Bar Hebraeus), Abû’l-Farac Tarihi, (çev. Ömer Rıza Doğrul), Ankara 1987
Erdoğan Merçil, “Bizans’ta Selçuklu Hanedan Mensupları”, XI. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1994
Faruk Sümer, “Saltuklular”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, (Ankara 1971)
İbnü’l-Esîr (İzzeddîn Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Muhammed el-Cezerî), el-Kâmil fî’t-târîh,
46
47
Kinnamos, s. 289, 290, 292, 299, trc., s. 207-209, 214. Turan, Türkiye, s. 206.
Kinnamos, s. 295, trc., s. 211-212. Krş.Turan, Türkiye, s. 207.
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176) / Muharrem Kesik
(nşr. C. J. Tornberg), Beyrut 1979
Muharrem Kesik, Türkiye Selçuklu Devleti Tarihi Sultan I. Mesud Dönemi(1116 – 1155), Ankara
2003
Muharrem Kesik, “Yağıbasan Devrinde Dânişmendliler - Türkiye Selçukluları İlişkileri”, İÜEF.
Tarih Dergisi, (İstanbul 2002)
Muharrem Kesik, “Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan’ın İstanbul’u Ziyareti ve Türklerin
Tarihteki İlk Uçuş Denemesi”, TTK Belleten, ( Aralık 2002), Ankara 2003
Muharrem Kesik, “Cenâbî’ye Göre Dânişmendliler”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, İstanbul
2001
Niketas, Historia, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1993
Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1993
Papaz Grigor, Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, (trc. Hrant D. Andreasyan
), Ankara 1987
Şahinşah Melik’s Reign of Fight
Muharrem Kesik
Abstract
The subject of this study is the ighting for the reign between the sons of Mesud I. Sultan Mesud I
who had three sons had made Kılıç Arslan ascend the throne before he died. The new sultan Kılıç
Arslan II made his brother drown, but his brother Melik Şahinşah escaped. Şahinşah was provoked by being supported by Danişmend’s Beys who were opponent to Kılıç Arslan, Aleppo’s atabeg
Nureddin Mahmod and Byzantine Emperor by being supported for the reign struggle. The struggle
between Melik Şahinşah and Kılıç Arslan II left indelible mark on this critical period of the Seljuk
Turks.
Melik Şahinşah’ın Saltanat Mücadelesi (1155-1176)
Muharrem Kesik
Özet
Bu çalışmanın konusu, Türkiye Selçuklu Sultanı I. Mesud’un ölümünden sonra oğulları arasında
meydana gelen saltanat mücadeleleridir. Üç oğlu bulunan Sultan I. Mesud ölmeden önce veliahtı Kılıç Arslan’ı kendisi tahta çıkarmıştı. Yeni Sultan II. Kılıç Arslan, kardeşlerinden Dolat’ı boğdurtmuş; fakat Melik Şahinşah’ı elinden kaçırmıştı. Şahinşah, Kılıç Arslan’a muhalif Dânişmendli
Beyler, Halep atabeyi Nureddin Mahmud ve Bizans İmparatoru tarafından desteklenerek saltanat
mücadelesi için kışkırtıldı. Melik Şahinşah –II. Kılıç Arslan mücadelesi, Türkiye Selçuklularının bu
kritik dönemine damgasını vuran önemli olaylardan biridir.
99
100
Osman Turan DTCF’de arkadaşlarıyla
Türk Tarih Kurumu Arşivi
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 101
Selçuklular Döneminde
Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî
ve İçtimâî Hayattaki Rolleri: Tırâd
B. Muhammed Ve Oğlu Ali B. Tırâd
El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî EzZeynebî Örneği
Abdülkerim Özaydın
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Sözlükte hayırlı, seçkin kişi, bir topluluğun başkanı, vekili, temsilcisi, keili ve emîri anlamına gelen nakîb (çoğulu nukabâ) terimi İslâm tarihinde ilk defa hicretten önce İkinci Akabe Biatı sırasında kullanılmıştır. Hz.
Peygamber Akabe’de kendisine bağlılık yemini eden ikisi kadın 75 kişi arasından 12 kişiyi Medine’deki Müslümanların problemleriyle ilgilenmek,
halkı İslâm’a davet etmek ve onlara İslâmiyet’i anlatmak, Medine’deki gelişmeleri kendisine haber vermek üzere nakîb seçmiş, Es‘ad b. Zürâre’yi de
onların reisliğine (nakîbü’n-nukabâ) tayin etmişti.1
Hz. Peygamber’in soyundan gelenlerle yakın akrabaları, Müslümanlar
nazarında seçkin bir mevkiye sahiplerdi. Hz. Fatıma ile Hz. Ali’nin soyundan gelen ve seyyid-şerîf diye adlandırılan ehl-i beyt mensuplarıyla, Hz.
Peygamber’in amcası Abbâs’ın soyundan gelenlerin meseleleriyle yakından ilgilenmek üzere, devlet tarafından tayin edilen memurlara nakîb denilirdi. Hz. Ali ile Fatıma’nın soyundan gelen nakîblere Nakîbü’t-Tâlibiyyîn
(Nakîbü’l-Aleviyyîn), Hz. Muhammed’in amcası Abbâs’ın soyundan gelen nakîblere ise Nakîbü’l-Abbâsiyyîn (Nakîbü’l-Hâşimiyyîn) denilirdi.
Abbâsîler döneminde biri Hâşimî-Abbâsî soyundan, diğeri daha özelde Hz.
Ali’nın soyundan gelen iki nakîb bulunur bunların reislerine de nakîbü’nnukabâ unvanı verilirdi.2
1
2
Gülgün Uyar, “Nakîb”, DİA, XXXII, 32.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359, IX, 106.
102
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Nakîbler ve nakîbü’n-nukabâlar seyyid ve şerilerin kayıtlarını tutar,
neseplerini tespit eder, onlara tahsis edilen maaşlarını almalarını sağlardı. Onlar seyyid ve şerilere tahsis edilen vakıları hem korumak, hem de
denetlemekle görevliydiler. Nakîbler vakılardan bizzat sorumlu olmadığı
takdirde de vakıf gelirlerini toplamak ve dağıtmakla görevli kişileri denetlerdi. Ayrıca vakıf gelirleri belirli bir gruba tahsis edilmişse hak sahiplerini
tespit eder, vakılardan yararlananların vakıf senedindeki şartlara sahip
olup olmadıklarını kontrol ederek hak sahibi olanların mahrum kalmamasını sağlar ve hak sahibi olmayanların istifade etmelerine mani olurdu.3
Evliliklerde denklik kuralına uymalarını sağlamak, haklarını korumak ve
onların başkalarının haklarına riayet etmelerini gözetmek, fey ve ganimetlerden kendilerine düşen payları tespit edip dağıtmak da nakîblerin görevleri arasındaydı.4
Müntecebüddin Bedî‘ (ö. 552/1157’den sonra) Atebetü’l-ketebe’de
Gürgenç, Dihistan ve Esterâbâd’da yaşayan seyyidler için nakîb tayiniyle
ilgili bir fermana yer vermiştir. İkinci defa nakîb tayin edildiği anlaşılan
Cemaleddin’e her seyyide maaş bağlaması ve itaat edenlere yardımcı olması, kurallara uymayanları cezalandırması emredilmektedir. Nakîbler seyyid
olduklarını iddia edenlerin soy ağacını araştırıp tespit etmek zorundaydı.
Eğer nakîb sahte seyyide rastlarsa ondan bu unvanı alıp saçlarını kestirmelidir. Ayrıca yerli idarecilerin de nakîbe itaat etmeyen huysuz seyyidlerin
cezalandırılmasında kendisine yardımcı olmaları tavsiye edilmektedir.5
Her iki ailenin kayıtları kendi nakîbleri tarafından ayrı ayrı tutulmakla beraber Abbâsî ve Tâlibî nakipliği zaman zaman birleştirilirdi. Nakîbler
ve nakîbü’n-nukabâlar halifenin menşûruyla tayin edilirdi. Meselâ Tırâd
b. Muhammed ez-Zeynebî6 26 Receb 453’te (26 Ağustos 1061) Halife
3
4
5
6
George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan
Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004, s. 109-318.
Tufan Buzpınar, “Nakîbü’l-eşrâf”, DİA, XXXII, 323.
Müntecebüddin Bedî‘, Atebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvinî-Abbas İkbâl), Tahran 1329
Ş. s. 63-64; G. M. Kurpalidis, Büyük Selçuklu Devleti’nin İdarî Sosyal ve Ekonomik Tarihi (trc.
İlyas Kamalov), İstanbul 2007, s. 144.
Tam adı Ebü’l-Fevâris Zü’ş-şerefeyn el-Kâmil eş-Şeyh el-İmâmü’l-enbel Müsnidü’l-Irak Tırâd
b. Muhammed b. Ali b. Süleyman b. Abdullah b. Muhammed b. İmam İbrahim b. Muhammed
b. Ali b. Abdullah b. Abbâs el-Kureşî el-Haşimî el-Abbâsî ez-Zeynebî el-Bağdâdî.
15 Şevval 398’de (23 Haziran 1008) doğdu. Zeyneb bint Süleyman b. Ali b. Abdullah b. Abbas b. Abdülmüttalib’in soyundan geldiği için daha çok Zeynebî nisbesiyle meşhurdur. Sem‘ânî
Zeyneb’in Hz. Ali evladından olup Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr’a isyan eden ve Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye’yi (ö. 145/762) destekleyen İmam İbrahim ile evlendiğini ve bu evlilikten Muhammed b. İbrahim b. Muhammed b. Ali’nin dünyaya geldiğini söyler (el-Ensâb, VI,
345-346). Tırâd bir ulema ailesine mensup olup devrin meşhur âlimlerinden ders aldı. Hanefî
olan Tırâd ez-Zeynebî hadis ilminde “sika-sebt” ve “sadûk” diye bilinir. Önce Basra’da sonra
da Bağdat’ta Abbâsîler’in nakipliğini yaptı. 26 Receb 453 (26 Temmuz 1061) tarihinde Halife
Kaim-Biemrillah tarafından nakîbü’n-nukabâ tayin edildi. 481 (1089) ve 489 (1096) yıllarında
hacca gitti. Mekke ve Medine’de hadis imlâ ettirdi. Halifelik divanında (ed-Dîvânü’l-azîz) görev
aldı.
Özellikle Bağdat’ta Mansûr Camii’nde hadis okuttu ve imla meclislerine katıldı. Bu kayıtlar
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 103
Kâim-Biemrillah (1031-1075) tarafından nakîbü’l-Abbâsiyyîn ve nakîbü’nnukabâ tayin edildi ve beytü’n-nûbe’de yapılan törenle kendisine hil‘at
giydirildi. Aynı tarihte Ebü’l-Feth Üsâme b. Ebû Abdullah b. Ahmed de
nakîbü’t-Tâlibiyyîn tayin edildi.7
Halife ve sultanlar nezdinde büyük bir itibara sahip olan nakîb ve
nakîbü’n-nukabâların bu geleneksel görevleri dışında çeşitli siyasî, içtimâî,
askerî ve idârî olaylarda aktif olarak görev aldıkları bilinmektedir. Bunlar
arasında sosyal ve dînî gruplar arasında çıkması muhtemel olaylara karşı
gerekli tedbirleri almak ve halk arasında çıkan olayları yatıştırmak da vardı. Mesela Nakîbü’n-nukabâ Tırâd b. Muhammed ez-Zeynebî, Hanbelîler
ile Eş‘arîler arasında çıkması muhtemel olaylar için emniyet tedbirleri almakla görevlendirilmişti. Bâbü’l-Basra Mahallesi Hanbelîlerin kalesi durumundaydı. Mansûr Camii de burada bulunuyordu. Hanbelîlere muhalif
olan birisi burada ders verebilmek için halifeden izin, nakîbü’n-nukabâdan
da güvenlik garantisi almak zorundaydı. Târîhu Bağdâd müellii Hatîb elBağdâdî (ö. 463/1071) Mansûr Camii’nde vaaz vermek ve hadis imlâ ettirmek için Halife Kâim-Biemrillah’tan izin istemiş, bunun üzerine halife
nakîbü’n-nukabâya Hatîb el-Bağdâdî’ye istenen iznin verilmesi konusunda
talimat vermiştir.8
Eş‘arî bir vâiz olan Bekrî 475 (1082) yılında Bağdat Nizamiye
Medresesi’nde vaaz vermek için Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk’ten
izin almış, orada Eş‘arîliği anlatıp Hanbelîler aleyhinde ağır sözler sarfetmişti. Bekrî daha sonra Mansûr Camii’nde de vaaz vermek isteyince Halife
Kim-Biemrillah, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd b. Muhammed ez-Zeynebî’ye
Bekrî’nin bu isteğinin yerine getirilmesini emretti. Ancak nakîbü’n-nukaba,
onu Bâbü’l-Basra halkının saldırılarından koruyacak muhafız gücü olmadığını söyledi. Halife ısrar edince de bunu ancak şahnenin yardımıyla yapabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Bağdat şahnesi gerekli güvenlik ted-
7
8
onun Mansûr Camii’nde hadis okutma imtiyazını elde edecek kadar meşhur bir muhaddis olduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir. Zira Mansûr Camii hadise çok büyük itibar gösteren ehl-i hadisin kalesiydi. Hatîb el-Bağdâdî ve diğer muhaddisler Mansûr Camii’nde hadis
okutmak konusundaki ısrarları Camii’in bu niteliğini gözler önüne sermektedir.
Tırâd ez-Zeynebî Mekke, Medine ve İsfahan’da da hadis imla meclisleri düzenledi. Pek çok
şehirden âlim, devlet adamı ve öğrenci onun derslerine katıldı. Fazilet sahibi, ileri görüşlü
bir insan olup asrın en önde gelen âlimlerinden biriydi. 491 yılı Şevval ayı sonlarında (29
Eylül 1098) vefat etti. Bâbü’l-Basra’da toprağa verilen naaşı Zilhicce 492’de (Ekim 1099)
Makberetü’ş-şühedâ’ya nakledildi.
(Sem‘anî, el-Ensâb (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Beyrut 1400/1980, VI,
345-346, İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359,
IX, 106, ayrıca bk. İndeks, İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târîh (nşr. Tornberg), Beyrut 1966, X, 280,
ayrıca bk. İndeks, Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnâût), Beyrut 1405/1985,
XIX, 37-39, George Makdisî, Ortaçağda Yüksek Öğretim İslam Dünyası ve Hristiyan Batı (trc.
Ali Hakan Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004, s. 109, 318, Ayhan Tekineş “Tırâd
ez-Zeynebî”, DİA, XLI, 111-112).
İbnü’l-Cevzî, VIII, 222.
Yakut el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ, Beyrut ts., IV, 16.
104
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
birlerini aldı.9
482 yılı Safer ayında (Nisan-Mayıs 1089) Bağdat’ta Babü’l-Basra ahalisi
Kerh Mahallesine baskın düzenleyip bir şahsı öldürmüş, bir başkasını da
yaralamışlardı. Bunun üzerine Kerh Mahallesi sakinleri çarşıları kapatıp
bu iki kişinin kanlı elbiseleriyle sivil idarenin en büyük memuru olan Amîd
Kemâlü’l-Mülk Ebü’l-Feth ed-Dihistânî’nin evine yürüdüler. Ağlayıp feryat ederek yardım istediler. Amîd de Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’ye
haber gönderip katillerin yakalanıp huzuruna getirilmesini istedi. Tırâd
ez-Zeynebî hemen Emir Bozan’ın İbnü’l-Mansûr köşkündeki evine gitti.
Ancak aralarındaki tartışma neticesinde Emîr Bozan tarafından suçlanıp
gözaltına aldı. Bunun üzerine Halife Muktedî-Biemrillah (1075-1094)
Bozan’a haber gönderip Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’nin toplum
nezdindeki itibarını, makam ve mevkiinin önemini hatırlatıp onu serbest
bırakmasını istedi. Bozan da özür dileyip onu serbest bıraktı.10 Yine 487
yılı Receb ayında (Temmuz-Ağustos 1094) Bağdat’ta olaylar çıkmış ve
Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’nin ünlü kâtibi İbn Sinân öldürülmüştür. Bunun üzerine Tırâd ez-Zeynebî, Şahne Aytekin’den kısası uygulamak
üzere bir görevli istemiş, şahne de hacibi Muhammed’i görevlendirmişti.
Ancak Bâbü’l-Basra Mahallesi halkı hacibi taş yağmuruna tutup yaralayınca Şahne Aytekin de öfkelenip Babü’l-Basra’yı ateşe vermiştir.11
Nakîbü’n-nukabâların halife ile sultanlar arasındaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında da önemli rol oynadıkları görülmektedir.
453 (1061) yılında Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in (1040-1063)
Halife Kâim-Biemrillah’ın (1031-1075) kızıyla evlenmesi meselesinde
bazı problemler ortaya çıkınca halife, Kadı Ebû Muhammed Rızkullah b.
Abdülvehhâb’ı sultana elçi olarak gönderdi. Halife Kâim-Biemrillah ona
sultanın veziri Amîdü’l-mülk el-Kündûrî’den yardım almasını ve Sultan
Tuğrul Bey’in huzuruna Tırâd ez-Zeynebî ve devrin nüfuzlu şahsiyetlerinden Kureyş b. Bedran’ın yakın adamlarından Ebû Nasr Ganim ile birlikte
gitmesini emretti. Bu sayede halife ile sultan arasındaki ilişkiler düzeldi.
Taralar karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut olduklarını ifade ettiler. 12
Nakîbü’n-nukabâlar veliaht tayini ve cülûs merasim protokollerinde
de ilk sıralarda yer alırlardı. Halife Kâim-Biemrillah 467’de (1075) hastalanınca kadı’l-kudat ile Abbâsîler’in ve Talibîler’in nakiplerini çağırdı.
Onlara torunu Uddetü’d-din Ebü’l-Kasım’ı (Muktedî-Biemrillah) veliahd
tayin ettiğini söyleyip bu konuyla ilgili bir tutanak hazırlamalarını emretti. Tırâd ez-Zeynebî 9 Şaban 467 (30 Mart 1075) günü yapılan veliahtlık
9
10
11
12
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 3-4, Makdisî, age., s. 55.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 170.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 240.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’atü’z-zaman (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968, s. 76-77.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 105
merasimine de katıldı.13 Halife Kâim-Biemrillah ölünce yerine torunu
Muktedî-Biemrillah geçti. Yeni halifenin biat merasimine Müeyyidülmülk
b. Nizamülmülk, Vezir Fahrüddevle b. Cehîr, oğlu Amîdüddevle, Şeyh Ebû
İshak eş-Şîrâzî, Ebû Nasr b. Sabbâğ, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî,
nakîbü’t-Tâlibiyyîn Zü’l-menâkıb Muammer b. Muhammed el-Alevî ve
Kadı’l-kudat Dâmegânî de katıldılar.14
Muktedî-Biemrillah vefat edince (487/1094) ölümü üç gün gizlendi. Halifenin veziri Ebû Mansûr İbn Cehîr emir gönderip Abbâsîler’in ve
Tâlibîler’in (Alevîler) nakîblerini huzura çağırdı. Bunun üzerine Tırâd
ez-Zeynebî, Abbâsî ailesiyle birlikte Bâbü’l-Basra’dan Bağdat’a geldi.
Aynı şekilde Tâlibîler’in nakîbi Zü’l-menâkıb Muammer el-Alevî de Ali
evladıyla huzura geldi. Vezir 18 Muharrem 487’de (7 Şubat 1094) Halife
Muktedî-Biemrillah’ın öldüğünü ilan etti. Yerine oğlu Ebü’l-Abbâs
Ahmed, Mustazhir-Billah lakabıyla hilafet makamına geçti. Selçuklu
Sultanı Berkyaruk’un veziri İzzülmülk b. Nizamülmülk, Selçuklu emirleri, nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî, nakîbü’t-Tâlibiyyîn Muammer elAlevî, Kadı’l-kudât Ebû Bekir Muhammed b. Muzaffer eş-Şâmî, Huccetü’lİslâm İmam Gazzâlî, Muhammed b. Ahmed eş-Şâşî ve diğer ulema, yeni
Halife Mustazhir-Billah’a taziyelerini arz ve biat ettiler.15
Selçuklu sultanları nakîbü’n-nukabâları önemli işlerde özel temsilcileri olarak da istihdam etmişlerdir. Abbâsî veziri Ebü’l-Feth Muhammed b.
Mansûr b. Dârüst 454’te (1062) vezirlikten azledilmişti. Halife, daha önce
kendisinden vezirlik talep edip pek çok hediye gönderen Mervânî Emîri
Nasrüddevle’nin veziri Fahrüddevle b. Cehîr’in bu isteğini kabul etti. Onu
Bağdad’a getirmek üzere Tırâd ez-Zeynebî’yi elçi olarak Meyyâfârıkîn’e
gönderdi. Fahrüddevle, Tırâd ez-Zeynebî’nin refakatinde Bağdad’a geldi.
Mervânî Emîri onun kaçtığını öğrenince peşinden adam gönderdiyse de
yakalayamadı. Fahrüddevle ve Tırâd ez-Zeynebî Bağdat’ta büyük bir törenle karşılandılar.16
Nakîbü’n-nukabâların Abbâsî halifesi ve Selçuklu sultanı tarafından
elçi olarak da görevlendirildikleri görülmektedir. Sultan Alparslan tahta
geçince Tuğrul Bey’in halife Kâim-Biemrillah’ın kızı olan hanımı Seyyide
Hatun’u, Emîr Aytekin es-Süleymanî ile birlikte Bağdad’a gönderdi. Ayrıca
İbnü’l-Muvaffak künyesiyle tanınan Ebû Sehl Muhammed b. Hibetullah’ı
da onlarla birlikte gönderip Bağdat’ta kendi adına hutbe okunmasını istedi. Ancak o yolda vefat edince bu görev Amîd Ebü’l-Feth Muzaffer b.
Hüseyin’e verildi. O da vefat edince Reisü’l-Irakayn’ı görevlendirildi.
13
14
15
16
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 289-291.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 96; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb (A. Zeki-M. Mustafa Ziyâde), Kahire
1980, XXIII, 243.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 82; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 231.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târih (nşr. C. H. Tornberg), Beyrut 1966, X, 23; Sıbt İbnü’l-Cevzî,
Mirâtü’z-zaman, s. 249.
106
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Heyet vezir Fahruddevle b. Cehir’in oğlu Amidüddevle tarafından karşılandı (15 Rebîülahir 456/6 Nisan 1064). Bu vesileyle Halife Kâim-Biemrillah
7 Cemaziyelevvel 456 (27 Nisan 1064) günü umumi bir kabul merasimi
düzenledi. Elçiler Sultan Alparslan’ın saltanatının tasdiki meselesini halifeyle görüştü. Sultan Alparslan’ın kendisine el-Veledü’l-Müeyyed (Allah’ın
teyidine mazhar olmuş genç) diye hitap edilmesine dair arzusu kabul edildi
ve sultana Ziyaüddin ve Adudüddevle (Dinin ışığı, devletin pazusu) lakabı
verildi. Hilatler ve bizzat halifenin bağladığı iki sancak halkın huzurunda nakîbü’n-nukabâya teslim edildi. Sultan Alparslan’ın halifeye biatını
alması ve hilatleri teslim etmesi için Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî
Nahcivan’da bulunan sultanın yanına gitmek üzere elçi olarak görevlendirildi. Sultan Alparslan hilatleri giyip halifeye bağlılık yemini etti.17
Mirdâsî Emîri Mahmûd b. Salih 463 (1071) yılında Abbâsî Halifesi
Kâim-Biemrillah ve Sultan Alparslan adına hutbe okutmaya başladı. Bunun
üzerine halife, Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’yi hilatlerle Mahmûd’a
gönderdi.18 Sultan Alparslan Urfa’yı bir süre kuşattıktan sonra Halep üzerine yürüdü. Bu sırada Nakîbü’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî de Haleb’e gelmiş
ve emire halifenin gönderdiği hilatleri giydirmişti. Halep hâkimi Mahmûd,
Tırâd ez-Zeynebî’ye “Senden sultanın yanına gidip beni huzuruna çıkmaktan affetmesi için tavassutta bulunmanı istiyorum” dedi. Bunun üzerine
Nakîbü’n-nukabâ Sultan Alparslan’ın huzuruna çıkıp Halep hâkiminin
Halife Kâim-Biemrillah’ın gönderdiği hilatleri giydiğini ve adına hutbe
okuttuğunu söyledi. Bunun üzerine Sultan Alparslan Tırâd ez-Zeynebî’ye:
“Onlar hâlâ hayye alâ hayri’l-amel” şeklindeki Şiî ezanını okutmaya devam
ettikten sonra hutbe okutmuşlar ne ifade eder? Mutlaka huzuruma gelip
yer öpmesi gerekir” dedi.19
Sultan Alparslan Ukaylî Emîri Şerefüddevle’ye kızgındı. Halife KâimBiemrillah Sultan Alparslan ile Şerefüddevle’nin aralarını düzeltmek istiyordu. Bu maksatla Nakîbu’n-nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’yi Musul’da bulunan Şerefüddevle’nin yanına gönderdi. Tırâd da onu alıp halife adına şefaatte bulunmak üzere Alparslan’ın yanına götürdü. Zap Nehri’ne varınca
veziri Ebû Ca’fer b. Saklâb’ın siyasî içerikli yazılarına (mülettafât) vakıf
oldu ve vezirini suya atıp boğdurduktan sonra Tırâd ez-Zeynebî ile yola
devam etti. Yolda Sultan Alparslan’ın ölüm (465/1072) haberini alınca
Melikşah’ın yanına gittiler.20
Sultan Melikşah ile amcası Kirman Meliki Kavurt Bey arasında Şaban
465’te (Nisan-Mayıs 1073) Hemedan yakınlarında vuku bulan savaşta
Kavurt Bey yenilmiş, bozguna uğrayan askerî birlikler Melikşah’ın safın17
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VIII, 235; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 35.
19
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 64.
18
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 63.
20 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 79.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 107
da savaşan Ukaylî Emîri Şerefüddevle Müslim b. Kureyş’in obalarını yağmaladıkları gibi Halife Kâim-Biemrillah’ın elçisi sıfatıyla orada bulunan
Nakîbü’n-Nukabâ Tırâd ez-Zeynebî’ye ait malları da gasp etmişlerdi.21
Nakîbü’n-nukabâlar çeşitli merasimlerde halifeyi temsil ederlerdi.
Mesela Halife Muktedî-Biemrillah 477 (1084-85) yılında Şerefüddevle
Müslim’i karşılamak üzere Tırâd ez-Zeynebî’yi Musul’a göndermişti.22
Nakîbü’n-nukabâların vezir naibi olarak da görev yaptıklarına şahit
oluyoruz. Meselâ halifenin veziri Ebû Şücâ er-Rûzrâverî 481 (1085) yılında
hacca gidince oğlu Rebîbüddevle Ebû Mansûr ile Tırâd ez-Zeynebî vezir
naibi olarak görev yapmışlardı.23
Tırâd ez-Zeynebî’nin 491’de (1098) ölümü üzerine yerine oğlu
Şerefüddin Ali b. Tırâd ez-Zeynebî nakîbü’l-Abbâsiyyîn ve nakîbü’nnukabâ tayin edildi.24 Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî24 de babası gibi siyasî ve sosyal hayatta önemli görevler üstlendi. Hem Abbâsî halifeleri hem de Selçuklu sultanları nezdinde büyük bir itibara sahip olan
nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî de mezhep mensupları arasındaki
çatışmalarda, halifelerin hilafet makamına geçişlerinde, hal‘ edilmelerinde
ve elçilik gibi çeşitli olaylarda aktif olarak rol almıştır.
Ali b. Tırâd ez-Zeynebî Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar
(1105-1118) ile Hille Mezyedî Emîri Seyfüddevle Sadaka arasında meydana gelen anlaşmazlıkları çözmek için Halife Müstazhir-Billah (1094-1118)
tarafından elçi olarak görevlendirilmiştir. Sadaka, Sultan Melikşah’ın ölümü (485/1092) ile başlayan fetret devri taht kavgalarında Muhammed
Tapar’ın yanında yer almış, Sultan Berkyaruk’a karşı açıkça cephe almaktan çekinmemiştir. Muhammed Tapar da mükâfat olarak ona Vasıt şehrini
iktâ etmiş ve Basra’yı ele geçirmesine izin vermişti. Bu cömertçe davranışlar ve gösterilen teveccüh Sadaka’yı şımartmıştı. Sultan Muhammed Tapar
bu yüzden onu cezalandırmak üzere harekete geçti. 2 Cemâziyelâhir 501
(18 Ocak 1108) tarihinde Bağdat’tan yola çıkan Sultan, halife MustazhirBillah’ın ricasıyla Za‘ferâniyye denilen yerde durduruldu. Halife, Nakîbü’nnukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi Sadaka’ya gönderip Sultan Muhammed
Tapar’a itaat arz etmesini emretti. Sadaka özür dileyip sultana hiçbir zaman muhalefet etmediğini ve adına okunan hutbeye son vermediğini söyledi. Daha sonra da oğlu Dübeys’i bir sefaret heyetiyle sultana gönderdi.
Taralar arasında barışa doğru önemli bir adım atılmışken Sadaka ve Sultan
Muhammed Tapar’ın askerlerinin savaşa girdiği haberi geldi. Elçiler böyle
bir şeyin olamayacağını söyleyip haberi yalanladılarsa da Sadaka oğlunu
göndermeye cesaret edemedi ve durumu da halifeye arz etti. Barışa engel
olan bu olay şöyle cereyan etmişti: Sultan Muhammed Tapar’ın askerle-
21
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 78.
23
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 44; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 168.
22
24
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X. 136.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 280.
108
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
rinden bir kısmı müzakerelerin müspet sonuç vereceğini anlayınca anlaşma öncesinde yeni bir yağma yapalım diye düşünmüşlerdi. Sultandan
habersiz olarak Sadaka’nın bölgesine saldırdılar fakat perişan olarak geri
dönmek zorunda kaldılar. Antakya Emîri Yağısıyan’ın oğlu Muhammed
de bu yağma akınında hayatını kaybetmişti. Bu olay dolayısıyla Araplar
gururlanıp kahramanlık taslarken Türkler de büyük bir üzüntü içindeydi.
Halife Müstazhir-Billah, Sadaka’ya yeniden sultana itaat etmesini emreden bir mektup yazdı ancak gereği yapılmadı. Halife, Sadaka’ya bu defa
Nakîbü’n-Nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî ile Ebû Sa’îd el-Herevî’yi gönderdi. Bu elçiler önce Sultan Muhammed Tapar’a uğrayıp Sadaka’nın yakınları için eman-nâme aldılar. Sonra da Sadaka’nın yanına gidip sultanın
gönlünün ancak esirlerin serbest bırakılması ve ganimetlerin iadesiyle alınabileceğini söylediler. Sadaka bunu önce kabul etti, fakat sonra Sultan’ın
bağışlamamasından korktuğunu söyledi ve “Eğer sultan beni ve bana sığınanları affeder, Sürhab b. Keyhüsrev’i iktaına iade eder, Muhammed b.
Boğa’nın yağmaladığı şeyleri geri verirse, halifenin vezirine de aramızda
kararlaştırılanlara bağlı kalacağına dair yemin ederse işte o zaman sultanın hizmetine girerim” dedi. Sadaka bu sözlerinde ısrar edince silâhların
hakemliğine başvurmaktan başka çare kalmadı. Nakîbü’n-nukabânın çabalarına rağmen 19 Receb 501 (4-5 Mart 1108) tarihinde vuku bulan savaş
Muhammed Tapar’ın zaferiyle sona erdi ve Sadaka, Bozkuş adlı bir gulam
tarafından öldürüldü.25
Halife Müsterşid-Billâh 512 (1118) yılında Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd
ez-Zeynebî’yi Hille Emîri Dübeys b. Sadaka’ya elçi olarak gönderip kendisinden biat almasını ve yanında bulunan kardeşini Bağdad’a göndermesini
istedi. Dübeys halifeye biat etti ancak yanına sığınmış olan misairini kendisi istemedikçe teslim edemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Ali b. Tırâd
ez-Zeynebî halifenin kardeşi Emîr Ebü’l-Hasan’ın huzuruna gidip halifenin bizzat kaleme aldığı mektubu ve emannâmeyi takdim etti. Fakat Ebü’lHasan Bağdad’a dönmeyi kabul etmedi.26
Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin vezir naibi ve vezir olarak da hizmet ettiği görülmektedir. Nitekim Müsterşid-Billah 516 (1122) yılında veziri
Celaleddin b. Sadaka’yı azledince Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’ye hil’at verip vezir naibi olarak görevlendirmiştir.27 Celâleddin b. Sadaka 1 Receb 522’de
(1 Temmuz 1128) ölünce Ali b. Tırâd ez-Zeynebî önce vezir naibi sonra da
Muizzü’l-İslâm Adudü’l-İmâm Seyyidü’l-vüzerâ Sadrü’ş-Şark ve’l-Garb lakabıyla vezir tayin edildi.28 523 yılı Rebîülâhir ayı sonunda (21 Nisan 1129)
vezaret hil’ati giydi. Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’den başka Abbâsî halifelerine
25
26
27
Bu konuda geniş bilgi için bk. Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu
Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara 1990, s. 45-51.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, IX, 198.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 233-234; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 602.
28 İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ’, s. 216.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 109
vezirlik yapan başka bir Haşimî yoktur.29 Ali b. Tırâd ez-Zeynebî MuktefîLiemrillah zamanında tekrar vezaret makamına getirildi (530/1135-36)30
Halifenin Enûşirvan b. Halid-i Kâşânî’yi azledip Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi
vezir tayin etmesi ünlü şair Haysa Baysa’nın bir kasidesine de konu olmuştu.
İçinde bulunduğum zamana
Hem kalbimle hem dilimle şükrederim
Zira ikram sahibi bir vezirin yerini
Yine ikram sahibi bir vezir aldı.31
521 (1127) yılında da Halife Müsterşid-Billâh Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi
Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’e (1118-1157) elçi olarak gönderip Dübeys
b. Sadaka’yı yanından uzaklaştırmasını istedi. Sultan Sencer Nakîbü’nnukabâyı çok iyi karşıladı. Kendisine davul, sancak vb. hediyeler verip üç
namaz vaktinde kapısında nevbet çalınmasına müsaade etti. Ayrıca bir
gerdanlık, iki at, iki sancak ve başka hediyelerle Bağdat’a uğurladı. Nişabur
Hatîbi İbn Saîd’i de onunla birlikte halifeye elçi olarak gönderdi. Nakîbü’nnukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî 522 (1128) yılında Sultan Sencer’in elçisiyle
birlikte Bağdat’a döndü.32 Halifenin izniyle Bağdat’taki bütün câmilerde
Sultan Sencer adına hutbe okundu ve kendilerine sunulmak üzere hil’atler
hazırlandı.
Nakîbü’n-nukabâ Ali ez-Zeynebî’nin çeşitli savaşlarda da rol aldığı görülmektedir. Mesela 517 (1123) yılında Abbâsî Halifesi Müsterşid-Billah ile
Dübeys b. Sadaka arasında cereyan eden savaşa katıldı. Dübeys yanında
esir bulunan halifenin hadımı Afîf’i serbest bırakıp Aksungur el-Porsukî’yi
kendisiyle savaşmak üzere görevlendirdiği için halifeye tehdit mektubu
göndermiş ve Bağdad’ı tahrip ve yağmalamaya and içmişti. Bu mektuba
çok öfkelenen Halife Müsterşid-Billâh, Tebriz’de bulunan Aksungur elPorsukî’ye haber gönderip Dübeys’i te’dip etmesini emretti, bunun üzerine
Aksungur el-Porsukî 516 yılı Ramazan ayında (Kasım 1122) Dübeys ile savaşmak için hareket etti. Halife de hazırlıklarını tamamlayıp Bağdad’dan
askerlere haber gönderip yanına çağırdı. Hadîse hâkimi Süleyman b.
Mühâriş Ukaylîlerle birlikte halifenin yardımına koştu. Ayrıca Karvâş b.
Müslim ve diğer bazı emîrler de ona katıldı. Dübeys bunu haber alınca halifeye elçi gönderip merhamet diledi ve rızasını talep etti, fakat halife kabul
etmedi. Halife Müsterşid-Billah 14 Zilhicce 516 (13 Şubat 1123) günü üzerinde siyah renkli bir cübbe, başında siyah bir sarık ve şal, omuzunda hırka,
elinde ortasında Çin malı bir demir halka bulunan asası olduğu halde yola
29
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 653.
31
Bundarî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 162.
30 İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 62; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43.
32
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 5, 8.
110
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
çıktı. Vezir Nizâmüddin Ahmed b. Nizâmülmülk, Nakîbu’t-Tâlibiyyîn ve
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Şeyhu’ş-şüyûh Sadreddin İsmail
ve ileri gelen diğer zevat da halife ile birlikteydi. Muharrem 517 (Mart 1123)
tarihinde vuku bulan savaş sonunda mağlup olan Dübeys kaçıp kurtuldu
ise de çok sayıda adamı öldürüldü.33
Aynı zamanda Alevîlerin nakîbi olarak da atanan Nakîbü’n-nukabâ
Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin daha sonra Halife Müsterşid-Billah ile Irak
Selçuklu Sultanı Mesud (1134-1152) arasındaki savaşa katıldığını ve esir
düştüğünü görüyoruz.
Sultan Mes’ûd 10 Ramazan 529 (24 Haziran 1135) tarihinde Dây-ı
Merc’de halifenin ordusuna saldırdı. Askerleri mağlûp olan Halife
Müsterşid-Billah ile birlikte pek çok adamı, Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd
ez-Zeynebî, Kâdı’l-kudât, Hazînedâr İbn Talha, İbnü’l-Enbârî, hatipler,
fakîhler ve diğer ileri gelen zevat esîr alındı. Halife bir çadıra konuldu ve
ordugâhındaki çok miktarda eşya ve ağırlıklar ganimet alındı. Vezir, Kâdı’lkudât, İbnü’l-Enbârî, hazînedâr ve ileri gelen diğer zevat Sercihan kalesine
götürüldü.34
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî karşılama ve protokol merasimlerinde de görev alıyordu. Meselâ Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed
Tapar (1105-1118) bir elçi gönderip kardeşi Horasan Meliki Sencer’in kızını oğlu Mahmud’a istedi. Sencer kızını annesiyle birlikte düğün alayı ile
İsfahan’a uğurladı. Sultan Muhammed Tapar, Müstazhir-Billah’a (10941118) haber gönderip devlet erkânının Horasan’dan yola çıkan gelin alayını karşılamasını istedi. Halife başta vezir Rebîbüddevle, Nakîbü’n-nukabâ
Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Nakîbü’l-Aleviyyîn Mecdüddin Ali b. Muammer
el-Alevî, Hazinedâr Zahîrüddevle Ebû Tâhir b. el-Harazî, Emirü’l-hâc ve
sâhibü’l-mahzen Yümn el-Kâimî’den oluşan heyetle karşılama merasimine katılmasını emretti.35 Keza Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Tapar da,
523 yılı Zilkade ayında (Ekim-Kasım 1129) Bağdat’a geldiğinde vezir ve
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî tarafından karşılanmıştır.36
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî halife ve sultanların nikâh
akitlerinde de onların vekili sıfatıyla görev almıştır. Mesela Halife RâşidBillâh (1135-1136) Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd’un kız kardeşi Fatıma
Hatun ile 531 yılı Receb ayında (Mart-Nisan 1137) evlendi. Nikâh akdinde
halifenin vekili vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, sultanın
vekili ise veziri Kemaleddin ed-Dergüzînî idi.37
33
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 607-610.
35
İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ, s. 208.
37
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 47; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, XXIII, s. 284.
34
36
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 616.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, X, 655.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın
Nakîbü’n-nukabâ Ali ez-Zeynebî’nin halife ve sultanlar nezdinde itibarlı bir mevkiinin olduğu, önemli konularda kendisiyle istişare ettiklerini;
onun da ikir ve tavsiyelerini hiç çekinmeden söyleyebildiğini görüyoruz.
Mesela Halife Müsterşid-Billah Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd ile 529 (1135)
yılında savaşa girmeden önce Ali b. Tırâd ez-Zeynebî kendisine şu uyarılarda bulunmuştu: “Efendim! Ben size daha önce Bağdat’ta sarayınızda
kalmanız ve onları düşman olarak görmemeniz gerektiğini, onların sizin
kullarınız ve tebeanız olduğunu söylemiştim. Fakat siz benim ikrimi kabul
etmeyip yola çıktınız ve buraya kadar geldiniz. Şu anda aramızda sadece
bir merhale mesafe kaldı. Şimdi yapmanız gereken onlarla azim ve kararlılıkla savaşmak ve zaferi Allah’tan beklemektir.”38
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’nin mezhep mensupları arasında çıkan olayların bastırılmasında ve şiddetli tepkilere maruz kalan
ulemânın himayesinde de aktif rol aldığı görülmektedir. Meselâ ulemâdan
İbnü’l-Abbâdî 546 (1152) yılında Bağdat’ta Mansur Câmii’nde ders vermek isteyince hilafet makamı Bağdat’ın Batı yakasında Hanbelî âlimlerden
başkasının faaliyette bulunmasının mümkün olmadığını söyledi. Ancak
İbnü’l-Abbâdî ısrar edince Nakîbü’n-nukabâ onun himayesini üzerine aldı.
İbnü’l-Abbâdî ders vermeye başlayınca olaylar çıktı. Emniyet kuvvetleri
ders bitinceye kadar kılıçlarını çekip İbnü’l-Abbâdî’yi korumaya çalıştılar.39
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Halife Râşid-Billah’ın hal‘
edilmesinde ve yeni halifenin belirlenmesinde de önemli rol oynadı.
Meselâ Irak Selçuklu Sultanı Mes’ûd meliklerin ve emirlerin kendisine
karşı Bağdat’ta bir ittifak oluşturduklarını ve hutbenin yeğeni Davud b.
Mahmûd adına okunduğunu öğrenince süratle Bağdat üzerine yürüyüp
şehri muhasara etti. Bunun üzerine halife Darü’l-hilâfeden ayrılıp şehrin
Batı yakasında bulunan İmâdeddîn Zengî’nin yanına gitti. Şehre giren
Sultan Mes’ûd kadıları ve nakipleri toplayıp onlara Halife Râşid-Billah’ın
kendisine hitaben bizzat kaleme aldığı bir taahhütnâmeyi gösterdi. Halife
bu taahhütnâmede: “Eğer asker toplar, sefere çıkar ve sultanın askerleriyle silahlı çatışmaya girecek olursam kendimi halifelikten hal etmiş olayım” diyordu. Bu taahhütnâmeyi okuyan kadılar ve fukaha onun kendisini hal ettiğine dair fetva verdiler. Vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd
ez-Zeynebî, Hazînedâr Kemaleddin Hamza b. Ali b. Talha ve Kâtibü’l-inşâ
İbnü’l-Enbârî Sultan Mes’ûd’dan korktukları için halifenin hal‘ edilmesine ittifakla karar verdiler.40 Kaynaklarda vezir ve Nakîbü’n-nukabâ Ali b.
Tırâd ez-Zeynebî’nin, kadıları ve fakihleri toplayıp Halife Râşid-Billah’ı
hal‘ etmeleri hususunda ulemayı tehdit ettiği, ayrıca onun kötü ahlaklı biri
olup haksız yere masum insanların kanını akıttığı, mallarını gasp ettiği ve
38 İbnü’l-İmrânî, el-İnbâ’, s. 219.
39
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 145; Makdisî, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, s. 55.
40 İbnü’l-Esir, el-Kâmil, XI, 40-42.
111
112
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
halifelikle bağdaşmayacak işler yaptığı söylenip böyle birinin halife olup
olamayacağına dair sorusuna “caiz değildir” diye fetva verildiği kaydedilmektedir. Halifelikten hal edilmesi konusundaki fetvaya Kadı Ebû Tâhir
İmâdüddîn İbnü’l-Kerhî, el-Hîtî, İbnü’l-Beyzâvî, Nakîbü’t-Tâlibiyyîn ve
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, İbnü’r-Rezzâz, İbn Şâi‘ ve Ravh
İbnü’l-Hadîsî şahitlik ettiler.41 Nakîbü’n-nukabâ bu işlem tamamlandıktan
sonra Kadı İbnü’l-Kerhî’yi çağırdı ve onun yanında bir kere daha RâşidBillah’ın halifelikle bağdaşmayan söz ve hareketlerinden bahsetti. Sonunda
kadı da, onun fasıklığına ve hal‘ edilmesine hükmetti. Kâdı’l-kudât bu sırada Musul’da bulunduğundan halifenin hal‘ edilmesine dair hüküm Kadı
İbnü’l-Kerhî tarafından verildi (16 Zilkade 530/16 Ağustos 1136).42
Nakîbü’n-nukabâların yeni halifenin belirlenmesinde de önemli rol oynadıkları görülmektedir. Sultan Mes’ûd, Râşid-Billah’ın hal‘ edilmesinden
sonra yeni halife konusunda Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî ile
istişare etti, o da Müstazhir-Billah’ın oğlu Ebû Abdullah Muhammed’i tavsiye etti. Ebû Abdullah bulunduğu yerden alınıp saraya getirildi. Sultan ve
Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî, Ebû Abdullah ile görüşüp ona
bazı şartları kabul ettiği takdirde halife olacağını söylediler. O da ileri sürülen şartları kabul edince Muktefî-Liemrillah lakabıyla halife ilan edildi (18
Zilhicce 530/18 Ağustos 1136). Emirler, devlet erkânı ve protokole dâhil
zevat, kadılar ve fakihler toplanıp biat ettiler.43 Muktefî-Liemrillah halife
olunca Nakîbü’n-nukabâ Ali b. Tırâd ez-Zeynebî’yi vezir tayin etti.44
Sonuç
Nakipler ve nakîbü’n-nukabâlar siyasî, idarî ve içtimaî birçok olayda önemli roller oynamışlardır. Onların hem halifeler hem de sultanlar nezdindeki
itibarları, İslam toplumunda çeşitli sebeplerle meydana gelen anlaşmazlıkların çözümünde, ehlü’l-hal ve akd içerisinde yer almalarını sağlamıştır. Nakîbü’n-nukabâlar halife ile sultanlar arasındaki ihtilaların hallinde
görev aldıkları gibi, halifelerin belirlenmesi ve hal‘ edilmesinde de etkili
olmuşlardır.
Nakîbü’n-nukabâların merkezî otorite ve toplum içerisinde sahip oldukları bu itibar hiç şüphesiz Müslümanların ehl-i beyte ve Hz.
Peygamber’in akrabalarına besledikleri saygı ve sevgiden kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber’in soyundan gelen Nakîbü’t-Tâlibiyyîn (Nakîbü’lAleviyyîn) ile amcası Abbas’ın soyundan gelen Nakîbü’l-Abbâsiyyîn
(Nakîbü’l-Hâşimiyyîn) ve bunlar arasından seçilen ve bizzat halifeler ta41
42
43
44
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 60; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 42 vd.; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb,
XXIII, 280.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, X, 60; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43; Abdülkerim Özaydın, “Muktefî-Liemrillah”, DİA, XXXI, 145;
a.mlf., “Râşid-Billâh”, DİA, XXXIV, 465.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, XI, 43; Bundârî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 169; Nüveyrî,
Nihâyetü’l-ereb, XXIII, 282.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî ve İçtimâî .... / Abdülkerim Özaydın 113
rafından tayin edilen Nakîbü’n-nukabâların sahip oldukları izzet, şeref ve
itibar Resûl-i Ekrem’e duyulan hürmet ve muhabbetle alakalı olmalıdır. Bu
makalede Zeynebî ailesine mensup nakîbü’n-nukabâların Selçuklu sultanlarıyla Abbasî halifelerinin hâkim oldukları topraklarda siyasî, içtimaî vb.
birçok konuda nasıl etkili olduklarına dair sadece iki örnek sunuldu. Hiç
şüphesiz diğer nakib ve nakîbü’n-nukabâların İslam toplumundaki etki ve
faaliyetleri de müstakil bir araştırmanın konusunu teşkil edecek kadar geniştir.
Kaynaklar
Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118), Ankara
1990
George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim, İslâm Dünyası ve Hıristiyan Batı (trc. Ali Hakan
Çavuşoğlu-Hasan Tuncay Başoğlu), İstanbul 2004
G. M. Kurpalidis, Büyük Selçuklu Devleti’nin İdarî Sosyal ve Ekonomik Tarihi (trc. İlyas Kamalov),
İstanbul 2007
Gülgün Uyar, “Nakîb”, DİA, XXXII
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî târîhi’l-mülûk ve’l-ümem, Haydarâbâd/Dekken 1359, IX
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil i’t-târih (nşr. C. H. Tornberg), Beyrut 1966
Müntecebüddin Bedî‘, Atebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvinî-Abbas İkbâl), Tahran 1329
Sem‘anî, el-Ensâb (nşr. Abdurrahman b. Yahyâ el-Muallimî el-Yemânî), Beyrut 1400/1980
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’atü’z-zaman (nşr. Ali Sevim), Ankara 1968
Tufan Buzpınar, “Nakîbü’l-eşrâf”, DİA, XXXII
Yakut el-Hamevî, Mu‘cemü’l-üdebâ, Beyrut ts., IV
Zehebî, Siyeru a‘lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnâût), Beyrut 1405/1985
114
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Nakibü’n Nukabas’ role in political, administrative and social life during the Seljuks
period: Examples of Tırad B. Mohammed and his son Ali B. Tırad El-Kureşi El-Haşimi
El Abbasi Ez-Zeynebi
Abdulkerim Özaydın
Abstract
As a result of respect and affection of Muslims to Prophet Mohammed, people called “nakib” were
chosen and assigned amoung the members of ‘ehli beyt’ and the title of “nakibü’n nukaba” emerged as the leader of nakibs. Fundamentally responsible about the inancial and legal issues of nakibs, they sometimes carried out after important tasks. Having priority in protocol during Seljuks,
nakibü’n nukabas accomplished some tasks like resolving social and religious disputes between
different groups, resolving the disputes between Sultans and Calips, presiding the missions sent
by Sultan, representing the sultan in ceremonies and weddings. Without doubt this situation was
a result of the reputation they had in the eyes of Sultans and the public. In this study,political and
social roles of nakibü’n nukabas’ on the territories under the Seljuk Sultans and Abbasi Caliphes
will be examined in the example of Tırad b. Mohammed and his son Ali b. Tırad el-Abbasi el Hasimi
ez-Zeynebi who both served in this position.
Selçuklular Döneminde Nakîbü’n-Nukabâların Siyâsî, İdârî Ve İçtimâî Hayattaki
Rolleri: Tırâd B. Muhammed ve Oğlu Ali B. Tırâd El-Kureşî El-Hâşimî El-Abbâsî EzZeynebî Örneği
Abdulkerim Özaydın
Özet
Müslümanlar’ın Hz. Peygamber’e duydukları hürmet ve muhabbetin bir sonucu olarak, ehl-i beyt
mensupları arasından “nakîb” adı verilen kişiler seçilerek kendilerine bir takım görevler tevcih edilmiş, nakîblerin de reisi olacak şekilde “nakîbü’n-nukabâ”lık müessesesi ortaya çıkmıştır. Esas itibariyle nakîblerle ilgili malî ve hukukî bir takım işlerin takibi ile sorumlu olan nakîbü’n-nukabâlar,
zaman zaman bu görevleri dışındaki bir takım konularda da önemli vazifeler icra etmişlerdir.
Selçuklular döneminde protokolde ilk sıralarda yer alan nakîbü’n-nukabâlar geleneksel vazifelerinin yan sıra, sosyal ve dinî gruplar arasında çıkan bazı anlaşmazlıkların çözümü; halifeler ile sultanlar arasında yaşanan sorunların halledilmesi; sultan tarafından gönderilen elçilik heyetine başkanlık etmek; bazı merasimlerde sultanı temsil etmek; halife ve sultanların nikah akitlerinde onlara
vekalet etmek gibi görevler de icra etmişlerdir. Hiç şüphe yok ki bu durum, onların sultanlar ve halk
nezdinde sahip oldukları büyük itibarın bir sonucuydu. Bu çalışmada, Selçuklu sultanlarıyla Abbasî
halifelerinin hakim oldukları topraklar üzerinde nakîbü’n-nukabâların siyasî ve içtimaî konulardaki
rolleri, bu makamda bulunan Tırâd b. Muhammed ile oğlu Ali b. Tırâd el- Abbasî el-Haşimî ezZeynebî örneklerinde incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Selçuklular, nakîb, nakîbü’n-nukabâ, Tırâd b. Muhammed, Ali b. Tırâd elAbbasî el-Haşimî ez-Zeynebî.
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir
Mekân Adı: İrmanhâne
Sadi S. Kucur
Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Tarihte, özellikle muhtelif sebeplerle farklı alfabe, dil ve kültürlerin etkisine maruz kalmış olan toplumlarda ortaya çıkan bazı terimleri, müessese,
mekân hatta şahıs adlarını doğru okuyup anlamlandırmak, tarih araştırmacılarını en çok zorlayan hususlardan biridir. Böyle bir araştırma dil,
etimoloji, tarih, inanç, kültür, folklor gibi muhtelif sahalara vâkıf olmanın
ötesinde sağlam bir metodolojiyi de gerektirmektedir. Bütün bunlara rağmen, çoğu zaman konunun mütehassıslarının mutabık kalacağı bir sonuca
ulaşmak da mümkün olamamaktadır.1
Bu mütevazi makalede, bir mekân adıyla ilgili olarak mevcut okuma ve
anlamlandırmanın isabetli olmadığı düşüncesiyle, kelime yeniden tahlil
edilmeye çalışılacaktır. XIII. yüzyıl Selçuklu Türkiyesi’nde karşımıza çıkan
bu mekân adı bazı yayınlarda2 halen Ermenhâne şeklinde okunmakta ve
bu okuyuşa göre anlamlandırılmaktadır. Söz konusu mekân adı ile ilgili problem daha önce tespit ve tahlil edilmiş, ancak o zaman bir sonuca
ulaşılamamıştı.3 Burada konu tekrar ele alınıp, mevcut verilere göre daha
mâkul bir okuyuş ve anlamlandırma üzerinde durulacaktır.
Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla
Selçuklu Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakiyelerinde zikredilmektedir. Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye
Medresesi) vakiyesinde geçmekte, vakfın gelirleri arasında Sivas’ta
1
2
3
Bu konu ile ilgili olarak Selçuklu tarihi için Selçuk / Selçük, Yabgu / Beygu, Kutalmış / Kutulmuş / Kutlamış, Sancar / Sencer, Üner / Onar, Yabgulu / Yâvegî, Ahî / Akı, şahne / şıhne isim
veya terimleri verilebilecek en güzel örneklerdir.
Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 236239; Aynı yazar, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136.
“Selçuklu Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakiyesi”, Anadolu
Selçuklu Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu, 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009, s. 337348.
115
okuyuş ve anlamlandırma üzerinde durulacaktır.
Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla Selçuklu
Ermenhâne diye okunmakta olan bu mekân adı bildiğimiz kadarıyla Selçuklu
Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakfiyelerinde zikredilmektedir.
Türkiyesi’nde XIII. yüzyılın ikinci yarısında kurulan 3 vakfın vakfiyelerinde zikredilmektedir.
TYB AKADEMİ
/ Eylülgeçmekte,
2014
116 Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi)
vakfiyesinde
vakfın
Bunlardan ilki Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) vakfiyesinde geçmekte, vakfın
gelirleri arasında
Sivas’ta
Hürremşah
oğluoğlu
Muhyiddin
Yahya’nın
adıyla
bilinen
vehücreden
13 hücreden
gelirleri oğlu
arasında
Sivas’ta
Hürremşah
Muhyiddin
Yahya’nın
adıyla
bilinen
veolu13
Hürremşah
Muhyiddin
Yahya’nın
adıyla bilinen
ve 13
hücreden
4
4
oluşan
biroluşan
ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ
bulunmaktadır.
Farsça
olan
kelimeleribirleşik
birleşik
yazılmıştır.
şan bir
bulunmaktadır.
Farsça
olan
kelimeleri
birleşik
ﺍﺭﻡﺍﻥve
ve ﺥﺍﻥﻩ
ﺥﺍﻥﻩkelimeleri
yazılmıştır.
bir ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ
bulunmaktadır.
Farsça
olanﺍﺭﻡﺍﻥ
4
yazılmıştır.
İkincisi
Sâhib
Ata’nınyaptırdığı
Konya’da
yaptırdığı
mescid
ve
İkincisiAta’nın
Sâhib Ata’nın
Konya’da
medrese,
mescidmedrese,
ve
tamamladığı
679 679
İkincisi Sâhib
Konya’da
yaptırdığı medrese,
mescid
veminarenin
minarenin
tamamladığı
minarenin tamamladığı 679 (1281 başı) yılı gelir vakılarındandır. Konya’da
81 başı)Konya’da
yılı gelir Attar
vakıflarındandır.
Konya’da
Attar
Armağanşah
altlı-üstlü
10vakıflarındandır.
(1281
başı)
yılı
gelir
vakıflarındandır.
Konya’da
Attar Arma
Attarbaşı)
Armağanşah
Mahallesinde
altlı-üstlü
10
odadan
oluşmaktadır;
keli(1281
(1281
başı)
başı)
yılı
yılı
gelir
gelir
vakıflarındandır.
Konya’da
Konya’da
Attar
Attar
Armağanşah
Armağanşah
M
dandır.
Armağanşah
Mahallesinde
altlı
üstlü 1 Mahallesinde
1
(1281
yılı
gelir
vakıflarındandır.
Attar
Armağanşah
altlı-üstlü
10
Bu
konu
ile ilgili
olarak Selçuklu5Konya’da
tarihi için Attar
Selçuk
/ Selçük,
YabguMahallesinde
/ Mahallesinde
Beygu, Kutalmış
/ Kutulmuş
Armağanşah
altlı-üstlü
10 / Kutlamış,
1 (1281 başı) 5yılı gelir vakıflarındandır. Konya’da
5
5
5
)ﺍﺭﻡﺍﻥ
yazılmıştır.
Sonuncusu
ise
Cacaoğlu
adan
oluşmaktadır;
kelimeler
ayrı
(ﺥﺍﻥﻩ
meler
ayrı
yazılmıştır.
Sonuncusu
ise
Cacaoğlu
Nureddin’in
670
Bu
konu
ile
ilgili
olarak
Selçuklu
tarihi
için
Selçuk
/
Selçük,
Yabgu
/
Beygu,
Kutalmış
/
Kutulmuş
/
Kutlamış,
5
Sancar
/ Sencer,kelimeler
Üner
Onar,ayrı
Yabgulu
/ Yâvegî,
Ahî
/ Akı,oluşmaktadır;
şahne
/kelimeler
şıhne
isimkelimeler
veya
terimleri
en yazılm
ayrıverilebilecek
(ﺧﺎﻧﻪyazılmıştır.
)ﺍﺭﻣﺎﻥ
odadan
odadan
oluşmaktadır;
oluşmaktadır;
kelimeler
ayrı
ayrı
(ﺧﺎﻧﻪ
)ﺍﺭﻣﺎﻥ
)ﺍﺭﻣﺎﻥ
yazılmıştır.
S
ler ayrı ( )ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪodadan
yazılmıştır.
Sonuncusu
ise /Cacaoğlu
oluşmaktadır;
(ﺥﺍﻥﻩ
)ﺍﺭﻡﺍﻥodadan
yazılmıştır.
Sonuncusu
ise(ﺧﺎﻧﻪ
Cacaoğlu
5
odadan
ayrı /(ﺧﺎﻧﻪ
)ﺍﺭﻣﺎﻥ
Sonuncusu
ise Cacaoğlu
güzel örneklerdir.
Sancar
/oluşmaktadır;
Sencer,
Üner
/kelimeler
Onar,nüshası)
Yabgulu
Yâvegî,
Ahîyazılmıştır.
/ Akı,yine
şahnegelir
/ şıhnevakıları
isim veya
terimleri verilebilecek en
(1270)
tarihli
(İskilip
vakiyesinde,
arasında
reddin’in
670
(1270)
tarihli
(İskilip
nüshası)
vakfiyesinde,
yine
gelir
vakıfları
arasında
Nureddin’in
670
(1270)
tarihli
(İskilip
nüshası)
vakfiyes
Nureddin’in
Nureddin’in
670
670(1270)
(1270)
tarihli
tarihli
(İskilip
(İskilipnüshası)
nüshası)
vakfiyesinde,
vakfiyesinde,yiny
i ( skilip nüshası) vakfiyesinde,
yine
vakıfları
2
Nureddin’in
670gelir
(1270)
tarihliarasında
(İskilipnüshası)
nüshası)
vakfiyesinde,
yine
gelir
vakıfları
arasında
güzel
örneklerdir.
Tuncer
Baykara,
Türkiye
Selçuklularının
Sosyal
ve
Ekonomik dışında,
Tarihi,
İstanbul
2004,
s.Hamamı
236-239;
Aynı yazar,
Nureddin’in
670
(1270)
tarihli
(İskilip
vakfiyesinde,
yine
gelir
vakıfları
arasında
bulunmaktadır.
Konya’da
Lârende
Kapısı
(Derb)
Sultan
unmaktadır.
Konya’da
Kapısı
(Derb)
dışında,
Sultan
Hamamı
yakınında
olup
16 Konya’da
Türkiye
Selçukluları
Devrinde
Konya,
Ankara
1985,
s. 46,Konya’da
48,
136.
2 Lârende
bulunmaktadır.
Lârende
Kapısı
(Derb)
dışında,
bulunmaktadır.
bulunmaktadır.
Konya’da
Lârende
Lârende
Kapısı
Kapısı
(Derb)
(Derb)
dışında,
dışında,
Sultan
HaS
nde Kapısı (Derb)
dışında,
Sultan
Hamamı
yakınında
olup
16
Tuncer
Baykara,
Türkiye
Selçuklularının
Sosyal
ve
Ekonomik
Tarihi,
İstanbul
2004,
s. 236-239;
yazar,
bulunmaktadır.
Konya’da
LârendeKapısı
Kapısı
(Derb)
dışında,
Sultan
Hamamı
yakınında
olup
yakınında
olup
16 odalıdır
ve
yarı
hissesi
vakfedilmiştir.
Bunun
imlâsı
ise16 AynıSultan
bulunmaktadır.
Konya’da
Lârende
(Derb)
dışında,
Sultan
Hamamı
yakınında
olup
16
3
6
“Selçuklu
Şehir
Tarihi
Açısından
Sivas
Gök
Medrese
(Sahibiye
Medresesi)
Vakfiyesi”,
Anadolu
Selçuklu
6
66
alıdır
ve
yarı
hissesi
vakfedilmiştir.
Bunun
imlâsı
ise
’dır.
Türkiye
Selçukluları
Devrinde
Konya,
Ankara
1985,
s.
46,
48,
136.
odalıdır
ve
yarı
hissesi
Bunun
ise
ﺧﺎﻥ
ﻦ
6vakfedilmiştir.
odalıdır
ve
ve
yarı
yarı
hissesi
hissesi
vakfedilmiştir.
Bunun
Bunun
imlâsı
imlâsı
iseimlâsı
ise
ﺧﺎﻥﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
ﺍﺭﻣﻦ
’dır.
’dır
miştir. Bunun imlâsı iseodalıdır
ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥve
’dır.
’dır.
6vakfedilmiştir.
Şehirleri
ve Uygarlığı
Sempozyumu,
7-8odalıdır
Ekim
2008,
Bildiriler,
Konya
2009, s. 337-348.
yarı hissesi
hissesi
vakfedilmiştir.
Bunun
imlâsı
’dır.
odalıdır ve
yarı
vakfedilmiştir.
Bunun
imlâsı
iseise
ﺧﺎﻥ
’ﺍﺭﻣﻦdır.
3
“Selçuklu
4 Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakfiyesi”, Anadolu Selçuklu
VGMA, Defter nr. 604, Sıra nr. 90, s. 70; Bayram - Karabacak, a.g.m., s. 57.
Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009, s. 337-348.
Mekân
adı ile ilgili vakfiyelerdeki bilgiler
4
adı
ile
ilgili vakfiyelerdeki
Mekân
adıMekân
adı
ile ile
ilgili
ilgili
vakfiyelerdeki
vakfiyelerdeki
bilgiler
bilgiler b
ekân adı ile ilgili vakfiyelerdeki
bilgiler
VGMA,
Defter nr. 604, Sıra Mekân
nr.
90,adı
s.adı
70;
Bayram
- Karabacak,
a.g.m., s. Mekân
57.
Mekân
ilgili
vakfiyelerdeki
bilgiler
ileileilgili
vakfiyelerdeki
bilgiler
dı
Müştemilâtı
Bulunduğu
yer
Tarih Adı
Kaynak
Adı
Müştemilâtı
Bulunduğu
yer
Adı
Müştemilâtı
Müştemilâtı
Bulunduğu
Bulunduğu
yeryer
Ta
temilâtı Bulunduğu yer
Tarih Kaynak
Adı
MüştemilâtıBulunduğu
Bulunduğu
yer
TarihKaynak
Kaynak
Adı
Müştemilâtı
yer
Tarih
16 oda
Lârende
Kapısı
dışında, 670
Cacaoğluﺧﺎﻥ
Nureddin
Konya,
Lârende
Kapısı67
dı
16 16
odaoda 16 oda
Konya,
Konya,
Lârende
Lârende
Kapısı
Kapısı
dışında,
dışında,
da
Konya, Lârende Kapısı
dışında, Konya,
670
Cacaoğlu
Nureddin
ﺍﺭﻣﻦ
ﺧﺎﻥ
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
ﺍﺭﻣﻦ
Sultan
yakınında
(1270)Lârende
Vakfiyesi
16oda
oda
Konya,
Lârende
Kapısı
dışında,670670 Cacaoğlu
Cacaoğlu
Nureddin
16
Konya,
Kapısı
dışında,
Nureddin
Sultanyakınında
Hamamı
yakınında
ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥ
Sultan
Sultan
Hamamı
Hamamı
yakınında
(12
Sultan Hamamı yakınında
(1270) Hamamı
Vakfiyesi
Sultan
Hamamı
yakınında
(1270)
Vakfiyesi
Sultan
(1270)
Vakfiyesi
Sivas
678 Hamamı
Sivas yakınında
Gök
Medrese oğlu
ürremşah oğlu Muhyiddin 13 oda
Hürremşah
Muhyiddin
13 13
odaoda 13 oda
Sivas
Sivas Sivas
67
Hürremşah
Hürremşah
oğlu
oğlu
Muhyiddin
Muhyiddin
da
Sivas
678
Sivas Gök Medrese
(1280) Vakfiyesi
ahya ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩsi
Hürremşah
oğlu
Muhyiddin
13oda
oda
Sivas
Sivas
Medrese
Sivas
678
GökGök
Medrese
Hürremşah oğlu
Muhyiddin
(12
Vakfiyesi13
(1280)
si678 Sivas
Yahya
ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ
ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ
si ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ
si
Yahya
Yahya
10
altlı-üstlü
Konya,
679
Konya İnce Minareli (1280)
(1280)Vakfiyesi
Vakfiyesi
ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥ
Yahya
ﺍﺭﻡﺍﻥﺥﺍﻥﻩ
si
ﺍﺭﻣﺎﻧﺨﺎﻧﻪ
si
Yahya
10 altlı-üstlü
67
Konya,
Konya, Konya,
10 10
altlı-üstlü
altlı-üstlü
Konya nce Minareli
679
ltlı-üstlü Konya,
ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ
ﺧﺎﻧﻪ
ﺍﺭﻣﺎﻥ
ﺍﺭﻣﺎﻥ
oda
Armağanşah 10
Mah.
(1281) ﺧﺎﻧﻪ
Medrese
Vakfiyesi
altlı-üstlüKonya,
Konya,
Minareli
İnce
Minareli
679679odaKonya
altlı-üstlü
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥAttar
Attar Armağanşah
odaİnce
ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪ
(12
Attar
Attar
Armağanşah
Armağanşah
Mah.
Mah. Mah.
odaKonya
Vakfiyesi
(1281) Medrese 10
Attar Armağanşah Mah.
oda
AttarArmağanşah
Armağanşah
Mah.
(1281)Medrese
Medrese
Vakfiyesi
(1281)
Vakfiyesi
Attar
Mah.
oda
Söz konusu mekân adı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir.
O
Söz mekân
konusu
mekân
adı hakkındaki
mevcut
bilgile
Söz
Sözkonusu
konusu
mekânadı
adıhakkındaki
hakkındaki
mevcut
mevcutbilgiler
bilgilerşimdili
şimd
ı hakkındaki mevcut bilgiler şimdilik bunlardan ibarettir. O
Söz
konusu
mekân
adı
hakkındaki
mevcut
bilgiler
şimdilik
bunlardan
ibarettir.
O O
Söz
konusu
mekân
adı
hakkındaki
mevcut
bilgiler
şimdilik
bunSöz
konusu
mekân
adı
hakkındaki
mevcut
bilgiler
şimdilik
bunlardan
ibarettir.
lde bu mekânın mahiyeti eldeki bu kısıtlı bilgiler çerçevesinde değerlendirilmeye
bu mekânın
mahiyeti
eldeki
bu bilgiler
kısıtlı
halde
halde
buhalde
bumekânın
mekânın
mahiyeti
mahiyeti
eldeki
eldeki
bu
bukısıtlı
kısıtlı
bilgilerbilgiler
çerçeve
çerçe
eldeki bu kısıtlı bilgiler
çerçevesinde
değerlendirilmeye
lardan
Omahiyeti
halde eldeki
bu
mekânın
mahiyeti
eldeki
bu kısıtlı
bilgiler
çerhalde
bu
mekânın
bubu
kısıtlı
bilgiler
çerçevesinde
halde
buibarettir.
mekânın
eldeki
kısıtlı
bilgiler
çerçevesinde
değerlendirilmeye
ışılacaktır. ﺥﺍﻥﻩﺍﺭﻡﺍﻥveya
lar, mahiyeti
XIII. yüzyılın
ikinci
yarısında,
1’i
Sivas,
2’si ﺍﺭﻣﺎﻥ ﺧﺎﻧﻪdeğerlendirilmeye
çalışılacaktır.
veya
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
lar,
XIII.
yüzyılın
ikin
çalışılacaktır.
çalışılacaktır.
ﺧﺎﻧﻪ
ﺧﺎﻧﻪ
ﺍﺭﻣﺎﻥ
ﺍﺭﻣﺎﻥ
veya
veya
ﺧﺎﻥ
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
ﺍﺭﻣﻦ
lar,
lar,
XIII.
XIII.
yüzyılın
yüzyılın
ikinci
ikinci
yarısın
yarıs
ﺍﺭﻣﻦ ﺧlar, XIII. yüzyılınçevesinde
ikinci yarısında,
1’i
Sivas,
2’si
Konya
veya1’i Sivas, 2’si
lar,
XIII.
değerlendirilmeye
çalışılacaktır.
çalışılacaktır.
ﺧﺎﻧﻪ
ﺍﺭﻣﺎﻥ
veya
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦbulunan
lar, XIII.
yüzyılın
yarısında,
Konya2’si
ﺥﺍﻥﻩﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
lar,
XIII. ikinci
yüzyılın
ikinci yarısında,
1’i Sivas,
onya şehrinde, 10, 13, çalışılacaktır.
16
gibi
muhtelif
sayıda
odaları
ve
bulunduğu
yer
ve
yüzyılın
ikinci yarısında,
1’i Sivas, 2’si
Konya
şehrinde,
10,
13, muhtelif
16sayıda
gibi
muhşehrinde,
10,
13,
16muhtelif
gibi
sayıda
odaları
bulunan
şehrinde,
şehrinde,
10,10,
13,13,
16
16
gibi
gibi
muhtelif
sayıda
odaları
odaları
bulunan
bulunan
ve
ve
bulund
buluv
telif sayıda odaları bulunan
ve bulunduğu
yer ve sınırlarından
şehrinde,
10,
13, 16
muhtelif
odaları
bulunan
ve bulunduğu
ve sınırlarından
Konya
şehrinde,
10,gibi
13,
16 gibisayıda
muhtelif
sayıda
odaları
bulunan yer
ve bulunduğu
yer ve
ırlarından anlaşıldığına
göre
müslümanların
yaşadığı
mahallelerde
mevcut
olan
telif
sayıda
odaları
bulunan
ve
bulunduğu
yer
ve
sınırlarından
anlaşıldığıanlaşıldığına
göre
müslümanların
yaşadığı
mahallelerde
anlaşıldığına
anlaşıldığınagöre
göremüslümanların
müslümanlarınyaşadığı
yaşadığımahallelerde
mahallelerdemevcut
mevcu
ların yaşadığı mahallelerde mevcut olan mekânlardır. Hatta
anlaşıldığına
göre
müslümanların
yaşadığı
mahallelerde
mevcut
olanolan
mekânlardır.
Hattaolan
na göre
müslümanların
yaşadığı
mahallelerde
mevcut
mekânlardır.
sınırlarından
anlaşıldığına
göre
müslümanların
yaşadığı
mahallelerde
mevcut
ekânlardır. Hatta Sivas’takinin
sahibi
müslümandır.
İkisinin
tam,
birinin
yarım
hisse
geliri
Sivas’takinin
sahibi
müslümandır.
İkisinin
tam, yarım
birinin
Sivas’takinin
Sivas’takinin
sahibi
sahibimüslümandır.
müslümandır.
İkisinin
İkisinintam,
tam,birinin
birinin
yarımhisyh
ndır. İkisinin tam, birinin yarım hisse geliri vakıflara aittir.
Hatta
Sivas’takinin
sahibi müslümandır.
İkisinin
tam,
birinin
yarım
hisse
Sivas’takinin
sahibi
müslümandır.
İkisinin
tam, birinin
yarımakla
hisse
geliri vakıflara
aittir.
Hatta
sahibi
İkisinin
tam,
birinin
yarım
hisse
geliri
kıflara aittir. Bunların mekânlardır.
ilk anda han,
otel,Sivas’takinin
pansiyon gibi
bir müslümandır.
mekân
olabileceği
Bunların
ilk
anda
han,
otel,
pansiyon
gibi
birolabileceği
mekân
olab
Bunların
Bunların
ilkilk
anda
anda
han,
han,
otel,
otel,
pansiyon
pansiyon
gibi
gibi
birbir
mekân
mekân
olabileceği
ak
ansiyon gibi bir mekân geliri
olabileceği
akla gelmektedir.
Nitekim ilk anda
vakılara
aittir.
Bunların
han,
otel,
pansiyon
gibi
bir
mekân
Bunların
ilk
anda
han,
otel,
pansiyon
gibi
bir
mekân
olabileceği
akla
gelmektedir.
Nitekim
lmektedir. Nitekim birinin
imlâsı
diyeyazılmıştır.
Ancak
üç
ayrı
yerdeki
bu
vakıflara
aittir.
Bunların
ilk
anda
han,
otel,
pansiyon
gibi
bir
mekân
olabileceği
akla
birinin
imlâsı
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
diyeyazılmıştır.
Ancak
üç
ayrı
ye
birinin
birinin
imlâsı
imlâsı
ﺧﺎﻥ
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
ﺍﺭﻣﻦ
diyeyazılmıştır.
diyeyazılmıştır.
Ancak
Ancak
üç
üç
ayrı
ayrı
yerdeki
yerdeki
bu
azılmıştır. Ancak üç ayrı
yerdeki bu akla
mekânların
aynı isimleNitekim birinin imlâsı
olabileceği
gelmektedir.
diye yazılmışbirininolması,
imlâsı onların
ﺍﺭﻣﻦ ﺧﺎﻥbildiğimiz
diyeyazılmıştır.
Ancak üçveya
ayrı hanelerden
yerdeki bu mekânların aynı isimle
ekânların aynı isimle anılmış
diğer
hanlardan
gelmektedir.
birinin
imlâsı
diyeyazılmıştır.
Ancak
üçolması,
ayrı
yerdeki
bu
tır.hanelerden
Ancak Nitekim
üçfarklı
ayrıbir
yerdeki
bu
mekânların
aynı
isimle
anılmış
onlaanılmış
olması,
onların
bildiğimiz
diğer
hanlardan
veya ha
anılmış
anılmış
olması,
olması,
onların
onların
bildiğimiz
bildiğimiz
diğer
diğer
hanlardan
hanlardan
veya
veya
hanelerden
hanelerd
miz diğer hanlardan veya
özelliğe
sahip
anılmış
olması,
onların
bildiğimiz
diğer
hanlardan
veya
hanelerden
farklı
bir
özelliğe
sahip
klı bir özelliğe sahip olduğunu
göstermektedir.
Bu
özelliği
açıklayabilecek
eldeki
tek
veri
rın
bildiğimiz
diğer
hanlardan
veya
hanelerden
farklı
bir
özelliğe
sahip
olmekânların
aynı
isimle
anılmış
olması,
onların
bildiğimiz
diğer
hanlardan
veya
hanelerden
olduğunu
göstermektedir.
Bu açıklayabilecek
özelliği
açıklayabilecek
olduğunu
olduğunu
göstermektedir.
göstermektedir.
BuBu
özelliği
özelliği
açıklayabilecek
eldeki
eldeki
tekelde
tek
ve
özelliği açıklayabilecek eldeki tek veri bunlara verilen addır.
olduğunu
göstermektedir.
Bu özelliği
eldeki tespit
tek veri
bunlara
addır.
duğunu
göstermektedir.
Bugöstermektedir.
özelliği
açıklayabilecek
eldeki
tek verilen
veri
bunlara
nlara verilen addır. Yani
çözüm
bu
kelimenin
okunuşunu
veaçıklayabilecek
ne anlama
geldiğini
farklı
bir özelliğe
olduğunu
Bu
özelliği
açıklayabilecek
eldeki
tek
veri
Yani
çözüm
bu kelimenin
okunuşunu
ve
ne geldiğini
anlama
g
Yani
Yaniçözüm
çözüm
bu
bukelimenin
kelimenin
okunuşunu
okunuşunu
veve
nene
anlama
anlama
geldiğin
okunuşunu ve ne anlama
geldiğini
tespitsahip
etmekle
mümkün
verilen
addır.
çözüm
bu kelimenin
okunuşunu
ne anlama
geldiğini
Yani
çözüm
bu Yani
kelimenin
okunuşunu
ve ne anlama
geldiğini ve
tespit
etmekle mümkün
mekle mümkün olacaktır.bunlara
verilen addır.
Yani çözüm
bu kelimenin
okunuşunu
olacaktır. ve ne anlama geldiğini tespit
olacaktır.
olacaktır.
tespit etmekle
mümkün
olacaktır.
olacaktır.
etmekle mümkün olacaktır.
Bu mekân adının daha önce7 Ermenhâne olarak okunduğu7 belirtilmişti.
Bu mekân adının daha önce Ermenhâne
olarak okunduğu belirtilmişti. Çalışmak
için
7 7
Buadının
mekân
adının
daha
önce Ermenhâne
olarak
okun
BuBu
mekân
mekân
daha
daha
önce
önce
Ermenhâne
Ermenhâne
olarak
olarak
okunduğu
okunduğu
be
önce Ermenhâne olarakÇalışmak
okunduğu7 belirtilmişti.
Çalışmak
için
için adının
taşradan
şehre
geldikleri
farzedilen
Ermenilerin
konakladığı
7adının
Bu
mekân
daha
önce
Ermenhâne
olarak
okunduğu
belirtilmişti.
Çalışmak
için
radan şehre geldikleri farzedilen
Ermenilerin
konakladığı
han
olarak
açıklanan
bu
mekânın
7
taşradan
şehre geldikleri
farzedilen
Ermenilerin
konakladığı
han olarak
açıklanan
bumekânın
mekânın
adının
okunuşunda
kelimenin
imlâsına
taşradan
taşradan
şehre
şehre
geldikleri
geldikleri
farzedilen
farzedilen
Ermenilerin
Ermenilerin
konakladığı
konakladığı
han
han
olar
o
dilen Ermenilerin konakladığı
han
açıklanan
bu
Bu olarak
mekân
adının daha
önce
Ermenhâne
olarak
okunduğu
belirtilmişti.
Çalışmak
için
taşradan
şehre geldikleri
farzedilen yukarıda
Ermenilerin
konakladığı
han olarak açıklanan bu mekânın
ının okunuşunda kelimenin
imlâsına
dikkat edilmemiş,
üzerinde
durduğumuz
adının
okunuşunda
kelimenin
imlâsına
dikkat
edilmemiş
adının
adının
okunuşunda
okunuşunda
kelimenin
kelimenin
imlâsına
imlâsına
dikkat
dikkat
edilmemiş,
edilmemiş,
yukarıd
yuka
imlâsına dikkat edilmemiş,
yukarıda
üzerinde
durduğumuz
taşradan şehre geldikleri farzedilen Ermenilerin konakladığı han olarak açıklanan bu mekânın
adının
okunuşunda
kelimenintahlili
imlâsına
dikkat edilmemiş,
yukarıda üzerinde durduğumuz
unuş ve anlamlara temas
edilmemiş,
yani nr.
etimolojik
yapılmamıştır.
Kaldı
ki Ermen
4 tahlili
VGMA,
Defter
604,
Sırakinr.
90,
s. 70;dikkat
Bayram
- okunuş
Karabacak,
a.g.m.,
s.
57.
veyukarıda
anlamlara
temas edilmemiş,
yani etimolojik
tahl
okunuş
okunuş
ve
ve
anlamlara
anlamlara
temas
temas
edilmemiş,
edilmemiş,
yani
yani
etimolojik
etimolojik
tahlili
tahlili
yapılm
yap
ilmemiş, yani etimolojik
yapılmamıştır.
Kaldı
Ermen
adının
okunuşunda
kelimenin
imlâsına
edilmemiş,
üzerinde
durduğumuz
okunuş
ve anlamlara
temas
edilmemiş,
yani
5 Bayram
- Karabacak,
a.g.m.,
s. 39, 45,
50. etimolojik tahlili yapılmamıştır. Kaldı ki Ermen
okunuş ve anlamlara temas edilmemiş, yani
etimolojik
tahlili yapılmamıştır. Kaldı ki Ermen
5
5 5
Bayram
s. 39,Ahmet
45, 50. Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu NurBayram
el-Din’in
Tarihli
Arapça-Moğolca
Bayram
- Karabacak,
s. 50.
39, 45,Vakiyesi,
50.
Bayram
- Karabacak,
- 1272
Karabacak,
a.g.m.,
a.g.m.,
s. 39,
s.a.g.m.,
39,
45,45,
50.
, 45, 50.- Karabacak, a.g.m., 56
Bayram
- Karabacak,
a.g.m.,
s. 39,Tarihli
45, 50.Arapça-Moğolca
2el-Din’in
6
6 6
Ahmet
Temir,
Kırşehir
Emiri
Caca
Oğlu
Nur
1272
Vakfiyesi,
Ankara
,
s.
44,
116.
Ankara
1989
Ahmet
Temir,Emiri
Kırşehir
Emiri
Caca
Oğlu
Nur 1272
el-Din’in
1272
Tar
Ahmet
Ahmet
Temir,
Temir,
Kırşehir
Kırşehir
Emiri
Caca
Caca
Oğlu
Oğlu
Nur
Nur
el-Din’in
el-Din’in
1272
Tarihli
Tarihli
Arapç
Ara
aca Oğlu
Nur el-Din’in 1272
Tarihli
Arapça-Moğolca
Vakfiyesi,
Ankara
2
2
56 Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 21272
2 1989
1989 , s. 44, 116.
Tarihli
Vakfiyesi,
Ankara
, s. Arapça-Moğolca
44, Tarihi,
116.
- Karabacak,
s. 39,
45, 50.
1989
1989
, s.
s.Ekonomik
44,
116.
116.
7 Bayram
Tuncer
Baykara, a.g.m.,
Türkiye
Selçuklularının
Sosyal
ve,44,
İstanbul
2004,
s. 2362
1989
,
s.
44,
116.
7
6
7 7s. 236-239;
Tuncer Baykara,
Selçuklularının
Sosyal
ve Ekonomik
İstanbul
2004,
Aynı
yazar,
239;
Aynı
yazar,
Selçukluları
Devrinde
Konya,
Ankara
1985,
s. 46,Selçuklularının
48, Vakfiyesi,
136.
Tuncer
Baykara,
Türkiye
Sosyal
ve Tarihi,
Ekonomik
Tarihi
Tuncer
Tuncer
Baykara,
Baykara,
Türkiye
Türkiye
Selçuklularının
Selçuklularının
Sosyal
Sosyal
ve ve
Ekonomik
Ekonomik
Tarihi,
İstanbul
İstanb
Ahmet
Temir,
Kırşehir
EmiriTarihi,
Caca yazar,
Oğlu Nur
el-Din’in
1272
Tarihli
Arapça-Moğolca
Ankara
ularının
Sosyal veTürkiye
Ekonomik
Tarihi,
İstanbul
2004,
s.Türkiye
236-239;
Aynı
7
2 Ankara
Türkiye
Selçukluları
Konya,
1985,
s. 46,Selçuklularının
48, 136.
Tuncer
Türkiye
Sosyal ve Ekonomik
Tarihi,
İstanbul
2004,Konya,
s.Konya,
236-239;
Aynı
yazar,
Türkiye
Selçukluları
Devrinde
Konya,
Ankara
s. 136.
46, 48, 136.
Türkiye
Türkiye
Selçukluları
Selçukluları
Devrinde
Devrinde
Ankara
Ankara
1985,
1985,
s. 46,
s. 1985,
46,
48,48,
136.
nya, Ankara
1985, s. Devrinde
46, 48, 136.
1989
, s.Baykara,
44, 116.
Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136.
7
Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004, s. 236-239; Aynı yazar,
Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985, s. 46, 48, 136.
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur
117
dikkat edilmemiş, yukarıda üzerinde durduğumuz okunuş ve anlamlara
zikrettiğimiz
gibi yani
coğrafî
bir bölgenin tahlili
ve dağın
adıdır; bu kelimeyi
bir topluluk
topluluk
adı olan
temas
edilmemiş,
Kaldı
ki Ermen
zikrettiğ
coğ etimolojik
dağ yapılmamıştır.
ğrafî bir bölgenin ve dağın adıdır; bu kelimeyi bir topluluk adı olan
zikrettiğimiz
gibi
coğrafî
bir
bölgenin
ve
dağın
adıdır;
bu
kelimeyi
bir
topErmeniye
dönüştürmek
ve
böyle
anlam
vermek
pek
isabetli
görünmemektedir.
Ayrıca
şehir
Ermeni dönüş
görünmemektedir.
ek ve böyle anlam
vermek
pek
isabetli
görünmemektedir.
Ayrıca ve
şehir
luluk
adı
olan
Ermeniye
dönüştürmek
böyle
anlam
vermek
pek
isabetli
dışından
çalışmak
için geldikleri varsayılan Ermenilerin, şehirde
bir müslümana ait handan
dış
çalış
ş
in geldikleri varsayılan
Ermenilerin, şehirde
bir müslümana
ait handan
görünmemektedir.
Ayrıca
şehir dışından
çalışmak için geldikleri varsayıönce, buranın yerlisi akrabalarının yanında veya onların işlettiği
birbi handa konaklayacaklarını
işlettiğ
lan Ermenilerin,
şehirde
bir konaklayacaklarını
müslümana ait handan
önce,
buranın yerlisi
akrabalarının yanında
veya onların işlettiği
bir handa
düşünmek
daha
makuldür.
düş
akrabalarının
yanında
veya
onların
işlettiği
bir
handa
konaklayacaklarını
uldür.
düşünmek daha makuldür.
ş
ise ise
ilk kelimesi
yerde ﺍﺭﻡﺍﻥ,
kelimesi
ﺍﺭﻣﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦimlâsıyla
imlâsıyla yazılmıştır.
Mekân Mekân
adınınadının
ilk kelimesi
ikiikiyerde
,bir
biryerde
yerde
imlâsıyla
ya- yazılmıştır.
n ilk kelimesi iki yerde ﺍﺭﻣﺎﻥ, bir yerde ise ﺍﺭﻣﻦimlâsıyla yazılmıştır.
88
99
8
9
Farsçada
hasret, arzu,
meşakkat,
pişmanlık
ve
yaşlı
anlamlarına
gelen
ârmân
veya
armân
zılmıştır.
Farsçada
hasret,
arzu,
meşakkat,
pişmanlık
ve
yaşlı
anlamlarına
meş
pişmanlık
yaşlı
ârmân
armânile
, meşakkat, pişmanlık8 ve yaşlı9 anlamlarına gelen ârmân10veya armân ile
10
gelencoğrafî
ârmân
veya
armân
ile
coğrafî
bir
bölgenin
ve
dağın
adı
olan
Ermen
bir bölgenin ve dağın
adı olan Ermen
()
coğ
dağ adı
Ermen ismi mevcuttur.
mevcuttur. İkinci kelimedeki
İk
( )ﺍﺭﻣﻦ
ve dağın adı10 olan
Ermen
ismi mevcuttur.
İkinci
kelimedeki ( )ﺍﺭﻣﻦimlâ
ismi
mevcuttur.
İkinci
kelimedeki
imlâmuhtemelen
farklılığı,Arapçada
yani mimden
sonra
imlâ
farklılığı,
yani
mimden
sonra
elifin
düşmesi
uzun
seslerin
harfle
farklılığ
düş
değ
eliin muhtemelen
düşmesi muhtemelen
Arapçada
en sonra elifin düşmesi
Arapçada uzun seslerin
harfleuzun
değil, seslerin harle değil, hareke ile
değil, harekeyazılmış
ile yazılmış olmasından
kaynaklanmış olmalıdır; zaten anlam olarak da buraya
kaynaklanmış
yazılmış
olmasından
kaynaklanmış
olmalıdır;
zaten anlam olarak da buralmasından kaynaklanmış
olmalıdır;
zaten anlam
olarak da buraya
uygun
uygun
düşmemektedir.
Ayrıca
Farsça
dermândan
Çağatay Türkçesine
geçen
armân çare,
düşmemektedir.
dermân
Çağdermândan
ya uygun
düşmemektedir. Ayrıca
Farsça
Çağatayarmân
Türkçesine
ıca Farsça dermândan Çağatay Türkçesine
geçen armân çare,
derman
11
12
11
12
demektir
YineTürkçede
Türkçede
de kullanılan
veya armânın
meşakkat
ve
geçenderman
armân
çare,. . derman
demektir
.ârmân
Yine ârmân
Türkçede
de kullanılan
demektir
armân
meş
piş
ürkçede12 de kullanılan
ârmân
veya
armânın
meşakkat ve
ve pişmanlık
pişmanlık anlamlarını biraz zorlayarak
ârmân
veya
armânın
meşakkat
pişmanlık anlamlarını biraz zorlayarak hapishane
ile ilişkilendirmek mümkün ise
iliş
“yaş de, asıl
layarak hapishane
ile ilişkilendirmek
mümkün ise de, mümkün
asıl “yaşlı”, ise
hattade, asıl “yaşlı”, hatta “çare, derhapishane
ile
ilişkilendirmek
“yaşlı”,
hatta
“çare,
derman”
anlamları
üzerinde
durulabilir.
Bu
anlamlardan
hareketle
söz
“çare
durulabilir.
anlamları
üzerinde hareketle
durulabilir.
Bu anlamlardan hareketle söz konuamları üzerinde man”
durulabilir.
Bu anlamlardan
söz konusu
konusu mekânların pekâlâ Osmanlı dönemindeki
Dârülaceze Dârülaceze veya günümüzdeki
su mekânların
Osmanlı dönemindeki
Osmanlı dönemindeki
Dârülaceze pekâlâ
veya günümüzdeki
huzurevlerinin Dârülaceze veya günümüzdehuzurevlerinin
oluşturan
ileriolduğu
sürülebilir.
menşein
ş menşeini
ğ yapılar olduğu
.
ki huzurevlerinin
menşeini
oluşturan
yapılar
ileri sürülebilir.
apılar olduğu ileri sürülebilir.
Fakat bu durumda gelirler arasında zikredilen bu mekânlardan vakfın
Fakatedeceği
bu durumda
gelirler arasında
bu mekânlardan
nasıl
gelir elde
nasıl gelir elde
meselesi
ortayazikredilen
çıkmaktadır.
Çünkü vakfın
odaları
ancak
rumda gelirler arasında zikredilen bu mekânlardan vakfın nasıl gelir elde
ücretedeceği
karşılığında
kiraya
vererek
vakfa
bir
gelir
elde
etmek
mümkün
gömeselesi
ortaya
çıkmaktadır.
Çünkü
odaları
ancak
ücret
karşılığında
kiraya
vererek
edeceğ
çıkmaktadır.
karşılığ
aya çıkmaktadır. rünmektedir.
Çünkü odaları ancak
ücret karşılığında
kiraya bugünkü
vererek
Dârülacezeden
ziyade
huzurevlerine
benzeyen
bu
vakfa bir gelir elde etmek mümkün görünmektedir.
Dârülacezeden ziyade bugünkü
görünmektedir.
de etmek mümkün
görünmektedir.
Dârülacezeden
ziyade
bugünkü
uygulama
da büyük
aile tipinin
hakim
olduğu düşünülen 13. yüzyıl Türk
huzurevlerine benzeyen bu uygulama da büyük aile tipinin hakim olduğu
13..
o lduğ düşünülen
düş
erkendir.
Eğerdüşünülen
bu mekân
yen bu uygulamatoplumu
da büyükiçin
aile çok
tipinin
hakim olduğu
13.gelir vakıları arasında değil de
yüzyıl
Türk
toplumu
için
çok
erkendir.
Eğer
bu
mekân
gelir
vakıfları
arasında
değil
y
erkendir.ücretsizEğyatıp kalkabileceği bir hayır
değ de
kimsesiz,
fakir ve muhtaç yaşlıların
u için çok erkendir. Eğer bu mekân gelir vakıfları arasında değil de
ve muhtaç düğüm
yaşlıların
ücretsiz yatıp
kalkabileceği
bir hayır mevcut
vakfıolaolarak
vakfıkimsesiz,
olarak fakir
zikredilseydi
çözülmüş
olacaktı.
Dolayısiyle
yaş
kalkabileceğ
muhtaç yaşlıların ücretsiz yatıp kalkabileceği bir hayır vakfı olarak
bilgilerin
bu
adın
fonksiyonu
hakkında
böyle
bir
yorum
yapmaya
zikredilseydi düğüm
çözülmüş
olacaktı. Dolayısiyle mevcut
bilgilerin bu adın imkan
fonksiyonu
düğ
çözülmüş olacaktı.
bilgiler
in
çözülmüş olacaktı.
Dolayısiyle
mevcut bilgilerin bu adın fonksiyonu
vermediği
anlaşılmaktadır.
hakkında böyle bir yorum yapmaya imkan vermediği anlaşılmaktadır.
ğ
şılmaktadır.
orum yapmaya imkanBu
vermediği
anlaşılmaktadır.
mekân
adının ilk kelimesinin vakiyelerdeki imlâları ve bu imlâ ile
yazılan
kelimelere verilen anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten
8
8 Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘, I, Matbaa-i Âmire 1287, s. 77, 128, 131; John Richardson,
Mütercim Âsım Efendi
Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘ I Matbaa
i Âmire 87 s.31;
77
8 John Richardson,
Persian,
Arabic,
and
English;
with
i, Tercüme-i Burhân-ı Kātı‘, I,AMatbaa-i
Âmire
1287, s.
77, 128,
131;
John Richardson,
ADictionary,
Dictionary,
Persian,
Arabic,
and
English;
witha aDissertation
Dissertationononthe
theLanguages,
Languages,Literature,
Literature,and
andManners
Manners
8 with
Mütercim
Âsım
Efendi,
Tercüme-i
Burhân-ı
Kâtı‘,
I,Dehhoda,
Matbaa-i
Âmire 1287,
s. 77,
128,s.131;
John
ofofEastern
Nations,
I, I,London
s.s.39;
LûLûğatnâme,
atnâme,
II,II,Tehran
1998,
“armân”
, Arabic, and English;
a Dissertation
on
the Languages,
Literature,
and
Manners
Eastern
Nations,
London1806,
1806,
39;Ali
AliEkber
EkberDehhoda,
Tehran
1998,
s.1897,
1897,
“armân”
md.;
A AComprehensive
Persian-English
Dictionary,
Beyrut
1975,
London 1806, s. 39; Ali Ekber
Dehhoda,
II, Tehran
1998,
s. 1897,
“armân”
Richardson,
ALûğatnâme,
Dictionary,
Persian,
Arabic,
and
English;
with
a Dissertation
md.;F.F.Steingass,
Steingass,
Comprehensive
Persian-English
Dictionary,
Beyrut
1975,s. s.39.
39.on the Languagomprehensive Persian-English
Dictionary,
Beyrut
1975, s. 39.
es,9 Literature,
and Manners
of Eastern Nations,
I, London 1806, s. 39; Ali Ekber Dehhoda,
9 Bu
Buanlam
anlamsadece
sadeceJ. J.Richardson’ın
Richardson’ınlûgatinde
lûgatindebulunmaktadır.
bulunmaktadır.
Lûğatnâme,
II, Tehran 1998, s. 1897, “armân” md.; F. Steingass, A Comprehensive Persian10
chardson’ın lûgatinde bulunmaktadır.
10J. Richardson, s. 39; Ali Ekber Dehhoda, II, s. 1903, “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39.
J. Richardson,
s. 39;
Ali Ekber
English
Dictionary,
Beyrut
1975,Dehhoda,
s. 39. II, s. 1903, “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39.
11 “Ermen” md.; F. Steingass, s. 39.
li Ekber Dehhoda, II, s. 1903,
11Abuşka [Yazılışı: stanbul 951 (Receb
1544
Abuşka
[Yazılışı:
İstanbul 951 (Receb)
/ 1544Ekim],
Ekim],Esad
EsadEfendi
EfendiKitapları
Kitapları3264.
3264.sy.dan
sy.danHazırlayan:
Hazırlayan:Mustafa
Mustafa
9
Bu
anlam
sadece
J.
Richardson’ın
lûgatinde
bulunmaktadır.
İstanbul
2007,
s.s.614.
nbul 951 (Receb) / 1544 Ekim],S.Esad
Efendi
Kitapları
3264.
sy.dan
S.Kaçalin,
Kaçalin,
İstanbul
2007,
614. Hazırlayan: Mustafa
10 J. 12
Richardson,
s.
39;
Ali
Ekber
Dehhoda,
II,
s.
1903,
“Ermen”
md.;
F.
Steingass,
s.
39.
007, s. 614.
12Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe
Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe
11 Abuşka
[Yazılışı:
İstanbul
951
(Receb)
/ 1544
Ekim], Esad Efendi Kitapları 3264. sy.dan
Sözlük,
İstanbul
2007,
I, I,s.Yaşar
e, A Turkish and English
Lexicon,
İstanbul
1978,
s. 73;
Çağbayır,
Ötüken
Türkçe
Sözlük,
İstanbul
2007,
s.296,
296,II,
II,s.s.1472.
1472.
I, s. 296, II, s. 1472.
Hazırlayan: Mustafa S. Kaçalin, İstanbul 2007, s. 614.
12 Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978, s. 73; Yaşar Çağbayır,
Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul 2007, I, s. 296, II, s. 1472.
adın
fo
mekân
adının
ilk
vakfiyelerdeki
imlâları
ve
bu
imlâ
mekân
adının
ilk kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâ ile yazıla
Buadının
mekânilkBu
adının
ilk kelimesinin
kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
veimlâları
bu yazılan
imlâveile
ilebuyazılan
yazılan
Bu mekânBu
kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
ve
bu imlâ
ile
mekân adının
ilk kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
ve bu imlâ ile y
Bu mekânverilen
adının
ilkBu
kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
ve bu imlâ
ile
yazılan
sına yakın olan kelimelere
ﻡﺍﻥﯼﺭﺍkelimelere
kelimesi
vardır.
Bu
anlamlar,
görüldüğü
gibi
durumu
izah
etmekten
O
halde
bu
kelimelere
verilen
anlamlar,
görüldüğü
gibi
durumu
etmekten
kelimelere
verilen
anlamlar,
görüldüğü
gibi izah
durumu
izah
etmekten
uzaktır.
O uzaktır.
halde
buO halde vb
verilen anlamlar,
görüldüğü
gibi durumu
etmekten
uzaktır.
Ouzaktır.
halde
bu
Buizah
mekân
adının
ilk kelimesinin
kelimelere
verilen
anlamlar,
görüldüğü
gibiimlâları
durumu
etmekten
uzaktır. O ha
Bu mekân
adının
ilk kelimesinin
vakfiyelerdeki
veizah
bu
imlâ ile
görüldüğ
uzaktır.
kelimelere verilen
anlamlar,
görüldüğü
gibi
durumu
izah etmekten
uzaktır.
O halde
bu yazılan
kelimenin
mevcut
imlâsına
bir
imlâ
yazılan
ve
anlamı
zikredilen
kelimenin
mevcut
imlâsına
ayakın
bir
imlâ ile
yazılan
ve
anlamı
vakfiyelerde
zikredile
Bu mekân adının
ilk kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
veile
buyazılan
imlâile
yazılan
kelimenin
mevcut
imlâsına
ayakın
bir
imlâ
ileile
yazılan
vevakfiyelerde
anlamı vakfiyelerde
vakfiyelerde
zikredilen
kelimenin
mevcutdavetsiz
imlâsına
ayakın
birayakın
imlâ
ve
anlamı
zikredilen
kelimelere
verilen
anlamlar,
görüldüğü
gib
li olabilecek
misafir,
âriyet,
misafir
kelimenin
mevcut
imlâsına
ayakın
biranlamı
imlâ
yazılan uzaktır.
vezikredilen
anlamı
vakfiyelerde
zik
kelimelere
verilen
anlamlar,
gibi
durumu
izah ile
etmekten
O halde
bu
mevcu imlâsına
aayakın
kelimenin
mevcut
birgörüldüğü
imlâ
ile yazılan
ve
vakfiyelerde
tavsiflere
uygun
bir
kelime
olabileceği
ihtimali
tavsiflere
uygun
düşecek
başka
bir
kelime
olabileceği
ihtimali
üzerinde
elimelere verilen
anlamlar,
gibi
durumudüşecek
izah
etmekten
uzaktır.
O yazılan
halde
bu
uygun
düşecek
başka
birimlâ
kelime
olabileceği
ihtimali
üzerinde
durmak
tavsiflere
uygun
düşecek
başka
birbaşka
kelime
olabileceği
ihtimali
üzerinde
durmak
TYB
AKADEMİ
/ üzerinde
Eylül
2014durmak
kelimenin
mevcut
imlâsına
ayakın birdurma
imlâ
118mekân
Bu
adınıngörüldüğü
ilktavsiflere
kelimesinin
vakfiyelerdeki
imlâları
ve bu
ile
d
gerekmektedir.
kelimelere verilen
anlamlar, görüldüğü gibi durumu izah etmekten uzaktır. O halde bu tavsiflere uygun düşecek başka bir ke
gerekmektedir.
tavsiflere uygun düşecek başka bir kelime olabileceği ihtimali üzerinde durmak
gerekmektedir.
gerekmektedir.
15
16 ayakın
mevcut
imlâsına
birkelime
imlâ
yazılan ve anlamı
vakfiyelerde
zikredilen
uzaktır.
O bir
halde
builelûgatlerin
kelimenin
mevcut
imlâsına
ayakın
bir imlâ ile yazılan
avsiflere kelimenin
düşecek
başka
olabileceği
ihtimali
üzerinde
durmak
ﺥﺍﻥ
/uygun
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
gerekmektedir.
gerekmektedir.
tavsiflere
uygun
düşecek
başka
bir
kelime
olabileceği
ihtimali
üzerinde
durmak
ve
anlamı
vakiyelerde
zikredilen
tavsilere
uygun
düşecek
başka
bir kelime
Nitekim
bu
ilk
imlâsına
olan
ﯼﺭﺍ
kelimesi
Bu
ﻡﺍﻥvardır.
kelimesi
Nitekim
bu ilkyakın
kelimenin
yakın
ﯼﺭﺍBu
erekmektedir.
Nitekim Farsçada
Farsçada
buFarsçada
ilk kelimenin
kelimenin
imlâsına
yakın
olan
ﻡﺍﻥﻣﺎﻥ
ﻳﺮolan
kelimesi
vardır.
Bu vardır. B
Nitekim Farsçada
bu
ilk kelimenin
imlâsına
olanyakın
ﺍimlâsına
ﻡﺍﻥﯼﺭ
kelimesi
vardır.
Nitekim
Farsçada
bu ilkyakın
kelimenin
imlâsına
yakın vardır.
olan
ﯼﺭﺍ
ﻡﺍﻥkelimesi vard
gâh, misafirhane,
otel, kelime
menzil
ve
mecazen
ﻣﺎﻥ
ﻳﺮkelimesi
vardır.
Nitekim
ﯼﺭ
ﻡﺍﻥ
Bu
Nitekim
Farsçada
bu
ilk
kelimenin
imlâsına
olan
ﺍ
ihtimali
üzerinde
durmak
gerekmektedir.
gerekmektedir. olabileceği
diğer
anlamlarından
başka
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,
davetsiz
misafir
kelime
diğer
anlamlarından
başka
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,
davetsiz
misaf
kelime
diğer anlamlarından
başka konumuzla
ilgili olabilecek
misafir,
âriyet,
davetsiz
kelime diğer
anlamlarından
başka konumuzla
ilgili olabilecek
misafir, âriyet,
davetsiz
misafir
Nitekim
Farsçada
bumisafir
ilk kelimenin
kelime
diğer
anlamlarından
başka
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,Bu
davetsiz m
Nitekim
Farsçada
bu
ilk kelimenin
imlâsına
yakınolan
olan
ﯼﺭﺍdavetsiz
ﻡﺍﻥkelimesi
vardır.
diğ
baş
misafir
kelime
diğer
anlamlarından
başka
konumuzla
olabilecek
misafir,
âriyet,
misafir
13
13 ilgili
13
Nitekim
Farsçada
bu
ilk
kelimenin
imlâsına
yakın
kelimesi
13
ve
mecazi
olarak
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
Keza
bu
birleşik
n îrmânhâne
içinvede
kiralık
hane,
kiralık
ev
ve mecazi
olarak
dünya
Keza
bu
kelime
ile
iki birleş
Nitekim Farsçada
bu
ilk
kelimenin
imlâsına
yakın
olan
ﻡﺍﻥﯼﺭﺍanlamlarına
kelimesi
Bukelime
veolarak
mecazi
olarak
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
Keza
bu
kelime
ile
yapılan
iki yapılan
birleşik
mecazi
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
bugelmektedir.
kelime
ilekelime
yapılan
ikiyapılan
birleşikiki
diğerile
anlamlarından
başka konumuzla
13 Keza vardır.
3yakın olan
ﻡﺍﻥ
kelimesi
vardır.
Bu
Nitekim Farsçada
bumecaz
ilkkelime
kelimenin
imlâsına
ﯼﺭﺍgelmektedir.
ve13mecazi
olarak
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
Keza
bu
kelime
ilemisafir
yapılan iki b
diğer
anlamlarından
başka
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,
davetsiz
vardır.
Bu
kelime
diğer
anlamlarından
konumuzla
ilgili
olabilecek
olarak
anlamlarına
dünya
gelmektedir.
bu
kelime
yapılan
birleşik
ve mecazi
olarak
dünya
anlamlarına
Keza
bu
kelime
yapılan
ikiiki
birleşik
15
16
14 başka
15 ile
16
14 14 diğeri
15 Keza
16 ile
14
15
16
13
isimden
biri
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
ise
ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
biri
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise
ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/Farsça
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça lûgatler
elime diğer
anlamlarından
başkabiri
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,
davetsiz
misafir
isimden
biriisimden
(ﺳﺮﺍ)ﻱ
ﺍﻳﺮﻣﺎﻥ,
diğeri
ise
ﺨﺎﻧﻪdavetsiz
ﻳﺮﻣﺎﻧ
/ ﺧﺎﻧﻪ
ﺮﻣﺎﻥ
lûgatlerin
çoğunda
isimden
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/ ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
ve ﻳmecazi
olarak
dünyagelanlamlarına
gelme
15
13dir.
kelime
diğer anlamlarından
başka
konumuzla
ilgili
olabilecek
misafir,
âriyet,
misafir
13ise
14
1514
14 biri
16kelime
misair,
âriyet,
davetsiz
misair
ve
mecazi
olarak
dünya
anlamlarına
isimden
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise
/ileﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥiki16birleşik
dir. Farsça lûg
ve
mecazi
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
Keza
yapılan
isimden
biri
(ﺍ)ﻱ
ﺳﺮolarak
ﺍﻳﺮﻣﺎﻥ,
diğeri
ise
ﺨﺎﻧﻪ
ﻳﺮﻣﺎﻧ
/ 15
ﺧﺎﻧﻪ
ﻳ16ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
dir.buFarsça
lûgatlerin
çoğunda
biri
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise
ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/ ﺮﻣﺎﻥ
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
13 isimden
13
14 kezave mecaze
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
a
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
ve
mecazen
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
a
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
e mecaziveolarak
dünya
anlamlarına
gelmektedir.
Keza
bu
kelime
ile
yapılan
iki
birleşik
rastlanan
îrmânserâ(y)a
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
ve
mecazen
dünya;
rastlanan
îrmânserâ(y
a geçici
misafirhane,
menzil
mecazi olarakçoğunda
dünya anlamlarına
Keza
bu kelime
ile yapılan
iki birleşikisimden
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ, diğeri ise ﻡﺍﻥﺍ
isimden
biri ve
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
mektedir.
Kezagelmektedir.
bu )ﺱﺭﺍ(ﻱ
kelime
ile
yapılan
iki
birleşik
biri
14ikametgâh,
15 otel,
16 mecazen
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
a geçici
misafirhane,
otel,
menzil ve m
isimden
biri
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/ikametgâh,
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
îrmânserâ(y)a
geçici
misafirhane,
otel, menzil
vede
mecazen
keza
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
aikametgâh,
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
vedünya;
mecazen
14
15
16
14 rastlanan
1515
dünya;
bununla
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânhâne
için
kiralık
hane,
kiralık
isimden
biri )ﺱﺭﺍ(ﻱ
diğeri
iseeşﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍbelirtilen
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
dünya;
keza
bununla
eş1616
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânhâne
için
de
kiralık
hane,
kiralık
ﺥﺍﻥﻩﻱﺭﻡﺍﻥﺍ
/eş
ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
ﺭﻡﺍﻥ
dir.
Farsça
lûgatlerin
simden biri
)ﺱﺭﺍ(ﻱ
ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise keza
bununla
anlamlı
olduğu
îrmânhâne
için
dedeçoğunda
kiralık
hane,
kiralık
ev
anlamları
,14 ﺍﻱﺭﻡﺍﻥ,
diğeri
ise
//olduğu
dir.
Farsça
lûgatlerin
çoğunda
rastladünya;
keza
bununla
eş
anlamlı
belirtilen
îrmânhâne
için
kiralık
hane,
kiralık
ev
rastlanan îrmânserâ(y
aevgeçici
ikae
dünya;
keza
bununla
eş anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânhâne
için
deevkiralık
hane, kira
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
abelirtilen
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
ve
mecazen
bununla
eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânhâne
için
de kiralık
hane,
kiralık
ev
anlamları
dünya;
keza
bununla
eş
anlamlı
olduğu
îrmânhâne
için
demenzil
kiralık
hane,
kiralık
çoğunda
rastlanan
îrmânserâ(y
a
geçici
ikametgâh,
misafirhane,
otel,
menzil
ve
mecazen
anlamları
verilmektedir.
nan
îrmânserâ(y)a
geçici
ikametgâh,
misairhane,
otel,
ve
mecazen
anlamları
verilmektedir.
oğunda rastlanan
îrmânserâ(y
geçici ikametgâh,
misafirhane,
otel, menzil ve mecazendünya; keza bununla eş anlamlı olduğu belir
verilmektedir.
anlamları
verilmektedir.
imlâları
ile ayazılan
mekân
adının,
anlamları
dünya;
keza
bununla
eş verilmektedir.
anlamlı
belirtilen
için için
de kiralık
hane, kiralık ev
anlamları
verilmektedir.
dünya; keza bununla
eş verilmektedir.
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânhâne
için de olduğu
kiralık hane,
kiralık îrmânhâne
ev
dünya;
keza
bununla
eş
anlamlı
îrmânhâne
de kiralık
ünya; keza bununla eş anlamlı
olduğu
belirtilen îrmânhâne
içinolduğu
de kiralıkbelirtilen
hane, kiralık
evanlamları verilmektedir.
anlamları
verilmektedir.
anlamları
verilmektedir.
hane,
kiralık
ev
anlamları
verilmektedir.
ﺥﺍﻥﻩﻱ
)ﺭﻡﺍﻥolması mümkün Şu
görünmektedir.
ﺥﺍﻥﻩ
ileimlâları
ile
yazılan
mekân
adının,
Şu
halde
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veyaimlâları
imlâları
ile yazılan
mekân
adını
nlamları verilmektedir.
Şu halde
halde vakfiyelerde
vakfiyelerde
ﺍﺭﻡﺍﻥﺧﺎﻧﻪ
ﺍﺭﻣﺎﻥveya
veya
ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
ile yazılan
mekân
adının,
bu
Şu halde vakfiyelerde
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥvakfiyelerde
veya
imlâları
yazılan
mekân
adının,
Şu ﺧﺎﻧﻪ
halde
vakfiyelerde
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veyaile
imlâları
ilebu
yazılan mekân
u
halde
vakfiyelerde
ﺍﺭﻣﺎﻥ
veya
ﺥﺍﻥﻩ ﺧﺎﻥ
ﺍﺭﻣﻦ
imlâları
yazılan
mekân
adının,
Şu
halde
vakfiyelerde
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
imlâları
ile
yazılan
mekân
adının,
Şu halde
vakiyelerde
veya
imlâları
ile
yazılan
mekân
bu
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedir.
bu
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedi
kayıtlardan
hareketle
îrmânhâne
(ﺧﺎﻧﻪ
ﺮﻣﺎﻥadının,
ﻳolması
) olmasımümkün
mümkün
görünmektedir.
Muhtelif
ın gelir kaynakları
arasında
zikredilen
bu kayıtlardan
hareketle
pekâlâpekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
Şugörünmektedir.
halde
vakfiyelerde
ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥﻩveya
Şu halde vakfiyelerde
ﺍﺭﻡﺍﻥ ﺥﺍﻥﻩ
veya
bu
imlâları
ile yazılan
mekân
bu
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
adının,
bu kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
olması
Şu
halde
vakfiyelerde
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
imlâları
ile
yazılan
mekân
adının,görünme
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺧﺎﻧﻪ
ﺮﻣﺎﻥ
ﻳîrmânhâne
)
olması
mümkün
görünmektedir.
Muhtelif
bukayıtlardan
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedir.
Muhtelif
odaları
bulunan
ve bulunan
vakıfların
kaynakları
arasında
zikredilen
Muhtelif
sayılarda
odaları
ve gelir
vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
Şubuhalde
vakfiyelerde
ﺥﺍﻥﻩ
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veyasayılarda
imlâları
ile yazılan
mekân
adının,
sayılarda
odaları
bulunan
ve
vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
bu
mekânların
Muhtelif
sayılarda
odaları
bulunan
ve
vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
bu
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedir.
bu
kayıtlardan
hareketle pekâlâbu
îrmânhâneb
mümkün
görünmektedir.
Muhtelif
sayılarda
odaları
bulunan
ve
vakıların
Muhtelif
sayılarda
odaları
bulunan
ve
vakıfların
gelir
kaynakları
kullanıldığı anlaşılmaktadır.
busayılarda
kayıtlardan
hareketle
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedir.
sayılarda
odalarıotel,
bulunan
ve veya
vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
bu
mekânların
Muhtelif
odaları
bulunan
ve vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
buarasında zikredi
mekânların
pansiyon
kiralık
oda
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
Muhtelifhareketle
sayılarda
odaları
bulunan
ve vakıfların
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
buolarak
mekânların
otel,
pansiyon
veya
kiralık
oda
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
u kayıtlardan
pekâlâ
îrmânhâne
(ﺥﺍﻥﻩﻱﺍ
)ﺭﻡﺍﻥ
olması
mümkün
görünmektedir.
otel,
veya
oda
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
mekânların
otel,pansiyon
pansiyon
veyakiralık
kiralık
odaolarak
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
Muhtelif
sayılarda
odaları
gelir
kaynakları
arasında
zikredilen
bu
mekânların
otel,
pansiyon
veya
ki- bulunan ve vak
mekânların
otel,
pansiyon
kiralıkgelir
oda
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
Muhtelif
sayılarda
odaları
bulunan
ve veya
vakıfların
kaynakları
arasında
zikredilen bu
otel,
kiralık
odakiralık
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
mekânların
otel,
pansiyon
veya
oda
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
pansiyon
veyapansiyon
kiralık
odaveya
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
Muhtelif mekânların
sayılarda otel,
odaları
bulunan
ve vakıfların
gelir kaynakları
arasında zikredilen bumekânların otel, pansiyon veya kiralık oda ola
ralık
oda
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
mekânların otel, pansiyon veya kiralık oda olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥ
e
dönüştüğünü
izah
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥ
e
dönüştüğünü
mekânların otel, pansiyon veya
kiralık oda
olarak
kullanıldığı
anlaşılmaktadır.
Geriye
ﺮﻣﺎﻥGeriye
ﻳkelimesinin
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻣﺎﻥveya
veya
ﺍﺭﻣﻦveya
ee dönüştüğünü
izah etmek
etmek izah etme
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
e
dönüştüğünü
izah etmek
Geriye
kelimesinin
imlâsının
nasıl
veya
dönüştüğünü
ﺍﺭﻡﺍﻥveya Geriye
e
dönüştüğünü
izah
etmek
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥveya e
dönüştüğünü izah
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍkelimesinin
imlâsının
nasıl
veya
e
dönüştüğünü
izah
etmek
Geriye
ﺮﻣﺎﻥ
ﺍﺭﻡﺍﻥ ﻳ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻣﺎﻥ
veya
ﺍﺭﻣﻦ
egerekli
dönüştüğünü
izah
etmek
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
e
dönüştüğünü
izah
etmek
kalmaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın
ilk
hecesini
uzun
okumak
için
olan
ﻱ
harfine
Arapça
izah
etmek
kalmaktadır.
Farsça
ın
ilk
hecesini
uzun
okumak
için
gekalmaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın
ilk
hecesini
uzun
okumak
için
gerekli
olan
ﻱ
harfine
Arapç
kalmaktadır.
Farsça
ﻳın ilk hecesini
uzun okumak
için gerekli
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍﻱ
harfine
Arapça imlâ
kalmaktadır.
Farsça ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın ﺮﻣﺎﻥ
ilk hecesini
uzun okumak
için gerekli
olan Geriye
ﻱolan
harfine
Arapça
kelimesinin
imlâsının
na
kalmaktadır. Farsça ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın ilk hecesini
uzunﺮﻣﺎﻥ
okumak
içinhecesini
gerekli
olan
ﻱokumak
harfine
kalmaktadır.
Farsçaimlâsının
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ınnasıl
ilkArapça
hecesini
uzun
okumak
içinArapça
gerekli
olan
ﻱharfine A
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
e
dönüştüğünü
izah
etmek
kalmaktadır.
Farsça
ﻳ
ın
ilk
uzun
için
gerekli
olan
ﻱ
harfine
imlâ
kalmaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın
ilk
hecesini
uzun
okumak
için
gerekli
olan
ﻱ
harfine
Arapça
rekli
olan
harine
Arapça
imlâ
ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bıokumak
için
gerekli
olan
ﻱ
harfine
Arapça
imlâ
ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
imlâ
ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtima
Geriye
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
kelimesinin
imlâsının
nasıl
ﺍﺭﻡﺍﻥ
veya
e
dönüştüğünü
izah
etmek
ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
imlâihtiyaç
ile yazıldığında
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
kalmaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍın ilk hecesini uz
imlâ ile yazıldığında
yoktur. Hattaihtiyaç
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
imlâ ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ih
kalmaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ınHatta
ilk hecesini
uzun
okumak
için
gerekli
olan Arapça
ﻱihtimali
harfine
Arapça
rakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
üzerine,
kâtiplerin
ile ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
imlâ
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı
takdirde
yanlış
okunabileceği
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamame
almaktadır.
Farsça
ﺭﻡﺍﻥﻱﺍ
ın
ilk
hecesini
uzun
okumak
için
gerekli
olan
ﻱ
harfine
Arapça
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
imlâ
ile
yazıldığında
ihtiyaç
yoktur. Hatta
b
ıldığı takdirde yanlış
okunabileceği
ihtimali
vakiyelerde
bu
hari
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
açıklığa
üzerine,
kâtiplerin
vakfiyelerde
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi tam
imlâ
ile yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta
bırakıldığı bu
takdirde
yanlış
okunabileceği
ihtimali
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
bu
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
buArapça
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
açıklığa
bu
imlâ
kelimenin
yanlış
okunmasına
ve
anlam
açıklığa kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ daTabiatiyle
kelimenin
yanlış
okunmasına
veda
anlam
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâüzerine,
da
kelimenin
anla
mlâ ile yazıldığında
ihtiyaç
yoktur.
Hatta kavuşturmaktadır.
bırakıldığı
takdirdeTabiatiyle
yanlış
okunabileceği
ihtimali
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ
da
kelimenin
yanlış
okunmasına
vevakfiyelerde
anlam ve bu
açıklığa
kavuşturmaktadır.
bu
imlâ
da
kelimenin
yanlış
okunmasına
veyanlış
anlamokunmasına
kâtiplerin
Arapça
ha
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ
dabu
kelimenin
yanlış
okunmasına
ve
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ
da
kelimenin
yanlış
okunmasına
ve
üzerine,
kâtiplerin
Arapça
vakfiyelerde
harfi
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ
da
kelimenin
yanlış
okunmasına
ve
anlam
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu
imlâ
da
kelimenin
yanlış
okunmasına
ve
anlam
yazmadıklarını
belirtmek
meseleyi
tamamen
verilmesine
sebep
olmuştur.
verilmesine
sebep
olmuştur.
verilmesine
sebep olmuştur.
zerine, kâtiplerin Arapça
vakfiyelerde
bu olmuştur.
harfi
yazmadıklarını
belirtmek meseleyi tamamenaçıklığa kavuşturmaktadır. Tabiatiyle bu im
verilmesine
sebep
olmuştur.
verilmesine
sebep
anlam
verilmesine
sebep
olmuştur.
verilmesine sebep
olmuştur.
açıklığa
kavuşturmaktadır.
Tabiatiyle
bu imlâ da kelimenin yanlış okunmasına ve anlam
verilmesine
sebep
olmuştur.
verilmesine
sebep
olmuştur.
çıklığa
kavuşturmaktadır.
bu
imlâ dave
kelimenin
okunmasına vedaha
anlamverilmesine
da
kelimenin
yanlışTabiatiyle
okunmasına
anlamyanlış
sebep olmuştur.
Sonuç
olarak,
Selçuklu
Türkiyesi’nde
önce bilmediğimiz
verilmesine sebep olmuştur.
erilmesine sebep olmuştur.
îrmânhâne adıyla zikredilen ve otel, pansiyon veya kiralık oda olarak kul-
tavsiflere
başka
bir ihtimali
kelime
olabileceği
ihtimali
üzerinde
kelimenin
imlâsına
ayakın
bir imlâ
ile yazılan
ve anlamı
vakfiyelerde
zikredilen
düş
baş uygun
olabileceğ
tavsiflere
uygun mevcut
düşecek
başka
bir düşecek
kelime
olabileceği
üzerinde
durmak
dir.
Keza bu kelime
ilegerekmektedir.
yapılan
iki
birleşik
elimenin mevcut imlâsına ayakın
bir imlâ gerekmektedir.
ile yazılan ve anlamı vakfiyelerde zikredilen
gerekmektedir.
13
lanıldığı anlaşılan bir mekânın mevcudiyeti bu suretle ortaya çıkmaktadır.
Hal böyle olunca artık bu mekân adının ermenhâne olarak okunması ve
Steingass,
130;
Hasan
Ferheng-i
I,Tehran
Tehran
1363,
275;
Muhammed
Mu‘în,
Ferheng
I,I, Tehran
1366,
415;
Hasan
Ferheng-i
Bozorg-i
I,I,Muhammed
Tehran
1381,
681;
İbrahim
ed-Desûkī
I, s.
Tehran
1366,
415;
Enverî,
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
I, s.
Tehran
1381,
s.
681;
ed-Desûs
buna
göre
anlam
verilmesi
des.Enverî,
isabetli
olmayacaktır.
Tehran
1366,
s.Amîd,
415;
Hasan
Enverî,
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
1381,
s. s.
681;
İbrahim
ed-Desûkī
Mütercim
Âsım
Efendi,
I,Fârsî,
s.Fârsî,
207; İbrahim
J. Richardson,
Steingass,
s.415;
130;
Hasan
Amîd,
Ferheng-i
Amîd,
I,Amîd,
Tehran
1363,
s. Amîd,
275;
Mu‘în,
Ferheng-i
Steingass,
Hasan
Ferheng-i
Amîd,
I, Tehran
1363,
s.Sühan,
275;
Muhammed
Mu‘în,
Ferheng-i
I, Tehran
1366,
Hasan
Enverî,
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
I, Tehran
1381,
s.
681;
İbrahim
ed-Desûkī
13 s.s.130;
Mütercim Âsım Efendi, I, s. 207; J. Richardson, s. 143; Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707, “îrmân” md.; J.
13
Steingass, s. 130; 13
Hasan Amîd, 13
Ferheng-i
Amîd,Âsım
I, Tehran
1363,Âsım
s. s.
275;
Muhammed
Ferheng-i
Fârsî,
13 Mütercim
J.J. Richardson,
143;
Ali
Dehhoda,
III,
s.s. 3707,
“îrmân”
md.;
J.J.
Efendi,
I, 143;
s.Mu‘în,
207;
J.s.
s. 143;
Ekber
Dehhoda,
III,
md.;
Mütercim
Âsım
Efendi,
s. 207;
207;
Richardson,
s.Richardson,
143;Dehhoda,
Ali Ekber
Ekber
Dehhoda,
III,
3707,
“îrmân”
md.; “îrmân”
Mütercim
Âsım
Efendi,
I,Mütercim
s.Efendi,
J.I,I,Richardson,
s.
Ali
Ekber
III,
s.Ali3707,
“îrmân”
md.;
J. s. 3707,
13207;
I, Tehran 1366, s. 415;
Hasan
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
I, Tehran
1381,
s.Amîd,
681;
İbrahim
ed-Desûkī
13 Enverî,
13
Mütercim
Efendi,
s.
J.
Richardson,
s. Muhammed
143;
Ekber
Dehhoda,
III,
s. 3707,
“îrmân”
Steingass,
s.
130;
Amîd,
Ferheng-i
I,I,207;
Tehran
1363,
s.
Mu‘în,
Ferheng-i
Fârsî,
Steingass,
s.
130;
Hasan
Amîd,
I, Dehhoda,
Tehran
1363,
s.
275;
Muhammed
Mu‘în,
Ferheng-i
Fâr
s.Efendi,
130;
Hasan
Amîd,
Ferheng-i
Amîd,
Tehran
1363,
s. 275;
275;
Muhammed
Mu‘în,
Ferheng-i
Fârsî,
Mütercim
Âsım
I, s.
207;
J.
Richardson,
s.
143;
Ekber
III,
s.Ferheng-i
3707,
“îrmân”
md.;
Mütercim
Efendi,
I,Hasan
s.
207;
J. Âsım
Richardson,
s.I,Ferheng-i
143;
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.Ali
3707,
“îrmân”
md.;
J. J.
Steingass,
s. Steingass,
130;
Hasan
Amîd,
Ferheng-i
Amîd,
I, Amîd,
Tehran
1363,
s.Ali
275;
Muhammed
Mu‘în,
Fârsî,
Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,Âsım
Kahire
1992,
s. 223.
13
Aynı yerler.
Mütercim
Efendi,
I,Kahire
s.Ferheng-i
207;
J.
Richardson,
143;
Ekber
Dehhoda,
3707,
“îrmân”
I, Tehran
1366,
s.I,
Hasan
Enverî,
Ferheng-i
Bozorg-i
I,s.Hasan
Tehran
1381,Ferheng-i
s. md.;
681; J.
İbrahim
ed
Şetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
Kahire
1992,
223.
Şetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,s.s.
Kahire
1992,
s. 1381,
223.
Şetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,415;
Kahire
1992,
223.
Steingass,
s. III,
130;
Amîd,
Amîd, I,
I, Tehran
1366,
s.Âsım
415;
Hasan
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
I, Tehran
1381,
s.Sühan,
681;
İbrahim
ed-Desûkī
Tehran
1366,
s. 415;
Hasan
Enverî,
Sühan,
I, Ali
Tehran
s. 681;
İbrahim
ed-Desûkī
Şetâ,I,el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,Enverî,
1992,
s.Bozorg-i
223.
Mütercim15 Âsım
Efendi,
I, s.III,
207;
J. Richardson,
s.14în
143;
AliŞetâ,
Ekber
Dehhoda,
III, s.isim
3707,
md.;
Ali Ekber
Dehhoda,
s. 3707.
“Hâne-i
âriyetî
anlamı
verilen
bu
birleşik
içinI,“îrmân”
Müeyyedü’lSteingass,
s.Cihân”
130;
Hasan
Amîd,
Ferheng-i
Amîd,
Tehran
1363,J.1992,
s. I,
275;
Ferheng-i
Fârsî,
14
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I, Kahire
s. Muhammed
223. 1366, s.Mu‘în,
14
Tehran
415; Hasan
Enverî,
Ferheng-i B
14
Şetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,
Kahire
1992,
s.
223.
Şetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,
Kahire
1992,
s.
223.
Aynı
yerler.
Aynı
yerler.
Aynı
yerler.
Aynı
yerler.
Fuzalâ’nın
837h.Amîd,
(1433-34)
yılında yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile Şeref
Han’ınFerheng-i
1005h.
(1596-97)
yılında
Steingass, s.
130; Hasan
Ferheng-i
Amîd,
I, Tehran
1363,
s. 275;
Muhammed
Mu‘în,
Ferheng-i
Fârsî, I, Tehran 1381, s. 681; İbrahim ed-Desûkī
14
I, Tehran
1366,
s.
415;
Hasan
Enverî,
Bozorg-i
Sühan,
Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992
14 14
15
Aynı
yerler.
15
15
yazdığıs.Şerefnâme’ye
yapılmaktadır.
15 atıf
Aynı
yerler.
Aynı
yerler.
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
anlamı
verilen
bu
isim
Müeyyedü’lI, Tehran 1366,
415; Hasan
Ferheng-i
Bozorg-i
Sühan,
Tehran
1381,
s.
681;“Hâne-i
İbrahim
ed-Desûkī
Ekber
Dehhoda,
III,
âriyetî
în Cihân”
verilen
buiçin
birleşik
isim için Müeyyedü
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.I,3707.
3707.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
anlamı
verilenanlamı
bu birleşik
birleşik
isim
için
Müeyyedü’lŞetâ,
el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I,3707.
Kahire
1992,
s.
223.
AliEnverî,
Ekber
Dehhoda,
III,
s.Ali
3707.
“Hâne-i
âriyetî
îns.Cihân”
anlamı
verilen
bu
birleşik
isim
için
Müeyyedü’l14
15
16
Aynı
yerler.
15
15
Ali
Ekber
Dehhoda,
s.
3707.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
anlamı
verilen
bu birleşik
isim için Müey
F. Steingass, s. 130. EşFuzalâ’nın
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
için
“a
hoard
house;
theIII,
abode
of yazdığı
the anlamı
beloved;
the
Fuzalâ’nın
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında
Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr,
I, Kahire
1992,837h.
s.III,
223.
Fuzalâ’nın
837h.
(1433-34)
yılında
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılın
14
Fuzalâ’nın
837h.
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.
3707.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
anlamı
verilen
bu
birleşik
isim
için
Müeyyedü’lAli
Ekber
Dehhoda,
s.
3707.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
verilen
bu
birleşik
isim
için
Müeyyedü’l837h.
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında
Aynı
yerler.
3;
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.
3707,
“îrmân”
md.;
J.
15
house
of
sighs
or
regret;
the
present”
karşılıkları
verilmektedir.
Fuzalâ’nın
837h.atıf
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile III,
Şeref
Han’ın
1005h. (1596-97)
yazdığı
Şerefnâme’ye
atıf
yapılmaktadır.
4
yazdığı
Şerefnâme’ye
yapılmaktadır.
yazdığı
Şerefnâme’ye
atıf
yapılmaktadır.
Ali
Ekber
Dehhoda,
s.yılında
3707.
âriyetî în
Fuzalâ’nın
837h.
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında“Hâne-i
Fuzalâ’nın
837h.
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ileile
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yazdığı
Şerefnâme’ye
atıf(1433-34)
yapılmaktadır.
Aynı yerler.
15
Ali
Ekber
Dehhoda,
III,
s.
3707.
“Hâne-i
âriyetî
în
Cihân”
anlamı
verilen
bu
birleşik
isim
için
Müeyyedü’l16
yazdığı
Şerefnâme’ye
atıf yapılmaktadır.
16 atıfatıf
an
1363, s. 275; Muhammed
Ferheng-i
Fârsî,
16Mu‘în,
Fuzalâ’nın
837h.
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng
16
yazdığı
Şerefnâme’ye
yapılmaktadır.
yazdığı
yapılmaktadır.
F.Şerefnâme’ye
Steingass,
s.s.F.130.
Eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
için
“a
house;
the
of
the
5
Steingass,
s. 130.
Eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
için “a
hoard
house;
thebeloved;
abode of
the beloved;
t
Steingass,
130.
Eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
için
“a hoard
hoard
house;
the
abode
of the
the
beloved;
the
F. Steingass,
130.
Eş
olduğu
belirtilen
için
“a
hoard
house;
theileabode
of
theabode
beloved;
the
Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707.
“Hâne-iF.s.âriyetî
în anlamlı
Cihân”
verilen
buîrmânserây
birleşik
isim
için
Müeyyedü’l16 anlamı
Fuzalâ’nın
837h.
(1433-34)
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
Şeref
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında
yazdığı
Şerefnâme’ye
atıf
yapılmaktadır.
16 16 s. 681;
F.
Steingass,
s.belirtilen
130.
Eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
içinof
“aof
hoard
house;
the
abode
of the belo
house
of
sighs
or
regret;
the
present”
karşılıkları
verilmektedir.
house
of
sighs
orŞeref
regret;
the
present”
karşılıkları
verilmektedir.
g-iFuzalâ’nın
Sühan,837h.
I, Tehran
İbrahim
ed-Desûkī
house
of
sighs
or
regret;
the
present”
karşılıkları
verilmektedir.
F.
Steingass,
s.
130.
Eş
anlamlı
olduğu
îrmânserây
için
“a
hoard
house;
the
abode
the
beloved;
the
F. of
Steingass,
s.
130.
Eş
anlamlı
olduğu
belirtilen
îrmânserây
için
“a
hoard
house;
the
abode
the
beloved;
the
house
sighs
or
regret;
the
present”
karşılıkları
verilmektedir.
(1433-34) 1381,
yılında
yazdığı
Ferheng-i
Zûfân-ı
Gûyâ
ile
Han’ın
1005h.
(1596-97)
yılında
yazdığı Şerefnâme’ye
atıf
house
of yapılmaktadır.
sighs
or regret;
the present” karşılıkları16verilmektedir.
F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrm
house
sighs
regret;
present”
karşılıkları
verilmektedir.
house
of
sighs
or or
regret;
thethe
present”
karşılıkları
verilmektedir.
yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır.
16 of
223.
F.Âsım
Steingass,
s. 130.
anlamlı
olduğu belirtilen
îrmânserây
içinDehhoda,
“a hoard
abode
ofthe
thepresent”
beloved;
the
13 Mütercim
Efendi,
I, s.Eş207;
J. Richardson,
s. 143;
Ali Ekber
s.the
3707,
“îrmân”
house house;
ofIII,
sighs
or
regret;
karşılıkları
ver
6
F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu
belirtilen
îrmânserây
“a hoard
house;Ferheng-i
the
abode ofAmîd,
the beloved;
the 1363, s. 275; Muhammed
house
of sighs
oriçin
regret;
theAmîd,
present”
karşılıkları
verilmektedir.
md.; J.
Steingass,
s. 130;
Hasan
I, Tehran
house of sighs or regret; the present”
karşılıkları
verilmektedir.
Mu‘în, Ferheng-i Fârsî, I, Tehran 1366, s. 415; Hasan Enverî, Ferheng-i Bozorg-i Sühan, I,
3
14
Tehran 1381,
681; Müeyyedü’lİbrahim ed-Desûk Şetâ, el-Mu‘cemu’l-Fârisiyyi’l-Kebîr, I, Kahire 1992, s.
ân” anlamı verilen bu birleşik
isims.için
223. 1005h. (1596-97) yılında
fân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın
14
Aynı yerler.
16
F. Steingass, s. 130. Eş anlamlı olduğu belirtilen îrmânserây için “a hoard house; the abode of
the beloved; the house of sighs or regret; the present” karşılıkları verilmektedir.
15
Ali Ekber Dehhoda, III, s. 3707. “Hâne-i âriyetî în Cihân” anlamı verilen bu birleşik isim için
rây için “a hoard house;Müeyyedü’l-Fuzalâ’nın
the abode of the beloved;
the yılında yazdığı Ferheng-i Zûfân-ı Gûyâ ile Şeref Han’ın
837h. (1433-34)
1005h. (1596-97) yılında yazdığı Şerefnâme’ye atıf yapılmaktadır.
ktedir.
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: İrmanhâne / Sadi S. Kucur
Kaynaklar
Ahmet Temir, Kırşehir Emiri Caca Oğlu Nur el-Din’in 1272 Tarihli Arapça-Moğolca Vakiyesi,
Ankara 19892
Ali Ekber Dehhoda, Lûğatnâme, II, Tehran 1998
F. Steingass, A Comprehensive Persian-English Dictionary, Beyrut 1975
John Richardson, A Dictionary, Persian, Arabic, and English; with a Dissertation on the Languages,
Literature, and Manners of Eastern Nations, I, London 1806
Mütercim Âsım Efendi, Tercüme-i Burhân-ı Katı‘, I, Matbaa-i Âmire 1287
“Selçuklu Şehir Tarihi Açısından Sivas Gök Medrese (Sahibiye Medresesi) Vakiyesi”, Anadolu
Selçuklu Şehirleri ve Uygarlığı Sempozyumu, 7-8 Ekim 2008, Bildiriler, Konya 2009
Sir James W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon, İstanbul 1978
Tuncer Baykara, Türkiye Selçuklularının Sosyal ve Ekonomik Tarihi, İstanbul 2004
Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara 1985
Yaşar Çağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul 2007
119
120
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
The name of place in Seljuk-Turks: Irmanhane
Sadi. S. Kucur
Abstract
It is revealed that spelling the name of place, seen in three foundation belonging to the second half
of 13th century Seljuks, as Irmanhane and giving a meaning according to this spelling are not correct. It is understood that because this place’s name, originally Farsian, was written with Arabian
spelling in the Arabian foundation texts that caused the word ermen to be read as ermen, ermen
and to be given a meaning according to this spelling. Besides, appropriateness of the meaning like
hotel, guesthouse, hired room for Irmanhane with the information given about those places in the
foundations conirms this approach.
Selçuklu Türkiyesi’nde Bir Mekân Adı: Îrmânhâne
Sadi. S. Kucur
Özet
XIII. yüzyılın ikinci yarısı Selçuklu Türkiyesi’ne ait üç vakiyede adına rastlanan bir mekân adının
Ermenhâne olarak okunuşunun ve bu okuyuşa göre anlam verilmesinin yapılan etimolojik tahlil
sonucu isabetli olmadığı açıklığa kavuşturulmuştur. Farsça olan bu mekân adının imlâsının Arapça
vakiye metinlerinde Arapça imlâ ile yazılması nedeniyle îrmân kelimesinin erman, ermen okunmasına ve buna göre anlam verilmesine sebep olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca îrmânhâneye verilen
otel, misairhane, kiralık oda gibi anlamlar ile vakiyelerde bu mekânlar hakkında verilen bilgilerin
uygun düşmesi de bu yaklaşımı doğrulamaktadır.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin
Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme1
Mustafa Alican
Yrd. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tarih Bölümü
17/640 yılında Şam valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh tarafından el-Cezîre şehirlerini fethetmekle görevlendirilen İyâz b. Ğanem el-Fihri tarafından
Bizanslıların elinden alınan Meyyâfârikîn (Silvan), Ortaçağ İslâm dünyasının önemli siyaset ve kültür merkezlerinden biridir. Emevîler ve
Abbâsîler döneminde merkezden tayin edilen yöneticiler tarafından idare edilen şehir, erken İslâmî dönemlerde Müslüman dünyasının içerisine
sürüklendiği siyasal sorunlardan etkilenip el-Cezîre bölgesinde üslenen
isyancı Hâricîlerin eline düşse de, kısa süre içerisinde yeniden merkeze
bağlanmıştır. Fakat merkezî hükümetin el-Cezîre bölgesinde doğrudan
kontrol kurmakta zorlanmasını fırsat bilen Diyârbekir valisi Ahmed b.
Şeyh eş-Şeybânî, 9. yüzyılın son çeyreğinde Âmid (Diyarbakır) ile birlikte
Meyyâfârikîn (Silvan) şehrinin yönetimine de el koyarak bölgede bağımsız bir idare tesis etmiştir. 286/889 yılında Halife Mu’tazıd’ın, komutasını bizzat yürüttüğü Abbâsî birlikleri tarafından Şeybânî hâkimiyetine son
verilmişse de, gerek Şiî mezhebine mensup Buveyhîlerin hegemonyasına
giren Abbâsîlerin yaşadığı siyasal zorluklar, gerekse el-Cezîre’de oluşmuş
olan yeni sosyal ve siyasal dengeler dolayısıyla bölge merkezî idarenin
kontrolünden çıkmış, bu sırada Meyyâfârikîn de Hamdânî hâkimiyetine
girmiştir. Haleb merkezli Hamdânîler tarafından ikinci başkent olarak kullanılmış olan Meyyâfârikîn, onların ardından şehre hâkim olan Mervânîler
tarafından başkent yapılmış, Büyük Selçuklular tarafından ele geçirilene
kadar da bu şekilde kalmıştır. Selçuklular tarafından fethedilmesi ile birlikte Türk hâkimiyetine giren Meyyâfârikîn (Silvan), Diyarbakır’ın ilçelerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir.
Kaynaklardaki Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşuna ilişkin bilgiler, bize
1
Bu çalışma, yazar tarafından 2012 yılı sonbaharında E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı’na sunulan “Bir Ortaçağ Şehri Olarak Meyyâfârikîn (Silvan)” isimli
doktora tezinin ilk bölümünün üçüncü kesiminden hareketle meydana getirilmiştir.
121
122
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
şehrin kuruluşuna dâir genel bir ikir vermekteyse de, herkesin üzerinde
mutabık kalacağı nihâî bir “kuruluş öyküsü” sunmamaktadır. Bundan dolayı araştırmacılar arasında şehrin kuruluşu, özellikle tarihiyle ilgili farklı
görüşler ortaya çıkmış, olay farklı biçimlerde tasvir edilmiş ve kuruluş olgusu farklı dönemlere tarihlenmiştir. Şehrin ortaya çıkış sürecini anlatan bir
tarih metni oluşturabilmek için, sözü edilen farklı yaklaşımların eleştirel
bir gözle değerlendirilmesi ve kaynaklar tarafından ve mümkünse maddi
kültür kalıntıları ile paralel olarak desteklenen rasyonel bir anlatının oluşturulması gerekir. Şehirle ilgili bütün sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik
değerlendirmelerin (şehrin bütüncül tarihinin) zeminini oluşturacak olan
söz konusu anlatı, şehrin tarihinin hareket noktasını da teşkil edeceğinden
dolayı, kronolojik anlamda özenli bir biçimde kurulmalı ve şehrin tarihsel
dönemlerini anlaşılır bir ardı-ardınalık bağlamında ortaya koyabilen bir
çerçeve içerisinde oluşturulmalıdır. Bu noktadan hareketle, çalışmanın bu
kısmında Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşu ile ilgili rivâyet ve yaklaşımlar
değerlendirilecek, şehrin kuruluş öyküsünü anlamlı bir bütünlük içerisinde anlatılmaya çalışılacaktır.
Şehrin Kuruluşu ile İlgili Rivâyet ve Değerlendirmeler
Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu en eski döneme, mîlât öncesi zamanlara tarihleyen görüş Lehmann Haupt’a aittir. Haupt, Armenien einst und
jetzt isimli eserinde, aslında Armenia Kralı II. Tigranes tarafından M.Ö.
1. yüzyılda kurulmuş olan Tigranokerta ile aynı yer olduğunu savunduğu
Meyyâfârikîn’in “eski bir Asurî şehri” olduğunu ileri sürmüştür.2 Lehmann
Haupt’un, 1898/1899 yıllarında W. Belck ile birlikte bölgeye yaptığı bir seyahatin ardından benimsediği, aslına bakılırsa onun söz konusu seyahatinden birkaç on yıl önce von Moltke tarafından savunulan “Meyyâfârikîn’in
antik Tigranokerta olduğu” ikri3 birçok tartışmaya konu olmuş, Anadolu
tarihi üzerine çalışan birçok araştırmacı tarafından çeşitli vesilelerle irdelense de, nihai kertede doğrulanabilmiş değildir. Tam tersine, Haupt’un
Silvan’ın kuzey surlarında bulup Kral Tigranes’in valisi Pap’a izafe ederek
neşrettiği tahrip edilmiş bir Yunanca kitabeye dayanarak desteklemek
istediği söz konusu düşünce, kendisinden sonra yapılan yeni çalışmalar,
yüzey araştırmaları ve detaylı kaynak çözümlemeleri ile büsbütün zayıflamış, önemini yitirmiştir. Tigranokerta’nın yeri ile ilgili birçok ikir ileri
sürülmüş, özellikle konuya ışık tutacak Ermenice kaynaklar batı dillerine
çevrilmiş, antik kaynaklar daha sağlıklı bir biçimde analiz edilmiş ve birbi2
3
L. Haupt, Armenien einst und jetzt, Berlin 1910, I, 396, 398’den aktaran: Adnan Çevik, XI-XIII.
Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, İstanbul 2002, Yayınlanmamış doktora tezi, s. 84,
206 numaralı dipnot. Krş. V. Minorsky, “Mayyafarikin ,” The Encyclopedia of Islam, VI, E. J.
Brill, Leiden 1991, s. 928; a. mlf., “Meyyâfârikîn,” “Meyyâfârikîn,” İA, 8, Eskişehir 1997, s. 196;
Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, Ankara 1998, s. 98.
Minorsky, “Mayyafarikin ,” s. 928-929.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
rini nakzeden birçok değerlendirme yapılmıştır.4
Lehmann Haupt’un, muhtemelen Meyyâfârikîn ile Tigranokerta
arasında olduğunu varsaydığı özdeşliğe dayanarak ortaya atmış olduğu
tez, örtük olarak, eski bir Asur kenti olan Meyyâfârikîn’in Asurlular sonrası dönemde birçok kez harap olduğunu, bölgede cereyan eden siyasal
mücadeleler ve iktidar çekişmeleri sırasında defalarca tahrip edildiğini ve
sonra da yeniden ve tekrar tekrar kurulduğunu ima etmektedir. Nitekim
Kral Tigranes tarafından M.Ö. 1. yüzyılda kurulan ve krallığın başkenti
yapılan,5 Kilikya ve Kapadokya’dan getirilen 300 bin kişi ile şenlendirilen,6
Kral tarafından ikametgâh olarak daha önce hayatını kurtarmış olduğu
rivâyet edilen kızkardeşine bırakılsa da7 aynı zamanda krallığın hazinelerini koruma onuruyla da şerelendirilen,8 bizzat Tigranes’in kontrolü altında
inşâ edilen anıtlar ve tiyatrolar başta olmak üzere, hem mimari özellikleri
hem de oğlunu eğitim için Grek ülkesine gönderebilecek kadar Helen tutkunu olan Kral’ın bilinçli girişimleri ile mutlak bir Yunan hayranlığı üzerine kurulan,9 hatta Grousset’in değerlendirmelerine bakılırsa Kral tara4
5
6
7
8
9
Pawstos Buzand, History of the Armenians, s. 155, Bkz. http://rbedrosian.com/pb8.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 15.05; Sebeos, History, s. 104, 91, Bkz. http://rbedrosian.com/seb8.htm,
Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.55; Smbat Sparapet, Chronicle, s. 5. Bkz. http://rbedrosian. com/
css1.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45; J. Shiel, “Notes on Journey from Tabriz, Through
Kurdistan, via Van, Bitlis, Se’ert and Erbil, to Suleimaniyeh, in July and August, 1836, Journal
of the Royal Geographical Society of London, C. 8 (1838), s. 77; Fâ’iz El-Ghusein, Martyred
Armenia, London 1917, s. 7; Bernard W. Henderson, “Controversies in Armenian Topography,
I. The Site of Tigranocerta,” The Journal of Philology, C. XXVIII, Ed. W. Aldis Wright, Ingram
Bywater, Henry Jackson, Londra 1903, ss. 99-121; T. Rice Holmes, “Tigranocerta,” The Journal
of Roman Studies, C. 7, (1917), ss. 120-138; Ellen Churchill Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” Geographical Review, C. 8, No. 3 (Eylül 1919), s. 164, 176-177;
Kevork Aslan, Armenia and the Armenians, Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren: Pierre Crabitès,
The Macmillan Company, 1920, s. 23, 15 numaralı dipnot; René Grousset, Başlangıcından
1071’e Ermenilerin Tarihi, çeviren: Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık, 2. Baskı İstanbul 2006,
s. 86; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” ss. 196-201; Minorsky, “Mayyafarikin ,” ss. 928-929; Ronald
Syme / Anthony Richard Birley, Anatolica: Studies in Strabo, Clarendan Press, 1995, s. 58-65;
Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 6; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri
ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 98-100; Canan Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde
Ermenilerin Dini Durumları,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004,
ss. 763-771.
Nina G. Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An Alien Element?” JANES, 16-17,
1984-85, s. 69; Henderson, “Controversies in Armenian Topography, I. The Site of Tigranocerta,” s. 99; Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” s. 176-177.
Strabon, Geographika, Antik Anadolu Coğrafyası, Kitap: XII-XIII-XIV, çev. Adnan Pekman,
Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul 2000, s. 11; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin
Tarihi, s. 86; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 15, 97.
Rd. James Dr. Issaverdenz, Armenia and the Armenians, Venedik 1874, s. 67; Rev. George H.
Filian, Armenia and her People or the Story of Armenia, 1896, s. 51.
H. Allen Tupper, Armenia, 1896, s. 144.
Aslan, Armenia and the Armenians, s. 23; Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An
Alien Element?” s. 72-73; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, s. 86.
123
124
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
fından şehir çevresine iskân edilen “Skenites”10 Arapları ile korunaklı bir
ticaret merkezi olması planlanan Tigranokerta,11 antik bir Asur kentinin
harabeleri üzerine kurulmuş, fakat şehrin kuruluşunun üzerinden 10 yıl
bile geçmeden Romalı General Lucullus tarafından bir kez daha harabeye
çevrilmiştir.12 Romalıların yaptığı yağma ve katliamlardan sonra ıssız bir
kır yerleşimi haline gelen şehir, sonraki birkaç yüzyıl boyunca yeni kurucularını beklemiştir.
Haupt tarafından savunulan tez, Meyyâfârikîn tarihinin belirli bir
bütünlük içerisinde ele alınmasını sağlayabilecek kronolojik bir hat, şehrin
kuruluşunu mantıksal temeller üzerine oturtabilmek için yararlı olabilecek bir tahlil çerçevesi elde etmek için son derece işlevsel bir görünüme
sahip olsa da, temel anlamda sorunlu bir yaklaşımın ürünüdür. Şehrin
kökenlerinin Asurlular dönemine kadar uzanmış olabileceğini gösteren
herhangi bir kanıt yoktur. Örneğin, şehrin Asurlular tarafından nasıl isimlendirildiği, ne tür bir yerleşim olduğu, bilinen birçok Asur kentinin aksine işaret edilen döneme tarihlenen kaynak nitelikli tabletlerde (kuşkusuz
keşfedilmiş olanlarda) buradan neden hiç söz edilmediği ve en nihayetinde
Meyyâfârikîn’in (Tigranokerta’nın ya da Martyropolis’in) harabeleri üzerine kurulduğu Asur yerleşiminin hangi siyasal ya da sosyo-ekonomik zeminde vücut bulduğu gibi hususlara dâir herhangi bir veri bulunmamaktadır.
Lehmann Haupt tarafından ileri sürülen ve herhangi bir rasyonel temele dayanmayan “Meyyâfârikîn’in eski bir Asuri şehri olduğu” tezinin
dışında, Güneydoğu Anadolu bölgesine yaptığı seyahati anlattığı 1865 tarihli çalışmasında şehrin kuruluşu ile ilgili değerlendirmelerde bulunan
ve “halen yerliler arasında bilindiğini” yazdığı bir rivâyeti zikreden J. G.
Taylor’ın göndermede bulunduğu, şehrin antik kökenlerine işaret eden bir
başka yaklaşım daha vardır. Taylor’ın nereden edindiğine dair bir kaynak
göstermediği bu rivâyete göre, Meyyâfârikîn, Armenia Kralı Tigranes’in
kız kardeşi Nouphar tarafından ve Nouphargerd ismiyle kurulmuştur.13
Prenses Nouphar’ın ismi ile Ermenice’de büyük bir şehri tanımlamak için
kullanılan ek olan “gerd/kert” ekinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş olup
“Nouphar’ın şehri” anlamına gelen Nouphargerd ile ilgili rivâyetin “yerliler
10
11
12
13
Grousset’in “çadırlarda yaşayan” biçiminde bir açıklama ile açıklığa kavuşturmak istediği kavram, muhtemelen göçebe Arap kabilelerine işaret etmektedir.
Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” s. 177; Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, s. 86.
Holmes, “Tigranocerta,” s. 120; Abdulgani Bulduk, El-Cezîre’nin Muhtasar Tarihi, Yayına Hazırlayanlar: Mustafa Öztürk / İbrahim Yılmazçelik, F.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2004, s. 5; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 97; Çevik,
XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 7.
J. G. Taylor, “Travels in Kurdistan, with Notices of the Sources of the Eastern and Western
Tigris, and Ancient Ruins in Their Neighbourhood,” Journal of the Royal Geographical Society
of London, 35, (1865), ” s. 24.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
arasında hâlen bilinmekte olduğunu” yazarken muhtemelen şehirde bulunan azınlık konumundaki “Ermeni cemaati”ni kasteden Taylor, söz konusu
rivâyetin, önemsiz bir halk söylencesi olsa da şehrin antik kökenlere sahip
olduğunu ortaya koyduğunu ileri sürerek şöyle yazar:
“Genç Theodosios’un Pers Kralı Yezdigerd’e gönderdiği
elçi olan bölgenin erken dönem piskoposu Aziz Marûsâ tarafından 5. yüzyılın başında restore edildiğinde burada harap
da olsa büyük bir şehrin bulunduğuna kuşku yoktur. Berbat
mezbeleliklerden meydana gelen modern şehrin ortasından,
Şahpur’un zulmüne maruz kalan şehitlerin kemiklerini getirerek buraya defneden Marûsâ tarafından inşâ edilmiş şehrin haşmetli harabeleri yükselmektedir.”14
Taylor tarafından herhangi bir kaynak zikredilmeden ve ilmi bir kritiğe
tabi tutulmadan zikredilen bu kuruluş öyküsü, anlaşıldığı kadarıyla, Kral
Tigranes’in kızkardeşine verdiği Tigranokerta’nın kuruluş hikâyesinden
mülhemdir. Meyyâfârikîn şehrinin kurucusu olduğuna işaret edilen
Nouphar ile Kral Tigranes’in minnettar olduğu kızkardeş muhtemelen aynı
kişidir ve eğer Taylor’ın sözünü ettiği türden bir söylence “yerliler” arasında gerçekten de mevcut ise, Ermeni toplumsal bilinci, Tigranokerta’nın
kendisine tahsis edildiği Nouphar’ı aynı zamanda şehrin kurucusu olarak
mitleştirmiştir. Bununla birlikte, Ermenilerin Meyyâfârikîn için kullandıkları Npkert kelimesi ile Nouphargerd arasındaki fonetik benzerliği açıklar
gibi görünse de, bu söylencenin geç dönemlere ait bir yakıştırma olduğunu
teslim etmek gerekir. Bunun en temel nedeni, çağdaş Ermeni kaynaklarında, daha önce başka biçimlerde ve örneğin Diyarbakır için zikredilmiş
olsa da,15 özellikle 9. yüzyıldan öncesine ait kaynaklarda herhangi bir biçimde nereye işaret ettiği bilinmeyen Tigranokerta isminin,16 Meyyâfârikîn
için kullanımının çok geç dönemlere ait olmasıdır. Tigranokerta ismi,
Ermeni kaynakları tarafından Meyyâfârikîn’e işaretle ilk kez 13. yüzyılda
ve Meyyâfârikîn’in Moğollar tarafından işgal edilmesinin anlatımı vesilesiyle kullanılmıştır.17 Ayrıca, seyahatnamesinin, Meyyâfârikîn’in kuruluş
14
15
16
17
Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24.
Urfalı Mateos Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çeviren:
Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer / Halil Yınanç, TTK, 3. Baskı, Ankara 2000
indeks; Smbat Sparapet, Chronicle, s. 5. Bkz. http://rbedrosian.com/css1.htm, Erişim tarihi:
18.11.2011, 14.45; Minorsky, “Mayyfrikn,” s. 929; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 196; Fâ’iz ElGhusein, s. 7; Holmes, “Tigranocerta,” s. 121-122; Henderson, “Controversies in Armenian
Topography, I. The Site of Tigranocerta,” s. 108-109; Shiel, “Notes on Journey from Tabriz,
Through Kurdistan, via Van, Bitlis, Se’ert and Erbil, to Suleimaniyeh,” s. 77; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 5; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi
Tarihi, s. 6; Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,”
s. 765.
Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” s. 765.
Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, Çeviren: Hrand D. Andreasyan, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2007, s. 52; Vardan Araveltsi, Compilation of History, s. 91. Bkz. http://rbedrosian.com/
125
126
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
öyküsünü anlattığı kısmında Taylor’ın adeta kendini nakzedercesine “şehirde Hıristiyanlık öncesi döneme ait herhangi bir maddi kültür kalıntısının mevcut olmadığının” da altını çizmiş olması, kuruluş öyküsü olarak
sunmuş olduğu söylencenin, şehirdeki “Ermeni cemaati” arasında dolaşan
asılsız bir rivâyet olma ihtimalini güçlendirmektedir.18
Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu açıklamaya dönük bir başka rivâyet,
büyük seyyah Evliya Çelebi tarafından kaydedilmiştir. Evliya Çelebi’nin
kaydı, daha önceki iki rivâyetin aksine, şehrin kuruluşunu milattan sonrasına tarihlemektedir. Millattan sonraki en erken döneme işaret eden
meşhur seyyahın herhangi bir kaynağa dayandırmamakla birlikte “nice
tefâsîr ve kütüb-i mu‘tebirede mestûr” olduğunu belirttiği söz konusu
rivâyete bakılırsa, Meyyâfârikîn, M.S. 3. yüzyılın sonlarında yaşamış olan
Cercis Nebî’nin ümmetinden Handik tarafından kurulmuştur.19 Buna göre,
Handik, “Musul Kalesi içinde medfûn bulunan” Cercis Nebî’nin talimatıyla Meyyâfârikîn şehrini kurmuş, daha sonra Cercis Nebî burada yaşayan
insanları Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bu davete icabet etmek
bir yana, Allah’ın elçisine zulmederek onu öldürmek istemişlerdir. Onu
kırk defa ateşe atarak küllerini havaya savurmuşlar, fakat Allah’ın hikmeti
ile Cercis Nebî yeniden dirilmiştir. Cercis Nebî, şahit oldukları mucizeler
karşısında yine de iman etmeyen Meyyâfârikîn halkına bedduada bulunmuş, Van deryasından gelen bir ejderin şehre musallat olmasıyla birlikte
de Meyyâfârikîn kalesi “muattal” kalmıştır.20
Evliya Çelebi tarafından nakledilen ve Filistinli Cercis Nebî’nin tebliğ
faaliyetleri ile ilişkilendirilen, bir yanıyla da Cercis Nebî’nin Taberî tarafından ayrıntılı bir biçimde hikâye edilen Musul’daki yaşantısını andıran
Meyyâfârikîn ile ilgili kuruluş öyküsü, Haupt ve Taylor tarafından dile getirilen daha önceki rivâyetler ile benzer özelliklere sahiptir. Elimizde bu
rivâyeti destekler nitelikte kayıt ve kanıt yoktur. Dolayısıyla Cercis Nebî ile
ilgili bu rivâyeti de, bilimsel verilerle desteklenemeyen mitolojik bir söylence olarak değerlendirmek gerekir.
Meyyâfârikîn’in kuruluşunu, ikisi milattan önce biri de sonraya olmak
üzere, en erken dönemlere tarihleyen üç rivâyet (üç kuruluş anlatısı), kendi
içlerinde mantıksal bir tutarlılığa sahiplerse de, yazılı kayıt ve maddi ka18
19
va5.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 14.50; Kiragos Gandjaketsi, History of Armenians, s. 321,
Bkz. http://rbedrosian.com/kg12.htm, Erişim tarihi: 18.11.2011, 15.00.
Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24. 13. yüzyılda yaşamış olan İbn Şeddâd’ın kaleme aldığı
el-A‘lâku’l-Hatîra isimli eserin Meyyâfârikîn ile ilgili kısmında, Taylor tarafından işaret edilen
kuruluş ile ilgili rivâyeti anımsatan bir not bulunmaktadır. İbn Şeddâd, Eş-Şarkî b. El-Kutâme
isimli bir râvîye atıla Meyyâfârikîn isminin “Fârikîn’in vadisi” anlamına geldiğini, “Fârikîn”in
de bölgede ikâmet eden bir kadının ismi olduğunu belirtmiştir. Taylor’ın “halk arasında halen
bilinmekte” olduğunu belirttiği rivâyet ile İbn Şeddâd’ın kaydı arasında bir ilişki kurulabilir.
Bkz. İbn Şeddâd, El-A‘lâku’l-Hatîra, III/I, Nrş. Yahya Abbâre, Dımaşk 1968, s. 260.
Süleyman Savcı, Silvan Tarihi (Mafarkın Âbide ve Kitabeleri), Diyarbakır Matbaası, 1956, s. 5.
20 Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IV, İkdâm Matbaası, 1314, s. 72.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
lıntılarla desteklenemediklerinden, şehrin genel tarihini incelemeyi amaçlayan bir çalışmanın çerçevesi olarak değerlendirilemezler. Çünkü sözünü
edilen türden bir genel tarih çalışması için en temel zemin olan “kronoloji” açısından yerleştirilebilecekleri belirli bir vasat mevcut değildir. Bu,
söz konusu rivâyetlerin mutlak olarak anlamsız, değersiz ve hatta yanlış
oldukları anlamına gelmez. Fakat gerek tarihsel gerek coğrai özellikleri
açısından Meyyâfârikîn’e tekabül etmedikleri; aynı coğrai sınırlara sahip
bile olsalar zamansal, mekânsal ve en önemlisi de sosyo-kültürel bağlamda
“farklı bir şehri” simgeledikleri için, “bu şehirle ilgili olmayan rivâyetler”
olarak kabul edilmektdirler. Bu bakımdan şehrin bilinen tarihiyle inşâ
edebilebilecek doğrudan ve elbette kronolojik bir bağa, şehrin tarihsel dönemlerini homojenize edebilmemizi sağlayacak bir ardı-ardınalık ilişkisi
oluşturmamıza imkân verecek gerçekçi bir kuruluş öyküsüne ihtiyacımız
vardır.
Bilinen ilk ismi Martyropolis olan Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşuyla ilgili en erken ve maddi kalıntılarla desteklenerek olgusal bir kesinlik kazandırılabilecek en yaygın rivâyet, Süryânî geleneğine aittir. Şehrin ismi üzerinde silinmez izler bırakmış olan söz konusu geleneğe göre, Meyyâfârikîn,
4. yüzyılın sonu ve 5. yüzyılın başında Süryânî piskopos Marûsâ tarafından
kurulmuştur.21 Meyyâfârikîn’de bulunan Melkit Kilisesi’nde bulunan ve
şehrin yerlisi meşhur İslâm tarihçisi İbnu’l-Ezrak için Arapça’ya tercüme
edilen et-Teş’îs isimli Süryânice bir eserden öğrenilen22 Marûsâ ile ilgili
kuruluş öyküsü, Târîhi Meyyâfârikîn ve Âmid müellii tarafından detaylı
olarak kaydedilmiş, daha sonra ondan hülasa ile Yâkût Hamevî, Zekeriyyâ
b. Muhammed b. Mahmûd Kazvînî ve İbn Şeddâd gibi tarihçiler tarafından
da nakledilmiştir.23
Piskopos Marûsâ ve Martyropolis
Meyyâfârikînli tarihçi İbnu’l-Ezrak vasıtasıyla haberdar olduğumuz
Süryânice el yazmasında kayıtlı öyküye göre, şehrin kurucusu olan
Piskopos Marûsâ, Bizans İmparatoru’na bağlı olarak bölgede hâkimiyet
21
22
23
1913 tarihli Katolik Ansiklopedi’de, şehrin dördüncü yüzyılın sonunda kurulduğuna işaret
edilmektedir. Bkz. Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/
wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis, Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Krş. İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid
Târihi (Artuklular Kısmı), Araştırma, inceleme ve notlarla çeviren: Ahmet Savran, Atatürk
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Erzurum 1992, s. 29, n. 1; Ayrıca bkz. H. F. Amedroz, “Three Arabic MSS. on the History of the City of Mayyafarikin ,” JRAS, (Ekim 1902), s. 796;
Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-18a; Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, V,
s. 236-237; Zekeriyyâ b. Muhammed b. Mahmûd el-Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-İbâd,
nşr. Ferdinand Wüstenfeld, Göttingen 1848, ss. 379-380; İbn Şeddâd, III/I, ss. 260-263. Krş.
Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s.
85.
127
128
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
sürmekte olan bir yerel hâkimin, sonraki dönemlerde Senâsine olarak
adlandırılacak olan bölgedeki dağa hükmeden güçlü bir adamın Meryem
isimli kızıyla evlenerek ondan üç çocuk sahibi olan Layûtâ’nın en küçük
oğluydu. Ağabeyleri İmparator Theodosios’a hizmet etmek üzere baba ocağından ayrılırken, o, doğduğu topraklarda kalmayı tercih ederek ilim tahsili ile iştigal etmiş, bölgedeki şehir ve köylerde birçok kilise ve manastırın
inşâsında öncü rol üstlenmiş, babasının ölümünden sonra da onun yerine
geçerek bölgedeki toprakların idaresini üstlenmişti. Kısa süre içerisinde
itibarı ve kişiliğine dâir müsbet söylentiler o derece ayyuka çıkmıştı ki,
kimse onun sözünden çıkmamaya, halk büyük bir sadakatle kendisine itaat
etmeye başladı. Nitekim kaynaklarımız tarafından Hazreti İsa’nın havarilerinden sonra Hıristiyan dinsel hiyerarşisinin en yüksek tabakasını teşkil
eden 318 piskopostan biri olduğunun kaydedilmiş olması, bir din adamı
olarak Marûsâ’nın halk üzerinde elde etmiş olduğu etkinliği göstermesi
açısından dikkate şayandır.24
Grek kaynaklarında kendisinden “Mezopotamya Piskoposu” olarak
söz edilen25 Marûsâ’, Meyyâfârikîn şehri rabazının ortasındaki bir kilisede yaşamakta olan Layûtâ’nın oğluydu. Hayvanları için inşâ etmiş olduğu barınakların bulunduğu çalılıklarla ve kamışlıklarla kaplı Maipherkat
(Meyyâfârikîn) bölgesine akınlarda bulunan Sâsâniler, , Âmid’e kadar
uzanan yağma ve talan faaliyetlerinde bulunuyor, bölge halkını esir alarak yanlarında götürüyor, din adamlarını katletmekten çekinmiyorlardı.
Bu yağma akınları sırasında hâkimiyet sahası büyük zarar gören Marûsâ,
ülkesinin Sâsâni atları tarafından çiğnenmemesi için önlemler almaya çalışıyor, halkını ve hayvanlarını onlardan korumanın yollarını arıyordu.26
Sâsâni Şahı Şahpur’un olağanüstü güzel kızı cinlerden kaynaklanan bir
maraza yakalanmış, ülkenin her bir yanından gelen tabip ve kâhinler prensesin hastalığı karşısında çaresiz kalmışlardı. Şahpur, devletin ileri gelenlerinin de tavsiyesiyle, aynı zamanda tabip de olan Piskopos Marûsâ’nın kızını tedavi etmek üzere sarayına gelmesi için girişimde bulundu. İmparator
Theodosius’a kıymetli hediyelerle birlikte elçiler göndererek söz konusu
talebini iletti. Theodosios’un isteğiyle Sâsâni sarayına giden Marûsâ’nın
kızını tedavi etmesine ve iyileştirmesine çok sevinen Şahpur ona, bütün dileklerini yerine getireceğini bildirdi. Yaşadığı bölgede cereyan eden SâsâniBizans mücadelesinden çok zarar gören ve Sâsâni hükümdarının tekliini
24 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-16b; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 261;
Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26.
25
Ralph Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” The Harvard Theological Review, C. 25, No. 1 (Ocak 1932), s. 48; Ernst Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çeviren:
Fikret Işıltan, İstanbul 1970, s. 6; Mehmet Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/
Maipherkat ve Mar Marutha,” Uluslararası Silvan Sempozyumu, 25-26 Nisan 2008, Yayınlanmamış bildiri, s. 3.
26 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-16b; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 262;
Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
fırsata dönüştürmek isteyen Marûsâ, iki hükümdar arasında “anlaşma” yapılmasını arzu ettiğini söyledi. Şahpur, Marûsâ’nın önerisini kabul ederek
imparatorla yaşamları boyunca devam etmesini planladıkları bir anlaşma
yapmayı kabul etti. Şahpur onun kendisi için de bir şey isteyebileceğini
söyleyince, bu sefer de Sâsâni topraklarında katledilen Hıristiyan şehitlere
ait kemiklerin kendisine iade edilmesini istedi. Bu isteği de kabul edilen
Marûsâ, yanında Sâsâni ve Bizans imparatorlukları arasında sağlanan anlaşma metni ve şehit kemikleriyle birlikte geri döndü.27
İran’dan başarılı bir anlaşma ile dönmüş olan Marûsâ, İmparator tarafından coşkuyla karşılandı. Şahpur ile yapmayı başardığı anlaşmadan
dolayı kendisini tebrik eden imparator, ona, dilediği herşeyin yerine getirileceğini söyledi. Bunun üzerine “kendisinin bu dünyadan hiçbir beklentisinin olmadığını” belirten Mezopotamya Piskoposu, yalnızca topraklarında “sürülerini vahşi hayvanlardan koruyacak bir duvar ve bu duvarın
iç kısmına da bir kilise inşâ etmek istediğini, bunun için de kendisinden
yardım beklediğini”cevabını verdi. Marûsâ’nın isteği kabul edildi ve bölgede hüküm süren bütün tâbîlere mektup yazılarak Piskopos’a maddi
yardım yapılması, yaptığı işlerin engellenmemesi emredildi. Böylelikle
ata yurdunda önce bir sur, ardından da bir kilise inşâ etmekle işe başlayan Psikopos Marûsâ burada bir şehir kurdu. İran ve Rûm ülkesinin dört
bir yanından getirdiği şehit kemiklerini defnettiği bu şehre Martyropolis,
Yâkût ve Kazvînî’nin nakletteklerine göre, “Arapça’da şehitler şehri anlamına gelmekte olan Medûrsâlâ” ismini verdi.28
Başta Meyyâfârikîn’deki Süryânice el yazmasının orijinalini görmüş
olan İbnu’l-Ezrak olmak üzere, ondan nakillerde bulunan Yâkût, Kazvînî
ve İbn Şeddâd’ın eserlerinden derleyerek aktarılan bu hikâye, bazı anakronik hususlara rağmen, genel olarak tarihsel gerçekliğe uygundur. Gerek
yazılı kaynaklar, gerekse maddi kültür kalıntıları ve şehrin kültürel mirası, tarihsel bir karakter olarak Marûsâ’nın varlığını somut verilerle ortaya
koymaktadır. Fakat Martyropolis şehrinin (Meyyâfârikîn) kuruluşuyla ilgili bilgilerimizin kaynağı olan İslâmi tarih metinleri olayı belirli bir hat
üzerinden anlamamızı sağlayacak veriler sunmaktaysa da, kuruluşun “tarihsel bir olgu olarak” değerlendirilebilmesi için daha fazlasına ihtiyaç bulunmaktadır. Söz konusu değerlendirmenin sağlıklı biçimde yapılabilmesi
için kuruluş öyküsünü kronolojik bir dizge içerisine yerleştirebilmemize
yardımcı olacak ayrıntılara, örneğin Marûsâ’nın Sâsâni sarayına yaptığı ziyaret (ya da ziyaretler) ile ilgili daha detaylı bilgilere bakmak gerekir.
27
28
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17a; Yâkût, V, s. 236; Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd, s. 379;
İbn Şeddâd, III/I, s. 263-264; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I,
s. 26-27.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17b-18a; Yâkût, V, s. 236-237; Kazvînî, Âsâru’lBilâd, s. 379; İbn Şeddâd, III/I, s. 264-265; Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 27.
129
130
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
Piskopos Marûsâ’nın biyograisi olan ve 7. yüzyılda Süryânice’den
Ermenice’ye tercüme edildiği düşünülen bir risalenin29 tamamı ile 9. yüzyılda Socrates ve Sozomen gibi erken dönem Kilise tarihçilerinin metinlerini bir araya getiren Theophanes’in Kilise Tarihi, Mari İbn Süleyman’ın 12.
yüzyılda Arapça kaleme aldığı Kitâbu’l-Micdâl, Bar Hebraeus tarafından 13.
yüzyılda kaleme alınmış olan Kilise Kroniği ve 15. yüzyılda İbn Süleyman’ın
eserini yeniden gözden geçirerek düzenleyen Amr İbn Matta’nın Nesturi
Tarihi’nden derlediği pasajları çeviren Ralph Marcus tarafından kaleme
alınmış olan The Armenian Life of Marutha of Maipherkat isimli çalışma,
Marûsâ ve Martyropolis ile ilgili olarak ihtiyaç duyduğumuz detaylı ve net
bilgileri sunmaktadır.30 Piskopos Marûsâ ile ilgili olarak Marcus tarafından derlenmiş olan erken Kilise tarihçiliği ile Süryânî ve Nestûrî geleneklerine ait rivâyetler, İbnu’l-Ezrak kanalıyla bize ulaşan kuruluş öyküsünde
bulunan karanlık noktaları aydınlatabilecek niteliktedir.
Kilise tarihlerinde kendisinden ilk kez Kadıköy’de düzenlenen bir
konsile katılan piskoposların anlatıldığı kısımlarda31 söz edilen Marûsâ,
Marcus’un Socrates, Sozomen, Theophanes ve Bar Hebraeus’dan naklettiği
pasajlara göre, “Pers Kralı ile Roma İmparatoru” arasında barışın hüküm
sürmekte olduğu bir dönemde, muhtemelen Iovianus ile II. Şahpur arasında 363 yılında imzalanan barış anlaşmasından sonra İran’a gönderilen
elçilerden biriydi. Elçilik görevi ile birkaç kez gittiği bu ülkede32 gerek doktorluğu gerekse gösterdiği kerametler sayesinde büyük itibar kazanmış,
tekinleriyle kralı neredeyse vaftiz olmayı kabul edecek kadar etkilemiş; bu
yüzden Zerdüşt din adamlarının nefretini celbetmişti. İran’da birçok kilise
yaptırıp Hıristiyanlığın yayılmasına katkı sağlamış, İstanbul Konsili’nde
alınan kararların doğu Hıristiyanlarına duyurulması görevini başarıyla yerine getirmişti.33
Ralph Marcus’un çok alıntı yaptığı Kitâbu’l-Micdâl ve Nesturi Tarihi
29
Ralph Marcus, sözü edilen risaleyi The History of the Life of the Blessed Marut‘a ismiyle
İngilizce’ye tercüme ederek çalışmasının sonuna eklemiştir.
30 Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” ss. 47-71.
31
32
33
Socrates, Kilise Tarihi, vi, 15; I, 704 ve Sozomen, Kilise Tarihi, viii, 16; I, 835’den nakleden:
Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 48, 50; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani
Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 5.
Şevket Beysanoğlu, “Antakya ve bütün Doğu Süryanileri patriki Mar İğnatius Aphram I. Barsaum” tarafından kaleme alınmış olup 1943 yılında Humus’ta basılan Kitabü’l-Lü’lü’ül Mensûr
fî Tarihü’l-Ulûm ve’l-Adâbüs-Süryâniyye isimli eserden nakille Marûsâ’nın İran’a, elçilik göreviyle 399, 403 ve 408 tarihlerinde olmak üzere üç kez gittiği bilgisini aktarmaktadır. Bkz.
Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 25; Krş. Mehmet Mahfuz Söylemez, İslam
Şehirleri, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2011, s. 78, n. 3; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr
Bölgesi Tarihi, s. 86, n. 214; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve
Mar Marutha,” s. 4.
Socrates, Kilise Tarihi, vii, 8; I, 743-746, Theophanes, Kilise Tarihi, i, 128, 132 ve Bar Hebraeus, Süryânice Kilise Kroniği, iii, 46 ff.’den nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of
Maipherkat,” s. 49-50, 52-53; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat
ve Mar Marutha,” s. 5.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
gibi doğu kaynaklarında, olayla ilgili daha farklı bilgiler vardır. Bu metinlere göre Marûsâ’nın Sâsâni sarayına gitme nedeni, Kral Yezdicerd’in imparatora mektup yazarak ondan kendisine yetenekli bir doktor göndermesini
talep etmesidir. İbn Süleyman’a göre Şah’ın oğlu, İbn Matta’ya göre ise bizzat kendisi hastalanmış, Yezdicerd, İmparator Arkadius’a (377-408) mektup yazarak ondan doktor göndermesini istemiştir34. İran’da Hıristiyanlara
karşı yürütülen baskılardan haberdar olan İmparator, bu durumu fırsat bilerek Marûsâ ile birlikte Şah’a bir mektup göndermiş, “Tanrı’nın iktidarı
kendilerine keyfî olarak kullanmaları için değil, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandırmaları için verdiğini” söylediği mektubunda, Hıristiyanlara
uygulanan baskıların önüne geçilmesi talebinde bulunmuştur. Oğlunun
sarası ile kendi baş ağrısını tedavi eden Marûsâ tarafından kendisine takdim edilen mektubu okuduktan sonra imparatora hak veren Yezdicerd,
“Maipherkat Piskoposu”na ülkesinde kilise inşâ etme ve tebliğde bulunma
izni vermiştir. Bu hadiselerden sonra İran’da yaşayan Hıristiyanlar dinlerini özgürce yaşamaya başlamış, hatta 410 yılında Yezdicerd’in himayesinde
Medâyin’de toplanan bir konsilde batı kilisesinin öğretileri müzakere edilerek doktrinler arasında bir paralellik kurulmaya çalışılmıştır. Görevini
son derece başarılı bir biçimde yerine getiren Marûsâ, daha sonra Şah’ın
izniyle İran’da medfûn bulunan Hıristiyan şehitlerinin kemiklerini ve onlarla ilgilil kitapları toplamış, bir kısmını Maipherkat’ta bırakırken, diğerlerini batıdaki kiliseler arasında paylaştırmıştır.35
Piskopos Marûsâ ile ilgili en kapsamlı bilgi daha önce sözü edilen
anonim risalede bulunmaktadır. Marcus’un tamamını İngilizce’ye tercüme ederek çalışmasının sonuna eklediği söz konusu risaleye göre, İran
ile Roma arasındaki sınırda hüküm süren putperest Marûsâ, Armenialı
Hıristiyan bir soylunun kızı Meryem ile evlenerek Hıristiyan olmuş, vefat
ettiğinde, ardında ikisi asker olup İmparator’un hizmetine giren, biri de
kendi yerine geçerek ata topraklarının idaresini üstlenen üç oğul bırakmıştır. Babasının yerine geçen geçen oğulun bir oğlu olmuş, çok dindar bir
kadın olup ailesinin topraklarında kilise yaptırmış olan babaannesini tarafından dedesi Marûsâ’nın ismi verilen bu çocuk, yoğun bir dini eğitim ve
riyazet hayatının ardından önce ninesinin yaptırdığı kilisede görev yapmış,
daha sonra da bölgenin piskoposluğuna tayin edilmiştir. Marûsâ’nın gerek
vaazları, gerek tabâbet yeteneği, gerekse de kerametleri bir süre sonra o
kadar meşhur olmuştur ki, şânını duyan Sâsâni Şahı Yezdicerd, yanında
bulunanların tavsiyesi üzerine onu sarayına çağırarak oğlunu tedavi etme-
34
35
Kitâbu’l-Micdâl, f. 151b-153a’dan nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 51; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 5. Nesturi Tarihi, s. 23-25’ten nakleden: Marcus, “The Armenian Life of Marutha
of Maipherkat,” s. 53; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar
Marutha,” s. 6.
Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” ss. 50-54; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 6-7.
131
132
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
sini istemiştir. Yaptığı cin çıkarma tedavisi ile Sâsâni şehzadesini sağlığına kavuşturan Marûsâ, dileğini soran mutlu babaya “Hıristiyanlara karşı
hoşgörülü davranmasını ve İmparator ile barış anlaşması imza etmesini”
arzuladığını bildirmiş, Piskopos’un talebini kabul eden Şah, onu bir barış bildirisi ile birlikte ülkesine yolcu etmiştir. İmparator tarafından çok
iyi karşılanan Marûsâ, ondan, Maipherkat bölgesinde “kalın bir duvar ve
bu duvarın iç kısmına, azizlerin kemiklerini defnedeceği bir kilise” yapma izni, söz konusu inşaat için para ve işçi, ayrıca Sâsâni hükümdarına
yazılmış bir mektup ile geri dönmüştür. Derhal inşâ etmek için izin aldığı
şehrin yapımına başlayan Marûsâ, muhtemelen inşaat faaliyetleri devam
ederken, yanında başka din adamları da bulunduğu halde yeniden İran’a
gitmiş, İmparator’un mektubunu Şah’a takdim etmiştir. Bu ikinci seyahati
esnasında Hıristiyanlığı telkin ettiği Şah ile yakın ilişki kuran, onun “çevresinden gizlemek zorunda kalsa da gerçek inancı bulmasına vesile olan,”
hükümdarın rahat vermeyen başağrılarını tedavi eden ve kendisini bertaraf etmeye çalışan Zerdüşt din adamlarıyla mücadele eden Marûsâ, inşâ etmekte olduğu şehrin masralarına katkı sağlamak için kendisine üzerinde
mührü bulunan altın dolu bir küp veren Yezdicerd’in izniyle II. Şahpur döneminde İran’da katledilen Hıristiyan şehitlerinin kemiklerini toplayarak
yeniden ülkesine dönmüştür. İmparator Theodosios tarafından yine büyük
bir coşkuyla karşılanan Marûsâ, ondan ülkenin her yerindeki aziz ve şehit
kemiklerinin toplanarak kurduğu şehre defnedilmesi yönünde izin ve bu
çerçevede bir talimatname almıştır. Bu çerçevede Roma ülkesinden 120
bin, Sâsâni ülkesinden 80 bin, Asurî ülkesinden 20 bin ve Armenia’dan
60 bin olmak üzere toplam 280 bin şehit ve azizin kemiklerini toplamıştır.
Daha sonra kuracağı şehitler şehrinin ihtiyaçları için yapılan bağışlar ve
yüksek gelirli köyler, çiftlikler, bağlar ve zeytinliklerin tahsisat fermanları ile birlikte Mezopotamya’ya dönmüştür. Kurmuş olduğu şehirde birçok
kilise inşâ ettiren Marûsâ, bu kiliselerin duvarlarına altarlara şehitlerin kemiklerini yerleştirmiştir. Bundan sonraki yaşamı boyunca Bizans-Sâsâni
ilişkilerinin barış içinde devam ettiği Marûsâ, 421 yılının Haziran ayı başında, kendi şehri Martyropolis’te hayatını kaybetmiştir.36
Marcus
36
tarafından
İngilizce’ye
çevrilmiş
olan
anonim
risale,
Anonim risalenin tamamının İngilizce çevirisi için bkz: Marcus, “The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 55-70. Ayrıca bkz. Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/
Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 9-13. Kaleme almış olduğu ilahiler halen Süryânî, Mârûnî ve
Keldânî kiliselerinde okunmakta olan ve aynı zamanda başta İznik Konsili’nin kararlarının
Süryânice’ye tercümesi olmak üzere sayısız eser kaleme almış olup Anadolu’ya dönük Arap ve
Pers akınlarının yoğunlaştığı dönemlerde mezarı Martyropolis’ten Mısır’daki Scete Çölü’nde
bulunan bir Süryânî manastırına nakledilecek olan Martyropolisli Marûsâ, sonraki dönemlerde
Kilise tarafından aziz ilan edilecek, adına, Latin, Süryânî, Grek ve Kopt kiliseleri tarafından
günümüzde de her yılın 4 Aralık tarihinde halen kutlanmaya devam edilen Aziz Marûsâ Yortusu ihdas edilecekti. Bkz: Alban Butler, The Lives of the Fathers, Martyrs and Other Principal
Saints, Dublin 1845, s. 100; Söylemez, İslam Şehirleri, s. 82; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise
Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 4-5.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
Meyyâfârikîn’in kuruluş meselesinin dayandırılabileceği en sağlam kaynak
olduğu anlaşılmaktadır. Diğer kaynaklarla kıyaslandığında onların rivayetlerinin makul yönlerini de kapsayan geniş bir perspektife sahip olduğu
görülmektedir. Bunun nedeni eserin erken dönemde ve büyük ihtimalle
bölgede yaşayan bir Süryânî tarafından kaleme alınmış olması ile ilgilidir.
İslâm kaynaklarında zikredilen kuruluş anlatısı ile anonim risalenin anlatımı arasındaki, örneğin Kilise tarihlerindekilerden çok daha bariz olan
paralelikler, bize, İbnu’l-Ezrak tarafından aktarılmış olan kuruluş öyküsünde işaret edilen Süryânice el yazmasının bu risale olabileceğini düşündürmektedir. Kuşkusuz bu konuda son sözü söylemek mümkün değildir,
fakat özellikle Marûsâ ile Sâsâni Şahı arasındaki ilişkiyi anlatan kısımlardaki benzerlikler, böyle bir ihtimalin hiç de zayıf olmadığını ortaya koymaktadır.
Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşu ile ilgili olarak İslâm kaynaklarında
nakledilen bilgiler ile Ralph Marcus’un derlediği kayıtlar arasında bir karşılaştırma yapıldığında İslâmî kaynaklarda kronoloji hataları olduğu görülmektedir. Meselâ İbnu’l-Ezrak’ın nakli üzerinden konuya temas eden
İslâm kaynakları, ilki I. Yezdicerd’in tahta çıktığı 399’da, ikincisi 403’te,
üçüncüsü II. Theodosios’un Doğu Roma İmparatoru olarak taç giydiği 408’de ve dördüncüsü de 410 yılında Medâyin’de düzenlenen konsile katılmak amacıyla olmak üzere37 İran’a dört kez gittiğini tespit edilen
Marûsâ’nın tarihsel etkinliklerini yaklaşık çeyrek asır önce hüküm süren
Şahpur (309-378) dönemine tarihlemekte ve özellikle Süryânî kaynakları tarafından da desteklenen “Kral’ın saralı oğlunun tedavisi” meselesi,
Müslüman yazarların eserlerinde “Şah’ın güzel kızının tedavi edilmesi”ne
dönüşmektedir.38 Bununla birlikte İslâm kaynaklarında nakledilen kuruluş öyküsü, ana hatlarıyla tarihî gerçeklerle uyum içerisindedir.
Meyyâfârikîn şehrinin kuruluşunu bütün kaynaklar ve bunlarda zikredilen rivâyetler ışığında, şöyle özetlemek mümkündür: Bilinen ilk ismiyle
Martyropolis, dedesi kuzey Mezopotamya’da hüküm süren bir yerel hâkim
olan ve faaliyetleri 383-421 yılları arasına tarihlenen Marûsâ b. Layûtâ tarafından, ailesinin uzun zamandan beri hâkim olduğu topraklarda, “daha
önce büyük bir köyün de bulunduğu” Maipherkat bölgesinde kurulmuştur.
Bizans İmparatoru ile Sâsâni Şahı arasındaki diplomatik ilişkilerde önemli
bir rolü bulunan Marûsâ, yukarıda değerlendirmiş olduğumuz kayıtlardan
açık bir biçimde anlaşıldığı gibi, 399 yılında ilk kez gittiği İran’dan döndükten sonra Theodosios’un izniyle şehrin temellerini atmış, 408 yılında37
“The Armenian Life of Marutha of Maipherkat,” s. 47; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile
Diyarbakır Tarihi, I, s. 26; Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve
Mar Marutha,” s. 7.
38 Mehmet Mahfuz Söylemez, Meyyâfârikîn (Silvan) Tarihi Üzerine Notlar isimli önemli makalesinde, Sâsâni Şahı’nın “kızının tedavisi” ile ilgili talebinin, Piskopos Marûsâ’ya, 399 yılında
ilk kez elçi olarak gittiği Medâyin’de bulunduğu sırada iletildiğini belirtmekteyse de, yazarın bu
ikre nasıl ulaştığı anlaşılamamaktadır. Bkz. Söylemez, İslam Şehirleri, s. 81.
133
134
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
ki ikinci ziyaretinden sonra İran’dan getirdiği şehit kemiklerini defnettiği
bu şehre “Şehitler Şehri” anlamına gelen Martyropolis ismini vermiştir.
Günümüze ulaşan yazılı kaynaklarda ismine ilk kez 410 yılında rastladığımız Martyropolis, buna göre dördüncü yüzyılın sonu39 ve beşinci yüzyılın
başlarında kurulmuştur.40
Şehrin tarihini Marûsâ tarafından kurulmasıyla birlikte başlatan geleneksel anlatıya göre, 4. yüzyılın son on yılındaki kilise konsillerine katılan,
Bizans ile İran hükümdarları arasında elçilik yapan, tabiplik yeteneği sayesinde Şah’ın güvenini kazanarak İran’da Hıristiyanlığı yayma imkânı bulan
Marûsâ, İmparator Theodosios ile Şah I. Yezdicerd arasında elçilik heyetlerine de başkanlık etmişti. İran’da yaşayan Hıristiyanların dinsel özgürlüğü için mücadele vermiş, 408 tarihli ziyaret sırasında, daha önce II. Şahpur
tarafından katledilen Hıristiyan şehitlerin kemiklerini alarak Nymphios
Nehri’nin (Batman Suyu) batı yakasına yakın bir noktada henüz kurmuş
olduğu şehre defnetmiş, burası bundan sonra Martyropolis (Medûrsâlâ)
ismiyle anılmaya başlanmıştır.
Martyropolis’in Fiziksel Gelişimi
Marûsâ tarafından kurulmasından önce, Martyropolis şehrinin bulunduğu
yerin çalılık ve dikenliklerle kaplı bir alan olduğunu söyleyen kaynaklar,41
şehirdeki ilk inşâ faaliyetinin Piskopos’un, hayvanlarını hırsızlardan ve
vahşi hayvanlardan korumak maksadıyla çalı, diken ve kamışları kullanarak inşa ettiği ilkel barınaklar olduğunu kaydederler.42 Yine aynı kaynaklar, şehrin kurulmasından önce, sonraki dönemlerde oluşacak olan şehrin
rabazında büyükçe bir köyün bulunduğunu, hatta hakkında pek fazla bilgimiz bulunmayan bu köyde İsa Mesih zamanından kalma bir kiliseye ait bir
duvarın o sırada durduğunu da belirtirler.43 Nitekim şehrin Marûsâ’dan
39
40
41
1913 tarihli Katolik Ansiklopedi’de, şehrin dördüncü yüzyılın sonunda kurulduğuna işaret
edilmektedir. Bkz. Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/
wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis, Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a-18a; Yâkût, V, s. 236-237; İbn Şeddâd, III/I,
s. 260-265; Grigor, Okçu Milletin Tarihi, s. 52; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Minorsky,
“Mayyafarikin ,” s. 928-929; Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, s. 6; Abdurrahim Tufantoz, Ortaçağ’da Diyarbekir, Mervanoğulları / 9901085, Aça Yayınları, İstanbul 2005, s. 47; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır
Tarihi, I, s. 25-26; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85-86.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş.
Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26.
42 İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16b-17a; Yâkût, V, s. 236; İbn Şeddâd, III/I, s. 263;
Krş. Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26.
43
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; Yâkût, V, s. 236; Kazvînî, Âsâru’l-Bilâd, s.
379; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş. G. Le Strange, The Lands of the Easrtern Caliphate, Frank
Cass&Co. Ltd., 1966, s. 112; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26;
Söylemez, İslam Şehirleri, s. 82; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85;
Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,” s. 9. 14 ya
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
önce harap bir halde de olsa var olduğunu, piskoposun burayı tahkim ederek şehitler şehrine dönüştürdüğünü belirten kayıtları44 da bu köy ile ilişkilendirmek gerekir. Bu bakımdan, Marûsâ’nın bölgedeki ilk inşâ etkinliklerinin ilkel barınaklardan ibaret olmasından hareketle, Martyropolis ile adı
geçen köyün birbirlerine yakın ya da sonraki dönemlerde birleşmiş olsalar
da şehrin kuruluşu esnasında aynı yerde olmadıklarını, nitekim kaynaklarda sözü edilen köyün “şehrin rabaz kısmında” bulunduğunu kaydetmelerinden45 de anlaşılacağı üzere, Marûsâ’nın şehrinin muhtemelen adı geçen
köyün kırsalında kurulmuş olduğu ileri sürülebilir.
Marûsâ’nın Maipherkat bölgesinde yaptığı ilkel barınaklar dışında şehirdeki ilk inşâ faaliyetlerinin, 399 yılında gerçeleştirdiği ilk İran ziyaretinden sonra imparatordan aldığı izinle yapımına giriştiği duvar olduğunu
söyleyebiliriz. Buna göre, Theodosios’un desteğiyle çalışmalara başlayan
Marûsâ, şehrin iziksel inşâsı anlamında ilk olarak küçük taşlardan mamul
kerpiçlerle kemerler binâ etmiş, bu kemerlerin çevresini diken ve çalılıklarla çevirmiş, “tepede” büyük bir kilise yaptırmıştır. Ardından sözü edilen
kilisenin yanına pek sağlam olmamakla birlikte şehir surlarını andıran bir
duvar inşâ ettirmiş, daha sonra da imparatora mektup yazarak buranın
korunması için bir kale yapma izni istemiştir. İmparator’un izni ile kale
inşaatına başlayan Marûsâ, daha sonra 408 tarihli ikinci İran ziyareti esnasında Sâsânî hükümdarından da destek istemiş ve kendisine sağlanan
büyük maddi destekle adım adım şehri inşâ etmeye devam etmiştir. Surun
doğu tarafına bakan köşesinde kral burcu inşâ edilmiş, üç katlı burcun
üçüncü katı kilise yapılarak üzerine imparatorun ismi yazılmıştır. Şehirde
Piskopos tarafından inşâ ettirilen Aziz Petrus ve Pavlus manastırlarının
yanısıra, İmparatorluğun ileri gelen devlet adamları da inşaata katkı sağlayarak şehirde birer kule ve kilise yaptırmışlardır. Hummalı faaliyetlerle
şehri inşâ etmeyi sürdüren, şehri üç kuleli ve sekiz kapılı bir sur ile çeviren
Marûsâ, İran’dan ve Rûm ülkesinin çeşitli yerlerinden getirdiği aziz kemiklerini binâ edilen sur kemerlerinin arasına defnetmiştir.46
44
45
46
da 15. yüzyıla tarihlenen bir coğrafya kitabının yazarı olan Bâgevî, Hazreti İsa’nın zamanından
kalma kilisenin duvarlarının halen mevcut olduğunu kaydetmiş olsa da, onun sözünü ettiği duvarları bizzat görüp görmediği ile ilgili bir bilgimiz yoktur. Yazar, bu bilgiyi muhtemelen başka
bir kaynaktan almıştır. Bkz. El-Bahru’l-Hemâmu’l-Âlem Abdurraşîd Sâlih b. Nûrî el-Bâgevî,
Kitâbu Telhîsi’l-Âsâr ve Acâibi’l-Meliku’l-Kahhâr, Notlarla birlikte çeviren ve yayınlayan:
Ziyâeddîn İbn Mûsâ Bunyatov, Moskova 1971, v. 49b.
Grigor, Okçu Milletin Tarihi, s. 52; Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Butler, The Lives of
the Fathers, Martyrs and Other Principal Saints, s. 100; Catholic Encyclopedia (1913) / Martyropolis. Bkz. http://en.wikisource.org/wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)/Martyropolis,
Erişim tarihi: 24.10.2011, 11.00; Redgate, The Peoples of Europe, The Armenians, s. 154.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 16a; İbn Şeddâd, III/I, s. 260; Krş. Beysanoğlu,
Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 26.
İbnu’l-Ezrak, British Museum, Or. 5803, v. 17b-18a; Yâkût, V, s. 237-238; Kazvînî, Âsâru’lBilâd, s. 379-380; İbn Şeddâd, III/I, s. 264-265 vd; Marcus, “The Armenian Life of Marutha of
Maipherkat,” s. 63-64; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Le Strange, The Lands of the Easrtern
Caliphate, s. 112; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s. 27; Çevik, XIXIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 85, n. 211.
135
136
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
Kuruluşundan hemen sonra İmparator II. Theodosios (408-450)
döneminde sınır şehri olarak büyük bir önem kazanan ve Sophanene bölgesinin merkezi haline gelen Meyyâfârikîn, 502 yılında Sâsânî hükümdarı
Kubâd b. Firûz tarafından ele geçirilmesinden de anlaşıldığı gibi, 5. yüzyıl
boyunca yeterince tahkim edilememiştir. Nitekim şehrin savunma sorunu
bu olaydan sonra önem kazanmıştır.
Anastasios döneminde başlanan tahkîmât çalışmaları, şehrin ismini
Iustinianopolis’e çeviren İmparator Iustinianos (527-565) döneminde de
devam etmiş, bu çalışmalarla şehir surlarının yüksekliği ve kalınlığı iki
katına çıkarılmış, şehre mükemmel bir müdafaa sistemi kurulmuştur.47
Iustinianos dönemindeki eklemelerle son şeklini almış olan şehir kalesi,
sonraki yıllarda da Hamdânîler, Mervânîler ve Eyyûbîler tarafından büyük
oranda elden geçirilmiştir.48
Kaynaklar
Ahmet Ali Bayhan, “Diyarbakır ve Çevresindeki Eyyubi Eserlerinden Örnekler,” 1. Uluslararası
Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler:
Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004
Aknerli Grigor, Okçu Milletin Tarihi, Çeviren: Hrand D. Andreasyan, Yeditepe Yayınları, İstanbul
2007
Alban Butler, The Lives of the Fathers, Martyrs and Other Principal Saints, Dublin 1845
Canan Seyfeli, “Osmanlıya Kadar Diyarbakır ve Çevresinde Ermenilerin Dini Durumları,” 1.
Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler,
Editörler: Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004
Ellen Churchill Semple, “The Ancient Piedmont Route of Northern Mesopotamia,” Geographical
Review, C. 8, No. 3 (Eylül 1919)
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, IV, İkdâm Matbaası, 1314
J. G. Taylor, “Travels in Kurdistan, with Notices of the Sources of the Eastern and Western Tigris,
and Ancient Ruins in Their Neighbourhood,” Journal of the Royal Geographical Society of
London, 35, (1865)
H. Allen Tupper, Armenia, 1896
H. F. Amedroz, “Three Arabic MSS. on the History of the City of Mayyafariqin,” JRAS, (Ekim 1902)
Holmes, “Tigranocerta,” s. 120; Abdulgani Bulduk, El-Cezîre’nin Muhtasar Tarihi, Yayına
47
Taylor, “Travels in Kurdistan,” s. 24; Minorsky, “Meyyâfârikîn,” s. 197; Honigmann, Bizans
Devletinin Doğu Sınırı, s. 14-16; Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, s.
27-28; Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyâr-ı Bekr Bölgesi Tarihi, s. 87.
48 Ahmet Ali Bayhan, “Diyarbakır ve Çevresindeki Eyyubi Eserlerinden Örnekler,” 1. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu, 20-22 Mayıs 2004, Bildiriler, Editörler:
Kenan Ziya Taş / Ahmet Kankal, Diyarbakır 2004, s. 287.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme / Mustafa Alican
Hazırlayanlar: Mustafa Öztürk / İbrahim Yılmazçelik, F.Ü. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi
Yayınları, Elazığ 2004
İbn Şeddâd, El-A‘lâku’l-Hatîra, III/I, Nrş. Yahya Abbâre, Dımaşk 1968
İbnu’l-Ezrak, Meyyâfârikîn ve Âmid Târihi (Artuklular Kısmı), Araştırma, inceleme ve notlarla çeviren: Ahmet Savran, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayını, Erzurum 1992
Kevork Aslan, Armenia and the Armenians, Fransızca’dan İngilizce’ye çeviren: Pierre Crabitès, The
Macmillan Company, 1920
L. Haupt, Armenien einst und jetzt, Berlin 1910
Mehmet Şimşek, “Doğu-Batı Süryani Kilise Tarihinde Silvan/Maipherkat ve Mar Marutha,”
Uluslararası Silvan Sempozyumu, 25-26 Nisan 2008
Nina G. Garsonian, “The Early-Medieval Armenian City: An Alien Element?” JANES, 16-17, 198485
Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), çeviren: Hrant D. Andreasyan, Notlar: Edouard Dulaurer / Halil
Yınanç, TTK, 3. Baskı, Ankara 2000
Rd. James Dr. Issaverdenz, Armenia and the Armenians, Venedik 1874
René Grousset, Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çeviren: Sosi Dolanoğlu, Aras Yayıncılık,
2. Baskı İstanbul 2006
Ronald Syme / Anthony Richard Birley, Anatolica: Studies in Strabo, Clarendan Press, 1995
Strabon, Geographika, Antik Anadolu Coğrafyası, Kitap: XII-XIII-XIV, çev. Adnan Pekman,
Arkeoloji ve Sanat yayınları, İstanbul 2000
Süleyman Savcı, Silvan Tarihi (Mafarkın Âbide ve Kitabeleri), Diyarbakır Matbaası, 1956
Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I, Ankara 1998
Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitâbeleri ile Diyarbakır Tarihi, I
http://rbedrosian.com/va5.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.50)
http://rbedrosian.com/pb8.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 15.05)
http://rbedrosian.com/seb8.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.55)
http://rbedrosian. com/css1.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45)
http://rbedrosian.com/css1.htm (Son erişim tarihi: 18.11.2011, 14.45)
http://en.wikisource.org/ wiki/Catholic_Encyclopedia_(1913)-/Martyropolis (Son erişim tarihi:
24.10.2011, 11.00)
137
138
TYB AKADEMİ /Eylül 2014
A study on the establishment of the city of Mayyafakirin (Silvan)
Mustafa Alican
Abstract
Mayyafakirin (Silvan) is one of the most geat cities of historical Diyarbakr region. It is an important one political and culturel centers of medieval Islamic World. Its foundation was dated about
late 4th or early 5th century and conquered by muslims in 17/640. The city, was used as a capital by
Marwinids for a while. In this essas, I’II try to survey the foundational narrative of the city.
Keywords: Mayyafakirin, Silvan, foundation, Diyarbakır, Islam.
Meyyâfârikîn (Silvan) Şehrinin Kuruluşu Üzerine Bir İnceleme
Mustafa Alican
Özet
Tarihî Diyârbekir bölgesinin en büyük şehirlerinden biri olan Meyyâfârikîn (Silvan), Ortaçağ İslâm
dünyasının önemli siyaset ve kültür merkezlerinden biridir. Kuruluşu milâdî 4. yüzyılın sonu ya da
5. yüzyılın başına tarihlenen ve Müslümanlar tarafından 17/640 yılında fethedilen şehir, bir dönem
Mervânî Emirliği’ne başkentlik de yapmıştır. Bu çalışmada, şehrin kuruluş öyküsü incelecektir.
Anahtar kelimeler: Meyyâfârikîn, Silvan, kuruluş, Diyârbekir, İslâm.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve
Taziye Merasimlerine Dair
Emine Uyumaz
Dr.
Doğum ve ölüm, insan hayatının başlangıç ve bitimini ifade eden çok
önemli iki dönüm noktasıdır. Birinde sevinç ve coşku hâkimken diğerinde
acı ve hüzün söz konusudur. İnsanoğlu, kaçınılmaz son olan ölüm karşısında hem sevdiğini yitirmenin verdiği acıyı hailetmek, hem de beraberinde
getirdiği bilinmezlik duygusuna ışık tutmak umuduyla gelenek, görenek
ve inançları doğrultusunda çeşitli ayinler/ritüeller oluşturmuştur. Bu çalışmada kaynakların imkân verdiği ölçüde, XI. yüzyılın sonlarından XIV.
yüzyılın ilk yarısına kadar yaklaşık 230 yıl Anadolu’da hâkim güç olarak
hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler döneminde dein sırasında
ve daha sonraki merasimler değerlendirilecektir.
Dein Öncesinde Uygulanan Merasimler
Dönemin kaynaklarda bu konuda en az bilgi, ölüm anında ne tür ayinler/ritüeller düzenlendiğine dairdir. Mevcut bilgilerimize göre, Bizans
Anadolusunda ölmekte olan birisinin başını, keşiş gibi tıraş ettirmesi âdetten idi1. Meselâ, Ioannes Kinnamos Bizans İmparatoru Manuel
Komnenos (1143–1180) devri olaylarından bahsederken Alman İmparatoru
F. Barborossa (1122–1190) ve Papa IV. Hadrianus (1154-1159)’a elçi olarak
gönderilen Mikhael Palaiologos görevi sırasında rahatsızlandığını ve başını
tıraş ettirene kadar öldüğünü nakleder2. Müslümanlar ise ahirete kul hakkıyla borçlu gitmemek için, ölmeden önce helâllik isterlerdi. Rivayete göre
öleceğini önceden hisseden Mevlana Celaleddîn Rumî, yakınlarına elli iki
dirhem tutarında borcu olduğunu ve alacaklıya birkaç altın verilip helâllik
almalarını söylemişti. Lakin alacaklı bunu kabul etmeyip Mevlana’ya hakkını helal ettiğini bildirince “Âlemlerin Rabbine hamdolsun bu korkunç
1
2
Ioannes Kinnamos, Historia, yayına haz: Işın Demirkent, TTK Ankara 2001, s. 114 dipnot 21.
Kinnamos, Historia, s. 111.
139
140
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
beladan kurtuldum”3yolundaki sözleri, Müslümanlıkta ölmeden önce
helâlleşmeye ne kadar önem verildiğine işaret etmektedir.
Mumyalama Geleneği
İslam öncesi Türk gelenekleri arasında yer alan mumyalama adetinin İslamiyetin kabulünden sonra da hemen terk edilmediği görülmektedir.
1130 yılında Çukurova’yı istilaya girişen Antakya Prinkepsi II. Bohemuand
(1108-1130) küçük bir birlikle Anazarba yakınlarında ilerlerken Danişmendli Emir Gazi’nin kuvvetleri ile haçlılar karşı karşıya geldi. II. Bohemund savaşı ve hayatını kaybetti. Türkler Halifeye zaferi duyurmak üzere,
bir çok ganimetle birlikte II. Bohemund’un mumyalanmış kafatasını da
göndermişlerdi4.
Bir Türkmen Beyi olarak eski geleneklerini devam ettiren Danişmendli
Melik Gazi’nin Kayseri civarındaki Melik Gazi köyünde inşa ettirdiği
Melik Gazi türbesinde5 bulunan cesetlerin kısmen çürümüş olmakla birlikte mumyalanmış oldukları bilinmektedir. Anadolu’da mumyalığı bulunan pek çok kümbet arasında Erzincan Kemah’taki Mengücük Gazi6,
3
Arilerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989, II, 5-6.
5
Kayseri Pınarbaşı ilçesi, Melikgazi Köyü’nde bulunan Melikgazi Türbesi yüksek bir tepenin yamacındadır. Kitabesi bulunmasa da Melik Gazi’nin yaşadığı dönem ve türbenin mimari yapısı
ve bezemeleri dikkate alındığında XII. yüzyılda yapıldığı anlaşılmaktadır. Türbe kare kesitli bir
plan üzerine kaide kısmı kesme taştan, tamamı tuğladan yapılmıştır. Klasik Selçuklu türbelerinde olduğu gibi iki bölümden meydana gelmiştir. Türbenin alt katında mumyalık, üst katında
da sandukaların yer aldığı bölüm bulunmaktadır. Mumyalık kısmına türbe girişinin altındaki
kapıdan girilmektedir. Sonraki yıllarda yapının içerisinden de buraya açılan bir geçit yapılmıştır. Mumyalık kısmı çapraz tonozlu ve haç planlıdır. Bu bölümün dışı kesme taştan, içerisi de
tuğla moloz taş karışımı ile yapılmıştır. Mumyalığın üzerinde, sandukanın bulunduğu üst kat
ince ve yassı tuğlalardan örülmüştür. Türbenin üzeri içten tromplu kubbe, dıştan da altıgen bir
kasnak üzerine sivri külah şeklindedir. (bkz. http://www.kenthaber.com/ic-anadolu/kayseri/
pinarbasi/Rehber/turbeler/melikgazi-turbesi). Resim 1
4
6
Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Ankara 2007, s. 122.
Türbenin üzeri piramidal bir külah ile örtülmüştür. Türbe taş temeller üzerine tuğladan yapılmıştır. Sekizgenin kenarları dikdörtgen çerçeveler içerisine alınmış, köşelerdeki payelerle
de dışa çıkıntı yapmıştır. Külahın alt kısmı ile gövdenin üstüne tuğla mozaiklerle, kui yazılı
kitabeler yerleştirilmiştir. Türbenin içerisi horasanlı harç ile sıvanarak silindirik gövdeye dönüştürülmüştür. Türbenin girişi küçük bir portal şeklindedir. Sivri kemerli alınlığı, geometrik
geçmelerle süslenmiş, altına da bir satırlık kui yazılı kitabe yerleştirilmiştir. Buradaki köşe
sütunlarının üzerine oturan alınlık kemeri, bir daire bir baklava olmak üzere tuğla mozaiklerle bezenmiştir. Sırsız tuğlalar arasındaki alçı dolgu süslemeler ve iruze çinilerle görkemli bir
görünüşü olan kapı kırık kemer içerisine alınmıştır. Buradaki sırlı tuğladan kui yazılı kitabede
“...El-merhum, es-said, eş-şehid, el- Gazi” yazılıdır. Giriş kapısının altında bulunan bir kapıdan
merdivenle mumyalığa inilmektedir. Mumyalığın üzerinde de iki satırlık Farsça bir kitabe bulunmaktadır:
“Dünya durdukça o Mengücek Sultan tarafından aydınlatılacaktır.”
Mumyalığın üzerindeki zemin katının bir bölümü mescit durumuna getirilmiştir. Burada Melik
Gazi’nin sembolik sandukası bulunmaktadır. Kümbetin duvarları içten silindirik olup buraya siyah mürekkeple Farsça ve Arapça iki kitabe yerleştirilmiştir. Buradaki Arapça kitabede
Behramşah’ın Kılıç Aslan’ın kızlarından birisi ile evlenmiş olduğu belirtilmiştir. Mumyalık
kısmında üst katı taşıyan sekizgen bir paye ile beş eşit parçaya bölünmüştür. Duvarlar 80 cm.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
Erzurum’da Çifte Minareli, Seyitgazi Eyvan Türbe ve Afyon Kureyş Baba
Kümbetlerini sayabiliriz. Bunlardan Kemah’taki kümbetin mumyalığında
gerçekten mumyalanmış bir ceset bulunuyorken, diğerlerinde sadece iskelet halinde buluntular vardır7
Amasya’daki Fethiye camiinin8 bodrumunda İlhanlı döneminde vezirlik yapan Amasya valisi Pervane, eşi, cariyesi ile kız ve erkek çocuklarına
ait olan mumyalar bulunmuştur. 14. yüzyıldan kalma ve Amasya Müzesine9
nakledilmiş olan bu mumya örnekleri günümüzde Amasya müzesinin
en çok ilgi gören kısmını oluşturmaktadır. Konya’da bulunan Celaleddîn
Karatay’ın cesedi de mumyalıdır10.
Anadolu’da mumyalama geleneğiyle ilgili en ilginç bilgi, hiç şüphesiz
Altun-Aba vakiyesi kayıtlarında yer almaktadır. Bu bilgiye göre Sultan,
herhalde kendi imkânları ile mumyalanan ileri gelen zevat için değil; yoksul ve dindar Müslümanlar’ın kefenlenme, gömülme masralarının yanı
sıra mumyalanması için de vakıf geliri tahsis etmiştir11.
Yas Alâmetleri ve Süresi
Geçmişten günümüze birçok toplumda yası sembolize eden renk siyah-
7
8
9
10
11
yüksekliğe kadar taş örmelidir. Mumyalığın üzeri basıktır. Melik Gazi’nin mumyası zaman zaman açıldığından bozulmuştur. Ayrıca burada beş mezar daha bulunmaktadır (bkz. http://
www.kenthaber.com/dogu-anadolu/erzincan/kemah/Rehber/melik-gazi-turbesi ) Resim 2.
O. Turan, “Selçuklu Devri Vakiyeleri I Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi ve Hayatı”, Belleten
1947, XI, 208.
Bu bina Bizans prenseslerinden Helana tarafından 7. Yüzyılın ilk yarısında kilise olarak inşa
edilmiş ve 1116 yılında Danişmentliler tarafından camiye çevrilmiştir. Caminin bodrumunda,
eski Selçuklu veziri ve Amasya Valisi Pervane, eşi, oğlu ve kızına ait 4 mumya, Türk kültürü
içindeki tek örnektir. Bu mumyalar 1928 yılında camiden alınarak Amasya Müzesine kaldırıldı
ve sergilenmeye başlandı.
Amasya müzesi ilk kez 1925 yılında Beyazıt Külliyesindeki medresenin iki odasında hizmet
vermeye başlamıştır. Sergilenecek eser sayısı artmaya başladıkça 1962 yılından itibaren Selçuklu eseri olan Gök-medrese’ye naklolmuştur. 1977 yılında ise yeni yapılan binasında hizmet
vermeye başlamıştır (bkz. http://www.amasyakulturturizm.gov.tr.) Resim 3
O. Turan, “Altun-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI, 209. Karatay ailesinden ve Karatay Medresesi’nin
son mütevellisi Rahmi Efendi’nin komşusu İbrahim H. Konyalı’ya nakil ettiğine göre: Karatay
Türbesinin bir türbedarı vardır ve o, Celaleddîn Karatay’ın mumyalanmış ızgara üzerinde duran tabutun içindeki pamuklara sarılı cesedinin bakımı ile ilgilenmektedir. Bu bakım her yıl
mumya üstündeki pamukların, örtünün değiştirilmesi tarzında olmaktadır. Çünkü mumyası
bayramlarda, mübarek günlerde Karatay Ailesi’nin yaşayanları tarafından ziyaret edilmektedir. İşte bir bayram günü son mütevelli Rahmi Efendi, babası ile birlikte ziyarete gider. Henüz
küçüktür. Mumya, diri gibidir. Babası ve büyükler, uzanmış haldeki elini öperler. 0 da öpmek
için ele yapışır. Yüksek olduğu için fark etmeden asılmıştır. Karatay’ın eli kopar ve küçük torununun elinde kalır. Bu hatıradan anlaşılacağı üzere Celaleddin Karatay’ın mumyası son asra
kadar durmakta ve ziyaret edilmektedir. Daha sonra türbenin bu kısmının kapısı kapatılmıştır
(bkz. Ahmet Çelik, “Emir Celaleddin Karatay”, Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, IX, Sayı
8, s. 116- 120, 11 Mart 2009 Çarşamba). Resim 4
O. Turan, “Altu-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI, 208.
141
142
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
tır12. Nitekim bu, çalışmanın kapsadığı zaman diliminde Anadolu’daki
farklı topluluklar için de geçerlidir. Meselâ, Ermeni Prensi Haçik ve küçük
oğlu İşkhan Müslümanlarla girdikleri bir savaşta ölünce (11 Mart 1041-10
Mart 1042) babalarının ve kardeşlerinin vefat haberini alan prensin diğer
oğulları siyah matem elbisesi giyip çok ağlamışlardı13. Yine Alp Arslan’ın
Kafkasya ve Anadolu seferi sırasında Kars/Vanand prensi Gagik Abas, sultanın elçilerini güya Tuğrul Bey’in ölümü dolayısıyla halâ matemdeymiş
gibi siyah elbise giyip siyah bir mindere oturarak karşılamıştır. Elçi “Sen
bir kralsın niçin siyahlara büründün” diye sorunca Gagik, “Alp Arslan’ın
kardeşi ve benim de dostum olan Sultan Tuğrul’un öldüğü gün ben bu
siyah elbiseleri giymiştim” cevabını vermişti14.
I. Aleksios Komnenos (1081-1118) vefat ettiğinde eşi hükümdarlık rengi
olan mor ayakkabı ve giysi yerine siyah sandalet ve elbise tedarik edilmesini istemiştir.15 Yine İlhanlı hükümdarı Gazan Han öldüğünde (1304) de
siyah renk elbiseler giyildiği bilinmektedir.
İbn Bibi’nin Sultan I. İzzeddîn Keykavus (1211-1220)’un ölümü vesilesiyle naklettiği “I. İzzeddîn Keykavus ölünce (1220), Malatya’da tutuklu
bulunan kardeşi Alâeddîn Keykubad’ı tahta çıkartmak için Seyfeddîn
Ayaba melikin tutuklu bulunduğu kaleye gidince Sultan’ın öldüğünü
ve hayırlı bir iş için geldiğini kale kutvaline/komutanına söyleyip ölen
Sultan’ın siyaha boyadığı sarığını ve yüzüğünü göstermesinden16” şeklindeki bilgiden Türkiye Selçuklularında da siyahın yas rengi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Abbasi halifelerinin sembol renginin beyaz olduğuna
binaen, hilafete olan bağlılığa atıf olmak üzere, devletin resmî matem rengi beyaz idi. Bu nedenle sultanlar yas törenlerinde beyaz atlas giyerlerdi.
Meselâ, I. Alâeddîn Keykubad (1220-1237), ağabeyi I. İzzeddîn Keykavus
ölünce (1220) taziye elbisesi olarak beyaz atlas giymişti17. Kezâ I. Alâeddîn
Keykubad öldüğünde (1237) yerine geçen oğlu II. Gıyaseddîn Keyhüsrev de
bu taziye geleneğine uyarak beyaz atlas giymiş, bütün emir ve askerler de
elbiselerinin üzerine gaşiye18 adı verilen beyaz örtüler çekmişlerdi19.
Siyahın Anadolu’daki Türkler arasında yas ve hatta bir çeşit intikam
12
13
14
Mevlana’ya göre, “rüyada mavi ve siyah matem ve gama delalet” etmektedir (bkz. Aydın Taneri,
Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977, s. 51).
Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162),
Türkçe çev. H. Andreasyan, TTT Ankara 1987, s. 76-77.
Urfalı Mateos, Vekayi-Namesi, s. 121-122.
15
Anna Komnena, Alexiad, Türkçe çev. Bilge Umar, İstanbul 1996, s. 524.
17
İbn Bibi, s. 210, Türkçe çev., I, 228.
16
18
19
İbn Bibi, s. 206, Türkçe çev. I, 224.
Gaşiye hakkında bkz., E. Merçil, “Gaşiye ve Selçuklular’da Kullanlışına Dair Örenkler”, Yusuf
Hikmet Bayur Armağanı, Ankara 1985, s. 321-328.
İbn Bibi, s.466-67, Türkçe çev., II, 22.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
alâmeti olarak kullanışına dair Anna Komnena’nın20 verdiği şu bilgi de oldukça enteresandır: “Lampe’de bulunan Türklere karşı saldırıya geçen
Bizans askerleri o kadar gaddarca davrandılar ki, onların yeni doğmuş
bebelerini bile kaynar su kazanlarına attılar. Çok kişiyi kıyımdan geçirdiler, keza pek çok kişiyi tutsak ettiler. Sağ kalanlar, soydaşlarına başlarına gelenleri anlatmak için kara giysilere büründüler ve Türkler’in bulunduğu yerleri dolaşıp kurbanı oldukları zulümleri anlatarak giysileri
ile kendilerine acındırıp öç almaya kışkırttılar”.
Seyyah İbn Battuta21da Sinop’a geldiğinde şehrin hâkimi olan İbrahim
Bey’in annesinin ölümü ile ilgili bilgi verirken, cenazeye katılan erkeklerin
başlarına sarık yerine siyah yünden yapılmış bez doladıklarından bahsetmektedir. Bunların dışında Elâkî ise Konya’da yas süresince “Hindbârî”den
yapılmış matem elbisesi giyildiğini kaydetmektedir22.
İbn Bibi’nin Selçuklu sultanların ölümleri dolayısıyla verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre; Türkiye Selçuklu Devletinin resmî protokolünde
matem süresi üç gün idi. Hatta I. Gıyaseddîn Keyhüsrev Bizans’ta sürgündeyken, tahtını gasp eden ağabeyi Rükneddîn II. Süleyman Şah’ın öldüğünü (1204) haber aldığında yine üç gün boyunca yas tutarak geleneğe uygun
davranmıştır23.
Bundan sonra ikinci kez tahta I. Gıyaseddîn Keyhüsrev savaş meydanında şehit düşünce (1211) devlet erkânı bir taraftan matem merasimini yerine getirirken diğer taraftan da Sultan’ın büyük oğlu İzzeddîn
Keykavus’a durumu bildirmek üzere, Malatya’ya haberci gönderdiler. I.
İzzeddîn Keykavus taziyeleri kabul ettikten sonra Kayseri’ye geldi. Emirler
onu matem elbiselerini giymiş olarak Gedük’de karşıladılar. Üç gün sonra
Sultan I. İzzeddîn Keykavus mateme son verip emirlere hil’at ve unvanlar
verdi24.
I. İzzeddîn Keykavus’un ölümünden sonra I. Alâeddîn Keykubad, yukarıda da ifade edildiği gibi, matem elbisesini giymiş ve beyler de külahlarını
ters çevirerek üç gün yas tutmuşlardı. Sultan dördüncü gün matem elbisesini çıkararak emirlere ikta, menşur ve hil’atlar dağıttı. Hemen ardından
ülkenin her tarafına haberciler gönderilerek, İzzeddîn Keykavus’un öldüğü, Alâeddîn Keykubad’ın tahta geçtiği; herkesin taziye âdetlerine uyması,
sonra da kutlama görevlerini yerine getirmeleri ve bağlılık gösterilerinde
20 Alexiad, s. 441.
21 Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî, İbn Battuta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000, I, 444.
22
23
24
Arilerin Menkıbeleri, I, 86.
İbn Bibi, s. 80, Türkçe çev., I, 101.
İbn Bibi, s. 113, Türkçe çev., I, 133-134; Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d- Düvel
Selçuklular tarihi II, İzmir 2001, s. 42; Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykavus, (1211-1220),
TTK Ankara 1997, s. 21-22.
143
144
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
bulunmaları istenmişti25.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad’ın ölümünden sonra II. Gıyaseddîn
Keyhüsrev de yas elbisesi giyerek tahta oturdu. Üç gün her yerde matem ve
yas tutuldu. Dördüncü gün matem elbiselerinin çıkarıldığı ve herkese rütbesine göre elbiseler verildikten sonra şahane bir eğlence meclisi düzenlendiği26 bilinmektedir. Kezâ onun ölümünün ardından da devlet erkânı
matem ve ağıt törenini yerine getirdikten üç gün sonra saltanat tacının
hangi melike verileceğini kararlaştırmışlardı27.
Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere resmî olmayan yas süresi
ise kırk günü buluyordu. Nitekim Baha Veled öldüğünde (1231) Sultan I.
Alâeddîn Keykubad çok elemlenip dövünmüş ve tam yedi gün saraydan
dışarı çıkmadığı gibi kırk gün de ata binmemişti. Ayrıca tahtı bırakıp hasıra oturduğu gibi kırk gün kalenin Cuma mescidinde hatimler indirtmenin yanı sıra halka sofralar kurdurup, dervişlere adaklar adamıştı. Sultan,
şeyhin türbesinin etrafına Kâbe’nin çevresindeki duvarlar gibi bir duvar
çektirip mermer üzerine de onun ölüm tarihi kazıtmıştır28.
Ahmed Elakî’nin29 verdiği bilgiye göre, Şems-i Tebrizî öldüğünde
(1247) Mevlâna üzüntüsünden bağlara gitmiş ve kırk gün sonra başına duman rengi bir sarık sarmış ve bir daha beyaz sarık sarmadığı gibi, ömrünün sonuna kadar matemlilerin giydiği hindibarî kumaşından dikilmiş bir
ferace giymişti.
Mevlâna öldüğünde (1273) cenaze yıkanıp30 naaşı dışarı çıkartıldığında, büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı31. Kadın ve çocuklar
da orada idiler, herkes ağlıyordu. Erkekler feryad ederek ve elbiselerini
yırtarak gidiyorlardı. Her din ve millettten insan, kendi âdetleri veçhile
kitapları ellerinde Zebur’dan, Tevrat’dan, İncil’den ayetler okuyor, feryat
ediyorlardı32. Diğer taraftan ise güzel sesli hafızlar Kuran’dan ayetler okur25
İbni Bibi, s. 209-210, Türkçe çev., I, 227-228; Müneccimbaşı, II, 58.
27
İbn Bibi, 548, Türkçe çev., II, 87-88.
26
İbn Bibi, 466-467, Türkçe çev., II, 21-22.
28 Ahmet Elâki, Arilerin Menkıbeleri, I, 29-30. Bahaeddîn Veled’in ölüm haberini alan müritlerinden Seyyid-i Sirdan uzakta da olsa cenaze namazını kılıp taziye töreni düzenledikten sonra
kırk gün matem tutmuştur ( bkz. Arilerin Menkıbeleri, I, 57).
29
Arilerin Menkıbeleri, II, 165.
30 Mevlâna’nın naşı yıkanırken bir yandan su dökülüyor bir yandan da ashabın, peygamberin ölümünün ardından cesedinden akan suları içmesi gibi naaştan akan suları bir damla yere düşürmeden içiyorlardı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 12). Resim 5
31 Ölünün ardından baş açmak çok yaygın bir gelenekti. Nitekim Mevlâna’nın eşi Kira Hatun öldüğünde bütün büyükler toplanıp tabutunu götürürken bütün dostlar da Sultan Veled’e uyarak
sarıklarını atmışlardı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, s.92). Yine Şeyh Şerefeddin-ı Herive öldüğünde onun cenazesinde bulunan bir dostuna Mevlâna “cenaze alayı nasıldı” diye sorunca dostu “şu kadar bin kişi onun cenazesinde başını açmış ağlıyordu” cevabını verdi (bkz. Arilerin
Menkıbeleri, I, 508).
32 Mevlâna’nın cenazesinde gayr-i Müslimlerin tutumu Müslümanları rahatsız etmiş ve onların
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
ken, guyendeler Mevlana’nın ölmeden önce söylemiş olduğu mersiyeleri
dile getiriyorlardı. Mevlana’nın tabutu güneş doğarken yola çıkmıştı fakat
tabut yolda altı defa parçalandığı ve her defasında yeni tabutun gelmesi
beklendiği için türbesinin bulunduğu mezarlığa gelindiğinde karanlık basmıştı33. Dein işleminden sonra Sultanlar ve emirler yas geleneğine uygun
bir şekilde kırk gün ata binmemiş ve emirler güçleri ölçüsünde fakirlere
her gün yemek vermişlerdi34.
Konya ahilerinden Ahmed Şah’ın kardeşinin cenazesi ile ilgili olarak
ise, Anonim Selçuknâme’de şu bilgiler verilmektedir: “Ahi Ahmed Şah’ın
kardeşi ölünce cenazesinde on beş bine yakın kişi başı açık yürüdü. Kırk
gün hiç kimse dükkân açmadı. Benzeri görülmedik yas tutuldu”35.
Yine Menakıbü’l-Ariin’deki36 bir kayıtta Şeyh Selahaddîn Kayseri’de
ölünce hizmetçisi çığlık atarak elbiselerini yırttı. Seyyid’in ölüm haberi
Sahib Şemseddîn’e ve ileri gelenlere ulaşır ulaşmaz feryat edip saçlarını
yolarak geldiler. Büyük küçük herkes başını açtı. Sahib Şemseddîn bir hayli
masraf ederek matem töreni tertip etti; sonra hatimler indirilmesi ve türbenin üzerini kapatmalarını emretti.
Lâdikli Kadı Necmeddin öldüğünde cenaze işleriyle meşgul olan kölelerinden bir kısmının saçları kesilmiş ve üzerlerine çul giymişlerdi37.
Ölünün ardından saç kesip, sıradan giysiler giymek doğu Hristiyan dünyasında da yaygın bir adet gibi görünmektedir. Çünkü Anna Komnena38,
babası I. Aleksios Komnenos’un ölümüyle ilgili şu bilgileri vermektedir:
“ İmparatorun ölümü gerçekleşince imparatoriçe hükümdarlara özgü
peçesini çıkarıp küçük keskin bir bıçakla saçlarını, teninin hemen yakınından kestikten39 sonra ayaklarından hükümdarlara özgü mor ayakkaüzerlerine saldırmışlardı. Fakat gayr-i Müslim cemaat bu durum karşısında geri çekilmeyip
direnince büyük bir kargaşa oldu. Bu durum Sultana ve Pervane’ye iletildiğinde onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara “Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır?” dediler. Onlar
da “Biz, Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık
ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz
Müslümanlar, Mevlânâ’yı nasıl devrinin Muhammedi olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın
Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun müridi iseniz biz de onun kulu ve müridiyiz
deyince uzlaşma sağlandı (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 13).
33 Ahmet Elâki, Arilerin Menkıbeleri, II, 13-14.
34 Arilerin Menkıbeleri, II, 16. Ahmed Efkaji, Mevlâna’nın ölümünden sonra kedisinin yedi gün
yedi gece su içmediği, yemek yemediği için öldüğünü ve Mevlâna’nın kızı Melike Hatun’un onu
kefenleyerek mübarek türbenin civarına gömdüğü bilgisini vermektedir. Ayrıca kediyi gömme
töreninde dostlar için helva yapıldığından da bahsetmektedir (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 3).
35
36
Anonim Farsça Selçuknâme-Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi, Tıpkıbasım ve Tercüme: F.
N. Uzluk, Ankara 1952, s. 92, Türkçe çev., s. 65; O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye,
İstanbul 1984, s. 619.
I. 70
37
Arilerin Menkıbeleri, II, 273.
39
Matem alameti olarak Bizanslılar da saç kesmeyi kullanıyorlardı. Nitekim İmparator Andro-
38 Alexiad, s. 524.
145
146
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
bıları çıkarıp herkesin giydiği kara sandalların yanı sıra mor giysinin
yerine de kara bir giysi istemiştir”. Yine Süryani Mihael40, 1170 yılında
Antakya’da büyük tahribata ve ölüme yol açan deprem hakkında bilgi verirken, “Şehrin senyörü Antakya Prinkepsi III. Bohemund saçlarını kesti,
halkın yaptığı gibi, kendisi de harar giydi” demektedir.
Gazan Han’ın ölümü dolayısıyla Anadolu’da yapılan yas merasimleri
de bu hususta güzel bir örnek teşkil etmektedir. Buna göre, 1304 yılında
Gazan Han vefat ettiğinde bütün İlhanlı ülkesinde devlet erkânı ve halk
üzüntüye garkoldu. Her taraftan çığlık ve feryatlar yükseldi. Atların yeleleri kesildi, illerin kulakları dilindi ve alemler/bayraklar aşağı çekildi.
Demir kösler yas müziği çaldı ve küçük büyük herkes ayakkabısını çıkarttı.
Yine yas alameti olarak yırtık elbiseler giyildi, kilimlerin örtüldü, minarelere siyah bezler asıldı, bazar, cadde ve meydanlarda gözyaşı döküldü. Yedi
gün yas tutuldu ve hükümdarın ölümünün duyulduğu her yerde gıyabî cenaze namazı kılındı41.
Yukarıda da söylendiği gibi, büyük seyyah İbn Battuta 1332’lerde
Anadolu’yu dolaşırken pekçok hususta olduğu gibi, cenaze törenleri hakkında da bilgiler vermektedir. Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere,
bu tarihlerde İslâm öncesi Türk geleneklerinin birçoğu devam etmektedir.
İbn Battuta, Manisa’yı ziyaret ettiklerinde Saruhan Bey’i, birkaç ay evvel
ölmüş oğlunun türbesinde bulduklarını, çünkü yasta olan anne ve babasının bayram gecesi ve sabahını bu türbede geçirdiklerini nakletmektedir.
Çocuğun naaşı yıkanıp hazırlanmış42; kalaylı, demir kaplı tahta bir tabut
içine konulmuş ve tabuttan çıkacak kokunun gitmesi için, çatısı açık bir
kubbeye asılmıştı. Bir süre sonra çatı örülecek, tabut yere indirilecek, üstüne de ölünün elbiseleri örtülecekti43.
Sinop’ta bizzat katıldığı İbrahim Bey’in annesinin cenaze töreniyle ilgili olarak da şu bilgileri vermektedir: “İbrahim bey cenazeyi başı açık ve
yayan takip ediyordu. Öteki kumandanlar ve memlûkler ise hem başlarını
açmışlar hem de kaftanlarını ters giymişlerdi. Yargıç ve hatipler ile hoca-
40
41
nikos (1183-1185)’un gayr-i meşru kızı Eirene kocası Aleksios’un babası tarafından önce hapse atılıp daha sonra gözleri oyulmuş ve en son olarak da Khele (muhtemelen Şile)’ye sürgüne gönderilince Eirene saçlarını kesip matem duvarlarının arkasına gizlenmişti (bkz. Niketas
Khoniates’in Historiası, haz. Işın Demirkent, İstanbul 2006, s.97).
Süryanî Patrik Mihallin Vakainamesi, Türkçe çev. H. Anderasyan, TTK Kütüphanesi basılmamış nüsha, Ankara 1944, s. 213; Ebru Altan, “1150-1250 Yılları Arasında Anadolu’da Doğal
Âfetler”, İ.Ü. Edeb. Fk., Tarih Araştırma Merkezi, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Âfetler ve
Deprem Semineri, 22-23 Mayıs 2000, Bildiriler, İstanbul 2001, 2002, s. 41-49.
O. Gazi Özgüdenli, Gazan Han ve Reformları (694/1295-703/1304), M.Ü. T.A.E.Tarih Anabilim Dalı Ortaçağ Tarihi, İstanbul 2000, s. 290-91.
42 Osman Turan (bkz. Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi, Belleten, XI, s. 208) ve V. Gordlevski (bkz.
Anadolu Selçuklu Devleti, çev. Azer Yaran Ankara 1988, s. 307) çocuğun mumyalandığını kaydetmektedirler.
43
İbn Battuta, I, 426.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
lar elbiseleri ters giymişler fakat başlarını açmamışlardı. Kafalarına sarık
yerine siyah yünden yapılmış bir bez dolamışlardı. Bu yörede yas kırk gün
sürüyor ve her gün sofralar kuruluyor, ziyafetler veriliyor! Bu defa da öyle
yapılmıştı”44.
Mevlevî cenazelerinin defni sırasında müzik ve semâ yapmak adetten
idi45. Meselâ, Mevlâna 1260 yılında vefat eden Şeyh Selahaddîn’in ölüm
haberini duyar duymaz bir taraftan başını açıp feryat ederken diğer taraftan beşaret ve nekkarecilerin getirilmesini istedi. Guyendelerden bir grup
cenazenin önünde yürüyor, Mevlâna’da dönerek, semâ ederek ilerlerken
gazel ve mersiye söylüyordu46. Yine Mevlâna kendisine Sultan IV. Kılıç
Arslan’ın vefatı bildirilince hemen semâ’aya başlamış sonra da cenaze namazını kılmıştı47.
Türbe ve Mezarlık Ziyareti
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de dein işleminden sonra çeşitli nedenlerle türbe ve mezarlık ziyaretleri yapılmaktaydı. Meselâ, Hamidoğulları’nın
hâkimiyetindeki Ekridur Beyi Necmeddîn İshak’ın çocuklarından biri
(1333) defnedildikten sonra Necmeddîn İshak ve medresedeki öğrenciler
üç gün boyunca sabah namazını müteakip mezarı ziyaret etmişlerdi48.
Zaman zaman şeyhler mezarlığa gider yavaş sesle kuran okurlardı.
Şeyhlere müritleri de katılırdı49. Mevlevîler mezarlıkta da semâ’a ederlerdi.
Meselâ, Konya’da Kadı Siraceddîn’in mezarının bulunduğu yere gidip, rebap çalarak büyük bir semâ’a merasimi yapmışlardı50. Bazen de dönemin
ünlü âlimleri halka açık vaaz verecekleri zaman mezarlıkları tercih edebiliyorlardı. I. Alâeddîn Keykubad, Baha Veled’den vaaz etmesini isteyince o
da minberini, Konya’daki Guristan Kaanî’i denilen mezarlığa koydurmuş
ve ünlü âlimi dinlemek isteyen kadın erkek herkes burada toplanmıştı51.
İçinde bulunulan bir müşkilin halledilmesi için türbe ya da mezarlık-
44
45
46
47
İbn Battuta, I, 444.
Bir grup Mevlâna’ya “Eskiden beri ölülerin cenazesi önünde okuyucular ve müezzinler bulunur. Sizin zamanınızda bu şarkı söyleyip, def çalanların bulunmasında ne mana vardır? diye
sormuştu. Bunun üzerine Mevlâna “Cenazenin önünde bulunan müezzinler, okuyucular ve
hâfızlar bu ölünün mümin olduğunu ve İslâm şeriatında öldüğünü bizim şarkılarımız ise bu
ölünün hem mümin hem Müslüman ve hem de âşık olduğuna şahadet ediyor” demiştir (bkz.
Arilerin Menkıbeleri, I, 254).
Arilerin Menkıbeleri, II, 146. Mevlevî cenazelerinde gazel okuma geleneği Sultan Veled zamanında da devam etmekte idi. Nitekim bir büyüğün oğlu ölmüş ve merhumun anne ve babası
Sultan Veled’den guyendelerin hazır olmalarını cenazesinin önünde gazeller okumalarını istemişlerdi (bkz. Arilerin Menkıbeleri, II, 232.
Arilerin Menkıbeleri, I, 158-59.
48 İbn Battuta, I, 407.
49
Arilerin Menkıbeleri I, 35.
51
Arilerin Menkıbeleri, I, 34. Resim 6
50 Arilerin Menkıbeleri, I, 621.
147
148
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ların ziyaret edilmesi günümüzde olduğu gibi geçmişte de çok yaygın idi.
Sultan I. Alâeddîn Keykubad, çok sevdiği âlim Baha Veled’in ölümünden
sonra ne zaman zorda kalsa, medet için onun türbesini ziyaret ederdi.
Nitekim Yassıçemen Savaşı (1231) öncesi Celâleddîn Harezmşah’ın geldiği haberini alınca da şeyhin türbesini ziyaret edip himmet dilemiştir52.
Hatta Mevlana Celâleddîn de bir müşkil ile karşılaştığında babası Baha
Veled’in mezarını ziyaret etmeyi adet edinmişti53. Ahmet Elaki54’nin verdiği bilgiye göre de Konya’da yaşanan büyük bir su kıtlığı nedeniyle halk
yağmur duasına çıkıyor ama bir türlü dilekleri tutmuyordu. Bunun üzerine
Hüsameddîn Çelebi yakın arkadaşı Mevlâna Celaleddîn’in türbesine gidip
iki rekât namaz kılmış, başını açıp dua ettikten sonra yağmur yağmaya
başlamıştı”. Başka bir kuraklık hadisesinde de halk Sultan Veled’e gidip
yardım istemişti. Bunun üzerine o, medreseden Mevlâna ve Baha Veled’in
türbesine kadar yalınayak ve başı açık olarak gitmiş; babasının kabrinin
karşısındaki duvarda dua ederken yağmur yağmaya başlamıştı.
Türbe ya da mezarlıklara her zaman dini ritüeller gereği girilmiyordu.
İmparator I. Aleksîos Komnenos’un, ekonomik sıkıntı çekmekte olan devlete para bulmak için, kilise mallarının yanı sıra İmparatoriçe Zoe (10281050)’nin tabutu üzerinde bulunan altın ve gümüş süslemelere el koyduğu
bilinmektedir55. İmparator III. Aleksios Angeleos (1195-1203) da, para
temin edebilmek için ölen imparatorların mezarlarını (lahitlerin üzerinde
altın işlemeli örtüler oluyordu) açtırıp, mezarlardaki tüm değerli eşyaları
toplatmıştı56.
II. Kılıç Arslan dört ay süren Malatya muhasarası sırasında kışı geçirmek için askerlerine tuğladan, kendisine mezarlıklardaki taşları söktürterek ev yaptırmıştı57.
Selçuklu ve Beylikler dönemi Anadolusunun sınırlı sayıdaki kaynaklarının satır aralarında bulunan; insanoğlunun kaçınılmaz kaderi ölüm ve
onunla ilgili törenlere dair bu renkli bilgiler içindeki değişmeyen öz; zamanın kendi akışı içerisinde getirdiği değişikliklere rağmen, bugünün geçmişle olan bağlantısına tanıklık etmektedir.
52
53
54
Arilerin Menkıbeleri, I, 49, 52-53.
Arilerin Menkıbeleri, I, 36.
Arilerin Menkıbeleri, II, 164.
55
Anna Komnena, Alexiad, s.180.
57
Süryani Mihael, s. 252.
56
Niketas Khoniates’ın Historiası 1195-1206, haz. Işın Demirkent, İstanbul 2004, 33-34.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
149
150
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
151
152
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Kaynaklar
Ahmet Çelik, “Emir Celaleddin Karatay”, Merhaba Gazetesi Akademik Sayfalar, IX, Sayı 8, s. 116120, 11 Mart 2009 Çarşamba
Anna Komnena, Alexiad, Türkçe çev. Bilge Umar, İstanbul 1996
Ahmet Elakî, Arilerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989
Aydın Taneri, Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977
Ebu Abdullah Muhammed İbn Battuta Tancî, İbn Battuta Seyahatnâmesi, I-II, Çeviri, İnceleme ve
Notlar: A. Sait Aykut, YKY, İstanbul 2000
Ebru Altan, “1150-1250 Yılları Arasında Anadolu’da Doğal Âfetler”, İ.Ü. Edeb. Fk., Tarih Araştırma
Merkezi, Tarih Boyunca Anadolu’da Doğal Âfetler ve Deprem Semineri, 22-23 Mayıs 2000,
Bildiriler, İstanbul 2001
E. Merçil, “Gaşiye ve Selçuklular’da Kullanlışına Dair Örenkler”, Yusuf Hikmet Bayur Armağanı,
Ankara 1985
Ioannes Kinnamos, Historia, (yayına haz: Işın Demirkent) TTK Ankara 2001
Mehmet Ersan, Selçuklular Zamanında Anadolu’da Ermeniler, TTK Ankara 2007
Müneccimbaşı Ahmed b. Lütfullah, Câmiu’d- Düvel Selçuklular tarihi II, İzmir 2001
Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakiyeleri I Şemseddîn Altun-Aba Vakiyesi ve Hayatı”, Belleten
1947
Osman Turan, “Altu-Aba Vakiyesi”, Belleten, XI
O. Gazi Özgüdenli, Gazan Han ve Reformları (694/1295-703/1304), M.Ü. T.A.E.Tarih Anabilim
Dalı Ortaçağ Tarihi, İstanbul 2000
Salim Koca, Sultan I. İzzeddin Keykavus, (1211-1220), TTK Ankara 1997
Süryanî Patrik Mihallin Vakainamesi, Türkçe çev. H. Anderasyan, TTK Kütüphanesi basılmamış
nüsha, Ankara 1944
Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162),
Türkçe çev. H. Andreasyan, TTT Ankara 1987
http://www.kenthaber.com/ic-anadolu/kayseri/pinarbasi/Rehber/turbeler/melikgazi-turbesi
http://www.kenthaber.com/dogu-anadolu/erzincan/kemah/Rehber/melik-gazi-turbesi
http://www.amasyakulturturizm.gov.tr
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair / Emine Uyumaz
Sympathy and Funeral Ceremonies that Seljuks in Turkey
Emine Uymaz
Abstract
In our study, we have tried to provide information on the following topics: Turkey Seljuks and
principalities period which XI-XIV. In the centuries reigned between, The preparation of the funeral in Anatolia, What has been done during the period of grief and mourning, visit the shrine and
cemetery.
As a result of the information gathered; We have seen that some activities continued About
pre-Islamic burial and mourning ceremonies, such as mummiication. Another issue Byzantine is
applied attracted our attention; after dead a bit of hair cutting nearly relatives.
Selçuklu Türkiye’sinde Dein ve Taziye Merasimlerine Dair
Emine Uymaz
Özet
Çalışmamızda XI-XIV. asırlarda arasında hüküm süren Türkiye Selçukluları ve Beylikler dönemi
başta olmak üzere Anadolu’da dein öncesi ve sonrası cenazenin hazırlanışı, yas ve matem süresi
boyunca neler yapıldığının yanı sıra türbe ve mezarlık ziyaretlerine dair kaynakların el verdiği ölçüde bilgi vermeye çalıştık.
Elde ettiğimiz bilgiler sonucunda belirtilen zaman dilimi çerçevesinde İslami motilerin yanı
sıra İslamiyet öncesi dein ve yas/yuğ törenlerine dair mumyalama geleneği gibi birçok igürün halen devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayrıca dikkatimizi çeken bir diğer husus da daha çok
İslam öncesi Türk tarihinde örneğini gördüğümüz ölünün ardından geride kalan yakınlarının (özellikle de eşin) saçlarından bir tutam kesme âdetinin Bizans’ta da uygulanmasıdır.
153
Mülâkat / Kitabiyat
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
Doğumunun 100.Yılında
Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla
Prof. Dr. Osman Turan
Salih Yılmaz1
Murat Nalçacı2
Giriş
Doğumunun 100. Yıl dönümünde Osman Turan’ı anmak ve onu farklı yönleriyle tanıtmak amacıyla kendisiyle belli bir mesaisi olmuş bir şahsiyetle
söyleşi yapmak istedik. Bu konuda yapmış olduğu çalışmalar ve aynı zamanda iyi bir biyograf olması hasebiyle Prof. Dr. Ali Birinci’de karar kıldık.
Kendisi kültür dünyasının çok yakından tanıdığı bir isim.
Prof. Dr. Ali Birinci kimdir?
5
Ağustos 1947’de SakaryaHendek’te, Balıklı Şeyh köyünde aslen Akçaabatlı Şeker
Bey ile Müzeyyen Hanım’ın
oğlu olarak dünyaya gelmiştir.
Birinci, ilk üç senesini köyünde okuduğu ilkokulu, Hendek
Cumhuriyet İlkokulu’nda bitirdi. Hendek Ortaokulu’nun
ardından Ankara’daki Polis
Koleji’ne devam etti. 1966 yılında Polis Kolejinden mezun
olan Birinci, aynı yıl kaydolduğu
Polis Enstitüsü’nü bir yıl sonra
bırakarak Ankara Üniversitesi
1
2
Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih BölümüAnkara/ Türkiye e-posta:salihyilmaz76@yahoo.com
Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih BölümüAnkara/Türkiye e-posta: nalcacimurat@gmail.com
157
158
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü’nden mezun oldu. Polis
Enstitüsü’nden ayrılsa da polis teşkilatı ile bağını hiç koparmadı. Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nin ardından Emniyet Genel Müdürlüğü’nde üç yıl görev
yaptı. Daha sonra Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Tarih Bölümünde asistan
olarak göreve başladı. 12 yıl kaldığı Sivas’tan ayrılarak 30 Haziran 1988’de
Ankara’da, Polis Akademisi’nde göreve başladı. Burada Türk Siyasi Tarihi
ve İnkılap Tarihi dersleri vermeye başladı. “Hürriyet ve İtilâf Fırkası” çalışması ile doktorasını 18 Haziran 1986’da verdi. 1993’te doçent, 2000 yılında
ise Yakınçağ Tarihi profesörü oldu. Atatürk Araştırma Kurumu üyeliğinde ( 1995- 2001) bulundu. 25 Eylül 2002-28 Temmuz 2004 devresinde
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde ders verdi ve Üniversitenin
Sosyal Bilimler Dergisi’ni dokuz sayı çıkardı ve bu arada Kırgızca ve Rusça
kurslarına devam etti. 1 Ağustos 2008 - 12 Eylül 2011 Türk Tarih Kurumu
Başkanlığı yaptı. Halen Akademisi’nde Öğretim Üyesidir.
Sayın Ali Birinci, Prof. Dr. Osman Turan’ın Doğumunun 100. Yılı münasebetiyle bu söyleşiyi bizlerle yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Kendisinin sizlerle birçok anısının olduğunu biliyoruz. Osman Turan’a
dair neler söyleyebilirsiniz?
Ali Birinci: Osman Turan hocama dair birçok anım var elbet. Bu konuda
benimle böyle bir ropörtaj yaptığınız için hem kendim adına hem de Allah
rahmet etsin hocam adına teşekkürlerimi iletiyorum. Ümit ediyorum ki bu
röportajda kendisini okuyucularımıza en iyi biçimde anlatabileyim.
Biraz insan tanımaya meraklıydım galiba. Biraz da hemşerilik bağı Osman
Turan meselesinde devreye giriyor. Ben rahmetlinin, belki 8-9 sene evine
gidip geldim. Birçok defa çayını içtim pastasını yedim, zamanını çaldım.
İstanbul’da daha çok Bayram’a giderdim ama burada İsrail evlerinde evine giderdim. Ne zaman gitsem, Hocanın kül tablası Mısır Piramitleri gibi
kubbelenmiş olurdu. Hoca inanılmaz bir sigara tiryakisiydi. Fakat aynı zamanda da bizim tarihimizde düşünüyorum o derece çalışkan insan pek az.
Osman Bey, işini seven ender insanlardan birisiydi. Türkiye’de insanlar işlerini sevmiyorlar. Geçenlerde bir devlet dairesinde asansörde idim. Genç
ama biraz irice bir arkadaşı “çalışmıyorum arkadaş, bu paraya bu kadar
çalışılır” derken dinledim. Ama sokakta o paranın dörtte birini kazanamaz. Pazarda limon satmaya çalışsa ağzını burnunu kırarlar.
Asıl konumuzdan uzaklaşmadan sözü başa getirerek merhum Osman Hoca
hakkında kronolojik bir bilgi arz edeyim. Hocanın asıl adı Osman Pelit’tir.
Şahzene hanım ile Hasan Ağanın oğlu olarak Bayburt’ta doğdu.3 Bilinenin
aksine Trabzon’da doğmamıştır. Çünkü Sulaklı Deresi’nin etrafındaki köylerin yaylası Bayburt’tur. Doğduğu yaylanın eski ismi Vahşen-Hart, yeni
ismi Çatıksı’dır. Hocanın kıymetli yeğeni Hasan Turan’ın ifadesine göre
3
Osman Turan’ın doğum tarihi Haziran 1914’tür.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
ailenin büyük kısmı bu yaylada dünyaya gelmiştir. Fakat nüfus kâğıdında
tabiatıyla Çaykara yazılıdır.
Aile Trabzon’un fethinden sonra Van taralarından bölgeye iskân edilen
Kurdoğulları aşiretine mensuptur. Trabzon’da halk arasında Koronoğulları
adıyla da anılırlar. Osman hocanın çocukluğu Hopşera-i Sülâ köyünde
geçmiştir.4 Mahallesi de Koronos’tur. Çaykara’ya bağlı olan Hopşera, vadiye girince sağda Çaykara’ya üç kilometre beride, haif yamaçta, tabiyetiyle
şip şirin yem yeşil bir köydür. Aile kışı bu Çaykara’da geçirirken yazları
Çatıksu’da geçiriyordu.
Osman Turan dört kardeşin üçüncüsüydü, sırasıyla ablası Nokta, ağabeyi
Mehmet Nazım 1907-20 Ekim 1975, küçük kardeşi Hediye Kır ailenin diğer çocuklarıydı. Osman Hoca, 1956’da Satıâ Sultan ile evlendi. Bu hanım,
Abdülhamit’in oğlu Mehmet Selim Efendi’nin kızı Emine Nemika Sultan
ile Ali Kenan Esin’in kızıdır. Osman hocanın evliliğinden çocukları olmadı.
17 Ocak 1978’de, 64 yaşında, İstanbul’da, nispeten günümüze göre genç
sayılabilecek yaşta, hayata veda etti.
Osman Turan’ın okul hayatının oldukça ilgi çekici yanlarının olduğu anlatılır. Siz bu konuda ne diyeceksiniz?
Ali Birinci: Osman Turan geride bugün hala tam olarak tespiti yapılamamış olan, bir yığın yazı bıraktı. Tabi kitaplarının isimleri var, tespiti yapılmıştır. Fakat Osman Turan Hoca bir taraftan ilmi yazılar yazarken, bir taraftan da çeşitli gazetelerde, dergilerde günün meseleleriyle ilgili ve zaman
zaman da tarihle ilgili yazılar yazmıştır. Bu yazıların maalesef, hakkında
yazılan kitaplara rağmen tam bir dökümü yoktur. Bu yazıları dolayısıyla
onun eğitim hayatı da insanlar tarafından merak ediliyor.
Şöyle ki Osman Turan ilk mektebi Çaykara’da okudu. İlk mektebi, köyden üç km. kadar uzaklıktaki Çaykara’da sabah-akşam gidip gelmek
suretiyle okuyan Osman Turan’ın öğretmeni komşu Akdoğan köyünden Hatipoğulları’ndan Esat Okur ve yardımcısı bir din dersleri hocası Hocaoğlu Muhammed Efendi idi. Muhammed Efendi aynı zamanda
Kuran-ı Kerim dersleri verir, talebelere hurmalıkta cemaat halinde öğle
namazı kıldırırdı. Osman Turan’ın ilk mektep arkadaşları arasında sıra arkadaşı Cemal Uygun (1914), Ali Balcı, Cevat Osman Celepoğlu, Süleyman
ve İsmail Gürsoy kardeşler ve Hâfız Mehmet Kumruoğlu bulunmaktadır.
Tabi Çaykara’da orta mektep olmadığı için, orta mektebi babasının arkadaşlarının birinin yanında Bayburt’ta okumak zorunda kaldı. Osman
Turan’ın buradaki hâmisi ve velisi eski alay müftülerinden Hacı Ali Rıza
Efendi olmuştu. 1928’de inşa edilen bu orta mektep hâlen vakılara devredilmiş durumdadır. Bayburt, Osman Hoca için önemli bir coğrafya, tarihi
4
Trabzon’un Çaykara ilçesinin eski adı Kadahor’dur. Hopşera-i Sülâ köyünün şimdiki ismi ise
Soğanlı’dır.
159
160
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
bir şehirdir. Malumunuz Bayburt, 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da
işgal edilmişti, Bayburtlu Zihni’nin bestelenmiş güzel şarkısı Bayburt’un
işgalden sonraki perişan halini şöyle anlatılır:
“Vardım ki yurdundan ayak götürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı”
Osman Turan, ortaokuldan sonra Trabzon’a döndü. O sıralarda Trabzon’da
Karadeniz kıyısının iki büyük lisesinden biri vardır. Biri Kastamonu Lisesi
-ki Anadolu’nun üniversitesi sayılabilir- diğeri de Trabzon lisesidir. Bu liseler Abdülhamit zamanında açılmıştır. Şimdi lise deyince günümüzdeki
liseler akla gelmesin. Bu liselerdeki Türkçe bilgisi bir kere şimdi üniversitelerde verilmiyor. Bunu şunun için söylüyorum. O zamanlar lise önemli
bir tahsil derecesi ve Türkiye’de o sıralarda basılan lise ders kitaplarının
büyük bir kısmı 3.000 civarında basılıyordu. Yani Türkiye’de lise talebelerinin sayısı çok azdı. Mesela Kastamonu Lisesi ile Sivas Lisesi talebelerinin
çıkarttığı dergiler var. Bugün oralarda kullanılan dil üniversite talebelerinde yok. Hatta Türk dili bölümü mezunlarında da yok.
Hâsılı kelam, lise tahsilinin iki yılını Trabzon’da okudu. Trabzon’da daha
lisedeyken arkadaşları arasında “ayaklı kütüphane” olarak şöhret buldu.
Trabzon’daki iki sene boyunca Hardomasoğlu’nun Tabakhane Köprüsü’ne
yakın handan bozma binasının bir odasında iki arkadaşıyla birlikte kalmıştı.
Ağabeyi Mehmet Nâzım’ın Ankara’da Makine Kimya’da marangoz olarak
çalışmaya başlaması üzerine onunla beraber Ankara’ya gelmiş ve lisenin
son sınıfını Ankara’da okumuştur. Şimdiki Yüksek İhtisas Hastanesinin
olduğu yerde Ankara İdadisi vardı. Son sınıfı orda okudu. Edebiyat şubesinden 28 Ağustos 1935’te mezun olmuş ve bir bakıma üniversiteye giriş
imtihanı olarak da kabul edilebilecek olgunluk imtihanlarını da başarıyla vermiştir. Sınıf arkadaşları arasında Trabzon’da Hayrettin Ekmen, ilk
mektep öğretmeni Ali Rıza Kurşunoğlu, Ankara’da Emin Bilgiç sayılabilir.
1935’de kanunu çıkan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine imtihanla ilk kabul edilen talebelerden biridir. Ankara’da fakülte ismiyle kurulan ilk ilim
kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesidir. Tabi fakülte tahsili sırasında
Ulus’ta Gençlik Parkı karşısındaki Evkaf Apartmanında kaldı. Tedrisata
9 Ocak 1936’da başlayabildi. O zamanlar fakültedeki tarih bölümünde üç
sınıf vardı. Bunlar ilk çağ tarihi, orta çağ tarihi, yeni ve yakın zamanlar
tarihidir. Dördüncü sınıf ise ihtisas sınıfıydı. Dördüncü sınıfta talebeler, bu
sınılardan birini seçer ikinci kez o sınıfı okurlardı. Osman Turan da orta
çağ tarihinden mezun olmuştur.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, kurulduğu ilk yıllardan itibaren Atatürk’ün
ilgisine mahzar olmuştur. Atatürk’ün sık sık fakülteyi ziyaret ettiğini biliyoruz. Hatta bir kısım kabiliyetli talebeler daha fakülteden mezun olmadan yabancı dil öğrenmeleri için yurtdışına gönderildiler. Merhum Osman
Turan da Fransa’ya gönderildi. Fakültedeki şansı, hocasının Fuat Köprülü
olmasıdır. Fuat Köprülü 1941 yılı eylül ayına kadar fakültede görev yaptı. Tabiatıyla Köprülü’nün bütün öğrencileri şanslıdır ama hayatın verdiği
şansı kullanmak biraz da kişilerin gayretine bağlıdır. Bu şansı kullananlar
arasında şimdi bizim Halil İnalcık’ı hatırlamamız lazım. Mustafa Akdağ ve
İbrahim Kafesoğlu -ki Ankara mezunundur bir kısım arkadaşlar İstanbul
mezunu sanıyor- Osman Turan’ın sınıf arkadaşlarıdır ve fakültenin de ilk
mezunlarıdır.
Ankara’da kurulan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi o dönem için hem iyi bir
eğitim yuvası hem de Türkiye’nin önemli bilim insanlarının çalıştığı, eğitim aldığı kurumdur. Mesela 20-25 Eylül 1937’de İkinci Tarih Kongresi’ne
talebeler, masralar Ankara tarafından karşılanmak üzere-ki o zamanlar
üniversiteler Milli Eğitim Bakanlığına bağlıdır- İstanbul’da Dolmabahçe
Sarayına götürülmüşlerdir.
Ali Hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Osman Turan Hocanın
yetişmesinde önemli bir payının olduğunu ifade etmek istiyorsunuz galiba?
Ali Birinci: Yani şu söylemek istiyorum. Ankara’daki bu fakülte,
Türkiye’nin bugünkü akademisyen altyapısını oluşturmuştur. Osman
Turan da tarihçiliğini bu fakültede şekillendirmiştir. Fakülte ilk zamanlarda
büyük destek görmüştür. Ama rahmetli Şerif Baştav Hoca, Atatürk’ün ölümünden sonra bu fakülteye gereken alakanın gösterilmediğinden şikâyet
etmiştir. İlk talebeler 28 Mart 1940’da mezun oldular. Osman Turan hoca,
mezuniyetinden iki ay sonra Fransızca ve Farsça bildiğini ifade etmiştir.
Daha sonra bu lisanlara tarih yayınlarını takip edecek kadar İngilizce ve
Arapçayı da ilave etmiştir. Mezuniyetinden sonra Osman Turan hiç zaman
kaybetmeden Fuat Köprülü’nün yanında Orta Çağ Tarihi Kürsüsüne, zamanın ifadesiyle “İlmi Yardımcı” yani burslu doktora talebesi olmuştur.5
Otuz lira ücretle çalışmaya başlamıştır.6 Osman Turan’a dair Şerif Baştav
uzun uzun anlatır. Akşamları handa yattıkları zamanları Osman Turan’ın
yatağa kitapla girdiğinden ve kitap elinden düşünceye kadar kitap okuduğundan bahsetmiştir.
5
6
İlmî yardımcılardan aynı tarihte tayini yapılanlar arasında fakültenin ilk mezunlarından Halil
İnalcık (Tarih), Cahit Kınay (Arkeoloji), Şerif Baştav (Hungaroloji), Muhaddere Özerdim (Sinoloji), Nimet Dinçer-Özgüç (Arkeoloji), Emin Bilgiç (Eski Çağ Dilleri), Kemal Balkan (Sümeroloji) ve Firuzan Kınal (Eski Çağ Dilleri) bulunmaktadırlar. Mehmet Altay Köymen de aynı senenin
sonunda (30 Kasım) ilmi yardımcı olarak atanmıştır.
30 Nisan 1940.
161
162
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Osman Turan’ın kitap okuyamadığı tek devre Yassı Ada’da geçirdiği on altı
buçuk aydır. Osman Turan’ın bütün aşkı kitaptır. Daha talebeliği sırasında
çalışmalara başladığı için bir yıl sonra, “On İki Hayvanlı Türk Takvimi”
isimli teziyle 10 Kasım 1941’de doktor unvanı almıştır. Bu eser Türkiye’de
üniversitelerde tarih alanında yapılmış ilk doktora tezidir. Bir yıl sonra Halil İnalcık’ın “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” isimli tezi var. Osman
Turan’ın doktora tezi Ankara’da Köprülü’nün idare ettiği dört tezden birisidir.
Osman Turan, 1942’de Orta Zamanlar Asistanlığını kazandı. Bu arada bir
talihsizliğinden bahsetmek isterim. 30 Eylül 1941’de Köprülü, üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Osman Turan’ın fakültede ders yükü artmıştır. Köprülü’nün verdiği Orta Çağ Türk-İslam Tarihi derslerini de Osman
Turan vermeğe başlamıştır. Köprülü İstanbul’a gidip geliyor. O zaman
Ankara’da, İstanbul’a gidip gelen ders veren hoca taifesi var. Mesela uzun
seneler Ankara Hukuk Mektebi’nin7 Türk Hukuk Tarihi ve Türk Tarihi
derslerini Sadri Maksudi Arsal vermiş ve bu dersleri vermek için trenle
İstanbul’a gidip gelmiştir. Cumhuriyet kurulduğunda aslında kıymeti bilinecek Hoca sayısı da azdır. Yani Türkiye’de Hukuk Tarihi dersini verecek
ikinci bir kişi yok. Bu nedenle de Sadri Maksudi’ye teşekkür etmek lazımdır.
Fuat Köprülü’nün üniversiteden ayrılma sebebi nedir?
Ali Birinci: Köprülü’nün üniversiteden ayrılması felakettir. Köprülü’nün
ayrılma sebebi o sırada, kanun değil herhâlde Milli Eğitimin bir emri veya
tamimidir. Ayrılmaya dair kanun metnini ben bulamadım. Fakat o dönemde profesör milletvekilleri için Hasan Ali Yücel’nin Bakanlığı sırasında şöyle bir karar veriliyor: “Profesör milletvekilleri ya vekilliği ya profesörlüğü
tercih edecekler. İkisi birden yürümez.” Bu karar her nedense veriliyor
işte. Her nedense diyorum çünkü o sıralarda Türk üniversitelerinde bilim
adamı çok kıt. Böyle bir tamim çıkıyor ve bu tamimden sonra Köprülü siyaseti tercih ettiği için hem Dil Tarihteki hem de Mülkiyedeki derslerinden
ayrılmak zorunda kalıyor. Bu meselede daha açık bir hüküm yok. Fakat
Hasan Ali Yücel’in bir yazısı var. Bu yazısında Hasan Ali: “Siyaseti bırakıp
üniversiteyi tercih eden tek bir Allah’ın kulu bile çıkmadı.”diyor. Bu ifade
bizim insanımız ve siyasetin cazibesi için çok enteresan bir bilgidir.
7
İlk açıldığındaki ismi Adliye Hukuk Mektebi’dir.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
Ali hocam siyaset her zaman tüm insanlığı cezp etmiştir. Belki de daha
iyi hizmet etmek için akademisyenler de birçok defa bu yönde tercihte
bulunmuştur.
Ali Birinci: Siyaset, Türk cemiyeti için önemli bir şey. Çünkü hakikaten
Türkiye’de ve Şark dünyasında hala siyaset çok caziptir. Şimdi son günlerde belediye başkanlığı ve milletvekilliği için yola çıkan profesörleri görünce
şaşkınlığım artarak devam ediyor.
Osman Turan’ın akademik olarak hızlı bir ilerlemesi var diye biliyoruz.
Ali Birinci: Osman Turan, hayatında çok çalışkandı demiştik.
Doktorasından iki sene sonra 1943 yılında “Orta Zamanlar Türk
Devletlerinde Türkçe Unvanlar” isimli doçentlik çalışmasını fakülteye
teslim ediyor. Fakültede bu tezi tetkik eden Abdülkadir İnan’ın çok büyük
methiyelerle dolu bir raporu var. Keza Akdes Nimet Kurat da aynı yönde
bir rapor yazıyor. Bu meyanda Vasiliev’in L’Empire Byzantin isimli kitabından bir kısım ile Fransızcadan imtihan edilmiş ve “okuyup anlamaya
ve anlatmaya muktedir olduğu” görülmüştü.
27 Kasım 1943 Cumartesi günü saat 10.00’da Akdes Nimet Kurat, Necati
Lugal ve Enver Ziya Karal’dan kurulan heyet önünde tezinin müdafaasını
yapan Osman Turan, 3 Aralıkta deneme dersini yine aynı heyet huzurunda, yine aynı saatte başarı ile verdi. Dersin mevzuu Göktürk Devleti idi.
28 Aralık 1943’te doçentlik kadrosuna tayin edildiğinde yirmi dokuz yaşını
henüz ikmâl etmişti. Artık şahsiyeti ve mesleki ehliyetiyle kıymetini herkesin kabul ve tasdik hususunda bir tereddüt göstermediği genç bir ilim
adamıydı. Kendisinden bir yıl sonra doktora yapan, fakültenin kıymetli
elemanlarından Halil İnalcık da aynı gün doçent oluyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle Türkiye’de artan sol eğilim bu dönem de
Osman Turan ve çevresini de etkilemiş miydi?
Ali Birinci: Bu sırada İkinci Dünya Harbinin ayak sesleri Türkiye’de de
duyulmaya başlıyor. Sovyetler Birliği savaş sırasında gücünü iyiden iyiye hissettiriyor. 1944’ten sonra sol faaliyetler Türkiye’de hızını arttırıyor.
İkinci Dünya Savaşında Sovyetler, 600.000 km2 toprak kazanıyorlar.
Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Almanya’nın
üçte biri Sovyet egemenliğine giriyor. Sovyetlerin Türkiye’yi de alacağına
inanan bir kısım sol aydınlar, Sovyetler lehine yayınlarda bulunmaya başlıyorlar. Yani herkesten önce gelecek olan Sovyet ordusuna selam çakalım
düşüncesindeler.
Bu esnada Osman Turan, Türkiye’deki sol faaliyetlere karşı “Galetten
Uyanalım” diye bir risale yayımlıyor. Bu risale otuz iki sayfadır ve iki defa
163
164
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
basılmıştır. Behçet Oran’ın şikâyeti üzerine sırf bu risaleden dolayı iki ay
hapse mahkûm oluyor. Fakat cezası tecil edilmiştir.
Nihal Atsız ile olan arkadaşlığı onun işinden olmasına sebep olmuştu diye
hatırlıyoruz?
Ali Birinci: Turancılık Davasının muhakemesi için Ankara’ya gelen Nihal
Atsız’ı odasında misair etmesi8 üzerine Milli Eğitim Bakanlığı emrine,
yani açığa alınıyor. Bu sırada Sakarya Caddesi girişinde sol köşede bulunan
Ali Nazmi Pasajı’nın üst katında bir numaralı dairede oturuyordu. Açıkta
geçen günlerden9 sonra Vekil Hasan Ali Yücel’in imzasıyla, ama gerçekte
kıymetini takdir eden CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal ile
genç ve nüfuzlu partililerden Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu’nun tavassutuyla
fakülteye tekrar dönebilmiştir.
1946-47’de askerliği var.10 Askerlik hizmeti esnasında kürsünün diğer hocası A. N. Kurat da daha önce yurt dışına gittiğinden dersler aksamış. Bu
sebeple kendisinin askerlik esnasında da derslerine devam edebilmesi için
alâkalı makamlara Dekan Enver Ziya Karal tarafından müracaat yapılmış
ise de bir netice alınamamıştır. Askerlik dönüşü Profesörler Kurulu kararıyla Paris’e gidiyor. Paris ve İngiltere’de 1950’ye kadar kalıyor.11
Osman Turan, Tarih Kurumu üyeliğine seçilen en genç üyelerden birisidir. Aynı zamanda Osman Turan Hoca, Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılmıştır. Bunun gerekçesi nedir?
Ali Birinci: 1948’de doçentken, o zamanlar Türkiye’nin ünlü ilim kurulu Türk Tarih Kurumuna 66 numarası ile üye seçiliyor.12 Hemen bununla
ilgili bir bilgiyi söylememiz lazım. Kendisi Tarih Kurumuna seçilen üyelerden en çalışkanlarından birisidir. Sizin de bildiğiniz Belleten’de yazılarını
yayımlıyor. Bu yazıların hemen hepsi Türk tarihçiliğinde öncesi ve örneği
olmayan yazılardır. Özellikle Selçuklu vakıları, eşsiz bilgilerle doludur.
Esasen Osman Turan Hoca doktorasında ve doçentliğinde Orta Asya tarihine önem vermişken, daha sonra Anadolu Selçukluları tarihine yöneliyor. Nispeten daha bol kaynakların bulunduğu bu alanda harika çalışmalar
8
28 Nisan 1944.
10
17 Kasım1946 – 31 Ekim 1947.
9
11
12
4 Mayıs - 30 Kasım 1944.
Osman TURAN, Profesörler Kurulu’nun kararıyla (25.04.1948) Paris’te toplanan (21.07.1948)
Şarkiyat Kongresi’ne katılmak için hareket (19.07.1948) ederek kürsüsünden ayrılmıştır. Bu
arada kendisine aynı kararla “bilgi, görgü ve ihtisasını artırmak üzere” İngiltere’de bir sene
kalma izni verilmiştir. 1950 Mart’ında yine araştırmaları için Fransa’ya geçmiş, 19 Temmuz-30
Ağustos 1950 tarihleri arasında UNESCO tarafından Belçika’da tertip edilen “Okul kitaplarının bilhassa tarih kitaplarının ıslahı” seminerine rektörlüğün isteği üzerine katıldıktan sonra
Türkiye’ye ve kürsüsüne dönmüştür.
26 Mart 1949.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
yapıyor. Bir bakıma onun çalışkanlığının takdim edileceği bir saha olarak
Anadolu Selçukluları sahasını görüyor.
Dil Tarihin ilk mezunu, Türk tarihçiliğinin ve Selçuklu tarihçiliğinin bir
numaralı temsilcisi Osman Turan Hoca, Türk Tarih Kurumu üyeliğinden
20 Mart 1972’de Haysiyet Divanı kararıyla çıkarılıyor. Şimdi bu Haysiyet
Divanında gerekçe nedir? Ben bunun gerekçesini Tarih Kurumu çalışmalarımda bulamadım. Tarih Kurumu, tarihinde üyelikten çıkarılan insanların
isimlerini bir günah gibi saklamıştır. Üyelikten ilk çıkarılan Zakir Kadiri
Ugan’dır. Ugan, Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin yayımladığı dört ciltlik
ünlü tarih kitabında İslam tarihinin ilk bölümünü yazmıştır. Bu bölümde
dini amillere ağırlık vermiştir. Çünkü Sovyet coğrafyasında din bir bakıma
milliyeti koruyan bir unsurdur. Sovyet coğrafyasında Türklüğün muhafazası İslam’dır. Zakir Kadiri Ugan bunu ifade etmiştir.
O dönemde Türk müyüz yoksa Müslüman mıyız tartışmaları oldukça
yaygındı değil mi?
Ali Birinci: Türk Ocağında bir sohbette rahmetli Osman Hocaya da sormuştum. Önce Türk müyüz yoksa Müslüman mıyız? Türk Cihan Hâkimiyeti
Mefkûresi kitabı basılmadan önce rahmetli Osman Hoca bir konferans
vermişti. O konferansta Osman Hocaya sorduk. Osman Hoca dedi ki:
“Türklük bir zattır, İslamiyet bir sıfattır. Fakat sıfat o kadar önemlidir
ki sıfat ortadan kalkınca zat da ortadan kalkar. Bir bakıma Türk; Türkçe
konuşan ve İslam’a inanan insan demektir.”
Osman Turan dışında Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılan kimler vardır?
Ali Birinci: Türk Tarih Kurumu üyeliğinden daha sonra Macar Profesör
Mesaruj, ondan sonra Saffet Engin, Hüseyin Namık Orkun çıkarılmıştır.
Osman Turan’dan sonra kurumu tenkit ettiği için atılan Semavi Eyice
Hocayı da burada zikretmemiz gerekir.
Osman Turan hocanın siyasete girmesinde o dönemin şartları da sebep
olmuş mudur?
Ali Birinci: Osman Turan Hoca, 1951’de Ortaçağ Türk İslam tarihi profesörlüğüne getirildi.13 Fakültede çok verimli çalışmalar yaparken 1954’te
13 Profesörler Kurulu’nun 5 Mart 1951 tarihli toplantısında on altı oy ile Orta Çağ Türk İslâm
Tarihi Profesörlüğüne seçildi. Eserlerini tetkik ve değerlendirmek için 24 ve 27 Nisan günleri
toplanan heyet Necati Lugal, Zeki Velidi Togan, Mükrimin Halil Yinanç, Şinasi Altundağ ve
Bekir Sıtkı Baykal’dan müteşekkildir. İfade edildiğine göre otuz yedi yaşında profesör namzedi
olmuştur. Profesörlüğe tayin kararnamesi 16 Haziran 1951’de 24441 sayılı yazı ile yüksek tas-
165
166
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
seçimler sırasında siyasete girmiştir. Bu ani kararını ben hala çözemedim.
Fakat Mustafa Kafalı Hoca “Köprülü’nün yaptığı hatayı siz neden yaptınız, siyasete girdiniz?” diye kendisine sormuş. Osman hoca da: “Milli
Eğitim Bakanlığında size ihtiyacımız var dediler. O yüzden siyasete girdim.” demiş. Osman Turan 1954’te siyasete girdi.
Osman hocanın son senelerine doğru İstanbul’daki evine dini bayramların ikinci gününde ziyarete giderdik. Hareket Dergisini çıkaran arkadaşlar olarak Diyarbakır kıraathanesinde buluşurduk. Önce Sultan Ahmet’te
Nurettin Topçu’ya uğrardık. Oradan da Bebeğe Osman Turan, Ali Nihat
Tarlan, bazen Cemil Meriç, Kemal Tahir vs. bayram ziyaretine giderdik.
Bu bayram ziyaretleri sırasında biraz da galiba haddimizi aşarak siyasete
girmesini sorgular, yanlış yaptığını söylerdik. Hoca merhum da çok nazik,
adeta böyle fısıltıyla, suçluluk duygusu içerisinde; “Ben siyasette de ilimden kopmadım, her zaman tarih neşriyatını takip ettim, araştırmalarımı yaptım” diye cevap verirdi. Hakikaten Osman Hocanın 1960’tan sonra
yayınladığı eserlere bakarsak siyaset sırasında da çok fazla siyasete zaman ayırmadığını, esas itibariyle ilmi çalışmalarına devam ettiğini- İslam
Ansiklopedisi maddeleri vs. gibi- anlıyoruz.
Osman hocanın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde ders vermesinin engellenmesi olayına dair neler söylersiniz?
Ali Birinci: Osman hoca, 27 Mayıs Darbesiyle bir ara on altı buçuk ay
hapiste kaldı ve maaşı kesildi. 1 Haziran 1960’tan itibaren maaş verilmeye başlandı. Hoca siyasetten sonra fakültede ders vermek ister. Hapisten
çıktıktan sonra bu yolda yazdığı 2.12.1961 ve 20.6.1962 tarihli istidalarına
ilk defa Dekan Mustafa Akdağ tarafından 29.6.1962 tarih ve 1798 sayılı
yazı ile kürsüye dönmesinin mümkün olmadığı bildirilir. Aslında o sırada
tarih bölümünde ders verecek Hocaya ihtiyaç vardır. Fakat hocanın bizzat
elinden tutup asistan yaptığı ve evinde bir yıl misair ettiği öğrencisi tarafından yazısı yazılmadığı için ilk mezunu olduğu fakülteye girememiş ve
ders verememiştir.14 İşin acıklı tarafı ise tarih bölümünde o sıralarda kendi
yetiştirdiği talebeler var. Kendisinin Hocası olan Akdes Nimet Kurat var.
Akdes Nimet Kurat yaz aylarında daha çok Avrupa ve Amerika arşivlerinde oluyor. Kurat isteseydi hocaya ders verdirirdi diyorlar. Fakat asıl suçlu
kendisinin fakülteye aldığı talebesidir. Ben, son zamanlarda bunu çok kötü
bir hadise olarak görmüyorum. Çünkü Hoca, aşağı yukarı ömrünün mahsulü olan çalışmalarını 1960’tan sonra kitaplaştırmıştır.
Osman Turan 1969 seçimlerine MHP’nin namzeti olarak yine Trabzon’dan
katılmış ise de kazanamamış ve kürsüsüne dönmek için bir defa daha hukuk
14
dikten çıkmıştır. Bu tasdikte görülen üç imza Celal Bayar, Adnan Menderes ve Tevik İleri’ye
aittir.
Osman Turan 1956 yılında evlenmiştir. Bu dönemde bekâr evinde kalmaktadır.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
mücadelesine başlamıştı. 20 Ekim 1969 tarihli istidası ile Orta Çağ Türk İslâm Tarihi Profesörlüğüne tayinini istemiş ise de boş kadro bulunmadığı
gerekçesiyle red cevabı verildi.15 Bundan sonra verdiği ikinci istidası da
tıpkı diğerleri gibi, müsbet bir netice vermemişti.16 Osman Turan’a göre
maaş bir hizmet karşılığıydı ve bunun için de aldığı maaşı hak etmesi için,
Kürsüsü’ne dönmeliydi. Bu arada Genel Türk Tarihi Kürsüsü’nde, Şinasi
Altundağ’ın ölümü üzerine bir profesörlük kadrosu boşalmıştı. Ancak
Profesörler Kurulu bu kadronun Ortaçağ Tarihi Kürsüsü’ne aktarılmasına
karşı çıkmış ve yine kürsüde kadro olmadığı gerekçesiyle, fakülte bu ilk
mezununu ve dünya çapında kıymeti kabul ve tescil edilen ilim adamını
kürsüden uzak tutma ve fakülteye sokmama mücadelesini bir kere daha
kazanarak rektörlüğe bu yolda bir cevap göndermişti.17 Bunun üzerine on
sekiz sene önce ayrıldığı ve on seneden beri yaptığı ısrarlı mücadelesine
rağmen bir türlü yeniden dönemediği fakültesinden en son Nisan 1972 maaşını alan Osman Turan, 1 Mayıs 1972’de emekliye ayrıldı. Son senelerini
İstanbul’da, talebeliğinden beri bir gün bile ayrılmadığı kitapları ve elinden hiç bırakmadığı sigarasının dumanları arasında, artık benzerleri bir
daha asla yazılamayacak olan son eserlerini hazırlamakla geçirdi.
Osman Turan hocanın kıymeti bilinmemiştir diyebiliriz o zaman?
Ali Birinci: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi en kıymetli mezunlarından
birisinin kıymetini bilememiştir. Bunu elbette fakülte için aleyhte puan
olarak görüyorum, onu açıksa söyleyeyim. Şimdi ilmin kıymetini ilim adamı bilmezse kim bilecek? Bizim geleneğimizde şöyle sözler var: “yine erbabın bilir ehli kemalin kadrin” veya “ehli hünerin kadrini bilmekte hünerdir.” İlim adamı Osman Hocanın kıymetinin bilinmemesi büyük bir felaket. Divan şiirinin son büyük şairlerinden biri sayılan Yenişehirli Avni’nin
bir dörtlüğü var: “Milletlerin adabı, kültürü kalem erbabının ürünüdür.
Kalem erbabının kıymetini bilmek hem devlet için hem millet için en
önemli vecibedir veya vazifedir.” Bu dörtlük herhalde en güzel cevaptır.
Fuzuli de 16. asırda şöyle demiştir: “Ey fuzuli daima devran muhaliftir
sana. Galiba erbâb-ı istîdâdı devrân istemez”. Yenişehirli Avni’nin yukarıdaki sözüne benzer diğer bir sözü de şöyledir: “Avnî nasıl ibrâz-ı kemal
eylesin âdem. Bir yerdeki hak söyleyeni dâra çekerler”.
Peki, Osman Turan’ın ilim ve yazı hayatı hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Ali Birinci: Osman Turan Hocanın hemen kitaplarını hatırlayarak
Osman Hocanın yazı hayatına girelim. Yazı hayatı 1939’da daha talebey15
26 Kasım 1969.
17
13 Mayıs1970.
16
26 Şubat 1970.
167
168
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
ken Ülkü Dergisinde “Satuk Buğra Han Menkıbesi ve Tarih” adlı makalesi
ve Grenard’dan “Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü” adlı eserinden tercümesi ile başlamıştır. 1939’da “İliğ Unvanı” hakkında yazısı var. 1941’de “On
İki Hayvanlı Türk Takvimi” basılmıştır. Selçuklular tarihine dair yazdığı makaleleri zikretmiyorum ama kitap halinde “Müsâmeretü’l-Ahbâr”,
“Türkiye Selçukluları Hakkında Resmî Vesikalar”, 1965’te “Selçuklular
Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti”. Osman Hoca, son ziyaretimizde
“Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti” adlı eseri genişleteyim mi
yoksa “Ortaçağ Türkiye İktisadi Tarihi” adlı kitabımı mı yazayım diye bize
sormuştu. O zamanlar biz fakültede iktisat tarihi okuyorduk. Bu nedenle
iktisadi tarihe ağırlık vermesini istirham etmiştim.
Dergâhçı arkadaşlar ise Selçuklular Tarihini genişletmesini istemişlerdi.
Osman hoca da bu kitabın üçte ikisini genişletti. Dergâh Yayınlarından
çıkan son baskı bu ilaveli baskıdır. Daha sonra 1969’da “Türk Cihan
Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” adlı kitabı yazmıştır ki bu kitap bizim tarih felsefemiz gibidir. 1971’de “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı en
hacimli eserini bitirmiştir. Ondan sonra “Doğu Anadolu Türk Devletleri
Tarihî” adlı telif eseri ortaya çıkmıştır. Bu eserlerin hiçbirisi makale derlemesi değildir. Osman Turan’ın makale derlemeleri de çok enteresandır.
1964’te “Türkiye’de Komünizmin Kaynakları” isimli kitabının birinci baskısı anlaşılan milletimizin hissiyatına tercüman olduğu için on bin adet
basılmıştır. Osman Hocanın makalelerinden oluşan kitapları şunlardır:
“Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, Türkiye’de Manevi Buhran Din ve
Laiklik, Türkiye’de Siyasî Buhranın Kaynakları, Selçuklular ve İslamiyet,
Türkler Anadolu’da”.
Osman Hocanın vefatından sonra basılan kitaplarına da dikkatinizi çekmek isterim. Osman Turan merhumun, ölümünden sonra bazı yazıları
kitap haline getirildi. Bazı kitapları da yeniden basıldı. Fakat isim vermeden söylemek istiyorum ki ölümünden sonra basılan, Vatanda Gurbet18 ve
Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet adlı eserleri çok itinasız basılmıştır.
Ayrıca bu eserlerde basanların ekledikleri şiirler ve makaleler vardır. Bu
kitaplarda nereleri çıkartıp, nerelere eklemeler yaptıkları da belli değildir.
Osman Turan hocanın yazdığı eserlerin tam bir bibliyografyası yapıldı
mı?
Ali Birinci: Maalesef Osman Turan Hoca’nın kitaplarda, mecmua ve gazetelerde bulunan yazılarının tam bir bibliyografyası yoktur. Bir kere şunu
söyleyelim. Hocanın yazılarının tam bibliyografyası yapılamadığı için,
onun tarihe katkısı tam belli değildir. Bir sohbetimizde Osman Hocanın
Selçuklu tarihçiliğinde yeri neresidir? diye sınıf arkadaşı Halil İnalcık’a
18
Kastedilen İstanbul 1980 baskısıdır.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
sormuştum. İnalcık’ı tanıyanlar bilirler. Allah selamet versin: “Benim için
dua edin hala birkaç kitap var, yazılmamış” demişti.
Selçuklu tarihçiliğinde Osman Hocanın yeri konusunda İnalcık Hocanın
cevabı ne olmuştu?
Ali Birinci: Bu soruya cevap vermeden önce ihtiras kelimesini açıklayayım. İhtiras kelimesi biraz kötü manada kullanılıyor ama sanat, siyaset ve
bilim ihtirassız olmuyor. Yani ihtirası, lügat manasında şiddetli arzu yerine
kullanıyorum. Halil İnalcık Hoca da ihtiras biraz daha fazla var. Birkaç kişinin ihtirası var. Ama ihtirası yerine eserleri öne çıkıyor.
İnalcık, Osman Hoca hakkında hiç düşünmeden bir numaradır diye cevap
verdi. “Osman Hoca olmasaydı, Claude Cahen kitabını yazamazdı” dedi.
Günümüzde Osman Turan merhumun hemen her yazısı Batı’da ciddiye
alınıyor. Selçuklu tarihi deyince akla Osman Hoca geliyor.
Osman Turan’ın kitapları dışında birçok dergide yazıları olduğu biliniyor.
Ali Birinci: Doğrudur. Dergileri hiç değilse isim olarak kısaca zikredeyim.
Kopuz, Ülkü, Belleten, Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Dergisi, İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Millet, Zafer, Hilal, İslam
Medeniyeti, Fedai, Türk Yurdu, Yeni İstanbul, Belgelerle Türk Tarihi,
Toprak, Çaykara gazetesi19.
Osman Hocanın ölümünden sonra kitapları çamur gibi basıldı. O baskıları
gördükçe keşke basılmasaydı diyorum. Öyle kitap basıp para kazanacağınıza patates, soğan satın daha çok para kazanırsınız beyefendi. Basmayın!.
Osman Turan Hocanın adını saydığımız dergilerde günlük ve siyasi meselelerin yanında Selçuklu tarihi ile ilgili yazıları da vardır.
Bir de Osman Turan’ın Türk Ocağı Dönemi var. Bu konuda ne dersiniz?
Ali Birinci: Açıkça ifade etmek gerekirse Yusuf Akçura ile beraber yapmış
oldukları hizmetlerle hatırlanması gereken iki büyük şahsiyetten biridir.
Osman Turan Döneminde Türk Ocağı, en feyizli ve en güzel günlerini yaşamıştır. Osman Turan ilk önce Ankara şubesinin reisi olmuştur.20 Daha
sonra umum merkezin Ankara taşınmasıyla Hamdullah Suphi Tanrıöver’e
rağmen başkan seçilmiştir.21 Osman Turan, Yassı Ada yıllarından sonra 22
19
Bu gazete 1960’tan sonra Çaykara’da çıkmıştır.
21
17 Mayıs 1959.
20 6 Kasım 1955.
169
170
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Temmuz 1966’da Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ölümü üzerine tekrar başkan seçilmiş ve bu dönem 1973’e kadar devam etmiştir.
Osman Turan’ın başkanlığı zamanında Türk Yurdu Dergisi tam bir ilim ve
irfan dergisi haline gelmiştir. Sadece Osman Turan Hocanın yazıları bile
bu hükmün verilmesi için kâidir. Son zamanlarda rahatsız olduğu için,
rahmetli dergiyle çok fazla meşgul olamamıştır. Bu nedenle de Türk Yurdu
Dergisi 1968-1970 yılları arasında sadece 3 sayı basılabilmiştir.
Ben de Ali Birinci olarak 1965’ten beridir Türk Ocağının çatısı altındayım.
İlk girdiğimde lise son sınıf talebesiydim. Biz de diplomayı fakülteden
aldık ama heyecanlarımızı, tarih bilgimizi Türk Ocağı’na borçluyuz. Her
Cumartesi katılırdım. Mesela Mümtaz Turhan’ı, Necip Fazıl’ı defalarca
Türk Ocağı sayesinde dinledik. Bu gibi Ocaklar yok şimdi. Osman Turan
da yok tabi.
Yeri gelmişken sormak isteriz ki Osman Turan’ın Yassı Ada Hadisesine
dair size anlattığı bir şeyler var mıydı?
Ali Birinci: Osman Turan Hocanın hayatında bir Yassı Ada hadisesi vardır. Bu kötü hadise hakkında kendisi asla konuşmamıştır. Fakat biz biliyoruz ki hiçbir zaman silaha boyun eğmemiştir.
Bildiğimiz diğer bir şey ise ayağa kalkmadığı için Yassı Ada komutanından
bir tokat yediğidir. Osman Turan Hoca da bu tokada karşılık iki tokat atmıştır. Asla eğilip bükülmemiştir. Nazlı Ilıcak’ın kitabında bu hadise vardır.
Tabi burada acı bir gerçeği de ifade etmem lazım. Silahı olanlar ilme kıymet
vermiyorlar. Osman Turan, eğilip bükülmeyen, tertemiz şahsiyetiyle hiç
şüphesiz eserlerinden daha büyük ve aziz bir kıymetimizdir. Eserlerinden
önce kendisinin tanınması birinci vazifemiz olarak ortadadır.
Osman Turan’ın en önemli özellikleri nelerdir?
Ali Birinci: Şimdi efendim. Osman Turan Hocanın bir hususiyetine işaret
etmem lazım. Osman Turan Hoca tarihi bilgiden neredeyse tarih felsefesine yükselmiş bir insandır. Çünkü yapmış olduğu çalışmaların benzerleri daha önce yoktur. Osman Turan’daki tefekkür Cevdet Paşa ve Hocası
Köprülü’den daha yüksektir. Bir de Osman Turan Hocanın içinde yaşadığı
cemiyetin meseleleriyle olan bağı hep canlıdır. Yani dünü yazan adamdır.
Günümüzle de ilgilenmiş, istikbale dair memleketin meseleleriyle de ilgilenmiştir. Osman Turan Hocanın yazdığı şeylerin mesela pek öyle tekzibi
de yapılamamıştır.
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
Osman Turan’ın ikirlerinin tam olarak anlaşılamadığı konusunda görüşler var. Sizin ikriniz nedir?
Ali Birinci: Şimdi efendim. Osman Turan merhumun görüşlerine bugün
daha çok muhtacız. Fakat şöyle bir şey var. Türkiye’de düşünce üretimi
az ama olanın da kıymeti bilinmiyor. Yani Türkiye’nin böyle bir açmazı
var. Adeta suya nakış yapar gibisiniz. Cemiyet öyle bir hale gelmiş ki ne
söyleseniz tınmıyorlar. Cemiyetin düşünce havuzu dalgalanmıyor. Osman
Turan’ın bu manada hala kıymetinin bilindiği söylenemez. Aslında 100. yıl
vesilesiyle bütün kitaplarının ve yazılarının derlenip toparlanıp basılması
lazım. En küçük yazısı bile bugün artık pek kimsenin yazamadığı düşünce
yoğunluğuna sahip.
Eskilerin bir formülü var. Eskiler diyor ki: “Bir işi yapmak için önce teşkilat, sonra tahsisat, sonra icraat lazımdır.” Yani makine çalışacak. Sonra
semerat yani işin ürünü gelir. Ancak hepsinden önce bir ikriyat lazımdır.
Yani işin felsefesi gereklidir. Biz Türkiye’de işin felsefesini oluşturamıyoruz.
Yani bizden kafa bekleniyor. Düşünce üreteceksiniz.
Gönül bekleniyor. Yani kalb-i selime sahip olacaksınız.
Cemiyette iş yaparken bedenen çalışacaksınız. Kol bekleniyor.
Fakat biz bunların üçünü de -çok iktisadi tabirle- eksik istihdam halinde
çalıştırıyoruz. Nedense beyin deyince, beyin salatasından dolayı bir et parçası aklımıza geliyor. Ancak beynin bir fonksiyonu olduğunu düşünmüyoruz. Olanların kıymetini bilmiyoruz.
Sizin de Osman Turan hakkında bir kitabınız var değil mi?
Ali Birinci: Ben rahmetlinin çok çayını içtim. Bir kısmını ödemek için bu
kitabı yazdım. Yine çok gocunmadım.
Osman Turan, Türk-İslam medeniyetine perspektif kazandırmak için
Selçukluyu örnek göstermiş midir?
Ali Birinci: Bizim kültürümüz Anadolu’da Selçuklular zamanında atıldı.
Osman Hoca ilk zamanları Orta Asya çalışacakken vazgeçip Selçuklu çalışmaya başladı. Çünkü Orta Asya kaynakları azdı. Belki Rusça öğrenmek
gerekiyordu. Çünkü Orta Asya hakkında Rusların müthiş yayınları var.
Sadece Barthold’un eserleri bile Orta Asya’yı araştırmak için başlı başına
bir kaynaktır. Barthold da, hoca gibi 62 yaşında öldü.
Osman Turan, bizim tarihçiliğimizde Türk-İslam kelimesini kullanan, tavsiini veya sıfatını kullanan ilk kişidir. Kendisi Anadolu’daki tarihimizin,
beyannamesi veya başlangıcı gibidir.
171
172
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Osman Turan’ın Selçuklular ve İslamiyet adlı eserinin yazılması hikâyesi
hakkında ne söylersiniz? Galiba ilginç bir hikâyesi var.
Ali Birinci: Ben bu konudan pek bahsetmedim. Fakat o kitap malumunuz öncesi olmayan bir kitaptır. Osman Turan’a İslam Ansiklopedisinde
“Selçuklular” maddesini yazması teklif edilmiştir. Bu nedenle de
“Selçuklular”, İslam Ansiklopedisine madde olarak yazılmıştır. İslam
Ansiklopedisine gönderilmesine rağmen yayımlanmamıştır. Bu konunun
teferruatı biraz acıklıdır. İslam Ansiklopedisinin o zamanki hâkimleri daha
çok İstanbul Edebiyat Fakültesi mensuplarıdır. Edebiyat Fakültesiyle DilTarih arasında daima bir çekişme vardır. Yarışma demiyorum biraz çekişme ve kıskançlık vardır. Bu kitaba Ankara’dan birisinin maddesi girmesin
diye maddeyi uzun görüp yayınlamadılar. Hoca da kitap olarak bastı. Bu
arada İstanbul takımından bir Hocamız ki kendisi Osman Hocanın da sınıf arkadaşıdır. İslam Ansiklopedisine maddeyi yazdı. Tabi yazın dört ayda
böyle bir madde yazılmaz. Bunun üzerine hoca kendi kitabından intihal yapıldığı için bunları dava etti. Hepsi telaşlandılar. Benim kitaptan aldığınızı,
faydalandığınızı söylerseniz davamdan vazgeçeceğim dedi.
Hoca ilmi meselelerde asabi gibi görünürdü. Fakat inanılmaz derviş meşrep bir adamdı. Sadece faydalandığınızı yazın davamdan vazgeçiyorum
dedi. Fakat onlar yazmadıkları gibi hocanın yazdıklarını da hiç görmediklerini iddia ettiler. Oysaki hocanın yazdığı madde orada aylarca bekledi.
Sonra Hoca buna karşı yazılar yazdı. İstanbul cevap verdi. Osman Hoca, bu
kitabından iktibas edilen ikirlere dair yazılar yazdı. Maalesef yaşananlar
pek iyi olmadı. Çünkü maddeyi yazan sınıf arkadaşı da âlim bir adamdı.
Osman Turan’ın Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine alınmamasını Faruk
Sümer’in istediği söylenir. Bu doğru mudur?
Ali Birinci: Evet, fakülteye almayan kendi talebesi Faruk Sümer’dir.
Kendisini fakülteye sokmayan talebesi için bir gün: “Efendim, ilim adamları birbirinin kıymetini bilmedikten sonra halk ne bilsin.” demiştir. Fakat
yine de Faruk Sümer’e kötü söz söyletmezdi. Bir gün kitap satın aldığı
Kitapçı Turan22, hocaya çanak tutarak: “Ya hocam nedir bu Faruk hocanın
yaptığı” demiş. Osman hocanın buna cevabı ise: “Öyle deme, öyle deme. O
da âlim bir adamdır.”olmuştur.
Osman Turan’ın nazik bir şahsiyet olduğu hep söylenir. Siz kendisiyle zaman geçirdiniz. Bu konuda bildiğiniz örnekler var mıdır?
Ali Birinci: Mesela bir gün şu Yassı Ada kumandanını nasıl tokatladın bir
anlat demişler. “Geçti gitti, anlatılacak bir şey yok ortada” demiş. Yani
22
Turan Polat
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
şunu söylemek istiyorum. Hocayı yakından, hiç değilse son zamanlarında
tanımış kişi sıfatıyla Hoca, beşeri ilişkilerinde de nazik bir insandı. Ben
kendisiyle en son ölümünden hemen önce 13 Temmuz 1977’de karşılaştım.
Niye tarihi hatırlıyorum? Çünkü hatıra olsun diye “Selçuklular Zamanında
Türkiye” adlı eserini imzalatmıştım. Kitapta yazan tarihtir bu.
O arada da bir sene önce asistan olmuştum. Allah razı olsun Nejat Göyünç
Hoca Sivas’a asistan alıyorum imtihana gir dedi. Ben de kabul ettim.
Sivas’a asistan oldum diye müjde verdim Hocaya. Hoca dedi ki: “öyle üniversite kurulmaz ama senin gibi birkaç heveskâra fırsat verirse ne ala”.
Yani hatır için laf etmezdi. Tam bir ilim ve şahsiyet abidesiydi. İnsanlar
aslında ilmi eserleriyle yaşarlar. Fakat insan olarak biraz da şahsiyetleriyle değer ve itibar görürler. Mesela Osman Hoca buna en güzel örnektir.
Düşünün ki Türk Ocağında seçime giriyor. Karşısında dev gibi Hamdullah
Suphi Tanrıöver var. Fakat başkan olarak Hocayı seçiyorlar. Çünkü şahsiyetin cazibesi her türlü makamdan, şöhretten, servetten daha büyüktür.
Yine Bilgiç kardeşler kendisinden başkanlığı almak için mücadele ediyorlar. Aslında Bilgiç kardeşlerin niyeti Türk Ocağı sayesinde Adalet Partisine
baskı kurmaktır. Buradan siyasi rant elde etme peşindeler. Fakat Osman
Hoca kulis yapmadan seçimi kazanıyor. Yani bizim milletimiz de aslında
insandan anlıyor. Eninde sonunda neyi seçeceğini biliyor. Susuyor, musuyor ama seçim zamanı da kimi seçeceğini biliyor.
İlim ile siyaset arasındaki ilişkiyi en iyi yansıtanlardan birisi Osman
Turan’dır diyebiliriz. Günümüzde ilim-siyaset arasındaki bağ azaldı gibi
sanki?
Ali Birinci: Konuşmamın başlangıcında da söylemiştim. İlmin coğrafyası
ve mantığı başka, siyasetin coğrafya ve mantığı başkadır. O bakımdan günlük hayatta doğru olmayan söze yalan denir. Oysa siyasette işe yaramayan
söze yalan denir. Söz işe yarıyorsa doğrunun ta kendisidir. Siyasetin mantığı öyledir. O yüzden sayın siyasetçimiz “dün dündür, bugün bugündür”
derken aslında siyasetin gerçeğine işaret ediyor. Osman Turan Hoca merhumun da o tarafını söylememiz lazım.
Osman Turan Hoca, 1965 seçimlerinde de Trabzon milletvekili olarak
meclise girdi. 1965 yılı aynı zamanda Hocanın, “Selçuklar Tarihi” ve “Türk
İslâm Medeniyeti“ adlı kitaplarının basılma tarihidir. Hocam siyasetle
birlikte akademik çalışmalarını da devam ettirmiştir. 1964 yılında Adalet
Partisi içerisindeki başkan yardımcılığı yarışını da Bilgiç’e karşı kazanmıştır. Fakat buna rağmen Adalet Partisini de ilk tenkit eden ve yenilir yutulur
olmayan şekilde yazılar yazan da Osman Turan’dır. Osman Turan ikirleriy-
173
174
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
le, kanaatleriyle, inançlarıyla arasına hiçbir makamı sokmamıştır. Osman
Hoca milletvekili olmasına rağmen partiden atılmıştır. Hatırlatmak isterim ki daha sonra MHP’den de milletvekilliği adayı oldu ama kazanamadı. Hocanın ilmi kafası siyasete intibak etmemiştir. Bu nedenle de Adalet
Partisi hakkında ilk ciddi tenkitleri yazan da Hoca olmuştur. Bu nedenle de
hoca partiden ihraç edilmiştir.
Siyasetin cazibesi bir zaman herkesi sarıyor galiba?
Ali Birinci: Benim anlamadığım konu şudur ki neden bir edebiyatçı, tarihçi, tıpçı siyasete merak sarar? Bir tıpçıya “Nedir bu siyasetin cazibesi?”
diye sormuştum. Bir yaraya merhem olsanız, ilaç olsanız, daha büyük tatmin yok mu diye. Tıpçı dedi ki: “Siyasetin cazibesine kimse dayanamıyor.
Siyaset daha cazip geliyor”. Galiba cennetteki yasak meyve siyaset oluyor.
Osman Turan’ın Sadettin Bilgiç’in tasiye edilmesinde büyük rolü olduğu
söylenir. Siz ne diyorsunuz?
Ali Birinci: Sayın Demirel, Osman Turan Hocayı yanında tutmuştur. Çükü Osman Hoca daha uyumlu ve siyasette uzlaşmacı bir kişilikti.
Demirel, Osman Hocanın etkinliğinden faydalanarak onu partide ağırlığı olan Sadettin Bilgiç’i tasiye etmek için kullandı. Sadettin Bilgiç’in siyasi hayattaki başarısı veya marifeti hiç şüphesiz, Hocadan çok fazlaydı.
Demirel tarafından Hoca aday konulmasıyla Bilgiç tarafı da tasiye edildi.
Sayın Ali hocam, Osman Turan’ın doğumunun 100. Yılında kendisini anmak için yaptığımız bu söyleşi için teşekkür ederiz. Umarım bu söyleşiyi
okuyanlar da kendisini saygıyla anacaktır. Son sözleriniz nedir?
Ali Birinci: Osman Turan, siyaset fâsılasına rağmen, bütün hayatını okumaya ve yazmaya, yani sadece ilme vakfeden, bunun dışında başka hiçbir
heyecanı ve hedei olmayan, zekâsıyla öğrenme heyecanını birleştirebilen
az sayıdaki dikkate değer tarihçilerin en başında yer almaktadır. Bütün
ömründe okuyan ve yazan bir ilim adamı olarak sadece 27 Mayıs’tan sonraki on altı buçuk aylık hapishane hayatında okuma imkânı bulamamış,
askerlik devresinde bile kitaplarından ayrılmamıştır.
Osman Turan, eğilip bükülmeyen tertemiz şahsiyetiyle hiç şüphesiz eserlerinden daha büyük ve aziz bir kıymetimizdir. Eserlerinden önce kendisinin
tanınması daha çok gerekli ve mühimdir, tarihçiler için de bir zarurettir.
Bu söyleşimiz sayesinde genç nesiller onun hakkında bilgi edindiği gibi
aynı zamanda da buradan hareketle eserlerine de ilgi duymalarını temenni
ediyorum.
Siyaset yıllarında halka hitab ederken
Fuat Turan arşivi
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
175
176
Fuat Turan arşivi
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Osman Turan ve Alparslan Türkeş
Fuat Turan arşivi
Siyaset yıllarında, Süleyman Demirel, Ali Fuat Başgil,
Faruk Sukan, Osman Turan
Ali Hikmet Tuncer arşivi
Osman Turan’un baba evi
Ali Hikmet Tuncer arşivi
Osman Turan’ın köyü: Çaykara ilçesi Soğanlı (Hepşara) köyü
Ali Hikmet Tuncer arşivi
Doğumunun 100.Yılında Prof. Dr. Ali Birinci’nin Anlatımıyla Prof. Dr. Osman Turan / Röportaj
Baba evinin bugünkü durumundan bir başka görüntü
177
Bir Belge / Celil Güngör
Bir Belge
Cevapsız Mektup
Celil Güngör
A. Zeki Velidi Togan 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde
sunduğu ve resmî tarih tezini ilmi sınırlar içinde tenkid eden tebliğinin
ardından gerek kongredeki katılımcıların gerekse gazetelerde ve İstanbul
Darülfünundaki kürsüsünde kendisine yapılan linç kampanyasından bunalarak Viyana Üniversitesi’ne doktora yapmak için istifa ederek gider.
Zira kendisine izin verilmez.
1933 yılında Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektup yazarak hakkındaki mesnetsiz iftiralara karşı kendisini savunur (Bu mektubun
tam metni Atlas Tarih Dergisi’nin Haziran- Temmuz 2014 27. sayısında
yayımlandı.)
Cumhurbaşkanlığı arşivinde 01019745 numara ile kayıtlı bu mektupta
ise doktorasını bitirip Bonn Üniversitesi’nde göreve başladığını, çalışmak
istediği sahaları ve geleceğe ait tasavvurlarını Mustafa Kemal Atatürk’e yazar ve ülkesinde çalışmak istediğini ifade eder. Ancak hiçbir cevap alamaz.
Verimli bir döneminde milletine hizmet edememenin burukluğu yazdığı
ile mektubun dil ve imzasına hiç dokunulmadı.
179
Gecikmiş Bir Eser: Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (1. Cilt) / Fatih Gökdağ
Gecikmiş Bir Eser:
Türkiye Tarihi Selçuklular
Devri (1. Cilt)
Fatih Gökdağ
Günümüz tarihçiliğinde Osmanlı belgelerine
dayalı araştırmaların ve buna bağlı eserlerin
çoğalması dikkati çekmektedir. Bu araştırma
eserlerinin pek çoğunun Üniversitelerimizde
bu dönemle ilgili bölümlerdeki akademisyenlerin çoğalmasıyla ortaya konduğu da bilinen
bir gerçektir. Oysa giderek kısırlaşan Selçuklu
dönemi araştırmalarının sebebi olarak yeterli
araştırmacının bu sahada yer almadığı görülüyor. Osmanlı dönemi gibi hazır malzeme ve
belgenin bulunmadığı bu dönem için daha
fazla gayret gerekiyor. Ağırlıklı olarak Arapça ve Farsça kaynaklara dayalı bir çalışmayı
gerektiren bu saha ister istemez vulgarize ölçülerde değil, yazma kaynakların künhüne vâkıf olmayı gerektirecek derecede bu dillere de vâkıf olmayı lüzumlu hâle getirmektedir.
Günümüz tarih meraklıları ile bir kısım araştırmacıların elleri altında
Osman Turan, Altay Köymen, Faruk Sümer, Ali Sevim, Nejat Kaymaz,
daha genç nesilden A. Yaşar Ocak gibi (Orta Çağ) Selçuklu tarihçilerinin
eserlerinden başka müracaat edecekleri eser bulunmamaktadır. Oysa geniş ve önemli bir tarihî dönemi ihtiva eden bu sahanın daha pek çok araştırmaya konu olması gerektiği kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu alanda önemli bir kaynak eser Türk Tarih Kurumu tarafından 2013
yılında neşredildi. Uzun zamandır beklenen bu çalışma Selçuklu dönemi
büyük tarihçilerinden Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç (1900-1961) tarafından daha çok yazma kaynaklardan istifade ile hazırlanmıştır. Daha
önce bir kısmı risale çapında Düsturname-i Enverî (1928), Düsturname-i
Enveri’ye Methal (1929), Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Kadar Bizde Tarihçi-
181
182
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
lik (1940), Anadolu’nun Fethi (1944) gibi eserleri basılmıştı. Asıl emeğini
İslam Ansiklopedisi’ne madde yazımı için sarf etmiştir.
Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan Türkiye Tarihi Selçuklular Devri (1. Cilt) adlı eseri ise Prof. Dr. Refet Yinanç tarafından yayına
hazırlanmıştır. Kitabın sunuşunda hazırlayanın verdiği bilgilere göre
“Anadolu’nun Fethine dair ilk kısmı 1944 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları arasında çıkmıştır. Eserin devamı merhum
müellif tarafından XIII. Yüzyıl sonlarına (1296’ya) kadar eski harlerle
Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Ellişer sayfalık on sekiz defterden oluşan
eserin altıncı ve yedinci ciltleri (…) 1962 yılından beri kayıptı. Bu kayıp
defterler 50 yıl aradan sonra Elbistan Mükrimin Halil Yinanç Aile Vakfı
tarafından İstanbul’da bir sahafta bulunarak satın alındı. (…) Türk Tarih
Kurumunun önceki başkanı Prof. Dr. Ali Birinci’nin teklii ile yayınlanmak üzere TTK’na teslim edildi (…). Dört cilt olarak hazırlanmış eserin (…)
iki cilt hâlinde yayınlamasına karar verilmiştir.”
428 sayfa olan kitap, şu ana bölümlerden oluşmaktadır: Giriş, Türk
fethinden önce Anadolu, Anadolu’ya ilk gelen Gayr-ı Müslim Türkler,
Anadolu’da Müslüman Türkler, Türkmenlerin Anadolu’ya ilk akınları,
Tuğrul Bey devri akınları, Alp Arslan devri akınları, Malazgirt savaşı ve zaferi, Melik-şah ve Anadolu Selçukluları, Anadolu’ya Türk göçleri, Yerleşme
ve nüfus, Türk içtimai teşkilatı, dil, Anadolu Selçukluları’nda idari teşkilat, Devlet teşkilatı, Askeri teşkilat, Dânişmendnâme ve Dânişmendliler,
Anadolu’da fetret devri, Ebü’l–Megâzi Sultan Birinci Kılıçarslan, Anadolu
sulatanlığının tekrar tesisi, derebeylikler, Anadolu’da muharebâtı–ı azime,
Sultan-Şahin-şah, Sultan İzzeddin Mesud, II Kılıç Arslan, I. Gıyaseddin
Keyhüsrev, II. Rüknettin Süleyman-şah, III. Kılıç Arslan, Gâzaların ve Fetihlerin takvimi, Kaynaklar ve dizin.
Eserin en önemli özelliği, Selçuklu tarihini, kaynaklardan aktararak
kuru bir anlatımla değil, yorumlayarak vermesidir. Bu yorum, Mükrimin
Halil Bey’e mahsus bir yorumdur ve onun ana kaynaklardaki bilgileri belli
bir akademik disiplin içinde harmanlamakla yetinen bir tarihçi olmayıp,
aynı zamanda sosyolojik zeminini de değerlendiren bir tarihçi olduğunu
göstermektedir.
Eserin ikinci cildinin de bir an önce basılması beklenir.
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve
Yâkûtü’l-Erbâh
Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî
el-Vâsitî
Ali Birbiçer1
Tam künyesi Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî olan müelliin
İlhanlılar döneminde yaşadığı anlaşılmaktadır. Arap biyograi yazarlarının
bazıları müelliin h.756/m.1355 yılında hayatta olduğunu, fıkıh, tarih ve
şiirde şöhret bulduğunu belirttikten sonra içerisinde Kûtü’l-Ervâh’ın da
bulunduğu eserlerinin listesini vermektedirler2.
Kûtü’l-Ervâh’ın tespit edilebilen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi,
Esad Efendi Kitapları 02202’de kayıtlıdır. Defter-i Kütüphane-i Esad
Efendi kayıtlarında eserin künyesi şu şekilde verilmektedir3:
Aded-i Umumî: 2202
Esâmi-i Kütüb:
Yâkûtü’l-Erbâh
Târîhü’l-Müsemmâ
Bi-kûtü’l-Ervâh
ve
Cilt: 1
Lisân-ı Hatt: Arabî
Esâmî-i Müellifîn ve Târîh-i Vefât: Hasan bin Ali bin Hammâd
Müelliin adı burada “Hasan” olarak kaydedildiği halde, günümüzde hazırlanan elektronik katalogda “Hüseyin” olarak değiştirilmiştir.
Süleymaniye Kütüphanesi Elektronik katoloğundaki bilgiler ise şu şekildedir:
1
2
3
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Ortaçağ Tarihi Doktora Öğrencisi.
Ömer Rızâ Kehhâle, Mu’cemü’l-Müelliin Teracimü Musannii’l-Kütübi’l-Arabiyye, Beyrut
[t.y], cüz 4, s.29; Muhammed Ahmed Dernika, Mu’cemü A’lâmi Şuarai’l-Medhi’n-Nebevi, haz.
Yasin Eyyubi, Mektebetü’l-Hilâl, Beyrut1996, s. 130.
Defter-i Kütüphane-i Esad Efendi, İstanbul 1262.
183
184
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Eser Adı: Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh
Yazar: Hüseyin b. Ali b. Hammâd
Fiziksel Nitelik: 98 yk., 17 st.; 200*145, 160*105
Konu Başlıkları: TARİH
Ayrıntılar:
Sınılama: 909
Demirbaş: 02202
Bölüm: Esad Efendi
Özellikler: [Kitap] [El Yazısı: Kağıt] [Nesih: Arapça]
Kitabın adı 1a, 1b ve 2b’de farklı kalem ve yazıyla kaydedilmiş; ancak yalnızca varak 2b’de yazıldığı şekliyle yani “Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh”
olarak kataloglara kaydedilmiştir. Kitabın adında dönemine dair ipuçları
bulunmakta olup Türkçeye “Rûhların Gıdası ve Gelirlerin Yakutu” şeklinde çevirilebilir. Kitabın adında geçen Yakut ifadesi, İlhanlıların Bayburt
ve Erzurum vilayetlerinin yöneticisi, Cemâleddin Hoca Yâkut Gizânî’ye
ithâf edildiği ihtimalini düşündürmektedir. Bilindiği üzere adı geçen emîr,
h.710/m. 1310-11yılında Erzurum’da Yakutiye medresesini inşa ettirmişti4.
Bu eserle ilgili ilk inceleme ve değerlendirme Nihal Atsız tarafından
Behcetü’t-Tevârîh’in Türkçe tercümesinin yayını dolayısıyla yapılmıştır5.
98 yapraklık bu eserde konu başlıkları farklı kalemle yazılarak belirginleştirilmiştir. Müellif önemli gördüğü başka konuları da aynı farklı kalemle yazarak dikkat çekmeye çalışmıştır. Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh’ın
ayrı bir içindekiler bölümü yoktur. Konu başlıkları varak numaralarıyla
birlikte aşağıdaki gibi tespit edilmiştir.
İçindekiler
1 a. Epeyce yıpranmış olan bu sayfada, okunamayan bir mühür ve bazı yazıların yanında, kitabın adının başındaki “Kût” kelimesi seçilebilmektedir.
Kitabın adının geri kalan kısmı silinmiştir.
1b. Bu varak, besmele ve hamdele ile başladıktan sonra girizgâh mahiyetinde açıklamalarla devam etmektedir.
4
5
Ayşe Denknalbant, “Yâkutiye Medresesi ve Kümbeti”, DİA, XLIII, s. 293-295.
N. Atsız, XV inci Asır Tarihçisi Şükrullah- Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi,
Arkadaş Basımevi, İstanbul 1939, s. 10.
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer
2 b. Yaratılışın Başlangıcı
3 a. Yaratılıştaki Hikmet
3 b. Arş ve Kürsü’nün; Levh, Kalem, Cennet ve Sidre-i Müntehânın Yaratılışı
5 a. Semaların ve Arzın Yaratılışı
8 a. Âdem Aleyhisselamın Yaratılışı
10 a. Havva Aleyhisselamın Yaratılışı
10 b. Âdem’in Cennete Girişi
14 a. Kabil ve Kardeşi Hâbil Olayı
15 b. Âdem Aleyhiselamın Vefatı
16 a. Şit (a.s)
16 a. Şit (a.s)’ın Çocukları
16 b. İdris (a.s)
17 a. Nuh (a.s)
19 b. Hûd (a.s)
20 a. Sâlih (a.s)
20 b. İbrahim (a.s)
21 a. Lut (a.s)
21 a. İsmail (a.s)
21 b. İshak b. İbrahim (a.s)
21 b. Yakup (a.s)
22 a. Yusuf (a.s)
22 b. Eyûb (a.s)
22 b. Şuayp (a.s)
185
186
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
23 a. Hızır (a.s)
23 b. Mûsâ ve Hârûn Aleyhimâsselâm
24 b. Yuşa bin Nun
25 a. Harkîl (a.s)
25 a. İlyâs (a.s)
25 b. Elyesa (a.s)
25 b. Şemûyel (a.s)
26 b. Dâvud (a.s)
27 a. Süleymân (a.s)
28 a. Şa’yâ (a.s)
28 a. Ermiyâ (a.s)
28 b. Dâniyâl ve’l Üzeyr
29 a. Yûnus (a.s)
29 b. Zekeriyya (a.s)
30 a. Yahya (a.s)
30 b. İsa b. Meryem (a.s)
31 a. Rüsûlü Eshâbı’l Kaziye
31 b. Zülkiil
31 b. Lokmanü’l-Hekîm
32 a. Zülkarneyn
32 b. Halid b. Sinan el-İsa (a.s)
33 a. Âdem (a.s)’dan Sonraki Peygamberlerin Tarihi
34 a. Enbiya ve Resuller, Aleyhimüssellemler ve İnen Kitapların Sayıları
34 b. Neseb-i Muhammed (s.a.v)
35 a. Annesi ve Annesinin Nesebi
35 a. Amcaları Dokuzdurlar
35 a. Halaları Altıdırlar
35 b. Resulullah (s.a.v)’in Doğumu
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer
37 a. Resulullah (s.a.v)’in Sıfatları
37 a. Makdemi Resulullah (s.a.v), Medine ve Halleri
37 b. Gazevât
39 a. Veda Haccı ve Vefatı
40 a. Eşleri
43 a. Çocukları
44 b. Vahiy Kâtipleri ve Diğerleri
45 b. Ebu Bekir Hilafeti
46 b. Ömer Hilafeti
48 a. Osman Hilafeti
49 a. Ali Hilafeti
50 a. Hasan Hilafeti
51 a. Muaviye b. Ebî Süfyân (r.a)
51 a. Yezîd b. Muaviye
52 a. Abdullah b. ez-Zübeyr
54 a. Mervân b. el-Hakem
54 b. Abdü’l-Melik b Mervân
55 b. El-Velid b. Abdülmelik
56 a. Süleyman b. Abdülmelik
56 b. Ömer b. Abdülaziz
57 b. Yezid b. Abdülmelik
58 a. Hişâm b. Abdülmelik
58 b. El-Velîd b. Yezîd
59 a. Yezîd b. el-Velîd
59 b. İbrâhîm b. el-Velîd
60 a. Mervân b. Muhammed
62 a. Abbasiler Devleti Haberleri
62 a. Ebû’l-Abbâsi’s-Seffâh
187
188
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
63 b. Muhammed el- Mehdî
64 a. Mûsâ el-Hâdî
64 b. Hârûn er-Reşîd
65 b. Muhammed el-Emîn
66 a. el-Me‘mûn b. er-Reşîd
67 b. el-Mu’tasım Billah
68 a. el-Vâsı Billah
68 b. Ca’ferü’l-Mütevekkil Alâllah
69 b. el-Muntasır Billah
70 b. el-Mu’taz Billah
72 a. el-Muhtedî Billah
73 a. el-Mu’temid Billah
74 b. el-Mu’tasıd Billah
76 a. el-Müktefî Billah
78 a. el-Muktedî Billah
80 a. er-Râzî Billah
81 a. el-Müttakî Billah
81 b. el-Müstekfî Billah
82 a. Alevi Halifeler
83 a. et-Tâyi Billah
84 a. el-Kâdir Billah
84 a. el-Kâim Bi-Emrillah
84 b. Sonra Devlet Selçuk Hanedanına İntikal etti.
86 a. Muktedî
86 b. Müstazhir Billah
86 b. Müsterşid Billah
87 a. er-Râşid Billah
87 b. el-Muktefî Billah
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer
88 a. el- Müstencid
89 a. Mustaza (?)
89 b. en-Nâsır Billah
90 b. ez-Zâhir Billah
91 a. el-Mustansır Billah
93 a. el-Musta’sım Billah
94 b. Hatemehü fî Zikri’l-Vâiıa ve Tarafu min Hükmi: Bu başlık altında
halifeler bahsinde olduğu gibi İlhanlı hükümdarları da çocukları, vezirleri,
kadî’l-kudâtları ve dönemlerinde meydan gelen önemli olaylarla beraber
anlatılmaktadır.
95 b. es-Sultân Abaka
96 a. es-Sultân Ahmed
96 a. Sultan Geyhatu
96 a. Sultân Baydu
96 a. Sultân iazan
97 a. es-Sultân Hüdâbende (Hüzâbende)
97 b. es-Sultân es-Sa’îd Ebû Saîd
Kitabın yazılış tarihi: Nihal Atsız eserde anlatılan son olay Emir
Çoban’ın öldürülmesi olduğu için (m. 1328), yıl vermemekle birlikte isabetli bir şekilde, bu tarihten sonra yazılmış olduğunu söyler. Bununla beraber
Hammad’ın, Memlûk-Türk Sultanı el-Nâsır Muhammed b. Kalavun’dan
“merhum” diye bahsetmesi (bkz. 98 a) eserin yazılış tarihini 1341 yılından
sonraya götürmektedir.
Umumî tarih niteliğinde yazılmış olan Kûtü’l-Ervâh, İslam tarih yazımının bariz örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir. Eser, hiç şüphesiz yazarın çağdaşı olduğu tarihî olayların (Selçuklu ve İlhanlı) incelenmesinde de başvurulması gerekli ve faydalı bir kaynak mahiyetindedir.
189
190
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Ek 1: Kût’ü’l-Ervâh’da Selçuklu Tarihine Ait Bölümün Başlangıcı
(Kûtü’l-Ervâh 84 b.)
Hammad-Kûtü’l-Ervâh ve Yâkûtü’l-Erbâh Hüseyin b. Ali b. Hüseyin el-Leysî el-Vâsitî / Ali Birbiçer
Ek 2: Şükrullah, Behcetü’t-Tevârih’de Selçuklu Tarihine Ait Bölümün
Başlangıcı
(Behcetü’t-Tevârîh, Nuruosmaniye Kütüphanesi, Nu: 30591, 152 b.)
191
Aralıkçılardan V.P. Romanov’un Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz Sözlüğü / Albek Abazov
Aralıkçılardan V.P. Romanov’un
Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz
Sözlüğü”1
Albek Abazov
Doç. Dr. , Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Kafkas Dilleri ve Kültürleri Bölümü,
Çerkez Dili ve Kültürü Anabilim Dalı
Bu makale tarafımızca 2000 yılı başlarında Sankt-Peterberg şehri Deniz
Kuvvetlerinin Rusya Devlet Arşivi’nde bulunan 75 sayfalık elyazması
‘Abhaz Sözlüğü’ne adanmıştır. Bu sözlük deniz subayı Vladimir Romanov
tarafından derlenmiştir. (Abhaz dili Çerkez dili ile benzerlik göstermektedir, yalnız özel bir diyalekt olarak görülmektedir). İlerleyen araştırmalarımız bu eserin yazarı hakkında bilgilere ulaşmamızı sağladı - Romanov
Vladimir Pavloviç (12.07.1796 - 11.10.1864) 1826 yılı başlarında suçlu
bulunup ceza olarak Kafkaslar’da görev yapan ordu birliklerine gönderilmişti. Askeri görevini Karadeniz donanmasında yapmıştır. 1827 yazında
‘Diana’ adı gemi ile Abhaz kıyılarında gezip Sukhum-kale ve Retud-kale’ye
yapılan saldırılar sırasında subay Romanov ‘Abhaz sözlüğünü yazmıştır’.
Yapılan bu çalışmanın sunulduğu Karadeniz Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
onu Sankt-Peterburg şehrine yollamıştır. Bizim belirlediğimiz üzere eserin
ikinci el yazma basımı Gürcistan Milli Kütüphanesi’nin nadir kitaplar bölümünde bulunmaktadır. Giriş sayfasında: Ekslibriz yazısı ile: ‘Sivastopol
subay kütüphanesi. Kapakta: 1. ‘Profesör İ.M. Sarkisov-Serazini’.
Ne yazıktır ki yukarıda adı geçen askeri birliğin komutası V. P.
Romanov’un bu eserine gerekli önemi vermemiştir, ve o fazla gerekli olmayan arşiv ralarında öylece kalmıştır. Bu konuda Kuzey Kafkaz Halklarının
gelenekleri ve dilleri alanında araştırma yapan bazı subaylar daha şanslıdır. Örneğin L. Lyulye tarafından hazırlanan (Rusça – Adıgeyce (Çerkez)
Sözlüğü) 1846 yılında Odesa şehrinde basılmış ve uzun süre yerli halkla
iletişim kurmada kullanılmıştır.
Kafkaslar’daki yüksek eğitimli subaylar tarafından gerçekleştirilen sözlük oluşturma çalışmaları Rusya Bilim Akademisi tarafından oluşturulan
Kuzey Kafkasya’yı öğrenme programına alınmıştır. Akademi üyeleri Kuzey
Kafkas Halkları dillerini sadece kendileri aktif olarak araştırmak ile kal1
Bu makale daha önce Scientiic Journal dergisinde yayınlanmış olan makalenin Türkçe’ye
çevirisidir.
193
194
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
mayıp bu alanda çalışmak isteyen askeri personel de dahil olmak üzere
tüm gönüllülere ve yerli halktan temsilcilere de destek sağlamışlardır. XIX.
yüzyılın ilk yarısında adı geçen dilin ilk gramer ve sözlük çalışmasını yapan
ilk Kabardin (Çerkez) bilim adamı Ş.B. Nogma’ya verilen önem ve dikkati
hatırlamak yeterli olacaktır.
Eğer V.P. Romanov’un sözlüğü Rus bilim adamlarının eline geçmiş olsaydı şüphesiz kayıtsız kalmazlardı. Yalnız bu eserin kaderi başka bir şekilde Eğer
gelişmiştir,
yaklaşık
ikiRus
yüz
yıladamlarının
geçtikteneline
sonra
biz
böyle
bir eserin
V.P. Romanov'un
sözlüğü
bilim
geçmiş
olsaydı
şüphesiz
varlığından
haberdar
olabildik.
Tüm
bu
olumsuzluklara
bakmayarak
XIX.
kayıtsız kalmazlardı. Yalnız bu eserin kaderi başka bir şekilde gelişmiştir, yaklaşık iki yüz yıl
yüzyıldan günümüze kadar ulaşmış olan Abaz ve Abhaz dillerinin yetersizgeçtikten sonra biz böyle bir eserin varlığından haberdar olabildik. Tüm bu olumsuzluklara
liği göz önünde bulundurulacak olursa bu eser bizim için günümüzde de
bakmayarakkorumaktadır.
XIX. yüzyıldan günümüze kadar ulaşmış olan Abaz ve Abhaz dillerinin yetersizliği
değerini
adı geçen dilin ilk gramer ve sözlük çalışmasını yapan ilk Kabardin (Çerkez) bilim adamı Ş.B.
Nogma’ya verilen önem ve dikkati hatırlamak yeterli olacaktır.
Bu elyazmasının analizine geçecek olursak:
göz önünde bulundurulacak olursa bu eser bizim için günümüzde de değerini korumaktadır.
Bu elyazmasının analizine geçecek olursak:
İçeriği
toplam 70 sayfadır. V. Romanov bu sözlüğü hazırlarken Abhazca kelimeleri
yansıtabilmek için kril alfabesini kullanmıştır. Yazar eserin
İçeriği toplam 70 sayfadır. V. Romanov bu sözlüğü hazırlarken Abhazca kelimeleri
hiçbir yerinde kendisine bu bilgileri sağlayan şahıs veya şahıslar hakkında
yansıtabilmek için kril alfabesini kullanmıştır. Yazar eserin hiçbir yerinde kendisine bu bilgileri
bilgi sunmamıştır. Elbette ki yazar bu kadar kısa bir sürede bu denli büyük
sağlayan
şahıs veya
şahıslar tek
hakkında
bilgiyapmamış,
sunmamıştır. Elbette
ki bir
yazarderecede
bu kadar kısa
bir sürede
bir
çalışmayı
kendisi
başına
belirli
Rusça
bilen
bu denli
büyük birşahıslarında
çalışmayı kendisi
tek başına yapmamış,
bir derecede
Rusça bilen
yerlisöyyerli
halktan
yardımını
almıştır.belirli
Kelimeler
duyulan
sözlü
lem
sayesinde
BuKelimeler
yüzdenduyulan
yazarsözlü
Abhaz
ve sayesinde
Abaz dillerinin
halktan
şahıslarında yazılmıştır.
yardımını almıştır.
söylem
yazılmıştır. zengin
fonetik
yapısından
dolayı
kelimeleri
tam
olarak
veremeyip
yanlışlardan
Bu yüzden yazar Abhaz ve Abaz dillerinin zengin fonetik yapısından dolayı kelimeleri
tam
kaçınamamıştır.
olarak veremeyip yanlışlardan kaçınamamıştır.
'Abaz Sözlüğünde' (Abhaz Dili. Bizim düzenlememiz. Albek Abazov.) temsil edilmiştir:
«Абаза бызшәа ажәар» аҟны иаагоуп:
«» ала иалаго – 4 ажәак («belki» Идорвада [Издыруада] ажәа аҟынтә «arshin» («Аршунк»
– [Аршьынк] аҟнынӡа).
«Б» ала иалаго – 95 ажәа ( «kadın» Пхусъ [Аҧҳәыс] аҟынтә. «kavga» Екупара [Аи?ъ?ара]
аҟнынӡа.
«В» ала иалаго – 157 ажәа «aşçı» Изву [Ижәу] аҟынтә «kısa kürek» Азва – [Ажәҩа]
аҟнынӡа.
«Г» ала иалаго –70 ажәа («liman» Алиманъ аҟынтә «yıl » Суксукъ – [Сықәсык] аҟнынӡа.
«Д» ала иалаго – 81 ажәа («да» Ай [Ааи] аҟынтә « Kardeş baba ya da anne» Санъсше –
[Саншьа] аҟнынӡа.
«» ала иалаго – 12 ажәа («His » еретуп [Иара итәуп] аҟынтә «oybirliğiyle» Ака абжла
аҟнынӡа.
Aralıkçılardan V.P. Romanov’un Bilinmeyen El Yazma Eseri “Abhaz Sözlüğü / Albek Abazov
«Ж» ала иалаго – 35 ажәа («solungaç» Апсадз алймха [Аҧсыӡ алымҳа] аҟынтә «azarlama»
Игучегоитъ – [Игәы цәиҟьоит ?] аҟнынӡа.
«З» ала иалаго – 108 ажәа («arkasında» «позади» Аштахсъ [Ашьҭахь] аҟынтә «For»
Амшаисоитъ [?] аҟнынӡа.
«И» ала иалаго – 25 ажәа («İğne» Агурудо [Агәыр ду] аҟынтә «Scare rüzgar» Шита вахаква
аҟнынӡа.
«К» ала иалаго – 11 ажәа («küvet» ? Янба аҟынтә «ne ?» Избанъ – [Избан] аҟнынӡа; «Л»
ала иалаго – 47 ажәа («Palm » Акарь гуцъ [Ан(?)аргәҵ] аҟынтә «Kurbağa» Адагъ – [Адаҕь]
аҟнынӡа).
«М» ала иалаго – 72 ажәа («Küçük» Иматупъ [Имаҷуп] аҟынтә «Çanta» Атшака [?]
аҟнынӡа).
«Н» ала иалаго – 161 ажәа («Stuff » Ипараца [?] аҟынтә «kokla» Апнцвала вахоо –
[Аҧынҵала…] аҟнынӡа.
«О» ала иалаго – 84 ажәа ( «her ikisi de» уудже [Ҩыџьа] аҟынтә «tek» Ака – [Ака]
аҟнынӡа);
«П» ала иалаго – 216 ажәа («Walking» дахасумъ [?] аҟынтә «Gönder» Шипала – [Шьапыла]
аҟнынӡа .
«Р» ала иалаго – 78 ажәа («iş » Аусъ ура [Аусура] аҟынтә «yakın» Икарина – [?] аҟнынӡа.
«С» ала иалаго – 157 ажәа («Sabre» Ахва [Аҳәа] аҟынтә « buraya bakın » Арех упшаа –
[Арахь уааҧшы] аҟнынӡа.
«Т» ала иалаго – 76 ажәа («snuff» Анер [?] аҟынтә « çekme» Ваха [уаха] аҟнынӡа.
«У» ала иалаго – 60 ажәа («çekme» Иршара [Иршьара // ашьра ?] аҟынтә «cinayet» Агуръ
ацъ акулхухра – [Агәыр аҵа акылхәыхәра] аҟнынӡа.
«Ф» ала иалаго – ҩ-ажәак («Fairway» Абогазъ [Абаҕәаза] аҟынтә «sweatshirt » Айлекъ –
[Аилақь] аҟнынӡа .
«Х» ала иалаго – 21 ажәа («Trainspotting» Ажицара [Аҿыҵра] аҟынтә Agur akulhuhra ats»
Абасм [?] аҟнынӡа.
«Ц» ала иалаго – 16 ажәа «Scrabble» обыгчитъ [Абыҕҷра] аҟынтә « Fiyat » Ахъ – [Ахә]
аҟнынӡа .
«Ч» ала иалаго – 38 ажәа («Chadno» Апаитупъ [?] аҟынтә «Temiz deniz» Ашидзь ирицква
[Аҧсыӡ арыцқьара] аҟнынӡа.
«Ш» ала иалаго 23 ажәа («adım » Анцквара [Анаскьара] аҟынтә « şaka » Амшкара
[Амшгара] аҟнынӡа.
«Щ» ала иалаго – ф-ажъак («Yanak » Адзага [Аӡҕы] аҟынтә «kıstırma » Ихурь куку [Ихәы
ркәыкәыра] аҟнынӡа.
195
«Ч» ала иалаго – 38 ажәа («Chadno» Апаитупъ [?] аҟынтә «Temiz deniz» Ашидзь ирицква
[Аҧсыӡ арыцқьара] аҟнынӡа.
196
«Ш» ала иалаго 23 ажәа («adım » Анцквара [Анаскьара] аҟынтә « şaka » Амшкара
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
[Амшгара] аҟнынӡа.
«Щ» ала иалаго – ф-ажъак («Yanak » Адзага [Аӡҕы] аҟынтә «kıstırma » Ихурь куку [Ихәы
ркәыкәыра] аҟнынӡа.
«E» ала иалаго – ажәак («O» Ары [Ари]).
Ю»ала иалаго ҩ-ажәак («güney» Ныимеиться аҟынтә «gençlik» Апшхира – [?] аҟнынӡа.
«
«Я» ала иалаго ажәа (ахьыӡҵынхәра «Ben» «Сара» аҟнытә Сара [Сара] аҟнытә «Kutu»
Асунукоръ – [Ашәындыҟәыр] аҟнынӡа). «Аҧшьы» ҳәа автор хьӡыс изиҭаз ахәҭаҿы
иаагоуп:
«А» ала иалаго ажәак («iştah» Акайсрара сыгупхой – [? сгәаҧхои]).
«B» ала иалаго ажәак («Korku » Асвара [Ашәара]).
«M» ала иалаго ҩ-ажәак («Sizden uzak salıncak» Икюнапала – [Июнапала] ve «Sallayarak
onun» унапа пакъ икю [?]). Иара убас, «Ажәар» аҿы иарбоуп ажәеицааирақәеи асинонимтә
риадқәеи. Ажәар анҵәамҭаҿы иаагоу «Аиҿцәажәага» аҿы 98 ажәа арбоуп.
Аҧсуа ҧхьаӡара шьақәгылоуп абарҭ реиҧш иҟоу ахыҧхьаӡара хьыӡқәа рыла:
Ака [Ака] аҟынтә 31 Vvë - vžej- za – [Ҩажәи жәеиза] аҟнынӡа. 31; 40 guigoza
(ахыҧхьаӡара 32 арбоуп аҵыхәтәаны). 41 unejzej assa ; (аҧсышәала ахыҧхьаӡара 50
арбаӡам) (Азгәаҭа – Albek Abazov.). 51 ugozej zeza; 60 hingoza [хынҩажәа]. 61 higozej
aka [ханҩажәи ака] 70 hingozej zoba [ханҩажәи жәаба]. 71 hingozej zeza [ханҩажәи
жәеиза]; 80 Pšingoza [Ҧшьынҩжәижәаба] 71;80 81 Pšingozej aka – Ҧшьынҩажәи ака ; 90
Pšingozej zoba
[Ҧшьынҩажәи жәаба]. 100 Ški [Шәкы]; 102 (ахыҧхьаӡара 102 ҩынтә
иарбоуп: 102 - s sraka ve 102 – s sruba . [Азгәаҭа – А.А.). 102; 110 S srozoba 110; 120 S
srov’zva 130 S srozvej unovva 140; 150.– unovzvaizoba [ҩнҩажәи жәаба] 150; 160 S eiç̆ –
hinovza [ [хынҩажәа]. 160; 170 S eiç. – hinovzaj – zoba [хынҩажәи жәаба].
Kaynaklar
1. Aralıkçılar Hareketi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devlet Merkezi Tarih-Askeri vakıfları ve koleksiyonları evrakları belirteci. 3. basım. Editör İ.G. Tişin, P. Petrovski. Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği Bakanlar Kurulu içerisindeki Baş Arşiv Yönetimi. 1975, sayfalar 569-570. toplam sayfa 758.
2. Rusya Devleti Deniz Kuvvetleri Arşivi, 162 - açıklama 1, dosya 27 sayfa 1-39.
Özet
Makale bulmuş olduğumuz tanınmayan Aralıkçının ilmi çalışmasına adanmıştır. Bu makalede ilk
defa olarak 1827 yılında deniz subayı V. P. Romanov tarafından elyazması olarak hazırlanan sözlüğe
ilmi değer verilmektedir. Makalede Abhaz (Abaza)-Adıg (Çerkez) dil gurupları üzerinde bu eserin
etkisi yansıtılmak-tadır. Makale Kafkaz dilcilernin dikkatini XIX. yüzyılda hazırlanmış bilinmeyen
bu sözlüğün üzerine çekmek için hazırlanmıştır.
Özgeçmişler
Özgeçmişler
Abdurrahim Tufantoz (Yrd. Doç. Dr.)
1960 senesinde Tekirdağ’ın Muratlı ilçesinin Yeşilsırt köyünde doğdu ve ilkokulu
burada okudu. 1978 yılında Sakarya İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. 1983’te
Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nü bitirdi.
1984 Aralık ile 1986 Mart ayları arasında askerliğini Yedeksubay olarak yaptı.
1986’da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim dalı
Ortaçağ Tarihi programına kaydoldu. Burada iken 1987 tarihinde Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’ne Araştırma Görevlisi olarak
girdi. Yüksek lisansın ardından (1988) yine Marmara Üniversitesi’nin Türkiyat
Enstitüsünde Doktora programına kaydoldu. “Mervanîler (990-1085)” isimli teziyle doktora payesini aldı (1994).
Halen Yüzüncü Yıl Üniversitesinde Yardımcı Doçent Doktor olarak görev yapmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.
Gülay Öğün Bezer (Prof. Dr.)
1959 yılında Sarıkamış’ta doğdu. İlk, Orta ve Lise öğrenimini burada yaptı. 1980
yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu.
Isparta’da tarih öğretmeni olarak dört yıl görev yaptı. Yüzüncü Yıl Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümüne Araştırma Görevlisi olarak girdi. 1988 yılında Erbil Beyliği (Begteginliler) konulu teziyle Doktor unvanı aldı. 1992 yılında
Marmara Üniversitesine naklen atandı. 1994 yılında doçent, 2001 yılında da profesör oldu. Halen aynı Üniversitede Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı
olarak görevini sürdürmektedir. Ortaçağ Tarihi alanında dersler vermekte akademik çalışmalarına devam etmektedir.
Birsel Küçüksipahioğlu (Doç. Dr.)
1993 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1996 yılında aynı bölümün Ortaçağ Tarihi Ana Bilim Dalı’nda Prof. Dr.
Abdülkerim Özaydın’ın danışmanlığında “III. Abdurrahman Dönemi Endülüs
Tarihi” isimli Yüksek Lisans tezini; 2003 yılında ise Prof. Dr. Işın Demirkent’in
danışmanlığında “Trablus Haçlı Kontluğu Tarihi (1109-1187)” başlıklı doktora tezini bitirdi. 2010 yılında doçent unvanı alan Küçüksipahioğlu halen aynı ana bilim
dalında Haçlı Seferleri, Haçlı Devletleri ve Bizans Tarihi ile ilgili ilmi çalışmalarına
devam etmektedir.
Ebru Altan (Doç. Dr.)
25.11.1969 tarihinde doğdu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümünü bitirdi. 1995 yılında Prof. Dr. Işın Demirkent danışmanlığında Willermus Tyrensis’in
Historia Rerum in Partibus Transmarinis Gestarum (Deniz Aşırı Bölgelere Yapılan
Seferlerin Tarihi) Adlı Eserinin XI. ve XII. Kitaplarının Türkçe Çevirisi konulu
yüksek lisans tezini tamamladı. 1995’de yine Prof. Dr. Işın Demirkent danışmanlığında İkinci Haçlı Seferi (1147-1148), adlı teziyle doktor unvanı aldı. 2009 da doçent olan Ebru Altan, hâlen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı’nda Haçlı Seferleri tarihi ve Türk-Bizans ilişkileriyle
ilgili dersleri vermekte, bu konulardaki ilmi çalışmalarına devam etmektedir.
197
198
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Mualla Uydu Yücel (Prof. Dr.)
25.07.1966 yılında Giresun’un Bulancak İlçesinde doğdu. İlk-Orta ve Lise tahsilimi
Trabzon’da tamamladı. 1985 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümüne girdi ve bu bölümden 1989 yılında mezun oldu. Aynı yıl Tarih Bölümü
Genel Türk Tarihi Anabilim Dalında Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 1992
yılında “Türk’ün-İslam’la Bütünleşmesi” adlı Yüksek Lisans tezini bitirdi. 19921993 öğretim yılında Doktora ders programını takip etti. l993-1995 yılları arasında
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının sağladığı burs ile Kazakistan’ın Almatı şehrine gitti. Yine bu yıllarda Almatı’daki Abay Adındaki Almatı Devlet Üniversitesinin,
Doğu Dilleri Bölümünde Türk Dili, Edebiyatı, Tarihi ve Kültürü ile ilgili dersler
verdi. Doktora konusu olarak seçtiği İlk Rus Yıllıklarının eski Rusça yazılmalarından dolayı 1996’da tekrar Almatı’ya giderek 3 ay boyunca çok yoğun bir şekilde
eski Rusça dersler aldı. 02.07.1998 tarihinde “İlk Rus Yıllıklarında Türkler” adlı
doktora tezimi tamamlayarak doktor oldu. 1998-1999’da (1 yıl) Doktora sonrası
yapacağım çalışmalarıma malzeme toplamak ve sahamızda çıkan yayınları görmek gayesi ile yeniden kendi imkânları ile Kazakistan’a gitti. 03.10.2000 tarihinde
Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalına Yardımcı Doçent olarak atandı.
06.04.2006 tarihinde ise Doçent unvanını aldı ve 2007 tarihinde Doçentlik kadrosuna atandı. 2008-2010 tarihleri arasında da Türkiye ile Kazakistan arasında bir
köprü vazifesi gören Ahmet Yesevi Uluslar Arası Türk-Kazak Üniversitesinde görev
yaptı. Bu arada yurtiçinde ve yurtdışında (Rusya, Kazakistan, Romanya, Ukrayna,
Amerika, Kanada) uluslararası birçok sempozyuma katıldı.
07.12.2011 Tarihinde Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı’na Profesör olarak atandı ve 19.01.2012 tarihinden itibaren de Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı Başkanı
oldu.
Evli ve iki erkek çocuk annesi.
Muharrem Kesik (Doç. Dr)
1969 yılında Giresun’da doğdu. 1979 yılında İlkokul, 1987 yılında Lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lisans öğrenimini 1987- 1991 yılları arasında İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Daha sonra İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’nda Yüksek Lisans
öğrenimine başladı. 1991 – 1993 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı
olarak, İstanbul’da Ahmet Çuhadaroğlu İlköğretim Okulu’nda tarih öğretmenliği
yaptı. 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ
Tarihi Anabilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1994’de
Cenâbî Mustafa Efendi’nin el – Aylemü’z – zâhir fî ahvâli’l- evâil ve’l – evâhir
Adlı Eserinin Anadolu Selçukluları İle İlgili Kısmının Tenkidli Metin Neşri adlı teziyle Yüksek Lisans öğrenimini tamamladı. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı Doktora Programı’na kayıt oldu. 27
Temmuz 1999’da Sultan I. Mesud Devri Türkiye Selçukluları Tarihi (1116 – 1155)
adlı teziyle doktor unvanını aldı. 2001-2009 yılları arasında Tarih Vakfı’nda çeşitli
meslek gruplarından öğrencilere Matbu ve Yazma Osmanlıca seminerleri verdi. 04
Haziran 2003 tarihinde de Yardımcı Doçentlik kadrosuna atandı. 02.03.2012 tarihinde Doçent unvanı aldı. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü’nde Doçentlik kadrosunda görevini sürdürmekte olup İngilizce ve Arapça
bilmektedir. Uzmanlık alanı olan Selçuklular Tarihi’ne yönelik yayımlanmış üç
kitabı ve aynı alanda pek çok makale tebliğ ve madde yazıları bulunmaktadır.
Muharrem Kesik, evli ve iki çocuk babasıdır.
Özgeçmişler
Abdülkerim Özaydın (Prof. Dr.)
15.10.1951 tarihinde Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta, liseyi Elâzığ’da
tamamladı. 1978-79 eğitim-öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Bir sure öğretmenlik yaptı ve 1 Ekim 1981 tarihinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi
Kürsüsü’ne asistan olarak tayin edildi. 23 Aralık 1983’te “Sultan Muhammed Tapar
Devri Selçuklu Tarihi” adlı teziyle “Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’nda Doktor”, 1987’de
Yardımcı Doçent, 3 Ekim 1988’de Doçent unvanını kazandı. 25 Mayıs 1995’te
Profesörlüğe yükseltildi. Sultan Berkyaruk Devri Selçuklu Tarihi (485-498/10921104) (Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1990) ve Sultan Muhammed Tapar Devri
Selçuklu Tarihi (498-511/1105-1118) (İstanbul Üniversitesi Yay., İstanbul 2001)
adlı kitapları ve Selçuklu tarihine dair yayımlanmış çok sayıda çalışması mevcuttur. İbnü’l-Esîr’in el-Kâmil i’t-târîh adlı eserini Türkçe’ye tercüme eden komisyon içinde yer almış ve eserin bazı ciltlerini tercüme etmiştir. Türk Tarih Kurumu
Şeref Üyesi olarak seçilmiştir. Halen İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde
öğretim üyesi olarak çalışmakta ve Tarih Bölümü Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı
Başkanlığı görevini sürdürmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Sadi S. Kucur (Yrd. Doç. Dr.)
1983’te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Ortaçağ Tarihi Bölümünden mezun oldu. 1986’da M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde “Mühimme Defterlerine Göre
II. Selim Devrinde Hamîd Sancağı” adlı yüksek lisans, 1993’te ise “Sıvas, Tokat ve
Amasya’da Selçuklu ve Beylikler Devri Vakıları -Vakiyelere Göre-” adlı doktora tezini tamamladı. Halen aynı üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde
yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır.
Selçukluların devlet teşkilâtı, sosyal ve iktisadî tarihi, numismatiği, Ortaçağ
Türkiyesi epigraisi, Osmanlı dönemi kitabe ve mezartaşları ilgi alanlarıdır. Bu
alanlarla ilgili dersler, seminerler vermekte ve yayınları bulunmaktadır.
Mustafa Alican (Yrd. Doç . Dr.)
1982 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesine bağlı Beşköy beldesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini, küçük yaşlarda ailesi ile birlikte göç ettikleri Bursa ve
İstanbul’da tamamladı. 2002 yılında girdiği Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü’nden 2007 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nün Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı’na sunduğu “Bir Ortaçağ Şehri Olarak
Meyyâfârikîn (Silvan)” isimli teziyle 2012 yılında doktor unvanını aldı. Çeşitli gazete, dergi ve internet sitelerinde makale, çeviri, eleştiri, tanıtım ve yorum yazıları
yayınlandı. Ülkenin farklı şehirlerinde tertip edilen birçok ulusal ve uluslararası
kongre ve sempozyumda sözlü bildiriler sundu. Araştırma görevlisi olarak akademiye girdiği 2008 yılında, Gökhan Kağnıcı ile birlikte Tarih Okulu Dergisi’ni kurdu ve
derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Halen düzenli olarak yayınlanmakta
olan bu dergide Türkiye için bir yenilik sayılabilecek olan Psikotarih disiplini ile ilgili çeviriler yayınlayarak söz konusu disiplinin Türk tarihçileri arasında tanınması
için çeşitli çalışmalar yürüttü. Aynı zamanda doktora tez danışmanı da olan Prof.
Dr. Mehmet Ersan ile birlikte Selçukluları Yeniden Keşfetmek, Büyük Selçuklular
(Timaş 2012), Osmanlı’dan Önce Onlar Vardı, Türkiye Selçukluları (Timaş 2013)
ve Türklerin Kayıp Yüzyılı, Beylikler Devri Türkiye Tarihi (Timaş 2014) isimli kitapları kaleme aldı. 2013 yılında yayınlanan Kıyametin İlk Günü, Malazgirt
1071 (Yakın Plan) ile birlikte dört kitabı bulunan ve Adıyaman Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent kadrosunda çalışmalarını
devam ettiren yazar, Arapça ve İngilizce bilmektedir.
199
200
TYB AKADEMİ / Eylül 2014
Emine Uyumaz (Dr.)
1987 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun
oldu. 1989 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Tarih bölümü Ortaçağ
Anabilim dalına araştırma görevlisi olarak göreve başladı. 1992 yılında adı geçen
üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaçağ Tarihi Bilim dalında Selçuklular
Devrinde Askerî Teşkilât, adlı tezi ile yüksek lisansını, 1987 yılında da Sultan I.
Alâddin Keykubad Dönemi Türkiye Selçuklu Devri Tarihi (1220-1237) çalışmasıyla doktor unvanını aldı. (Adı geçen doktora tezi 2003 yılında TTK tarafından yayınlanmıştır.) 2009 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrılan Dr. Emine Uyumaz’ın
Türkye Selçuklu Devletine Gelen ve Giden Elçiler adlı çalışması 2011 yılında Bilge
Kültür Sanat Yayınlarından çıkmıştır olup Türkiye Selçuklularının siyasî ve kültürel tarihi ile ilgili birçok makalesi bulunmaktadır.
Ali Birbiçer
1986 yılında Marmara Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden
mezun oldu. 1986-1990 yılları arasında Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Genel
Müdürlüğü’nde Uzman Yardımcısı olarak çalıştı. 1990-1994 yılları arasında Trakya
Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü’nde Araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1994-1996 yıllarında aynı üniversitede Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
okutmanı olarak çalıştı. 1996-2010 yılları arasında serbest olarak çalıştıktan sonra
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Tarih öğretmeni olarak çalışma hayatına devam
etmektedir.
Yüksek lisansını Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ortaçağ
Bilim dalında “Anonim Tevarih-i Al-i Osman” adlı tezle 1990 yılında tamamladı. Daha önce yarıda bıraktığı doktora çalışmasına Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi’nde “Osmanlı Tarihlerinde Selçuklularla İlgili Bilgiler” adlı tezle devam etmektedir.
Yayınlanan Çalışmaları:
“Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah ve
Torunlarına Dair”, Prof. Dr. Erdoğan Merçil’e Armağan, s. 237-243, İstanbul
2013; “Osmanlı Kaynaklarında Malazgirt Savaşı”, Alp Arslan ve Malazgirt Savaşı,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, s.197-217, İstanbul 2014.