Müziğin Kadim Doğası Üzerine1
Müzik,
yaşam
bıraktığında*/cevaplarla
için
değil
çok
şey
sorularla
söyler;
eyleyen
yaşadığında/yaşamı
müziği
müzik
anlamlandırma
olarak
görmeyi
çabasını
diri
tuttuğunda/müziğin salt notalar ya da sesler bütünü olmadığı, toplumsal konumlanışıyla onu açığa
çıkaran kişinin düşünme ve yaşama biçimlerinde başlayıp sesler aracılığıyla her ortaya çıkışında başka
bir oluşa dönüşerek geleceğe aktarılan eşsiz bir dil-mesaj olduğu farkındalığıyla.
Sözcüklerin düşüncede başlayıp yaşamın her alanında varolduğu o her biricik an’da; değişime
gebe olsa da gizil-simgesel kadim bilgileri geleceğe aktarırken öznesine içkin olarak toplumsal
gerçekliği taşıması ve yeniden üretmesine benzer bir doğası vardır müziğin.
Farklı toplumsal evrimler geçirmiş olmalarına rağmen antik atalarımızdan aktarılarak birçok
dilde günümüze dek aynı kalan sözcükler; türümüzün kadim bilgilerini taşırken aynı zamanda
anlamlarının, tükenişimize dek sürecek olan kültürel evrimimizdeki rollerinin simgeleridir.
Müziğin işlevsel kökenine inerken; antropolojik kazılarda ortaya çıkan on binlerce yıl
öncesinin çalgılarının gündelik yaşamdaki işlevleri üzerine düşünülmekte ve Homo sapiens sapiens
öncesi atalarımızın mağara resimleriyle müzik arasında özdeşlik kurulabilmektedir. Müziğin doğası
üzerine düşünürken ise; belki de evvela hemen hemen tüm dillerde müzik kelimesinin değişmeden
kalmış olması üzerinde durulması gerekmektedir. Müzik salt varlığının ötesinde simgesel anlamlar
taşımaktadır. Müzik kelimesinin ortaya çıkışını -günümüze ulaşmış kayıtlardan- Antik Yunan’da
Hesiodos’un evrenin yaradılışı ve tanrısal varlıkların kökenine dair epik anlatımı olan Theogonía’da
görmekteyiz. Mousikē (technē)(1) olarak müzik zanaatı; Zeus ve Mnemosyne’nin ilham perisi kızları
Muse’lerin evrenin yaradılış sürecinde söylediği şarkılardır. Mit, müziğin varlığının/güzelliğinin
evrenin yaradılışını mümkün kıldığını ifade etmektedir.
Etimolojik olarak düşündüğümüzde müzik sözcüğünün simgelerinden en belirgin olanlarını
hemen fark edebiliriz; evrenin yaradılışıyla (varoluşumuza dair yapıların oluşumu ile olan) ilişkisi, dişil
doğası, başlangıcın ilhamı oluşu…
Bebeğin anadan ayrı bir varlık olarak kendi bağımsız varoluşunu fark ettiği o ilk an’ın geri
dönüşsüz hissiyatına benzer bir şekilde arkaik atalarımız ilahî oluştan ayrı bir varoluş olarak kendilerini
görmeye başladıktan sonra, her yeni buluş ve düşünme biçimi zamanı/zaman algısını bir öncekine oranla
kısaltmakta, evrim tekerleği zamanı bükerek ilerlemekteydi. Arkaik atalarımızdan antik atalarımıza dek
müziğin ortak algısı, ilahî oluşuydu. Tanrısal ritüeller müzikle beraber varolmaktaydı; bedensel
arınma/kendinden geçkinlik/aşkınlık/uhrevilik durumu. Müziğin gündelik kullanımında da mimesis ile
doğa anayla olan ilişkide başka türlü bir dünyevi ilahîlik (çalgı/kabiliyet/anlatım) şekillenmekte, bebek
mümkünsüz güzelliğin peşine düşerek her daim anasına biraz daha öykünmekteydi. Antik Mısır’da
müzik salt ilahî olmayı sürdürmekteyken, Hesiodos’tan yaklaşık iki yüz yıl sonra Antik Yunan’da
ilahîliğinin dışında bir boyut açılmaktaydı müzik için. Pisagor ile birlikte varoluşa dair sorular mitolojik
1
Başak İdil Özen tarafından Microscope Dergisi “Hoşgörü” temalı 6. Sayısı için yazılmıştır. (Kasım 2021)
tanrılarla değil tüm cevapların kendinde saklı olduğu evrenin somut gerçekliğinin gizil yasalarında
aranmaya başlamaktaydı. Bu yasalar değişmezdi. Stephen Hawking’den yaklaşık 2500 yıl önce Pisagor;
evrenin başlangıcının matematiksel bir açıklaması olduğunu, sayıların uyumu ve karmaşık birlikteliği
ile her şeyin var olduğunu, dolayısıyla evreni anlama yolunun bu karmaşık matematiksel formüllerin
çözümüne dayandığını düşünmekteydi. Bu yeni düşünce biçimi, mitolojik tanrılardan sonra yeni bir
inanış biçimiydi, sayıların mükemmel uyumu; harmonia.(2) Pisagor evrenin ruhunun harmonia
olduğunu, mikro ve makro düzeyde her şeyi kapsayan bu gizil ruhun matematiksel yasalarını
anlamlandırmanın yolunun müziğin/seslerin yasalarını çözmekten geçtiğine inanmaktaydı.
Harmonia; uyum, uzlaşma, birliktelik, ahenk. (4)
Pisagor’un başlattığı harmonia kavrayışının modern dünyamızdaki yansıması olarak S.
Hawking’e ulaşmamız ilginç değil, nitekim Pisagor batı düşün biçimlerinin/felsefesinin temelini
kurmuştur.
Cosmos; Yıldızlı gök kubbe, mükemmel uyumun güzelliği ve düzeni. (3)
Antik Yunan’daki liberal sanatlar okulunun sayısal alanında bulunan (Quadrivium) Pisagor
ekolünde kozmosun matematiksel ve geometrik uyumunun araştırılması üzerine olan eğitim içerisinde
müzik; aritmetik, geometri ve astronomi ile birlikte ele alınan sayısal bir alandır. Müziğin salt ilahîlik
anlayışından teorik olarak ele alınan, sesler arası ilişkilerin incelendiği ve mükemmel uyumu yakalamak
üzere bir araya getirildiği akılcı bir alana dönüşmesindeki kırılma; evreni anlamlandırma ve yorumlama
çabasının, müziğin, batı felsefesinin, bilimsel düşüncenin, teknik ilerlemenin en nihayetinde toplumsal
yaşamın (her ne kadar uzunca bir orta çağ süresince evrim tekerleği tekleyerek ilerlemiş olsa da)
modernizme dek evrilişinin başlangıcı olmuştur.
…
Batıda, uzunca bir süre kilise hakimiyetinde ilerleyen/gelişen müzik düşüncesi, gittikçe
yaşamdan uzaklaşmakta, zanaattan sanata/salt entelektüel bir ilgi ve dışavurum olmaya dönüştükçe ister
dini ya da siyasi hegemonya içerisinde, ister Romantizmin bohem yalnızlığında olsun arkaik
atalarımızın tanrılarıyla kurduğu diyaloğun yolu olan müzik anlayışı ile Antik dönemdeki kozmosun
mükemmelliğine ulaşma yolunun parçası olan saflıktan gittikçe daha çok kopmaktaydı. Nihayetinde
kavramlar hiyerarşik yapıların koşullandırmasıyla kanıksanmakta ve “evrensellik” kadim bilgilerle değil
batı kültürü ve düşüncesinin silahıyla yerel halklara ve insanlığa giydirilmekteydi.
Öte yandan antik dönemlerden itibaren günümüze değin, egemen sınıfların tahakkümü
ilerlemenin önce karşısında durmuş sonrasında da anlamını kendine mal ederek sisteme entegre etmiştir.
Bir yandan sonsuz bir iyi-kötü savaşına sahne olmaktaydı kozmos. Evrim tekerleği teklese de asla
durmuyor, düşünceler türümüz tükenmedikçe ölmüyor ve her yeni kuşakta bir öncekiyle diyalektiğe
girerek tekerleği döndürüyordu.
…
Görsel sanatlar imgelerle, yazın alanı sözcüklerle işlerken, müziğin sistematik, matematiksel,
sesin doğasındaki çokseslilikle oluşan muazzam dili sebebiyle müzik diğer sanatlardan ayrıksı olmuştur
her daim. Entelektüel alanda icranın yanında teorisinin zor öğrenilen yapısı ile yazılı müzik öte yanda
zanaat alanında yaşamın parçası oluşu (ritüeller:düğün,cenaze,tören). Entelektüel alanın atasını Pisagor
öğretisi, zanaat alanının atasını ise arkaik atalarımızdaki ilahî kavrayış olarak görebiliriz. İki alanın
yüzyıllar boyu gittikçe daha da çok birbirinden uzaklaşması ve sonunda birbirinden koparak birbirine
ve kendine yabancılaşması, salt statüye/tüketime/yapay bir eğlenceye/katarsise dönüşmesi bakımından
müzik yapısal olarak belki de siyasi düzenin karşılığının en belirgin şekilde görülebileceği üst yapılardan
birine dönüşmüştür. Batı müziği/yazılı müzik hiyerarşiktir, sesler arasında da orkestra, icracılar, şef,
solist, besteci arasında da hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşi dinleyiciye elitist, ayrıcalıklı ve kapalı bir
ortamdan çıkarak devasa sahnelerden aktarılan/dayatılan bir üst anlatı şeklinde ulaştırılır. Dinleyici
pasifize edilmiştir, müzisyen ve dinleyici için kurallar oldukça katıdır. İcracı virtüözitesine göre
değerlendirilir, o da kendine yabancılaşmış adeta bir sirk cambazı pozisyonuna dönüşmüştür.
Mükemmellik o kadar yapay bir hiyerarşinin ürünüdür ki besteci artık tanrı konumundadır.
Geçtiğimiz yüzyılda müziğin yozlaşan özelliklerine, kurumlarına, geçmiş öznelerine
başkaldırılmış, yeni düzen/yapı arayışındaki yeni insanın geçmişten koparak, arkaik ve antik
atalarımızla yeniden barışarak, batı hiyerarşisini kırıp batı dışı kültürlerden kadim bilgi ve zanaatları
devralma çabasıyla yeni müziğin peşine düşülmüştür. Baskıyla durdurulan müziğin evriminin
tekerlekleri işlemeye başlamıştır.
Yeni müzik, yin yang misali müziğin sanat ve zanaat alanlarının birbirine içkin olduğunun
farkında olarak üretmeliydi. Yazılı müzik doğaçlamayı, notasyon imgeleri (grafik notasyon) ve sözlü
müzik şiiri kucakladı. Yedinci sanat doğmuştu. Hepsi devrimci bir potada birleşmekteydi. Avangarddeneysel müzikler, atonal müzik, minimalist müzik, caz, rock, özgür doğaçlama, rastlantısal müzik,
elektronik müzik, film müzikleri ve kategorize etmeye gerek olmayan bir yığın yenilikçi müzik, müziğin
performatif doğasını kullanarak hiyerarşiyi sorgulayan bir eylemlilik ile var olmaya çabalamış, sürece
odaklanmış ve yeniden yolda olmaya başlamıştır.
…
Müzik sözcüğünün simgelerinden bahsetmiştim. Onlardan biri de hoşgörüdür. Yazılı müzik
ile doğaçlamayı/eğitimli müzisyenlerle eğitimsiz “sıradan” insanları birleştirerek müziğin özüne ve
politik toplumsal dönüşümün parçası olarak sosyalist eylemlilik hâline yönelen Cornelius Cardew;
“Doğaçlama Etiğine Doğru”(5) kitapçığında hoşgörünün en geniş anlamıyla öz-disiplini ve doğaçlamayı
bağdaştırarak; uyumsuz olana karşı içgüdüsel tiksintinin üstesinden gelmekten bahseder ve bu yolda
sadece müzisyen arkadaşlarınızın zaaflarını değil, kendinizinkini de kabul etmelisiniz diye açıklar.
John Cage’nin yaşam düsturu gibi: Müzik yaşamdan doğar.
Müziğin hiyerarşik yapısında zaafa ve hoşgörüye yer yoktur. Kusursuz bir görevler zinciriyle
tek sese hizmet etmektedir her icracı. Ayrıca küreselleşme ile kendi kati entelektüel çoksesliliği uğruna
kendinden
olmayan/beyaz
olmayan/eril
olmayan/güçlü
olmayan/otantik
olan
her
müziğin
ötekileştirildiği bir üst anlatı söz konusudur akademi ve salonlarda. Müziğin yaşamdan/doğasından
kopuşunun en büyük göstergelerinden biri de devasa bir çoksesliliğin tek bir sese hizmet etmesidir
herhalde. Günümüzde özgürlük algısını dahi pazarlayan kapitalist sistemin sanal anlatıları, hiyerarşik
yapıların görünmez olarak devamlılığını sağlamaktadır. Yaşam mücadelesi içerisindeki emekçilere her
gün kusursuzmuş gibi görünen sanal roller pazarlanırken, aynı zamanda kendi gerçekliklerine
yabancılaştıkları sanal dünyalar aracılığıyla her gün yeni küçük bir başarı/tatmin/katarsis öyküsü
yaratmaya zorlanmalarıyla krizlerini aşmaya yönelen bir vahşi sistem.
Hoşgörüsüzlük çağı. Gerçek-ötesi dediğimiz gibi müzik-ötesi toplum.
…
Düşündüğümüz gibi yaşar, yaşadığımız gibi düşünürüz. Yaşadığımızı duyar, duymak
istemediğimizi düşünmeyiz. Birbirini tetikleyen düşün-yaşam ilişkisindeki kısır(mış gibi gösterilen)
döngüyü kırmaya başlamak zorundayız.
Müzik sözcüğüne geri dönüyorum. Neredeyse tüm dillerde aynı kalan, insanlığa dair ortakgizil-kadim bilginin taşıyıcısı olan sözcüğe. Şu an -ve siz bu yazıyı okurken- kendisi yok, sesler yok.
Fakat var etmemiz gereken müziği duyabiliyorum, duyabilirsiniz; bize kadim bilgileri unutturan,
benliğimizden uzaklaştıran ve sanal dünyaların robotlarına dönüştüren büyük ve tek sesin dışına çıkmış,
onu dönüştürmeye çalışmış/çalışan sesleri…
İhtiyacımız olan güncel gerçekliğimizi kavrayan bir duyuş. Müzikal bir karşı eylemlilik hâli.
Uyum, birliktelik, içtenlik, eşitlik, ahenk…
* Dr. Suzuki: “Zen öğrenmeden önce insan insandır ve dağ dağdır. Zen öğrenirken şeyler karmakarışık
bir hale gelir: Kişi neyin ne, hangisinin hangisi olduğunu tam olarak bilemez. Zen öğrendikten sonra, insan
insandır ve dağ dağdır.” Konuşmadan sonra şu soru soruldu: “Dr. Suziki, Zen öğrenmeden önce insanın insan ve
dağın dağ olması ile Zen öğrendikten sonra insanın insan ve dağın dağ olması arasındaki ayrım nedir?” Suziki
yanıtladı: “Hiçbir fark yok, yalnızca ayaklarınız bir parça yerden kesilmiştir.” John Cage’in Julliard
Konuşmasından.
(1) www.etymonline.com : music (n.) / Muse (n.)
(2) www.etymonline.com: harmony (n.)
(3) www.etymonline.com : cosmos (n.)
(4) dictionary.cambridge.org : harmony
(5) Cardew, “Treatise Handbook,” 113.