Nothing Special   »   [go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA BİR UZLAŞI

Henüz ölmeden ölüme karşı ön yargımızı gözden geçirme vakti. Kendi ölümümüzü hayal ederken bile seyirci konumda olmamız tüm kadim dinlerde yaratılmış öteki dünyanın varlığının veya yokluğunun henüz bilinememesi bu konu üzerine biraz düşünmeyi bence gerekli kılıyor. Ölüm, bedenin uyuyakalması ya da bedenin zamanla deforme olması sonucu pes etmesi. Antropologlardan öğrendiğimiz kadarıyla arkaik toplumlarda bile ölüm bütün bir yok oluşu simgelememiş, insanlar ölülerin görünmez dünyasıyla irtibatı hiç koparmamışlardır. Yani öte dünya sadece dört büyük dinin tekelinde değildir. Marx "öte" dünya inancını kitlelerin afyonu olarak eleştirse de inançsızlar arasında dahi ölümün her şeyin sonu olmadığı düşüncesi varlığını sürdürmüştür.

ÖLÜMLE YAŞAM ARASINDA BİR UZLAŞI Henüz ölmeden ölüme karşı ön yargımızı gözden geçirme vakti. Kendi ölümümüzü hayal ederken bile seyirci konumda olmamız tüm kadim dinlerde yaratılmış öteki dünyanın varlığının veya yokluğunun henüz bilinememesi bu konu üzerine biraz düşünmeyi bence gerekli kılıyor. Ölüm, bedenin uyuyakalması ya da bedenin zamanla deforme olması sonucu pes etmesi. Antropologlardan öğrendiğimiz kadarıyla arkaik toplumlarda bile ölüm bütün bir yok oluşu simgelememiş, insanlar ölülerin görünmez dünyasıyla irtibatı hiç koparmamışlardır. Yani öte dünya sadece dört büyük dinin tekelinde değildir. Marx “öte” dünya inancını kitlelerin afyonu olarak eleştirse de inançsızlar arasında dahi ölümün her şeyin sonu olmadığı düşüncesi varlığını sürdürmüştür. Törenler; nikah törenleri, mezuniyet törenleri, artık pek sık rastlamasak da milli törenler ve en önemlisi tüm neşenin ve eğlencenin üzerine gölge düşüren cenaze törenleri. İnsanın yaşamadan anlam veremeyeceği belki de yaşanarak öğrenilen tek gerçek. Ölüm ve ardından kalanların kutsal vazifeleri. Bazen gelenek dediğimiz bazen zorunluluk ya da kültür diye açıklayabileceğimiz gerekliliği üzerine pek düşünme fırsatımızın olmadığı cenaze törenleri. Dağıtılan yemekler, ölenlerin ruhu için okunan dualar, yedi gün de olsa tutulan toplu yas, ölünün ölümden sonra varoluşuna ilişkin açık ya da örtük inanışı davranış yoluyla dışa vurma çabamız, memnun edilmeye çalışılan bir ruh ve hala hayatta olduğumuz için içten içe beslediğimiz yaşama sevincimiz. Cenaze törenlerinin ve ölünün anılmasının evrensel tarih ve kültürleri aşan bir boyutta olması karşılaştırmalı etnografinin en eski ve en çarpıcı buluşlarından biridir. Yeni ölmüş bedenlere ve bu bedenlerin yakınlarının belleklerindeki ölümden sonraki varlıklarına yaklaşım konusunda bir modele uymayan, ne kadar basit olursa olsun hiçbir insani yaşam biçimiyle karşılaşılmamıştır. Gerçekten de bu model öylesine evrensel bulunmuştur ki, mezarlıkların ve mezarların ortaya çıkması, yaşamı doğrudan inceleme fırsatı olmamış insansı ırkın var olduğunun kanıtı olarak ele alınmıştır. İnsan, ölmüş soydaşlarını terk etmeyen tek canlıdır; ilk zamanlardan beri, onları gömmeye özen gösterir. Yitip gidenlerin hatıralarını saklamak, gidenleri ölümün kucağından alıp güzel anılara sarmak, insana özgü en güzel yetenek. Peki yas veya cenaze törenleri biz yaşayanlara ne ima eder? Sevdiklerimizin ardından sadece usulca bir uğurlamamı yoksa tercihlerimiz sonucu yaşadığımız şu hayatta tercih edemediğimiz tek gerçeğin, tek zorunluluğumuz olan ölümün bize anımsatılması mı? Bu konuda Bendann, kendi çağında egemen olan kuramlara bağlı kalarak, törenleri, gelecekte ölecek olanların düşleri olmaktan çok yaşayanların korkuları biçiminde açıklamıştır. Birçok toplumda ya mezarın içinde depolanması biçiminde ya da cenaze törenlerinin ardından aylar ya da yıllar boyunca, düzenli aralıklarla ölüye yemek sunulur. Ona göre adaklar, genellikle ruhların hayatta olanların yaşamalarına karışmasını önleme, ölüleri uzak tutma, ölülerin düşmanlığını hafifletme ve rahatsız edilirlerse verebilecekleri zararı durdurma arzusunun sonucudur. Antropologların üzerinde çalıştığı gömme ritüellerinde bu duruma örnekler bulabiliriz. Birisi öldüğünde tam olarak ölmemiş gibi davranırız, tabutun etrafında sessizce konuşup rahatsızlık vermemek için edebimizi takınırız. Ölünün geri dönerek bizden intikam almaması için her önlem alınmıştır. İçten içe hala yaşıyor olmanın sevinciyle ölüye karşı mahcubuzdur. Gelmiş geçmiş zamanlarda ağır tabut kapakları ya da bedene bağlanan taşlar, ölüleri hareketsiz bırakmak için bacak kemiklerinin kırılışı, ölülerin saldırılarından korunmak için hazırlanan nazarlık ve muskalar ölüyü yatıştırmak ve aslından ölüden korunmaya yöneliktir. Hatta denilebilir ki ölünün mülklerini gömmek bir sadakat ve saygı işaretinden çok ölülerden kaçınmayla ilgilidir. Kendi kültürümüzden örnek verecek olursak; hazinelerin ruhlar tarafından sahipli olunduğuna inanılması ve asla bulana yarar sağlamayacağı düşüncesi, ölenlerin eşyaları evden uzaklaştırılması, ayakkabıların kapının önüne konulması, rüyada ölmüş birini görünce, dua istiyordur ya da birini yanına çağırıyordur diye yorumlanması gibi. Komiktir, köyde bir teyzenin ahizeli telefon sesinden etkilenip hortladığı anlatılmıştı, tüm ölülerden daha çok ondan korkmuştuk. Kimi törenlerde yas tutanlar ölünün ruhunu kandırmak için mezardan uzağa zikzak çizerek koştuğu yazılmaktadır. Bazı Afrika toplumlarında bir ölümden sonra doğan çocuklar “Umut Yok” ve “Onu Hiç Kimse İstemiyor” gibi kayıtsızlık hissi veren isimlere sahiptir; benzer bir şekilde, bir çocuk ebeveynleri öldüğünde ismini değiştirmek zorunda kalabilir ki ruh geri döndüğünde çocuğu tanıyamasın. Ölülerin geri dönmesi geçmişten beri büyük korkularımız arasındadır. Korku filmlerine zombi ve hortlakların konu edinmesi de yine bu korkumuzun sinemaya yansımış halidir. İyi yönünden bakalım, anma törenleri, ölünün ruhsal rahatlamasından çok yaşayanların ruhsal rahatlamalarıyla ilgilidir daha çok. Ölümün son olmadığının bir provasıdır denilebilir. Yaşayanların ölen için yaptığı her şeyin kendisi öldüğünde de yapılacağı inancı, öldükten sonra kendisinin de anımsanacağına dair bir güven oluşturur. Gelecekte toplu bellek, bugün olduğu gibi, bireysel yaşamdan uzun sürecek ve o zaman geleceğin ölüleri, bugün yaptıkları gibi, henüz ölmüş olmayanların ruhlarında yaşamaya devam edeceklerdir. İnsan geçmişiyle ve geleceğiyle var olan bir varlıktır. Tüm kültürler geçmiş atalarının ruhlarının dünyada bıraktığı izler, birikimler değil midir? Eğer öyle olmasaydı insanı dünyaya maddi olarak bağlayan beden ortadan kalktığında, var olan kişinin de ortadan kalkması, unutulması gerekirdi. Cenaze törenleri ve insanın ölmüş olanla kurduğu bağı düşündüğümüzde bedenin sadece maddi bir unsur olduğunu daha net anlarız. Ölü yüzü soğuktur derler, bu soğukluğun sevdikleriyle arasına girmemesi için de cenaze defin işlerini hızlandırırlar. Yani ceset sadece çürüdüğü ve etrafı kirlettiği için değil canlıyla cansız arasında tuhaf bir ara katman yarattığı için soğuk ve korkutucudur. Bir endişe ve dehşet kaynağı olan ceset ortadan kaldırılmalıdır ki bağlantının tamamen kopmuş olduğu ölü ile yeni bir ilişki kurabilmek mümkün olsun. Bugün bu ne hız diye kızdığım cenaze törenlerinin merhumla manevi bir rabıta kurarak hayatta kalanlara maddesel olmayan başka bir ilişki kurabilmenin önünü açmak olarak tanımlayabilirim. Böyle olmasaydı geçici bedenlerimiz çok çabuk unutulurdu. Cenaze törenleri ne kadar ilkel olursa olsun vefat etmiş kişinin hala hayatta olanların hatıralarına kazımak gibi bir işlev görür. Unutulmak bizim en büyük korkumuz. Mağara duvarlarına kazınan hiyeroglifler ilkel çağlarda bile adını koyamasalar da yaşamış olduklarının kanıtıydı. Yazı ölmüş bir düşünceyi yaymakla görevlidir çünkü onu var eden sonlu bir varlıktır. İnsanların hatırlayacağı, unutmayacağı ve yaşatacağı şey tam olarak ölen kişinin ruhudur. Ruh, ölülerin görünmez mevcudiyeti. Mitsel hikayelerde, dinsel inanışlarda, bilimsel ütopyalarda ölümü aşma çabaları insanlığın doğumundan beri var. Ancak hiçbiri insanın kendi yok oluşu karşısında duyduğu endişeyi söndüremedi. Ama yine de insan ölümün yüzüne bakamasa da ondan kaçmak için hileler tasarlamayı hiç bırakmadı. Ruh bizim kendi ölümümüzü hayal ettiğimizde yerimize rol alan dublördür, ölüm bedenin değil ruhun deneyimidir. Ölümün sıradanlaştığı, ruhun varlığının ve öneminin geri plana itildiği, ölümün reddedilerek ölmekte olanlarla ölmüşlerin arasına bir unutulma payı koyan şu çağda bir yandan ölümü redderken bir yandan da yaşamı sürdürerek ölüme koşuyoruz. Ölenlerin ardından hızlıca yas tutup unutmamak için çabalamamız gerekirken hemen unutuveriyoruz. Bu durum ortaya ruhların tekinsiz, hayaletimsi ve hayatta kalanlara musallat olacak bir varlık olma potansiyelini arttırıyor bence. Bumana göre ölüm artık bir cellattan bir hapishane gardiyanına dönüşmüştür. Ölümlülüğün devasa cesedi bir ucundan öteki ucuna kadar korkunç, ama tedavi edilebilir ince dilimlere ayrılmıştır; bu dilimler artık yaşamın her köşesine ve oyuğuna tam tamına uyar. Ölüm artık yaşamın sonunda ortaya çıkmaz: başlangıçtan beri oradadır, devamlı gözetim ister, nöbet sırasında bir anlık rahatlamayı bile yasaklar. Ölüm çalıştığımız, yiyip içtiğimiz, seviştiğimiz, dinlendiğimiz zaman bizi izler. Ölüm pek çok temsilcisi aracılığıyla yaşama hükmeder. Ölümle savaşmak anlamsız olabilir, ama ölme nedenleriyle savaşmak yaşamın anlamı haline dönüşür. Yas tutmak, ölülerimizi anmak içten içe yaşıyor olmamızın zekatıdır. Bizi bırakıp gidenlere öfkeliyizdir, ya da kırgın. İçimizde oluşan bu his onunla olan anların artık tekrarının imkânsız hale gelmesinin yarattığı hayal kırıklığı ve öfkedir. Onlardan vazgeçmek, onların gözündeki imgemizden vazgeçmek anlamına gelir ve bu durumun öz-imgemiz üzerine derin etkileri vardır. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, kendimizden bir parçayı kaybederiz. Ve bu kayıp bizim onayımızı bekler. Onaylamaya niyetliysek bir sonraki yazıda yas ritüellerinde buluşalım.