Nothing Special   »   [go: up one dir, main page]

Academia.eduAcademia.edu

Atıf Yılmaz Batıbeki Sineması

2015, Egeden Dergisi

Atıl Yılmaz Batıbeki sinemasının kısa bir değerlendirmesi.

*¶1'(0(*( e Araş. Gör. Mikail BOZ Ege Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi Sinemayla geçen bir ömür: Atıf Yılmaz Batıbeki Atıf Yılmaz Batıbeki’nin 81 yıllık yaşamını sinemaya vakfettiğini söylemek mümkündür. Zira 1951’den itibaren, yönetmenlik, senaristlik ve yapımcılık koltuğuna oturmuş ve bu süreçte 119 filmin yönetmenliğini, 53 filmin senaristliğini ve 28 filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Atıf Yılmaz, Türk Sineması’nın en üretken yönetmenlerinden birisi olmasının yanı sıra, sinema tarihine iz bırakan filmlerin de üretim sürecinde yer almıştır. Atıf Yılmaz Batıbeki, 1925’te, aslen Elazığlı Kürt bir ailenin çocuğu olarak, Mersin’de doğmuştur. Daha ortaokul yıllarında “rejisör” lakabı takılan Yılmaz, kendisini “tembel” diye tanımlar. Pek çok okul dolaştıktan sonra lise öğrenimini Mersin’de tamamlar. Hukuk Fakültesi’ni okumak için geldiği İstanbul’da resme ilgi duyar ve Güzel Sanatlar Akademisi’nde ders alır. Bu yıllar, aynı zamanda sinemaya  ilgi duyduğu bir dönem olacaktır. Atıf Yılmaz’ın yönettiği ilk film, 1951 tarihli Kanlı Feryat filmidir. Yönetmenin ilk dönem filmleri, Kanlı Feryat’ta olduğu gibi, ağdalı melodramlardır. Yönetmen, sonraları, piyasa romanlarından uyarlama filmler çeker. Türk Sineması’nda daha önce de uyarlama filmler yapılmış olmakla birlikte, Atıf Yılmaz’ın bu konudaki başarı ve ısrarı, onun, denemeci ve yeniliklere açık bir yönetmen olarak tanınmasını sağlar. Yılmaz’ın genel olarak ilk dönem filmleri ise, biçime önem verdiği, ancak içeriğin görece zayıf kaldığı piyasa filmleri olmuştur. Atıf Yılmaz, 1957 yılında Gelinin Muradı filmiyle gerçekçi bir üsluba yönelir. Kemal Bilbaşar’ın iki farklı öyküsü birleştirilerek çekilen bu film, edebiyat ile sinema arasındaki ilişkiyi, sinemanın edebiyattan yararlanması yanında, edebiyatın da sinemadan yararlandığı bir karşılıklı ilişki sürecine dönüştürür. Zira Bilbaşar, Atıf Yılmaz’ın senaryosunu çok beğenir ve eserini, bu senaryo çerçevesinde romanlaştırır. Film, kasaba gerçeğini, kasabadaki çıkar ilişkilerini beyazperdede gerçekçi bir şekilde işlerken, zenginlerin gösteriş merakına yönelik toplumsal eleştiride de bulunmuştur. Atıf Yılmaz sonraki filmlerinde pek çok konuyu perdeye aktarır ve dönemin furya filmlerini yapmaktan da uzak kalmaz. Bu Vatanın Çocukları (1958) filmiyle Kurtuluş Savaşı’nda Gaziantep’ten Ankara’ya önemli belgeler getiren iki çocuğun karşılaştığı güçlükler üzerinden cephe gerisini gösterirken, Alageyik ve Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filmleriyle, halk efsanelerini, Yörüklerin yaşamlarını anlatır. Suçlu (1960) filmiyle toplumsal gerçekçiliği dener. Ancak Orhan Kemal’in eserinden uyarlanan bu film, sansüre uğrar. Ölüm Perdesi (1960) filmi ise, yönetmenin, erotizmi kendine özgü bir şekilde, cinsel sömürü yapmadan ele aldığı ilk filmidir. Yılmaz, 1960 darbesinden sonra Orhan Günşiray’la Yerli Film oluşumunu kurup özgürce filmler çekmek ister. İkilinin ilk filmi, Dolandırıcıların Şahı’dır (1961). Bu dönemde, yine kasaba gerçeğini, çıkar çatışmalarını ele aldığı Yarın Bizimdir (1963), erotizme yeni bir boyut getiren Erkek Ali (1963) ve Toprağın Kanı (1966) filmlerini çeker. Toprağın Kanı, toplumsal gerçekçi bir şekilde yapılmış, petrolün ulusallaştırılması meselesine eğilen bir filmdir. Yılmaz, 1965’ten sonra Ulusal Sinema görüşlerinin doğruluğuna inanarak, bu yönde denemelere girişir. Örneğin Türk resminin iki boyutlu olmasından yola çıkarak, iki boyutlu filmler çekmeye çalışır. Ancak çok başarılı olamaz. Bu denemelere bir örnek 1971 tarihli Yedi Kocalı Hürmüz’dür. Film, iki boyutlu, minyatür özelliklerden yararlanılan, kuklaların kullanıldığı bir eserdir. Yönetmenin Cemo (1972) filmindeyse, görüntüler üzerinde oynanıp doğanın renkleri değiştirilerek anlam yaratılmaya çalışılmıştır. Atıf Yılmaz, Utanç (1972) filminde, kadının toplumdaki yerini ele alır. Kuma (1974) ile kuma geleneğini eleştirir. Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) ile sevgi ve emek arasında ilişki kurar. Bu filmler, 1980 darbesi sonrası çekeceği ve bir açıdan ona “Kadın filmlerinin yönetmeni” denmesine yol açacak filmlerin de öncülleridir. Mine (1982) filmi bu açıdan yankı uyandıran önemli bir filmdir. Yönetmen, filmde, cinselliğin erkek egemen toplumlarda kadın için adeta bir eziyet hale gelişini sergiler. Mine’nin, kendisini ezen kasabadaki erkeklere başkaldırısı, onun bir başka erkeğe bağlanmasıyla son bulsa da, kadınerkek arasındaki ilişkinin eski biçimde sürmesinin olanakları ortadan kaldırılmış olur. Bu film aynı zamanda Türkan Şoray’ın “Şoray Kanunları”nı yıkıp kamera önünde seviştiği bir film olarak sinema tarihine geçer. Ancak bu gösterimin simgesel bir anlamı vardır. Zira cinselliğin kendisi, kadın hakları açısından bir protesto biçimi olarak ele alınmaya başlanmıştır. ‘80 sonrası dönem, dünyada da kadın hareketlerinin ivme kazandığı, kadının özgürleşmesi için kadın sorunlarının ağırlıklı olarak gündeme taşındığı yıllar olmuştur. Sinemada bu tür konuların ele alınmasında, ülkenin “gerçek” siyasi konularının irdelenmesinin getireceği sakıncalar ve sansür korkusunun bulunduğu unutulmamalıdır. Atıf Yılmaz bu dönemde Adı Vasfiye (1985), Dağınık Yatak (1985), Ahh Belinda (1986) ve Asiye Nasıl Kurtulur (1986) gibi kadını merkeze alan, fantastik öğelerden yararlanan filmler çeker. Dağınık Yatak’ta kadın erkek ilişkisini tersine çevirip bir erkeği kendisine “metres” yapan orta yaşlı bir hayat kadınının durumunu ve giderek kaybolan masumiyetini anlatırken, Adı Vasfiye’de, Vasfiye’yi, yaşamına giren dört erkeğin eril ve bencil bakış açısını göstererek anlatır. Hayallerim, Aşkım ve Sen (1988) filmiyse, Türk Sineması’nda işlenen kadın tiplemelerinin eleştirildiği bir filmdir. ‘90’lı yıllar Türk Sineması için oldukça zor bir dönemi işaret eder. Bu yıllar, sinema yapım ve gösteriminin dış rekabete açıldığı, çok az sayıda çekilen Türk filmlerinin salonlarda gösterim şansı bulamadığı yıllardır. Atıf Yılmaz bu dönemde de film çekmiş, Yıldırım Türker’in senaryosunu yazdığı Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’la (1994) Beyoğlu’nun arka sokaklarında süregiden gerçekleri ele almıştır. 1999 yılında Eylül Fırtınası filmiyle, 12 Eylül’ün yarattığı sorunları anımsatmaya çalışır. Son filmiyse, 2004 tarihli, kendisini evliliğe hazırlayan eğreti gelinine âşık olan bir genci konu alan Eğreti Gelin’dir. Atıf Yılmaz belli bir düzeyin altına düşmeden hemen her türde film yapmıştır. Sürekli kendini yenilemiş, gençlerle çalışmaya özel bir önem vermiştir. Çektiği her filmin hem sanatsal kalitesini önemsemiş, hem de ticari niteliği üzerinde durmuştur. Çünkü film ne kadar çok sayıda kişi tarafından izlenirse, bu onun yeniden üretim olanaklarını arttıracaktır. Yılmaz, hem baskıların yoğunlaştığı, hem de kriz zamanlarında az da olsa film üretip kendini ‘görünür’ kılmış, Lütfi Ömer Akad, Metin Erksan ve Halit Refiğ gibi ustaların sinemaya küskünce tutumunu takınmamıştır. Toplumsal konulara duyarlı olmuş, işçilerin, kadınların ve genel olarak Anadolu coğrafyasındaki insanların sorunlarına eğilip bu sorunlara sinemasında yer vermiştir. Halit Refiğ, Atıf Yılmaz’ı, “çevresiyle ve konularıyla barışık”, Atilla Dorsay “kendine özgü bir kişilik”, Sami Şekeroğlu “birkaç ömrü bir arada yaşayan bir insan”, Fikret Hakan ise “maratoncu” olarak tanımlar. Bu tanımlamalar, onun uzun sanatsal yaşamını nasıl dolu dolu geçirdiğinin de ifadeleridir. *¶=