Schelling’in Sanat Felsefesine Giriş
Alkım Saygın
I
“On dokuzuncu yüzyılın en belirgin özelliklerinden biri, der Joseph Bochenski;
“sistemler oluşturmaya oldukça güçlü bir eğilim duymuş olmasıdır; sentez, analize üstün
tutulmuştur. Yüzyılın başında bu eğilim, özellikle Alman İdealizmi’nde ortaya çıkmaktadır.
Aklın yaratıcı işlevini Kant vurgulamış olduğundan, bu düşünce yayılmış ve romantizmin
oluş düşüncesine katılmıştır. Bundan da Johann Gottlieb Fichte’nin, Friedrich Wilhelm
Joseph Schelling’in ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in idealist sistemleri ortaya
çıkmıştır”1 ki, Alman İdealizmi olarak anılagelen felsefî akımın hareket noktası Kant
felsefesidir. Bu akımın merkezinde yer alan filozoflar, hem Kant’ın “temellerini atıp yarım
bıraktığı gelecekteki metafizik”i kendi felsefe sistemleri için bir zemin olarak gördüler, hem
de bu felsefenin olanaklarını genişlettiler.2 Kant içinse esas olan eleştiriydi; aklın, bilginin,
bilme süreçlerinin eleştirisi, felsefe yapmanın ifâdesiydi ve bilgi oluşum sürecinde Kant,
nesnel yasaları ortaya koymak, diğer ilkelerin geçerliliğini sona erdirmek istemişti. Alman
İdealistleri’ne göre ise eleştiri, ancak bir başlangıç; “gelecekteki metafizik”in ilk adımı
olabilirdi ve “kritisizm”, artık “sistemcilik”e dönüşmeliydi. “Kant, aşkın olanın yolunu
kapatmıştı; Alman İdealistleri ise deyim yerindeyse, bu yolda dolu dizgin söz koşturdular.”3
“Kant’ın ele aldığı tüm sorunlar, der Ernst Cassirer; “ilksel bilincin olanaklılığı
sorunuyla; şu geleneksel Plotinosçu sorunla ilişkilendirilir. Fichte ve Schelling’de ‘ilksel
bilinç’, felsefî aklın tepesidir ve onun ardında veya üstünde daha fazla ilerlenecek bir yol
yoktur.”4 Ne var ki, Alman İdealistleri sistemlerine, Kant’ın çalışmalarını bir bütün olarak
almadılar; Eleştiriler’den belirli kısımları alıp bunları, kendi gereksinimleri doğrultusunda
kullandılar. Kant ise “gelecekteki metafizik”i, dağınık bir biçimde bırakmış ve belirli bir
sistem kurmaya çalışmamış; görüşlerini tek bir ilkeden türetme çabası içinde olmamıştı.
Alman İdealistleri’ne göre kesin bilim olarak Felsefe’nin olanağı, tüm bilgilerin böyle bir
ilkeden türetilmesine bağlıdır ve bu ilke ortaya konulmadığı sürece Felsefe, Kant öncesi
duruma dönecektir. Bunu engellemek ise “dinç bir dinamizm” ve “yaratma coşkusu”yla
beslenen bir iyimserlikle mümkün olabilir5 ve bu iyimserlik, Alman İdealistleri’nin ortak
özelliklerinden biridir. Açıklanacak ne varsa her şeyi belirli bir sistem içinde; onun bir parçası
olarak serimleme çabası olan sistemcilik de bu filozofların bir diğer ortak özelliğidir. Tüm
bilgiyi belirli bir ilkeden türetmeye; a priori yasa ve önermelerden oluşan bütüncül bir sistem
kurmaya çalışırken bu filozoflar, iyimserliklerini en uç noktaya taşımışlardır.6
“Kant sonrası idealizm, der Frederick Copleston; “zorunlu olarak bir metafizikti.
Fichte, Kant’ın konumundan yola çıkmak ve onu idealizme geliştirmekle, bütünüyle doğal
biçimde ilkesini, Ben olarak adlandırmaya başladı ve Kant’ın transendental Ben’ini,
metafiziksel ya da ontolojik bir ilkeye çevirdi. Bununla demek istediği şeyin bireysel sonlu
bir Ben değil, Mutlak Ben olduğunu açıklamaya çalıştı. (...) Hegel’de en son ilke ise sonsuz
akıl; sonsuz tin olur. Diyebiliriz ki, genel olarak metafiziksel idealizm için olgusallık, sonsuz
https://academia.edu, 05.12.2016
Joseph Bochenski, Çağdaş Avrupa Felsefesi, syf: 28
2
Mâcit Gökberk, Felsefe Târihi, syf: 368
3
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 9
4
Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi, syf: 302
5
Mâcit Gökberk, Felsefe Târihi, syf: 368
6
A.g.e. syf: 369
1
2
düşüncenin sonsuz anlatımı ya da belirişidir”7 ve ilk defâ Fichte, önce Mutlak Ben’den farklı
düşündüğü, sonra da onunla birleştirmeye çalıştığı Ben’le, sistemcilik konusunda adım atar.
Kant’ın Eleştiriler’inde pratik felsefeye ilişkin değerlendirmeleri ve “ahlâkî yön”ü esas alan
Fichte, temel kaygısı özgürlük olan bir sistem kurar. Fichte için özgürlük sorunu, Felsefe’nin
temel sorunudur ve özgürlük yoksa, ahlâklılıktan bahsetmek de mümkün değildir. İnsan,
yalnızca doğa nedenselliğine bağlı; istemesini bu nedensellikle belirleyen bir varlık değildir.
Kant’ın Eleştiriler’i, doğa nedenselliğinin aşılması ve özgürlüğün ortaya konulması
amacındadır. Bu yönüyle “Fichte’nin sistemi, der Bedia Akarsu; “ahlâkî idealizm sistemidir.
Bu felsefe, her türlü materyalizme karşı kesin bir karşıtlık taşıyan bir idealizmdir.”8
“Aristoteles gibi Kant da anlama yetisinin temel kavramlarına kategori der.
Aristoteles’te kategoriler, tüm varlığın formlarıdır; Kant’ta ise yalnızca anlama yetisinin
temel kavramlarıdır. (...) Kategorileri bir birlik ve bütünlük hâlinde tutan içten gelen bir
gerekirlilik var mıdır? Bu bütünlüğü sağlayan iç bağlar nelerdir? Kant, bu sorun üzerinde
yıllarca uğraşmış, sürekli yeni yaklaşımlar denemiş, araştırması son biçimini alıncaya kadar
sürekli değişikliğe uğramıştır. Kant’ın bu sorunla ilgili araştırması, sonraki filozofları da
etkilemiştir; özellikle de Fichte’nin sistemindeki Ben, temellerini Kant’ın bu araştırmasında
bulur. Gözümüzün önünde durduğu hâlde, Kant’a kadar bir türlü göremediğimiz bir şeyi
gösterir Kant. Her bilgi; bilme olgusu, bilen bir bilincin varlığını zorunlu kılar; ama bu bilinç,
düşüncelerin içinden çıktığı bir ambar veya duyu verilerinin üzerine çiziştirdiği bir balmumu
değildir. Akıl, bilme olgusunda potansiyel olarak ‘Kendi’ni bil’mede vardır; bu, aklın doğası
ve yapısı gereğidir. Sürekli bir bilme süreci yaşadığı için akıl, ‘Kendi’nin’ çoğunlukla
ayrımına varamaz. Bu gören, kavrayan ve tecrübe eden Ben’i bilmelidir. Kant’ın anlatımıyla;
‘Ben düşünüyorum’, Ben’in bütün düşüncelerine eşlik edebilmelidir.”9
Fichte kendi sisteminin, özgür eylem konusunda Kant’ın görüşlerine dayandığını;
yöntem konusunda ise ondan ayrıldığını savunur. Fichte’ye göre Kant, aklın işlevini ve
sınırlarını incelediği hâlde, bunlar arasındaki içsel zorunluluğu; Ben’i açığa çıkartan Mutlak
Ben’i tartışmamış ve tüm görüşlerini, tek bir ilkeden hareketle ortaya koymamıştır. Akla
ilişkin olarak söylenenler, deneyle ilişkilendirilemez ki, bu içsel zorunluluğun akıl yoluyla
kavranılması ve ortaya konulması gerekir. Bu noktada Fichte, bilinç ve madde ilişkisini
tartışarak kendi yöntemini ortaya koyar ve Kant’ın diyalektik konusundaki görüşlerine farklı
bir yorum getirir. Nitekim madde, aslında bir tasarımdır; maddenin, uzam ve zaman içinde
bulunması gerekir. Uzam ve zaman ise bilincin formlarından ibârettir; bilinç olmasaydı,
uzam ve zaman da olmazdı. Bilincin varlığı, maddeden önce gelir ve bilinç maddeden
çıkmaz, maddeyi tasarlar. “Canlı bir bilincin nasıl ortaya çıkacağını açıklayabileceğimiz
cansız bir madde yoktur. Madde; yâni bütün doğa, bilinç tarafından düşünülmüş bir şey
olarak vardır.”10
Fichte’nin sistemi, özneden hareket eden indeterminist bir felsefedir ve hareket
noktası olarak Ben’i alır. Sonsuz bir etkinlik ve bu etkinliğin bilinci olan Ben’in koyulması,
bilincin en yüksek ilkesi olan “Ben, Ben’im” önermesini oluşturur. Bu etkinlik, olanaklı her
tür özdeşlik ilişkisinin de koşuludur; çünkü “A, A’dır” dediğimizde A’nın, önceden
koyulmuş olması gerekir ki, bu da A’yı önceden koyan bir Ben’in olmasını gerektirir. Aynı
şekilde “A, A’dır” önermesini koyan Ben “A, A-olmayan değildir” önermesini de aynı
kesinlikle koyacaktır ki, bu da ikinci adımdır. Tüm bilme süreçleri, A’nın A-olmayan’la özel
bir ilişkisine dayanır; A’yı, A-olmayan’dan ayırt ederek bilebiliriz. A, A-olmayan’dan
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 15
Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, syf: 67
9
Tuncar Tuğcu, Immanuel Kant Ve Transendental İdealizm, syf: 53-5
10
Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, syf: 68
7
8
3
öncedir; A’nın nasıl koyulduğuna bağlı olarak A-olmayan da ona bağlıdır. Kavramlar ya da
tasarımlar ise A ve A-olmayan’ı, belirli bir sentezle bir araya getirir; A ve A-olmayan
arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırır.11 Fichte’ye göre tüm bilgimiz, tez–anti-tez–sentez
ilişkisine dayanır ve diyalektik yöntemle elde edilir ki, Fichte’ye göre diyalektik, Kant’ın
savunduğunun aksine, doğru düşünme mantığıdır. Özgür eylemin güvencesi ise vicdandır;
her türlü doğa nedenselliğinin üzerinde olan vicdan, bir tür onay yeridir.12 Vicdânın kaynağı
ise Mutlak Ben’dir. İlk dönem çalışmalarında Fichte, Ben ve Mutlak Ben’i birbirinden özce
farklı görür; Ben için özgürlük ve doğa nedenselliği birbirinden farklı olduğu hâlde, Mutlak
Ben’de özgürlük ve doğa nedenselliği, bir ve aynıdır. Sonraki çalışmalarında ise Ben ve
Mutlak Ben arasında özce hiçbir fark olmadığını savunur.13
§
Alman İdealizmi içinde Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, romantizme
yakınlığıyla bilinir ve ozan ruhlu bir filozof olarak anılır. Özellikle de öğrencilik yıllarında,
Fichte’den çok etkilenmiştir; öyle ki “Schelling’in felsefesi, Fichte’nin düşüncelerinin erken
evrelerini”14 bilmesini gerektiriyordu. Ancak, Felsefe’nin İlkesi Olarak Ben Üzerine Ya Da
İnsan Bilgisindeki Koşulsuz Olan Şey Üzerine’de (1795) ortaya koyduklarına bakılırsa doğa,
Fichte’nin savunduğunun aksine, Ben’in koşulsuz bilgiye ulaşması ve ödevini
gerçekleştirmesi için araç değildir. Koşulsuz bilgi ise başka bir bilgi aracılığıyla ulaşılamayan
ve onun sâyesinde diğer bilgilerimizin olanaklı olduğu bilgidir.15 Diğer bilgilerimiz, koşullu
bilgidir ve bu bilgiler arasında belirli bir nedensellik ilişkisi vardır. Koşulsuz olan ise Mutlak
Ben’dir ve Ben’in koşulu da Mutlak Ben’dir. Ben ve Mutlak Ben arasında, Fichte’nin de
daha sonra savunacağı gibi, özce hiçbir fark yoktur. Schelling, en sarsılmaz bilgimiz olan
“Ben, Ben’im” önermesinde Ben’in, kendi üzerine çıktığına inanır ve koşulun, koşullu olanı
gerektirmediğini; Ben’in koşulsuz hâle geldiğini savunur; yâni Ben, Mutlak Ben’dir de.
Burada Ben, artık herhangi bir kavram değildir; kavram olsaydı, koşullu olan olacaktı. Ben’i,
kavramlar aracılığıyla bilemeyiz; bu tür bir bilme edimi, koşullu olanlar arasında kurulan bir
zincirden ibârettir.16
Schelling’e göre Mutlak Ben, sonsuz özgürlüktür de. Bu özgürlük, kavramsal
düşüncenin sınırlarını aşar; Ben, başka şeylerin bilgisine bağlı olmayan, başka her şeyin onun
bilgisine ihtiyaç duyduğu Mutlak Ben’dir de. Bir nesne olmayan Ben’i nesne edinmek de
mümkün değildir. Mutlak Ben hakkında yapılabilecek tek şey, Kendi’sine kulak vermektir.
Bu ses eşliğinde Schelling, önermeler sistemini “Ben, Ben’im”le başlatır. “Transendental
filozofun kesin olarak ifâde ettiği şey, ‘Ben’im’ ya da ‘Ben Varım’dır. Ona göre yalnız öznel
olan, aslî gerçekliğe sâhiptir. Transendental bilgi, salt öznel olması bakımından bilginin
bilgisidir.”17 Ben’in koyulması ise Ben-Olmayan’ı da belirler; Ben ve Ben-Olmayan,
karşılıklı olarak birbirini koşullandırır. Bu koşullandırmada, özne olmadan nesne; nesne
olmadan da özne olmaz ve bu ikisini birbirine bağlayan aracı bir etmen de olmak zorundadır
ki, bu da tasarımdır. Bilginin, üç temel unsuru vardır; özne, nesne ve tasarım. Transendental
bilginin kesinliği, nesnenin tasarımla birliğinden gelir; mutlaklık da bunun bilgisidir.18 Bilim
sisteminin temeli de Ben’dir; bilimin görevi, Ben ve Ben-Olmayan arasındaki karşıtlıkların
11
A.g.e. syf: 59
Alfred Weber, Felsefe Târihi, syf: 335
13
Mâcit Gökberk, Felsefe Târihi, syf: 374
14
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 15
15
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 55
16
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 114
17
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 17
18
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 112
12
4
aşılmasıyla mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasına katkı sağlamaktır.19 Mutlak Ben, kendi
özdeşliğinin mutlak formunu verir ve başka her şey, kendi özdeşliğini bu özdeşliğe
borçludur. Ben’in bilgisindeki doğruluk, Mutlak Ben’de içerilmiştir. Ben’e ve bilimsel
bilgiye ilişkin herhangi bir yanlışa sâhip oluyorsa kişi, bunun nedeni aslında, empirik
araştırmalarda kullanılan yöntemlerdir. Bilimsel bilginin doğruluğu mutlaktır, yanlışlar ise
araştırıcıdan ve kullandığı yöntemlerden kaynaklanır. Mutlak Ben, koşulsuz olmak
bakımından sonsuz özgürlüktür; Ben ve Mutlak Ben’in özdeşliğinden dolayı Ben’in özü de
sonsuz özgürlüktür.20
Bununla birlikte Ben’in, belirli bir “kişilik”i de vardır; Mutlak Ben’in ise yoktur ve
Ben-Olmayan’la mutlak senteze doğru ilerleyen Ben, kişiliğini eritmek durumundadır. Bunu
başardığında, Tanrı hâline gelir; burada artık sonlu ve sonsuz, koşullu ve koşulsuz,
zorunluluk ve özgürlük, mutlak senteze varır.21 Tanrı için, ahlâk yasası ve doğa yasası
arasında hiçbir fark yoktur; ancak bu Tanrı, Yahudi-Hıristiyan geleneğinin tanrısı değildir,
sonsuz olana doğru ilerleyerek onu gerçekleştirmeye çalışacağımız bir şeydir. Bu yolla
Schelling, Felsefe’nin İlkesi Olarak Ben Üzerine Ya Da İnsan Bilgisindeki Koşulsuz Olan
Şey Üzerine’de hem bilimin ilkesini, hem de koşulsuz bilgiyi ortaya koyarak insan
özgürlüğünün nasıl olanaklı olduğunu incelemiş olur.22 Özgür eylem, bu tür bir Tanrı olan
insanın eylemidir; diğerleri içinse kendi kişiliklerinden kaynaklanan zorunlu eylemler vardır.
1795’te yayınladığı Dogmatizm Ve Kritisizm Üzerine Felsefî Mektuplar isimli çalışmasında
da Schelling, kesin bilim olarak Felsefe’nin temelde, “dünyânın vâroluşu sorunu”nu çözme
çabasında olduğunu savunur. Felsefe araştırmalarının en yüksek amacı, bu sorunu çözmektir.
Diğer bütün sorunlar, olanaklı çözüm yollarını burada bulur. Temelde bu amaca yönelmiş
olsalar da bilimler, bunu aslâ başaramaz; gerek kullandıkları empirik yöntemler nedeniyle,
gerekse de inceleme alanlarının sınırlı olması bakımından yetersiz kalırlar. Bu yöntemler,
yanıltıcı ve yanlışa sürükleyicidir; bunlar aracılığıyla kesin bilgiye ulaşmak mümkün
değildir. İnceleme alanlarının sınırlı olması nedeniyle, belirli birtakım ayrımlar yaparlar ve
sorunları, bütünlüklü bir biçimde ortaya koyup değerlendiremezler. Dünyânın vâroluşu
sorununu çözmek ve aynı zamanda da kesin bilim olarak Felsefe’yi olanaklı kılmak ise belirli
türden bir bütünsellik içinde ve empirik olmayan yöntemlerle olanaklıdır. Bu olanak, Ben’in
koyulmasında Mutlak Ben’le olan dolayımsız ilişkide gerçekleşir. Felsefe, sonlu ve sonsuz
ilişkisini kurmada kuramsal birtakım çıkmazlarla karşılaşır ve bunları, a posteriori tanıtlama
yollarıyla aşamaz.
Felsefe’de diğer bütün sorunlar, kökensel karşılığını dünyânın vâroluşu sorununda
bulmakta; olanaklı çözüm yolları da bu yolla aydınlatılmaktadır. Şimdiye kadar Ben, BenOlmayan ve Mutlak Ben arasındaki bu özdeşlik, doğru bir biçimde kurulamamış ve Felsefe,
kesin bilim olarak kendi olanağını ortadan kaldırmıştır. Felsefe’de Ben, Kant’ın
kritisizmiyle; Ben-Olmayan ise Spinoza’nın dogmatizmiyle temsil edilmiş ve her ikisi de bu
özdeşliği kuramamıştır. Hem Spinoza, Ben’i mutlak nesneye dönüştürmüş; Fichte ise mutlak
özneye indirgemiştir. Spinoza nesneyi, Fichte ise özneyi mutlaklaştırmış ve her ikisi de
karşıtlıkların Mutlak içinde “yutulması”na yol açmıştır. Bu özdeşlik kurulmak istendiğinde
ya nesneden, ya da özneden hareket edilecektir ki, bunlardan ilki doğa felsefesinin; ikincisi
ise transendental felsefenin konusudur. Ben’in Ben olarak kendisini koymasının dolayımında
ise Ben-Olmayan ve Mutlak Ben’le olan özdeşliği sağlanmaya çalışılacaktır. Bu iki
felsefenin özdeşliğinin kurulmasında Felsefe, kendi başına yetersiz kalır ve bu karşıtlıkları
aşmada daha farklı türden bir “organon”a ihtiyaç vardır; hiçbir akılyürütme ve mantıksal
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 57
A.g.e. syf: 62
21
A.g.e. syf: 60
22
A.g.e. syf: 63
19
20
5
işlem, bu özdeşliği kuramaz. Sanat ise tüm karşıtlıkların içinde eridiği birliktir ve Schelling,
sanat (felsefesi) aracılığıyla bu karşıtlıkları belirli birtakım özdeşliklere dönüştürerek
sistemini tamamlamak; mutlak bilgiyi dile getirmek ister.23
Dogmatizm Ve Kritisizm Üzerine Felsefî Mektuplar’dan sonra Schelling’in ilgisi,
doğa (felsefesi) alanına kaymış; 1797’de yayınladığı Doğa Bilimini Araştırmaya Giriş
Olarak Bir Doğa Felsefesi Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında, dünyânın vâroluşu
sorununu çözmek için bu alanda yoğunlaşmayı kaçınılmaz görmüştür. “Gerçi doğa
felsefesine, der Takiyettin Mengüşoğlu; “doğa hakkında ortaya atılan felsefe görüşlerine, her
filozofun felsefesinde rastlanır. Doğa Felsefesi ismiyle yazılan ilk felsefe kitabı ise Schelling
tarafından yazılmıştır. Bu çalışma, yalnız ismi bakımından bir doğa felsefesidir; içi
bakımından ise kurgusal bir doğa metafiziğidir. Doğa ve tin arasında yapı birliği vardır;
doğada ve bizde, aynı tin egemendir.”24 Schelling’e göre doğa, belirli bir ereksel yapıdır ve
Kendi’sini gerçekleştirmek isteyen bir varlığın ürünüdür. Bu varlık, birtakım basamaklardan
geçerek gelişir; son aşamada ise bilinç sâhibi insana ulaşır. Sürekli yaratan, üreten ve organik
bir bütün olan doğa, kavranılamaz bir yaratma ediminin basit bir ürünü değil, yaratma
ediminin bütünüdür; belirli bir organizasyon içinde açığa çıkan sonsuzdur. En alt basamaktan
en üst basamağa kadar ereksel bir yapı olan doğa, bir tür “basamaklar ülkesi”dir ve bu ülke,
ancak bu organizasyonla olanaklıdır; böyle bir organizasyon olmadan doğanın vârolabilmesi
veya anlaşılabilmesi mümkün değildir.25
Bu bakımdan “doğa, diye anlatır Ömer Nâci Soykan; “Spinoza’da olduğu gibi bir
taraftan yaratan, üreten doğa (natura naturans), bir taraftan da ürün olarak doğa; yaratılmış
doğa (natura naturata)’dır. Natura naturans olarak doğa, tamamlanmış bir şey değildir, sürekli
üretme ve yaratmadır. Burada, ürün ve üreticiliğin özdeşliğine varılır. (...) Doğadaki canlı ve
cansız olan, birbirinden özce ayrı değildir ve aralarında, yalnızca bir derece ayrımı vardır.
Canlı nasıl cansıza dönüşüyorsa, cansızdan da canlı çıkar; çünkü doğa, bütününde organik
bir birliktir ve bu birliğin yaratma gücü, tüm doğada baştan sona etkindir.” 26 İmdi doğa,
görülebilir tindir; tin ise görülemeyen doğadır ve “içimizdeki tin”in “dışımızdaki doğa”dan
özce hiçbir farkı yoktur. “Doğadaki yaratıcı etkinlik”, sanatçının yaratmasına benzer ve doğa,
yalnızca bir organizma değil, aynı zamanda da bir sanat eseridir; “yaratıcı tinin bilinçsiz bir
şiiri”dir. Sanat eseri ise “evrenin küçük bir kopyası”dır; doğayı yaratan Mutlak’ın hem kendi
Kendi’sini olumlaması, hem de bu olumlamanın ürünüdür ve doğanın ilkeleri, metafizik
ilkelerle özdeştir; birini öğrendiğimiz zaman, diğerini anlamamız da mümkündür.27 Mevcut
bilimsel araştırmalar, doğa yasaları ve metafizik ilkeleri dağınık bir biçimde ele almış, bu
organizasyonu ortaya koyamamış ve özgürlüğün gerçekleştirilmesine katkı sağlayamamıştır.
Bu nedenle, doğa biliminin doğa felsefesi hâline getirilmesi; yasa ve ilkelerin belirli bir
düzene sokulması gerekir.28 Doğanın erekselliği ise Fichte’nin ereksellik düşüncesine uygun
değildir. Doğa, ödevin aracı olmak yerine bir etkinliktir. Kant’ın savunduğunun aksine,
anlama yetisinin kategorileri ve ilkeleriyle kurulan sıkı bir determinizmle işleyen bir yapı da
değildir.29
İki yıl sonra kaleme aldığı Doğa Felsefesinin Bir Sisteminin Tasarısına Giriş’te
Schelling, önemli bir ayrım yapar; teorik fizik ve deneysel fiziği birbirinden ayırır.
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 113-5
Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, syf: 151-2
25
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 96
26
A.g.e. syf: 16
27
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 134
28
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 72
29
A.g.e. syf: 89
23
24
6
“Schelling’in doğa felsefesi, teorik fiziktir ve bunun karşısında, deneysel fizik bulunur. Bu
fizik yalnızca, doğadaki hareketleri mekanik ve matematiksel olarak ifâde etmekle yetinir;
‘ölü doğa’yla ilgilenir. Teorik fizik ise oluş hâlindeki ‘yaratıcı doğa’ ve onun dinamik
görünüşleriyle uğraşır. İlki doğanın yüzeyine, ikincisi ise genellikle içsel hareket ettirici
mekanizmaya yönelir.”30 Deneysel fiziği bilim olarak görmeyen Schelling, teorik fiziğin ise
bilim olduğuna inanır; teorik fizikçi ise doğa filozofundan başkası değildir. Doğa filozofu,
doğanın ne olduğunu sorar, doğadaki oluşumun dayandığı yasa ve ilkeleri inceler ve doğayı,
bir sanat eseri gibi değerlendirir. Özü itibâriyle bir şiir olan doğayı herkesin anlaması
mümkün değildir; ancak filozoflar, bu şiirin dilini çözebilir. Doğa söz konusu olduğunda
yaratma edimi ve yaratılan ürün, bir ve aynıdır; neden ve etki özdeştir. Düşünülebilir bir doğa
kavramında da ideal olanın reel olanla birliği içerilmiştir; bu kavram, doğrudan doğruya
ürüne işler.31 Doğada, “öznel olan ve nesnel olan arasında öncelik ve sonralık, söz konusu
değildir. Bu özdeşlik açıklanmak istendiğinde ise zorunlu olarak onlardan biri diğerine
öncelenecektir. Bu durumda, ortada iki yol vardır; ya nesnel olan ilk olan yapılacak, ya da
öznel olan. Birinci durum, doğa felsefesinin ödevidir; ikincisi ise transendental felsefenin.”32
1779’a kadar yayınladığı çalışmalarda Schelling, nesnelden öznele doğru ilerler; 1800’de
yayınladığı Transendental İdealizm Sistemi’nde ise öznelden nesnele doğru ilerler ve Ben’in
nesneleştirme sürecini serimleyerek kendi sistemini tamamlamak ister.33
Schelling’e göre, doğa ve tin özdeştir; içimizde aynı doğa, dışımızda aynı tin etkinlik
gösterir. İnorganik varlıkların organik varlıklardan farkı yoktur; onlar da canlıdır. Doğanın
bilmecesi, içinden yaşamın nasıl çıktığı değil, yaşamın görünüşte cansız sayılan birtakım
basamaklardan geçerek bitki ve hayvanda nasıl görünür hâle geldiğidir. Tinin bilmecesi de
doğayı geride bırakarak insanda nasıl bilincine vardığıdır; doğadaki tin, bilinçten yoksundur
ve yaratması sırasında düşünmez. En yüksek bilgi ise sanat felsefesidir ve güzellik, bilginin
üzerinde yükselir. Sanat felsefesi, Felsefe’nin ya da transendental idealizmin en yüksek
basamağıdır; transendental idealizm ise bir “bilinç târihi”dir.34 Bu târihin evreleri, Ben
tarafından “üretilmeli”; belirli bir sistem içinde serimlenmelidir ki bu serimleme, bir tür
“yaratma” veya “hatırlama”dır. Ben burada, ideaları görür ve Kendi’sini, ideal düzlemde inşâ
eder. Filozofun amaçladığı idealar, sanat yoluyla görülür; filozofun eksik bıraktığını
tamamlayan sanat, Felsefe’nin farklı bir tür “organon”udur ve bilinç edimlerinin en yüksek
aşamasında mutlak ayrımlaşmamışlığı kurar.35 Schelling için “tüm sistem biri zihinsel, diğeri
estetik görüyle nitelenen iki aşırı uç arasına rastlar. Filozof için zihinsel görü olan şey, onun
nesnesi için estetik görüdür. Birincisi, tinin yalnızca felsefe yapmada aldığı özel yönü
amacıyla zorunlu olduğu için, genellikle ortak bilinçte ortaya çıkmaz. Diğeri ise genel veya
nesnel olarak oluşmuş yönden başka bir şey olmadığı için, en azından her bilinçte ortaya
çıkabilir. (...) Kendinde mutlak nesnellik verilmiş olan yön sanattır.”36 Evren içinde küçük
bir toz zerresi olsa da insan, aslında organizmanın tâcıdır ve öteki aşamalar, onunla anlam
kazanır ki, daha sonraki çalışmalarında Schelling, birlikten çokluğun nasıl çıktığını
açıklamaya çalışır. Çokluk, birliğin bölünmesinin sonucudur ve bu bölünme, evreni
şekillendiren ilkedir. Doğa, karşıt güçlerin ikiliğini yansıtır; doğada olup biten her şey, iki zıt
kutbun belirli bir dengeye varmasıyla oluşur ki, bu da diyalektiğin yasasıdır. Doğadaki tüm
varlıklar, daha aşağıdaki varlıkların senteziyle açığa çıkar.37
30
A.g.e. syf: 15
A.g.e. syf: 107
32
A.g.e. syf: 17
33
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 108
34
İsmâil Tunalı, Estetik, syf: 150
35
Frederick Copleston, Alman İdealizmi, syf: 131-3
36
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 141
37
Mâcit Gökberk, Felsefe Târihi, syf: 382-3
31
7
II
Schelling’in sanat felsefesi görüşlerini, Transendental İdealizm Sistemi’nin altıncı
ana bölümünde, Akademik Araştırma Yöntemi Üzerine Dersler’in on dördüncü kısmında,
Plâstik Sanatların Doğayla Bağıntısı Üzerine’de ve Sanat Felsefesi’nde buluruz. Özellikle
de Sanat Felsefesi’nde Schelling, transendental idealizmin temel ilkeleri bakımından sanat
felsefesi üzerinde yoğunlaşır ve sanatı, olgusallığın doğası hakkında konuşmak için “büyülü
ve sembolik ayna” olarak görür. Nitekim transendental idealizm, özne ve nesneyi özdeş
olarak kapsayan mutlak bilinç edimiyle başlar; en yüksek basamağa ise sanatsal yaratımla
ulaşılır; özgürlük, böyle bir yaratma edimiyle açığa çıkar. “Tüm yaratma coşkusu, der
Soykan; “ürünün tamamlanmasıyla dingin durur, tüm çelişkiler ortadan kalkar, tüm
bilmeceler çözülür. (...) Sanat eseri, bilinçli etkinliğin bilinçsiz etkinlikle birliğini yansıtır.
Bu ikisinin zıtlığı, sonsuz bir zıtlıktır ve özgürlüğün tam katkısı olmaksızın ortadan kaldırılır.
Sanat eserinin temel niteliği, bir bilinçsiz sonsuzluktur; doğa ve özgürlüğün sentezidir. Her
sanatsal yaratma, sonsuz bir çelişki duygusundan başlar ki, sanat eserine eşlik eden duygunun
böyle bir doyum duygusu olması ve bu duygunun esere geçmesi gerekir. Sanat eserinin dışsal
ifâdesi, dinginliğin ve sessiz büyüklüğün ifâdesidir; bunda acı veya sevincin en yüksek
gerilimi de ortaya konmuş olmalıdır.”38
Felsefe’de idealar soyut, kavranılması güç biçimde serimlenir ve salt varlıkla ilişkisi
içinde ideal zeminde kalır. Bunların anlaşılabilmesi içinse reel olanda nasıl açığa çıktıklarının
gösterilmesi gerekir ve filozof, bunu aslâ yapamaz. Hakîkat, ancak sistem içinde
serimlenebilir ve bu serimlemenin tamamlanabilmesi için, reel olanın ideal olanla birliğini
göstermek gerekir. Felsefe’de sanata (ve sanat felsefesine) duyulan gereksinimin temel
nedenlerinden biri, hakîkatin ortaya konulmasında filozofun başarısız olduğu yerde araya
girmesidir. Schelling Felsefe’yi, üçlü bir etkinlik olarak görür; teorik felsefede bilgi, pratik
felsefede ise eylem incelenir. Sanat felsefesi ise teorik ve pratik felsefeyi birleştirir. Sanat(çı)
ideaları, somut olanda ve belirli bir form içinde tasvir ederek onların anlaşılmalarını sağlar.
Bu yönüyle, sanat eserinde güzellik, sonlu olandan sonsuz olana geçiş biçiminde belirmez,
bu ikisinin birliğinde açığa çıkar. İdeaların reel olanda ortaya konulması, sanat(çın)ın
“dünyâyı kurması” demektir ve sanat(çı), Felsefe’nin (ya da filozofun) eksik bıraktığını
tamamlar. Felsefe’nin hakîkati tek başına ortaya koymasındaki yetersizliğinin bir diğer
nedeni de Felsefe’de kullanılan tanıtlama ve akılyürütme yöntemleridir. Hakîkat, mutlak
ayrımlaşmamışlık içindeki Mutlak’ın bilgisi olmak bakımından, olanaklı en yüksek özdeşlik
formu içinde dile getirildiği yerde durur.39
Felsefe’de kullanılan tanıtlama ve akılyürütme yöntemleri ise bu özdeşliği
sağlayamaz; bu yöntemler sınırlandırmacı, şekle sokucu bir özelliğe sâhiptir ve bilgiyi,
olanaklı birtakım karşıtlık ilişkileri içinde dile getirir, bunların nasıl aşılacağını gösteremez.
Estetik imgelemle belirli türden bir “doğrudan görme”nin olanağını sunan sanatta karşıtlıklar,
herhangi bir şekle sokulmaya çalışılmadan; oldukları gibi görülür. Sanatın yöntemsel
bakımdan Felsefe’ye üstünlüğü budur; başka hiçbir şey, hakîkatin sistem aracılığıyla dile
gelmesinde sanat kadar yardımcı olamaz. Sanat aracılığıyla idealar, sistem içinde ortaya
konur ve bunların doğru anlaşılabilmesi için de öncelikle, âit olduğu bütünün doğru
anlaşılması gerekir.40 Başka deyişle sanatın, sanat felsefesi aracılığıyla yapılandırılması
gerekir. Felsefe’de, ideaların bilgisiyle iş görülür; fakat bu, salt ideal düzlemde yapıldığı için
reel olana müdahâle edilemez. Sanat felsefesi ise sanatın yapılandırılmasıyla, olanaklı en
yüksek özdeşlik formu içinde reel ve ideal birliğini sağladığı için bu özdeşliği kurar.
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 138-9
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 8
40
A.g.e. syf: 7-9
38
39
8
Filozofun ihtiyaç duyduğu bir tür “büyülü ve sembolik ayna” olan sanat felsefesi aracılığıyla
sanatın yapılandırılması, dünyânın birliğinin kurulmasına, bu birliğin içindeki gizem ve
büyünün ortaya konulmasına hizmet eder. Dünyâ, bir sanat eseridir. “Yaratılanlar” eğer
Tanrı’nın ideasından değil de başka bir şeyden çıkmış olsaydı bu şey, “yaratıcı Tanrı”yı
belirler ve sınırlandırırdı.41
“Yaratılanlar”, Tanrı’nın kendi Kendi’sini olumlaması sonucu ortaya çıkar; Tanrı,
Kendi’sini “doğrudan” olumlar ve “yaratma”, bu olumlamadan başka bir şey değildir.
Olumlayan da olumlanan da sonsuz olduğuna göre, “yaratma edimi”nin ya da bu
“olumlama”nın; “Tanrı’nın kendi Kendi’sini açığa çıkartması”nın sınırı yoktur. Herhangi bir
kavramla sınırlandırılmış ve koşula bağlanmış da değildir. “Yaratılan” ne varsa, Tanrı’nın
kendi Kendi’sini olumlamasının ürünüdür. Hem olumlayanın, hem de olumlananın sonsuz
olması ise “yaratan” ya da “olumlayan” ve “yaratılan”ın ya da “olumlanan”ın da özce bir
olmasıdır; sonsuzun iki farklı yolla kavranılmasıdır bu.42 Tek tek ele alındığında
olumlananlar, bütünün birer parçasıdır ve bu parçalar, sonsuzun olumlanması sonucu ortaya
çıkar. Reel olanda, sonsuz açığa çıkar; sonsuzda ise reel olan olumlanır. Olumlama ya da
“yaratma”, reel olanda sonsuzun; sonsuz olanda da reel olanın olumlanmasıdır. Reel olan da
sonsuz olan da Tanrı’dır; Tanrı’nın kendi Kendi’sini olumlamasıdır ve Tanrı’nın tanrısallığı,
bu özdeşliğin açığa çıkmasıdır. Bilinçli olan ve bilinçsiz olanın, özgür olan ve zorunlu olanın
birliği olan Tanrı, bu birliğin de olumlanmasıdır. Reel olan ve sonsuz, tinde yetkin bir
biçimde olumlanır; bu yönüyle tin, bütünün içindeki Tanrı’nın bir kopyasıdır. İdeal olan ve
reel olanın birliği, sanat (felsefesi) aracılığıyla görülür.43
Böylelikle sanat (felsefesi), hem dünyâyı kuran bir etkinlik, hem de bunun bilgisi
hâline gelir ve Ben, sanat aracılığıyla üç tür gizilliğe ulaşır ki, bunların her birine ayrı bir idea
karşılık gelir. Bu gizilliklerden ilki hakîkattir ve kendini, “doğruluk ya da uygunluk
ideası”nda ortaya koyar. İkincisi ise iyiliktir ve kendini, “ahlâkî ya da özgür eylemin
ideası”nda ortaya koyar. Üçüncüsü de güzelliktir ve bu da kendini, “mutlak güzellik
ideası”nda ortaya koyar. Mutlak güzellik, doğruluk ya da hakîkat ve iyiliğin de mutlak
sentezidir; hakîkat zorunluluğa, iyilik de özgürlüğe karşılık geldiği için mutlak güzellik,
zorunluluk ve özgürlüğün birliğini; ahlâkî ya da özgür eylemin zorunluluğunu gösterir.44
Sanat eserinde “güzel olmayan hakîkat” ya da “güzel olmayan iyilik” yoktur. “Zorunlu
olmayan bir özgürlük” ya da “özgürlükten kaynaklanmayan bir zorunluluk”, sanat eserinde
karşılaşabileceğimiz bir şey değildir. Sanat felsefesi aracılığıyla sanatın yapılandırılması, bu
sentezi gözetmek zorundadır; bu yapılandırma, Mutlak’ın mutlak tasviridir ki sanat felsefesi,
bu gizillikleri Mutlak’ta nasıl iseler öyle ortaya koyacaktır. “Genel bir sanat ideası”, aynı
zamanda da “mutlak güzellik ideası”nı sunacaktır. Sanat ideal olana ilişkin nesnel bir etkinlik
olduğu için, güzellik de nesneldir; ona bu özellikleri Tanrı kazandırır. “Mutlak güzellik
ideası”, “Tanrı’nın tasviri”nden başka bir şey değildir ve bu idea, “genel bir sanat ideası”nın
dolayımında ortaya çıkar.45
Gerek form, gerekse de içerik bakımından hiçbir çelişki barındırmayan sanatta, tüm
karşıtlıklar arasında birlik sağlanır. Bu birliği olanaklı kılan ise Tanrı’daki “sonsuz kavramı
veya ideası”dır. Tanrı, bu kavram veya idea aracılığıyla insanın bilincine yerleşir ve burada
varlığını sonsuzlaştırır ki sanat eseri, bu sonsuzluğu “resmeder”. Sanatçı, bu resmi ortaya
koyar ve bu da onun tanrısallığını; “tanrısal yaratım”ı anlatır. Sanat eserlerindeki tüm özel
41
A.g.e. syf: 9-12
A.g.e. syf: 24
43
A.g.e. syf: 26
44
A.g.e. syf: 28
45
A.g.e. syf: 31
42
9
formlar, Mutlak’ta önceden içerilmiştir; bu formları taşıyan bir töz olmak bakımından Mutlak
olmasaydı, bu formlar da olmazdı. Kendi aralarında ne kadar farklı olurlarsa olsunlar bu
formlar, özü bakımından bir ve aynıdır; ayrımlar ise şeylerin belirlenimlerinde açığa çıkar.46
Form, sanatçıya âit değildir ve yeni bir form üretmede sanatçının herhangi bir özgün buluşu
yoktur. Sanatçının özgün bir form ortaya koyması demek, Tanrı’ya biçim vermek demektir
ki, bu da mümkün değildir.47 Seçtiği malzeme ne olursa olsun sanatçı, kullandığı her sonlu
olanda sonsuzu, her reel olanda ideali; gerek form, gerekse de içerik bakımından Tanrı’yı
olumlar. Sanatçı için doğa ve bilinç ya da zorunluluk ve özgürlük arasında herhangi bir ayrım
yoktur. Bilinçli çalışma ve bilinçsiz davranışın diyalektik sentezini yapan sanatçı, ideaları
simgesel bir ortam içinde algılamaz; herhangi bir aracıya da ihtiyaç duymaz.48
Schelling’e göre, sanat konusunda belirli bir görüye sâhip olmayan kimselerin,
sanatın ne olduğu hakkında konuşması doğru değildir. Örneğin, sanatın etkilerinin doğal
etkiler olduğuna inanan bir kimse, sanat eserinde yalnızca tek tek “güzel olanlar”la ilgilenir;
“bütünün ideası”na ya da mutlak ayrımlaşmamışlığa yükselmeye çalışmaz. “Doğadan
kopma” için araç olan sanatta, her türlü belirlenimden uzak salt varlık kavranır ve aktarılır
ki, sanatın uyandırdığı etkilerin kaynağında bunlar vardır. Sanat eserlerinde beliren
güzelliğin olanaklı duygulanımları, herhangi bir güzel olan karşısında hissettiğimiz “empirik
kaynaklı” bir his değildir, salt varlığın hakîkatine ilişkin bir farkındalıktır.49 İmdi sanatın
neliği, güzellik ideası ve salt varlık, empirik bir araştırmanın konusu olmadığı/olamayacağı
gibi, Mutlak’ın olumlanması da böyle bir yöntemle açıklanamaz. Sanat târihi ise mutlak
ayrımlaşmamışlık içindeki Mutlak’ın betimlenmesidir; farklı sanatsal formlar içinde beliren
kendi özdeşliğinin ortaya konulmasıdır. Sanat eserleri, aynı Mutlak’ın belirli bir târihsel
süreçte farklı formlarla ortaya koyduğu kendi şiirleridir ve bu şiirler, herkesin anlayabileceği
türden değildir. Hattâ, sanatçı bile çoğu zaman, kendi eserini anlayamaz. Sanat târihçisinin
de özel bir “perspektif”i olmalıdır; dünyâ, bu şiirden ibârettir ve sanat târihçisi de bir yerde,
onu yeniden kurar.50
“Sanat eleştirisi” yaparken eseri sanatçının “özel yaşantısı”yla, içinde yetiştiği
toplumsal yapıyla, vb. konularla ilişkilendirmek, bu şiiri hiç okuyamamak demeye gelecektir.
Sanat, devlet ya da toplum içinde belirli türden bir “eğitim aracı”; kişileri “eğitmek” veya
birtakım rolleri ve ilişki biçimlerini kabûle sürüklemek için bir araç da değildir. “Şimdiye
kadar olmuş olanlar”la iş görmez ve yeni kuşaklara “geleneksel olan”ı aktarmaya aracılık
edemez. Şu ya da bu gereksinime hizmet eden, sanata bu tür bir işlevsellik yükleyen bir
“sanatçı”, gerçek bir sanatçı değildir. Gerçek sanatçı, belirli türden bir dehâdır; dehâlık ise
özel bir yetinin gerçekleşmesidir.51 Dehâlar, kendi özerkliklerine sâhip, kendi üzerlerinde
hiçbir otorite kabûl etmeyen kimselerdir; onları “ulaşılmaz”, “tanrısal” kılan da bu
özellikleridir. Hakîkat, bütününde Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlamasıdır; mutlak
ayrımlaşmamışlık içinde mutlak güzellik olarak açığa çıkması ve bunun bilgisidir. Mutlak
hakîkat, mutlak güzelliktir de. Bu güzelliğin ortaya konulmasını sağlayacak sanat eseri,
mutlak hakîkatin bilgisini sunacaktır ki, sanatın ve hakîkatin kaynağının aynı Mutlak olması,
sanatçıya da özerklik yükleyecektir. Onu harekete geçiren Mutlak, kendi hakîkatini sanat
eserinde mutlak ayrımlaşmamışlık içinde açığa çıkartır.52
46
A.g.e. syf: 90
A.g.e. syf: 33-4
48
A.g.e. syf: 34-5
49
A.g.e. syf: 4-7
50
A.g.e. syf: 13-6
51
A.g.e. syf: 12-4
52
A.g.e. syf: 13-5
47
10
Sanatçı kavramıyla Schelling aslında, özel bir tür sanatçıdan bahseder ve bu
sanatçıları, birer “dehâ” olarak görür; örneğin Shakespeare, Cervantes veya Dante birer
dehâdır. Özel bir yetinin kendini gerçekleştirmesi olan dehâlığın kaynağı da yine Mutlak’tır
ve bu yeti, sonradan kazandırılabilir ya da geliştirilebilir bir yeti değildir. Dışsal
belirlenimlerin her türlüsünden, çeşitli zevk ve ihtiraslardan, şan şöhret tutkusundan arınmış
olan dehâlar, yalnızca Mutlak’la ilişki içinde eserlerini ortaya koyarlar. “Sanat, yalnızca
coşkunluk diye adlandırdığımız en iç ruh ve tin güçlerinin canlı hareketinden meydana gelir.
(...) Tinsel iş yapan herkes gibi sanatçı, Mutlak’ın ve doğanın kalbe yazmış olduğu yasaya
uyar, başka hiçbirine değil. Ona, hiç kimse yardım edemez; o, kendi kendisine yardım
etmelidir. Onun kendi adına meydana getiremeyeceği şey derhâl geçersiz olacağı için, ona
dışarıdan bir fayda dokunamaz; bu nedenle, hiç kimse de ona tavsiyede bulunamaz veya
yürümesi gereken yolu buyuramaz”53 ki, bu görüşleriyle Schelling, Kant’ın dehâ görüşüne
yaklaşır. Nitekim, Kant’a göre dehâlık, sanata kuralını veren doğal bir yetidir; sanatın
kuralları ise belirli birtakım koşullara bağlıdır ve bu kurallara dayanmayan bir eser, güzel
olamayacağı gibi, sanat eseri olarak değerlendirilmeye de uygun değildir. Güzelliğin evrensel
olarak geçerli olmasını olanaklı kılan temel unsur da yine bu kurallardır ve dehâların
eserlerinin evrensel güzelliği, bu kurallardan gelir.54 Ne var ki, Kant’a göre dehânın sanata
kural katması, doğanın ona bir hediyesidir ve sanat eserinin nesnel birliği, doğanın düzenli
işleyişinden gelir. Schelling’e göre ise doğanın gerisinde Mutlak vardır ki, bu görüşüyle
Schelling, Kant’ın bir adım ilerisine geçer ve konuyu, doğanın da temelinde bulunan
Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlaması bağlamında ele alır.55 Dehânın eseri ve eserini bu
şekilde ortaya koyması, aslında onun kaderidir ve dehâ kendi içinde, onu sürükleyen bir güç
taşır. Her insanda böyle bir güç yoktur ve bu güç öğretilemez. Sanatçı bile, bu gücü tam
olarak kavrayamaz.56
Schelling’in sanat ve sanatçı hakkındaki görüşleri, romantiklerden önemli bâzı
noktalarda ayrılır. Romantiklere göre sanat, sanatçının kişisel heyecanlarını, iç çelişkilerini,
duygu ve düşüncelerini yansıtır ve başka herhangi bir şeye aracılık etmez. Sanatın doğayla
ilişkisi ve doğal güzellik hakkında da romantikler, olumsuzlamacı bir tutum içindedirler ve
asıl vurguyu, insan emeği olan sanat eserlerine yaparlar. Sanatçının temel duygusu olan
yaratma coşkusu, iç dünyâsındaki sonsuz bir yaratma heyecânıdır ve bu duygu, insan emeği
olan sanat eserleriyle imgeleme yansır. Doğal güzellikte, böyle bir imgelem yoktur; doğanın
işleyişindeki düzen, imgelemin sonsuzla bağ kurmasını olanaksızlaştırır. 57 Romantiklere
göre sanat eseri, “olan”ı olduğu şekilde değil, “başka türlü olan”ı başka olabilirlikler içinde
gösterir ve doğa, bir sanat eseri değildir. Schelling’e göre ise bir sanat eseridir ve sanatçıya
dehâlık yetisini bağışlayan Mutlak, doğada kendi Kendi’sini olumlayarak doğal güzelliği
açığa çıkartır ki, bu da doğayı, estetik imgelemle belirli bir ilişkiye sokmak anlamına gelir.
Doğal güzellik sanatçının, sonlunun sonsuzla birliğini görmesini sağlar ve sanatçıyı,
Mutlak’a bir adım daha yaklaştırır; mutlak ayrımlaşmamışlığın nasıl olanaklı olduğunu
sanatçı, doğa karşısında hissettiği olanaklı duygulanımlarla kavrar.58
Doğal güzellik ve sanatsal güzelliği birbirinden ayıran romantiklere karşı Schelling,
bu ikisini birleştirir. Sanatçının temel duygusu olarak yaratma coşkusunun iç dünyâsındaki
sonsuz bir yaratma heyecânına bağlanmasına karşı da tüm vurguyu, Mutlak üzerine yapar ve
sanatçının “hakîkat sevgisi” üzerinde durur. Sanat felsefesi, doğal olanın bir tarafa
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 206
Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi, syf: 344-7
55
A.g.e. syf: 347-9
56
Mâcit Gökberk, Felsefe Târihi, syf: 384
57
İsmâil Tunalı, Estetik, syf: 200-1
58
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 86-9
53
54
11
bırakılmasıyla tinsel olana ulaşmayı değil, doğal olanın tinsel olanla birliğini amaçlar.
Sanatsal güzelliğin doğal güzellikten üstün olması ise doğal güzelliğin değerini azaltmaz.
Hem “doğa, der Soykan; “Mutlak’ın Kendi’sini doğrudan doğruya açması olduğundan, bir
çelişkiden çıkmamıştır; çelişki, bu açınımdan sonra ortaya çıkmıştır ve insanda bilince
ulaşmıştır. İnsan da bu çelişkiyi, yeniden aslına uygun bir biçimde mutlak
ayrımlaşmamışlıkta ‘görünüş’ olarak sanat eserinde ortadan kaldırmıştır”59 ki, bu
görüşleriyle Schelling, romantiklerden farklı olarak Plotinosçu kurama yaklaşır. Bu kurama
göre “sanat eseri, der Cassirer; “evrensel olanla genelde bağlantılı bir iç formun bireysel ve
özel alanda gözler önüne çıkan bir görünüşü ve gösterilişidir. Sanat eserinin kuruluşu ve
düzeni, doğrudan doğruya bütün olarak evrenin bireysel ve özel olanda görülebilen ifâdesidir.
Varlığa hükmeden yasa, onun bir kesiti içinde görünüşe çıkmış olur. Sanat eseri, en yüksek
ve en mükemmel örneğini evrende önümüzde gördüğümüz bireysel/tikel şeylerin sürekli
bağlılığını gösterir. Empirik gözlemde nesneleri, uzam ve zaman içinde yan yana görürüz;
(...) evren, bir tikel parçalar çokluğuna bölünmüş hâlde karşımızdadır. Estetik imgelem ise
güzelin olduğu kadar, yaşamın da olanağına dayalı olduğu içkin kurucu (inşâ edici ve form
verici) güçleri görür. Çünkü, güzellik de yaşam gibi, form verme temelinde kavranılmıştır.”60
Plotinos’un da etkisiyle sanatı bu şekilde ele alırken Schelling, çağdaşlarıyla birtakım
görüş ayrılıklarına düşer ki, bunlardan önde geleni, kuşkusuz Friedrich Schiller’dir. Sanatın
amacının “haz” olduğuna inanan Schiller’e göre sanat, hiçbir şeye aracılık etmez; iyi, yüce,
en yüksek amaç gibi kavramlar, estetik imgelemle kavranılamaz.61 Sanat eseri söz konusu
olduğunda buna ilişkin olanaklı tek duygulanım beğenmedir ve bu da güzellik olarak yansır
ki estetik imgelem, yalnızca güzelliği kavrayabilir, bunun “arkasındakiler”i değil. Sanat
eserinde karşılaşılan güzelliğin duyuları aşan bir yönü olmadığına inanan Schiller’e göre
sanatçı da eserini, yalnızca kendi beğenisiyle ortaya koyar ve eserinden yüksek bir haz alır;
sanatın kaynağı, “hakîkat sevgisi” değil, bu hazdır. Schelling’e göre ise sanatın kaynağı
Mutlak’tır ve sanat eseri, mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasını sağlar. Sanatı empirik bir
haz konusu hâline getiren Schiller’e karşı Schelling, sanatın kaynağına sonlu bir şeyin
yerleştirilmesini doğru bulmaz ve sonsuzun sonluda tam imgelemini arar.62
Kendi özerkliğiyle sanatçı, ideaları görür ve eserine taşır ki, sanat eserinde güzellik,
sonlu olandan sonsuz olana geçiş biçiminde belirmez, bu ikisinin birliğinde açığa çıkar. Her
şeyin ilkesi, ölçüsü, düzeni, temeli ve ilk kaynağı olan ideaların ortaya konulması, aynı
zamanda da sanat(çın)ın dünyâyı kurması demektir; hâliyle sanatçı, kişisel birtakım çıkar ve
beklentilerle, hırs ve arzularla hareket etmez/edemez. Kaldı ki, eserini ortaya koymaya
başladığı anda eser, ona âit olmaktan çıkar; yaratma sürecine kendisi bile müdahâle edemez
ve sanat(çı), Felsefe’nin (ya da filozofun) eksik bıraktığını tamamlar.63 Sanat, reel ve
nesneldir; Felsefe ise ideal ve öznel olduğu için sanat felsefesi, hem reel ve ideali, hem de
nesnel ve özneli birlik hâlinde gösterir ve bu ayrımları ortadan kaldırır; onu “büyülü ve
sembolik ayna” hâline getiren de budur. Bu birliğin dolayımında ise mutlak
ayrımlaşmamışlığın gizemini ve büyüsünü yansıtır.64 Schelling, “hem reel dünyâyı, hem
ideal dünyâyı, hem de bu ikisinin birliği olarak dünyânın bütününü, der Soykan; “belirli bir
plâna göre yaratılmış bir dünyâ olarak gördüğü için bunu, ‘yapılandırılmış’ bir dünyâ olarak
kavrar. Ama bu, donmuş bir yapılandırma değil, dinamik bir süreç olarak anlaşılmalıdır; onun
yapılandırılmış olması, bir yasalılık ifâde eder. Bu yasalılık, reel olanda mekanizm ve
Ömer Nâci Soykan, Schelling’de Varlık Ve Sanat Formları Sorunu, syf: 201
Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi, syf: 297-8
61
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 86-9
62
A.g.e. syf: 89-91
63
A.g.e. syf: 7-9
64
A.g.e. syf: 11-2
59
60
12
organizm; ideal olanda ise zorunluluk ve özgürlük biçiminde kendini gösterir.
‘Yapılandırma’, bu dinamik sürecin çatısıdır. (...) Bir şeyin yapılandırılması, o şeyin
biçiminin ortaya konulması demektir. Bir şeyin meydana gelişinde böyle bir yapılandırma
olduğuna göre, onun bilinmesi de bu yapılandırmanın bilgi düzleminde yeniden kurulması
demektir. (...) Dünyâ böyle bir ‘eser’ olarak görülünce, bu eseri açıklamak için onu yeniden
‘kurmak’ gerekecektir. Schelling felsefesinde yapılandırma kavramı, özellikle sanat alanında
kullanılır.”65
§
Schelling’e göre sanatın zorunlu koşulu ve ilk içeriği mitolojidir. Tanrısal formlar, ilk
olarak mitolojide ortaya konur; anlayış gücünün çok ötesinde oldukları için bu alanda,
yalnızca estetik imgelem kullanılabilir. Mitolojide tanrılar, bir bütün olarak ele alındığında
Mutlak’ın yansımalarıdır; birbirleriyle ne kadar çelişkili olursa olsun bu yansımalar, öz
bakımından bir ve aynıdır; Mutlak’ta senteze varırlar. Sanatsal dünyânın en gelişmiş formu
Grek mitolojisinde içerilmiş olsa da bu dünyâ, bununla sınırlı değildir; Yahudi, Hıristiyan ve
Latin mitolojileri de önemlidir. Ancak bu mitolojiler, kaynağını büyük oranda Grek
mitolojisinden almıştır. Bu sanatsal dünyâda her bir tanrı, belirli bir ideayı temsil eder;
tanrıların birbirleriyle savaşı ise temsil ettikleri ideaların diyalektik gelişimini yansıtır;
idealar arasındaki çelişkiler, bu yolla aşılır ve mitolojide bu süreç, yeni bir tanrının doğumu
şeklinde belirir. Bu nedenle, hiçbir tanrının doğumu nedensiz, amaçsız, rastlantısal değildir;
böyle sanılması ise tanrılar hakkında yeterli bilgiye sâhip olunmamasından kaynaklanır.
Tanrıları belirli bir insanın kendi zihninde yarattığını sanmak da yanlıştır; tek bir insan zihni,
bu yaratmayı yapabilecek güçte değildir. Mitolojide tanrılar, kendi özlerinin zorunluluğu
olan “tanrısal özgürlük”le hareket eder.66
Başka deyişle, ideaların diyalektik senteze doğru hareketleri, içsel bir zorunluluğa
dayanır. Böyle bakılmadığı zaman mitoloji, anlamsız ve karanlık bir şey olarak
değerlendirilecek, tüm sanatın zorunlu koşulu ve ilk içeriğini elde etmek mümkün
olmayacaktır. Bu içsel zorunluluk, Grek mitolojisinde en açık şekilde ortaya konulmuştur ve
bu mitolojiyi diğerlerinden üstün hâle getiren de budur. Uranos (gök) ve Gea’nın (yer)
ilişkiye girmesiyle başlayan Grek mitolojisinde, bu evlilikten tiranlar doğar; onların
evliliklerinden ise diğer tanrılar. Bu evlilikleri ve doğumları akıl, hiçbir zaman anlayamaz;
belirli bir nedensellik ilişkisi içinde düşündüğü için “tanrısal özgürlük”ü kavrayamaz.67
Estetik imgelemde ise bu tür nedensellik ilişkilerine yer yoktur ve olup bitenler, belirli
kalıplara yerleştirilmeye çalışılmaz. Bu yönüyle estetik imgelemin, akıl karşısında önemli bir
üstünlüğü vardır. Diyalektik sentezin ürünlerini akıl, bileşenleri üzerinden ve geriye dönük
olarak kavramaya çalışır; estetik imgelem ise oldukları gibi ve ileriye dönük olarak
kavramaya çalışır. Mitolojide tanrılar, belirli bir dünyâ inşâ ederek estetik bir vâroluş
kazanırlar ve bu vâroluş onları, sonlu olana bağlı kalmaktan kurtarır. Bu dünyânın gelişimini
anlatan mitoloji, sanat târihinin de olanaklı koşuludur ve Mutlak’ın ortaya konulmasında her
aşama, sanat târihinde özel bir yere sâhiptir.68
Sanat târihinde Grek mitolojisinin önemi ise son derece büyüktür. Yalnızca Greklere
âitmiş gibi görünse de bu mitoloji evrenseldir; ideaların diyalektik senteze doğru hareketleri,
estetik imgelemde en açık şekilde bu mitolojide ortaya konulmuştur. Homeros ise bunları,
yalnızca bir araya getirmiş ve unutulmalarının önüne geçmiştir. Bu yolla korunması mümkün
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 111
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 35-8
67
A.g.e. syf: 37-8
68
A.g.e. syf: 39-40
65
66
13
olmuş Grek mitolojisi, yalnızca Greklere ya da Homeros’a âit değildir, tüm insanlığa âittir.
Diğer mitolojiler, bu mitolojideki diyalektik gelişimi tâkip etmiş ve ondan büyük oranda
etkilenmiştir.69 Öbür taraftan sanat eserlerinin, reel ve ideal olmak üzere iki yönü vardır ve
eser, reel olandan ideal olana geçiş olanağı sunar. Bu geçişin hangi zeminden hareket ettiğine
bağlı olarak temelde, iki farklı tür sanat eseri vardır; bu geçiş sonlu zeminde sağlanıyorsa
eser, reel bir sanat eseridir; ideal zeminde sağlanıyorsa, bu da ideal bir sanat eseridir. Reel
zeminde karşımıza çıkan formlar müzik, resim ve plâstik sanatlardır. İdeal zeminde karşımıza
çıkan formlar ise poesi; söz sanatları ya da edebiyattır. Bunlar da lirik poesi, epik poesi ve
dramatik poesi olmak üzere üç türlüdür. Dramatik poesi ise komedi ve tragedya olmak üzere
iki türlüdür.70
§
Schelling’e göre sanatın reel zeminde karşımıza çıkan ilk türü müziktir; bu ilk tür,
herhangi bir uzama sâhip değildir ve müzikte, yalnızca ses vardır. Diğer sanat türlerinin
temelinde de müzik vardır ve bu türler, müzikle karşılaştırılarak incelenebilir. Müzikte ses,
“tınlama” ya da “gürültü”den farklıdır; açık ve anlaşılır olan sese karşın, “tınlama” ve
“gürültü”de bu özellikler yoktur. Hem, sesin tonunu belirlemek mümkündür; diğerlerinde ise
mümkün değildir. Ancak ses, maddî bir şey olsa da herhangi bir madde değildir ve uzamı
yoktur ki sesi, ışığa benzetmek mümkündür; ışık gibi ses de belirli bir zamansallık içinde bir
art arda geliştir.71 İşitme organı, bu art arda gelişin farkına varacak düzeydedir ve müziğin
müzik olarak yeniden kurulması, işitme organına bağlıdır. Bu art arda gelişle sonsuz, zaman
içinde sonlu olana katılır. Aynı zamanda da ruhun kendi kendisini reel bir sayışı olan müzik,
belirli bir birliğin kavranışıdır ve ses, ruhun dışdünyâyla bağlantı kurmasının olanaklı ilk
yoludur. Doğadaki seslerden farklı olarak dehânın müzik aracılığıyla ortaya koyduğu sesler,
ruhun başkalarıyla köprü kurmasını sağlar. Doğadaki sesler, rastlantısal ve düzensiz olduğu
için imgelere şekil veremez; insan sesi ise tüm sesler arasında en gelişmiş sestir.72 Belirli bir
içsel yaşantıyla ortaya çıkan insan sesi, bu yaşantının bilinmesini olanaklı kılar; bunun
niteliğine bağlı olarak sesin tonu da farklıdır. Ses aracılığıyla içsel yaşantının olanaklı
etkilenimlerini yeniden kurmaya çalışan estetik imgelem, müzikteki birliğin reel kavranışını
ritimle gerçekleştirir. Çokluktaki birliğin ilk imgelemi olan ritim, müziğin niceliksel
ifâdesidir; ancak müzik, yalnızca ritimden oluşmaz, aynı zamanda tona da ihtiyaç vardır.
Ritmin özgün içeriği olan ton ise müziğin niteliksel ifâdesidir ve tonun birliği, modülasyonla
sağlanır ki, bu da ritmin korunmasını ve yetkinleşmesini olanaklı kılar.73
Müzikte, önce niceliksel olan ortaya çıkar, sonra da niteliksel olan ona bağlanır ve bu
bağlanmayla müzik, duyumun konusu hâline gelir. Belirli uyarımlarla ritim, ruhu harekete
geçirir; diğer unsurlar da ona eklenir. Fakat, şimdiye kadar ritim, ritim olarak incelenmemiş;
Greklerden beri yalnızca ruhtaki etkileri üzerinde düşünülmüştür. Oysa ritim,
rastlantısallıktan zorunluluğa geçiştir ve ritim olmaksızın sesler, rastlantısal bir akış
hâlindedir; onları belirli bir sıra düzenine sokan ritim, “müziğin içindeki müzik” olmak
bakımından ruhun da kendi kendisini zaman içinde reel olarak saymasını olanaklı kılar.74 Bir
sesin müzik hâline gelmesi, ruhun bu sesi doğadaki seslerden farklı olarak tanıması ve sonsuz
olana katılmasıdır. Sesin tanınması ise göstergelerle ifâde edilmesi değil, sesi üretenin buna
hangi imgeyi yüklediğinin anlaşılmasıdır. Sesin şiddetini, tınısını ve tonunu matematiksel
69
A.g.e. syf: 50-2
A.g.e. syf: 90
71
A.g.e. syf: 109-10
72
A.g.e. syf: 110
73
A.g.e. syf: 112-3
74
A.g.e. syf: 113
70
14
oranlarla ifâde etmeye çalışmak, imgeleri de matematiksel ölçme teknikleriyle ve nedensellik
ilişkileriyle kavramaya çalışmaktır ki, sesin kaynağından bu yolla uzaklaşılır ve imgelerin
yapısı bozulur. Müzik, ruhun sonsuz olana katılmasına aracılık ettiği zaman anlamlıdır ve
onu, pek az kişi anlayabilir; diğerleri ise bir “ses yığını” zanneder.75
Ritim ve melodinin armoni uyumunu yansıtan müzikte ritim, ilk boyutu oluşturur;
armoni ise ikinci boyutu. Melodi ise üçüncü boyutu oluşturur ve bu boyut, sonsuzun
sonludaki birliğini sunar. Ayrıca ritim, müzikâl olanı; armoni, resimsel olanı; melodi ise
plâstik olanı temsil eder. Ritim ve armoninin birliği, reel olanın ideal olanla birliğidir ve ideal
olan, reel olana melodiyle sonlu zeminde bağlanır. Armoni ise ideal birliktir ve bu birliğin
kurulmasına besteci, yalnızca aracılık eder; bestecinin kim olduğunun da bir önemi yoktur.
Böyle bir besteci yoksa, ses karmaşası ortaya çıkar. Yeni bir ses üretmeyen besteci aslında,
içsel yaşantılarını sesle ifâde eder.76 Müzikte art arda gelişin uzamı yoktur ve müzik olarak
müziğin kurulması için, onun tespit edilmiş olması; bunun için de uzamsallık kazanması
gerekir. Bunu sağlayan şey ise notadır; niceliksel bir şey olan nota, bu art arda gelişi yazıya
aktarır ve ruhta olanın (ya da ideal olanın) yazıda (ya da reel olanda) birliğini gösterir. Sesleri
saymak ise notaları saymaktır ve notalar da niceliksel bağlantılar içindedir. Bir beste
çalınırken dinleyiciler, bu sesleri alımlar ve bestecinin ruhunda kurduğu, sonra da yazıya
aktardığı bu birliği, kendi ruhlarında kurar ve bu yolla kendilerini, ideal dünyâda bulurlar.77
Bu dünyâda, sonlu olanın sonsuz olanla birlikteliğini, müzikten aldıkları hoşluk duygusuyla
duyumsarlar; bu duygu ise empirik kaynaklı değildir, ideal dünyâda ruhun kendi kendisini
müzik aracılığıyla saymasının yarattığı bir duygudur. Müzikte güzelliğin incelenmesinde
teknik birtakım analizler, bu duyguyu hiçbir zaman açıklayamaz; sesin niteliği, tonu ve
yayılımını inceleyen bu analizlerde, müziğin ruhla ilişkisi üzerinde durulmaz ve içsel
yaşantılarla bağı kurulmaz. Kullanılan nedensellik ilişkileri ise inceleme alanının
daraltılmasına yol açar.78
İmdi doğa, yalnızca teknik analizlerin konusu olmadığı/olamayacağı gibi, müzik de
yalnızca bu analizlerle incelenemez. Değişik toplumlarda ortaya çıkan farklı birtakım müzik
türlerinin ve müzikâl faaliyetlerin teknik analizi, müziği kültürel faaliyetlere indirgeme
tehlikesi yaratır; müziğin yer aldığı ideal dünyâ ise bu faaliyetlere indirgenemez. Müzik, basit
bir dinlence aracı da değildir ve ruhun kendi kendisini sayması, bu tür bir dinlence konusu
olamaz. Bir besteyi dinleyen her kişi, o bestenin özüne nüfuz da edemez; bunu yapacak
olanlar, belirli özellikleri olan kimselerdir. Bir dehânın bestesi, sıradan kimseleri zorlar ve
bu kimselere müziğin kazandırabileceği hiçbir şey yoktur.79 İnsan varlığının ayrılmaz bir
parçası olan müzik, kültüre ve topluma bağlı olmadığı için evrenseldir; doğadaki seslerin bir
yansıması ya da özel amaçlar doğrultusunda ortaya konan bir sentez de değildir. Doğadaki
seslerle karşılaştırıldığında insan sesi, en güzel sestir; bu sesin kaynağı, doğrudan doğruya
insan varlığıdır ve ses, yalnızca insanda yetkinliğine ulaşır. Ona bu yetkinliği tin sunar; insan
sesi, tin tarafından işlenmiş, estetize edilmiş ve belirli bir anlam kazandırılmış en güzel sestir;
özgürlükten gelen bir zorunluluğu dile getirir.80
Müziğin üretilmesi için enstrüman gerekliliği, insan sesinde yoktur; yâni insan sesi,
zorunluluğun özgürlükle birliğini yansıtır. Belirli bir enstrüman kullanılırken ses, birtakım
ses aralıklarına sokulmaya çalışılır; insan sesinde ise bu zorunluluk da özgürlükle birlik
75
A.g.e. syf: 110
A.g.e. syf: 113-4
77
A.g.e. syf: 116
78
A.g.e. syf: 115-7
79
A.g.e. syf: 108
80
A.g.e. syf: 115-7
76
15
içindedir. Ruhun kendi kendisini sayması bağlamında müziğin buna benzer bir içerikle ele
alınması ise ilk kez Pythagoras tarafından gerçekleştirilmiş; gök cisimlerinin hareketlerinin
de müzikle ve saymayla ilişkilendirmesi, çok önemli bir keşif olmuştur. İnsan kulağı bu
sesleri duyacak kadar gelişmemiş olsa da ruh, bu sesleri düşünmeye elverişlidir.81 Yine de
Grek müziği hakkında pek az şey bilinmektedir ve pek çok varsayım üretilmiştir;
Hıristiyanlık ise bu müziğe sözü sokmuş, müziğin özünü bozmuş ve araçsallaşmasına kapı
aralamış, ritim ve armoni kalıplarını sınırlandırmış ve ruh üzerindeki etkilerini gözeterek
bunları, farklı amaçlarla kullanmıştır. Özellikle de Protestan koral müziğinde çok seslilik,
son derece basit ve işlevseldir; dînî törenlerin etki gücünü arttırmaktan başka bir amaç
taşımaz. Grek müziğinde ise ne söz, ne de bu tür amaçlar vardır; bunun için bu müzik, koral
müzikte olanın aksine, insan varlığını yüce olana taşır.82
§
Schelling’e göre sanatın reel zeminde karşımıza çıkan ikinci türü resimdir ve bu sanatı
müzikle karşılaştırmalı olarak inceleyen Schelling, sanat dünyâsının yapısal bütünlüğünü bu
gibi karşılaştırmalarla kurmaya çalışır. Mutlak ayrımlaşmamışlığın bozulmasıyla, ilk olarak
ses ortaya çıkar; bunun hemen ardından ise ışık gelir. Bir sanat eseri olan dünyânın reel
düzlemde sâhip olduğu ilk unsur ses, ikinci unsur ise ışıktır. Reel olan ışık, birlik şeklinde
açığa çıkar; diğer unsurlar da ona eklendiğinde ideal hâle gelir. Renklerin oluşumu da bu
yolla mümkündür ve resimde ideal birlik, simge alanında kurulur. Bu birlik içinde
renklerdeki karşıtlıklar, belirli bir uyum kazanır ve bu uyum, resim sanatının ilk kavramıdır.83
Müzikte olduğu gibi resimde de bir art arda geliş vardır; formlar, uzam içinde art arda dizilir;
ancak bu, zamansal bakımdan değil, uzamsal bakımdandır ve resim, formların gereksinim
duyduğu yüzeyin ortaya çıktığı ilk sanat türdür. Bu art arda gelişi ortaya koyan ressamın
özgürlüğü onu, resimde uyum sağlamaya zorlar. Öyle ki bu uyumu, tuvalde kurmakla
yetinmez, tuvalin dışında da sağlamak ister; tuvalin içinde bir uzam olduğu gibi, dışında da
bir uzam vardır ve formlar, kapladığı tüm uzamla uyumlu olmalıdır.
Müzik ve resim bu yönüyle, matematik ve geometriyle karşılaştırılabilir; müzik
matematiğe, resim de geometriye benzer. Matematikte sayıların uzama ihtiyâcı yoktur,
geometride ise şekillerin vardır.84 Müzik, tek boyutlu bir sanattır; resim ise iki boyutludur.
Resimde renk, çizgi ve ışık, reel unsurlar olduğu gibi, bunların ortaya koyduğu birtakım
anlamlar; ideal unsurlar da vardır ve bu unsurlar, ideal bir uyum içindedir. Resimdeki zorunlu
art arda gelişte renkler, formlar ve anlam, içsel bir zorunlulukla içerilmiştir ve anlam
bütünlüğü, yüzeye bağlı kalarak kurulur. Resimde anlam, düşünsel olanı da anlatabilir ve bu
konuda resim, müzikten daha elverişlidir. Şekil ve dış hatlarla bu anlam, belirli bir düşünseme
içinde görülür ki bu düşünseme, hem özel olanın genel olanda, hem de genel olanın özel
olanda görülmesidir.85 Basit bir zevk aracı olmanın çok ötesinde olan resim sanatı, özel
olanın genel olanla birliğini yansıtır. Resimde de belirli bir yineleme vardır; ressam her
defâsında, reel olanın ideal olanla birliğinin kurulmasına aracılık eder. Bu yinelemede,
ressamın kullandığı “yeni” hiçbir şey yoktur; formları kendisi üretmez, formların yeniden
açığa çıkmasına yalnızca aracılık eder. Resim, formları ortaya koyan ilk sanat türü olduğu
gibi, bu formların kendilerini yinelemesine olanak tanıyan ilk sanat türüdür de. Uzam ve
81
A.g.e. syf: 123
A.g.e. syf: 123-5
83
A.g.e. syf: 126
84
A.g.e. syf: 126-8
85
A.g.e. syf: 127-8
82
16
zamânın saf görü formu olmaktan çıkıp reel olanda kavranılmasına aracılık eden bu sanat,
formların yalnızca bilişsel süreçlerde kalmasının da önüne geçer.86
Resim sanatının iki boyutlu olması ressama, besteciye oranla daha geniş bir özgürlük
alanı açar ve imgelerini daha iyi bir biçimde işleme olanağı sunar. Ressamın doğayı
yansıtması, bestecininkinden daha düşük bir olasılıktır; tek boyutlu müzik, bu yansıtmaya
daha açıktır. Fakat, imgelerini tuvale aktarırken ressama da “gizli bir el” müdahâle eder ve
onu da yönlendirir. Müzikteki oran ve orantı ilişkisi, bestecinin yaratımında daha az etkindir;
resimde ise geometrik unsurlar işin içine katıldığı için, oran ve orantının önemi büyür.
Formların birbirleriyle ilişkilerinde ve özellikle de simetrinin sağlanmasında ressam,
besteciye oranla çok daha yoğun bir etkinlik gösterir. Perspektif ise formların uyumunu
sağlar; bir formun hem içsel, hem de dışsal düzenini belirli bir uyuma sokan perspektif,
resimde güzelliğin açığa çıkmasını da olanaklı kılar. Bir sanat eserini oluşturan tüm formlar,
belirli bir perspektif içinde bu güzellikten pay alır; perspektif, güzelliğin güzel olana ya da
ideal olanın reel olana katılmasıdır. Resim ise çizim, ışık-gölge ve renklendirmenin birliğidir;
bu üç unsurdan en önemlisi ise çizimdir, ışık-gölge daha sonra gelir ve renklendirmeyle resim
yetkinliğine ulaşır. Reel adım olan çizim aşamasında resim, belirli bir ritim içinde belirir;
çizimde açığa çıkan şey, müzikteki gibi bir ritimdir ve formların tuvale aktarılarak sonlu
olana katılması çizimle gerçekleşir.87 Işık-gölge ise ideal adımdır, renklendirmede ise reelin
idealle birliği ortaya çıkar. Renklendirme, resmin özü değildir, diğer unsurların birliğidir. Bir
resmi yalnızca renklendirme üzerinden anlamaya çalışmak, resmin özüne inememekle
sonuçlanır. Aynı şekilde, resimde beliren güzellik de yalnızca renklendirmeyle ilgili değildir;
güzellik, çizim ve ışık-gölgeden bağımsız ele alınarak renklendirmeye atfedilemez. Hem bu,
yalnızca duyusal olana yönelik değildir ve duyusal olandan duyuüstüne doğru bir yükselişi
de gerekser. Bu ise Mutlak’ın kendi Kendi’sini bilmesinde belirli bir zorunluluğun
karşılanmasıdır. Diğer sanat türleri arasında ilk olarak resim, Mutlak’ı ışık alanına taşır ve
aydınlatır.88
Resimde farklı perspektiflerin kullanılması, Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlama
biçimindeki farklılıkların ifâdesidir ve bu farklılıkları ressamın kişisel tercihlerine bağlamak,
resmin Mutlak’la ilişkisine zarar verir. Olanaklı tüm perspektifler, iki düzlemde açığa çıkar;
yatay düzlem ve dikey düzlem. Bunlardan yatay düzlem, Grek ve Latin sanatını kapsayan
Antik sanatı karakterize eder; modern sanat ise dikey düzleme önem verir. Güzellik ise dikey
perspektifin yatay perspektifle birliğini gerekser. Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlamasına
aracılık edecek bir resimde, dikey perspektifin yatay perspektifle birliği sağlanmalıdır.89 Bu
sanatta güzelliğin olanaklı en yüksek formu, insan bedeninde açığa çıkar; insan bedeni,
ressamın kullanabileceği en değerli formdur; eliptik ve parabolik görünüşleri en yüksek
formda açığa çıkartan simetrinin de zirvesinde yer alır. İçsel ve dışsal bakımdan gelişmişliğin
ideal formunu ifâde eden simetri, insan bedeninde en üst aşamasına ulaşır. Organizmanın
işleyişinde ve organların dizilişinde nasıl yüksek bir uyum varsa, resimde de bu uyum
simetriyle sağlanır. İnsan bedeninde simetri, sağ ve sol bölümler olarak çizilir, sonra bedenin
ışık-gölgelendirmesi yapılır, daha sonra da beden renklendirilir ki “tanrısal olan”, reel olana
bu yolla katılır.90
İki kutup arasındaki tüm ayrımların ortadan kalkmasını ifâde eden simetride A ve Aolmayan arasındaki ayrım, dikey düzlemin sağ ve sol bölümlerinde aşılır; yatay düzlem de
86
A.g.e. syf: 125
A.g.e. syf: 128-30
88
A.g.e. syf: 128-9
89
A.g.e. syf: 129
90
A.g.e. syf: 130-2
87
17
insan bedenine belirli bir âidiyet kazandırır. Dikey düzlem, insan bedeninin genel formunun
belirlenmesinde esastır; yatay düzlem ise bu formun sonlu olana; belirli bir insana âidiyeti
bakımından önemlidir. Bu iki düzlemin birliği, olumlama ilişkisinde olumlayan ve
olumlananın birliğini yansıtır; olumlayan, sonsuz olmak bakımından yatay düzlemde;
olumlanan ise sonlu olmak bakımından dikey düzlemde belirli bir uyum içinde açığa çıkar.
Bu nedenle insan bedeni, doğadaki denge ve düzenin olanaklı en yüksek ifâdesidir. 91 Doğa
bilimci ya da doğa filozofu, doğanın sınırlı bir yönünü inceler; doğadaki denge ve düzenin
eksiksiz bir biçimde ortaya konulmasında ise yetersiz kalır. İnsan bedeni üzerinden bunların
incelenmesi ise daha kolaydır ve bedeni resmeden bir ressam, doğanın dengesi ve düzenini
araştıran bir doğa bilimci ya da doğa filozofundan çok daha öndedir; bilinçli olarak yapmaya
çalışıp da yapamadıkları şeyi, bilinçsiz bir biçimde yapar. Resimde çirkinlik ise dengesizlik
ve düzensizliktir; çizim ve ışık-gölge uyumsuzsa, perspektif hatâsı yapılmışsa, ışığın geldiği
tarafa gölge verilmişse, renklendirmede özensiz davranılmışsa, resmin güzelliğinden
bahsedilemez.92
Gereksiz olanların atılması, gerekli olanların ise birbirleriyle uyum içine
sokulmasıyla açığa çıkacak güzel bir resimde; özellikle de insan bedeninin resmedilişinde
ressam, tüm malzemeleri yerinde, doğru ve etkin bir biçimde kullandığını hisseder. İnsan
bedeninde gereksiz hiçbir doku veya organ olmadığı gibi, resimde de gereksiz hiçbir unsura
yer yoktur; sanatçıya müdahâle eden “gizli bir el” ona, bu gereksiz unsurları dışta bırakmasını
buyurur. İnsan bedeninin resmedilmesi, Mutlak’ın insan bedeni içinde sonsuz kez
yinelenmesidir de. Burada, rastlantısal olana da yer yoktur; sanatıyla ressam, doğanın
içindeki şeyin peçesini kaldırır ve hakîkati ortaya koyar.93 Sıradan bir kimsenin
göremeyeceği bir hakîkat; insan bedeninin anlamı, ressamın elinden tuvale yansır ve ideal
olan hakîkat ideası, reel olan insan bedenine sonlu olan tuval üzerinde bağlanır. İnsan
bedeninin hakîkati, bu bedendeki tanrısallıktır ve resimde çizimden sonra gelen ışık-gölge,
çizimin etki gücünü arttırarak bu tanrısallığın anlaşılmasına hizmet eder ki,
Michelangelo’nun çizimleri ve Raffaello’nun ışık-gölge düzenlemesi, bu türün en yüksek
formlarıdır. Özellikle de Michelangelo’nun çizimleri, yalnızca güzelliğin açığa çıkması
değil, yüceliğin anlatımıdır da. Grek tragedyalarındaki olay örüntüsü, bu çizimlerde en
yüksek formda açığa çıkar.94
Resimde ışık-gölge, yalnızca siyah ve beyaz renkleriyle sağlanmaz; bütün karşıt
renkler, belirli bir düzen içinde ışık-gölge amacıyla kullanılabilir ve çizime farklı derinlikler
kazandırır. Işık-gölgenin resme kazandırdığı en önemli özellik ise geri yansımadır; bu yolla
çizim, dikey düzlemde belirgin hâle gelir. Yatay düzlemdeki çizimi dikey düzleme taşıyacak
olan da yine ışık-gölgedir ve güzel bir resimde, geri yansımayla bu iki düzlemin birliği
sağlanır. Figürlerin birbirlerinden ayrılması, aralarındaki farklılıkların ortaya konulması,
daha yüksek formların daha düşük formlardan üstünlüklerinin gösterilmesi gibi konularda da
bu uyumu sağlamak zorunludur.95 Başka deyişle saygı uyandıran, hayret verici, yüce, vb.
figürler bu niteliklerini, tuvalde ışık-gölgeyle sergiler, çizimlerin daha büyük olmasıyla değil.
Ortaçağ sanatında yücelik, önceden resmedilmiş yüksek formların bir özelliği olarak
değerlendirilmiş ve ressamlar, aynı formları aynı şekilde resmederek yüceliği tuvale taşımak
istemişlerdir. Yüceliğin yalnızca çizimle değil, aynı zamanda da ışık-gölgeyle ve özellikle de
geri yansımayla olanaklı olduğunun görülmesi ise modern sanatta yeni bir ufuk açmıştır.
91
A.g.e. syf: 132
A.g.e. syf: 134-5
93
A.g.e. syf: 135
94
A.g.e. syf: 133-4
95
A.g.e. syf: 135
92
18
Çizimde kusursuzluğun yakalanması, niceliksel olana bağlılık gerektirmektedir; geri
yansımada ise bu da aşılır ve ressam, daha geniş bir hareket alanı kazanır.96
Belirli bir iç dengeyle renklerin figürlere aktarılması olan renklendirme, ressamın
kişisel tercihlerine dayandırılamaz; kendilerinden hareketle ideal olana ulaşmayı ve
Mutlak’ın belirli bir renk bütünlüğü içinde görünmesini sağlayan renkler, sonsuzun sonluda
geri yansımasıdır. Bilimde yüzey, boyut ve uzam, renksiz ve nicelikseldir; tuvalde ise bunlar,
renkli ve aynı zamanda da nitelikseldir. Renklendirme, müzikteki armoniye benzer; tuvaldeki
armoni, “renklerin armonisi”nden oluşur. Diğer birtakım duygulanımların resme yansıtılması
da renklerin biçimi ve niteliğine bağlıdır.97 Yücelik söz konusu olduğunda ressam, karşıt
renkleri daha güçlü bir biçimde vurgular; figürün hatları keskindir ve karanlıkta kalan hiçbir
tarafı yoktur. Böyle bir figürde karanlık, bir tür noksanlık demeye gelecektir ve bu figürün
diğerleriyle karşıtlığını belirgin kılmak için onları daha donuk resmetmek, önemli bir
yöntemdir. Resimde hangi figürlere yer verilirse verilsin, hepsinde ortak amaç aslında, ideal
olanı reel olanda göstermektir. Öyle ki gülünç, ahmakça, vb. durumlar bile tuvalde
resmedilebilir; bütününde bakıldığında ise Mutlak, diğer figürlerin dolayımında kendi
Kendi’sini olumlamış olur.98
İmdi resim, gerçekte vârolan nesnelere ilişkindir; müzikte ise böyle bir durum yoktur;
izlenimlerle ve bunlardan edinilen duygulanımlarla ilgili olan müziğin aksine resim, gerçek
nesnelere “dokunmaya başlayan” ilk sanat türüdür. Bu nesneler dışsal, değişmez ve
inorganiktir; ışık ise içsel, değişebilir ve organiktir. Resim, bu karşıtların birliğini gösterir ve
somut olandan soyut olana ilerlemeyi olanaklı kıldığı için, gerçek nesnelerden simgesel
olanlara ulaşma olanağı sunar. Simgesel olanı nesneye bağlı kalmaktan kurtaran resim, nesne
olmadan da simgesel olana gerçeklik kazandırır ki, gerçek nesneleri vâroldukları biçimde
tuvaline yansıtan ressam, simgesel olana yönelen ressamdan daha geri bir düzeydedir. 99
Böyle bir ressama, gerçek nesneleri vâroldukları biçimde tuvale yansıtmak, daha kolay
görünür; Mutlak’ın kendi Kendi’sini ışık alanına taşıması ise simgesel olanın
resmedilmesiyle mümkündür. Bu noktada allegori, simgesel olanın ifâde ediliş tarzını belirler
ve anlam derinlikleri içinde Mutlak, kendi Kendi’sini aydınlatır. Gerçeklik algısını reel olana
bağlı kalmaktan kurtaran allegori, ressamı olduğu kadar alımlayanı da ideal olana taşır. İlk
olarak resimde açığa çıkan allegori, değişik biçimlerde diğer sanat türlerinde de kullanılır ve
sanatın daha yüksek türlerinde, daha güçlü allegorilere yer verilir. Bu allegorilerin
oluşumunda ve değerlendirilmesinde de hiçbir rastlantısallığa yer yoktur.100
Allegorinin güzelliği, ideal olanın reel olanla ilişkisinde ortaya koyduğu hakîkatten
gelir. Burada önemli olan, simgesel olanın resimde ne kadar soyutlandığı ya da reel olandan
ne kadar bağımsız hâle getirildiği değil, ideal olanın reel olanda nasıl açığa çıktığı ve hangi
hakîkati dile getirdiğidir. Antik sanatta doğa olayları, allegorik bir biçimde işlenmiştir;
fırtına, şimşek, yağmur gibi olaylar, değişik birtakım duygu ve düşünceleri dile getirmek için
de kullanılır. Özellikle de dînî törenler konu edilirken, allegorilerin kullanımı artar ve
bunlarla farklı birtakım anlam katmanları kurulur.101 Sanat türleri içinde bir tür mitoloji olan
ve mitlerin işlevleriyle aynı işlevlere sâhip olan allegoriler, ideaların birbirleriyle
ilişkilendirilmelerine ve reel olanda gösterilmelerine aracılık eder. Antik sanatta örneğin
kahramanlık, kendi ifâde tarzını allegoriyle en yüksek formda ortaya koymuştur. Gerçek
96
A.g.e. syf: 136-7
A.g.e. syf: 137
98
A.g.e. syf: 160-1
99
A.g.e. syf: 140-3
100
A.g.e. syf: 143
101
A.g.e. syf: 146-8
97
19
nesneleri vâroldukları biçimde tuvaline yansıtan bir ressam, bu tür erdemleri işleyemez ve
gerek ideaların birbirleriyle ilişkilendirilmelerine, gerekse de reel olanda gösterilmelerine
katkı sağlayamaz. Diğer sanat türleri de kahramanlığın anlatımına ilişkin farklı birtakım
allegorilerle doludur ve sanat türleri arasında kurulan hiyerarşiye bağlı olarak bu allegoriler
arasında da değersel bakımdan belirli bir hiyerarşi vardır.102 Öbür taraftan doğa, kendi başına
işleyen ideal bir şematizme sâhiptir ve doğayı resmeden bir ressam, ayrı bir şematizme
gereksinim duymaz. İnsan bedeninin resmedilmesinde ise daha yüksek bir şematizme
gereksinim vardır; şematizmin bu noktasında resim, ideal olanı yalnızca göstermekle kalmaz,
aynı zamanda da ideal hâle gelir; ideaların örneği olarak idealleşir. Söz gelişi,
Michelangelo’nun Mahşer’i böyledir; mahşer gününü temsil etmenin ötesinde, çok farklı bir
anlam kazanmış ve kendi türünün ideal örneği olarak idealleşmiştir. Şematizmin zirvesindeki
bu gibi resimlerde tüm formlar, yüksek bir sâdelik ve uyum içindedir; gerçek bir dehânın
isteyebileceği en önemli şey de budur.103
§
Schelling’e göre sanatın reel zeminde karşımıza çıkan üçüncü türü plâstik sanatlardır
ve bu sanatlarda madde, özle birlik içindedir; bu nedenle, organik olanın inorganik olanla
birliği, müzik ve resme oranla daha yüksek bir formda açığa çıkar. İdealar kendilerini, reel
olanda ve organik olanın inorganik olanla birliği içinde ortaya koyar; bu sanatlarda tözün
ilinekle, nedenin etkiyle, gerçekliğin olanaklılıkla ve niceliğin nitelikle birliği sağlanır.
Rasyonel olanın görüyle, görünün de rasyonel olanla sentezini sunan bu sanatlar, ideaları
yalnızca göstermekle kalmaz, aynı zamanda da idealleşirler.104 Müzik niceliksel, resim
nitelikseldir; plâstik sanatlarda ise niceliksel olanın niteliksel olanla birliği sağlandığı için,
bu sanatlarda müzik ve resimden de söz edilebilir ve simgesel olanı allegori içinde resme
oranla daha başarılı bir biçimde anlatma olanağı vardır. Müzik ve resmi içinde barındıran bu
sanatlar, ruhun hem kendi kendisini saymasını, hem de düşünsemesini mümkün kılar; belirli
bir duyma sanatı olan müzik ya da algılama sanatı olan resim karşısında bu sanatlar, akıl ve
sezginin birliğini sağlar ki, bu da aslında, müzik ve resimdeki formlara oranla daha yüksek
formların ortaya konulmasını olanaklı kılar.105
Plâstik sanatlar, kendi içlerinde ikiye ayrılır; mîmarlık ve heykel sanatı. Bunlardan
mîmarlığı müziğe, heykel sanatını ise resme benzetmek mümkündür. Belirli bir yüzeysellikle
ilgili olmak bakımından mîmarlıkta niceliksel olana gereksinim duyulur. Heykel sanatında
ise niteliksel olana da gereksinim duyulur ve heykel, niceliksel olanın niteliksel olanla
birliğini yansıtır. Ancak mîmarlık, yalnızca sanatsal bir etkinlik değildir, belirli birtakım
insânî gereksinimlerin de hizmetindedir ki, bu da mîmarlığın gerçekte bir sanat olup
olmadığını tartışmalı hâle getirir. Yine de mîmar, eserinde yalnızca bu tür gereksinimlerle
hareket edemez ve daha farklı formlara yönelir ki, bu da eserini sanat eseri hâline getirir.106
İç mekân düzenlemelerinde bu gereksinimler mîmarlığı sanatsal amaçlardan uzaklaştırma
eğiliminde olsa da mîmarlıkta öyle yüksek formlar vardır ki bunlar, yalnızca Mutlak’ın kendi
Kendi’sini olumlamasına hizmet eder. Mîmârı sanatçı hâline getiren, fizîkî ihtiyaçlar
doğrultusunda nesnelere biçim vermek değildir; böyle olsaydı, arının peteği ya da örümceğin
ağı da bir sanat eseri hâline gelirdi. Mîmârî formlar, bilinçli bir çalışma sonucunda ortaya
çıkar ve fizîkî ihtiyaçlarla ilişkili olmak yerine Mutlak’la ilişkilidir.107
102
A.g.e. syf: 148
A.g.e. syf: 159
104
A.g.e. syf: 160-2
105
A.g.e. syf: 162
106
A.g.e. syf: 162-3
107
A.g.e. syf: 163-5
103
20
Formların reel olanda birlik içinde açığa çıktığı mîmarlıkta güzellik, formların
nesnesiyle birliğinden gelir; mîmârî bir formu güzel yapan, kullanım amacı değil, nesnesiyle
birliğidir. Sanatçı doğasına sâhip gerçek bir mîmar, kullandığı formların nesnesiyle birliğini
sağlamaya yönelir ki, bu noktada eserine, “gizli bir el” müdahâle eder; formları, Mutlak’ın
kendi Kendi’sini olumlamasına hizmet eder hâle getirir. Eserin mîmâra bağlı kalmaktan çıkıp
ayrı bir nitelik kazanması da bu yolla mümkündür ve eser, doğadaki bir bitkiye benzetilebilir;
bitkinin yaşamı, onu eken kişiden bağımsızdır.108 Mîmarlıkta, simetri de daha yüksek
formlarda ortaya çıkar ve formların büyüklüğü arttıkça, simetrinin mükemmelliği artar;
büyük kemerler, kirişler, kulelerde simetrinin güzelliği daha büyüktür. Bu eserlerin kullanım
amaçları farklı olsa da taşıdıkları simetriyle bunlar da aslında, mutlak ayrımlaşmamışlığın
kurulmasına katkı sağlar. Bir eseri işlevi üzerinden değerlendirmek, güzelliği işlevselliğe
indirgemekle sonuçlanır. Mîmarlıkta işlevsellik, sınırlı bir alan için geçerlidir ve bir eserin
sanat eseri hâline gelmesi, işlevselliğin güdümünden kurtulmuş olmasına bağlıdır.109
Müzikte olduğu gibi mîmarlıkta da ritmik, armonik ve melodik bölümler vardır.
Burada ritim, aynı olanın; sütun, kiriş ve yivlerin periyodik tekrârıdır. Armoni ise belirli bir
orantı veya ölçülülük şeklinde belirir; ideal olan orantı veya ölçülülük, reel olan sütun, kiriş
ve yivlere sonlu olanda bağlanır. Melodi ise sıra düzenidir ve bu düzende aynı olanın tekrârı,
simetriyi olanaklı kılar. Sütun, kiriş ve yivler, formu ayakta tutan unsurlardır; bunların sıra
düzeni ise estetik imgelemle belirlenir ki bu imgelem, henüz akıldan bağımsız hareket
edemez; ölçme ve hesaplama gereksinimi nedeniyle, akılla birlikte hareket etmek
zorundadır.110 Mîmârî ritimde periyodik tekrârın sağlanabilmesi için öncelikle, aynı olanın
bölümlenmesi gerekir; bu ise dorik, ionik ve kronit sütun düzeniyle sağlanır. Bunlardan dorik
düzen, erkek bedenine benzetilebilir; ionik düzen ise kadın bedenini andırır. Dorik düzende,
güçlülük ve dayanıklılık esastır; ionik düzende ise zerâfet ve yumuşaklık vardır. Kronit düzen
ise bu ikisinin birliğini yansıttığı için, estetize edilmiş gücü ya da gücün estetize edilmesini
gösterir ki, bu da Mutlak’ın daha yüksek bir formda kendi Kendi’sini olumlamasını ifâde
eder. Mîmarlıkta güzelliğin açığa çıkmasında da aynı sıra düzeni esastır ve kronit düzende
güzellik, olanaklı en yüksek formuna ulaşır.111
Heykel sanatı ise değersel bakımdan mîmarlıktan daha üstündür; ideaların
birbirleriyle ilişkilendirilmelerini ve reel olanda gösterilmelerini, her türlü gereksinimden
bağımsız olarak ve yalnızca sanatsal amaçlarla ortaya koyar. Heykelin kapladığı uzam,
Descartes’ın savunduğu türden bir uzam görüşüyle açıklanamaz; bu uzam, basit bir yer
kaplama değil, Mutlak’ın üçüncü boyutta kendi Kendi’sini olumlamasıdır. Resimdeki
yüzeyselliğin aşılması da mîmarlıktan sonra heykelle tamamlanır ve heykel, yüzeyden
bağımsız olarak simgesel olanı allegori içinde en güzel şekilde ortaya koyar; heykelde insan
bedeni, evrenin küçük bir simgesidir.112 Resmin iki boyutu olmasına karşın heykelin, üç
boyutu vardır ve resimdeki tüm sınırlamalar, heykelle ortadan kalkar. Gerek müzik, gerekse
de resimde, doğayı yansıtmaya dönük bir yatkınlık görülür; heykelde ise buna yer yoktur.
Antik sanatta heykeltıraşlar, “tanrıları görerek” çalışmamış; kendi imgelemlerini
kullanmışlardır. Aslında, heykeltıraşlar da diğer sanatçılar gibi özgür değildir ve içsel bir
zorunlulukla eserlerini ortaya koyarlar. Kullanabilecekleri en yüksek form ise insan
bedenidir. Heykelde yatay düzlemden dikey düzleme geçen insan bedeni, yatay düzleme
108
A.g.e. syf: 169
A.g.e. syf: 169
110
A.g.e. syf: 171-3
111
A.g.e. syf: 173
112
A.g.e. syf: 175-7
109
21
bağlı kalmaktan kurtulur. Bu bağlı kalış, bitki ve hayvanların da sâhip olduğu türden bir
zorunluluktur; onlar da yatay düzlemde yaşarlar.113
Doğadaki diğer canlılarda gövde, beslenme araçlarını bulundurur ve dikey düzleme
geçişi engeller; heykelde ise simgesel ifâde tarzı içinde yüksek hakîkatlerin serimlenebilmesi
için, bu engelin aşılması gerekir. Simetri, farklı sistemlerin kendi başlarına simgesel bir
anlama sâhip olmalarını da önler ve reel sanat eserlerinde serimlenebilecek yüksek
hakîkatlerin mutlak ayrımlaşmamışlık içinde anlamlılık zeminini sunar. Simgesel anlam
simetriyle, evrenin bir resmi olarak insan bedeninde en yüksek kesinlik derecesiyle belirir;
doğu-batı eksenindeki kutupluluk da ortadan kalkar ve karşıtlıklar, daha yüksek bir formda
birleşir.114 Heykelde insan bedeni, olanaklı tüm ideaların ve bunların reel olanda açığa
çıkmalarının en üst aşamasını ve imgelemini sunar; güzellik ve yücelik arasındaki ayrım da
ortadan kalkar. “Sanat, bu noktada durabilir ve olduğu yerde kalabilir; çünkü artık, bir
taraftan onun tüm ödevi gerçekleşmiştir. Güzelliğin burada resmi ise aşk tanrıçasıdır. Kendi
başına ruh güzelliği, duyusal hoşlanmayla kaynaşmıştır; bu ise doğanın en yüksek
tanrılaşmasıdır”115 ki, heykelde simetri aslında, tanrısal olanın insan bedeninde ifâdesidir;
bedeni bu sanatın en yüksek formu hâline getiren de budur.
Plâstik sanatlarda tüm karşıtlıklar, heykelle ortadan kalkar. Yaşamın özü sonsuz, canlı
ve koşulsuzdur; plâstik sanatlar ise sonlu, cansız ve koşulludur. Heykelde yaşam, ölü olanda
belirir; tanrıların heykelleri ise kendi kendisine yetebilir olanın ifâdesidir; yatay düzlemden
dikey düzleme geçen insan bedeninin koşulsuz olana doğru ilerlemesinde son aşamadır. Bu
heykeller, hem mutlak ayrımlaşmamışlığın taşıyıcısıdır, hem de Mutlak’ın reel olanda açığa
çıkmasının en son basamağıdır; bu nedenledir ki heykeltıraş, besteci ve ressama oranla
tanrısala daha yakındır.116 Bu sanatların bilgiyle ilişkisi ise üç türlüdür ve bunlardan ilki
doğruluktur. Nesnenin formla birliği olan doğruluğa bağlı olarak sanatçıda ve alımlayıcıda,
hoşluk duygusu ortaya çıkar; bu birliğin sağlanamadığı eserde ise doğruluğa yer olmayacağı
gibi, eserin hoşa gitmesi de mümkün değildir. Doğruluğun hoşlukla birliği ise eserde,
güzellik olarak belirir ki güzellik, doğruluk ve hoşluğun sentezidir ve formları doğru biçimde
ortaya koyan bir sanat eseri, güzelliğin maddî olanda belirmesidir. Bu güzellik, herhangi bir
çıkarıma, analojiye ya da hesaplamaya dayanmaz; sanat eserinin sunduğu bilgi, başka türlü
bir bilgidir.117 Yüceliğin daha yüksek bir düzeyde imgelemi ise plâstik sanatlarda, evrenin
deneyimini sunar ki, bu da Mutlak’ın deneyimini ifâde eder ve burada da en uygun nesne,
yine insan bedenidir. Canlı ve ölü, sonlu ve sonsuz, reel ve ideal gibi ayrımlar insan
bedeninde, belirli bir sentezle aşılır ve evrenin düzeni, yücelik duygusuyla imgeleme yansır.
Michelangelo’nun Davut’u karşısında hissettiğimiz duygu da tam olarak budur ve bu
görüşlerini Schelling, Niobe örneği üzerinden bir kez daha dile getirecektir. Efsâneye göre
taş kesilen Niobe, pek çok bakımdan plâstik sanatların en önemli esin kaynağıdır; bu
heykelde öz ve görünüş, olanaklı en yüksek formda birlik içindedir.118
III
Schelling, reel zeminde ortaya çıkan sanat türlerinden farklı olarak ideal zeminde
ortaya çıkan sanat türlerine poesi (söz sanatları ya da edebiyat) der. Poeside ideal olan, reel
olana ideal zeminde bağlanır ve ideal olanın açığa çıkmasında reel olana bağlılık, derece
113
A.g.e. syf: 178
A.g.e. syf: 179
115
Ömer Nâci Soykan, Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, syf: 205
116
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 185-7
117
A.g.e. syf: 187
118
A.g.e. syf: 192-7
114
22
derece aşılır; bu aşmayı olanaklı kılan dil ise Mutlak’ın kendi sesini dil aracılığıyla ortaya
koymasıdır. Mutlak, kendi Kendi’siyle konuşur. Konuşan da konuşturan da konuşulan da
Kendi’sidir, sanatçıya ise aracılık etmek düşer. Bu “konuşma”, simgesel olarak olanaklı en
geniş anlatımını poeside; poesinin en yüksek formu olan tragedyada bulur ki, reel zeminde
ortaya çıkan sanat türlerinde bu ses duyulmaz.119 Nitekim bu ses, ideal zeminde ortaya çıkan
sanat türlerinde aşama aşama yükselir. Kendi başına ele alındığında dil, aslında bir kaostur
ve Mutlak’ın kendi Kendi’sini dile getirmesine uygun değilmiş gibidir. Gerçekte ise bunları
“yoluna sokacak” ve Mutlak’ın dil aracılığıyla olanaklı tasvirine aracılık edecek sanatçılar
vardır; onların elinde dil, daha yüksek bir formda mutlaklaşır. Mutlak’ın tasviri, dilin de
mutlaklaşması demektir ve bu mutlaklık, filozofun sağlayamayacağı bir şeydir; sanatçıların
mutlak başarısıdır. Dilin etkin bir biçimde kullanılmasıyla oluşan poesinin farklı kişiler
tarafından farklı yorumlanması da söz konusu değildir.120
Poeside, her şey sınırlamadır; “güzelliğin en yüksek ve en üst ilkesi”ne tâbîdir.
Mutlak’ın kendi Kendi’sini olumlamasının önündeki engeller ortadan kalkmıştır. Bu
engellerin ortadan kalkmasıyla sanat eseri; özellikle de tragedya, hakîkatin mutlak güzellik
içinde dile getirilmesinin olanaklı en yüksek formunu oluşturur; sanatçının ulaşabileceği en
yüksek kesinlik derecesinde sonlu ve sonsuz, zorunluluk ve özgürlük, reel ve ideal
karşıtlıklarını aşarak bunların birliğini yansıtır. Bu birlik gerek olgusal, gerekse de kavramsal
olarak en yüksek formda tragedyada sağlanır. Burada karakterler, kendi eylemleriyle ve
eylemlerinin bilgisiyle bu birliği açığa çıkartırlar.121 Kullanılan dilin hangi târihsel dil
olduğunun da bir önemi yoktur; tüm kelimeler, aynı Mutlak’ı temsil eder. Târihsel dillerdeki
benzer kelimeler ve ortak özellikler, bu dillerin tek bir kaynaktan geldiğini düşünmek için
yeterlidir; bu kaynak da Mutlak’tır. Bâzı dillerde ise ünlü harfler, diğer dillere oranla daha
fazladır ve bu harfler, bir dili ayakta tutan temel unsurlardır ki, ünlüleri fazla olan diller,
Mutlak’ın sesini dile getirmeye daha elverişlidir. Ünsüzlerin yoğun olduğu diller ise “ruhsuz
ve tekdüze”dir, hayvanların çıkarttıkları seslere benzer. Poeside yüksek formların ortaya
çıkması ise dilin gelişmiş olmasına ve dildeki ünlülerin fazla olmasına bağlıdır.122
Mutlak’la ilişkisi açısından dilin kaynağı sorunu, üzerinde dikkatle düşünülmesi
gereken bir sorundur. Bu soruna empirik kaynaklı bir çözüm aramak, aslâ kabûl edilemez;
Felsefe’de, empirik bir bilgiye olanak yoktur. Bu soruna çözüm bulmak isteyen bir filozof,
dilde içsel birtakım ilişkiler aramalı ve bunları, belirli bir sistem içinde toplamalıdır.
Transendental idealizmde filozof, evreni kuran kişidir; dilin kurulmasında da filozofun
konumu, son derece önemlidir. Fakat, mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasında karşılaşılan
güçlükler, dilin kurulmasında da filozofun peşini bırakmaz ve araştırmasının tıkanmasına yol
açar.123 Dili sonsuz bir ses kümesinin sonlu bir yığını olarak değerlendiren filozof, bu yığını
ne şekilde düzenleyeceğine karar veremez; poesi ise ideaların dilde ve söz aracılığıyla ifâde
edilmesidir ve dili, belirli bir şekle sokar; filozofun kurmayı başaramadığı ilişkilerin açık bir
biçimde görülmesini sağlar. İdeal zeminde ortaya çıkan poeside, sanatçının doğadan kopuşu
da daha yüksek bir forma ulaşır ve sanatçı, yaratma ediminin zirvesine çıkarak filozofun
eksik bıraktığını tamamlar. Böylelikle Schelling, poesi türlerini incelemeye geçer; lirik poesi,
epik poesi ve dramatik poesiyi birbirlerinden ayırır ve bunlar arasındaki farklılıkların altını
çizer.124 Poeside söz, dağınık bir ses yığını değildir, anlamlı ve düzenli bir bütünlük taşır; bu
bütünlük, ritim ve hece ölçüsüyle sağlanır. Burada sanatçı, işitsel birtakım unsurlara özen
119
A.g.e. syf: 203
A.g.e. syf: 208
121
A.g.e. syf: 209
122
A.g.e. syf: 203
123
A.g.e. syf: 204-5
124
A.g.e. syf: 206
120
23
gösterir; ritim öncelikle, kulağa hitâp etmelidir. Yabancı dilde okunan bir poesiden bile, bâzı
duygulanımlar elde edilebilir ki, bunu sağlayan ritimdir. Coşku, neşe, heyecan gibi
duygulanımlar, olanaklı ifâde kalıplarını ritimle kazanır ve bunların açığa çıkması için
poesiyi anlamak gerekli değildir. Olanaklı duygulanımları dışsal bir amaca bağlı olmaksızın
açığa çıkartan ritimden sonra, hece ölçüsü gelir ve bu da anlamın ortaya çıkmasına hizmet
eder; poeside niceliksel olanı ifâde eden ritim karşısında hece ölçüsü, niteliksel olanı ifâde
eder.125
Diğer taraftan lirik poesi, reel ve ideal karşıtlığında reel olanı; epik poesi ise ideal
olanı temsil eder. Kezâ lirik poesi, tek boyutlu ve reel zeminde ortaya çıkan sanat türlerinden
müziğe karşılık gelir; epik poesi ise iki boyutludur ve resme karşılık gelir. Lirik poeside ritim,
müziğe oranla daha sınırlıdır; belirli birtakım duygulanımların ifâdesinde kullanılan bu
poeside, müzikteki kadar yüksek bir ritim çeşitliliğine olanak yoktur. Hem, sâbit bir ton
egemenliği de görülür ki, lirik poeside tonun korunması esastır. Epik poeside ise bu sınırlama
ve zorunluluk ortadan kalkar ve sanatçı, daha geniş bir alanda eserlerini ortaya koyar. Lirik
poesi, şehvet ve bağlanma gibi duygulanımları anlatmaya daha uygundur; epik poeside ise
konu çeşitliliği vardır.126 Antik sanatta lirik poesinin en güzel örnekleri, Grekler tarafından
ortaya konulmuştur. Sadâkati yüksek bir değer olarak gören Grekler, lirik poeside bu değeri
en yüksek formda işlemişlerdir. Modern sanatta ise lirik poesi, Dante’yle yeniden doğmuş ve
önemli bir değişim geçirmiştir. İlâhî Komedya, kendi türü içinde pek çok alt türün sentezini
yapmış ve Antik lirik poeside olmayan unsurları içermiştir. Bu eserinde Dante, modern lirik
poesinin Homeros’u hâline gelmiş ve anlatım kalıplarını ustalıkla işlemiştir. Bu poesinin
zirvesinde ise Petrarca yer alır; Laura’ya karşı hissettiği bağlılık, modern sanatta lirik poeside
en yüksek formda işlenmiştir.127
Modern lirik poeside sanatçılar, Antik lirik poesiden farklı olarak toplumsal sorunlar
üzerinde de durmuşlar ve sevgiliye bağlılık duygusu kadar, vatana bağlılık duygusunu da
işlemişlerdir. Vatan kavramının henüz olmadığı kent-devleti düzeninde yaşayan Greklerin
poesilerinde, kahramanlık ve tutkular arasındaki ilişkide aşk merkezî konumdadır. Modern
lirik poesi de aşka büyük bir önem verse de farklı duygu ve düşüncelere de eşit ölçüde yer
verir; bu poesi, güçlü ve cesur bir halkın kahramanlarını ve tutkularını anlatmaktan çok,
büyük kargaşalar içindeki halkların kahramanlarını ve tutkularını anlatır ki, bu poesinin
zirvesinde yer alan Petrarca’nın eserlerinde bunu açıkça görmek mümkündür.128 İmdi,
Mediciler döneminde Avrupa’da lirik poesinin yayılması, hiç de şaşırtıcı değildir.
Petrarca’nın çalışmalarının üzerine sinen kötümserlik ise zamanla ortadan kalkmış ve lirik
poeside işlenen konularda yaşam sevinci, Boccaccio’nun da etkisiyle hissedilmeye
başlanmıştır. Ayrıca lirik poesi, sonsuz veya genel olanı, sonlu veya özel olanda sunar;
sonsuz veya genel olana ilişkin bir düşünsemeyi ortaya koyar. Epik poeside ise bu
düşünseme, belirli bir eyleme dönüşür ki, bu eylemin nesnel bakımdan serimlenmesi, târihsel
olanın ifâdesine dönüşür. Lirik poeside, karakterler ise belirgin değildir; fakat, epik poeside
hem karakterler, hem de eylemleri belirgindir ve mucizelere yer yoktur.129
§
Schelling’e göre sanatın ideal zeminde karşımıza çıkan ikinci türü epik poesidir ve bu
poesi, reel zeminde karşımıza çıkan sanatlardan resme karşılık gelir. Kendi üzerine kapanan
125
A.g.e. syf: 207-8
A.g.e. syf: 208
127
A.g.e. syf: 239
128
A.g.e. syf: 210-1
129
A.g.e. syf: 208
126
24
düşünsemenin denetiminde olan epik poesi, sanatçıyı ve alımlayanı nesneye bağlı kalmaktan
kurtarır ve lirik poesiye oranla daha geniş bir serbestlik alanı sunar. Târihsel bakımdan da
önce lirik poesi ortaya çıkmış, ardından gelen epik poeside ise konu çeşitliliği sağlanmıştır.
Eylemi yalnızca temsil etmekle kalmayan bu poesi, eylemin dolayımında târihsel olanı da
temsil eder ve belirli bir târihsellik içinde eylemi değerlendirmeye olanak sunar.130 Epik
poeside karakterler, zorunluluk ve özgürlük arasındaki çatışmada belirli türden bir kabûlleniş
içindedir; kendi özgür eylemlerinin zorunluluğunun bilincine varırlar ki bu, bir tür “kader”
olarak değerlendirilir. Bu kader, kişinin Kendi’si tarafından belirlenen kaderidir; kaynağını,
herhangi bir aşkın otoriteden almaz. Antik epik poeside Homeros’un eserleri, kişinin kendi
kaderi hakkında bilinçlenmesini ifâde eder; Homeros, özgür eylemin zorunluluğunu ustalıkla
anlatmayı başarmıştır. Burada, eylemleri “dışarıdan” yönlendiren bir tanrı ya da kaderlerine
isyân eden; başlarına gelen üzücü olayları tanrısal cezâ olarak değerlendiren karakterler
yoktur.131
Bundan farklı bir kader düşüncesi, eylemlerin nedenleri ve sonuçları arasında kurulan
yanlış bir ilişkiye dayanır. İnsan ve Tanrı arasında özce aşılmaz bir uçurum olduğuna yönelik
inanç da bu kader düşüncesini destekler. İnsan eylemleri belirli bir târihsellik içinde ele
alındığında ise bu eylemlerin nedenlerinin ve sonuçlarının insan yaşamına içkin olduğu
görülecektir. Bu noktada, epik poesi ve resim arasındaki benzerlik dikkat çekicidir; kaderin
gerçek resmi, epik poeside serimlenir ki, bu da aslında, Mutlak’ın kaderinin resmedilmesidir;
mutlak ayrımlaşmamışlık içinde zorunluluğun özgürlükle birliğinin resmedilmesi.132 Antik
epik poeside, eserin başı ve sonu aynıdır. Örneğin İlyada, Akhilleus’un öfke dolu
konuşmasıyla başlar ve yine öfke dolu konuşmasıyla biter; arada anlatılan her şey,
başlangıçta olan bir olayın ifâdesi; eserde yeniden kurulmasıdır. Bu poesinin başı ve sonunun
aynı olması, olay örüntüsünün rastlantısallığını belirli türden bir zorunluluğa dönüştürerek
bu örüntüyü mutlaklaştırır. Eserde kurulan çember, Mutlak’ın rastlantısallıktan kurtulmasını
sağlar; mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasını sağlamak bakımından eser, başladığı yerde
bitmek zorundadır.133
Sanatçının olduğu kadar alımlayanın da bu çemberin dışına çıkma olanağı yoktur;
Mutlak’a herhangi bir direniş gösterilemez. Bu da epik poesinin belirli türden bir
“evrensellik” taşıdığını gösterir; gerçek bir sanat eserinin tek sâhibi olan Mutlak, eser
hakkındaki değerlendirmelerin de mutlaklığını sağlar. Bununla birlikte epik poeside, iki tür
olanak vardır ki bunlardan biri, daha geneldir ve buna eleji denir; diğeri ise daha özeldir ve
buna da idil denir. İdil de kendi içinde ikiye ayrılır ki, bunlara da didaktik poesi ve satir denir.
Eleji, hüzün ve yas poesisidir ve genel olarak ölümle ilgilidir; kaynağı ise Greklerin cenâze
ağıtlarıdır. İdil ise çoban yaşamının sahnelenmesinden gelir ve genel olarak doğayla
ilgilidir.134 Didaktik poeside, öğretme amacı hâkimdir; satir ise taşlama üzerinedir. Antik
poesiye oranla modern poeside, çok daha yüksek türden acılar işlenmiştir ve bu yönüyle eleji,
diğer türlerden daha öndedir. Karakterlerin yaşamını belirli bir târihsellik içinde ele alan eleji,
diğer türlere oranla târihselliğe daha fazla bağlıdır ve olanaklı duygulanımların başlangıç
ânını görmeyi sağlar; çâresizlik, korku, endişe gibi duygulanımların nedenleri ve sonuçları,
elejide açık bir biçimde gösterilir. Bu türde en yüksek formlar, Goethe’nin eserlerinde ortaya
konulmuştur; özgür eylemin zorunluluğunu gören karakterler bu eserlerde, olanaklı
duygulanımları hakkında yüksek bir farkındalığa sâhiptir.135
130
A.g.e. syf: 210-5
A.g.e. syf: 215
132
A.g.e. syf: 216-7
133
A.g.e. syf: 217-20
134
A.g.e. syf: 215-9
135
A.g.e. syf: 221
131
25
Epik poesi içinde satir ise dramatik poesiye daha yakındır ve tekil bir eylemi
incelemek yerine, eylem olarak eylemi inceler; hiçbir öznelliğe de yer vermez. Kimi
eylemler, yergi veya taşlama amaçlıdır ve satirde yergi veya taşlama, ciddî veya komik olmak
üzere iki biçimde ortaya konulabilir. Özgür eylem söz konusu olduğunda kimi zaman ciddî,
kimi zaman da komik satir yazmak, daha uygun düşer ve özgür eylemin doğası gereği
bunlardan bir kısmı ayıp, bir kısmı da gülünç bulunabilir. Hangi eylemin hangi satir içinde
ele alınacağına ise sanatçı değil, eylemin gerçek doğası karar verir ki, bu da aslında,
Mutlak’ın kendi Kendi’sini nasıl olumlamak istediğiyle ilgilidir.136 Antik epik poesiden
modern epik poesiye geçişte en önemli isim Virgillius’tur. Homeros’ta en yüksek formuna
ulaşan Antik epik poesi, Virgillius’la bozulmaya başlamış ve özünü kaybetmiştir. Bu
bozulma, epik poeside dışsal bir amaca yönelmeyle başlamış ve Virgillius’un elinde bu poesi,
birtakım amaçlara hizmet etmeye zorlanmıştır. Onun etkisiyle modern epik poeside, olay
örüntüsüne sürekli müdahâle eden bir şâir tipi giderek yayılmış ve bu poesi, Mutlak’ın kendi
Kendi’sini olumlamasına hizmet etmekten uzaklaşmıştır. Hâl böyle olunca, siyasî ya da
toplumsal kaygılar nedeniyle bu poeside mutlaklığını yitiren anlam, güncel olana
hapsedilmiştir.137 Romalıların hizmetinde olan Virgillius, eserlerinde Augustus’a övgüler
yağdırmış ve modern epik poesiyi araçsallaştırmıştır. Bu araçsallaştırma, aynı zamanda da
olay örüntüsüne mucize gibi konuların dâhil edilmesine yol açmış; karakterlerin yapıp
ettiklerini övmek için kullanılan dil, Antik epik poesinin hemen tüm özelliklerini sona
erdirmiş; eylemlere müdahâle eden bir tanrı inancıyla eser, karakterlerin gerçek yaşamlarına
yabancılaşmıştır. Homeros’un eserlerinde ise mucizelere yer yoktur ve hiçbir aşkın güç,
eylemlere müdahâle etmez; “olan”ı değil, “olması istenen”leri ifâde eden mucize gibi konular
ise gerçeklikle bağın koparılmasıyla Antik sanatın sonunu getirmiştir.138
Modern epik poesiye damgasını vuran temel unsur ise Hıristiyanlıktır ve Antik
kültürde olanın aksine, tanrıların teke indirilmesiyle insan ve Tanrı arasında özce aşılmaz bir
uçurum olduğuna dönük inanç, modern poesideki araçsallaşmayı desteklemiş; gerçeklikle
bağını koparan sanatçılar, “tanrısallık”ı ifâde etmek adına, siyasî ya da toplumsal kaygılarla
belirli birtakım şahsiyetleri tanrısallaştırmıştır. Hıristiyanlığın mucizelerle ilgili kabûlleri,
modern epik poeside genişletilmiş ve akıl dışı bir alanda sanatçıya daha geniş bir hareket
olanağı yaratılmıştır ki, bu da mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasını sağlamak bakımından
bu poesiyi, Mutlak’tan daha da uzaklaştırmıştır.139 Virgillius’tan sonra modern epik poeside
en önemli isim Ariosto olmuştur. Özellikle de şövalyelerle ilgili poesileriyle Ariosto, yarı
ciddî yarı komik bir dil yaratmış; şövalyeliği bir taraftan yüceltirken, bir taraftan da yermiştir.
Ariosto’nun kullandığı dil, zamanla modern epik poeside yerleşmiş ve on dokuzuncu yüzyıl
romantizmine de damgasını vurmuş; mucizeler bile, bu dilden payına düşeni almış ve ironik
bir tutumla eserlere konu olmuştur. Güzellik duygusu ise bu ironide kaybolmuş ve
araçsallaşmanın artmasına bağlı olarak araçsal bir güzellik anlayışı ortaya çıkmış, modern
epik poeside yüksek hakîkatlerin ortaya konulması mümkün olamamıştır.140 Bu poesi, aynı
zamanda da roman sanatının kaynağını oluşturur. Olay örüntüsüne sürekli müdahâle eden bir
sanatçı tipi ise mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasına katkı sağlamak yerine, öznel
değerlendirmelerini aktaran bir sanatçı tipini yansıtır ve bu örüntüyü sanatçı, kendi amaçları
doğrultusunda sürekli yeni baştan inşâ eder. Romanda, karakter tutarlılığına rastlamak da
güçtür ve dilin sanatsal kullanımı değil, işlevsel kullanımı esas alınır ki, bu da romanı,
136
A.g.e. syf: 226
A.g.e. syf: 226-7
138
A.g.e. syf: 218-9
139
A.g.e. syf: 227-9
140
A.g.e. syf: 229
137
26
poesiden çok denemeye yaklaştırır. Gerek denemede, gerekse de romanda, ritim ve hece
ölçüsü de yoktur ve bu iki tür, dilin özensiz bir biçimde kullanıldığı hissini uyandırır.141
Ne var ki, bu türlerin en yüksek formlarında, dilin sanatsal kullanımına yakın
örneklere rastlamak da mümkündür. Özellikle de Cervantes’in romanlarında dil, farklı türden
bir düzen içinde kullanılmıştır. Bu eserlerde, aynı zamanda da olay örüntüsündeki öznellik
aşılmış ve karakter tutarlılığı sağlanmıştır ki, kullanılan hikâyeleme tekniğiyle dramatik
poesiye yakın eserler ortaya konulmuştur. Bu teknikte, olanaklı duygulanımların ifâdesi,
doğrudan anlatım şeklinde değil, belirli birtakım yaşanmışlıklar yoluyla sağlanmış ve
karakterlerin farklı değerlendirme süreçleri, tutarlı bir biçimde serimlenmiştir.142 Romanda
karakter tutarlılığının nasıl sağlanabileceğini incelemede Don Kişot, son derece önemli bir
eserdir; öyle ki, Don Kişot ve Sanço Panza arasında yapılabilecek basit bir karşılaştırmada
bile, bu konuyu açıkça tespit etmek mümkündür. Şövalyelerde olması gereken tüm
özelliklere sâhip olan Don Kişot, bu özellikler artık önemini yitirip ayaklar altına alınsa bile,
büyük bir karakter tutarlılığı sergileyerek yaşamını eskisi gibi sürdürmek ister ve önüne çıkan
sorunları aşmaya çalışır. Sanço Panza karşısında Don Kişot, erdemlerin yüksek bir temsilcisi
hâline gelir ve değişen şartlar içinde değişmez idealleri savunur.143
§
Schelling’e göre sanatın ideal zeminde karşımıza çıkan üçüncü türü dramatik poesidir
ve bu poesi, tüm sanat türleri içinde en tepede duran; onları kendi içinde taşıyan sanat türüdür.
Dramatik poesi de kendi içinde ikiye ayrılır; komedi ve tragedya. Lirik poesi, yalnızca öznede
içerilmiştir; epik poesi ise yalnızca nesnede. Dramatik poeside tragedya ise öznenin nesneyle
birliğini sağlar; tragedyada zorunluluk ve özgürlüğün çatışmasında ne biri, ne de diğeri gâlip
gelir ve sonunda, birbirinin içine geçerek “özgür eylemin zorunluluğu” hâline gelirler. İnsan
doğasının bir ifâdesi olarak ortaya çıkan tragedya, ona ayna tutar. Bir yönüyle zorunlu olan
bu doğanın bir parçası olan insan ona tâbîdir.144 Ancak, kendi özgür eylemleriyle bu
zorunluluğu özgürlüğe dönüştürme olanağına da sâhiptir ve bu da insan doğasının bir
parçasıdır. Özgür eylemde bulunmak için bu doğanın dışında olmak gerekmez, bunun
bilgisine sâhip olmak yeterlidir ve bunu gösterecek olan da tragedyadır. Burada olay
örüntüsü, belirli türden bir “felâket” üzerine kuruludur ve bu “felâket”, rastlantısal bir
kaynaktan ya da aşkın bir nedene dayalı olarak gelmez. Karakterler, bu örüntünün içinde
eylemde bulunur; yapmaları gerektiğini düşündükleri şeyi yaparlar ve “kötülük”, bu örüntüye
dışarıdan bakanlar için söz konusudur. Böyle olduğu düşünülen eylemler, karakterler için bir
“cezâ” olarak değerlendirilmez.145
Karakterlerin, yalnızca belirli birtakım hatâları vardır ve onlar, bu hatâları
kabûllendikleri için başkalarını suçlamaya çalışmazlar. Tragedya, akıldan çok duygulara
seslenir ve belirli bir karakterin belirli bir eylemi söz konusu olduğunda onu yargılamak
yerine anlamaya çalışmak esastır. “Kötü”, “suç”, “günâh”, vb. ise tragedyayı akıl aracılığıyla
anlamaya çalışmanın ürünüdür. Özgür eylemlerinin zorunluluğu içinde eyleyen karakterler,
kendi kaderlerini kendileri yazarlar. “Kötü”, “suç”, “günâh”, vb. şekillerde değerlendirilen
olayların büyüklüğü yükseldikçe, tragedyanın da büyüleyiciliği artar.146 Olay örüntüsünde,
suç veya suçlu yoktur; üstelik, suçun veya suçlunun bu şekilde belirlenebilmesi için, eylemin
141
A.g.e. syf: 230
A.g.e. syf: 235-6
143
A.g.e. syf: 237-8
144
A.g.e. syf: 237
145
A.g.e. syf: 244
146
A.g.e. syf: 250
142
27
önceden “suç” olarak belirlenmiş olması gerekir ki, bu karakterlerin eylemleri, “şimdiye
kadar olmuş olanlar”ın ötesinde durur ve bu anlamda “yeni”dir; hiçbir kategoride ifâde
edilemedikleri için de herhangi bir “suç” kategorisi altında değerlendirilemezler. Tragedyada
karakterler, “kendi kaderine râzı” kimselerdir ve belirli bir “ahlâkî otorite”ye ya da “kural
koyucu”ya itaat etmek ve etmemek arasında sürekli bir çatışma yaşasalar da kendi yollarını
kendileri çizer ve başlarına gelen olaylar karşısında herhangi bir suçlu aramaya çalışmazlar.
Eylemlerini, kendi doğalarının zorunluluğuyla gerçekleştirirler.147
Sonlu ve sonsuz, reel ve ideal arasındaki çatışmayı da olanaklı en yüksek formda
yansıtır ve aşarlar. Bu çatışma, otoritelere itaat etmek ve etmemek arasında bir çatışma olarak
belirir ve sonunda karakterler, kendi Ben’lerini bir otorite olarak ortaya koyarak ona itaat
etmekle bu çatışmayı aşarlar. Bu aşmayla, artık yalnızca kendi irâdelerine göre eylemde
bulunuyor değillerdir ve “Aynı durumda ben de olsam, aynı şeyi yapardım!” dedirtecek
biçimde eylemde bulunurlar. Tragedyada beliren “insanın yüceliği”, aslında buradan gelir;
bu yücelik, sonsuzun sonluda imgelemidir ve sonlunun sonsuzda imgelemi olarak güzelliğe
yer açar. Karakterleri tanrılaştıran; Kendi’lerini Tanrı olarak duyumsamalarını sağlayan
şeydir bu.148 Kendi’leri tarafından ve Kendi’leri için koydukları yasaları, tüm insanlık için
koymuş olurlar. Ben burada, özgür eylemin zorunluluğu içinde Kendi’sini Mutlak Ben olarak
mutlaklaştırır; Tanrı olarak duyumsar. Dünyânın vâroluşu sorunu, Ben’in vâroluşu
sorunudur; yâni, sanat aracılığıyla Kendi’sini tanrılaştırması; içindeki tanrısal yaratıcılığı
açığa çıkartması ve Kendi’si için belirli bir dünyâ kurması sorunudur. Felsefe ve sanat
aracılığıyla serimlenecek hakîkat, Ben’in duyumsayacağı Mutlak Ben olarak kendi
hakîkatidir. Bu hakîkat ise olmuş bitmiş, “hazır” bir şey değildir, târih içinde ve sürekli olarak
yeni baştan kurulur.149
Gerek lirik, gerekse de epik poeside seyirci, olayların dışında kalır ve olay
örüntüsünün içine giremez. Dramatik poeside ve özellikle de tragedyada ise kendisini bu
örüntünün içinde bulur ve Mutlak’la karşı karşıya gelir; onunla özdeşleşim kurar. Poesinin
diğer türlerinde karakterlerin olanaklı duygulanımları, seyircide hep aşkın kalır. Seyircinin
olay örüntüsüne girmesi; aşkın olanın içkin hâle gelmesi, imgelemde kurulan mutlak
ayrımlaşmamışlıkla gerçekleşir. Özgür eylemin zorunluluğunu seyirci, kendisini karakterin
yerine koyarak mutlak bir biçimde duyumsar ki, bu da eserde Mutlak’ın tam imgelemi olarak
ortaya çıkar.150 Antik tragedyada en yüksek formlar, yüceliği anlatan eserlerde işlenmiştir.
Karakterlerin kendi kaderini kabûllenmesi ve bu nedenle bedel ödemesi, yüceliğin tam
imgelemini sunmuştur. Modern tragedyada ise yüceliğin imgelemi, Antik tragedyaya oranla
daha düşüktür; bedel ödemek konusunda karakterler, yüksek fedâkârlıklar yapmak yerine,
alternatif arayışlar içine girer. Antik tragedyada yaşamı bütünüyle olumlayan karakter tipi,
bu olumlamadan dolayı hiçbir pişmanlık duymaz; modern tragedyada ise bu olumlama da
daha düşük bir seviyededir ve karakterler, farklı duygulanımlar içinde çelişkili bir iç
yaşantıya sâhiptir.151
Modern tragedyanın en önemli isimlerinden biri olan Shakespeare’in eserlerinde,
karakterlerde belirli türden bir “sıradanlık” vardır ve “yüce karakterler”e yer verilmez;
yüceliğin imgelemi, karakterlerden bağımsız olarak olay örüntüsü içinde kurulur.
Shakespeare, olay örüntüsüne sürekli müdahâle eden bir sanatçı tipindedir ve tragedyaları,
roman olarak da okunmaya elverişlidir. Karakter tutarlılığını gözetmek konusunda ise son
147
A.g.e. syf: 253
A.g.e. syf: 253-4
149
A.g.e. syf: 255
150
A.g.e. syf: 260-2
151
A.g.e. syf: 262-3
148
28
derece hassas davranır; öyle ki seyirci, bir karakterin kişilik özelliklerini bir kez anladığında,
olay örüntüsünün nereye varacağını kolaylıkla tahmin eder.152 Schelling’e göre “hakîki sanat
eseri, ne türden olursa olsun, taşıdığı karşıtlıkları dâimâ yetkin bir özdeşliğe vardıran eserdir.
Schelling, Shakespeare de dâhil hiçbir modernin çocuksu ve duygulunun birliğine
erişemediğini söyler. O, bu bakımdan iki moderni; Ariosto ve Shakespeare’i şöyle
karşılaştırır: ‘Shakespeare, duygulu olanda baştan aşağı çocuksudur; Ariosto ise çocuksu
olanda baştan aşağı duyguludur.’ (...) ‘Yüce’ ve ‘güzel’i de dikkate alarak söylersek epik
poesi, yüce ve çocuksu; lirik poesi ise güzel ve duyguludur. Ancak, söz konusu karşıtlığı
birlik içinde çözemedikleri için ne epik, ne de lirik poesi, sanatın ideal yanının en üst
noktasında bulunmaz.”153
Antik tragedyada Sophokles’in eserlerinde karakterler, sonlu ve sonsuz, reel ve ideal,
zorunluluk ve özgürlük arasındaki çatışmaları iç dünyâlarında yoğun bir biçimde yaşar ve
özgür eylemin zorunluluğunu, en yüksek formda açığa çıkartırlar. Bu tragedik kahramanlar,
bencilce arzu ve heveslerinden arınmış, dünyâyı Kendi’leri için anlamlı gören ve Kendi’leri
üzerinde hiçbir otorite kabûl etmeyip Kendi’lerini en yüksek otorite hâline getiren kişilerdir.
Eylemlerinin gerekçelerini meşrûlaştırmaya çalışmak yerine, bu gerekçeleri Kendi’leri için
“mutlak hakîkat” kabûl eden bu kahramanların çocuksulukları, iç dünyâlarının saflığından
gelir; duygululukları ise Kendi’lerini gerçekleştirmelerinden.154 Modern tragedyaya oranla
Antik tragedyanın bir diğer üstünlüğü ise koroyu bulmuş ve etkin bir biçimde kullanmış
olmasıdır. Hem karakter özellikleri ve olay örüntüsüyle yüksek hakîkatlerin ifâde
edilmesinde, hem de seyircinin bilinçsiz refleksini önlemede etkin olan koro, karakterlerle
özdeşleşim kurulmasında da etkindir. Koroda çok sayıda kişi olsa da koro, tek bir kişi gibi
düşünülebilir ve seyirci üzerinde diğer karakterler kadar etkilidir. Antik tragedyada en
yüksek formlar Aeschylos, Sophokles ve Euripides’in eserlerinde ortaya konulmuştur ve bu
eserlerde koronun kullanımı, önemli bir yer tutar; herhangi bir “eğitsel” amaçla hareket
etmekten de özenle kaçınılır.155
Diğer taraftan Antik tragedyada, yüksek türden bir “arınma” görülür; karakterlerle
kurulan özdeşleşimle seyirci, şimdiye kadar sorgulamadan kabûl ettiği tüm kanılarını bir
tarafa bırakır ve kendi özgürleşim olanağının bilincine varır. İmgeleminde beliren eylem ve
yaşantı olanaklarıyla kendi yaşamını gözden geçirir ve Kendi’siyle yüzleşir. Bu yüzleşmede,
didaktik poeside olduğu türden bir sürece yer yoktur; eserde hiçbir şey, aşkın kalmaz ve
buyurgan bir dil kullanılmaz. Antik tragedyada kullanılan dil, bu arınmaya hizmet ettiği
oranda Mutlak’ın emrindedir. Modern tragedyada kullanılan dilde ise Greklerde görülmedik
türden bir çocuksuluk vardır.156 Dramatik poesinin özünü ifâde eden tragedyadan farklı
olarak komedi ise tragedyaya karşıt özellikler taşır. Tragedyada zorunluluk nesneye,
özgürlük de özneye âittir; komedide ise zorunluluk özneye, özgürlük ise nesneye âittir.
Zorunlu bir bağlantının “tersine çevirme”yle düzensiz bir anlatıma dönüşmesini ifâde eden
komedi, anlama yetisinin çalışma biçimini rahatsız eder ve bu yetinin verdiği tepkilerle eser,
“komik” olarak değerlendirilir. Seyircide uyanan “gülme isteği”, anlama yetisinin bu
düzensizliğe tepkisini yansıtır; tragedyada ise gülmeye kesinlikle yer yoktur; Mutlak’ın kendi
Kendi’sini olumlamasında, hiçbir düzensizliğe yer olmadığı gibi, anlama yetisinin çalışma
biçimini rahatsız edecek bir duruma da yer yoktur.157 Örneğin, ailede kadın ve erkeğin sâhip
olduğu roller bellidir ve bunlar, kimseye komik gelmez; kadın erkeğin, erkek de kadının
152
A.g.e. syf: 263-4
Ömer Nâci Soykan, Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, syf: 122-3
154
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 259-60
155
A.g.e. syf: 261
156
A.g.e. syf: 261-3
157
A.g.e. syf: 263
153
29
rollerini oynamaya başladığında ise bu artık, komediye konu olacak bir “tersine çevirme”dir.
Geniş halk kitlelerinin ilgisini en fazla çeken poesi türü de komedidir ve bu, neredeyse halk
için yapılır. Antik komedide ise modern poesiye oranla daha yüksek formlara yer verilmiştir
ve bu alanda en önemli eserler, Aristophanes tarafından kaleme alınmıştır. Yine de bu
eserlerde, özgünlükten bahsetmek mümkün değildir; Aristophanes, Sophokles’in
tragedyalarını “tersine çevirmiş”tir.158
Belirli türden bir bayağılığın görüldüğü modern komedide, yalnızca ayrıntılarda
değil, olay örüntüsünün genelinde de bu bayağılık dikkat çeker. Örüntüdeki kopukluk,
seyircinin tâkip gücünü olumsuz yönde etkiler ve bu da sanatçıyı, daha da bayağılaşmaya
zorlar. Gülme unsuruna abartılı bir önem atfeden bu komedi, güzelliğin de araçsallaşmasını
ifâde eder. Kopukluk, sıklıkla mucizelerle kapatılmak istenir; mucizelere bu tür bir işlev
yüklemek ise yüksek hakîkatlerin mucizeleştirilmesine yol açtığı gibi, aynı zamanda da
bayağılaşmasına yol açar. Tragedya, mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulmasıyla kişiyi Kendi
hakîkatiyle yüz yüze getirir ve kişi, Kendi’sini Tanrı olarak duyumsar.159 Modern tragedyada
en yüksek formlar, Goethe’nin Faust’unda ortaya konulmuştur. “Ebedî bir çelişki”nin konu
edildiği Faust’ta, tatmin edilememiş bir arzunun, şeylerin özünün görülmesiyle tatmin
edilme çabası işlenmiştir. Aklı ve bilimi alaya alan bu eserde karakterler, bunlardan yüz
çevirmez ve bu çelişkili tutumla yaşamlarını cehenneme dönüştürürler. Bu durum karşısında
kendi özgür eyleminin zorunluluğunun bilincine varan karakter, içindeki tanrısal yaratıcılığı
açığa çıkartır ve Kendi’sini, Tanrı olarak duyumsar. Tragedik kahraman hem Kendi’sini, hem
de dünyâyı yaratan bir insan tipidir ve gerektiğinde Şeytan’la pazarlık yapmaktan bile
kaçınmaz.160
IV
Schelling’in sanat felsefesi, özgürlüğün gelişiminin basamaklarını ortaya koyma
iddiâsındadır ve Tanrı, bu sistemin dışında yer almaz. Nitekim, erken dönem çalışmalarında
Schelling, yaratma edimini sanatsal etkinlikle ele alır ve tragedyada açığa çıkan tragedik
kahraman tipini, “özgür insan” olarak sisteminin en tepesine yerleştirir. Bu dönemde “özgür
insan”ı, “tanrısal insan” olarak görür ve onun, tüm hakîkatin anlamı olduğuna inanır. Bu
insan “Ben, Ben’im” önermesini âdeta “Ben, Mutlak’ım” şeklinde kurar. Geç dönem
çalışmalarında ise Katolikliğe duyduğu yakınlığın da etkisiyle, daha farklı bir tanrı tasarımı
sunar ve bu “tanrısal insan” modeli yerine, “Tanrı’nın koruyuculuğu altındaki insan”
modelini geliştirir. Genç Schelling, yaratma-özgürlük ilişkisini, sanatın doğasında arar ve
özgür insan modelini de tragedyada bulur; daha sonra ise bu düşüncesini, bir sınırlama olarak
görecektir. Schelling’e göre, eğer yaratma ediminin doğası gereği bu, belirli bir sisteme
dayanmıyorsa, tüm yaratılanlar da doğal olarak kaosa “fırlatılmış” olur.161 Bu durumda, ne
Tanrı’nın doğasından, ne de insan özgürlüğünden bahsetmenin olanağı kalmaz. Fakat
Schelling, olup biten ne varsa her şeyi tanrısal irâdeyle ilişkilendirip bunların haklı
kılınmasına çalışmaz ve kötülüğü, Tanrı’nın bir cezâsı ya da sınaması olarak göstermeye de
kalkışmaz; insan özgürlüğüne yer açmak için tanrısal irâdeye yönelir, tanrısal irâdeyi haklı
kılmak için insan özgürlüğünü sınırlandırmaz.162 Oysa örneğin, Hıristiyan teistlerine göre iyi
ve kötü arasındaki çatışma, tüm evrenin özüdür.163 İnsan, belirli bir yaratma ve yükselme
158
A.g.e. syf: 264-5
A.g.e. syf: 273-5
160
A.g.e. syf: 275-9
161
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, Philosophical Investigations Into The Essence Of Human Freedom,
syf: 67
162
A.g.e. syf: 12
163
A.g.e. syf: 17-9
159
30
edimiyle Kendi’sini yaratmak zorundadır; insânî öz bunun gereğidir. İnsan için olanaklı tek
yol, “Tanrı’da olma”dır; bundan kaçanlar içinse kötülük kaçınılmazdır. İnsan, iyi olmayı da
kötü olmayı da kendisi seçer.164
Felsefe târihinde Kant’ın özgürlük sorununa yönelik tutumu ise Leibniz’den Hegel’e
uzanan sistemci gelenek için ciddî bir kırılma noktası oluşturur. Kendisine farklı bir zemin
seçen Kant bu sorunu, tanrısal yaratımla ilgili olarak değil, insan eylemleriyle birlikte
düşünür. Üstelik, insan eylemlerini de belirli bir sistemin belirli bir bileşeni olarak değil,
özgürlüğün olanaklılığı sorunu çerçevesinde düşünerek özgürlüğü, görünüşler alanına değil,
akıl dünyâsına yerleştirir. Kant için özgürlük, ahlâk yasasının olanaklı koşuludur; ahlâk
yasası da özgürlüğün bilinme koşuludur ve Kant konuyu, insan eylemleriyle sınırlandırarak
düşünür. Özgürlük sorunu, aynı zamanda da insânî özün açığa çıkma sorunudur; bu öz ise
insanın akıl sâhibi bir varlık olmasıdır. Kant etiği aklı, belirli bir otorite olarak görür ve
Leibniz-Hegel çizgisindeki ontolojik yönelimden farklı olarak onu, ahlâkî bir otorite olarak
konumlandırır. Schelling ise Kant’ın kurduğu akıl-isteme ilişkisini tersine çevirerek bunu,
isteme-akıl ilişkisine dönüştürür; ilk varlık olarak da aklı görmez ve istemeyi, tüm varlığın
özü olarak düşünür.165 Kant’taki gibi, istemenin akla tam uygunluğunu arayıp aklı yüceltmek
yerine Schelling, aklın istemeye uyduğunu savunarak bundan sakınır ki bu tutumu, gerek
erken dönem çalışmalarında sanat felsefesi görüşlerinde, gerekse de geç dönem
çalışmalarında mitoloji ve din felsefesi görüşlerinde açık bir biçimde ortaya çıkar. Kendisi,
tüm felsefî serüveni boyunca karşıtların birliğini aramış; mutlak ayrımlaşmamışlığı kurma
çabası ise sanat felsefesinin özünü oluşturmuştur.
Çağın felsefesinde idealizm, Schelling’e göre büyük bir yükselişe geçmiştir ve Alman
düşünce geleneğinin bunda payı büyüktür. Pek çok filozof ateizme yönelmişken, bu
gelenekte teizmin farklı yorumları ortaya çıkmış; bütününde bakıldığında ise bu yorumlardan
her biri, belirli birtakım idealist görüşleri gündeme getirmiştir. Bu geleneğe göre, Tanrı’nın
vâroluşu ve insan özgürlüğü, kökensel bir karşıtlık içinde ele alınamaz. Özgürlük ve sistem
ilişkisini kurmada idealizm, diğer felsefelerden daha ileridedir. Bu konuda Kant felsefesi ise
önemli bir adım atmış olsa da başarılı olamamıştır ve Schelling’in eleştirileri, özgürlüğün
sistem içinde kavranışını sağlamaya yöneliktir.166 Bir şeyin kavramı ve özü arasında önemli
bir ayrım yapan, vâroluşu şeyleştirmekten uzak duran ve gerçekliğin kavramlar arasındaki
soyut birtakım ilişkilerden fazlası olduğunu savunan idealizm, dogmatizmden uzak durmayı
sağlar. Şeylerin vâroluşu hakkında kolaycı çözümlemelere dayanan dogmatizm ise vâroluşun
indirgenebileceğini düşünür ve başta özgürlük sorunu olmak üzere hemen tüm felsefî
sorunların belirli birtakım kalıplara oturtulmasına yol açarak vâroluşu tanrısal bir
zorunluluğa dayandırır. Dogmatizmdeki bu yönelimi değerden düşüren idealizm ise
gerçekliğin sonlu bilme yetileri içinde beliren soyut birtakım imgelerden ibâret olmadığını
gösterir.167
Gerek Kant etiğinde, gerekse de Fichte’nin sisteminde insan özgürlüğünün temele
konulmak istendiğini düşünen Schelling’e göre her iki filozof da aslında, özgürlüğün
bütünlüklü bir kavranışını sunamamıştır. Kant için özgürlük, saf aklın bir idesidir ve
özgürlüğün olanaklılığı sorunu çerçevesinde saf akıl, bir antinomiye düşer ki bu antinomiyi,
hiçbir zaman kavramsal düzlemde aşamaz. Bunu aşmak için, pratik aklın yardımına
gereksinim duyar ve bu noktada Kant, insanın ikili varlık yapısından hareketle özgürlüğü
ahlâklılıkla ilişkilendirir. Schelling’e göre ise Kant, özgürlüğün kavranışını akıl eleştirisi
164
A.g.e. syf: 48
A.g.e. syf: 10
166
A.g.e. syf: 20-2
167
A.g.e. syf: 32
165
31
bağlamında pratik alanla sınırlar ve özgürlük hakkındaki bu tutumu onu, özgürlüğün
bütünlüklü kavranışından uzaklaştırır.168 Fichte için de özgürlük, sistemin temelinde yer alır;
ancak bu sistemde, tüm içeriğinden soyutlanmış genel bir Mutlak tasarımı vardır ki, bu da
Fichte’yi, bu tür bir kavrayıştan uzaklaştırır. Özgürlüğün bu tür bir kavranışını sunmak yerine
Fichte, bu tasarımda özgürlüğün yerini anlatır. Her iki filozof da özgürlüğün ne biçimsel, ne
de genel kavramına ulaşabilmiştir; Schelling ise sanat felsefesiyle, özgürlüğe ilişkin gerek
biçimsel, gerekse de genel bir kavrayış geliştirmek istemiştir. Özellikle de iyi ve kötü ayrımı
söz konusu olduğunda özgürlük sorunu, daha da önem kazanır; Kant ve Fichte ise bu ayrım
üzerinde hemen hiç durmamışlardır.169 Schelling ise tragedya çözümlemesinde, bu konular
üzerinde önemle durmuştur.170
§
İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine Felsefî Soruşturmalar’da ortaya koyduğu görüşlere
bakılırsa Schelling’e göre, tüm varlığı aydınlatan son ilke özgürlüktür ve özgürlüğün
korunabilmesi için, belirli türden bir sisteme gereksinim vardır. İsteme ise ilk varlıktır ve
istemenin de sistem içinde açıklanması gerekir. Bütününde bakıldığında bu sistem, Tanrı’nın
kendi Kendi’sini olumlamasıdır; Tanrı’da iyi ve kötü ayrımının ise bir karşılığı yoktur. İnsan
varlığında ise bu tür bir birlik yoktur ve bu ayrım, irâdeye dayalı özgür eylemler için;
eylemlere ilişkin tercihlerde bulunmak için kaçınılmazdır.171 Başka deyişle kötü, insanın
varlık bütünlüğünde tanrısal birliğin kurulamamasının ürünüdür; Tanrı’nın varlığında kötü
olmadığı gibi, kötünün kaynağında da tanrısal irâde yoktur. İnsanın kendi varlık
bütünlüğünde tanrısal birliği yakalayabilmesi özgürlükle olanaklıdır, bu birliği gözetmeyen
eylemleri ise kötüdür ve aynı zamanda da insânî öze aykırıdır; yabancılaşmasına yol açar.172
Tanrı, insanları sever ve bu nedenle insanlara, iyiye ya da özgürlüğe yönelik doğal bir
yönelim bahşetmiştir ki bu yönelim, vicdanda ortaya çıkar; Tanrı’nın insandaki izi olan
vicdan, iyi ve özgür eylemin güvencesidir.173 Özgürlük, insanın Kendi’sine yönelmesi;
Kendi’sini bilmesi ve gerçek kurtuluşa erişmesidir; Tanrı’nın yaratımı olan hiçbir şey ise
kötü olamaz.174 Yaratma ve özgürlük arasında da dolayımsız bir ilişki vardır; özgürlük, aynı
zamanda da yaratma özgürlüğüdür ve yaratılan her şeyin belirli bir gerçekliği vardır;
kötülüğün ise hiçbir gerçekliği yoktur. Yaratıcı insan, kendi özgürlüğünü duyumsayan ve
Kendi’sini bir amaç olarak koyan insandır; insânî öz, tanrısal özde içerilmiştir. Yaratma
iyidir; mutlak iyi olan tek şeydir, Tanrı’nın kendi Kendi’sini olumlamasıdır ve bu edimde
kötülüğe yer yoktur.175
Schelling’e göre doğa da Tanrı’nın bu ediminin gerçekleşmesidir ve Newton
fiziğindeki ölü doğa kavramı ya da Kant’ın doğa tasarımındaki nedensellik görüşüyle
açıklanamaz. Böylelikle Schelling, Kant ve Fichte’deki doğa ve insan ikiliğini, Tanrı’nın
kendi Kendi’sini olumlaması söylemiyle aşmaya çalışır.176 Doğa ve insan, aynı yaratma
gücünün açığa çıkmasıdır ve bu dinamik süreç, dâimâ ileriye doğru işler; gelişim, hep daha
yüksek basamaklara taşınır. En yüksek basamağı ise insan oluşturur ve doğa, insanın
Kendi’sini gerçekleştirmesinde zorunlu olarak kat ettiği yolculuğun hikâyesi; tanrısal özün
168
A.g.e. syf: 22
A.g.e. syf: 23-5
170
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, The Philosophy Of Art, syf: 253-61
171
Friedrich Wilhelm Joseph Schelling, Philosophical Investigations Into The Essence Of Human Freedom,
syf: 33
172
A.g.e. syf: 54
173
A.g.e. syf: 55
174
A.g.e. syf: 65
175
A.g.e. syf: 67
176
A.g.e. syf: 45
169
32
açığa çıkmasının öyküsüdür.177 Doğadaki gelişim, belirli bir kutuplulukla sürekli kontrol
altında tutulur ve bu kutupluluk, bir üst basamakta ortaya çıkan bir fenomenin geriye
evrilmesini engeller.178 Ancak bu gelişim, “Tanrı’nın müdahâlesi” olmadan tamamlanamaz
ve insana kendi hakîkatini verecek kaynak, Tanrı’dan başkası değildir.179 Işık aslında,
maddeden tam olarak kurtulmuş bir varlığın kendi parıltısıdır ve yalnızca böyle bir varlık,
başka şeyleri aydınlatabilir ki, bu da Tanrı’nın hakîkatidir.180 Bu bakımdan “Tanrı’nın
müdahâlesi”, insan özgürlüğüne zarar vermeyeceği gibi, bu özgürlüğün açığa çıkması da
Tanrı’nın koruması altındadır.181
İnsanın maddeye bağlı olması, Plotinos’un da savunduğu gibi kötüdür; insanı, sonlu
arzu ve heveslerinin basit bir oyuncağı hâline getirir. Tüm varlıkların en karanlık olanı
maddedir, doğanın tüm canlı unsurlarını meydana getiren de yine maddedir; başka her şey,
maddeden kopuş sürecinde kendi hakîkatine doğru yoldadır.182 Tözü canlı bir özne olarak
gören Schelling, Plotinos’un “zamansız oluş” ve “maddenin kötülüğü” hakkındaki
görüşlerinden etkilenir, zamânı Tanrı’nın Kendi’sini doğada göstermesiyle başlatır ve bu
süreci, “maddeden kurtuluş” bağlamında bitimsiz bir süreç olarak değerlendirir.183 Fichte’nin
sistemi ise Schelling’e göre, aklın ve anlama yetisinin sınırlarına hapsolmuş bir sistemdir.
Fichte, bu yetilerin sıra düzeni içinde kalmaya özen gösterir; oysa, bu yetilerle sistemi
tamamlamanın olanağı yoktur. Aklın ve anlama yetisinin doğal yapısı, mutlak
ayrımlaşmamışlığın kurulmasına izin vermez; sistemindeki bu boşluğu gördüğü için Fichte,
sistemini korumak adına Kant’ın “ahlâkî Ben” hakkındaki görüşlerine sığınmış ve Mutlak’a
ilişkin olarak iknâ edici bir görüş geliştirememiş; özgürlük idesi ve dünyânın vâroluşu
sorununu da sisteminde aydınlatamamıştır.184 İnsan bilgisi ilerledikçe aklın ve anlama
yetisinin doğal yapısı nedeniyle özgürlük ve sistem arasındaki bu çelişkilerin de artacağına
inanan Schelling, bu sorunun kaynağında aklın ve anlama yetisinin sonlu bilme düzeni içinde
kendi eksikliklerinin yine kendileri aracılığıyla giderilebileceği düşüncesinin yattığını
savunur; fakat bu düşünce, mevcut çelişkilere yenilerini kattığı gibi, sistem kurmayı da
engeller. Felsefe’de bu yetilere sınırsız güven, filozofları geometrik yöntemi kullanmaya
sürüklemiş; tartışmasız bir biçimde kabûl edilen birtakım öncüllerden hareketle kurulan
sistemler ise büyük bir dogmatizmle sonuçlanmıştır.185
Doğadaki tüm canlılar, yalnızca kendilerine yeterli olanı ister ve yaşamlarını,
ellerindeki olanaklarla sürdürürler. İnsan ise hiçbir zaman elindeki olanaklarla yetinmez; hep
daha iyiye ve daha güzele ulaşmak ister ki, bu yönüyle insan hep, kendisinin üzerine çıkmak;
Kendi’sini her defâsında özgürce yaratmak ister. İnsandaki bu yükselme itkisi, onda doğal
olarak içerilmiştir; başka hiçbir şey, ona böyle bir güdülenim vermez. Güdülenim zâten, daha
önce ortaya çıkmış bir hazzı yeniden kurmaya yöneliktir ve hiçbir haz, böyle bir itkinin
kaynağı olamaz. Kendi’sini dâimâ öte bir arzunun belirleyiciliği altında hisseden insan,
vâroluşunu da bu arzuda aramaya yönelir.186 Özgür insan, bu itkiyi Kendi’sinde en yoğun
biçimde duyumsar; istemesini Kendi’si belirleyen bu insan, “Tanrı’da olma”nın
zirvesindedir. Bu itkiden bağımsız olarak istemesini Kendi’si belirlemeyen insan ise
doğadaki diğer canlılardan biri hâline gelir ve içindeki tanrısal yaratıcılığı yok eder ki, bu da
177
A.g.e. syf: 48
A.g.e. syf: 27
179
A.g.e. syf: 66
180
A.g.e. syf: 61
181
A.g.e. syf: 47
182
A.g.e. syf: 29
183
A.g.e. syf: 53
184
A.g.e. syf: 9-11
185
A.g.e. syf: 12
186
A.g.e. syf: 50
178
33
özgürlüğünü kaybetmesiyle sonuçlanır.187 Kendi gelişiminin aşamalarını Tanrı’nın
güvencesi altında aşıp Kendi’sini amaç hâline getirdiğinde insan, özgürlüğünü
gerçekleştirmiş olacaktır. Yaratma, insanın Kendi’sini bilmesi ve özgürce açığa çıkartması
demektir; bu süreçte ne doğada, ne de târihte rastlantıya, düzensizliğe, ilkesizliğe yer
yoktur.188
Özgürlük bunlarla temellendirilmek istenecekse, hiçbir sonuca ulaşılamaz ve sistem
kurulamaz. Sistemin temeli olan özgürlük, kaynağını Tanrı’dan alarak hem doğada, hem de
târihte belirli bir süreç içinde gerçekleşir; insan vâroluşu da bu sürece katılır189 ve “Tanrı’da
olma”nın gerçek anlamı budur.190 Yaratmanın olmadığı yerde, insanın Kendi’siyle ilişkisinde
belirli türden bir “tıkanma” vardır ve insan, giderek kötülüğe bulaşır. Kötülük sorunu söz
konusu olduğunda “kötülüğün ilkesi”, kötü olan bir ilke değil, insanın yaratıcı etkinlik
gösterememesidir. Yaratıcı insan, Kendi’sini bilen ve Kendi’sindeki yaratıcı gücü açığa
çıkartan; tanrısal özle bütünleşen insandır.191 Bu insan için zorunluluk ve özgürlük, bir ve
aynıdır; zemin ve vâroluş ayrımı da ortadan kalkar.192 İnsanın varlık bütünlüğü, özgür eylem
ve sorumlulukla kurulan bir ilişkiyle açığa çıkar; insanın özgür olması ve bu nedenle sorumlu
tutulması, varlığa bütünlüğünü veren ilkedir.193 Kötülüğe belirli bir gerçeklik yüklemek, tinin
yanlış bir hareketinden kaynaklanır; Kendi’sinden uzaklaşan insan, zemine çakılı kalır ve
olup biten ne varsa her şeyi, yalnızca akıl ve anlama yetisi içinde; belirli birtakım nedensellik
ilişkileri içinde değerlendirir ve ilk neden olarak da Tanrı’yı görür. Hâlbuki, kötülüğün
Tanrı’da bir karşılığı olmadığı gibi, bunu da yalnızca özgür insan anlayabilir.194
İmdi, Kant’ın saf aklın bir idesi olarak gördüğü ve teorik etkinliği içinde aklın nesnel
zorunluluğuna ulaşamadığını düşündüğü özgürlük idesi, Schelling’in sisteminin temelinde
yer alır ve tanrısal irâdeyle ilişkilendirilir. Kant felsefesinde bir noumen olarak görülen ve
fenomenler alanında karşılığı olmadığına inanılan özgürlük idesi, Schelling’in sisteminde en
alt basamaktan en üst basamağa kadar sürekli bir gelişim içindedir ve sistem, her aşamasında
bunun bilgisini serimleyerek nesnel gerçekliğini temellendirmeye çalışır195 ki, Schelling’in
özgürlük görüşü, Kant’ın özgürlük görüşünden bu noktalarda ayrılır. Schelling’e göre dünyâ,
Tanrı’nın ortaya koyduğu bir sanat eseridir ve sanatçı da kendi eserini ortaya koyarken
içindeki tanrısal gücü, yaratma coşkusu olarak açığa çıkartır.196 Sanatçının önünde açılan
perspektif, Felsefe söz konusu olduğunda daha da önem kazanır. Nitekim Felsefe, belirli
birtakım kavramlar ve bunlar arasındaki ilişkilerle Tanrı’nın doğasını anlamaya çalışır; bu
yolla mutlak ayrımlaşmamışlığı kurmak ise mümkün değildir. Felsefe târihinde pek çok
filozof kavramsal düşünce yoluyla Tanrı’nın doğasını anlamak istemişse de Tanrı’yı, ya
belirli bir soyutlama olarak görmüş, ya inanç yoluyla ulaşılabilecek bir varlık olarak kabûl
etmiş, ya da hayâl ürünü sanmış; Tanrı ve özgürlük arasındaki ilişkiyi kuramamışlardır.197
Öz, köken, vâroluş gibi konular, hiçbir zaman kavramsal düşünceyle ele alınamaz; bu
yapılmak istenirse, belirli birtakım nedensellik ilişkileri mutlaklaştırılır ve bu yolla Tanrı,
doğasına aykırı bir biçimde “şeyleştirilir” ki, bu da hakîkate ulaşmayı engeller. Felsefe eğer
187
A.g.e. syf: 52
A.g.e. syf: 49
189
A.g.e. syf: 50
190
A.g.e. syf: 52
191
A.g.e. syf: 62
192
A.g.e. syf: 33
193
A.g.e. syf: 21
194
A.g.e. syf: 68
195
A.g.e. syf: 48
196
A.g.e. syf: 68
197
A.g.e. syf: 71
188
34
bilgelik sevgisiyse, bu sevginin kaynağına yönelmeli ve mutlak ayrımlaşmamışlığın
kurulmasında sanatın rolünü anlamalıdır; Felsefe’nin kesin bilim olarak olanaklı koşulu da
budur. Aksi takdirde Felsefe, çeşitli bilgilerin yığıldığı ilkesiz ve kaotik bir bilme etkinliği
hâline gelir ki, bu da bilgelik sevgisinden kişiyi uzaklaştırır.198 Bununla birlikte Tanrı’nın
doğası, özgürlük ve ahlâklılık arasındaki ilişkiyi anlamada yalnızca yaratma edimi üzerinde
durmak ve yaratma coşkusunu tanrısal irâdeyle ilişkilendirmek yeterli değildir. Tanrı’nın
kendi Kendi’sini olumlaması hakkında konuşurken bu Kendi’nin de ne olduğunu ortaya
koymak gerekir; Kendi özgür değilse, insan özgürlüğünü koruma altına alan bir varlığın
özgür olmadığını söylemek zorunda kalırız ve bu da çelişkiye götürür. Ne var ki, yalnızca
akıl ve anlama yetisinin sınırları içinde düşündüğümüzde Kendi, hiçbir zaman anlaşılamaz
ve tinin yanlış bir hareketi sonucu Tanrı, birtakım nedensellik ilişkilerinin olanaklı en geniş
mantıksal soyutlamasına dönüşür ki, bu da insan özgürlüğüne zarar verir.199
Kavramsal düşüncenin yol açtığı bu gibi sorunların önüne geçebilmek için, Felsefe’de
sanattan büyük oranda yararlanmak gerekir. Tanrı’nın doğasını anlamada sanatçı, filozoftan
hep bir adım öndedir ve insan özgürlüğü söz konusu olduğunda sanatçının söyleyecekleri,
filozofun söyleyeceklerinden çok daha yüksek bir kesinlik taşır; mutlak ayrımlaşmamışlığın
kurulmasına da daha büyük bir katkı sağlar.200 Tanrı’da vâroluş ve öz, birlik hâlindedir ki,
bu da Tanrı’ya, hem Kendi’si tarafından belirlenme olanağı sunar, hem de bu olanağı
zorunluluğa dönüştürür; Tanrı’nın Kendi’si dışında başka bir güç tarafından belirlenme
olanağı, bu birlikte yoktur.201 Ayrıca, yaratma ediminin doğası gereği sevgi, iyilik, ahlâklılık
gibi niteliklerin Tanrı’da üstün gelmesi gerekeceğinden tanrısallık, özgürlüğün ve
ahlâklılığın olanaklı koşuludur; yaratma ise kendi özünün gereğini yerine getiren bir varlığın
özgür istemesinin ahlâkî görünümüdür. Yaratmanın özü gereği kusurlu olması, ahlâklılığın
doğasına terstir. Ahlâkî eylem söz konusu olduğunda eylem ve ideası arasında çatışma
yoktur; ahlâkî eylemde, “olan”ın “olması gereken”le birliği vardır. Özgürlük, ahlâkî eyleme
ilişkin hem bir nitelik, hem de bu niteliğin gerçekleşmesidir; ahlâkî eylem ise özgürlüğün
doğası hakkında konuşmamızı sağlayan temel unsurdur.202
Bundan etkin bir biçimde yararlanabilmek için, yaratma edimini belirli bir sistem
içinde incelemek gerekir ki bu sistem, Tanrı’nın Kendi’sini doğada ve târihte mitos, din,
sanat gibi etkinliklerle gerçekleştirmesinin öyküsüdür. Felsefe’de özellikle de Descartes’tan
beri etkin olan kavramsal düşünce ise bu sistemi anlamaktan uzaktır ve bu alanda şimdiye
kadar ortaya konulan tüm ayrımlar, diyalektik sentezle bir üst aşamada aşılmalıdır. Başta
özgürlük sorunu olmak üzere Felsefe’de hiçbir sorun, “ya/ya da” mantığı içinde çözülemez;
Felsefe’nin üzerinde durduğu zemin, bütünlüklü bir kavrayış temeline dayanır ve bu
kavrayışın ortaya çıkabilmesi için, mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulması gerekir. Böylelikle
Schelling, kader kavramını “kötü metafizikler”in elinden kurtarmak ister ve bu kavrama
insan özgürlüğü bağlamında yeni bir açılım getirmeye çalışır. Bu metafizikler, kader kavramı
ve tanrısal irâdeyi insan özgürlüğünün önünde bir engel hâline getirmiş ve Tanrı’nın insan
eylemlerine sürekli müdahâle ettiği yollu içkin bir tanrı inancına dayanmışlardır. Oysa, bu
tür bir tanrı inancı, insan özgürlüğüyle bağdaşmayacağı gibi, bu inanç çerçevesinde iyi ve
kötü arasındaki ayrımı temellendirmek de mümkün değildir; çünkü, olmuş olan ne varsa her
şey tanrısal irâdeye göre oluyorsa ve eylemleri hakkında insan özgür bir tercihte
bulunamıyorsa, bu ayrımı savunmak da mümkün değildir.203
198
A.g.e. syf: 75
A.g.e. syf: 75
200
A.g.e. syf: 76-7
201
A.g.e. syf: 75
202
A.g.e. syf: 76-7
203
A.g.e. syf: 35
199
35
Schelling’e göre Tanrı, bu tür içkin bir varlık olmadığı gibi, tam olarak aşkın bir varlık
da değildir. Sürekli olarak insana seslenir ve onu, özgür eyleme sevk eder; Tanrı’nın
insandaki sesi olan vicdânın varlığı, eylemlerin önceden Tanrı tarafından belirlenmemiş
olduğuna, insan tarafından tercih edildiğine ve irâdenin özgür olduğuna ispattır. İnsan
eylemleri içinde kötülüğün ortaya çıkması, irâdeyle yapılan tercihlere bağlı olarak gerçekleşir
ve kötülük bir taraftan, yaratma ediminin doğası gereği metafizik bir zorunluluktur, bir
taraftan da belirli bir tercih konusudur ki bu ayrımlar, insan özgürlüğü ve Tanrı arasındaki
ilişkiyi doğru bir biçimde anlamayı sağlar.204 Yaratma edimi içinde kendi Kendi’sini
olumlayan Tanrı, bu tür çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olur; bu çelişkilerin aşılması ise
insanın Kendi’siyle kuracağı ilişkiye bağlıdır. Tanrı’nın “yaşayan bir töz” olması, vâroluşunu
ancak bu şekilde haklı kılabilir. Bu vâroluş, zorunluluk ve özgürlüğün diyalektik sentezidir
ve bu sentezde ne zorunluluk özgürlüğe, ne de özgürlük zorunluluğa zarar vermemelidir;
mutlak ayrımlaşmamışlığı kuracak olan bu sentez, Tanrı’nın yaşayan bir töz olduğu gerçeğini
sistem içinde serimleyecek ve özgür insanın yaratma olanağını gerçekleştirecektir.205
İçkinlik ve aşkınlık arasında üçüncü bir olanağa sâhip olan Tanrı’nın vâroluşunu
kendi Kendi’sinden alması, içkinlik ya da aşkınlık kavramlarıyla ifâde edilemez. İçkin bir
Tanrı, insan özgürlüğüne olanak tanımaz ki, bu da tanrısal özle bağdaşmaz. Aşkın bir Tanrı
ise tanrısallığını hiçbir zaman gerçekleştiremez. Şu hâlde, Tanrı’nın vâroluşunu içkinlik ya
da aşkınlık kavramlarıyla ifâde etmeye çalışmanın bir anlamı olmadığı gibi, buna
kalkışıldığında tanrısal öz de her defâsında ıskalanacak; Tanrı’nın vâroluşuna ilişkin belirsiz
birtakım algılamalar, dogmatik bir biçimde mutlaklaştırılacaktır.206 Burada Schelling’in
hareket noktası Mutlak’ın, varlığın olabilirliğini Kendi’sinden nasıl çıkarttığıdır.207
Dünyânın vâroluşu sorunu, Felsefe’nin en önemli sorunudur ve Felsefe’de diğer bütün
sorunlar, kökensel karşılığını dünyânın vâroluşu sorununda bulmakta; olanaklı çözüm yolları
da bu yolla aydınlatılmaktadır. Bu sorunu Schelling, özdeşlik ilkesini yeniden formüle
etmekle çözüme bağlamak ister. Şimdiye kadar geçerli olan mantıkta özne ve yüklem,
birbirinden kesin olarak ayrılmış; öncüller ve sonuçlar arasında da mutlak bir ayrım kabûl
edilmiştir. Schelling ise Tanrı ya da Mutlak ve dünyâ ilişkisi söz konusu olduğunda, bu tür
bir anlayışın doğru olmadığını savunur.208
Schelling’in sisteminde yüklem, özneye yüklenilen bir şey değil, öznenin açılması
sonucu ortaya çıkan bir şeydir ve tüm yüklemler, aslında öznede içerilmiştir; özne, özne
olmak bakımından yüklemlerinin birliğini ya da özdeşliğini ifâde eder; bu özdeşlik ise
Tanrı’nın ya da Mutlak’ın mutlak ayrımlaşmamışlık içindeki görünümüdür. İnsan bilgisi söz
konusu olduğunda ise Tanrı’nın zemini ve vâroluşu arasında belirli türden bir fark ortaya
çıkar; Tanrı, ne yalnızca zemindir, ne de yalnızca vâroluş; zemin ve vâroluşun mutlak
ayrımlaşmamışlığıdır ve bu bilgi, ancak belirli bir sistem içinde serimlenebilir.209 Felsefe
târihindeki kimi “kötü metafizikler”de ise Tanrı ve doğa özdeşleştirilmiş; ortaya çıkan
panteist ve ateist yorumlarda Tanrı şeyleştirilmiştir. Özdeşlik ilkesine getirdiği bu yeni
yorumla Schelling, bunun önüne geçileceğini düşünür; yaşayan bir töz olan Tanrı, aynı
zamanda da yaratıcı bir birliktir ve Kendi’sini, sürekli olarak yeni baştan belirler; Kendi’sini
açmak yoluyla gerçekleştirdiği tanrısal bildirimi de özgür insanla sürekli olarak yeniler. İnsan
özgürlüğünü olanaklı en yüksek biçimde açığa çıkartan sanat, insandaki tanrısal yaratıcılığı
204
A.g.e. syf: 48
A.g.e. syf: 35
206
A.g.e. syf: 19-20
207
A.g.e. syf: 17
208
A.g.e. syf: 18
209
A.g.e. syf: 19
205
36
ortaya koyduğu gibi, Tanrı’nın Kendi’si hakkındaki bilgiyi insana sunmasına da aracılık
eder.210
Sisteminin en tepesine sanat felsefesini yerleştiren Schelling, “estetize edilmiş bir
dünyâ” kurar. Sanat felsefesi, içerikten soyutlanmış bir güzelliğin olmadığını; güzellikten
bahsedebilmek için içerik ve biçimi birlikte ele almak gerektiğini gösterir. Böyle bir güzellik,
özne ve nesnenin, madde ve formun, eylem ve düşüncenin birliğini sunacaktır ki bu birlik,
nerede insan varsa orada kabûl edilecek mutlak güzelliktir. Sanat eserinde tüm ayrımların
ortadan kalkması, eseri alımlayanların da birliğini olanaklı kılar ve eser, dünyânın birliğini
sağladığı gibi, insanların birliğini de sağlar ki, ortak estetik yargılar, yalnızca biçimle değil,
aynı zamanda içerikle de ilgilidir. Sanatçıdan çok sanat ve sanat eseri üzerinde duran
Schelling’in bu görüşleri, yalnızca etik ve sanat felsefesinin birliğini değil, aynı zamanda tüm
Felsefe’nin de birliğini sağlama amacındadır. Erken dönem çalışmalarında sanat felsefesinde
“tanrısal insan” modelini sunan Schelling, daha sonra Katolikliğe duyduğu yakınlığın da
etkisiyle “Tanrı’nın koruyuculuğu altındaki insan” modelini geliştirse de Felsefe’de öteden
beri kullanılan ayrımların ortadan kaldırılması ve mutlak ayrımlaşmamışlığın kurulması
konusundaki görüşlerini savunmaya devâm eder.
İmdi, Schelling’in sanat felsefesi, hem Sokrates-Platon geleneğinin, hem de
Aydınlanma’nın bir eleştirisi niteliğindedir. Nietzsche’nin de daha sonra savunacağı pek çok
görüşü Schelling, sanat felsefesinde ortaya koymuş; özellikle de sanatın dünyâyı kuran bir
etkinlik olduğu görüşüyle ve tragedik kahraman tipiyle Nietzsche’yi etkilemiş; “Üstinsan”
tipine giden yolu açmıştır. İyinin ve kötünün üzerinde olan; değerleri Kendi’si yaratan, iyiyi
ve kötüyü belirleyen, yeryüzüne anlamını veren “Üstinsan”, Schelling’in sanat felsefesinde
tragedik kahraman tipine karşılık gelir ve Batı felsefesinde insanın tanrılaştırılmasının en uç
örneğini oluşturur.
Kaynaklar
Kasım.
Akarsu, Bedia, (1994). Çağdaş Felsefe, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Bochenski, Joseph, (1997). Çağdaş Avrupa Felsefesi, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Bozkurt, Nejat, (2000). Sanat Ve Estetik Kuramları, Bursa: Âsâ Kitabevi.
Bozkurt, Nejat, (2005). Kant, İstanbul: Say Yayınları.
Cassirer, Ernst, (1996). Kant’ın Yaşamı Ve Öğretisi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Cassirer, Ernst, (1997). İnsan Üstüne Bir Deneme, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Copleston, Frederick, (1996). Alman İdealizmi, İstanbul: İdea Yayınevi.
Gökberk, Mâcit, (1999). Felsefe Târihi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Mengüşoğlu, Takiyettin, (2000). Felsefeye Giriş, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Saygın, Alkım, (2016). Kant Etiğine Giriş, Academia.edu, 3 Aralık.
Saygın, Alkım, (2016). Schelling’in İnsan Felsefesi Üzerine, Academia.edu, 12
Schelling, Friedrich Wilhelm Joseph, (1989). The Philosophy Of Art, Minnesota:
University Of Minnesota Press.
Schelling, Friedrich Wilhelm Joseph, (2006). Philosophical Investigations Into The
Essence Of Human Freedom, New York: State University Of New York Press.
Soykan, Ömer Nâci, (1984). Schelling’de Varlık Ve Sanat Formları Sorunu, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Soykan, Ömer Nâci, (1998). Bilgi Ve Betimleme, İstanbul: Küyerel Yayınları.
210
A.g.e. syf: 21
37
Soykan, Ömer Nâci, (2006). Kuram-Eylem Birliği Olarak Sanat, İstanbul: MVT
Yayıncılık.
Soykan, Ömer Nâci, (2006). Schelling: Yaşamı, Felsefesi, Yapıtları, İstanbul: MVT
Yayıncılık.
Timuçin, Afşar, (1998). Estetik, İstanbul: İnsancıl Yayınları.
Tuğcu, Tuncar, (2001). Immanuel Kant Ve Transendental İdealizm, Ankara: Alesta
Yayınları.
Tunalı, İsmâil, (2007). Estetik, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Weber, Alfred, (1991). Felsefe Târihi, İstanbul: Sosyal Yayınlar.