Heidegger Felsefesinde Zamansallığın Göstereni
Olarak Sıkıntı Kavramı1
Emrah Günok
Özet: Varlık ve Zaman boyunca Heidegger’in ana hedelerinden biri de, içinde
varlığın açımlandığı ufuk olan zamanın insanın özüne ait olduğunu göstermeye
çalışmak olmuştur. Filozofun baş yapıtından iki yıl sonra yayınlanan Metaiziğin
Temel Kavramları başlıklı metinde ise bu ana izlek, sıkıntı ve dünya kavramlarının
tartışılması üzerinden devam etirilir. Bu yazının ana temasını meydana getirecek
olan derin sıkıntı mehumu, Varlık ve Zaman’da öne çıkan kaygı fenomeninin
muadili olarak tasavvur edilebilir. Özü varoluşundan ibaret varolan olarak
Dasein, sabit bir ontolojik zeminden yoksun oluşuna sıkıntı duyarak yanıt verir.
Nesnesinin giderek belirsizleşmesi ölçüsünde derinlik kazandığı söylenebilecek
üç tip sıkıntıdan bahsedilebilir. Söz konusu sıkıntı tiplerinin incelenmesi,
dünyanın Dasein’a belli bir haletiruhiye üzerinden topyekûn verililiğine atıf
yapan bulunuş kavramsallaştırmasını daha iyi kavramamıza olanak sağlayacaktır.
Günümüz insanın temel haletiruhiyesi ise sıkıntı karşısında duyulan sıkıntı
olarak tarif edilebilir. Kendi varlığının derin hakikatini açığa vurma potansiyeli
taşıyan sıkıntıyı psikolojik bir rahatsızlık derekesine indirgeyip tedavi etmeye
çalışmak, insanın kendi kendisinden kaçmaya ne denli yatkın olduğunun en iyi
göstergelerinden biridir.
Anahtar Sözcükler: Dasein, derin sıkıntı, bulunuş, haletiruhiye, zaman
Abstract: One of the main targets of Heidegger throughout Being and Time is to try
to make manifest the fact that time, which is the horizon in which being reveals
itself, belongs to the very essence of human beings. In Fundamental Concepts of
Metaphysics, which was published in the following two years after the publication
of his magnum opus, this same theme is retained by means of the examination
concerning the concepts of boredom and world. The notion of deep boredom,
which will be the main theme of this paper, can be thought of as the equivalent of
the phenomenon of anxiety that comes forward in Being and Time. Dasein, whose
essence is its existence, responds its lack of an ontological ground by means of
boredom. Three types of boredom can be considered, which can hierarchicly be
put in order according to their depths; which, in its turn, increases as the object
Günok, Emrah. (2016). Heidegger Felsefesinde Zamansallığın Göstereni Olarak Sıkıntı Kavramı.
Kilikya Felsefe Dergisi 2. ss. 16-38.
1
26 Mart 2014 tarihinde, Prof. Dr. Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu anmak amacıyla her yıl
gerçekleştirilen sempozyumların “Kent, Mekan, Politika” başlıklı üçüncü ayağında aynı
adla sunulmuş metnin gözden geçirilip geliştirmiş halidir.
16
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
becomes more and more obscure. An examination of these three provides us with
a clearer understanding of the conception of atunement, which refers to the total
givenness of the world to Dasein by means of a mood. The basic mood of the
contemporary man can be conceived as boredom in the face of deep boredom.
Relegating deep boredom, which is apt to make manifest the deep ontological
truth of his being, to the level of a psychological desease , man proves himself to
be the being who is prone to evade in the face of himself.
Keywords: Dasein, deep boredom, atunement, mood, time
1.Giriş: Varlık Sorusundan Dasein’a
Yaklaşık 2500 yıllık felsefe tarihinde Heidegger’in arayıp da bulamadığı;
eksikliğinden ötürü neredeyse yeni bir dil üretmeye mecbur kaldığı felsefî
sezgi, varlık sorusunun [Seinsfrage] uygun bir biçimde sorulabilmesini
sağlayacak bakış açısının olanağına yönelik sezgiden başkası değildir.
En genel kavram olarak düşünülmüş olmasından ötürü kendiliğinden
anlaşılabilirlik payesine layık görülmüş olan varlık [Sein], tam da bu
sebeple unutuluşa terk edilmiştir (Heidegger, 2008, ss. 2-3). “Varlık
nedir?” sorusunun dile getirildiği her durumda “–dir” koşacının [copula]
belli bir anlamda kullanılmak durumunda olması, sorulan şeyin zaten
ve hâl-i hazırda biliniyor olduğu gerçeğini vurgulayacaktır. Şu halde
bahsini etmekte olduğumuz sezginin varlığa ilişkin bir yanıtan ziyade,
onun uygun bir biçimde sorgulanmasının önünü açan bir bakış açısına
gebe olduğunu vurgulamak gerekecektir. Heidegger bu hususu “...varlık
sorusunu yeniden sormak demek, öncelikle sorunun formülasyonunu
yeterli ölçüde tanzim etmek anlamına gelecektir”, sözleriyle ifade etmiştir
(Heidegger, 2008, s. 4).
Varolanların varlığı sorusu doğa ilozolarından beri yanıtlanmaya
çalışılmış, fakat varlık varolanlar içinde ayrıcalıklı da olsa bir varolan
olmaktan hiçbir zaman kurtarılamamıştır. Günümüze kadar ulaşmayı
başarmış olan bu “ortalama varlık anlayışı” mevcudiyeti [presence] varlığın
yegâne anlamı olarak sabitlediğinden varlık incelemesi ontolojik olmaktan
ziyade ontik bir karaktere büründürülmüş, yani empirik bir inceleme
düzeyinde kalmıştır. Bunun sonuçlarından biri de, varlığa içinde açılacağı
anlam ukunu kazandıran zamanın mevcut varolanlardan biri olarak
görülmeye başlanmasıdır. Varlık ve zaman arasındaki ontolojik ilişkiyi
[T1] açımlama imkânı bu şekilde ortadan kalkmıştır [T2]. İncelemenin
Kantçı anlamda aşkınsal [transcendental], Heideggerci anlamda ontolojik
bir mahiyet kazanabilmesinin önkoşulu, varlığı mevcudiyet terimleri
17
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
üzerinden düşünmeye bir son vermek; bilâkis, mevcudiyeti, kendine
özgü zamansallığı içinde varlığın anlamlarından biri olarak kavramaktır.
Bir şeyin mevcut olduğunu iddia etiğimizde onun orada, algımıza verili
oluşundan başka bir şey ifade etmediğimize göre, Heidegger’in mevcudiyet
ile nesne-lik ya da nesne-olma’yı kastediyor olduğu ortadadır. Şu halde
fenomenolojinin, varlık ve zaman arasındaki ilişkiyi de göz önüne alarak,
varlığı konu etmenin (algıya verililik anlamında nesneleştirmeden) başka
bir yolunu bulması gerekeceği açıktır.2
Erken döneminde Heidegger bunu başarabilmek için varolanların
Varlığını soranın kim olduğunu sorgulayarak işe başlar ve bu soruyu
da insan varoluşunu karşılamak üzere özel olarak kullanıma soktuğu
Dasein kavramı üzerinden yanıtlar. Varlık sorusunun anlamlı bir biçimde
sorulabilmesi için Dasein ontik bir önceliğe sahiptir, zira bu varolanın
varlığı varoluş gibi özel bir nitelik sunmaktadır. Varoluşun Dasein için
belirleyici olması ise, söz konusu varolanın ontolojik bir önceliğe sahip
olduğunu akla getirir. Diğer yandan, “Kim?” sorusunun yanıtı belli
bir doğaya sahip varlığın ne-liği tartışılarak günyüzüne çıkartılamaz.
Bir başka deyişle insan varlığını kendisine biçilmiş sabit bir doğa, yani
“mevcudiyet” veya “ne-lik” [essentia; Was-sein] terimleri ile anlamaya
çalışmamak gerekir3, zira varlığı önontolojik olarak mevcudiyet terimleri
üzerinden anlayan yine Dasein’ın kendisidir:
. . . Dasein’a . . . Dasein gibi olmayan varolanların da varlığını
anlamak ait bulunmaktadır. Bu yüzden Dasein’ın üçüncü önceliği,
onun, her türlü ontolojilerin olanaklılığının ontik-ontolojik koşulu
olmasıdır. (Heidegger, 2008, s. 14).
İnsan varlığının ontolojik altyapısını teşkil etmekte olan Dasein’ın
kim-lik terimleri üzerinden anlaşılması hususundaki ısrar, aslında,
Dasein’ın zamansallığını belli bir anlamda gözardı eden statik bir tanıma
2
3
Varlığın herhangi bir nesne, fenomenolojinin ise Husserl’in iddiasının aksine herhangi bir bilim
olmadığını anlatmak üzere Heidegger şöyle yazar: “Fenomenoloji, ontolojinin teması olacak olana hem
erişim minvali, hem de onun teşhir edici belirlenim minvalidir. Ontoloji sadece ve sadece fenomenoloji
olarak mümkündür. Fenomenin fenomenolojik kavramı, kendini gösteren, yani varolanın varlığı
demektir. . . Ve buradaki ‘kendini gösterme’ öyle herhangi bir kendini gösterme değildir, ‘gibi görünme’
ise hiç değildir. Varolanın varlığı, ‘görünür olmayan’, ‘ardında’ başka bir şeylerin durduğu bir şey ise
asla olamaz” (Heidegger, 2008, s. 37).
“Geleneksel anlamda existentia, ontolojik olarak mevcut-olma gibisinden bir anlama sahiptir ki, böyle
bir varlık minvali, Dasein niteliğindeki söz konusu varolana özsel olarak uygun değildir” (Heidegger,
2008, s. 44). Çünkü bu tip bir varoluş, öz ya da ne-lik [essentia] terimleri üzerinden kavramsallaştırılan
ve Dasein’ın varlık yapısını özelliklerinin taşıyıcısı olan bir töz [subjectum; hypekeimenon] olarak
değerlendiren bakış açısına davetiye çıkartmaktadır, ki Dasein’ın bir şey olmadığı konusunda ısrarcı bir
tutum takınan Heidegger’in dikkat çekmeye çalıştığı husus tam olarak budur.
18
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
değil, dinamik bir yorumsama edimine davetiye çıkarır niteliktedir, ki söz
konusu yorumsama edimi, Dasein analizini hedeleyen, bu anlamda da
her türlü ontolojinin kaynağına inen “fundamental ontoloji”den başkası
değildir (Heidegger, 2008, s. 13). [T1 ve T4] Dasein, kendini tanımlama
konusunda dışsal herhangi bir mevcudiyeti temel alma şansı olmayan
varolandır. Bu, onun varlığı anlayan ve sorabilen tek varolan olmasıyla
aynı şeydir. Heidegger bunu, yukarı da dile getirilmiş olduğu gibi,
“Dasein’ın özü onun varoluşudur”, diye ifade etmektedir (Heidegger,
2008, s. 44) Bir başka deyişle, Dasein, varlığı kendisine gerçekleştirilecek bir
görev olarak yüklenmiş varolandır. Dünyadaki tarihsel ikâmeti esnasında
ortaya koyduğu tüm eylemler onu bir kim-lik olarak zaten ortaya koyar.
Dasein’ın yaşaması ve kendini tanımlaması bir ve aynı şeydir.
Tüm bu ifade edilenler Dasein’ın temelinin, özünün bir şey
olmadığını [no-thing] göstermek içindir. Varlık ve Zaman’da geçen ontikexistentiell ve ontolojik-existential ayrımı, tam da bu noktada işimize
yarayabilir. Şöyle ki: Varlık bir varolan değildir. Bugüne kadar süregelmiş
olan ontolojik gelenek varlığı bir varolan konumuna yerleştirerek varlık
ve varolanlar arasındaki “ontolojik fark”a duyarsız kalmıştır. Heidegger,
ontik karakter arz eden mevcudiyet temelli Batı metaizik geleneğinin
insanı da varolanlar içinde herhangi bir varolan olarak değerlendirdiğine
ikna olmuş görünmektedir. Söz konusu gelenek insanı bir şey olarak
kavrar. Dolayısıyla Heidegger, insanın ön-ontolojik bir varlık anlayışına
dayalı özkavrayışını “existiell” olarak nitelemeyi uygun görmüştür:
Dasein’ın şu veya bu şekilde davranış gösterebildiği ve bir şekilde
her daim belirli bir davranış içinde bulunduğu varlığına [That kind
of Being towards which Dasein can comport itself] varoluş diyoruz. Öte
yandan söz konusu varolanın özünü belirlerken, konusal içeriklerden
oluşan “ne”liklerin sıralanması yoluna gidemeyiz. Çünkü söz
konusu varolanın özü, hep kendi varlığını bizatihi kendisininki
olarak var etmesinde yatar. Bu yüzden Dasein terimi, bahse konu
varolanı adlandırmak için seçilmiş salt varlık tâbiridir [purely an
expression of its being; als seiner Seinsausdruck] (Heidegger, 2008, s. 12).
Dolayısıyla, ontik-existentiell anlayışın dayatmakta olduğu
şeyleştirilmiş insan kavramsallaştırmalarının tersine, [T5] Dasein temeli
hiçlik [das Nichts; nothing]4 olan varlıktır, zira o, yukarıdaki alıntıda da
belirtildiği gibi kendi varlığını kendisininki olarak inşa edendir. Sıkıntı
4
Heidegger’in burada dikkatimize sunmaya çalıştığı incelikli noktayı rahatlıkla görebilmek açısından
eklem noktası vurgulanarak yazılan İngilizce no-thing sözcüğü Almanca Nichts’ten daha iyi iş
görebilir. Zira no-thing kullanımı hem Dasein’ın hiçlik temelinde varolmakta oluşunu, hem de onun
bir şey olmadığını tek seferde dile getirmektedir. Dasein’ın ön-belirlenmiş bir doğaya sahip olmaktan
uzak oluşunun altını çizen bu ifadeyi Türkçe’ye hiçlik yanında şey-olmama olarak da tercüme etmek
pekala mümkündür.
19
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
ise, anksiyete ile beraber, ölüme ya da tamamlanmışlığa giden Dasein’ın
kendini gerçekleştirme yolunda karşılaştığı hiçliğe verdiği bir yanıt olarak
okunabilir. Bu noktada ilk olarak bir kendini gerçekleştirme fenomeni
olarak sıkıntıyı açığa çıkartmak adına, Husserl tarafından kullanılmış
olan Erfüllung (doyurma, gerçekleştirme) kavramını gündeme taşımak
yararlı olacaktır.
2. Husserlci Erfüllung Kavramı
Heidegger’in ortaya koyduğu sıkıntı fenomenini Husserl’in kategorik
sezgiyi açıklamak üzere seferber etiği “yerine getirme”, “gerçekleştirme”
(Erfüllung) kavramsallaştırması üzerinden anlamaya çalışmak da
olanaklıdır. Algılama esnasında duyu organlarının sağladığı verilerin
her daim tamamlanması, bütünlenmesi söz konusudur. Bir kitap
gördüğümü söylediğimde aslında gördüğüm bir kitap kapağından başka
bir şey değildir. Görüş alanıma girmeyen ve arka planda kalan kısmı
kitap nesnesini meydana getirecek biçimde ekleyen zihnimden başkası
değildir. İfademe [expression] konu olan her daim görüde [intuition] verili
olanı tamamlar, ona göre bir fazlalık içerir. Benzer bir biçimde “halının
üzerinde bir kedi uyuyor” dediğimde halı, kedi ve uyumanın tarafımdan
görülmekte olduğunun, ama “üzerinde” ve “bir” ifadelerine konu olan
varlıkların kendilerini bana duyu verisi olarak sunmadıklarının altını
çizmek icap eder. Bilincin kategorileri devreye girmiş, dışarıdan gelen
veriyi bütünlüklü bir nesne durumu şeklinde dışa vuran bir yargıya
tamamlamak üzere kendilerine düşen rolü oynamışlardır. Nesne
ya da nesne durumunun bütünlüğüne gönderme yapan ve Husserl
tarafından “ifade” olarak tanımlanan yönelimsel edim bazen tamamen
boş kalır; çoğu zaman ise kısmî olarak da olsa görü (sezgi) tarafından
doldurulur, doyurulur.5 Bu noktada beklentiler ve onların karşılanmasıkarşılanmaması gibi bir durum söz konusudur. Peki Heidegger’in
sıkıntıya ilişkin olarak söylediklerinin burada anlatılanlarla ne gibi bir
ilişkisi vardır?
Üzerinde konuşmuş olduğumuz Husserlci resim bilinç ve nesnesi
arasındaki yönelimsellik bağıntısını anlamaya dönük epistemolojik
bir çerçeve sağlar. Algı olarak adlandırılan zihinsel edimi merkeze
5 “İmlemsel yönelim daha ziyade her tür doluluktan yoksundur: imlemsel yönelime teşhis [identiication]
üzerinden ilk kez doluluk taşıyan ise görüsel sunumdur [intuitive presentation]. İmlemsel yönelim
yalnızca nesnesini işaret etmekle yetinirken, görüsel yönelim aynı nesneye ‘mevcudiyet’ kazandırır; bir
başka deyişle, nesnenin doluluğu gibi bir şeyi mümkün kılar” (Husserl, 1970, s. 728).
20
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
yerleştiren ve insanı bu minvalde anlamaya çalışan Husserl’in ortaya
koyduğu fenomenolojik yaklaşımın Heideggerci ikâmesi fenomenolojiyi
epistemoloji yerine ontolojinin yöntemi olarak ele alır. Heidegger için
önemli olan, bilgi yönelimli aşkınsal öznenin içinde hareket alanı bulduğu
daha geniş varlık zeminini ortaya koymaktır. Fırlatıldığı dünya tarafından
yutulmuş veya kuşatılmış, amaca dönük ve ölecek olmaktan dolayı kaygılı
insan varlığının varoluşsal çözümlemesi, söz konusu bilişsel öznenin
varlık zeminine karşılık gelen açıklık/oradalık’ın kavranma çabası olarak
anlaşılmalıdır. Mevzubahis çaba, Heidegger’in 1927 tarihli baş yapıtı Varlık
ve Zaman’da “temel ontoloji” [Fundamentalontologie] ya da Dasein analitiği
[Daseinsanalytik] olarak adlandırdığı yorumsamacı/fenomenolojik varoluş
[Existenz] araştırmasına denk düşmektedir (Heidegger, 2008, s. 13).
Dasein Heidegger’in insan varoluşunu anlatmak için kullandığı
sözcüktür. Varoluşları önden belirlenmiş bir özün [das Wesen; essence]
zaman içinde kendini açışından ibâret olan diğer varolanların aksine
Dasein’ın varoluşu özünden önce gelmektedir. Bu ise, pozitif bilimler
ve felsefî antropolojinin yeltenmiş olduğu üzere insana sabit bir doğa
yakıştırma çabasının her daim boşa çıkacağı şeklinde yorumlanmalıdır.
Bir diğer deyişle Dasein’ın “ben”i, ben-olmayanları dışarıda bırakacak
içe kapalı, izole bir içsellik alanı; değişen halleri ve görünümleri, yani
yüklemlerinin taşıyıcısı olan sabit bir töz (subjectum) olarak düşünülemez.
Ben-olmama, içinde kendini kaybetiği kamusal alandan kendine
dönmeye ve de ben olmaya çalışan Dasein’ın varoluşsal özüne ait olarak
tahayyül edilmelidir:
Buradaki “ben”, ilgili fenomenal varlık bağdaşımı içinde belki
de kendisinin “tersi” olduğunu meydana vuran bir şeyin
bağlayıcı olmayan formal ilâmı anlamında anlaşılmalıdır.
Dolayısıyla “ben-değil” dendiğinde de, özü gereği “benlik”ten
mahrum olan bir varolandan bahsediliyor değildir. Bu durumda
bizatihi “ben”in belirli bir varlık minvalinden, örneğin kendini
kaybetmişlikten söz ediliyor olunmaktadır (Heidegger, 2008, s. 122).
Kaybetmiş olduğu benliğinden sahih benliğine dönme çabası
içinde olan Dasein’ın varlığı, tam da söylenen anlamda kendisine
gerçekleştirilmeyi bekleyen bir ödev olarak sunulmuştur. Bu ödev “hayatın
anlamı” olarak adlandırılabilirse eğer, sıkıntı, söz konusu anlamın ortaya
koymakta olduğu sorumluluğun yerine getirilememesinden kaynaklı
kökensel bir haletiruhiye (Grundstimmung) olarak karşımıza çıkar. Bu,
21
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
zaman zaman bir nesne ve bu nesnenin dayatmakta olduğu iş ve amacın
gerçekleştirilememesi olarak tezahür etse de, derin ontolojik mânâda
kendi varlığının hakkını vermeye çalışan Dasein’ın hakkı verilecek sabit
bir zeminden yoksun oluşu karşısında duyduğu dehşet, yani hiçlik deneyimi
olarak kendini ortaya koyar. Dünya Dasein’ı reddeder, onu boşluğa geri
fırlatır. Bu esnada zihinsel yönelimin muhatabı geri fırlatılmış olmaktan
kaynaklı sıkıntı değil, reddiyenin kaynağı olan nesne olduğu içindir ki,
söz konusu haletiruhiye relektif bir tavırla ele alınamaz; içebakışa konu
olan bir nesne olarak incelenemez.
3. Sıkıntı ve Varoluşsal Semantik
İşaret ederek gösterme semantiğin kendisini temel aldığı en ilkel referans
biçimi olarak görülebilirse, Heidegger’in Dasein’a ait pek çok varoluşsal
moment yanında sıkıntı için de farklı bir gösterim mantığı talep etmekte
olduğuna dikkat edilmelidir. Bu mantık parmağın kendisine doğrultulduğu
nesneyi hedef almaktan çok, bu esnada dikkatin varoşlarında kalanı,
karşıya-konulmuş olanın yancısını sorgulama konusu etmeyi amaçlar.
Bu noktada portresini çıkartmaya çalıştığımız araştırma yönteminin ne
denli çetreil olduğunu vurgulamak için şunu söylemek sanırım yeterli
olacaktır: Dil ve teori, temel karakteristikleri ve bağlantıları üzerinden
açığa kavuşturmayı umduğu dünya öğesini karşıya koyup işaret eder,
yani nesneleştirir [Gegenstand, object]. Heideggerci fenomenolojinin talebi
ise açığa kavuşturulmaya çalışılanın, ortam dil olarak kalmaya devam
etse de, nesne haline getirilmesinden kaçınmak olarak tanımlanabilir.6
“Şeyin kendisi”ni [Sache selbst] açıklığa getirmek, onu, ancak ve ancak
zihnin parmakla göstermekte olduğu doğrultudan saptırmakla mümkün
olabilir. Bu ise, gözü nesnede sabit tutarken dikkati yanal elemanlara
çevirme becerisini sergileyebilmek gibi bir harekete benzer.
Aslına bakılacak olursa sabitlenmiş göze rağmen yer değiştiren
dikkat benzetmesi ele almaya çalıştığımız konu açısından sadece bir
yaklaşım mesafesi üretiyor olmanın çok da ötesine geçemez. Biraz daha
cüretkâr bir tutum takınılıp, Heidegger açısından açıklığa taşınmaya
6
Müşahede edici düşünümün ya da içe bakışın kendini kendi hiçliği ya da temelsizliği temelinde
kuran—yani bir şey olmayan, mevcudiyet terimleri ile anlaşılamayan—bir varolan olarak Dasein’ın
nesneleştirilemeyeceğini anlatmak için Heidegger şu retorik soruları sorar: “Dasein’a erişimin,
edimlerdeki ben üzerine yalın ve müşahade edici bir düşünüm üzerinden gitmesi gerektiği sahiden a
priori bir besbellilik midir? Yoksa eksistensiyal analitik bakımından Dasein’ın söz konusu ‘kendini
veriş’ minvali bir yoldan çıkarma, hem de Dasein’ın bizatihi varlığı üzerinde temellenen bir yoldan
çıkarma mıdır?” (Heidegger, 2008, s. 121)
22
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
çalışılanın, yani fenomenolojik anlamda fenomenin (şeyin kendisinin)
tam da zihne ait hayâlî parmağın işaret etmekte olduğu yönün tersinde
konuşlu olduğunun altını çizmek icap eder. Üzerinde durulan fenomen
sıkıntıdır ve sıkıntı kendisinde kalamadığımız, huzuruna çıktığımız anda
arkamızı dönüp sıvışmaya çalıştığımızdır. Bedensel terimlerden örülü
bir analoji üzerinden konuşmaya devam edecek olursak o, parmağımızla
işaret edip baktığımız değil, sırtımızı dönüp kendisinden kaçtığımızdır.
Varoluşa-dair bir yaklaşımdan gelerek bakıldığında düşkünlük
[Verfallen; falling], kendi-olmanın sahihliğini örtüp kapar ve bir
kenara iter. Oysa bu kapalılık, açımlanmışlığın yoksunluk halinden
başka bir şey değildir. Dasein’ın kaçışı kendisinden kaçıştır ve bahse
konu açımlanmışlık kendisini fenomenal olarak burada açımlar.
Tam da kendisinden kaçış yüzünden Dasein kendi ‘peşine’ düşer.
Yani Dasein kendisine ontolojik bakımdan özsel olarak ait olan
açımlanmışlık sayesinde esasen kendi kendisiyle karşı karşıya
kaldığı takdirde kendinden kaçabilmektedir. Bahse konu düşkün yüz
çevirme sırasındaki kaçışın nedeni, elbete ki kavranılmış olmaz, hata
ona doğru yüzünü döndürerek dahi tecrübe edilmez. Fakat tam
da ondan yüz çevirdiğimiz zaman ‘şurada’ [Da; there] açımlanmış
olmaktadır” (Heidegger, 2008, s. 195).
Yukarıdaki alıntı, dünyanın bütün olarak anlamını ve ehemmiyetini
kaybedip geri çekilmesi üzerinden yaşantılanan hiçlik deneyimini ortaya
koyan endişeyi [Angst; anxiety] betimlemekte olsa da, bu söylenenlerin
tamamı derin sıkıntı adı verilen haletiruhiyeye de uygulanabilir.7
Varoluşsal özü hiçlik olan Dasein’ın kendini bir doğaya sahipmiş gibi
tasavvur etmesi, onun kendisini kökeninde yatan hiçlik üzerinden değil,
mevcudiyet üzerinden anladığını gösterir, ki Heidegger bu durumu
“düşkünlük” diye niteler. Burada üzerinde yoğunlaşmamıza, içinde
ikâmet etmemize izin vermeyen fenomeni alıp nesne olarak karşıya
koymak, nesne hâline getirmek, onu orijinalliğinden sıyırıp dönüştürmek;
sırf bilme yönelimli varlıklar olduğumuz için onu olduğu haliyle görmeyi
reddetmek gibi bir durum söz konusudur. Yapılması gereken daha
ziyade “insanın bilincini betimlemektense, ondaki Dasein’ı uyandırmaktır”
(Heidegger, 1995, s. 174). Heidegger’e göre varoluşsal bir haletiruhiye
olan sıkıntı her şeyden önce mâruz kalınan, içine düşülen sıkıntıdır. Bir
7
Varoluşsal endişe ve derin sıkıntının aynı haletiruhiyeye karşılıp gelip gelmediği sorusunu yanıtlamak
uzun bir tartışmayı gerektirebilir. Her ikisi de Dasein’ı sahih kendiliği, yani hiçliği ile buluşturdukları
ölçüde, bu yazı boyunca aynı haletiruhiye gibi düşünülmüşlerdir.
23
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
başka deyişle, nesne hâline getirilmiş sıkıntı evcilleştirilmiş olur ve içine
düşülen, yani yaşantılanan sıkıntı olma hâlini kaybeder: Şu halde, sıkıntıyı
anlatabilmenin en iyi yolu dilsel bir ortam (yazı ortamı) içinde dahi
olsa ona mâruz kalmanın bir yolunu bulmaktır. Bu ise belli bir varoluş
hâlini öz terimleri üzerinden kurmayı reddedip yine varoluş üzerinden
anlamlandırmakla mümkün olacaktır. Varoluşsal düzlemde sıkıntı
fenomenini açığa vuran noetic bileşen kaçınma veya karşısında tabanları
yağlayıp sıvışmadır. Bu anlamda söz konusu tüyme hareketinin kendisi
bir işaret etme biçimi olarak varoluşçu sıfatıyla niteleyebileceğimiz yeni bir
semantiğin ilksel bileşenlerinden biri olabilir gibi görünmektedir.
“Alles Versagen ist in sich ein Sagen, d.h. Ofenbarmachen”, ya da
İngilizce metindeki ifadesiyle: “All telling refusal8 is in itself a telling, i.e.,
a making manifest” (Heidegger, 1995, s. 140). Metaiziğin Temel Kavramları
adlı metinde dile getirilen bu ifadenin Türkçe karşılığı aşağı yukarı şudur:
“Dile getirilmesi mümkün olmayanı dile getirme yolunda sergilenen
her çaba öyle ya da böyle bir dile getirmedir; açığa çıkarmadır”. Varlık
ve Zaman’da geçen temel ontolojik ifadelerin birer kategori, yani varlığın
çeşitli anlamlarını veren kavramlar olarak değil de biçimsel belirteçler ya
da formel indeksler (Formale Anzeige) olarak tanımlanmalarının nedeni
tam olarak budur. Dilsel kavramlar zihnin huzuruna çıkartılmış nesneyi
muhatap alırken, existential’ler olarak da adlandırılan bu belirteçler tam
da zihinsel gözün görmediğini konu etmenin bir yolu olarak öne çıkarlar.9
Nesne olanın varlığının tek bir anlamı vardır: mevcudiyet (presence).
Mevcut olan zihnin dikkatine sunulmuş olandır ve zihnin odaklanma
işlemini gerçekleştirdiği zaman kesitine hapsedilmiş durumdadır.
Bu zaman kesiti de “şimdi” adı verilen zamansal birimden başkası
değildir. Zihin ve nesne arasındaki ilişkiyi temele alan ve şimdilerden
oluşan düzgün doğrusal zaman anlayışını terketmeden periferde kalan
“Telling refusal” ifadesini mota mot çevirecek olursak “(duyguları, düşünceleri, vs.) açığa çıkartan
reddediş” gibi bir anlam elde ederiz. Bu, nesne olarak görünüme gelmeyi reddeden fenomenin, yarattığı
dirençte kendini açığa vurması gibi anlaşılabilir.
9
Metaiziğin Temel Problemleri adlı eserinde Heidegger, sıkıntıya yönelik “bu sorgulamanın, tüm
bilimsel soruşturmalara zıt olarak, belirli bir bilgi sahasına yerleştirilemeyeceğini, ya da böyle kapalı bir
alan içinde etkinleştirilmesinin mümkün olmadığını” söyler ve şunu da ilâve eder: “Bu sorgulama,
kendine ait soruşturma sahasını ilk olarak sorgulama ediminin ifâsı esnasında oluşturur ve yine, söz
konusu soruşturma sahasını açık tutmaya yalnızca sorgulamanın ifâsı süresince muvaffak olur”
(Heidegger, 1995, s. 174). Bir başka deyişle, kendileri vasıtasıyla sıkıntı fenomenini sorguladığımız
kavramlar, yani formel indeksler söz konusu sorgulamayı mümkün kılarlar. Diğer yandan ise,
etkinliklerinin devamını sorgulamanın devam etmesine borçludurlar. Bu bize, sıkıntı fenomeninin
bilince verili bir nesne olmadığını göstermelidir.
8
24
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
sıkıntıyı fenomenolojik incelemenin konusu kılmanın bir yolu yoktur.
Zira “şimdi”ye hapsedilmiş Dasein mevcudiyet ontolojisi üzerinden
anlaşılacak doğal bir varolana indirgenmiş olur. Bu husus bizi Heidegger’in
zaman anlayışını bir kez daha gözden geçirmeye sevkeder.
4. Dasein’ın Kökensel Zamansallığı
Sıkıntı fenomenini anlayabilmek için ardarda sıralanmış şimdilerden
oluştuğu düşünülen nesnel zaman ya da geleneksel zamanın
ontolojik koşulu olan kökensel zamansallık fenomeninin açımlanması
gerekmektedir. Noktasal şimdilerin arka arkaya dizilmelerinden oluştuğu
için şimdi-zamanı olarak da anılan geleneksel zaman Heidegger’in “dünyazamanı” diye adlandırdığı zaman tarafından; dünya zamanı ise Dasein’ın
“ekstatik-ukî kökensel zamansallığı” tarafından temellendirilmektedir.
Bilim ve sağduyunun ortak anlayışında şekillenen geleneksel zaman
kavrayışı Heidegger tarafından Aristoteles’in şu tanımına dayandırılır:
“Aslında zaman şudur: önce ile sonraya göre devinim sayısı” (Aristoteles,
2012, s. 191) [T7]. “Henüz” ve “artık” gibi zamansal ifadelerin “henüz
şimdiye taşınmamış” ve “artık şimdi olmayan” şeklinde anlaşılmaları
uygunsa, gelecek ve geçmişi de içine almakta olan bu zaman kavrayışının
buna rağmen “şimdi-zamanı” olarak adlandırılıyor oluşunu normal
karşılamak gerekecektir.10 Sayılıyor olması geçiyor oluşunu, geçiciliğini,
akışkanlığını imâ eden bu fenomende sabit kalan nedir ki, ona hâlâ zaman
gibi bir isim verebiliyoruz? Bu soruyu sormak, özüne hareket katmış
olduğumuz bir fenomenin ne bakımdan kalıcılık içerdiğini sormakla birdir.
“Zaman nedir?” sorusu, akışkanlığı es geçecek biçimde zamanı bir bütün
olarak ele alır ve onu şeyleştirip nesne hâline getirir; onda değişmeden kalan
özsel öğenin ne olduğunu sorar. Yanıt ise açıkça “şimdi”den başka bir şey
değildir. Zaman kendisi vasıtasıyla hareketi saydığımızdır; “Aristoteles
cephesinden şu saf bir iddia olarak görünür, ki zamanın hareketle
10
“Aristotelesçi zaman tanımı ilk olarak şöyle de formüle edilebilir: zaman, önce ve sonra
bakımından deneyimlenen hareketle bağlantılı olarak sayılan şeydir. Fakat bu şekilde
sayılanlar şimdi olarak açığa çıkarlar. Ne var ki bahsi geçen bu şimdiler yalnızca önce ve sonra
ukunda dile getirilir ve anlaşılırlar” (Heidegger, 1982, s. 246). Bu söylenen çok önemlidir, zira
Bergson’un Aristotelesçi zamanı kavrayışının aksine (şimdi-noktalarının aritmetik
toplamından müteşekkil olup mekana dönüştürülmüş zaman), Heidegger’in şimdi-zamanını
büyük ilozof ile özdeşleştirmekten kaçındığına delâlet eder. Heidegger’in amacı, bilâkis,
şimdinin geçmiş ve geleceğe, geçmiş ve geleceğin de şimdi ve birbirlerine atıla mümkün hale
gelebileceğini öne sürmesini sağlayan ekstas ikrini Aristoteles’e borçlu olduğunu göstermektir.
[T8]
25
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
bağlantılı olarak sayılan olduğu farz edilir (Heidegger, 1982, s. 239)
[T8]. Hareketi ise homojen biçimde yanyana dizilmiş şimdileri sayarak
ölçeriz. Bu durumda hareketi mi zamanla, zamanı mı hareketle açıklıyor
olduğumuz sorusu yanıtlanmadan kalmaya mahkum bir soru olarak
gelip karşımıza dikilir. Zamanın özünü sorgulamak, her ne kadar önyargı
bildirmeyen nötr bir tavır alma olarak görünüyor olsa da, soruya konu
edilmekte olan fenomene bir nesne olarak yaklaşılabileceğini bildiriyor
olması bakımından düşündüğümüz kadar masum bir eylem değildir. Zira
zaman bir nesne ise, onun da her nesne gibi dünya-içinde yer alıyor olması
zorunludur. Ama açıktır ki, hareket ve değişimin dünyanın ontolojik
özyapısına dahil edilmesi gerekliliği ölçüsünde zamanı dünya-içre bir
varolan olarak kavramak mümkün değildir. O halde zaman nerededir?
Saymakta olduğu dünyevi hareketin neresinde durmaktadır? Kendisini
sayana göre nerede konumlanmıştır?
Zaman saymaktan önce, içinde yaşadığımız dünyayı ve dolayısıyla
bu dünya içinde kendi konumumuzu tanzim etmeye yarar. Heidegger’in
“dünya zamanı” dediği zaman, zamanı içinde yer alacağımız
toplumsallığın gerekleri ve bu gereklerin bize kendilerini dayatıyor
oluşlarını dikkate alır. Bu anlamda söz konusu zaman, takvimlendirme
üzerinden her daim dünyaya bağlanmış bir zamandır. Nesnel zaman
“saat üçte” demeyi zamanı bildirmek bakımından kâi görürken, dünya
zamanı aynı şeyi “buluşmayı kararlaştırdığımız saat” diye ifade etmenin
uygun olacağını öngörür. [T8: counting time: Aristoteles; time-reckoning:
zamanı hesaba katma; ayrıca bkz: dipnot 10]
Diğer yandan, dünya zamanı dahi Heidegger’in istediğini vermeye
yetmez. O, “şimdi”nin mümkün olabilmesini sağlayan uku açımlayan,
daha kökensel bir zaman kavrayışının peşindedir. Bu noktada
vurgulayacağı temel husus, şimdinin geçmiş ve geleceğe; geçmiş ve
geleceğin de geri kalan iki zaman kipine gönderme yapmaksızın anlamlı
bir bildirimde bulunmakta yetersiz kalacaklarıdır. Sözü geçen üç zaman
kipinin birbirlerine her daim gönderme yapıyor oluşları, Heidegger
tarafından kökensel zamanın “ekstasları” olarak adlandırılmalarına yol
açmıştır. Zamanın üçlü ekstatik yapısı, insan varlığını bulunuş, söz ve
anlama adı verilen ontolojik modların bütününden meydana gelen ihtimam
yapısı içinde, zamansal ve sınırlı [inite] bir varlık olarak kavramamızı
sağlar. İnsanın kendi seçmediği bir dünyaya atılmışlığının temel ifadesi
olan haletiruhiye, ve bir haletiruhiye olarak sıkıntıyı anlamak istiyorsak,
zamanın bu derin ontolojik kavrayışından yola çıkmamız gerektiği açıktır.
26
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
Ama bizim amacımız, tam tersine, söz konusu zaman anlayışına varmak
için sıkıntı fenomenini işe koşmak olacaktır.
5. Langweile olarak Sıkıntıya ilişkin Genel Fenomenolojik Yaklaşım
Sıkıntı her şeyden önce bir haletiruhiye [mood] olduğu içindir ki, onu,
Dasein’ın varoluşsal özünü meydana getiren ihtimamın [Sorge; care]
anlama [Verstehen; understanding] ve söz [Rede; discourse] ile birlikte
üçlü yapısını oluşturan bulunuş [Beindlichkeit; state-of-mind] üzerinden
gündeme taşımak gerekir. Burada bulunuşu “birinin içinde bulunduğu
durum” (Gelven, 1989, s. 80) ya da Almanca “Wie beinden Sie sich?”, yani
“Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” kullanımları üzerinden kavrarsak,
haletiruhiye ve bulunuş kavramları arasındaki ilintiyi algılamamız daha
kolay olacaktır.
Heidegger’in bizi sıkıntıyı nesneleştirip anlamaya değil, ona mâruz
kalmaya davet etmesinin temel nedeni, nesneleştirme de dahil olmak
üzere her türlü anlama etkinliğinin arka planında bir haletiruhiyenin
yatıyor olmasıdır: “Bulunuş hep bir anlayış iledir, fakat özelliği onu
örtbas etmesidir. Anlamak her daim bir haletiruhiyeyledir” (Heidegger,
2008, s. 150). Dünyayı bir nesne olarak karşıya koyup algılamaya, onun
bilgisini edinmeye çalışan tarafsız ve yansız bakış dahi, önüne koyduğu
nesne alanını belli bir gerekçe ile değerlendirmeye alır. Bir başka
deyişle, gerekçesi olmayan bir zihinsel yönelmişlikten bahsetmenin
imkânı yoktur. Her algılama aynı zamanda bir seçim yapmadır ve bu da
algılanmak üzere içinden seçim yapılan alanın dünyanın bütününü açığa
vuran bir haletiruhiye arka planında öne çıkarıldığı anlamına gelir. Şu
halde Husserlci aşkınsal bilincin kayıtsız yönelimselliğinin art alanında
Heidegger’in vazetmekte olduğu dünyanın bütünsel açımlanmışlığı
yatmakta; söz konusu açımlanmışlığı ise bulunuş mümkün kılmaktadır.11
Heidegger haletiruhiyeden bağımsız, nesnel ve kayıtsız bir dünyaya
11
Matthew Ratcliff, Heidegger’in anlamayı bulunuştan daha öncelikli bir varoluşsal moment olarak
değerlendirmiş olduğu hatırlatması yapsa da bu görüşe şöyle karşı çıkar: “Böylelikle, her ne kadar
anlama verili bir varolanın belli bir şekilde ehemmiyetli [signiicant] görünüp görünmediğini belirliyor
ise de, aynı varolanın aynı biçimde ehemmiyet olabilmesini ya da olamamasını belirleyemez. İllâ biri
öncelikli olacaksa, anlama üzerinde önceliği olanın haletiruhiye olduğunu belirtmek gerekir, zira içinde
anlamanın iş göreceği olanaklılık alanını şekillendirmekten sorumlu olan haletiruhiyedir” (Ratcliff,
ss.161-2). Zaten Varlık ve Zaman’dan iki yıl sonra Heidegger, Ratcliff’in bu iddiasını destekleyecek
tarzda şunu yazacaktır: “Bulunuşlar, içinde kendimizi şu ya da bu şekilde nizama sokulmuş [disposed]
olarak bulduğumuz kökensel tarzlardır. Bulunuşlar, kendilerine uygun olarak birinin o ya da bu şekilde
olduğu ‘nasıl’a [Wie] karşılık gelirler” (Heidegger, 1995, s. 67).
27
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
yönelmişlik halini reddeder, zira bir “haletiruhiyeye hakim olmak,
herhangi bir haletiruhiyeye sahip olmaksızın gerçekleşmez, aksine hep
belirli bir karşı haletiruhiyeden hareketle olur” (Heidegger, 2008, s. 144).
Heidegger, Metaiziğin Temelleri’nde sıkıntı analizine sıkıntının
zamanla ilişkisini vurgulayarak başlar. Almanca’da Langweile (ing.
whiling long) süregitmenin uzaması, zamanın lastik gibi genişlemesi,
geçmek bilmemesi anlamlarına gelmektedir (Heidegger, 1995, s. 78).
Dasein’ın zaman ile ilişkisi, daha önce belirtilmiş olduğu gibi, zamanın
onun varoluşsal özüne ait olması olarak düşünülmelidir. Dasein’ın özü
varoluşudur ve varoluşun özü ise zamandır. Bu söylenen ne anlama
gelmektedir?
Geleneksel anlayış uyarınca zaman, zamandışı öze sahip özneye
ait bir yeti [faculty] olarak düşünülmüştür. İnsanın özünün düşünce [res
cogitans], ve düşüncenin özünün ise, duyusal olana zıt olarak zamandışılık,
değişmezlik olduğu hatırlanacak olursa Heidegger’in anlatmaya çalıştığı
şey daha iyi anlaşılır. Ona göre durum daha ziyade şudur: Sabitlenmiş,
tamamlanmış, bitmiş ve bu sayede de zamanın dışında kalmış bir doğaya
sahip olmayan Dasein’ın kim-liği tamamen onun varoluşuna bağlıdır ve
varolma ara verilebilir, askıya alınabilir bir fenomen değildir; bir başka
deyişle, zamanın zamanlamasının amansızlığı ölçüsünde Dasein kontrolü
elden kaçırma tehlikesiyle12 her daim burun buruna yaşar. Bu anlamda
zamanın Dasein’a değil, Dasein’ın zamana ait olduğunu belirtmek daha uygun
olacaktır. “Zamanım var/yok” türündeki gündelik ifadelere zıt bir biçimde
Dasein’ın zamana ait olduğunu iddia etmek, hiç kuşku yok ki Dasein’ın
zaman içre [intratemporal] bir varolan olduğu vehmini de yaratmamalıdır.
Önermeler ve sayılar gibi zaman-ötesi [supratemporal] veya ebedî
[eternal] olarak nitelenenlerin tersine zaman içre veya değişken bir varlık
tarzı arz eden olaylar, nesneler, süreçler gibi varolanlardan bahsetmek ve
bu iki alanı birbiriyle ilişkilendirmeye çalışmak, Platon’dan beri felsefenin
temel uğraşılarından birisi olagelmiştir (Heidegger, 2008, ss. 18-19). Fakat
Dasein’ın zamansallığından (ya da temporalitesinden) bahsetiğimizde,
onu zaman adı verilen mevcudun içine yerleştirilmiş ayrık bir mevcudiyet
olarak kavrıyor da değilizdir. Durum daha ziyade şudur ki, Dasein’ın özü
12
“Kontrolü elden kaçırma tehlikesi”nden, sabit mevcudiyet terimleri üzerinden kavranamayacak olan
Dasein’ın dünyayı ve kendisini kendi karşısına yine sabit ve mevcut bir nesne olarak koyamayacak
olmasını anlamak gerekir. Dünyanın zamanı ile Dasein’ın zamanı arasında ortaya çıkması her daim
olası olan uyumsuzluk (bkz. dipnot 13 Svendsen), Heidegger tarafından arafta bırakılma
[Hingehaltenheit; being held in limbo] ve boşta bırakılma [Leergelassenheit; being left empty]
kavramları ile ifade edilmiştir. Söz konusu kavramlar sıkıntının iki temel momenti olarak kavranmalıdır.
28
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
zamansallıktır. Bir başka deyişle, varlığı anlayan varolan olarak Dasein,
kendi tarzında varolmakla üretiği zamansal uka (Dasein’ın Da’sı)
varlığın kendini yansıtığı ayrıksı bir ontolojik birim olarak görülmelidir.
Dasein’ın zamana ait olduğunu söylemek demek, Dasein kendi
zamansal özünü, yani varoluşunu kendine nesne yapamaz demektir [T9,
T10]. Buna karşın “zamanım var/yok”, “zamanı geçirmem lazım” gibi
gündelik ifadeler, sanki söz konusu fenomen ondan bağımsız varlığımızın
keyiyetine, tasarrufuna kalmış gibi bir izlenimin doğmasına yol açarlar.
Zamanı geçirmek, eninde sonunda “zamanı silkeleyip atmak” anlamına
gelmez; durum daha ziyade şöyle tarif edilebilir: “Zamanı geçirmek,
zamanı itirip ilerletecek şekilde sıkıntıyı sürüp atmaktır”(Heidegger, 1995,
s. 93)13. Ama zamanı itirip ilerletme [driving time on] benzetmesinin bir
anlamı yoktur, zira zamanın keyiyetimize kalmış, ontolojisi mevcudiyet
terimleri üzerinden önbelirlenmiş bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Kaldı
ki, sıkılmanın zamana mâruz kalma olduğu düşünülecek olursa, zamanı
kontrolü altına almış bir varlığın nasıl olup da sıkılabileceği anlaşılmaz
hale gelir. Zaman keyime göre geçirebileceğim bir şeyse, sıkıntının da
benim tasarrufumda olması gerekir, ki bu düpedüz saçmadır. Sıkıntı,
bilâkis, geçirmem mümkün olmayan zamanı umarsızca geçirmek
isteyişimle ilgili bir bulunuş biçimi olarak değerlendirilmelidir.
Heidegger’in açıklamasına göz atacak olursak Almanca’da zamanın
uzamasından yakınmak yani sıkılmak [Langweile haben], “sıla hasreti
çekmek”, “yuva özlemi duymak” anlamlarına gelmektedir (Heidegger,
1995, s. 80). Bu noktada dilin gündelik kullanımında açığa vurulmakta
olanın şahitliğine güvenecek olursak şu soruyu sormamız gerekir: Sıkılma
beyanında Dasein hangi gurbete savrulmuştur ve özlemini çekmekte
olduğu yuva tam olarak neresidir? Sürüldüğü yerden geri dönememe
teması olarak sıkıntı, bize felsefe yapıyor oluşumuzun gerekçesini sunması
açısından da önem arzeder niteliktedir.
6. Sıkıntı Türleri
Heidegger’in tanımlamış olduğu üç tip sıkıntı deneyimi bulunmaktadır.
13
Bu tanımla ilgili olarak Heidegger şöyle bir değerlendirme yapar: “Lâkin daha ayrıntılı bir sorgulama
sonucunda bu tanımın yanlış olduğunu görürüz. Zira zamanın bu ittirilip ilerletilmesinde ve sıkıntının
sürülüp atılmasında, sıkıntı ile ilgili bir şey zaten söylenmiştir; bunlar zamanın ittirilip ilerletilmesi
ve de geçip gitmesinin sağlanması [driving it by] momentleridir. Artık böyle yapmakla sıkıntıyı sürüp
atıyor olduğumuzu söyleyemeyiz” (Heidegger, 1995, s. 95) zira ittirip ilerletme ve geçirme momentlerinin
sıkıntının özüne ait olduklarını; bir başka deyişle sıkıntının bunların nedeni olmadığını söylemek icap
eder.
29
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
Birinciden üçüncüye doğru nesne belirsizleşmeye başlar ve nesnenin
belirsizleşmesi ölçüsünde konu edilmesi gereken zamanın derinlik
derecesinde artış olur. Sıkıntıyı kendisi üzerinden anlamamız gereken iki
moment nesnenin kendini gösterip vermemesinden; ama buna rağmen
Dasein’ı tutsak etmesinden ibâretir. Söz konusu momentleri Heidegger
sırasıyla elde mevcut nesnenin dikkatimizi absorbe etmeyi reddederek
bizi kendimize geri göndermesi olarak tanımladığı “boşta bırakılma”
(Heidegger, 1995, s. 103) ve zamanın ayak sürümesi olarak betimlemeyi
uygun gördüğü “arafta bırakılma” (Heidegger, 1995, ss. 99-100) olarak
adlandırır.
Bir tren garında dört saat sonra gelecek olan treni bekleme mecburiyeti
ile karşı karşıya olma durumu, Heidegger’in birinci sıkıntı tipini açıklamak
için kullandığı örnektir. Peronda dolaşılır, tuvalete gidilir, her 5 dakikada
bir saate bakılır, ama zaman bir türlü geçmek bilmez. Bekleyenleri misair
etmek tren garlarının aslî işlevlerinden biri olsa da, bu nesne asıl amacı bir
an önce trene atlayıp işine gücüne bakmak olan Dasein’ı memnun etmek
şöyle dursun, ona bir tutukevi gibi gelir. Geç kalmış Dasein’ın sabırsızlığı
artar, tren gelmeyi reddeder, ama Dasein’ı gar sayesinde esâret altında
tutmaktan vazgeçmez. Heidegger ayrıca sıkıcı bir kitap okuma örneğini
de gündeme getirir. İlginç bir şeyler sunmamakta direnen kitap Dasein’ı
boşa çıkarırken, her an dökülüp gelmesi beklenen olağanüstü sayfalara
ilişkin beklenti kitabın bir kenara fırlatılmasını engeller, Dasein’ı arafta
bırakır (Heidegger, 1995, s. 93).
Bu durumu ontolojik terimlerle şöyle açıklamak da mümkündür:
Dasein, kendi seçimine bırakılmamış olan bir dünyaya fırlatılmış
(geworfenheit) varlıktır. İçinde yer almakta olduğu dünya, çoğu zaman
bir nesne uzaklığı sağlamaktan ziyade Dasein’ı soğurup içine çeker,
onu durmamacasına meşgul eder. Otantik zaman kavrayışına göre
şimdinin kendini ortaya koyuşu, mevcudiyetin “burada ve şimdi”
olarak kendini açması, gelecek planlarına dayalı olarak eylemekte olan
Dasein’ın önünde açılan gelecek ile kendini içinde bulduğu dünyanın
âşinalığından kaynaklı geçmiş momentlerinin etkileşmesi sayesinde
mümkündür. Alet edevatın birbirlerine belli kullanım amaçları üzerinden
referans ilişkileri ile bağlanmalarından mütevellit olan dünya, daha
önce de belirtmiş olduğumuz gibi birliğini Dasein’ın nihai amacına, yani
“hayatın anlamına” borçludur. Sıkıntının bu ilk hâlinde nesne yerine
geçen bir dünya bileşeni, Dasein’ı, kendisi için hayatı anlamlı kılan amaca
yürümekten meneder, onu kendini bütünleme yolundan alıkoyar. Bu
30
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
durumda dünyanın kendini Dasein’a, onu kendine geç bıracak biçimde
dayatığını söylemek mümkündür.14 Amaca yönelik Dasein şimdi’de
kendini kaybedemez; zaman ayak sürür. Elde mevcut nesnenin kendini
Dasein’a vermemesi ve onu boşa çıkartması, içinde bulunduğu dünyanın
zamanı ile Dasein’ın zamanı arasındaki uyumsuzlukla birleştiğinde
sıkıntı fenomeninin birinci türüne ilişkin ontolojik açıklama verilmiş
olur. Tersinden düşünecek olursak, Dasein’ın gara varışı ile trenin kalkış
saatleri örtüşmüş olsa sıkıntıdan bahsetmenin mümkün olmayacağı bir
durumun hâsıl olduğunu kabul etmek gerekir: “Sıkıntı yalnızca şu yüzden
mümkündür, ki her şeyin. . . kendi zamanı vardır. Her şeyin kendine ait
zamanı olmasa idi, sıkıntı diye bir şey de olmayabilirdi” (Heidegger,
1995, s. 105). Ama içinde bulunduğu çevreleyen-dünya (Umwelt) her
daim zamansal bir eklemlenmeye, düzenlemeye tâbi olduğundan ve söz
konusu işleyiş Dasein’ın bireysel zamanını kale almadığından, sıkıntının
bu birinci bileşeninin her daim gündemde olmaya devam edeceği açıktır.
Sıkıntı veren nesnenin gayet belirgin olduğu bu durumdan daha
derinlikli bir sıkıntı durumuna geçiş yaparsak, Heidegger’in şöyle
bir örnek kullandığını görürüz: Bir partiye davetliyiz, gidip gitmeme
konusunda yaşadığımız kısa bir tereddüt sonunda davete icabet etmeye
karar veriyoruz. Akşam boyunca yenilip içiliyor, şakalaşılıp muhabbet
ediliyor, her şey olması gerektiği gibi gidiyor. Ayrılırken övgüler
duyuyoruz, memun kalıyoruz, tekrar görüşmek üzere sözleşiyoruz.
Lâkin eve dönüp kendimizle başbaşa kaldığımızda; hele bir de o akşam
yarım bırakmış olduğumuz işe gözümüz ilişmiş ve o işle ilgili olarak ertesi
sabahı gözümüzün önüne getirmişsek birden bire bütün gece boyunca
sıkılmış olduğumuzu farkediyoruz. Tabi böyle güzel geçmiş bir gecenin
ardından bu tip olumsuz bir haletiruhiyeye nasıl girdiğimizi anlamakta
zorlanıyoruz (Heidegger, 1995, s. 109).
İlk bakışta bu örnek, önceki sıkıntı tipine göre ne bizi reddeden, boşa
çıkaran belli bir nesneden, ne de geçmek bilmeyen bir zaman diliminden
14
Heidegger’in verdiği tren garı örneğini kendi dönemine uyarlayarak havaalanında uçak bekleme
deneyimini gündeme getiren Svendsen, bu meseleyi şu şekilde açıklamayı uygun görmüştür: “…
bir gecikme olduğunda, havaalanındaki bütüncül vaziyetim, her şey zaman çizelgesine uygun olarak
gelişmiş olsa içinde olacağım vaziyetten farklılık arzeder ve vaziyetteki bu değişiklik farklı türden bir
zaman deneyiminin ortaya çıkışına önayak olur. Sıkıntı gibi bir şey mümkündür, zira her şeyin kendi
zamanı vardır. Eğer her şeyin kendi zamanı olmasa idi, sıkıntı da olmayacaktı. Demek ki sıkıntı, şeyin
kendi zamanı ile bizim o şeyle karşılaşma zamanımız arasında bir uyuşmazlık olduğunda ortaya çıkar.
Bu ise, sıkıntının özüne ilişkin olarak ortaya konulan soruya verilmiş deneme kabilinden bir cevap
olarak düşünülebilir” (Svendsen, 2005, s. 119).
31
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
söz etmeyi mümkün kılar görünmektedir. Burada gerçekleşme anı dört
gözle beklenen ile bu bekleyişi kolaylaştıran oyalanma eylemleri arasında
bir fark olduğunu iddia etmek mümkün değil gibi görünüyor. Kendisini
amaç edindiğimiz ve kendisi ile oyalandığımız bir ve aynı şey: bir bütün
olarak düzenlenen partinin kendisi. Parti ise, ilk örnekte kendisinden
oyalanma talep etmiş olduğumuz tren garı ve kitap örneklerinin aksine
bizi içine çekiyor, sırtımızdan zamanın ve sıkıntının yükünü alıyor, bizi
kendi içinde eritip kendimizden geçiriyor. O halde problem ne? Heidegger
görünüşteki açık benzemezliğe karşın bu örnekte de sıkıntının iki temel
momentine, yani nesne tarafından boşa çıkarılma ve zaman tarafından
arafta bırakılma temalarına başvurmakta ısrar eder.
Parti için kendimize zaman ayırmışızdır. Bu da orada geçireceğimiz
zamanın tarafımızdan boşa geçen zaman olarak değerlendirilmeyeceğinin
bir garantisi olarak anlaşılabilir. Buna karşın partide sıkılma, tam da
bu anlamda, söz konusu garantiyi kendimize veremeyeceğimizin idrâk
edilmesine bir örnek teşkil etmektedir. Hayata verdiği anlamı kendi
varoluşsal olanakları ve yaptığı seçimler üzerinden gerçekleştirmeye,
doyurmaya çalışan Dasein, örneğe konu olan sosyalleşme ortamının
sahih benliğini hayata geçirmesinde yetersiz kaldığını görür. Bu anlamda
katılıma konu olan partinin tamamı Dasein’ı boşa çıkarır, ona ait varoluşsal
planların gerçekleşmesini sağlamaktan uzak kalır (Heidegger, 1995, s. 119).
Parti, devam etiği müddetçe beklentiselliğin mümkün kılmakta
olduğu gelecek kadar geçmiş kipini de dışarıda bırakacak biçimde
Dasein’ı absorbe eder, oyalar. Parti zamanı âdeta uzayıp gitmiş bir şimdi
haline gelir. Bu anlamda arafta bırakılma momenti, ilk örnekte olduğu gibi
zamanın ayak sürümesi değil, durması olarak tezâhür eder. (Heidegger,
1995, s. 122). Uzamış ve durmakta olan şimdi, bizim bu parti için kendimize
ayırmış olduğumuz zamandır. Heidegger bu noktada sözü edilmekte
olan “şimdi”nin tam olarak onu deneyimlemekte olan Dasein olduğunu
belirtir.15 Bu hususu şöyle yorumlamak mümkündür: Geçmiş ve gelecek
kiplerinin kapanması ile elastikiyet kazanan şimdi, bitmiş bir yaşamın
modeli olabilecek bir tamamlanmışlığı modeller. Tamamlanmışlık ise
bitmiş bir kendiliği. Ve bu kendilik doğal olarak Dasein’ı memnun etmez,
15
İlk ve ikinci sıkıntı tipleri arasındaki temel fark, birincinin haletiruhiyeye dair nesnel tarafı
açığa vurması iken, ikinci sıkıntı tipinin öznel yönü ön plana taşıması olarak görülebilir. Gerçekten
de Gelangweiltwerden von etwas olarak tâbir edilen birinci sıkıntı, bir kitap ya da tren garının bizi
sıkmasına gönderme yaparken; Sichlangweilen bei etwas şeklinde ifadeye büründürülen ikinci sıkıntı
tipinde kendimizi sıkıntıya gark eden yine kendimizizdir (Biceaga, 2006, s. 145).
32
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
onu sıkıntıya sürükler.16
Üçüncü sıkıntı tipinin örneği yoktur, zira Heidegger’in üçlü
sacayağına oturan sıkıntı kavramsallaştırması, empirik olandan aşkınsal
olana doğru hiyerarşik bir gidişat öngörmektedir. Üçüncü sıkıntı tipi,
diğer iki sıkıntı tipinin aşkınsal/ontolojik koşulu olarak değerlendirilmeli;
o ölçüde de her tür örnekleme ediminin hazırlayıcısı olarak görülmelidir.
Aslında meseleyi şu şekilde özetlemek de mümkündür: Şimdinin
ötesine ve berisine, yani gelecek ve geçmişe sarkma olarak tasavvur
edilmesi gereken Dasein, sıkılmak için yeri olan varlıktır. Şimdiye
hapsolmamış olmak, zamanın üç kipinin birbirine uzanışı sonucu ortaya
serilen açıklığı işgal ediyor olmak, insan varlığının sıkılabilme kabiliyetine
sahip olmasının yegâne anlamı gibi görünmektedir. Dasein’ın varoluşsal
özü ihtimam [Sorge; care] ise ve ihtimam fenomeni onun zamansal özünü
geçmiş, gelecek ve şimdinin karşılıklı olarak birbirlerine uzandıkları bir
hareket [ecstasis] olarak betimlemeyi zorunlu kılıyorsa, durmuş zaman
içinde “şimdi”ye kapanıp kalmış olmak dünyanın anlamını kaybetmesi
ile mümkün olabilir, ki bu da sıkıntıdan başka bir şey değildir (Heidegger,
1995, s. 32).
Sıkıntı, Dasein’a ait hiçliği üretecek biçimde onu yarıp geçen zamanın
zamanlamasından başka bir şey değildir. Dünyayla eşgüdümleniş
(akortlanış) [atunement] olarak derin sıkıntı, kendine kapalı öznenin içinde
kendi-dışını, ötekini üretecek olan zamanın hareketi olarak tanımlanabilir.
Sıkıntı öznenin zaman tarafından zorunlu yarılışını imler ve bu yarılışın
zorunluluğu ölçüsünde şeyleştirilmiş, “doğa”sına tutsak edilmiş, kendi
içine kapalı öznenin ontolojik arkaplanında Dasein’ın bulunduğunu
teslim etmek zarureti doğar. Derin sıkıntı olarak zuhur eden zamansallık
Dasein’ı bilimlerin vaazetmiş oldukları zeminden koparır ve onu
hiçlik, zeminsizlik üzerinde askıda bırakarak özgürlüğüyle buluşturur.
Sıkıntı, Dasein’ın özgürlüğünü sahip olunması muhtemel bir “doğa”dan
bağımsızlaşmış-olma olarak anlamamızı sağlayacak yüzeysel olmayan bir
paradigma sağlar.
Gidilen yerden geri dönememek; boşa çıkmak, boşta kalmak; arafta
16
“İlk sıkıntı tipinde, kullanıma hazır olan ama ‘bize hiçbir şey sunmayan’ şeyler tarafından, ikinci
sıkıntı tipinde ise, herhangi bir şey tarafından “doldurulmayı” dahi talep etmeyi bırakmış kendi
gündelikliğimiz sayesinde boşa çıkartılırız” (Boss, 2009, s. 95). Bu noktada Husserlci Erfüllung
kavramsallaştırmasının ne dereceye kadar işe yarayacağı açık değildir, zira ortada gerçekleştirilecek
bir beklenti, doldurulacak bir zaman yoktur.
33
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
kalmak. Zaman Dasein’ın kendi kendisini etkileyebilmesi; kendi kendisine
mâruz kalması olarak anlaşılmalıdır.
Sıkıntı durumunda Dasein kendisine yöneldiği nesneden âdeta
itilmekte, onun tarafından boşa çıkartılmaktadır. Zira nesnenin içinde
yer almakta olduğu alet edevat ağı ve söz konusu alet edevatı birbirine
bağlamakta olan referans sistemi çöküntüye uğramıştır. Mevzubahis
çöküntünün kaynağı ise, dünya olarak adlandırılmakta olan hedeler ve
amaçlar sisteminin kendisi uğrunda birliğe geldiği nihai ereğin önemini
kaybetmesi olarak açıklanabilir. Nihai ereğin tarihselliğe aşkın olan bir
otorite tarafından değil de, yine kendisi tarafından konulmuş olduğunun
idrâkine varan Dasein, kendisine zorunluluk atfetmeye meyyal olduğu
hayatın anlamının kökeninde salt olumsallık yatığının da ayırdına varır.
Bu ise, sahih Dasein’ın kendi varoluşunu edimsellik [actuality] yerine
olanak [possibility] terimleri ile kavramaya başladığı andır. Heidegger’in
Dasein’a bir doğa atfetmek yerine onu olma-olanağı [Seinkönnen] üzerinden
ele almakta ısrarlı oluşunun nedeni, sözünü etmekte olduğumuz derin
sıkıntı yaşantısının Dasein’a göstermekte olduğu kendi hakikatidir.
Dasein bu noktada kendi zeminsizliğini ve hiçliğini kavrar; bir doğa
tarafından sınırlanmış olmamak anlamına gelen özgürlüğünün gerçek
anlamının ayırdına varır. Bu anlamda dünyaya karşı bir konumlanışı ifade
eden varoluşsal endişe ve derin sıkıntı durumları, Dasein’a bir doğası
olmadığını; bu doğanın olması gerektiği yerde hiçlik olduğunu gösterir.
Dasein bir doğaya sahip değildir demek Dasein bir şey değildir demektir
(İngilizce nothing, no-thing). Bir başka deyişle Dasein edimselleşmesi
mümkün, potansiyel bir doğaya sahip olma anlamında değil, böyle
bir doğayı dışarıda bırakacak şekilde saf olanak olarak anlaşılması
gereken bir kipte varolur. Dasein’ın özünün varoluşu olması, onun saf
olarak düşünülmesi gereken olma-olanağı (Seinkönnen) olmasında yatar
(Heidegger, 1995, s. 143).
7. Sonuç: Çağımızın En Temel Sıkıntısı olarak Özsel Sıkıntı Eksikliği
Sıkıntı üzerine yapmış olduğu bu çözümlemeler sonucunda Heidegger
ontolojik zeminden politik zemine kayar görünen bir soru sorar:
“Bugünün insanı kendisi için sıkıcı olmaya başlamış mıdır?” (Heidegger,
1995, s. 162). Burada ilozof kendini metaiziğin derin sularından siyasî
alanın görece somut dünyasına çekmeye çalışır gibidir.
Heidegger, tıpkı hocası Husserl gibi, çağı bir kriz çağı olarak görmektedir.
34
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
Siyasi kafa karışıklıkları, sanatın krizi, bilimin güçsüzlüğü, felsefenin temelsizliği
vs. onun mevzubahis krizi betimlemek üzere başvurduğu terimlerden sadece
bazılarıdır. Tüm bu alanlardan bir bitmişlik, sonuna gelmişlik, tükenmişlik
kokusu yayılmaktadır. Bunun temel nedeni ise insanın kendisini mevcudiyet
terimleri üzerinden anlamaya daha da yatkın hale gelişi ve bu sayede de
kendinden olabildiği kadar uzaklaşmasıdır.
Dasein, kendi hakkında verdiği kararlar kaderi hâline gelen varlıktır.
Bu anlamda Dasein’ın gerçek mânâda zamansal olduğunu, yani kendi
boşluğunu kendi içinde taşıdığını söylemek icap eder. Sıkıntı ve endişe
gibi temel varoluşsal modlar söz konusu boşluğu yukarıda tartışmış
olduğumuz anlamda açığa vurmaktadırlar. Bunların üzerine ekilmiş
olduğu toprağı sürmek ve çapalamak, yani kendini sıkıntının kollarına
bırakmak, söz konusu sıkıntıdan imkanlar türetebilmenin tek yoludur ve
bu da ancak ve ancak felsefeyle mümkün olabilir.
Buna karşın 21. yy. insanı olarak kendimizi içinde bulduğumuz
vaziyet, sözünü etmekte olduğumuz sıkıntı durumuna karşı sergilenmekte
olan müthiş bir kayıtsızlıktan ibaretmiş gibi görünmektedir:
Bir bütün olarak herhangi bir sıkıntının bugün eksik oluşu, belki
de, en isabetli şekilde, bugün büyük ihtimalle kimsenin kendini
Dasein’ında aşmıyor; ama bizlerin en iyi ihtimalle hayatın gizemi
konusunda şikayetlenmeyi başarıyor oluşumuz olgusunda açığa
çıkmaktadır (Heidegger, 1995, s. 165).
Kayıtsızlığın şiddeti görünürdeki ihtimamın derecesi ile ters
orantılıdır. Vurgulamakta olduğumuz ihtimam sıkıntı fenomenine tedavi
edici, sağaltıcı bir tarzda yaklaşır ve bu sayede onu baskılayıp görünmez
kılar. Bu tam da felsefenin sıkıntı fenomenini serbestleştirmeye çalışırken
hedelediği şeyin tersi yönde bir devinim üretmeye karşılık gelir.
Varoluşu özü olan varlık (yani, Dasein) önüne düşmekte olan gölgesini
kovalayan varlıktır. Zamanın ruhu her şeyi kavrayıp tanılamak ister, ki
bu da bazı hallerde gölgeyi ele geçirmeye çalışma gibi beyhude bir çabaya
benzetilebilir. Dolayısıyla sıkıntıyı bir hastalık olarak tespit ve tedavi
etmek gerekecektir. Bunun doğal sonucu ise onun teşhis edilme ihtimalini
dahi ortadan kaldırmaktır.
Tedavi etmek ancak ve ancak tedavi edilecek olan tamlığında,
bütünlüğünde ve normal işleyişinde zaten ve hâli hazırda tanınıyor ise
35
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
mümkündür. Bu anlamda tedavi edilecek Dasein nesne haline getirilmeli,
yani şeyleştirilip bütünlenmelidir. Bütünlüklü yapısından sapmış olanın
noksanlığını giderecek olan sağaltım tekniği alıcısını bekleyen mal misali
orada durmakta, talep edilmeyi beklemektedir. Doktorun muayenehanesi
önünde bütünlenip tamir edilmeyi bekleyenlerin anlamadıkları şey şudur
ki, onların varoluşları bir tamlık-eksiklik oyunu üzerine kurulu olan son
derece dinamik bir süreçtir. Mesele bir şey-olmamaya tahammül etme
meselesidir. Bu tahammülün Heidegger felsefesindeki karşılığı ise ketum
ve kararlı bir duruşu yansıtmakta olan sahih varoluştur [authenticity]. Söz
konusu sahih varoluş, sıkıntı üzerinden zamansallığının farkına varmış,
bu sayede de kendi varlığını mevcudiyet terimleri üzerinden algılamayı
bırakmış; bir başka deyişle, öz-aşkınlığının [self-transcendence] farkına
varmış Dasein’ın sahih kendiliğine dönmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu ise
varlık ve varolanlar arasındaki ontolojik farka yeniden duyarlı hale gelme
sürecini tekrar başlatmak; sıkıntı üzerinden felsefeyi bugün kaybetmiş
olduğu eski prestijli konumuna iade etmek anlamına gelir (Withy, 2013,
s.166). Lâkin durum odur ki, tahammülsüzlükten kaynaklı çağımızın
hastalığı, sıkıntının bizi sıkıyor olmasından başka bir şey değildir
(Heidegger, 1995, s. 163).
Peki tüm bu söylenenlerin politik olana açılma olanağı var mıdır? Bu
soruyu şu şekilde de sormak mümkündür: Sıkıntının bizi sıkıyor olması
bir “yabancılaşma” fenomeni olarak algılanabilir mi?
Geleneksel anlamda insanın özü, onun tamlığı ve bitmişliğine atıf
yapar. Söz konusu tamlık, Dasein’ın varlık kipi açısından zamansallık
ve sınırlılığı [initude] bağlam dışıymış gibi gösterme yanılgısı üretir.
[T11]. Bitmişlik ise, insanın dünyadaki ikâmeti için norm sağlayıcı bir
kaynak olarak görülebilir. Bu, ademoğlunun gerek bireysel, gerekse
de toplumsal yaşantısında kendi zamanötesi özüne sadık kalarak
varolması gerektiğinin altını çizer, ki Batı metaizik geleneğini baştan
sona biçimlendirdiğine kâni olduğu bu yaklaşım, Heidegger’in her daim
eleştiri oklarını yöneltegeldiği yaklaşımdan başkası değildir. [T12] Kendi
tamamlanmışlığını değerlendirmeye katıp zaman ötesi özünü yaşama
normu olarak hedefe koyan bir varoluş çizgisini tuturamayanların derhal
tedavi edilmeleri gerekir. Diğer tarafta özü zamansallığı, bitmemişliği ve
noksanlığından müteşekkil varlık olarak Dasein durmaktadır. Dasein’ın
noksan olabilmesi, onun tamlığa ilişkin muğlak bir önkavrayışı olması
sayesinde olanaklıdır. Fakat Dasein’ın trajedisi şudur ki, o sözü geçen
tamlığın varoluş dışı bir kaynağı olmadığını, dolayısıyla kendi yapıtı
36
2016 / 2
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
olduğunu; bu anlamda da asla tam mânâsıyla âşina kılınabilir olmadığını
sezer. Dasein yok olacağı ana kadar kim olduğunu söyleyememeye
yazgılanmış olan varlık kipine verilen addır. Varoluşsal derin sıkıntı
fenomeni, normun imlediği geleceğe ait bütünlenmişlik ve çevreleyen
dünyanın kuşatıcı, transa geçirici etkisi arasında asılı kalma durumudur.
Bu anlamda Dasein’ın kim-liği ya da temel sıkıntısı, kimliğe kavuşma
imkanının olmamasıdır.
Bu acılı durum karşısında alınan tedbir, önerilen reçete yalnızca
hastalığı katmerleyici bir işlev görür. Dasein’ın önüne ilâç niyetine bir
takım “şey”ler konur, ve ondan da, sözü edilen bu “şey”lere yanıt verecek
bir “şey” olduğunu itiraf etmesi beklenir. Teknobilimsel çağın tüm
açıklamalarının nedensellik terimleri üzerine kurulu oluşunun alamet-i
farikası, onun şeyleştirilmiş problemleri yine şey olan çözümler sayesinde
bertaraf edebileceğine yönelik inancıdır. Öyle umuyorum ki, varoluşunu
bir noksanlık (=özgürlük) olarak sırtlanmış bireyler olmaktansa reçeteler
pazarının yer-tutucuları haline gelmiş olmamız yönündeki tespit, Nazizm
lakırdısını tamamen dışarıda bırakacak biçimde, Heideggerci ontolojinin
politik olandan pay almaya ne denli müsait olduğunun altını yeteri kadar
çizmeye muvafak olur.
Emrah Günok, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Türkiye
37
Kilikya Felsefe Dergisi / Cilicia Journal of Philosophy
2016 / 2
Kaynakça
Agamben, Giorgio. (2004). The Open: Man and Animal. Çev. Kevin Atell, Stanford
University Press, California
Aristoteles. (2012). Fizik. Çev. Safet Babür, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Biceaga, Victor. (2006). Temporality and Boredom. Continental Philosophy
Review 39, ss. 135-153.
Boss, Mathew. (2009). Metaphysics and the Mood of Deep Boredom: Heidegger’s
Phenomenology of Mood. Essays on Boredom and Modernity: Critical Studies, Vol.
31 içinde. Yay. haz. Barbara Dalle Pezze ve Carlo Salzani, Rodopi, New York, ss.
85-107.
Gelven, Michael. (1989). A Commentary on Heidegger’s 'Being and Time'. Northern
Illinois University Press, Illinois.
Heidegger, Martin. (1962). Being and Time. Çev. John Macquarrie & Edward
Robinson. Blackwell Publishers Ltd., Oxford.
Heidegger, Martin. (1982). The Basic Problems of Phenomenology. Çev. Albert
Hofstadter. Indiana University Press, Indianapolis.
Heidegger, Martin. (1995). The Fundamental Concepts of Metaphysics: World,
Finitude, Solitude. Çev. William McNeill and Nicholas Walker. Indiana University
Press, Indiana and Bloomington.
Heidegger, Martin. (2008). Varlık ve Zaman. Çev. Kaan H. Ökten. Agora Kitaplığı,
İstanbul.
Husserl, Edmund. (1970). Logical Investigations Volume II. Çev. J. N. Findlay.
Routledge & Kegan Paul, London.
Ratclif, Mathew. (2013). Why Mood Maters. The Cambridge Companion to
Heidegger’s 'Being and Time'. Yay. haz. Mark A. Wrathall. Cambridge University
Press, California, ss. 157-176.
Svendsen, Lars. (2005). A Philosophy of Boredom. Çev. John Irons. Reaktion Books,
London.
Withy, Katherine. (2013). The Strategic Unity of Heidegger’s 'The Fundamental
Concepts of Metaphysics'. The Southern Journal of Philosophy. Vol. 51, Issue 2, ss.
161-78.
38