Selahattin Demirtaş'ın 20 Aralık 2016'daki savunması
Yargılamada yüz yüze olma ilkesi önemlidir. Sanığın doğrudan mahkeme huzurunda, yargılama yapan yargıç ile, avukatları ile, tanık ile yüz yüze savunmasını yapabilmesi hem adil yargılama olması açısından hem de yargıcın adil yargılama yapması için önemlidir. Ama maalesef bulunduğumuz koşulların şu andaki durumu gerektirmesi ve mahkemenize en uzak ilde bulunmam; aynı zamanda birçok dosyada yargılamamın bulunması sebebiyle hepsine katılmam mümkün olmadığından, SEGBİS aracılığıyla mahkemeniz huzurunda savunma yapmayı kabul ediyorum. Esasen huzurunuza gelerek savunma yapmanın, savunma hakkı doğrultusunda daha doğru olduğu kanaatindeyim. Ancak biraz önce de belirttiğim gibi, şartlar gereği mahkemenizde bulunan dosya için savunmamı yapacağım. Esasa ilişkin savunmama geçmeden önce, bu şerhin duruşma tutanağına geçirilmesini istediğimi belirtmek isterim.
I. Öncelikle iddianamede atılı hiçbir suçlamayı kabul etmiyorum. Buna benzer çok sayıda dava ve soruşturma, hem şahsıma hem de milletvekili arkadaşlarıma yönelik politik gerekçelerle açılmıştır. Hukuk devletlerinde hiç kimse yargı karşısında suç işleme ve yargılanmama hakkına sahip değildir. Gerek yürürlükteki kanunlar gerekse uluslararası hukuk çerçevesinde suç işleyen herkes adil bir şekilde tabii ki yargılanmalıdır. Buna Cumhurbaşkanı da, Başbakan da, milletvekilleri de dahildir.
Ancak buradaki kritik kavram ‘adil yargılama’dır. Yargılamanın kendisi adil değilse, adaletin ortaya çıkması imkansız olacaktır. Bizimle ilgili başlatılan yargı süreci daha başından itibaren adil olmayan bir siyasi müdahale ile başlatılmıştır. Anayasamıza ve Meclis İç Tüzüğü’ne göre dokunulmazlıkların kaldırılması konusu ile ilgili siyasi parti grupları grup kararı alamazlar. Anayasa burada, milletvekillerinin siyasi husumet ile toplu bir siyasi lince tabi tutulmalarını önlemek istemiştir. Her milletvekilinin dokunulmazlıkla ilgili oy kullanırken partisinin değil, grubunun değil, kendi vicdanının sesini dinlemesine olanak sağlamıştır.
Meclis gruplarının bile karar alamayacağı bir konuda, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı 50’den fazla yerde ve zamanda dokunulmazlıkların kaldırılması için Meclis’e çağrı yapmıştır. Anayasamızın Cumhurbaşkanı’na verdiği yetkiler arasında, dokunulmazlıkların kaldırılması talimatını Meclis’e verme yetkisi yoktur. Keza Başbakan Davutoğlu, onlarca defa dokunulmazlığın kaldırılacağı kararını AKP Grup Başkanı sıfatı ile Meclis grup toplantılarında deklare etmiştir.
Şimdi, Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin devlet bürokrasisindeki, yargı ve medya üzerindeki belirleyici tek gücü inkar edilemez bir noktaya ulaşmışken, dokunulmazlıklarımız ile ilgili suç işlediğimize ilişkin hüküm belirten, bizi terör faaliyeti ile açıkça suçlayan, bizi terör örgütünün yan kolu olarak açıkça suçlayan, bırakın suçlamayı kesin karar verip hüküm açıklayan beyanlarından sonra ve 3500’den fazla hakim ve savcı görevden alınıp bir kısmı tutuklanmışken, yargılanmamız başladığından bu yana da ben ve milletvekili arkadaşlarımla ilgili devam etmekte olan ve yargılamayı açıkça etkileyecek düzeyde yine Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı ve AKP sözcüleri tarafından yapılan yargılamayı baskı altına alıcı beyanlar adil yargılamayı imkansız kılmıştır.
Belirttiğim gerekçelerle siyaset yargıya ağır müdahale ederek, bizlerin adil yargılanma hakkını imkansız hale getirmiştir. Bu durum bizleri yargılayan mahkeme ve hakimlerin şahsından kaynaklı bir durum değildir, bir tereddüt değildir. Daha bizim yargılanmalarımız başlamadan bu siyasi müdahaleler, açıklamalar nedeniyle zaten suçlu ilan edilmiş ve kamuoyu nezdinde bir karşı propaganda ile hakkımızda hüküm kesilmiştir. Evet, biz bu koşullarda kendiliğimizden gidip “savcılıklara ifade vermeyeceğiz“ dedik. Bunun nedeni yargıyı tanımama, yargılama yetkisine karşı çıkma değil, AKP’nin yargıya müdahalesine karşı çıkmaktır.
Anayasa’ya aykırı bir şekilde kaldırılmış dokunulmazlıklarımızı gündeme getirmek için bu kararı almışız. Hakkımızda hazırlanan 600’e yakın fezlekenin 500’e yakını “FETÖ”den tutuklu savcılar tarafından hazırlanmıştır. Hatırlanırsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendi oğlu Bilal Erdoğan savcılığa çağrıldığında “oğlum ifade vermeye gitmeyecek” demiştir. MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İstanbul Savcılığı’nca ifadeye çağrıldığında, dönemin Başbakanı Erdoğan, “Hakan Fidan ifadeye gitmeyecektir” demiştir. Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar kararına karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu kararı tanımıyorum, saygı da duymuyorum” demiştir. Şimdi bütün bunlar yargıya kafa tutmak olmuyor da, bütün bunlar yargıyı tanımamak olmuyor da, bizim AKP’ye karşı eleştirilerimiz mi yargıyı tanımamak oluyor? Bunu kabul etmiyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yargı kurumu, tarihinde hiç olmadığı kadar onur kırıcı bir muamele ile karşı karşıyadır. Yargıçlar mahkeme salonunda, yargılama sırasında cübbeleriyle beraber tutuklanmaktadır. Savcıların, hakimlerin lojmanları ya da kaldıkları evler gece yarısı polislerce basılmakta, çocuklarının gözleri önünde tartaklanarak hakaretlerle göz altına alınmaktadır. Savcı ve hakimler, günlerce süren ağır gözaltı koşullarında hücrelerde tutulmakta, aylardır iddianameleri bile hazırlanmadan cezaevlerinde sorgusuz sualsiz bekletilmektedir. Hiçbir yargıç kendini güvende hissetmemektedir. Bu koşulları yaratan ne HDP’dir ne de HDP’li milletvekilleridir.
Şimdi bizi yargıyı tanımamakla suçlayan ve Meclis Başkanlığı kürsüsünden hakkımızdaki suçlamaları okuyan Meclis Başkanı şunu bilmeli ki, adil bir yargı karşısında bizim boynumuz kıldan incedir. Ama AKP’nin yargıyı içine düşürdüğü bu durumda, delil durumu karşısında AKP’ye karşı en sert muhalefeti yapmaktan da asla geri durmayacağız. Burada yargının onurunu koruyan biziz, yargıya kafa tutan değiliz. Yapacağım savunmaların bu çerçevede ele alınmasını diliyorum.
II. İddianamede hakkımdaki suçlamalara gelince; evet bu konuşma bana aittir. Baştan sona bir hükümet eleştirisidir. Hükümetin aldığı siyasi kararlara dönük siyasi eleştirilerdir. Ordu, polis ve jandarma yürütmeye bağlıdır. Anayasamızın ve parlamenter sistemimizin gereği olarak da yürütmenin aldığı karar parlamento denetimine bağlıdır. Parlamenterlerin tek görevi yasama değil, aynı zamanda denetimdir, denetlemedir. Burada yaptığım konuşma da, hükümetin bir siyasi ve idari kararını eleştirerek, kamuoyunda teşhir ederek, uyararak ve kendimizce doğruyu göstererek yapılmış bir denetimdir.
Bugün çok daha net ortaya çıkıyor ki, Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki hükümet çok vahim siyasi hatalar yapmıştır. Bunlardan birincisi, çözüm sürecini bitirmiş olmaktır. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun kendisi, yaptığı bir açıklamada 6-8 Ekim 2014 Kobani olayları sırasında çözüm sürecinin artık kendi kafasında zaten bittiğini itiraf etmiştir. Oysaki, o günler çözüm sürecinde, PKK’nin Türkiye’ye karşı bütün silahlı, silahsız şiddet eylemlerine nihai olarak son vereceği tartışmalarının yapıldığı günlerdir. Ama biz, Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarından anlıyoruz ki, kendisi o günlerde çözüm sürecinin bitirilmesi gerektiğini kendi kafasında zaten kararlaştırmıştır.
Cizre, Şırnak, Nusaybin, Sur, Yüksekova ve benzeri il ve ilçelerde yapılan orantısız güç kullanımı, sivillerin ölümüne yol açan, şehirlerimizin haritadan silinmesine neden olan operasyon karar ve talimatlarının Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki hükümet tarafından verildiği çok açıktır. Şimdi, bugünden geriye dönüp bakılınca anlaşılıyor ki, Ahmet Davutoğlu bir daha çözüm sürecine dönülemeyeceği şekilde ağır bir tahribat yaratmak istemiştir. Ve Türkiye Cumhuriyet yurttaşı Kürtler, devlete olan inançlarını, aidiyet bağlarını ve duygusal bağlarını geri dönülmez bir şekilde kaybetsinler diye çok özel bir konsept uygulanmıştır.
Ve yine bugünden geriye dönüp bakıldığında, bu siyasi kararı uygulayan en üst düzey komutanlar ve en üst düzey emniyet amirlerinin neredeyse tamamının darbeye teşebbüsten tutuklu oldukları görülmektedir. Buradaki tablo çok açıktır. Cizre, Şırnak, Mardin, Yüksekova, Diyarbakır alay komutanları, tugay komutanları, özel harekat komutanları Türkiye’yi darbe koşullarına hazırlamak için şehirlerimizi orantısız, çok abartılı bir şekilde şiddet kullanarak yakıp yıkmışlardır.
Benim burada yaptığım basın açıklaması ve konuşma, işte o gün yapılan hatalara karşı samimi uyarılar ve eleştirilerdir. Burada yargılanması, sorgulanması gereken bir şey varsa, Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki hükümettir. Onlara “Şırnak, Cizre, Nusaybin gibi yerlerle ilgili bu darbeci ve ‘FETÖ’cü komutanları neden oraya atadınız?” diye sormanız gerekir. “Neden bu komutanlara bütün şehri tek tek yıkma yetkisi verdiniz” diye sormanız gerekir. Tabii ki bir şehirde ya da başka bir yerde silahlı gruplar varsa, yasa dışı şiddet kullanan, bombalama yapan her kim varsa, devletin hukuk sınırları içinde buna müdahale hakkı ve sorumluluğu vardır. Ama devleti yasa dışı örgütlerden ayıran şey, hukuka bağlı olması ve hukukla sınırlı olmasıdır. Yine, bugünden geriye dönüp baktığımızda fotoğraf daha iyi anlaşılıyor ve netleşiyor ki, Ahmet Davutoğlu başkanlığında ‘FETÖ’ başta olmak üzere El Nusra gibi cihadist örgütlere de devlet içerisinde güçlenme, yuvalanma fırsatı daha fazla tanınmıştır.
Dün Ankara’da bir suikasta kurban giden Rusya Büyükelçisi’ni öldüren kişi, Ahmet Davutoğlu döneminde işe alınmış bir polis memurudur. Rusya uçağının Türkiye-Suriye sınırında düşürülmesi talimatını veren kişi Ahmet Davutoğlu’dur. Dokunulmazlıklarımızı Anayasa’ya aykırı bir teklifle parlamentoya getiren kişi Ahmet Davutoğlu’dur.
Türkiye ağır ağır Ortadoğu bataklığına sürüklenirken, Türkiye toplumunda kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Özellikle Türk halkı ve Kürt halkının, bir bütün olarak da Türkiye toplumunun yürek yüreğe, el ele vermesi gereken bir döneme, Türkiye toplumsal duygu düzeyinde paramparça bir şekilde girmiştir. Cizre’nin yakılıp yıkılması bunun bir adımıdır. Belediyelere kayyum atanması bunun bir adımıdır. Bizim tutuklanmamız bunun bir adımıdır. Ve bunların hepsinin hayata geçtiği ve hazırlandığı dönem, Ahmet Davutoğlu başkanlığındaki hükümet dönemidir.
Türkiye, tarihinin en ağır sorunlarıyla karşı karşıyadır. 1071’de Alparslan Malazgirt Ovası’na geldiğinde ilk işi, Mervani Kürt Beyliği ile işbirliği yapmak olmuştur. Selçuklular döneminde, Osmanlı döneminde Kürt halkı önemli bir stratejik ittifak gücü ve tarihsel kader birliği yapılmış bir halk olarak görülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında; Samsun’da, Rize’de, Trabzon’da, Artvin’de değil Erzurum’da ve Sivas’ta kongre toplayabilmiş; yaptığı ilk iş Hilvan, Palu, Serhat Kürt beyleriyle görüşmek olmuştur. Kürtleri yanına, arkasına alarak Kurtuluş Savaşı’nı başlatabilmiştir. Kurtuluş Savaşı Kayseri’den, Yozgat’tan, İzmir’den, Kasımpaşa’dan değil; Kürt halkının yaşadığı ve o dönemde Kürdistan olarak tabir edilen bölgeden başlamıştır.
Şimdi Cumhurbaşkanı ve Başbakan da yeni bir kurtuluş savaşından bahsediyor. Bu tespite katılıyoruz. Madem yeni bir kurtuluş savaşı veriyoruz, o halde tarihten ders çıkarmamız gerekir. Halbuki şu anda Kürtlerin bütün siyasi liderleri, önderleri, önde gelenleri tutuklu ve tecrit altındadır. Bu da, Ahmet Davutoğlu Hükümeti’nin yaptığı en büyük hatalardan biridir. Evet, Türkiye büyük oyunlarla karşı karşıyadır. Bu oyunlardan çıkışın yolu, bu kanlı tezgahtan kurtuluşun yolu, Türk’ü ve Kürt’ü başta olmak üzere Türkiye toplumundaki Arap, Mıhellemi, Süryani, Ermeni, Laz, Çerkes; inanç itibarıyla Hıristiyan, Yahudi, Alevi kim varsa herkesin evrensel özgürlük ilkeleri etrafında birleşmesi gerekir. Türkiye’yi kurtaracak olan ve hepimizin ortak geleceğini belirleyecek olan, bir parti etrafında birleşmek değildir. Bir siyasi lider etrafında birleşmek değildir. Demokrasi ve insan hakları etrafında birleşmektir.
Sayın hakim; benim bu yılın Şubat ayında, Ahmet Davutoğlu Hükümeti’ni uyardığım bu konuşmamın tekrar tekrar okunmasını rica ediyorum. Yaptığımız uyarılar, bugünü ve bugün olabilecekleri önceden tahmin ederek bu tehlikeleri görerek yaptığım uyarılardır. Şırnak diye bir şehrimiz haritadan silinmiştir. Cizre’nin, Nusaybin’in yüzde 70’i artık yoktur ve bütün bu olup bitenlerle ilgili yargılanan bir tek işi vardır; o da benim. Bu hazindir.
Bu iddianame bir suçlama metni değil aslında. Ahmet Davutoğlu’nun, ‘FETÖ’yü, El Nusra’yı yargı içine, Emniyet içine sızdırarak, darbe ortamına hazırlık yaparak, kendi kafasında kurguladığı neo Osmanlıcılık politikasını hayata geçirmesinin gizli ve sinsi aşamalarıydı. Asıl yargılanması gereken Ahmet Davutoğlu ve hükümetidir. Türkiye’de son 12 yıldır Dışişleri Başdanışmanı, Dışişleri Bakanı ve en son Başbakan olarak bu politikalarda belirleyici rol almak suretiyle, alenen Anayasa’ya aykırı bir şekilde rejimi değiştirmekle, terör örgütlerini devlet içerisinde yuvalandırmakla, terör örgütlerini Suriye ve Irak’ta lojistik olarak destekleyerek ve Türkiye’yi Ortadoğu bataklığına sürüklemekle ciddi hatalar yapan hükümet, eğer bir eleştiriyi bile kabul etmeyecekse, bu eleştiri benim milletvekillerinin katında 500 fezlekeye dönüşecekse, ortada büyük bir hata vardır, büyük bir tezgah vardır. İşte bu yargılamalar, bu büyük tezgahın küçük bir parçasıdır.
III. Ancak ben, bize oy vermiş olan, bize vermese de güvenmiş olan bütün Türkiye toplumuna bu yargılamalar vesilesiyle şunu söylemek istiyorum: Biz tutuklandık ve yargılanıyoruz diye demokratik siyasete, barışçıl mücadeleye olan inancınızı asla kaybetmemelisiniz. Bizi tutuklamak suretiyle toplumun bir kesimini, başka bir kesimine karşı kışkırtmaya çalışanlara prim vermemelisiniz. Bizler Türkiye’nin bir parçasıyız ve öyle kalacağız. Özgürlük, eşitlik, adalet için mücadele etmeye devam edeceğiz. Bizi bu şekilde anlayan her siyasi oluşumla el ele verip bu tezgahtan çıkmayı başaracağız. Bu davalar bize açıldı diye, bu haksız tutuklamalar yapıldı diye asla geleceğe dair planlarımızı yitirmemeliyiz. Yargı baskı altına alındı diye, hukuk ve adil yargılanma mücadelemizden vazgeçmemeliyiz. Türkiye’de binlerce vicdanlı hakim ve savcı olduğunu ve bunların sessiz kalmayacağını biliyoruz. Hakimler kararlarıyla konuşurlar. Ama öyle dönemlerden geçiyoruz ki, artık hakimlerin sadece kararlarıyla değil, ağızlarıyla da konuşmaları gerekmektedir.
Bu dosya vesilesiyle alacağınız kararın, az önce uzun uzun anlattığım, Türkiye’nin özgür geleceğine katkı sunmasını temenni ediyorum. Hakkımda istenen ceza toplamda on binlerce yılı buluyor. Eğer ceza almam veya diğer vekil veya belediye başkanlarının ceza alması toplumumuzu ve geleceğimizi kurtaracaksa, bunu fazla geciktirmeyelim, biz ceza almaya razıyız.
Ama maalesef durum tam tersi. Biz kanunlara karşı suç işlemedik, şiddeti, savaşı, silahı reddettik. O yüzden demokratik siyaset yapıyoruz. Ben, Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçiminin, ilk cumhurbaşkanı adaylarından biriyim. Ve Türkiye’deki bütün siyasetçilere, “Siyaset yaparak birçok şey yapabilirsiniz” mesajı vermeye çalıştım. Bunda da etkili olduğumu düşünüyorum. Ama şimdi, arkadaşlarımla birlikte 45 gündür tek başımıza hücrelerde tutuluyoruz ve sadece siyaset yaptığımız için bu durumlarla karşı karşıyayız. Buna rağmen bütün genç arkadaşlarıma “demokratik siyasetten vazgeçmeyin” çağrısı yapıyorum.
Demokratik siyaset er veya geç, ülkemizin sorunlarına çare olacaktır. Bu tür yargılamalar gençlerimizi demokratik siyasetten soğutmamalı ve uzaklaştırmamalıdır. Yaptığım ve iddianameye konu olan konuşma, bu demokratik siyaset ve eleştiri hakkının son derece naif bir kısmıdır. Anayasa’da da, uluslararası sözleşmelerde de düzenlenmiş, ifade özgürlüğü kapsamındaki düşünce açıklamalarımdır. Dahası, mahkemeniz, başka hiçbir konuyu araştırmaya gerek duymadan ve zaten toplanacak başkaca delil olmadığından, dinlenecek herhangi bir tanık bulunmadığından derhal beraat kararı verebilir ve vereceğiniz bir beraat kararı 102 dosyamdan sadece bir tanesi ile ilgili sonuç yaratmış olur. Ama demokratik siyasete ve düşünce açıklama hürriyetine bağlı yargının halen ayakta olduğuna dair, bu karanlık günlerde küçük de olsa umut verici bir karar olur. Bütün bu gerekçelerle bu duruşmada beraat verilmesini kendi açımdan değil, toplumumuz ve ülkemiz açısından talep ediyorum.
Kaynak: "Demirtaş: Bizi tutuklamak suretiyle toplumun bir kesimini, başka bir kesimine karşı kışkırtmaya çalışanlara prim verilmemeli". hdp.org.tr. 20 Aralık 2016. 16 Temmuz 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Eylül 2017.
|