Chapter Text
Gözlerindeki bandajlar doğal bir görüntü oluşturuyor ve şanslı günündeyse insanlar ona merhamet ediyordu. Bu da sıcak bir kap yemek için yeterliydi.
Ruhani güçlerinden geriye çok azı kalsa bile sıradan işleri yapması için yeterli oluyordu.
İnsanlar onun tarlada yardım etmesine izin veriyor, hayvanlarla ilgileniyordu ama bu işler de gelip geçmişti.
Sonunda ücra bir köyde yıpranmış ve terk edilmiş tapınaklarından birini buldu.
Uygun hissettirmişti.
Yerel çiftçiler ona iş veriyor ve eğer iş yoksa aç kalıyordu.
Çocukken birçok geceyi aç geçirirdi, hassas midesi nedeniyle yemeği reddederdi – ama bu çok daha farklıydı.
Bu, soğuk, içini kemiren açlıktan, tapınağının zemininde yatarak uykunun onu kurtarmasını bekliyordu.
Ama sonra...biri ona yiyecek getirmeye başladı.
İlkin, başının yanında bir meyve tabağıyla uyandığında, kim olduğunu merak edemeyecek kadar acıkmıştı. Belki bir çiftçi ona acımış ve çocuklarından birini sakat bir dilenciye yiyecek bir şeyler bırakması için göndermişti.
Çocukken nefret ettiği meyveleri bile ufak bir sevinçle yemişti.
Ama sonra, her gün yeni bir tabak gelmeye başlamıştı.
Çoğunlukla akşam, tarlada kemikleri sızlayana kadar çalıştığı günlerde.
Meyveler. Etler. Hele bir de ekmek olduğu zaman Xie Lian birkaç minnettar gözyaşı döküyordu.
Haftalar sonra, merakı onu alt etmişti.
Tapınak zemininde kıvrılıp yan dönmüş uyuyor numarası yapıyordu.
Ve taş zemine çarpan bir tabağın yumuşak tıkırtısını duyduğu anda bir engerek gibi, parmakları birinin bileğine dolanıp yumuşak bir nefes sesi duyana kadar hızla döndü.
"Sen kimsin?"
Cevap yoktu.
"Neden bana yardım ediyorsun?"
Bir neden aklına gelmiyordu – belki ara sıra hayırseverlik adına yaptığı nazik jestti, ama...
İşte o zaman Xie Lian kavradığı bileğin ne kadar ince olduğunu fark etti. Muhtemelen tuttuğu kişi tanrısal gücü yüzünden titriyordu.
Utanarak bıraktı. "Üzgünüm, korkmana—"
Figür konuşamadan uzaklaşırken; taş zeminde, uzanan eliyle tek başına kalmıştı.
"...gerek yok." diye bitirdi, sesinde biraz acı vardı.
O günden itibaren yiyecekleri tapınak basamaklarına bırakıyor, asla çok yakınına gelmiyordu.
Xie Lian bazenleri hala onun varlığını hissediyordu – geri döndüğünde yerleri süpürülmüş olarak bulduğunda. Hatta bir gün, geldiğinde bir battaniye bile vardı. Abartılı bir şey değildi ama ince, yırtık paçavralarla uyumaktan çok daha iyiydi.
Bir yanı Feng Xin'in emirlerine karşı gelip onu bulmaya gelip gelmediğini merak ediyordu ama...
Emirlerine itaat etmemiş olsa bile Feng Xin ondan saklanmazdı. Ve o kol daha genç birine aitti. Bir genç olduğundan o kadar emindi ki, on altı ya da on yediden fazla olamazdı.
Ama o zaman, ona kim ve neden yardım ediyordu?
Tüm dünya ondan nefret ederken, herkes onu unutmuşken...
Sürekli birinin uzaktan izlediğini ama yaklaşmaya cesaret edemediğini hissediyordu.
Xie Lian bir derenin kenarında taş toplarken yavaşça doğrulup başını o yöne çevirdi.
Üzerindeki gözleri göremiyor olsa da Xie Lian onları hissedebiliyordu.
"...Orada olduğunu biliyorum." diye seslendi nazikçe. Yaprakların yumuşak hışırtısını ve dalların çatırtısını duydu, yabancı gidecek gibi duruyordu – panikle, "Lütfen—!"
Çıtırtılar kesiliyor ve sesi giderek titriyordu.
" Lütfen , gitme—ben..."
O... yalnızdı .
Xie Lian konuşurken onu en son ne zaman birinin dinlediğini hatırlayamıyordu. Yanında birinin olması nasıl bir duyguydu hatırlayamıyordu.
Gerçekten zavallıcaydı.
Başını öne eğerek gencin kaçmasını bekledi ama...
Şimdi onun temkinli şekilde yaklaşmakta olan ayak seslerini duyuyordu.
İkisi de tek kelime etmiyordu ama yeterince yaklaştıklarında Xie Lian uzanıp gömleğinin kolunu tuttu, yumuşak ve yıpranmıştı.
"...Neden buradasın?"
Basit bir soruydu ama sesindeki acı ona çok fazla ağırlık katıyordu.
Cevap veren ses genç bir adamın sesiydi.
"...Ekselanslarına inanmak için."
Xie Lian'ın ifadesi dondu, şimdi titreyen kişi oydu.
Bu kadar alçalmanın verdiği utanca çoktan alıştığını düşünüyordu – ama sonuçta sadece kendini teselli etmeye çalışıyordu.
"Kim olduğumu...biliyor musun?"
Bu sefer ses biraz daha kendinden emin geliyordu, neredeyse burnu havada gibi. Xie Lian bu kadar karmaşık duygular içinde olmasaydı belki buna gülerdi.
"Veliaht Prens'i nerede görsem tanırım."
Hitap şekli onu tekrar ürküttüğünde sıçradı ve derenin kenarına çöktü. "Yapma... bana öyle seslenmemelisin..."
Çocuğun tanrıyı gücendirmiş olabileceğinden endişelenerek tekrar geri çekilmeye başladığını hissetti ve Xie Lian kolunu tekrar kavrayarak sıkıca sarıldı.
"Gitme," diye tekrarladı, sesi titriyordu. " Lütfen , gitme."
"..."
Genç, cevap vermek yerine yanına diz çöktü.
Xie Lian rahatlayarak titredi, parmakları gömleğinin kumaşını sıktı ve kendini bir kez daha tekrarladı.
"Neden buradasın?"
"..."
Çocuğun sesindeki kafa karışıklığını duyabiliyordu. "İnanmak iç—"
" Neden? " Xie Lian sözünü kesti, sesi neredeyse kabaydı. "Artık sana bir şey veremem."
Bir sessizlik oldu ve Xie Lian'ın bir kısmı çocuğun şimdiye kadar bunu fark edip etmediğini merak etti. Belki de bu şekilde kendine bir kefaret alabileceğini düşünmüştü. Sonuçta, lanetli kelepçeler hakkında bir şey bilemezdi – ve şimdi gidecekti.
Bandajların altından Xie Lian'ın gözleri yaşlarla doluyordu.
O da gidecekti. Yapacaktı. Xie Lian gideceğini biliyordu . Herkes gitmişti. Ve gitmeyenleri de çok uzun zaman önce uzaklaştırmıştı.
Şimdi kimse kalmamıştı.
Çocuk cevap verdiğinde Xie Lian titriyordu.
"...Hiçbir şey istemiyorum."
İlk başta Xie Lian ona inanmadı. Yaralı bir hayvan gibi temkinli ve güvensizdi.
Oğlan hala her gün geliyor, sabah ve akşamları yiyecek getiriyordu. Sorduğunda sessizce güncel olayları anlatıyordu.
Çocuğu bazen dua ederken yakalardı, asla diz çökmeden sunağın önünde başını eğerdi.
Xie Lian ona, cevap veremeyeceğini hatırlatıyordu. Bu durumda çocuğun dualarını bile duyamazdı, konuşurken sesine acıdan daha fazlası yükleniyordu.
Yüzündeki gülümsemeyi göremiyordu.
"Bu yüzden dua etmiyorum."
Xie Lian'ın kaşları çatıldı. Çocuğun yüzündeki gülümsemeyi görmüyordu ama bu, bir tanrının inanabileceğinden bile daha fazla inanç taşıyordu.
"Ekselansları bu kulun duasını zaten bir kez yanıtladı, bu yeterliydi."
Xie Lian duraksadı ve ona doğru baktı.
Ne zaman yapmıştı...?
"...Ne için dua etmiştin?"
Oğlan başını kaldırmadı, elleri hâlâ dua pozisyonundaydı. "Bir cevap."
Hafızası onu dürtüyor ve hatırlamaya çalışırken parmakları seğiriyordu. "...Neye?"
"Bu dünyada yaşamaya devam etmek için bir sebebe."
Xie Lian'ın nefesi kesildi.
O günü hatırlıyordu. Sonuçta sadece birkaç yıl önceydi ama yine de...
"Cevap neydi?"
Çocuğun cevabı basitti ama Xie Lian'ın bütün konuşma yetisini çalmıştı.
"Sen."
O zamanlar ne kadar da aptalmış. Herkesi kurtarabileceğini düşünmek, yapabileceğine inanmak...
Xie Lian yaşama sebebi olabilirdi; Bencilce kibriyle verdiği bunca zarardan sonra herkesin intikam almak istediği biri olarak...
Ve ona inanmak çocuğu ilerletmezdi. Hayır – günlerini düşmüş ve hayatta kalmak için çırpınan bir tanrıya adayarak harcayamazdı.
Bu yaşamak için bir sebep değildi.
Belki bir bahane olabilirdi. Bir zorunluluk. Ama inanmaya değecek bir şey değildi.
Sonunda konuşma yetisini geri kazandığında, Xie Lian'ın sesi kendine acıma ile boğuklaşmıştı – bu onu hasta ediyordu.
"...Sanırım çok iyi bir cevap değildi, değil mi?"
Bu kez çocuğun cevabı keskindi.
"Farklı bir tane istemiyorum."
Çocuğun verdiği cevap buydu ama Xie Lian bir türlü nedenini anlayamıyordu.
'Beni unut.'
'Unutmayacağım!'
'Artık bana inanma.'
'Bu kişi Ekselanslarının yanından asla ayrılmayacak – yok olsam dahi, her zaman geri döneceğim.'
Ona asla inanmamıştı. Her zaman çocuğun fikrinin değişeceğini düşünmüştü ama görünen o ki hiç değişmemişti. Şimdi bile, aylar sonra.
Xie Lian sordu, bu ilk soruşu değildi...
"Sen kimsin?"
Çocuk daha önce hiç cevap vermemişti, her zaman itiraz ederdi. Kendini bir inanan olarak nitelendirdi. Bir mürit.
Cevap bu sefer de o kadar kolay gelmiyordu. Tereddüt ediyordu.
Ve sonunda – sanki cevabı onu dehşete düşürecekmiş gibi nefesinin altından mırıldandı. Xie Lian'ın kulakları bu kadar hassas olmasaydı duymazdı—
"...Hong..."
Tanrının gözleri anında genişledi.
"...Hong-er?"
Sessizlik devam etti, ve Xie Lian'ın tek duyabildiği çocuğun titreyen nefesleriydi. Sesler biraz ıslak, ara sıra burnunu çekiyormuş gibiydi ve sonunda:
"...Ekselansları beni hatırladı mı?"
Sesi kesin, inatçı veya kendini beğenmiş değildi.
Küçük, huşu içinde ve gözyaşlarıyla doluydu.
Aslında, Xie Lian'ın onu takip eden kaosla birlikte neredeyse unuttuğu bir anıydı. Normalde çocuğu Qi Rong'a kızdığı anlarda düşünürdü – ya da ara sıra ona ne olduğunu merak ettiğinde.
Xie Lian hastalığın onu da aldığını düşünmüştü.
Ama öyle olmamıştı. Yani o gün kollarına aldığı küçük, korkmuş çocuk; daha sonra ona sarılan, kanayan, kırılan, lanetli olmadığını hıçkıra hıçkıra ağlayan çocuk – bir katil olmuştu.
Xie Lian'ın kurtuluşu ona pek bir şey kazandırmıyordu, ama yine de...
"Seni hatırlıyorum." dudakları titrerken fısıldadı.
Xie Lian, yaptığı her hatayla yıpranıp, en sonunda tamamen yitirdiğini sandığı bir şey bulmuştu.
İnanç.
Kollarını açtı, çocuk tereddüt etti ama sonunda kendini onun kollarına bıraktı, vücudu sessiz hıçkırıklarla titriyordu.
O yalnız değildi – inandığı tanrısı gözyaşı döküyor, Hong-Er'i kollarında tutarken gözlerindeki bandajların altından kayıp yanaklarında parlak izler bırakıyordu.
"Seni hatırlıyorum." diye fısıldadı tekrar, Hong-er ona tutunurken sesi çatlıyordu.
Xie Lian ona inanıyordu.
Bu çocuğun –dünya üzerindeki bütün insanlar arasında– başkalarının göremediğini görebileceğine inanıyordu. Yalnız, kırılmış ve aşağılanmış olmanın nasıl bir his olduğunu biliyordu.
Xie Lian, oğlan uykuya dalana kadar saçlarını okşayarak onu kollarında tuttu.
Notes:
Çevirmen Notu:
Çok sevdiğim bir user aylar öncesinde benden bu kurguyu çevirmemi
istemişti (* ̄3 ̄)╭
sonrasında sağa sola sordum ve aşırı güzel olduğunu öğrendim(yani öyle dediler) ben de daha fazla beklememeye karar verdim ve işte çoooooook uzun bir yolun en başı. Daha ilk bölümden minik minik kahrolmaya başladığımı hissettim ilerde neler olacak hiçbir fikrim yok ama okuyanlar zırlamaktan şelale olduklarını söylüyor .d
Umarım bu süreçte oy ve yorumlarınızı eksik etmezsiniz çünkü yorumlarınızı okumak aşırı eğlenceli ve çok seviyorum🥺 ve umarım en sonuna kadar beraber gideriz <3
(Kurgu wattpad hesabımda da mevcuttur dilerseniz oradan da okuyabilirsiniz)
Chapter 2: Yakışıklı
Chapter Text
Xie Lian giderek Hong-er'in gitmeyeceğine inanmaya başlamıştı.
Bu güven başta ürkütücü gelse de her geçen gün büyüyordu. Çocuk, Xie Lian'ın ihtiyacı olduğunda mesafesini koruyor – ama yine de hep yanında duruyordu.
Xie Lian'a tarlalarda eşlik eder ve her zaman büyük işi kendi üzerine almakta ısrar ederdi.
Xie Lian kasabadaki birçok insanın onu zaten tanıdığını fark ettiğinde yemeğin nereden geldiğini öğrenmişti – orada burada çalışarak kazandığı yiyeceklerini kendisine verdiğini de.
Ondan sonra Hong-er'in kendi payını ona vermemesi konusunda oldukça katı olmuştu.
Et, avcılık sayesinde geliyordu; çocuğu tuzak ve kapan yapmayı öğrenmeye zorlayan sıkıcı bir görevdi.
Xie Lian böyle durumlarda pek işe yaramayabilirdi ama kırık bir yayı nasıl onaracağını ve çocuğa onu nasıl kullanacağını dikkatlice öğretebilirdi. Hong-er'in parmaklarını yayın ipinde ayarlarken nasıl titrediklerini fark etmedi, ona tutuşunu nasıl ayarlayacağını öğretiyordu.
O anlarda Xie Lian'ın düşünceleri her zaman Feng Xin'e kayardı. Onu özlüyordu, Mu Qing'i özlüyordu, ama...
Onlar için işe yaramaz bir yükten başka bir şey değildi.
Hong-er bir tavşanı gözüne kestirip ilk atışını yaptığında, bir aşağı bir yukarı zıplayarak zaferle bağırdı. "Gördün mü Ekselansları? Ben—"
Dondu, aptalca düşüncesizliği yüzünden dehşete düşmüştü ve—
Xie Lian başını arkaya atıp karnını tutarak kahkahalarla gülmeye başladı.
"Hayır. Ama kulağa oldukça etkileyici geliyordu!"
En son ne zaman sonunda ağlamak istemeden güldüğünü hatırlamıyordu.
Tanrısının eli başının üstüne uzanıp saçlarını karıştırdığında çocuğun endişeleri hafifledi.
"Aferin, Hong-er."
Işıldadı, yüzü adeta mutluluğu resmediyordu.
Genç adam giderek daha iyi bir avcı oluyordu – öyle ki et yemek onlar için artık bir sorun olmaktan çıkmıştı. Xie Lian yemek pişirmede de pek yardımcı olamıyordu ama Hong-er ile ateşin yanında oturup ona hikayeler anlatarak hayvan postlarını çıkarabiliyordu. Çocuk büyük bir dikkatle onu dinliyor, tek bir kelimesini bile kaçırmıyordu.
Gündüzleri ya postları satmak için kasabaya iniyorlar ya da Xie Lian onlardan Hong-er için iyi bir çift çizme dikmeyi öğreniyordu. Hong-er hiç şikayet etmese de havalar soğuyor ve Xie Lian onun boyunun hızla uzadığını hissedebiliyordu – muhtemelen eski giysileri artık ona olmuyordu.
Dürüst olmak gerekirse çizmeler çok iyi değildi ama kesinlikle sağlamdı. Xie Lian onları Hong-er'e öyle bir sunardı ki sanki bir hazine verdiğini düşünürdünüz.
Ve bir tek böyle anlarda tanrı kendini işe yaramaz hissetmezdi.
Geceler giderek soğuyor ve Hong-er hâlâ tapınağın basamaklarında uyuyordu.
Xie Lian endişeleniyordu. Kendi bedeni sürgündeyken bile sağlamdı. Biraz soğuğa, açlığa veya yaralanmaya dayanabilirdi ama Hong-er hâlâ bir ölümlüydü.
Korkuyordu. Çocuğun hastalanma ihtimali onu korkuyla dolduruyordu.
Xie Lian tekrar yalnız kalmak istemiyordu.
Bir hafta boyunca her gece onu içeride, en azından ateşin yanında uyumaya ikna etmeye çalıştı. Hong-er onunla ilgilenmek için gelir, tanrısı gece üşümesin diye alevleri harlar – ama kendisi her zaman dışarda yatardı.
Sonunda Xie Lian bir çözüm buldu.
"Hong-er?"
Ona ne zaman seslense anında orada belirirdi. "Ekselansları?"
"Üşüdüm."
Genç hemen ileri atılıp bu sabah kırdığı odunlardan biraz daha ateşe attı ama—
"Bu yetmez," Xie Lian içini çekti, çaresizdi. "Sen de..." Kenara kayarak bambu hasırda biraz daha yer açtı, "...burada uyur musun?"
Hong-er dondu. İfadesi özlem, suçluluk ve tanrının göremediği bir endişe ile maskelenmişti. "Bu gerçekten..."
"Lütfen, Hong-er?"
Boğuk bir şekilde yutkundu.
"Hala üşüyorum."
İlk gece, hasırın en ucunda sopa yutmuş gibi dümdüz yatıyordu. Xie Lian onun gerçekten uyuduğundan emin değildi – ikinci ve üçüncü gece de öyleydi, ama sonra...
Sonunda yan tarafını hafifçe Xie Lian'ın sırtına bastırılarak uyumaya başladı.
Tanrının ısınmasına yardım etme niyetiyle – battaniyenin altına asla tamamen girmese bile. Mükemmel değildi ama o içeride, ateşin yanında yatarken Xie Lian daha rahat uyuyordu.
Daha önce hiç biriyle aynı yatağı paylaşmamıştı – ama şimdi oldukça rahattı.
Yalnız değildi.
Zaman geçtikçe, –unvanıyla hitap edip durduğu için yeterince azarladığında– Hong-er ona 'Gege' demeye başlamıştı. İlk başta utangaçtı, sanki Xie Lian'ın bunu fazla samimi bulmasından endişe ediyor gibiydi – ama Xie Lian bunu hiç umursamıyordu.
Sürgün, artık bir cezaymış gibi hissettirmeyi bırakıyordu.
Hong-er'in büyümesini izlemek onun için büyük bir keyifti. Hâlâ fevri bir gençti, tıpkı Xie Lian'ın tapınakta ona dokunmaya çalıştığı ilk gün gibi – fakat kilo alıyor ve hızla uzuyordu.
Konuşurken ne zaman sesi çatlasa susar ve utançla sızlanmaya başlardı.
Ama Xie Lian bunu sevimli buluyor ve bu kadar utangaç olmayı bırakması için yalvarıyordu –sonuçta sessizlik ona bazen fazla geliyordu– ve sonunda, ne kadar isteksiz olursa olsun, her zaman yumuşuyordu.
Ve onun için yaptığı onca şeye rağmen, Hong-er karşılığında hâlâ hiçbir şey beklemiyordu.
Xie Lian'ın yardımına ihtiyaç duyduğunda, bundan rahatsız olurdu. Tanrı'nın komşu köyden gelen bir grup genç zorbayı savuşturmasına yardım etmesi gerektiğinde bütün bir öğleden sonrayı somurtarak geçirmişti – elbette kör bir adam tarafından kurtarılmak utanç verici olmalıydı, ama sanki...
Bundan daha derin bir şeyler varmış gibi görünüyordu.
Her zaman ilk tehlike sinyalinde tanrının önüne atlar, ve çoğunlukla kendini Xie Lian'ın arkasına çekilmiş olarak bulurdu; yalnızca basit haydutlar veya düşük seviyeli iblisleri halleder, sonrasında saatlerce kötü bir ruh haline girerdi.
Sonunda Xie Lian anlamaya başlamıştı – Hong-er onu korumak istiyordu.
İlk bakışta biraz aptalca görünüyordu –sonuçta bir tanrıyı incitebilecek çok az şey vardı– ama yine de onu gülümsetmişti.
İşte o zaman ona okçuluktan fazlasını öğretmeye başladı.
Ve gencin yetenekli olduğunu fark etmişti – belli ki daha önceden deneyimliydi. Hong-er savaştayken bir piyade olduğunu ve o şekilde birkaç beceri edindiğini açıkladı.
Xie Lian üzgün bir şekilde gülümsedi.
Bu yeteneklerini açıklıyordu, evet.
Ayrıca hastalığın onu neden almadığını da... Ve tek bildiği, Hong-er'in bunu çok daha küçükken yapmak zorunda kalmasıydı...
Düşünmek acı veriyordu.
Sopalarla savaşıyor olabilirlerdi ama genç, her saldırısına karşı doğal bir güçle tepki veriyordu. Xie Lian eğri bir kılıcın ona daha uygun olacağını söylediğinde bunda çocuğu gülümseten bir şey vardı.
Sonraki sefer Xie Lian tekrar onları korurken, Hong-er yine kaşlarını çatmıştı. Xie Lian gülümseyerek gencin saçlarını karıştırmak için uzandı.
Artık daha önce olduğu gibi aşağı uzanması gerekmiyordu.
"Yeterince sıkı çalışırsan, bir gün bu iyiliğin karşılığını verebilir ve bir dahaki sefere beni kurtarabilirsin."
Bu somurtmasını silmemişti – ama kesinlikle gencin içindeki bir şeyleri körüklemişti.
Xie Lian zoraki bir şekilde kızların bu tür şeylerden ne kadar hoşlandığı hakkında bir yorum yaptı. Böyle iyi becerilere sahip olmak Hong-er'in bir gün bir eş bulmasına kesinlikle yardımcı olacaktı.
Böyle yorumlar her zaman gencin alay etmesine neden olurdu ve bu da Xie Lian'ı şaşırtmazdı. Bir zamanlar o da o yaştaydı. Romantizm gibi şeyler çok uzak, çok aptalca görünürdü. Önemli olan tek şey kültivasyondu.
Şimdi her şey çok saçma geliyordu.
"Bir karım olsun istemiyorum."
Xie Lian hafifçe gülümsedi.
Tabii ki şimdi böyle hissediyordu. Ve düşmüş prens, böyle düşündüğü için bencilce mutlu olmaktan kendini alamıyordu. Hong-er'in yalnız kalmasını istemiyordu, hiçbir şeyi olmamasını istemiyordu ama—
Bir parçası, böylelerken hâlâ Xie Lian'a ihtiyacı olduğu anlamına geliyor gibi hissediyordu.
Böyle hissetmekten sık sık utanırdı. Hong-er'in hayatında onu seven insanların olmasını istemeliydi. Xie Lian onun yetişkin bir erkeğe dönüşmesini, kendine ait bir hayatı olmasını istemeliydi.
Ama büyümek – Xie Lian'ı da geride bırakmak anlamına gelmez miydi?
Bu onu korkutuyordu.
Xie Lian onun mutlu olmasını istiyordu. Bu geçen süre boyunca onun için derinlerinde büyüttüğü sevgi derin ve anlamlıydı.
Hong-er'in bunu fark ettiğinden şüpheleniyordu – ve Xie Lian çocuğu delicesine sevmeye başlamıştı.
Ama tekrar karanlıkta yalnız kalmaktan, bir başına çırpınmaktan korkuyordu.
Yine de gülümsedi.
"Bir gün fikrini değiştireceksin." Hong-er'in saçlarını tekrar karıştırmak için elini uzattı, bu eskiden her zaman çocuğu mutlu ederdi.
Ama artık hareketinden uzaklaşıyor, çocuk gibi davranılmasından rahatsız oluyordu.
Xie Lian ise umutsuzca onun her zaman çocuk kalmasını diliyordu.
"Değiştirmeyeceğim," diye mırıldandı inatla. "Ekselansları'ndan başka kimseye ihtiyacım yok."
Oh, Xie Lian göğsünde filizlenen mutluluk ve rahatlama yüzünden korkunç hissediyordu. Bunlar bir çocuğun sözleri olsa bile bu, Hong-er'in hala burada olduğu anlamına geliyordu.
Xie Lian'ın bir süre daha ihtiyaç duyulduğunu hissetmesi anlamına.
Ama Xie Lian'ın görmediği şeyler vardı ve kendini merak etmekten alıkoyamadı. Sonuçta oğlan şu an on altı yaşındaydı ve yanlarına yaklaşmasa bile kızları izliyor olmalıydı.
Nasıl tiplerden hoşlanıyordu? Bundan utanıyor muydu? Onlarla konuşmak istiyor ama nasıl yapacağını bilmiyor muydu?
Xie Lian bu konuda tamamen işe yaramazdı – daha önce hiç kimseyi bu şekilde istememişti. Pek çok kez istek ve arzularının kurbanı olmuştu ama hiçbiri bu tür şeyler değildi ve onu hiç ilgilendirmiyordu...
O zamanlar herkesin çok üstündeydi. Kimsenin ona ulaşmasına izin vermezdi.
Xie Lian yumuşak bir şekilde sorular sordu; alaycı bir sesle, hafifçe gülümseyerek ona iğnelemeler yaptı. Hong-er her zaman tapınağın karşı duvarına yaslanır, bir top gibi kıvrılır ve Xie Lian gencin onu nasıl izlediğini asla görmezdi; yanakları kızarır ve hafifçe dilini ısırırdı.
Tanrı yere çökmüş dokuma yapıyordu. Bu, zamanla edindiği bir beceriydi – isteyerek geliştirdiği bir beceri. Yavaş ve sakince.
Hong-er sessizce hangi renk ipi tuttuğunu söyleyecek ve Xie Lian ipleri zihninden resimler oluşturmak için kullanacaktı.
Çalışırken nazik bir gülümsemeyle diretti, "Gerçekten hiç hayal etmedin mi? Nasıl bir kız istediğine dair bir fikrin olmalı."
(Belki Xie Lian onun kriterlerini öğrenirse öyle birileri karşısına çıktığında kendini terk edilmeye hazırlayabilirdi.)
"Ya istediğim kişi bir kız değilse?"
Prens sustu, gencin kalbinin daha hızlı attığını duyabiliyordu, muhtemelen yargılanmaktan korkuyordu – böyle bir şeyi itiraf ettiği için karşılaşabileceği reddedilme olasılığından.
Xie Lian erkeklerden hoşlanan erkeklerin olduğunu bilmiyor değildi. Bazen öyle anlar olurdu ki...
Daha önce birini gerçekten istemediğini söylediği doğruydu. Ama antrenman yaparken ve kültivasyona odaklanırken bile hala genç bir çocuktu.
Zaman zaman, özellikle de kendisini Feng Xin'e bakarken yakaladığında; sıcak kıvılcımlar hissederdi.
Utanç verici bir histi.
Arkadaşının vücudunu görmenin neden midesindeki bu garip kıpırdanmaya neden olduğunu bilmiyordu ama böyle hissetmemesi gerektiğini biliyordu.
Bu o zamanlar Xie Lian'ı korkutmuştu. Mu Qing'in onu bakarken yakaladığını biliyordu.
Diğer arkadaşı tek kelime etmemişti ama sessizce, iğrenir gibi tepki vermişti. Hatta biraz kırgınca. Ve bu sadece utancını daha da körüklemişti.
Ama Xie Lian duygularını bastırmıştı. İçinden Kutsal Vecizeler'i okuyup sonunda onları durdurmuştu.
Onunla olan dostluğu asla etkilenmemişti. Feng Xin, Xie Lian'ın ne hissettiğini asla bilemezdi ama...
Xie Lian o zamanlar hayattaki tek amacının yükselmek olduğunu biliyordu. İnsanlara bakmamak için bir bahanesi vardı. Ve eğer farklı olsa bile...
Hiç kimse bilmeyecekti. Karısı veya çocuğu olmasa da ebeveynleri için asla bir utanç kaynağı olmayacaktı.
Bir erkek sebepsiz yere kadınlardan vazgeçmeyi seçtiğinde, insanlar konuşurdu; ama bunu inancına bağlı olarak yaptığında, insanlar ona hayran kalıyordu.
Hiç kimse Xie Lian'ın yetiştirme yolu seçiminin kasıtlı olduğunu düşünmemişti. Bu normalde sadece Guoshi'nin uyguladığı bir yöntemdi.
Böyle olunca Xie Lian yalan söylüyor veya birinden saklanıyormuş gibi hissetmiyordu. Sadece kendisi oluyordu. O zamanlar gururu onu buna zorluyordu.
Farklı olduğu için kendini asla affetmemişti. Ama hayatına başka sorunlar, başka endişeler hakim olurken...bu duygulara yer kalmamıştı. Ve ondan sonra zaten tamamen yalnızdı. Bir daha asla bunu düşünmeye ihtiyacı olmamıştı ve hatta neredeyse unutmuştu.
Ama şimdi...
Geceleri bacaklarının arasında onu tüketen duyguyla savaşırken deli gibi nefes almasına neden olan o sessiz korku ve utancı; inkar ettiğini, öyle olmadığını, kendisinde bir sorun olmadığını kendi kendine fısıldadığını hatırladı.
Bunun Hong-er'e de olmasını istemiyordu.
Xie Lian tapınılmanın ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar kör değildi. Çocuğa bir şeyin öyle olduğunu söylerse, Hong-er'in buna tüm kalbiyle inanacağını biliyordu.
Xie Lian bunu kendisi için yapabilseydi çok fazla utançtan kurtulurdu.
"...Bu hiçbir şeyi değiştirmez."
Parmakları hafifçe titreyip ipleri bir araya getirmeye çalışırken çenesini yukarıda tutuyordu. "Birini sevmek, bir insanın yapabileceği en güzel şeydir."
Hong-er'in gözleri yüzünden hiç ayrılmıyor, ona neredeyse nefes almıyor gibi bakıyordu.
"Erkek ya da kadın, her türlü değerli."
Bunun ardından taşlaşmış umutla dolu olan sessizlikte Hong-er, Xie Lian'ın kalbini zedeleyen ihtiyatlı bir mutlulukla konuştu.
"...Gege gerçekten bunu mu kastediyor?"
İş acı içinde gülümsemeye gelince Xie Lian bunda artık ustaydı.
"Tüm kalbimle."
Hong-er'in parmakları pantolonunun kumaşından baldırlarını ezdi, gözleri alabildiğine açılmıştı.
Sevgisinin karşılıklı olacağına dair umudu hâlâ olmasa da, en azından artık bunların bir tiksinti kaynağı olmadığını biliyordu.
Utanılacak bir şey olmadığını.
Boğuk bir şekilde yutkundu, kendine biraz daha sıkı sarıldı çünkü—
Birini sevmek, Hong-er...birini sevmek, kim olursa olsun—
Xie Lian bunun güzel bir şey olduğunu düşünüyordu.
Hong-er usulca sevmezdi. Yapamazdı. Aldığı her nefeste, her zerresiyle severdi.
Her zaman aşırı duygusaldı, kendini kontrol edemezdi. Kendini tükenene kadar hissetmekten alıkoyamazdı.
Ve sevgi onun her şeyi iken, dünya ona aşkının utanç verici olduğunu söylese...
Utanç her tarafını sarardı. Günahkarlık.
Ve Hong-er vücudundaki her bir kemikle, ölene kadar günahkar olacağını biliyorken; Tanrı'dan sevgiyi, hatta sadece kabulü nasıl dileyebilirdi.
Gözyaşları sessizce düşüyordu – ama hiçbiri üzüntüden akmıyordu.
"Bir erkek mi olurdu...?"
Çocuk irkilerek baktı ve Xie Lian gülümsedi.
"İstediğin biri olsaydı yani..."
Gözyaşları durana kadar sessizce gözlerini kırptı, cevap vermeden önce nefesinin biraz daha düzelmesini bekledi—
"Her iki şekilde de benim için önemli değil."
Xie Lian başını iki yana salladı.
"Erkek ya da kadın," diye açıkladı Hong-er. "Onların hepsi benim gözümde farksız."
Xie Lian duraksadı, düşündü ve sonunda gülümsedi. "Anlıyorum." Parmakları şimdi biraz daha sabitti; ipleri yavaşça birbirine geçiriyordu. "Ama istediğin türden birini düşündüğünde, bir şeyler hayal ediyor olman gerekir değil mi?"
Tanrının göremediğini bilen Hong-er gözlerinin Xie Lian'ın omuzlarında; zemine yayılan uzun siyah buklelerinde gezinmesine izin verdi.
"...Saç..." diye mırıldandı, yüzü kızarmıştı.
"Hmm?"
Çocuğun dili nadiren bu kadar tutulurdu.
"Sanırım...uzun saç seviyorum."
Xie Lian'ın gülümsemesi sabırlı ve sevecendi. "Hong- er, çoğu insanın saçı uzun."
Genç, bacaklarını göğsüne daha sıkı bastırarak kıvrıldı. "Ama...yumuşak olmalı," diye mırıldandı. "Ve parlak. Herkesinki öyle değil."
Pekala, bu doğru sayılırdı.
"Başka?"
"Gege..."
Sesi kulağa çok... utanmış gibi geliyordu. Xie Lian gülümsemesinin genişlemesini engelleyemedi. Tatlı – hayır, şirindi. Nadiren utanan biri için beklenmedikti.
"Lütfen devam et."
Genç sessiz bir inilti ile yanağını ovuşturdu.
"...Kısa değil," diye yavaşça devam etti, "Ama çok uzun da değil."
"Bu biraz tuhaf bir açıklama..."
"Şu anda benden uzun olması sorun değil," diye açıkladı Hong-er, "Hala büyüyorum."
Durdu, ve bunun kulağa ne kadar tuhaf geldiğini anlayınca aceleyle ekledi:
"Diyelim ki yani."
Konu, farkında olmadan sarf edilen sözler olunca Xie Lian uzmandı. Kendi aptallığını övüyor sayılırdı. Usulca gülerek, "Bu konu hakkında konuşmak istemeyen biri için bunları fazlaca düşünmüşsün gibi geliyor."
"Düşünmedim," diye sızlandı Hong-er, sesi korkunç derecede mahcup geliyordu. "Gerçekten!"
Prensin gülümsemesi yumuşaktı. "Başka?"
"...Zeki," Hong-er çenesini dizlerine bastırdı. "Güçlü. Nazik. Cesur. En önemlileri bunlar."
Xie Lian'ın gülümsemesi biraz soldu. "...Bunlar oldukça yüksek standartlar Hong-er."
Hong-er hiç rahatsız olmamış gibi omuz silkti. "Sorun değil."
"Böyle birini bulmak zor olabilir."
Mahcubiyetin yerini yine o keskin inatçılık almıştı.
"Gerçekten bunun için endişelenmiyorum Ekselansları."
Xie Lian kaşlarını çattı.
Bencil yanı biraz mutluydu – ne de olsa Xie Lian şimdiye kadar dünyayı biraz fazla görmüştü.
Zeki, cesur, nazik ve cömert – muhtemelen öyle insanlar yoktu.
Sadece saç ve boydan ibaret olsaydı işler daha kolay olurdu.
Ama kendini garip bir rahatlama ve böyle birini bulamayınca Hong-er'in hayal kırıklığına uğramasını istememek arasında buldu.
Ve yine de bu kriterleri karşılayabilecek tek kişinin Hong-er olduğunu düşünüyordu; nadir, eşsiz ve inanılmazdı.
Xie Lian sürekli, gencin yükselme potansiyeli olduğundan şüpheleniyor – her geçen gün yükseleceğinden daha da emin oluyordu.
Ve bu olduğunda artık Xie Lian'a ihtiyacı kalmayacaktı. Yaşamak için kendi amacı olacaktı – daha önceki laflarına ihtiyaç duymayacaktı.
Sonra yine yalnız kalacaktı.
Belki biraz daha az bencil olsaydı Hong-er'e yanından ayrılmasını emrederdi. Bu şekilde yükselme şansı daha fazla olurdu. Ya da en azından, hayatını paylaşacak birini –erkek ya da kadın fark etmez– bulabilirdi.
Hong-er bunu hak ediyordu.
Ama Xie Lian bir korkaktı ve bunu yapamazdı. Her gece birinin yanında uyumanın nasıl bir his olduğunu öğrenmişti. Konuştuğunda birinin dinlemesi, onunla gülmesi için ipek giysilere ya da altın saraylara ihtiyacı olmadığını öğrenmişti.
Ve bundan vazgeçmekten çok ama çok korkuyordu.
Gencin kendi yaşındaki insanlarla konuşmaya hiç ilgi göstermediğini fark etmişti. Xie Lian ona her şeyin yolunda olduğuna ve gidip eğlenebileceğine dair güvence verse bile kasabadan asla arkadaş edinmiyordu.
Her zaman kök salmış gibi onun yanında geziyor, hiçbir harekette bulunmuyordu.
Bazenleri sadece birazcık Xie Lian'ın sosyalleşme taleplerine boyun eğiyordu.
Pazarda hayvan postu satıp diğer gençlerle küçük sohbetler yaparken ya da tarlalardan dönerken Xie Lian bir şey fark etmişti.
Hong-er dokunulmaktan hoşlanmıyordu.
Diğer çocuklardan biri sırtına şakacı bir şaplak attığında Xie Lian karşılık olarak Hong-er'in bakışındaki zehri hissedebilmişti. Kızlar gülümser ve sürekli kollarının ne kadar güçlü olduğu hakkında sırnaşık konuşmalar yaparlardı – ama ne zaman ona dokunmaya çalışsalar, genç aniden geri çekilirdi.
Xie Lian durakladı.
Yoldaşının adını öğrendiği günden beri Hong-er'e karşı her zaman sevecen olmuştu. Xie Lian'ın sevecenlikten kastı—
Hizmetçilerle dolu bir sarayda büyümüştü. Ailesi onu severdi, ancak fiziksel yakınlaşmalar nadiren yapılırdı.
Xie Lian'ın çocuğun saçını karıştırması –Hong-er bundan hoşlanmadığı için şimdilerde daha az yapıyordu– hatta...ara sıra sarılması, prensin onu ailesi olarak görmeye başlamasındandı.
Şimdiyse gencin ona müsamaha gösterip göstermediğini merak ediyordu.
Güçlerinin eşitsizliğinden dolayı ona dokunurken çok dikkatli davranırdı. Hong-er ona tapıyor ve bir şey onu rahatsız ederse Xie Lian ona söylemeyeceğini biliyordu.
Ona karşı daha düşünceli olmalıydı.
Ve Xie Lian bunun genci ne kadar üzeceğini asla fark etmedi; yani ilk başlarda – ama haftalar geçtikçe Xie Lian herhangi bir şeyde ona dokunmadan, başını okşamadan ya da kucaklamadan iyi iş çıkardığını söylemekle yetiniyor ve sadece tebrik ediyordu.
Hong-er artık dayanamıyordu.
Sesini kontrol etmekte ve duygularını elinden geldiğince tanrısından saklamakta oldukça başarılıydı. Elleri iki yanında yumruk haline geldiğinde kendini sıkmaktan titriyordu.
"Gege?"
Xie Lian odun topladığı yerden başını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. "Evet?"
Ama şimdi Hong-er sesindeki acıyı gizleyemiyor, korkuyordu.
"Bu kul seni rahatsız mı etti?"
Xie Lian'ın yüzü düştü.
Oğlan kendine hizmetçi muamelesi yapmayalı aylar olmuştu.
'Hayır' anlamında başını sallayıp elindeki odunu yere bıraktı, "Neden böyle söyledin?"
Hong-er başını öne eğdi, neredeyse bunu söylemekten utanıyordu, çünkü endişesinin nedenini dile getirirse, tanrısının neler hissettiğini anlamaya başlamasından korkuyordu...
(Xie Lian'ın bu tür şeyleri anlamasını fazlasıyla abartıyordu.)
"...Bu kişi Ekselansları'ndan asla bir şey beklemiyor." diye mırıldandı Hong-er. Xie Lian'ın kaşları çatıldı – çünkü genç ona her zaman saygılı davranırdı ama yalnızca üzüldüğünde bu tür sözler sarf ederdi; reddedilmekten korktuğunun bir işaretiydi.
"Biliyorum Hong-er."
Oğlan güçlükle yutkundu.
"...Gege son zamanlarda benden çok uzak."
Xie Lian bunu düşünerek başını iki yana salladı. Her zaman bu tarz paranoyalar yapmaya müsaitti – ama bu sefer değil. O da daha fazla buna sessiz kalabileceğini düşünmüyordu. "...Ne demek istediğini anlamadım?"
Hong-er'in elleri titriyordu.
"...Kastettiğim," diye mırıldandı, kalbi göğsünde hızla çarparken en kötü cevabı bekliyordu, ama hiçbir şey, tanrısının ona kızgın olduğunu düşünmek kadar acıtamazdı. "...fiziksel olarak."
Xie Lian duraksadı ve dudakları bir 'O' şekli aldı.
"Hong-er..." Genç başını kaldırmadı ve tanrı olduğu yerde kaldı, afallamıştı. "Bu...sana kızgın olduğum için değildi, yanlış bir şey yapmadın."
Bu bir rahatlatmaydı ama Hong-er hala hoşnutsuzdu.
"Ben sadece... bu tür şeyler için fazla büyüdüğünü düşündüm." diye itiraf etti Xie Lian.
Söyledikleri genç adamı dondurdu, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.
"...Fazla büyüdüğümü mü?"
Xie Lian elini ensesine götürerek beceriksizce güldü. "Artık çocuk gibi muamele görmek istemiyormuş gibi görünüyordun. Ve bir başkasının sana dokunmasına da asla izin vermiyorsun—"
"Bu farklı," Hong-er normalde onun sözünü asla kesmezdi, ama şimdi kesiyordu – sesi keskindi, kelimeler ağzından aceleyle dökülüyordu. "Dokunan kişi Gege ise umurumda değil!"
"..." Xie Lian kaşlarını çattı ve bakışlarını ondan kaçırdı, midesi endişeyle burkulmuştu. "Bunu söylemene gerek yok, ben..." Derin bir iç çekti, "Bana bir şeyin seni rahatsız ettiğini söylediğin için sana kızmazdım. Sadece bana söylemediğini öğrenirsem üzülürüm, hele ki beni üzmemek için böyle bir şey yaparsan."
Bir prens olarak insanların kendisine böyle şeyler hakkında yalan söylemesine alışıktı.
Bunu en çok Mu Qing yapardı ve bu ezici bir endişe duygusu yaratırdı – Xie Lian her şeyini kaybettiğinde.
Onu takip edenlerin kendisine yalan söylenmesini istemezdi. Eğer bir konuda çizgiyi aşıyorsa bilmek isterdi, böylece yeniden...
Yalnız kalmazdı.
"Yalan söylemiyorum." diye yalvardı Hong-er, sesi alçak ve korkmuştu – yine de kendini konuşmaya zorluyordu. "Gege bana dokunmak istemiyorsa, ben...artık bunu ümit etmem. Ama istiyorsa..."
Xie Lian tereddütle dudağını ısırdı.
"...İstiyorum" diye itiraf etti. "Zor oluyor, ben..."
Çoğu yönden görme yetisinin olmadığı bir hayata alışmıştı. Ara sıra hâlâ ufak pürüzler oluyordu, ve Hong-er tüm boşluklarını itinayla dolduruyordu.
Ama yine de yanınızdaki kişiyi görememek zor bir şeydi; Hong-er'in elinin ağırlığı kadar ufak bir pürüz olsa da...
Gencin Xie Lian'a getirdiği rahatlığı tarif etmek zordu. Yalnız olmadığına, birinin burada olduğuna dair nazik bir güvenceydi.
"...dünyayı herkesin gördüğü gibi göremediğimde." diye bitirdi Xie Lian. "Ama sorun değil."
Kendini gülümsemeye zorluyordu.
"Hong-er'in kendini zorlamasına ihtiyacım yok—"
Cümlesini bitiremedi ve şoktan donup kaldı.
Bir çift kol onu sardı ve sıkıca tuttu. Xie Lian ilk başta tereddüt etti, ve daha önce hiç bu şekilde tutulmadığını fark etti.
Hong-er ona sarılıyordu – Xie Lian'a adını söylediği günden çok farklı değildi ama...
Artık Xie Lian'ın boyundaydı. Tanrı bunu fark etmemişti.
Nasıl bu kadar hızlı büyümüştü?
Xie Lian'ın kollarında ağlayacağı ve onun tesellilerini kabul edeceği yaşta, tam tersini yapmıştı.
Xie Lian yavaştı, başını onun omzuna koymakta tereddüt ediyor, yanağını Hong-er'in gömleğinin yakasına bastırıyordu.
Muhtemelen bunu yapmasından hoşlandığı diğer tek kişi annesiydi – bu sefer yüzü parfümlü ipek elbiseler yerine eskimiş pamuklu kumaşa değiyordu ve...
Hong-er orman gibi kokuyordu. Hoş bir şekilde dünyevi ve tanıdıktı – ev gibi.
Xie Lian'ın gözleri bandajların altında kapalı olmasına rağmen acıyordu.
Annesini özlüyordu. Arkadaşlarını özlüyordu. Her şeyi özlüyordu.
Her ne kadar onu hiç tutmamış olsalar bile o kolları özlüyordu.
Genç tereddütle titriyordu – sanki Xie Lian'ın tepkisinden endişe ediyor ve itilip kakılmayı bekliyormuş gibi. Fakat...
Xie Lian'ın kolları çocuğu sarmak için hareket etti. Ağlamıyordu, hayır, ama gencin ağırlığını taşımasına izin vererek kendini ona bırakıyordu.
Duyularından birinin mühürlenmesi, diğer tüm duyuların daha da önemli hale geldiği anlamına gelirdi.
Xie Lian ağaçlardaki kuşların seslerini, çimenlerin arasından esen rüzgarı hissedip sevmeyi öğrenmişti. Şimdi de Hong-er'in nefes seslerinin duygularıyla nasıl değiştiğini takip etmeyi öğreniyordu.
İyi ve kötü farklı kokuları keskince ayırt edebiliyordu. Bir iblisi kilometrelerce takip edebilirdi; ve bazı parfümler ona o kadar korkunç baş ağrıları verirdi ki aynı ortamda durmaya bile zar zor dayanabilirdi.
Ama Hong-er'in kokusu onu rahatlatıyordu. Geceleri uyumaya çalışırken onu sakinleştiriyordu.
Tat – bu konuda zaten şanssızdı. Açlık normalde hassas midesine iyi gelirdi. Yalnızca bugünlerde biraz şımarıktı – sadece yoldaşının onun için pişirdiklerini yemek zorundaydı ve bundan kesinlikle şikayetçi değildi.
Ama Xie Lian, dokunmaya ne kadar bayılacağını asla fark etmemişti.
Hong-er'in geldiğini her zaman duyar, ancak çocuk sadece omzunu hafifçe sıkarak onu selamlardı. Xie Lian'ın gerginleştiğini hissettiğinde, her zaman tanrının eline uzanır ve hafifçe sıkardı.
Parmakları Xie Lian'ınkinden daha pürüzlüydü ve eskiden olduğundan daha uzun – ama aynılardı.
Yanında uyurken zar zor sığdıkları bambu hasırın uzak ucuna doğru büzüştüğü zamanlar vardı. Şimdi ise Xie Lian her gece sırtında genç adamın sıcaklığıyla uykuya dalıyordu. Asla çok samimi değildi – sadece varlığını sürekli hissettirirdi.
Bazen kabuslar görüyordu.
Tek başına titreyerek uyanır, elleriyle ağzına kapatır ve karanlığa karşı sızlanırdı.
Artık etrafına sımsıkı sarılmış kollarla uyanıyor, bir ses saçlarına fısıldıyordu...
"Onlar gerçek değil Ekselansları."
Xie Lian gözleri görmeden ona bakardı.
Nefesleri sığ ve düzensizdi. Acınası. Bir zamanlar olduğu adamın korkmuş, kırılmış bir gölgesi rüyalarında belirirdi.
Bu kollar ne zaman bu kadar güçlü olmuştu?
"Bu sadece bir rüya."
Xie Lian'ın dudakları titriyor ve içinde, hızla bastırdığı bir duygunun gölgesi hareket ediyordu.
Gencin daha önce, farkında olmadığı zamanlarda, ona dokunmaya çalıştığı tüm küçük çabaları yavaşça fark ediyordu.
Xie Lian görme yetisine sahip olmadan gezinmede oldukça başarılıydı ama bilmediği bir yolda yürürken hâlâ tökezliyordu ve bu olduğunda, Hong-er her zaman oradaydı.
Dirseğinden yakalamak ve onu sabitlemek için tek elini sırtına koyardı. "Dikkat et gege."
Gencin dünya üzerinde en sevdiği şeylerden biri de Xie Lian'ın saçlarını taramaktı – tanrı kabul ettiğinde hala çocuksu bir zevkle gülüyor, her bir tel üzerine dikkatle yoğunlaşarak saatler harcıyordu.
Hatta eskiden prensin yaptığı gösterişli tarzların bazılarını bile öğreniyordu – Xie Lian'ın artık eskisi gibi süslü saç aksesuarları veya tokaları olmasa bile. Tanrı güvenle gülümser, çocuğa bunun gerekli olmadığını söylerdi ama...
Hong-er mutluydu, bu yüzden ona asla hayır diyemezdi.
Mu Qing kadar yetenekli değildi ama çok daha nazikti; öyle ki Xie Lian sonunda kendini ona bırakır, halinden memnun bir ev kedisi gibi mırladı.
(Hong-er'in ne kadar kızardığını ve sanki değerli bir hediye verilmiş gibi nefes nefese gülümsediğini asla görmezdi.)
Mevsimler geçiyor ve Xie Lian artık kültivasyonu düşünmüyordu. İsminin Hong-er'in dudakları dışında başkalarından nasıl duyulduğunu unutmayı öğreniyordu.
Bir yanı, dünyadan saklanan bir korkak olup olmadığını merak ediyordu – hatalarından kaçan bir korkak.
Suçluluk, utanç ve üzüntü dolu bir sürü anısı vardı.
Peki ya insanlar ona nasıl bakıyordu? Alaşağı ettiği herkes? Ya anne babasına ne olmuştu? Şu anda nerede olduklarını bile bilmiyordu. Feng Xin'in onlara zarar gelmesine izin vermeyeceğini biliyordu ama o...
Xie Lian mutlu hissetmesine izin vermeyi nasıl haklı çıkarabilirdi?
Hong-er yanında olduğu zaman içindeki duygunun bu olduğunu anlaması zaman almıştı. Gencin sesindeki tizlik her geçen hafta daha da azalıyor, giderek güçlü bir erkek sesi oluyordu.
Her gününü sessizce endişelenerek geçirirdi.
Zayıflıklarını nasıl gizleyeceği konusunda endişeleniyordu. İnanılmaya değer biri nasıl olunur. Çünkü öyle olmazsa, Hong-er giderdi. Bu böyleydi. Bir gün, olacaktı.
Birlikte geçen bir yılın ardından Xie Lian, bunun olmayacağını anlamaya başlıyordu.
Ve bunun mutluluktan fazlası olduğunu.
Xie Lian bunu romantik olmayan bir aşk olarak tanımlamaya başlamıştı. Sonuçta Hong-er hâlâ bir çocuktu, henüz kendi hayatını yaşamamıştı. Ama...Xie Lian, gence birliktelikleri aracılığıyla bir şeyler verdiğini fark edebiliyordu.
Huzur, dayanıklılık ve rehberlik.
Evi ve ailesi olmadan büyüyen biri için Xie Lian ile birlikte olması, en azından çocukluğunun son yıllarını ona değer veren biriyle bitirmesine izin vermişti.
Xie Lian ona bunu verdiğini biliyordu. Ve genç adamın ona verdikleri için her zaman minnettar olacaktı, ama...
Birini sevmenin bir parçası da, onlar için en iyisini istemek demekti; istediğin bu olmasa bile. Acıtsa bile.
Xie Lian onu durdurmazsa Hong-er'in hayatının geri kalanında onu takip edeceğini biliyordu. Ve bu, Xie Lian'ın umabileceğinden de fazla mutluluk demek olsa da...
Hong-er daha fazlasına sahip olabilirdi. Daha fazlasını hak ediyordu. Daha fazlasına sahip olmalıydı .
Xie Lian aylarca, çocuğa gitmemesi için yalvarırken ona sarılırdı. Ve şimdi, onu tam da bunu yapması için cesaretlendiriyordu.
Devam etmesi, kendine ait bir hayata sahip olması için – hayatını Xie Lian'a harcamaktan vazgeçmesi için.
Bunun 'harcamak' olduğunun söylenmesi genç adamı her zaman kızdırırdı.
"Gege'ya gitmek istediğimi hiç söylemiş miydim?"
"Hayır—"
"Gege gitmemi istiyor mu?"
Xie Lian başını sallayarak ağır ağır yutkundu. "Hayır, bu senin gitmeni istemekle ilgili değil Hong-er, ben..."
"O zaman kalıyorum."
Daha önce hiç tartışmamışlardı – Hong-er asla ona karşı çıkmak istemezdi. Ama anlaşamadıkları tek şey, asla vazgeçemeyeceği şeydi:
Xie Lian'ın buna değer olduğunu düşünmesi.
Ve bu, tanrıyı çok sinirlendiriyordu , çünkü Hong-er çok fazla şeyi çöpe atıyordu.
"Nasıl bir hayata sahip olabileceğin hakkında BİR FİKRİN VAR MI?" Xie Lian sonunda patladı, elleri yanında yumruk haline gelmişti. Çocuğa sesini asla bu şekilde yükseltmezdi. "Ne kadar...özel olduğun hakkında bir fikrin var mı?"
Ve Tanrım, o çok inatçıydı .
"Eğer özelsem, bunun nedeni—!"
"Benim sayemde olduğunu söylemeye cüret etme sakın!" Çabucak durdu, dokuma işini çoktan bir kenara atmıştı. "Ben—ben sana neredeyse hiçbir şey vermedim Hong-er! Bir şey olduğunda sadece seni yavaşlattım. Seninle ilgili her güzel şeyi BERBAT EDİYORUM, görmüyor musun?!"
Hayatındaki herkesi lanetlemişti.
Ailesini, ülkesini, insanlarını. Eğer dikkatli olmazsa yakında Hong-er'i de lanetleyecekti.
Nasıl, nasıl bu kadar bencil olabilirdi?
Çocuk tekrar konuştuğunda sesi kısıktı ve Xie Lian'ın sözleri karşısında incinmişti.
"...Hiçbir şey olmadığını nasıl söylersin?"
Tanrı dondu, sesi kesilmişti.
Gözleri kocaman açıldı ve bunun kulağa nasıl geldiğini fark etti. Her ne demek istediyse, niyeti o olmasa bile öyle görünmüştü...
'Beni yaşama sebebin olarak kullan.'
Hong-er'in gözlerinin ne kadar geniş olduğunu göremiyordu ama ondan yayılan acı dalgalarını hissedebiliyordu.
'Eğer yaşamak için bir neden bulamıyorsan, o zaman benim için yaşa.'
Aradan geçen yıllarda Xie Lian nasıl başladıklarını unutmuştu.
Hong-er tek başına ezilirken ve lanetli olduğu söylenirken, onu ayağa kaldıran Xie Lian'dı. Ona çoğu zaman aptalca gelen bu sözler...
Hong-er'in tüm dünyasıydı.
Ve şimdi Xie Lian neredeyse bunun üzerine tükürüyordu. Hong-er'e bunun hiçbir anlamı olmadığını söylemek... Yaşama sebebinin aslında anlamsız olduğunu söylemek...
Bunu anladığında tanrının kalbi utanç ve kendinden nefret etmeyle doldu; kendi sözlerine karşı...
Dizlerinin üstüne düştü.
"Özür dilerim." Boğuluyordu, utançla başını öne eğerken kollarını kendine sardı.
Bir prens olarak her zaman başını dik tutması, kimsenin önünde eğilmek zorunda olmaması söylenmişti.
Hayatında ilk defa bu şekilde diz çöküyordu – bir yetim için. Hiçbir şeyi olmayan biri için.
"Hong-er, ben..." Nefes nefese kalmış, gözyaşlarıyla mücadele ediyordu, "Çok üzgünüm!"
Birden diz çökmeyi bırakmıştı.
Tanıdık bir el koluna girerek onu yerden kaldırdı, tutuş onu rahatlatsa da bunu hak edecek son kişi olduğunu bilmek onu utandırıyordu.
Hong-er özürlerini kabul etmiyor
Her zaman söylediği şeyi tekrar ediyordu – gitmeyeceğini. Asla bırakmak istemeyeceğini.
Olmak istediği yer burasıydı. Ve Xie Lian bunu asla anlamıyordu.
Genç adama yükselebileceğini hatırlatıyor ve Hong-er bu olasılığa inanmayarak alay ediyordu.
"Gökler Ekselanslarını isteyemeyecek kadar aptalsa ben neden onlarla hizmet etmek isteyeyim?" Kollarını Xie Lian'ın omuzlarına dolayarak homurdandı. "Hem ben zaten oraya uyum sağlayamam. Çok daha iyi bir zevkim var."
Düşmüş tanrı zayıf bir şekilde gülümsedi, giderek kahkahalara boğuluyordu. "Edepsiz."
Eli yeniden Hong-er'in saçlarına uzandı, eskisi gibi karıştırmıyor, sadece nazikçe okşuyordu ve Hong-er, dokunuşuna yaslanarak onayla mırıldanıyordu. "Evet. Ve Gege yine de beni affetti değil mi."
Xie Lian onu her şey için affedebilirdi – Hong-er bunu yapmasını oldukça kolaylaştırıyordu.
Ama inkar etmesi o kadar kolay olmayan başka noktalar da vardı.
Hong-er hayatını böyle tozlu, unutulmuş bir tapınakta kör bir adamla ilgilenerek geçirirse birini bulamayacaktı. Kendi ailesi olmayacaktı.
"Bundan fazlasına ihtiyacım yok." Her seferinde bunu tekrarlıyordu.
Xie Lian bunu o kadar kolay kabul etmezdi. Ne de olsa neden bu yolu seçtiğini biliyordu ama Hong-er...bir prens değildi ve Xie Lian ile aynı...durumdan muzdarip değildi.
Bir eş bulup mutlu olmaması için hiçbir sebep yoktu.
Tanrı ona bu konuda baskı yapmaya devam ettiğinde Hong-er sonunda, gözlerinin bandajların altından genişlemesine sebep olacak bir cevap verdi.
"Birinin beni isteyeceğini düşündüren ne?"
Xie Lian donakaldı, yüzünde kafa karışıklığı vardı.
"...Anlamadım?"
Hong-er'in sesi alaycı ama altındaki derin ton gerçekti. "Ben senin gibi değilim Ekselansları."
"..." Xie Lian başını yana eğerek sessizce güldü, "Bana farklı insanlar olduğumuzu söylemene gerek yok Hong-er, bu—"
"Ben güzel değilim."
Tanrı sonunda sustu.
Hong-er'in onu güzel bulduğu iması onu çok fazla şaşırtmamıştı – ve içindeki hisler...karmaşıktı.
Xie Lian'ın kendini güzel hissettiği bir zaman vardı. Dünya ona hep öyle söylüyordu.
Ve bu güzellik onu nereye götürmüştü?
İşler çirkinleştiğinde yüzünün güzelliği ona ne getirmişti? İnananlarını arkasında mı tutmuştu? Hayır.
Bir şeyi sırf güzelliği için sevmek değersizdi. Xie Lian bunu zor yoldan öğrenmişti.
"...Beni sadece beni güzel bulduğun için mi takip ediyorsun Hong-er?"
Sözlü olarak cevap vermiyordu ama Xie Lian şiddetle başını salladığını hissedebiliyordu.
"Öyleyse neden böyle bir şeyin birinin seni sevmesini engelleyebileceğini düşünüyorsun?"
Xie Lian genç adamın endişesinden şüphe ediyordu.
Kör olabilirdi ama sağır değildi. Sokakta yürürken kızların içini çekip ona nasıl yaltaklandıklarını duyuyordu. Garip bir şekilde birçok kişi onun tehlikeli göründüğü hakkında fısıldıyordu, ki Xie Lian bunu tuhaf buluyordu. Genci bu şekilde hayal edemiyordu, ama...
'Tehlikeli' ve 'çirkin' kesinlikle aynı şey değildi.
Bu yorum başta onu güldürse de giderek daha az komik geliyordu...
"Kimse benim gibi değil gege."
Oh.
Xie Lian'ın dudakları biraz alaycı bir şekilde yukarı kıvrıldı.
Genç adamın kendine verdiği ilk iltifat, sadece kimsenin onu neden sevmeyeceğini haklı çıkarmak içindi.
Biraz daha yaklaşıp kollarını geri çekti. Hong-er Xie Lian'ı teselli ederken tapınağın taş duvarına oturarak arkasına yaslanmıştı.
Tanrı biraz doğruldu, ifadesi ciddiydi.
"Tamam, bakayım o zaman."
"..." Hong-er kafası karışmış bir halde ona bakıyor – tanrının bandajlarını çıkarıp 'Sürpriz, bunca zamandır seni test ediyordum!' deyip demeyeceğini merak etmeye başlıyordu.
Ama öyle olmadı. Yaklaştı, ve gerçekten...
Eyleminin onu, gencin kucağına oturttuğu gerçeğini düşünemedi. Dizlerinin üstünde duruyor, ona baskı yapmıyordu, ama...
Hong-er'in nefes alıp verişi ve kalp atışları hızlanıyor; elleri titriyor ve nereye koyacağını bilemediği için kucağında havaya kalkıyordu.
Ne de olsa sadece on yedi yaşındaydı ve bu—
Bu çok fazlaydı .
Xie Lian avuçlarını yanaklarına bastırdı ve oradaki sıcaklık genci daha da fenalaştırdı – ama tanrı bu konuda yorum yapmadı. Bunun yerine başparmaklarını bandajların üzerinde gezdirirken sesi endişeyle doldu.
"... Hong-er yaralandın mı?"
Çocuğun daha önce bandaj taktığını hatırlıyordu.
Ama ikisinde de zaten yaralıydı. O...onları her zaman mı takıyordu?
Genç kısık bir sesle ve boğukça cevap verdi.
"...Hayır."
Xie Lian kaşlarını çattı ve onları nazikçe çekiştirdi, "Çıkarabilir miyim?"
Nefesleri üstünkörüydü ve başı dönüyordu, ama...
Hong-er başını salladı.
Dikkatlice yüzünün sağ tarafının çoğunu kapatan bandajları çözerek yanına koydu. Oğlan tamamen hareketsiz duruyor, bunu kolaylaştırmaya çalışıyordu ama...
Genç adamın nasıl titrediğini hissettiğinde Xie Lian'ın kalbi ağrıdı. Ne kadar da gergindi.
(Elbette Xie Lian gerginliğinin nedenini tamamen yanlış yorumluyordu.)
Parmak uçları Hong-er'in yüzünün izini sürmek için yavaş süreci başlatıyordu. Çehresi artık hatırladığı küçük çocuktan farklıydı.
Çenesi biraz daha dik, elmacık kemikleri daha keskindi.
Xie Lian'ın başparmakları altında titreyen yumuşak, dolgun dudakları vardı; iyi olmaya ve onun için hareketsiz kalmaya çabalıyorlardı.
Çenesi hafif sivriydi – muhtemelen kilo alma ihtiyacındandı. Gözleri, dokunuşu altında hafifçe çırpınan kelebek kanatları gibi uzun kirpiklerle orantılı bir şekilde süslenmişti.
İnce biçimli kaşları, ve alnına o kadar sık düşen kakülleri vardı ki Xie Lian onları nazikçe çekmek zorunda kalmıştı. Hong-er'in saçı kendisininkinden biraz daha kaba, biraz asiydi ama Xie Lian bundan hoşlanmıştı.
Bir sebeple onu sevgiyle gülümsetmişti.
Bir de göremediği şeyler vardı – Hong-er'in göğsünün inip kalkma şekli, teninin kızarıklığı ve gözbebeklerinin büyüklüğü.
Hızlı nefeslerini ve kalp atışlarını duyabiliyordu ama...
Çocuğun dudaklarına nasıl baktığını, yüzlerinin ne kadar yakın olduğunu görmüyordu.
Burnu uzun ve inceydi – kemiğinde bir eğrilik ve daha önce birçok kez kırılmış gibi bir çıkıntı vardı.
Cildinde bir doku vardı ama Xie Lian'ın beklediği gibi ergenlik sivilcelerinden değildi, hayır...
Onlar yara izleriydi.
Sayısız – bazıları derindi.
Ama bunlar çirkin şeyler değildi.
Xie Lian parıldayan, kusursuz ve yeni olan şeyleri çoktan göz ardı etmeyi öğrenmişti.
Bir zamanlar o da öyleydi. Hatta pek çok yönden hâlâ öyleydi ama bu beden geçmişine dair hatırlatıcıları sürekli olarak silerdi.
Gencin yüzündeki küçük aşınma ve yıpranma belirtileri – hepsinin ayrı bir hikayesi vardı.
Hong-er'in söylemeye istekli olacağından şüphe duyduğu şeyler olabilirlerdi – ama çirkin değillerdi.
Xie Lian'ın beceriksizce gülmesini, nazik ama sahte bir iltifat etmesini ya da kişiliği hakkında bir şeyler söylemesini bekleyen genç, tanrının yüzünü izlerken boğuk nefesler veriyordu ama...
Gülümseme yüzünü hiç terk etmiyor; Hong-er'in yalnızca tanrısının dudaklarında görebileceği sıcak bir şefkatle yumuşayıp, derinleşiyordu; ve mırıldandı...
"Yakışıklı."
Hong-er'in düzensiz nefesleri kesildi. Ve Xie Lian öne doğru eğilip, başparmaklarıyla inananının yanaklarını okşadı.
Hong-er'e sarılmaktan fazlasını hiçbir zaman yapmazdı. Her zaman belli bir mesafeyi korumaya özen gösterirdi. Ve bu, onun her zaman tanrısından almayı hayal ettiği türden bir dokunuştu –istemekten her zaman çok utandığı türden bir dokunuş.
Tanrı, dudaklarını alnına bastırdı.
"Yakışıklı, cesur Hong-er'im."
Genç titrek bir nefes çekti ve gözleri yaşlarla doldu.
Yalan gibi gelmiyordu. Böyle olmaması gerekiyordu ama kulağa çok samimi geliyordu.
Ona inanmıyordu.
Hong-er gözlerini kapatıp Xie Lian'ın onu sımsıkı tutmasına izin verdi.
Her zaman tanrısına inanırdı. Ne pahasına olursa olsun, onu dünyanın sonuna kadar takip edecekti. Xie Lian ne derse desin, ne yaparsa yapsın. Hong-er'in inancı kördü. Sonsuzdu.
Ama Xie Lian yakışıklı olduğunu söylediğinde buna inanmıyordu.
Cesur , evet. Hong-er her zaman cesur olmuştu.
Dünyanın yaşanabilecek bütün kötülüklerini yaşamışken cesur olmak kolaydı.
Ama Hong-er çirkin olduğunu biliyordu. O her zaman çirkindi. Bütün bunlar bu yüzden olmuştu. Neden o...
'Benim Hong-er'im.'
Oh,
Oh...
Kelimeleri yalan bile olsa, o...
'Benim.'
Benim.
Lütfen...
Öyle mi demek istedi?
Tanrısı kollarında uyurken gencin kalbi düzensizce atıyor; bir eli hâlâ çocuğun yanağında hafif ve sevecence duruyordu.
Lütfen, gerçekten bunu mu demek istedi?
Yakışıklı olmasa bile Xie Lian...gerisini kastetmiş olabilir miydi?
Hiç şansı, serveti, gücü, adı bile olmayan biri...
Onun gibi birine ait olmaya layık olabilir miydi? Hak ediyor muydu? Kesinlikle hayır. Belki bir hezeyanla... Xie Lian bunu her halükarda isteyebilir miydi?
Sonra gecenin hareketi düşüncelerini böldü.
Xie Lian bir prens olarak doğmuştu. Bir tanrı olmak için. Sonra düşmüştü. Ve tüm bu zaman içinde –ve takip eden yıllarda– en mutlu yılının hiçbir şeyi olmadığı zaman olduğunu anladı. Beş parasız ve körken; terk edilmiş, tozlu bir tapınakta uyurken.
Herhangi ahlaki bir klişeden ya da zenginlik ve şöhretin hiçbir şey ifade etmediğine dair büyük kavrayıştan dolayı değil, hayır—
Yanında uyuyan çocuk yüzünden. Ona inanan çocuk. Onu kurtaran, yanında olan çocuk.
Xie Lian onu bırakmalıydı.
Ne olduğunu hatırlamalıydı. Onu sevmesi bir insana neler yapabilirdi. Sadece varlığının verebileceği zararlar...
Ama yapmadı.
Onun yanında kalmasına deli gibi ihtiyacı vardı – umursayacak birine... ve Hong-er'in bağlılığı bir uyuşturucu gibiydi. Onu rahatlatıyor – unutmasını sağlıyordu.
Ve aylar sonra ilk kez, yalnız uyandı.
Chapter 3: Hayalet Alevleri Soğuk Yanar
Chapter Text
Battaniye dikkatlice etrafına sarılmıştı ama Xie Lian sönmüş ateşin için için yanan küllerinin kokusunu alabiliyordu.
Hong-er asla sönmesine izin vermezdi.
Başını çevirip saçlarını arkasına attı ve seslendi...
"...Hong-er?"
Cevap yok.
"..."
Tanrı tökezleyerek ayağa kalktı, tapınağın etrafında dolaşırken saçını geri çekmeye çabaladı – birilerinin bunu kendisi için yapmasına alışmıştı.
"Hong-er!"
Sessizlik çok büyüktü ve bu onu korkutuyordu.
Bir şeyler yanlıştı – çok, çok yanlış; bunu hissedebiliyordu.
Tapınaktan çıktı, o kadar endişeliydi ki ezbere bildiği yoldaki bütün engelleri unutup tökezleyip durmuştu.
Düşüyor. Avuçlarını, dizlerini, yanaklarını yaralıyordu. Ama şimdi kimse onu yakalamıyordu.
"..."
Elleri titremeye başladı ve daha yüksek sesle bağırdı. "Hong-er!"
Derenin yanında değildi. Her zaman ormanın içinden gittikleri yolda değildi. Xie Lian kaç kez düştüğünü unutmuştu, bir anlığına inlemek için durdu, bileğini o kadar sert burkmuştu ki bir şeylerin çatırdadığını hissetti – ama aramayı bırakamadı.
Ya ona bir şey olduysa? Ya bir yerde kapana kısılmış ve ona seslenemiyorsa? Neden onu uyandırmadan gitmişti ki? Neden beklememişti? Bunu daha önce hiç yapmamıştı, ya o—?
Xie Lian dondu, kalbi korkuyla sıkıştı.
Ya o... öylece gittiyse?
Ne de olsa Xie Lian önceki gece ona gitmesi için birçok sebep sunmuştu. Söylediği şeyler ne kadar nankör, ne kadar acınası ve kendini aşağılayan sözlerdi...
'Bunu nasıl söylersin?'
"..."
Xie Lian ağzını kapattı, omuzları utançtan titriyordu.
Ya düşünecek zaman bulduğunda o...
...Onu affedemeyeceğine karar verdiyse?
Ya Xie Lian'ın onun çirkin olmadığına dair verdiği güvencelere inanmadıysa, tanrının ne kadar acınası olduğunu görüp...ona artık ihtiyacı olmadığına karar verdiyse?
Ya Xie Lian'ın beni bırak sözleri sonunda işe yaradıysa? Ya onları dinlediyse?
Tanrı panik atağın etkisiyle öne eğildi.
İstediği zaten bu değil miydi? Böyle olunca mutlu olması gerekmez miydi? Gerçekten bu kadar korkak mıydı? Çocuğa olan umutları bu kadar boş muydu? Çocuğa olan sevgisi bu kadar bencil miydi? Hiç değişmemiş miydi? Hiç—
Hayır.
Xie Lian'ın parmakları saçlarını yoluyor, başı dönüyordu.
Bu olay bir yıl önce olsaydı, buna inanırdı. Yıkılırdı, umutsuzluğa kapılırdı, kendine acırdı. Ama şimdi—
Xie Lian'ın çenesi kararlılıkla kilitlendi.
"O..." Sesi kararsız ama Hong-er'in ona verdiği güvenle doluydu.
"Beni bırakmazdı."
Her düştüğünde veya yanlış yolda olduğunu fark ettiğinde Xie Lian titreyerek kelimelerini tekrarlıyordu.
Beni bırakmazdı.
Beni bırakmazdı.
Beni ASLA bırakmazdı.
Xie Lian'ın buna inanması çok uzun sürmüştü. Hong-er onu ikna etmek için çok uğraşmıştı.
Şimdi bu kadar kolay vazgeçerek bunu mahvetmeyecekti. Oğlan bunu hak etmiyordu. Ne olursa olsun Xie Lian'a inanmıştı...Xie Lian ondan vazgeçmeyecekti.
Ancak bu inancın bir parçası daha da korkunç bir soruyu doğruyordu:
Eğer gitmeyecekse...o zaman neden burada değildi?
Paniği büyüyor ve Xie Lian olasılıkları birer birer eledikçe dehşet onu iyice ele geçiriyordu.
"HONG-ER!"
Şimdi çığlık atıyor, zor nefes alıyor, kayıyor ve tekrar düşüyordu; ellerinin ve dizlerinin üzerine çökerken bir böğürtlen çalısı yanağını kesiyordu.
O nerede?!
Çenesinden damlayan kanı silmeye tenezzül bile etmiyordu.
O anda bir şey olmuştu. Yanağına karşı soğuk, çırpınan bir baskı vardı. Xie Lian ilk başta farkına varmadan irkilerek uzaklaştı, kafası karışmış bir şekilde etrafına bakarken göğsü inip kalkıyordu.
"Hong-er?" Sesi titriyordu. "Eğer—eğer sensen, kızmayacağım, lütfen bana cevap ver, dayanamıyorum..."
Bu baskı tekrar yanağına çarptı ama Xie Lian uzandığında hiçbir şey bulamadı.
Göğsünden bir hıçkırık koptu.
"Eğer bu bir oyunsa, komik değil..."
Hong-er daha önce de ondan saklanmıştı. Şakacı bir şekilde – ve asla çok uzağa gitmeden, Xie Lian'ın onu yalnızca ses ve kokuyla bulmasına izin verecek kadar. Ve o eğlenceliydi. Bu—bu değildi.
Xie Lian kimsenin nefes aldığını duymuyordu. Kendi kalp atışından başka kalp atışı yoktu.
Soğuk bir şey ona sürtünüyordu.
Geri çekilip başını sallarken boğazından yine bir hıçkırık koptu. "Hong-er—eğer sen...isen, ben—kes şunu, ben—" İçine kapandı, bir yaprak gibi titriyordu. "Korkuyorum!"
Şimdi soğukluk yoktu ama kimse ona cevap vermiyordu. Xie Lian titreyerek bir an hareketsiz kaldı.
Nefesi yavaşlıyor ve ne kadar dinlerse dinlesin ormanın doğal seslerinden başka bir şey duymuyordu. Ancak nefes aldığında neredeyse unuttuğu bir koku almıştı:
Ruhani Güç.
Ama...neden burada?
Parmakları titreyerek uzandı ve avucuna bir şey kondu. Hafif, alev gibi çırpınan bir şeydi ama soğuktu.
Xie Lian'ın elini yüzüne doğru kaldırırken kaşları çatıldı – ve yine yanağına o soğukluk çarptı.
Bir... hayalet alevi?
Tanrı kaşlarını çattı, zihni durmuyordu.
Bir hayalet alevinin burada ne işi vardı?
Herhangi bir savaş alanından uzaktaydılar. Yakınlarda bunları satan hiçbir uygulayıcı veya tüccar da yoktu. Nasıl...?
Xie Lian duraksadı, başını hızla salladı ve kendini düşüncelerinden kurtardı. Bunun için zamanı yoktu.
Alevi uzaklaştırarak ayağa kalktı.
"Hong-er!"
Xie Lian özür dileyip onun için burada olmadığını açıklasa bile alev ısrarla devam ediyordu. Huzur arıyorsa yardım edecek başka birini bulması gerekiyordu, Xie Lian'ın bunun için zamanı yoktu.
Ve şimdi sahip olmadığı bir şeye ihtiyacı vardı:
Gözler.
Başlangıçta gururluydu – hem de çok fazla. Ona yardım etmek isteyenlerden, yardım için uzatılan her bir elden kaçmıştı. Sadece bir yabancınınkini kabul edebilmişti. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan birininkini.
Şimdi köydeki her kapıyı çalıyor, "Yardım edin! Lütfen!" diye bağırıyordu.
Elleri titriyor, alamadığı nefeslerin arasından zorlukla konuşabiliyordu. "Tanrım lütfen, lütfen – yardım et bana!"
Çiftçiler onu geçen yıl tanımaya başlamışlardı – aileleri de öyle. Hepsi iyi kalpli ama talihsiz olarak gördükleri Taocu'yu endişeyle izleyerek dışarı çıkmıştı.
"Sorun ne evlat?"
"Bir şey mi oldu?"
"Şu arkadaşın nerede?"
Ondan bahsedilmesi Xie Lian'ın göğsünden panik dolu bir çığlık çıkmasına neden oldu ve başını salladı. "B-Bilmiyorum – bulamıyorum—onu bulamıyorum!"
Yerel bir tüccar çenesini ovuşturarak kaşlarını çattı.
"Kör bir adamı kendi başının çaresine bakması için bırakmak..." Xie Lian'a bir bakış attı. Yüzündeki kesikleri ve morlukları incelerken başını salladı. "...Ne kadar utanmazca."
Xie Lian dik dik bakamıyordu ama kafasını adama doğru çevirirken kaşları çatıldı.
Köylüler onun sadece tatlı dilli, yumuşak bir mizaca sahip olduğunu biliyorlardı. Adamı aniden gömleğinden yakalayıp yerden kaldırması hepsini ürkütmüştü.
Ve hırlıyordu.
"Onun hakkında böyle konuşma!"
Adamı şiddetle sarstı. "Onun hakkında ASLA böyle konuşma!"
"Sakin ol evlat, onu demek istemedi—"
Genç adamın öfkesinden nasıl titrediğini gördüklerinde sustular.
Sesi çatladı.
"O beni bırakmaz!"
Xie Lian onu izleyen gözlerdeki duyguları hissedebiliyordu: Acıma.
Adamı bıraktı. Geriye doğru kararsız bir adım atıp kendini tekrarlarken dudakları titriyordu—
"Hong-er—" tökezledi, "Beni bırakmaz!"
Biri onu tuttu.
Ama istediği kişi değildi.
Çiftçi omuzlarını güven verici bir şekilde ovaladı. "O haklı."
Herkes onu izlerken adam boğazını temizledi, "Bu ikisi geçen hasatta her gün tarlamda çalıştı – o çocuk kendini tamamen bu küçük keşişe adamıştı."
Xie Lian hıçkırıklarını bastırdı. "Gitmezdi."
Kalabalıktan mırıltılar yükseldi ve sonra herkes aramaya başladı.
Ormanı yeniden taradılar – tapınağı, nehri, kasabaya inen yolu. Xie Lian ne zaman yanağında o soğukluğu hissetse itip uzaklaştırıyordu – bu ruha acıyamayacak kadar telaşlıydı.
"Sana yardım edemem!" Tersledi. "Başka birini bul!"
Hong-er'in adını haykırmaktan sesi kısılmıştı ama durmuyordu. Pes etmeyecekti, hava kararmaya başladığında, nefesinin çıkardığı buharı görebilecek kadar soğuduğunda bile.
Gece için durmaktan söz ediyorlardı ama Xie Lian'ın durmayacağını gördüklerinde...kalıyorlardı.
Bileği şişmiş, ayakları kanıyordu; soğuk bastırdıkça dişleri takırdayıp duruyordu.
Sabaha kadar beklemesi ve eve dönmesi için yapılan her baskıyı Xie Lian reddediyordu.
Xie Lian'ın Hong-er'i bulana kadar dönecek bir evi yoktu.
Gece ilerlemişti. Yürümeye devam ediyordu. Sesi neredeyse kesilene kadar bağırıyor ama hiçbir yanıt alamıyordu.
Ta ki
"...Gege?"
Başı hızla yana savruluyor, kalbi bir an için atıyordu ama...
Doğru ses değildi.
Sadece bir çiftçinin oğullarından birine aitti.
Xie Lian yanağındaki kanı sildi, neredeyse kurumuştu bile. "Ne oldu?"
"Biz..." Genç adam tereddüt ediyordu ve... kulağa pek iyi bir haber verecekmiş gibi gelmiyordu.
"Onu bulduk."
"..."
Xie Lian'ın yüzündeki renk yavaş yavaş akıp gitti. Önceden de soğuktu, ama şimdi...
...Dünyada hiç sıcaklık kalmamış gibi geliyordu. Sanki güneş ufkun altına girdikten sonra, bir daha asla doğmamak üzere ölmüştü.
Öyle olsa da Xie Lian için bir fark yaratmazdı.
"Nerede..." Sesindeki korkuya engel olamıyordu, "O nerede?"
Genç adam sözlü olarak cevap vermemişti, sadece kolundan tutarak Xie Lian'ı tekrar yürütmüştü.
Tutuşunda, tıpkı yaralı bir kuşa yardım eder gibi bir nezaket vardı. "Nerede—?"
"Burada." Başka bir köylü yanıtladı ve—
Xie Lian insanların ağladığını duyabiliyordu.
Öne doğru sendeleyip dizlerinin üstüne düştü, ta ki o...
Onu hissedene kadar.
Eli yerdeki bir çizmeye temas etti ve... Xie Lian içinde adını koyamadığı bir parçanın kırıldığını hissetti.
Xie Lian o ayakkabıları tanıyordu.
Onları o yapmıştı.
Orada bir yerde inkar vardı. Histerik bir düşünce onun hâlâ dışarıda bir yerlerde ayakkabısız dolaşabileceğini düşünüyordu...
Öne doğru emekledi, elleri çılgınca yukarı doğru çıkıyordu – Xie Lian bu elleri tanıyordu.
Onları birçok kez tutmuştu.
Boğazından boğuk bir inilti koptu ve elleri vücudun yüzüne uzandığında...
Xie Lian bir şeyler öğrenmişti:
Kalp kırıklığı bir metafor değildi. Gerçekti.
Kalbi öldüğü an, bunu hissetmişti. Kırık bir kemikten, kayıp bir uzuvdan daha fazlasıydı.
O yüzü biliyordu.
O çenenin şeklini. O ağzın kıvrımını. O burundaki küçük yumruyu. Ve—
O yara izlerini.
Xie Lian bir deprem olup olmadığını veya bir an için tekrar yükselip yükselmediğini merak ederek etrafına baktı. Yer sallanmayı bırakmıyordu—
Oh.
Bu sadece oydu.
Titriyordu.
Herkes susmuştu, kimse ne diyeceğini bilemiyordu ve...
Çığlıklar vardı.
Xie Lian uzaktan gelen sese neden kimsenin aldırış etmediğini, onun kim olduğuna bakmadığını merak ediyordu. Birisi zarar görmüş olabilirdi. Yardıma ihtiyaçları olabilirdi. Çiftçinin oğlunun hareket ettiğini gördü ancak hemen geri çekilmişti.
Oh.
Bu sadece oydu.
Çığlık atıyordu.
Onun acısı güzel değildi. Diz çöküp birinin kollarında ağlayacağı türden değildi.
Xie Lian, göklerin onu duyması için yeterince yüksek sesle haykırdı.
İyi.
Duymalarını istiyordu.
Tüm dünyanın durmasını istiyordu. Gökyüzünün parçalanmasını istiyordu. İçindeki acının dışarı taşmasını istiyordu.
Bu, bundan daha kolay olurdu.
Çocukken kendisine 'hayır' dendiği zaman delirirdi. Sadece 'belki ' kelimesini duyardı. O zaman, boşuna olsa bile umudunu korurdu.
Sonunda her şeyin onun için iyi olacağını düşünürdü.
Xie Lian, büyük veya küçük, mutlu sonlara inanırdı.
Cevap değişmediğinde, bu, işleri onun için zorlaştırdı. Kabullenmemek için uğraşırdı. Bağırır, yumruklarını sallar ve ağlardı.
Sanki bir şeyleri düzeltebilirmiş gibi.
Ve genellikle başarırdı. Ağlamak neredeyse her zaman Xie Lian'a istediğini verdirirdi.
Ama bu, annesine sarılıp ağlayabileceği bir şey değildi.
Ne kadar bağırıp ağlasa da bu sefer istediğini alamayacaktı. Kimse sıcak bir gülümsemeyle gelip acısını dindirmeyecekti. Xie Lian'ın istediğini kimse ona veremeyecekti.
Hiç kimse Hong-er'i ona geri veremezdi. Gitmişti.
Buraya kadardı. Bu sondu. Xie Lian gitmesine izin veremezdi.
Yerde diz çökmüş, Hong-er'i kendisine bastırıyordu. Vücudu çoktan sertleşmiş ve soğumuştu.
Kulağını gencin göğsüne bastırdı.
Sadece sessizlik duyuyordu.
Hâlâ aynı kokuyordu. Ölüm henüz bunu almamıştı. Orman gibi; taze, rahatlatıcı, tanıdık.
Xie Lian'ın yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı.
Tıpkı evi gibi.
Hiddeti onu terk ettiğinde, sadece boşluk vardı. Keder yamyam bir yapıydı: İçinizdekileri emer, sizi bomboş bırakırdı. Hissiz bırakırdı.
Kulak tırmalayıcı bir tonda konuştu, sesi donuktu. "...Bu nasıl oldu?"
Görünüşe göre kimse ona cevap vermiyordu ve Xie Lian, Hong-er'e biraz daha sıkı sarılarak yanağını gencin omzuna bastırdı. Eskiden olduğu gibi, canı yandığında yaptığı gibi.
O zamanlar Hong-er onu tutuyor olurdu.
'Tut beni' diye düşündü acıdan kör olmuş bir çaresizlikle.
Neden beni tutmuyor?
Uzun bir sessizlikten sonra etrafına bakındı ama görmüyordu – adımlarını geri çekti.
"...Buraya zaten bakmıştım," diye mırıldandı Hong-er'in saçını okşayarak, yine yüzüne düşmüşlerdi. Eve döndüklerinde taramak zorunda kalacaktı, çocuk hep unutuyordu.
"Daha önce burada değildi."
"...Onu buraya taşıdık," diye açıkladı adamlardan biri, genç adama sempati ve ihtiyatla bakarak.
Xie Lian anlamaya çalışarak boş gözlerle önüne bakıyordu – ama görmüyordu . "Neden?"
Bu sorusunu daha fazla sessizlik izledi ve Xie Lian cesedi daha yakınında tuttu. Neden kimse ona cevap vermiyordu?!
"...Onu o şekilde bulmasan daha iyiydi," diye yanıtladı bir adam sonunda ve Xie Lian—
Anlamıyordu.
Hong-er zaten—...
Çoktan gitmişti.
Bundan daha kötü ne olabilirdi ki? Onu korumak için neye ihtiyaçları olabilirdi?
Sessizlik Xie Lian daha fazla dayanamayacak hale gelene kadar uzadı, yüzü karışık duygularla çarpıldı, "BANA CEVAP VER!"
Bir dilenci ya da bir kör gibi konuşmuyordu. Bir kralın otoritesiyle, bir tanrının gazabıyla sesi titriyordu. Birkaç çiftçi geri adım attı, yalnızca biri onun yanında kaldı.
"...Çok üzgünüm," diye mırıldandı bir eli Xie Lian'ın omzuna düşerken.
Xie Lian irkildi.
Dokunulmak istemiyordu. Ona dokumasını istediği tek el yanında gevşek, soğuk ve hareketsizce duruyordu.
"Delikanlı acı çekmiş."
Kimse ona söylemek istemiyordu ama bundan kaçış yoktu.
O ana kadar Xie Lian bunun korkunç bir kazadan fazlası olduğunu hiç düşünmemişti. Gece bir sebepten ortadan kaybolduğunu, dolaşırken düştüğünü ve...
...yardım alamadığını düşünmüştü.
En kötüsü, belki bir hayvan tarafından saldırıya uğramıştı. Veya...
Xie Lian titreyerek tekrar sordu, "Nasıl olmuş?"
Çünkü biliyordu...Hong-er onu uyandırmadan gitmezdi. Xie Lian en başında nasıl uyuyabilmişti? Çocuk sessizdi ve Xie Lian onun yanında mışıl mışıl uyuyacak kadar rahattı ama...
Kalbi suçluluk duygusuyla sıkışıyordu.
Nasıl...Xie Lian onu nasıl güvende tutamamıştı?
İnsan hayatının ne kadar kırılgan olduğunu biliyordu. Çocuk hastalanmasın diye merdivenlerde uyumasına bile izin veremeyecek kadar çok korkuyordu.
Bu nasıl olmuştu?
Gözyaşları düşmeyi bırakmıyordu.
Xie Lian bunun olmasına nasıl izin vermişti?!
"...Birisi onu incitmiş," diye mırıldandı çiftçi, kelimeleri kasten belirsizdi ve Xie Lian'ın ifadesi yavaş yavaş değişmeye başladı.
Vücudunun durumunu göremiyordu. Sadece Hong-er'in ellerine ve suratına dokunmuştu.
Şimdi bakmaya başlıyordu.
Yapabileceği tek şekilde.
Elleri çocuğun göğsünden aşağı, karnının üzerine kayarken titriyor ve dengesizleşiyordu – ve Xie Lian ancak şimdi daha önce hissedemeyecek kadar çılgına döndüğünü fark ediyordu.
Giysilerinde küçük yırtıklar ve...kurumuş kanın tanıdık dokusu vardı.
'Acı çekmiş.'
Xie Lian uzun yıllar boyunca askerdi. Pek çok bıçağı olan bir ustaydı. Bir kılıcın darbelerini yalnızca dokunarak tanırdı.
Ama yaraları incelemeye başladığında, çoğunun sığ olduğunu fark etti. Sadece bir tanesi ölümcül olacak kadar derindi.
Bu acı çekmek kadar basit değildi. Bu işkenceydi.
Hong-er işkence görmüştü.
'Hiçbir şey istemiyorum.'
Xie Lian'ın yüzü alınları birbirine bastırılana kadar öne eğildi.
'Gege—gördün mü?'
Genç hala hayatta olsaydı, kaburgaları Xie Lian onu bu kadar sıkı tuttuğu için çatlıyor olurdu.
Eline yine soğuk bir şey değmişti.
Xie Lian'ın buna kafa yoracak enerjisi yoktu – sadece bakmadan onu savuruyordu.
Aklında bir soru vardı. Anlayamadığı bir soru.
"...Neden çığlık atmadın?" Oğlanın saçlarını okşayarak mırıldandı.
Eğer duymuş olsaydı – Xie Lian duyacağını biliyordu. Gelirdi. Onu kurtarırdı.
Peki neden yapmamıştı? Bunu yapmanın tek şansı olacağını biliyor olmalıydı. Xie Lian onu korumaya çalıştığında bu konuda çocukça davrandı ama o asla...o asla...
Ve sonra, Xie Lian anladı.
Hepsini aynı anda değil. Yavaş yavaş birleşmişti. Tıpkı kapıdan çıkmak üzereyken bir şey unuttuğunu hatırlamak, ama ne olduğundan emin olamamak gibi. Düşünürsünüz, kafanızda dolandırırsınız ama kapıdan çıkana kadar asla fark etmezsiniz ve...
Sonrasında çok geç olur.
Xie Lian, Hong-er'in neden çığlık atmadığını biliyordu.
Eğer Xie Lian'ın onu kurtaramayacağı bir şey olduğunu düşündüyse.
Eğer Xie Lian'ın onu kurtarmaya çalışmasının tanrıyı tehlikeye atacağını düşündüyse.
Bunun için her şeye sessizce katlanırdı.
"...Bunun farkında mıydın bilmiyorum," dedi çiftçilerden biri tereddütlü bir sesle. "Ama bir dövme var."
Xie Lian yavaşça gözlerini kırpıştırdı, içindeki tüm güç tükenmişti. "...Ne?"
"Sence...herhangi bir suç bağlantısı var mıydı? Bilmiyorum, belki...bazı düşmanları vardı?"
Xie Lian başını sallayarak sakin bir uyuşukluk içinde kayboldu. "Hayır, o...o bir suçlu değildi," Ne zaman olduğunu hatırlamıyordu ama bir noktada konuşurken sallanmaya başlamıştı. Sanki Hong-er uyuyor ve prens onu rahat ettirmeye çalışıyor gibiydi.
"O..."
Xie Lian sesinin çatladığını ve daha fazla gözyaşının düştüğünü hissetti. Bunları yaptığını biliyordu ve aynı zamanda – ondan tamamen uzaklaşmış hissediyordu.
"Benim Hong-er'im bir askerdi."
Ortalık sessizdi, hiç kimse bu sözler karşısında ne düşüneceğini bilmiyordu – hepsi olduğu yerde duruyordu.
Sonunda içlerinden biri kelimelerini dikkatle seçerek yeniden konuştu: "Askerlerin de düşmanları olabilir, evlat."
Xie Lian bunu herkesten daha iyi biliyordu.
"Onun olup olmadığını biliyor musun?"
Xie Lian arkasına yaslandı ve yıllardan beri ilk kez, gözlerinin yasını tutmaya başladı.
Sadece onu görmek istiyordu.
Anılarındaki yüz bir çocuktu.
Xie Lian, birlikte çalıştığı genç adamı görmek istiyordu. Gülümsemesinin neye benzediğini görmek istiyordu. Ona baktığında Hong-er'in gözlerinin nasıl göründüğünü bilmek istiyordu.
Dokunma, ses veya kokudan daha fazlasını istiyordu. Xie Lian geri kalanını istiyordu. Ve şimdi, asla alamayacaktı.
Gömleğinin önünü düzeltirken ve yüzüne düşen saçları çekerken parmakları çok dikkatli, çok sevgi doluydu. Gencin saçları bugün gerçekten karmakarışık haldeydi. Xie Lian yeniden titremeye başladığını hissetti. Eve döndüklerinde taramak zorunda kalacaktı.
Çocuğa ne kadar hatırlatsa da o hep taramayı unutuyordu. O—
Nefesleri yeniden bastıran panik atakla tekrar hızlanıyordu.
Hep Xie Lian'ın saçlarıyla oynamak isterdi ama kendi saçını düzeltmeyi asla hatırlamazdı.
"Evlat?" Ses sanki çok uzaklardan geliyormuş gibiydi, Xie Lian gölün dibindeymiş ve biri su kenarından ona sesleniyormuş gibi. Yönünü şaşırmış bir halde etrafa kafasını sallarken çiftçi tekrar sordu, "Düşmanı var mıydı?"
"...Hayır," Xie Lian fısıldadı. "Ama benim vardı."
Xie Lian bunu kimin yaptığını biliyordu, nedenini biliyordu. Sorulacak soru kalmamıştı. "...Bunu yetkililere bildirelim mi? Belki onlar—?"
Xie Lian'ın ağzından kopan kahkaha boştu. Sadece anlık, histerik bir refleksti. Neşe yoktu.
"Hayır," diye mırıldandı. "Hiçbir şey yapamazlar."
Kimse yapamazdı. Buna karşı galibiyet olamazdı. Bundan kaçış yoktu. Xie Lian denemişti.
Cesedi nasıl götüreceklerine dair sessiz tartışmalar dönerken Xie Lian başını sallıyordu.
"Onu ben taşıyacağım."
Sesi herhangi bir itiraza yer bırakmıyordu.
Ama bir şey vardı...
Anlamadığı bir şey.
"Neden onu hareket ettirdiniz?" Mırıldanarak başını salladı. Sonuçta pek bir şey değişmemişti. Xie Lian her türlü öğrenecekti.
Yine sessizlik olmuştu ama bu sefer cevap almak için bağırmasına gerek yoktu.
Adamlardan biri, "...Onu uzağa taşımadık." diye mırıldandı ve Xie Lian, parmak uçları Hong-er'in sırtını okşarken kaşlarını çattı.
"Ben zaten buraya gelmiştim." Xie Lian kaşlarını daha da çatarak mırıldandı. "Ve o burada değildi."
Eğer ona biraz da olsa yalan söylediklerini öğrenirse, o...
Birkaç metre ötede duran gençlerden biri titremeye başlamıştı. Ve konuştuğunda sesi bir şey saklar gibi geliyordu...
Kimsenin görmemesi gereken bir şeyi görmüş bir adam gibi.
"Biz sadece...onu indirdik. Hepsi bu."
Xie Lian hareket edemiyordu. Düşünmüyor, konuşmuyordu.
Bu cümle kafasında tekrar tekrar yankılanıyordu.
Onu indirdik.
Onu indirdik .
Onu indirdik .
Sesi çok sakin çıkıyordu. Sanki başkasına aitmiş gibi. "O neredeydi?"
Kimse cevap vermek istemiyordu ama başka seçenekleri olmadığı konusunda hepsi hemfikirdi. "Y-Y-Yukarıda."
Xie Lian çenesini kaldırdı. Neredeyse gülecekti çünkü... açıkça, göremiyordu . Ama bir ormandaydılar. Cevap karmaşık değildi.
"..."
Parmak uçları aşağı kayarak Hong-er'in boğazını okşadı.
Xie Lian bundan sonra kimseye soru sormadı.
Ona başka kimse dokunamazdı. İsteseler bile Xie Lian izin vermezdi.
Yavaşça onu dağın yamacından aşağı taşıdı. Topallıyordu, üşüyordu ve yorgundu – ama tökezlemiyordu. Onu düşürmeye cesaret edemezdi.
Köylüler ona yol verecek kadar kibarlardı. Soru sormuyorlardı. Bir süre tapınağın zemininde onunla yalnız oturdu. Burası—
Burası daha önce bir ev gibi hissettirirdi. Birlikte yaptıkları bir ev.
Şimdi, bir mezar gibi geliyordu.
Xie Lian'ın parmak uçları yüzünü okşamaktan asla vazgeçmiyordu, sessizce yüzünü ezberlemeye çalışıyordu.
"...Yakışıklı." diye fısıldadı.
"Bana inanmadın, değil mi?"
Dudaklarını sımsıkı birbirine bastırıyordu ama hiçbir şey gözyaşlarının düşmesini engelleyemiyordu. Asla durmayacak gibiydiler. Xie Lian, içinde kendini bu şekilde hissettiren parçayı bulmayı ve tamamen kesip atmayı diliyordu.
Bu daha iyi olurdu.
Ama Hong-er yakışıklıydı. İnanmasa bile. Xie Lian onu tamamen görme şansına sahip olmasa bile.
Xie Lian titreyerek onu daha sıkı tuttu.
Hong-er güzeldi. Tıpkı havai fişeklerin olduğu gibi. Gökyüzünde parıl parıl yanan, her yerde parıldayan.
Ama onlar her zaman çok hızlı giderdi. Ve geride sadece dumanları kalırdı.
"...Çok üzgünüm," diye mırıldandı söyleyecek daha iyi bir şeyi olmasını dileyerek. Sanki...
Sanki onu dinleyen biri varmış gibi.
"Ben—" Hıçkırıkları yeniden başlamıştı, vücudunu paramparça ediyordu. Ve uzun süre durmuyordu.
"Seni bırakmalıydım, ben..." Etrafında kıvrıldı ve, Hong-er'in ondan daha uzun olduğunu fark etti. Omuzları da daha genişti.
Gözyaşları arasında konuşmak çok zordu ama deniyordu – bu şansı bir daha olmayacaktı.
"Her şeyi berbat ettim," boğuluyordu. Genci kollarında ileri geri sallarken hatırlıyordu.
Bir şeyleri geç anlamak Xie Lian'a karşı her zaman zalim olmuştu. Çok büyük haksızlıktı.
O kadar çok uyarı vardı ki. Ailesinin başına gelenler, hatta Xianle...
Guoshi onu uyarmıştı.
O gün, ona Hong-er'in şansından bahsettiğinde. Xie Lian'a özür dilemesi ya da çocuğun duyularından birinin mühürlenmesi için teklifte bulunmuştu.
Oğlan nasıl da bir lanetin gölgesi altında doğmuştu. O—... yetişkinliğe kadar yaşayamayacaktı.
Xie Lian nasıl...
Bunu nasıl unutabilirdi? Nasıl uyuyabilirdi ki? Bir insanın kendisine bu kadar yaklaşmasına nasıl izin verirdi?
Neden sırf savaş bitti diye geri kalanının da bittiğini düşünmüştü? Xie Lian bunun olmasına nasıl izin vermişti?
"Ben bencildim..." diye fısıldadı. "...çünkü seni çok sevdim."
Ve bunu ona söylemeliydi. Xie Lian neden daha önce söylemediğini açıklayamıyordu.
Belki de... bu duygu biraz fazla insani hissettirdiği için – ve zaten onu daha az tanrı gibi hissettiren o kadar şey varken. Ama...
Hong-er zaten ona tapıyordu. Ve Xie Lian her zaman, eğer çocuğa özel olmadığını anlaması için çok fazla sebep verdiyse diye o kadar korkmuştu ki, o aslında sadece...
Zayıf, sefil, başarısız bir korkaktı. Çok acınası bir insan...
Hong-er'in gideceğini düşünüştü.
Ve Xie Lian bundan çok korkmuştu. İstenme duygusuna bağımlı hale gelmişti. Artık yalnız olmama duygusuna.
Xie Lian, Hong-er'in kalbinin derinliklerine kadar indiğini ve şimdi de onu söküp atmanın onu paramparça ettiğini kabul edemiyordu.
Sırtında keskin bir soğuk baskı vardı. Xie Lian'ın şu anda onu uzaklaştıracak gücü yoktu.
Kulaklarına defalarca özür fısıldıyordu. Onu sevdiğini fısıldıyordu. Onu—
Onu unutmayacağını fısıldıyordu. Ne olursa olsun. Xie Lian onu ne olursa olsun hatırlayacaktı.
'Beni...hatırladın mı?'
Anıları tutmak zordu, ama deniyordu. Daha fazlasına sahip olmayı dileyerek her birini zihnine sokmak için savaşıyordu. Daha fazla—
Daha fazla zamanlarının olmasını diliyordu.
Sonunda sustu, dışarıdaki odun seslerini ve samanların hışırtısını dinledi.
Bu, bir öğleden sonra Hong-er'in ateşi körüklemek için yakacak odun toplayıp döndüğü geçmişin acımasız bir yankısı gibiydi.
O kapıdan bir daha asla gelmeyecekti ve bu yanan odunlar onları geceleri sıcak tutmak için değildi.
Köylüler ateş yakıyorlardı.
Xie Lian ona verecek daha çok şeyi olmasını diliyordu ama hiçbir şeyi yoktu. Şu an rehin vermediği bir şey kalmış olmasını; son yoldaşını kanlı, yırtık paçavralar içinde uğurlamak zorunda kalmamayı diliyordu.
Eşyalarını karıştırırken bir şey buldu.
Bir küpe.
Küçük, yuvarlak, mercan kırmızısı bir inci.
"...Ben..." Xie Lian dudağını ısırdı, küpeyi avucunda yuvarladı. Tekini çoktan vermişti. Bu burada olamazdı, ama bu...
"Bunu kaybetmiştim," diye fısıldadı, nasıl burada olabileceğini, neden burada olduğunu anlamaya çalışarak, ve—
Hatırladı.
Onu kaybettiği günü. Tanıştıkları gündü...
Yüzünden geçen gülümseme yarı ıstıraplı, yarı sevgi doluydu. Hong-er'in elini bulup nazikçe sıkana kadar körü körüne elinin arkasına uzandı.
"Utanmaz," diye fısıldadı.
Çiftçilerden biri eski bir cüppesini ödünç verecek kadar nazikti – şu anda sahip olduklarından daha iyi olmasına rağmen adam özür diliyordu.
Çünkü biraz uygunsuz görünüyordu – genç bir adamı damat cüppesi içinde yakmak. Hiç yaşayamadığı hayatın acımasız bir hatırlatıcısı gibi.
Xie Lian'ın korkaklığıyla ondan çaldığı hayat. Bencilliği, dikkatsizliği yüzünden.
Çiftçiye bunun nazik bir jest olduğuna ve uygun olduğuna dair güvence vermişti. Ne de olsa kırmızı, adının bir parçasıydı. Ve...Xie Lian, rengin kan izlerini gizlediğini düşünmek istiyordu.
Ona yeni kıyafetleri giydirmek zaman alıyordu. Köyden bir kadın yardım etmeyi teklif etmişti ama Xie Lian inatla reddediyordu.
Kimsenin ona dokunmasına izin vermeyecekti. Bir daha asla.
Elleri altındaki ceset zayıf gibi bir çocuğa ait değildi; artık kollarında ufacık hisseden küçük bir çocuğun değildi.
O zamanlar gökyüzünden düştüğünde bile onu yakalamak çok kolay gelmişti.
Kolları güçlüydü. Xie Lian bunu biliyordu. Onu tuttuklarında kendilerini güçlü hissetmişlerdi. Gözyaşları yanaklarından bir kez daha süzülmeye başladı.
(Neden beni tutmuyor?)
Bu artık bir adamın vücuduydu. Çok daha fazlası...olabilecek birinin...
Bittiğinde, Xie Lian onu tekrar kollarına aldı, tapınaklarının basamaklarından—
Burası gerçekten onların tapınağıydı.
—dikkatlice ve son bir kez inerken. O bir daha buraya dönmeyecekti. Anılar dayanılmayacak gibiydi.
Hong-er'i yere yatırırken çok dikkatli davrandı.
Genç adamın cüppesinin yakasını ve kollarını düzeltiyor; kollarını dikkatlice karnının üzerinde birleştiriyordu.
Çocuğun kulaklarını hiç deldirmediğinden oldukça emindi bu yüzden küpeyi avuçlarından birine koyup parmaklarını etrafında kıvırdı.
"...Sen her zaman çok aptaldın," diye fısıldarken Hong-er'in parmaklarını tutan eli bir an için titredi. "Eğer isteseydin, sana verirdim."
Ama belki bu, küpeyi istemekle ilgili değildi. Belki de sadece...
Hong-er kalamayacağını bildiği için Xie Lian'dan bir parça istemişti.
Xie Lian bunu şimdi anlıyordu. Hayatında daha önce hiçbir şeyi bu kadar anladığını düşünmüyordu.
Normalde böyle bir şey yapmadan önce sorardı ama—
Xie Lian, çocuğun yasını tutacak tek kişinin kendisi olduğunu biliyordu. O, bir bakıma – bu çocuğun ailesiydi.
Bir tutam saçı alıp avcuna sıkıştırmadan önce bıçakla dikkatlice kesti. Artık oyalanmak yoktu, bu yüzden sadece...
Eğilerek genç adamın kulağına bir şeyler fısıldadı. Başka hiç kimse duymuyordu – başka kimsenin duyması gerekmiyordu.
Sadece onlar içindi.
Ardından, Hong-er'in gitmesine izin vermesi gerekiyordu.
Köylülerden biri öne çıkıp odun yığınının dibindeki samanın üzerine bir meşale koyarken dizlerinin üzerine çökerek geri adım attı.
Ateşin sıcaklığı yüzüne vururken yanakları ısınmıştı ama Xie Lian'a her şey hâlâ soğuk geliyordu.
Bir tutam saçı yavaşça parmağına doluyor; rüzgar, cüppesinin kıvrımları arasında oynuyordu.
Xie Lian tüm insan hayatını bir tanrı olmak için çabalayarak geçirmişti. Şan, şöhret için ölümsüzlüğün peşinden koşmuştu. Çünkü bu onun kaderi gibiydi. Çünkü...
Xie Lian dünya hakkında hiçbir şey bilmezken onu kurtarabileceğini düşünmüştü. Onu değiştirebileceğini.
Bir çocuğu bile kurtaramamıştı.
Ölümsüzlüğü kovalarken, bunun ne olduğunu anlamamıştı. Ne anlama geldiğini.
Alevler çatırdarken yüzüne gölgeler düşürüyordu. İşte ölümsüzlük buydu.
İlahi heykeller veya tapınanlar değil. Şan ya da şöhret değil. Tanrılık buydu ve sonsuza kadar sürmezdi.
Son inananının ateşinin önünde diz çöküyordu. Yalnız başına. Öyle olmasını istese bile bunun bile bir son olmadığını biliyordu.
Xie Lian hayatında ilk kez gerçekten ölümün hasretini çekiyordu.
Atan her bir kalp atışına lanet okuyordu. Çünkü şu an ile Hong-er'in kalbinin durduğu zaman arasındaki süreyi hatırlatan bir saat gibi geliyordu.
Orada tam olarak ne kadar oturduğunu bilmiyordu.
Karın ne zaman yağmaya başladığını bilmiyordu, ama çok geçmeden her tarafı bembeyaz yapmıştı – saçlarını, omuzlarını... Burnu soğuktan yanıyordu ama bunların hepsi çok uzak gibi geliyordu.
Xie Lian, alevler kül haline gelene ve kar taneleri üzerlerine tıslayarak inene kadar kıpırdamadı.
Ardından külleri küçük kırmızı bir kese içine yavaşça süpürdü. Yavaş ve yorucuydu, parmak uçlarını birden fazla kez yakmıştı.
Hong-er'den geriye kalanlar dikkatlice mühürlenip ellerinde sıkıca tutulana kadar asla bocalamadı.
Şimdi sadece bir köylü kalmıştı – genç bir kız, Xie Lian'ı tuhaf bir merak ve acıma karışımıyla izliyor, şalını omuzlarına sıkıca sarıyordu.
Sonunda sordu—
"O çocuk senin için neydi?"
Xie Lian'ın cevap vermesi uzun zamanını aldı, başı eğikti. Verdiği cevap aldatıcı bir şekilde basitti.
"Birbirimizi sevdik."
Xie Lian, Hong-er'in bağlılığının tamamen tapınma amaçlı olduğunu varsaymaya çok uzun zaman harcamıştı. İşte bu yüzden Xie Lian genç adama onu ne kadar derinden umursadığını asla söyleyememişti – çünkü Hong-er onun için daha fazlasıydı.
Bir insandan daha fazlası. Aşk veya bağlılık gibi küçük duygulardan daha fazlası.
Şimdi her şey çok boş ve saçma geliyordu.
Hong-er onu seviyordu.
Xie Lian elinde tuttuğu kesenin etrafındaki parmaklarını sıkılaştırdı. Artık ağlamıyordu – daha fazla gözyaşı kalmadığını biliyordu.
Hong-er'i seviyordu.
Hong-er onunlayken acı çekmiyordu. Mutluydu.
Ve bu yüzden biri onu alıp götürmüştü.
Xie Lian aynı gün köyden ayrıldı. Küçük bir deri kordon bulmuştu ve bunu Hong-er'in kesesini boynuna asmak için kullanmıştı. Arkasına bakmayacaktı.
Hayalet alevi onu takip ediyordu.
İlk başta, Xie Lian'ın anlaması zor olmuştu. Onun arkasından gitmekten fazlasını yapacak enerjisi yoktu ve tanrı başka bir varlık aramıyor, ruhsal enerjinin kokusunu anlamaya çalışmıyordu.
Xie Lian orada olduğunu ancak sırtına çarptığında fark etmişti. Ondan ürkmüştü, tökezleyip neredeyse düşüyordu.
Sonunda, kör bir bakış atarak elini etrafında salladı. "Tanrı aşkına sadece—!"
Sonra durdu.
Xie Lian önündeki alevi göremiyordu – alevden herhangi bir sıcaklık hissedemiyordu bile.
Ve gözlerinin etrafındaki kelepçe olmasa bile, keder onu çoktan kör etmişti.
Daha önce odağı yalnızca tek bir şeydeydi: Hong-er'i bulmak. Ve o yüzden küçük alevi fazla umursamamıştı. Çok korkmuştu. Yüreği, bildiği şeyi inkar etmeye çalışıyordu.
Ve cesedi bulduğunda, sadece keder vardı. Onu bütün olarak içine çekmişti. Ve şimdi de acı hala oradaydı. Bu çok zordu, hatta boğucu.
Ama Xie Lian titreyerek elini uzattığında ateş doğrudan avucuna kondu ve tenini gıdıkladı.
Sormaktan korkuyordu. Yanlış yapmaktan çok ama çok korkuyordu. Fakat...
"...Hong-er?" fısıldadı.
Umut etmemek için çok fazla sebep vardı. Genç adam bir askerdi, evet ama savaş alanında ölmemişti. Ve xiulian uygulama potansiyeline bakılırsa...hiç şansı yoktu.
Ruhunun bu şekilde oluşmuş olması mümkündü ama çok, çok zayıf bir ihtimaldi.
Hayalet alevi cevap vermedi.
"..."
Xie Lian bekledi, bekledi ve bekledi – umutları yavaş yavaş sönene ve dudakları tekrar acıyla titreyene kadar.
Hong-er ona cevap verirdi. Ne olursa olsun.
Xie Lian gitmek için arkasını döndü ve konuştuğunda sesi buz gibi çıkıyordu. "Eğer o değilsen, kaybol."
Bir süreliğine alevi bir daha hissetmedi. Bir yanı, küçük yaratığın gerçekten dinleyip dinlemediğini merak etmeye başlıyordu.
Ama ara sıra avucuna sürtünüyordu. Nefes aldığında havadaki ruhani gücün kokusunu hissediyordu.
Çenesi kasıldı.
İlk başta yaratığa çok kızgındı. Xie Lian neden bu kadar kararlı bir şekilde peşini bırakmadığını anlayamıyordu—
O olmadığı sürece.
Ve eğer o ise, Xie Lian neden ona söylemediğini anlayamıyordu.
Tanrının en son tek başına seyahat etmesinden bu yana uzun zaman geçmişti. Artık alışık değildi.
Düştüğünde illaki acıtması gerekmiyordu. Ellerindeki ve dizlerindeki acı, düştüğünde onu tutan kolların yerindeki boşluğa kıyasla hiçbir şeydi.
Açlık tam olarak dayanılmaz değildi. Karnındaki sürekli ağrı sadece...
Kimin bıraktığını bilmeden bir tabak meyveyle uyandığı sabahların acı bir hatırlatıcısıydı.
Bu günlerde aç uykuya dalıp, aç uyanıyordu.
Devir zordu. Sağlam, yapılı bir adam için bile iş bulmak zorken kör bir adam için imkansızdı.
İnsanlar eskisi kadar hayırsever değildi.
Uyumak için bir ahır bulursa şanslı sayılıyordu. Xie Lian çoğu zaman kendini yolun kenarındaki bir hendekte kıvrılmış halde bulurdu.
Daha kötüsü de olabilirdi. Bugünlerde kendi kıyafetinin üstüne fazladan bir cüppe giyiyordu.
Eskiden Hong-er'indi.
O günden kalanı değil. Xie Lian kanlı giysileri ayrı bir ateşte yakmıştı.
Sonlara doğru, bundan kurtulmuştu. Xie Lian havalanması için biraz çıkarmayı planlıyordu – ama bunu hiç yapamamıştı.
Hâlâ onun gibi kokuyordu.
Yine de bazı geceler soğuğun tenine işlemesini engelleyemiyordu.
Xie Lian titriyor, etrafına kar yağarken bir top gibi kıvrılıyordu. Ne kadar üşüse de ölmezdi.
O kadar şanslı değildi.
Boynundaki keseyi kavradı, parmakları kaskatıydı; hatırlıyordu.
Sırf çocuğu Tapınak merdivenlerinden içeri almak için nasıl yalan söylediğini.
Onu yanında uyumaya ikna etme şeklini.
Xie Lian'ın sesinde yalan yoktu. Titrerken, kıvrılabildiği kadar kıvrılıp geceye fısıldıyordu...
"Ç-Çok... soğuk..."
Hayalet alevinin kendi tarafına nasıl hücum ettiğini, kendini cüppesinin ön tarafına nasıl bastırdığını göremiyordu – sahip olduğu her şeyle yanıyordu ama... hiçbir faydası yoktu.
Çünkü...
Bir hayalet alevi her zaman soğuk yanardı.