Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
EDİTÖRLER
Ahmet Kartal
Zafer Koylu
1
2
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
Kültür Yayınları - 3
Yayın Sahibi
Sivrihisar Belediyesi
Yazışma Adresi
Sivrihisar, Eskişehir
Tel.: +90 (222) 711 40 35 / Faks: +90 (222) 711 45 27
e-Posta: bilgi@sivrihisar.bel.tr
İstanbul, 2017
ISBN
978-605-5227-96-8
Ofset Baskı
Ofis Yayın Matbaacılık, Güven Sanayi Sitesi, B Blok, No: 386
Tel: (0212) 576 47 15 Topkapı-İstanbul
Doğu Kütüphanesi
T.C. Kültür Bakanlığı Sertifika No: 19492
Copyright © 2017
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının tamamının veya bir bölümünün, Sivrihisar Belediyesi'nin yazılı izni olmadan, fotokopi yoluyla veya elektronik, mekanik ve sair suretlerle
kısmen veya tamamen çoğaltılması, kayda alınması yasaktır. Kitapta yer alan yazıların
bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir, bu hususta Sivrihisar Belediyesi, sorumluluk
kabul etmez.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
EDİTÖRLER
Ahmet Kartal
Zafer Koylu
3
4
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
5
Sevgili Kitap Dostları,
Belediye başkanlığını devraldığımızdan bugüne Sivrihisar’ın ihmal
edilmiş alt ve üst yapısına yönelik tüm eksikliklerini gidermeye gayret
sarf ediyoruz. Bu fizikî çalışmaların yanı sıra, ilçemizin tarihî ve kültürel
yönlerini, bu topraklardan yetişerek ilçemize, ülkemize ve bilim dünyasına katkı sağlamış insanlarımızı da akademik çalışmalarla ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Sivrihisar’ın somut olan ve olmayan kültürel mirasını
ilk önce kendi insanımıza, kentlimize, ülkemize ve dünyaya tanıtabilmek
için aklın ve bilimin ışığında emek yoğunluklu bir uğraş veriyoruz.
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” sözünden hareketle, Sivrihisar’da doğmuş, yetişmiş ya da bir şekilde burada bulunarak Sivrihisar’a katkı sağlamış değerlerimizin tanıtımına Sivrihisarlı Sinan Paşa kitabı ile devam ediyoruz.
Sinan Paşa, Sivrihisarlı Hızır Bey’in oğlu, Nasrettin Hocanın da torunudur. “Bilim Dağarcığı” lakabını alan babası Hızır Bey ve onun etrafındaki büyük bilginlerden aldığı derslerle kendini iyi yetiştirmiş ve Fatih
Sultan Mehmet tarafından kendisine “Hâce-i Sultanî / Sultan Hocası” unvanı verilmiştir. Bu makam dönemin bürokratik işleyişi açısından bakıldığında sadrazamdan sonra, diğer vezirlerin önündedir. Sinan Paşa bu unvan
ve makama geldiğinde 23 yaşındadır. Fatih Sultan Mehmet, hocasının bu
bilgi birikiminden siyasî alanda da yararlanmak istemesi üzerine kendi-
6
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
sine “Vezirlik” rütbesi verir. Bu tarihten itibaren “Hoca Paşa” unvanıyla
anılan Sinan Paşa, kısa bir süre sonra da veziriazam olacaktır.
Sinan Paşa, eğitim sürecinde başladığı okumalarını yöneticiliğinde de
sürdürmüştür. Bir bilim insanı, bir araştırmacı olarak eskiçağ düşünürlerinin (Aristo ve Eflatun) eserlerini Arapça çevirilerinden okumuştur. Felsefe
ile özel olarak ilgilenmiş, bu noktada özgür düşünce, aklın peşin hükümlere kapatılması ve şüphecilik en belirgin özelliği olmuştur.
Kökleri Sivrihisar’a dayanan, eserleriyle sadece dönemini değil, bugünü bile aydınlatan bu bilim insanını tüm yönleriyle daha geniş kitlelere
ulaştırmak amacıyla elinizdeki çalışmayı hazırlamış bulunuyoruz. Kitabımızın fikir babası ve kitap içindeki çalışmaların temel kaynağı, Sinan
Paşa ve eserlerine ömrünü vakfetmiş sayın Prof. Dr. Mertol Tulum hocamızdır. Kendisine ve kitabın başından sonuna kadar her aşamasında büyük emek-zaman sarf eden editörler Prof. Dr. Ahmet Kartal ve Doç. Dr.
Zafer Koylu’ya; bununla birlikte kitapla ilgili her türlü problemin çözümünde engin tecrübesine müracaat ettiğimiz Prof. Dr. Erol Altınsapan’a
şükranlarımı sunuyorum.
Siyaset arenasında yola çıktığımızdan beri yanımızda olan, her türlü
etkinliğimizin planlama ve uygulamasında zaman kavramı olmaksızın
emeğini esirgemeyen, bu kitapta da fikirden uygulamaya kadar büyük
emekleri olan sevgili dostum Zafer Koylu’ya ayrıca teşekkür ediyorum.
İyi okumalar dileğiyle.
Hamid Yüzügüllü
Sivrihisar Belediye Başkanı
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
7
İÇİNDEKİLER
Sunuş / 9
Ahmet Kartal - Zafer Koylu
SİNAN PAŞA
Her Yönüyle Sinan Paşa / 13
Mertol Tulum
Sinan Paşa Örneğinde Bir Bilginin Bir Arife Dönüşme Macerası / 41
Ziya Avşar
Tazarruʻ-nâme'de Başlıca Mecâzî Anlatım Yolları / 51
İsrafil Babacan
Sinan Paşa'nın Tazarruʻ-nâme'sinin Hz. Peygambere Yazılmış Na't Bölümü / 69
H. Dilek Batislam
Klasik Türk Edebiaytında Seci ve Sinan Paşa / 83
Halit Biltekin
Sinan Paşa / 95
Meserret Diriöz
Sinan Paşa'nın Sürgün Hadisesi ve Osmanlı Aydınının Tavrı / 99
Tuba Işınsu Durmuş
Prof. Dr. Mustafa İsen ile "Sinan Paşa ve Nesir Üslubu" Üzerine Röportaj / 109
Bilal Güzel
Tazarruʻ-nâme'deki Manzumelerde Ön Kafiye ve Ön Redif Kullanımına Dair / 115
Beyhan Kesik
Sinan Paşa'nın Nesri ve Nesir Üslubu / 127
M. Fatih Köksal
Sinan Paşa'nın Maarif-nâme Adlı Eseri Tıp Etiği İlkelerine Kaynak Olabilir mi? / 145
Ömür Şaylıgil / Hilmi Özden
Sinan Paşa'nın Dünyasında Deniz / 161
Bahir Selçuk
Sinan Paşa'nın Maarif-nâme'sinde Âkil Adam / 173
Süleyman Solmaz
Sinan Paşa'nın Tazarruʻ-nâme'sinde İnsan / 185
Esma Şahin
Türk Tehâfüt Geleneğinin Hâşiyesinde Dolaşan Siyaset Ehli Bir Mutasavvıf / 229
Fatih M. Şeker
Sivrihisar'dan Saraya Uzanan Hayat: Vezir-i Azam Sinan Paşa / 259
Mehmet Topal
Son Yesevi Dervişi - Sinan Paşa Çervişi / 273
Mehmet Mahur Tulum
8
Prof. Dr. Mertol Tulum
Bir Nasir Olarak Sinan Paşa'nın Şaire ve Şiire Bakışı / 281
Hakan Yekbaş
Tazarruʻ-nâme Örneğinden Hareketle Klasik Türk Nesrinde
Murassa Seciyi Yeniden Düşünmek / 293
Ayşe Yıldız
Akıl Aşka Karşı mıdır? Sinan Paşa'da Akıl-Aşk Dikatomisi / 309
Mustafa Yıldız
Tazarruʻ-nâme'deki Klasik Türk Edebiyatı ile İlgili Kavramlar / 341
Gencay Zavotcu
NESİR EDEBİYATI
Anadolu'da Nesir Edebiyatı / 353
Ahmet Kartal
Klasik Arap Edebiyatında Nesir / 467
Dr. Sadık Armutlu
Fars Edebiyatında Nesir / 499
Farzaneh Doulatabadi
Anadolu'da Yazılan İlk Tıp Eserlerinin Türk Nesir Dilinin Oluşumuna Etkisi / 515
Mustafa Argunşah
Dede Korkut Kitabındaki Sentaktik Stratejiler Üzerine / 525
Ferruh Ağca
Gelibolulu Mustafa Âlî'nin Nesir Üslubu / 535
Andreas Tietze
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
9
Sunuş
Türk edebiyatının en büyük mizah ustası NasreddînHoca’nın torunlarından ve İstanbul’un ilk kadısı olup “ilim dağarcığı” namıyla şöhret
bulan Hızır Bey’in oğlu olan Sinan Paşa, bilim ve devlet adamı kimliğinin
yanında müderris ve sanatçı kişiliğiyle de dikkat çekmektedir. Daha küçük yaşlardayken hem okumayı hem de araştırıp sorgulamayı seven kişiliğiyle etrafındakilerin dikkatini çekmiş, merak saldığı irfan ve felsefe
deryasına dalıp onlarla ilgili okuduğu çeşitli eserler ve yaptığı araştırmalar
neticesinde bir yandan ufkunu ve bakış açısını genişletmiş diğer taraftan
da kapıldığı şüpheyle her daim hemhal olmuş müstesna bir şahsiyettir.
O, ömrü boyunca kapıldığı bu şüphecilikten kurtulamamış ve her zaman
aklı ve gönlüyle didişerek bunu yaşam tarzına dönüştürmüştür. Bu da akıl
ve gönül fırtınasını aynı anda yaşamasına sebep olmuştur. İçine girdiği
bu tehlikeli düşünce dehlizlerinden Şeyh Vefâ’ya olan bağlılığı sayesinde
kurtulan Sinan Paşa, iç dünyasını kaleminden benzersiz bir üslup olarak
eserlerine yansıtmış ve bu yönüyle hem kendi dönemindeki hem de kendisinden sonraki sanatkârlardan ayrılmıştır. Hatta Prof. Dr. Mertol Tulum
hocamızın dikkat çektiği gibi, Şeyh Vefâ’dan almış olduğu fikrî ve manevî
yardımla ufku genişleyip zihnî berraklığını örten şüphe bulutları dağılan
Sinan Paşa, o eşsiz dil ve üslubuyla Tazarru‘-nâme’de tasavvufun anlaşılması en güç konularını özellikle de aşk konusunu ele almış, açıklamış ve
yorumlanmıştır.
Sinan Paşa’nın eserlerine özellikle de Tazarru’-nâme/Tazarru’ât’a bakıldığında onun gerçek anlamda bir söz ve mana ustası olduğu müşahe-
10
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
de edilmektedir. Müthiş bir zekâ kudreti ve kıvraklığına sahip olan Sinan
Paşa, tam bir dil cambazıdır. Türkçeyi kullanmakta üstün bir yeteneğe ve
beceriye sahip olup en girift ve zor konuları rahatlıkla anlatma ve işleme
başarısını göstermiştir. Bunu yaparken dilin ahengini sağlayan unsurlardan ve seslerden istifade etmiş, o sesleri ve ahenkleri birbirleriyle uygun
bir şekilde mezcederek insanın ilgisini çeken hoş bir musiki ve armoni
oluşturmuştur. Bu dili kullanma ustalığı da ona edebiyat tarihimizde ayrıcalıklı bir yer ve konum kazandırmıştır.
Bu kitap iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm; edebiyat tarihimizin önemli şahsiyetlerinden olan Sinan Paşa’nın hayatı, eserleri ve
eserlerindeki dil ve üslubun irdelenip muhtevasının ortaya konduğu çeşitli
makalelerden oluşmaktadır. İkinci bölüm ise; Türk, Fars ve Arap edebiyatlarındaki nesir edebiyatının değerlendirilmeye tabi tutulduğu çeşitli makalelerden meydana gelmektedir.
Yapmış oldukları kıymetli çalışmalarla bu kitabın oluşmasına katkı
sağlayan çok değerli akademisyenlere çok teşekkür ediyoruz. Ayrıca bu
tavrı Türk edebiyatının önemli temsilcisi Sinan Paşa’ya karşı sergilenen
bir vefa borcu olarak telakki ediyoruz. Yine kitabın oluşumu sırasında büyük emekleri geçen kıymetli arkadaşlarımız Günay Çelikelden'e, Kenan
Azılı’ya, Ahmet Pekşen'e ve basımını üstlenen Sivrihisar Belediyesi Başkanı Hamid Yüzügüllü'ye gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Ahmet Kartal - Zafer Koylu
Eskişehir, 20.07.2017
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
SİNAN PAŞA
11
12
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
13
Her Yönüyle Sinan Paşa
Prof. Dr. Mertol Tulum
İstanbul Üniversitesi, Emekli Öğretim Üyesi
Sinan Paşa üzerinde 1960’lı yılların hemen başlarında başlayan çalışmalarım zaman zaman araya başka çalışmalar girmiş, zaman zaman
kesintiye uğramış olsa bile, bugüne kadar süregelmiştir. Bu çalışmalar
biraz alanımla ilgili olmakla beraber, esas itibariyle Sinan Paşa’nın hayatı ve bu çok renkli hayatın bütün cepheleri, vecheleri üzerine olmuş,
dolayısıyla bir yandan Sinan Paşa’nın eserlerini okuma, anlama ve yayınlama faaliyetlerinde bulunurken öte yandan da Sinan Paşa’yı bilim
adamı kimliği ve sanatçı kişiliğiyle derinliğine tanıma merakı bende sürüp gitmiştir.
Bundan birkaç yıl önce oğlum Mehmet Mahur Tulum'un yaptığı keşif, Nasreddîn Hoca’yı kesin olarak Sivrihisar’a mâl etmiştir. Bunda artık
hiçbir şüphe bulunmuyor. Bu, Sivrihisarlıları elbette çok mutlu etmiştir.
Ama, ben Sinan Paşa’ya bir tür ömrünü vakfetmiş insan olarak diyebilirim ki, Sivrihisarlı olmamakla beraber, bu buluş beni de en az sizin kadar
memnun etmiştir. Çünkü ben Sinan Paşa üzerinde çalışırken ve onun en
tanınmış eserini yayına hazırlarken, hayatı hakkında yaptığım araştırmada, o güne kadarki çalışmalar ve yayınlar çerçevesinde, Nasreddîn Hoca’nın torunu olduğu yolunda kesin bir belgeye ulaşamamıştım. Dolayısıyla, Sinan Paşa’nın Nasreddîn Hoca ile ilişkisinden bahseden çeşitli
14
Prof. Dr. Mertol Tulum
yazılardan, kaynaklardan alıntılar yaparken bunlar üzerinde kendim de
bir değerlendirme yapmış ve bu değerlendirmenin sonucunu da “Henüz
Nasreddîn Hoca hakkındaki bilgilerimiz bile tam değildir, dolayısıyla Sinan Paşa’nın Nasreddîn Hoca’nın torunlarından olduğu yolundaki bilgiler kesin bilgi sayılamaz.” sözleriyle açıklamıştım. Şimdi aradan elli yıl
geçtikten sonra bu yeni bilginin ortaya çıkmasıyla Sinan Paşa’nın artık
Nasreddîn Hoca’nın torunlarından olduğu da kesinleşmiştir. Dolayısıyla
beni de çok mutlu eden yön bu olmuştur.
Önce, Sinan Paşa ile Nasreddîn Hoca arasındaki bu ailevî bağ üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Sinan Paşa, 1440 yılında doğmuştur, yani 15. yüzyılın hemen ortalarına denk gelir doğum tarihi. Sinan Paşa’nın babası İstanbul’un ilk kadısı
olan Hızır Bey’di. Hızır Bey zamanında “ilim dağarcığı” namıyla şöhret yapmış bir bilim insanıydı. Bu şöhreti II. Murad döneminde Edirne
Sarayı’nda yapılan bir ilmî tartışmadan kaynaklanır. Osmanlı ülkesine
İran’dan gelmiş olan bir bilim adamının, tartışılan dinî konularda Osmanlı ulemâsını susturması karşısında II. Murad’ın üzülerek“Bizim ülkemizde bununla tartışacak, bunu susturacak kimse yok mu?” diye sorması üzerine, kendisine o sırada Sivrihisar’da bulunan Hızır Bey tavsiye
edilir, Edirne’ye çağrılan Hızır Bey sarayda yapılan tartışmaya katılır,
Osmanlı ülkesine dışarıdan gelmiş olan o bilgin kişiyi, sorduğu sorular,
onun sorularına verdiği cevaplarla susturur. Hızır Bey’in yıldızı bundan
sonra parlamış, “bilim dağarcığı” lakabını ondan sonra almıştır. İstanbul’un fethinden sonra Hızır Bey, Fâtih tarafından İstanbul’a ilk kadı olarak atandı. İstanbul’un bugün “Kadıköy” diye anılan bölgesi kendisine
arpalık (gelir ve geçim kaynağı) olarak verilmişti. O da görev unvanını
oraya verdi. İşte Sivrihisarlı bu büyük bilgin “kadı” unvanıyla 560 yılı
aşkın bir süredir İstanbul’da yaşamakta, bıraktığı silinmez iz günümüze
ulaşmış bulunmaktadır.
Şunu da yeni ya da yenilenmiş bir bilgi olarak aktarmış olayım: Hızır Bey, adının “bey” unvanıyla birlikte anılmasından hareket eden bazı
araştırmacılara göre, aynı zamanda yönetici görevleri üstlenmiş bir ailenin mensubudur. Babası’nın Celâleddîn Emîr Ârif olarak tanınması,
yani “emir (= bey)” unvanını taşıması da bu sebeptendir. Eski dönemlerde bey değişik seviyelerde yöneticilerin taşıdığı bir unvandı. Bu ad öbeği
içindeki Celâleddîn onun lâkabı, Ârif ise asıl adıydı. Onun babası, bu ai-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
15
lenin vakfetmiş olduğu kimi kitaplarda yer alan kayıtlara göre Nureddîn
adını taşımakta idi. Bu ad, aynı zamanda, Kâtip Çelebi’nin Keşfüzzünun
adlı ünlü eserine zeyil yazmış olan İsmail Paşa’nın Esmâü’l-Müellifîn
adlı eserindeki bir kayıtla da doğrulanmaktadır. Yanlış hatırlamıyorsam,
İsmail Paşa’nın bu kaydında onun babasının adı da İbrahim olarak geçmektedir. Bu durumda aile silsilesinde ondan sonra olması lâzım gelen
isim Hoca Nasreddîn ya da Nasreddîn Hoca’dır. Onun babasının adı
ise, yeniden keşfedilmiş sayılması gereken mezar taşı üzerindeki kayıttan anlaşıldığına göre, Şemseddîn’di ve lakabı olan Baba ile birlikte
Şemseddîn Baba olarak tanınıyordu.
Sinan Paşa’nın doğum tarihini 1440 olarak vermiştim. Nasreddîn Hoca’nın kızının doğru olarak yeni çözümlenmiş, okunmuş olan mezar taşı ise
1326 tarihini taşımaktadır. Bu taş üzerindeki dua sözlerinden anlaşıldığına
göre, Nasreddîn Hoca kızının vefât ettiği tarihte hayatta değildi. Eskiden
salgın hastalıklar çok yaygındı ve o yüzyıllardaki veba salgınlarda insanların toplu olarak kırıldıkları bilinmektedir. Bu toplu ölümler sırasında şüphesiz her yaşta insan hayatını kaybetmekteydi. Söz konusu mezar taşında
kızının adıyla birlikte anılan baba adından sonraki ölmüş kişiler için kullanılan dua sözünde ikili bir zamir yapısının kullanılmış olması, biraz önce
söylediğimiz gibi, her şeyden önce o tarihte Nasreddîn Hoca’nın artık hayatta bulunmadığını göstermekle birlikte, bundan, aynı tarihte öldükleri gibi
bir sonuç da çıkabilir. Doğrulanması şimdilik mümkün olmayan bu zayıf
ihtimali bir yana bırakarak, Nasreddîn Hoca’nın ölüm tarihini kızının ölüm
tarihinden bir miktar geriye götürecek olursak -(erken ya da geç ölümler yüzünden değişebilirse de) kuşaklar arasındaki yaş farkının ortalama 25-30 yıl
alınması durumunda- gerçekten de, kimi temsilcilerinin adlarında kesinlik
bulunmasa bile, Nasreddîn Hoca’dan sonra en çok iki nesil geçmiş olduğu
ortaya çıkar. Onlardan sonraki kuşakların temsilcileri ise, Celâleddîn Emîr
Ârif, ondan sonra Hızır Bey, ondan sonra da Sinan Paşa’dır. Böylece son
buluntularla birlikte Sinan Paşa’nın aile silsilesi de bu şekilde tamamlanmış ve aydınlanmış olmaktadır. Hızır Bey, Fatih döneminde, İstanbul’un ilk
kadısı olarak göreve getirildiği yıldan başlamak üzere İstanbul’da yaşamış,
Sinan Paşa da tahsilini babasının yanında tamamlamıştır.
Hızır Bey’in hanımı Sinan Paşa’nın hocalarından birinin, zamanın
ünlü bilginlerinden Molla Yegân’ın kızı idi. Sinan Paşa’nın babası böylece ileride oğlunun hocası olacak, yetişmesinde katkı sağlayacak ünlü
16
Prof. Dr. Mertol Tulum
bir bilginin kızıyla evlenmiş oluyordu. İşte Sinan Paşa Molla Yegân’ın
kızından doğmuş üç erkek kardeşten biridir. Diğer iki kardeşi de onun
gibi bilim insanı olarak ün kazanmış kimselerdir. İki de kız kardeşleri
vardı, yani beş kardeştiler.
Sinan Paşa babasının kadılık görevi sırasında İstanbul’da tahsiline
henüz küçük yaşta iken aile içinde ve yakın çevresinde başlamış, yani
bir yandan babasından, öte yandan Molla Yegân gibi büyük büyük bir
bilginden dersler görmüş, bu ilim ortamının sağladığı imkân kendi kabiliyetiyle birleşince kısa zamanda büyük bir gelişme göstermiştir.
Kaynakların verdiği bilgilere göre küçük yaşlarda bilgi dağarcığını
zenginleştirmiş, henüz baliğ olmadan yani ergenlik çağına ermeden kürsüye çıkıp dinî konularda halka öğüt verecek, emr-i ma‘rûf ve nehy-i
münker edecek, yani doğruları ve iyilikleri telkin edecek, kötülüklerden
sakındıracak duruma gelmişti. Gençliğinin bu dönemi, yine kaynaklardan aldığımız bilgilere göre, 16-17 yaşlarına tekabül etmektedir. Babasının 1459’daki ölümünden sonra Sinan Paşa âdetâ onun yerine geçmiş,
onun yerini tutmuş gibidir. Oldukça küçük denilecek yaşta, henüz 23-24
yaşlarında zamanın en gözde, en önemli bilginleri sırasına girmiş, 21
yaşında İstanbul’u fethetmiş olan genç padişah Fatih, kendisine "Sultan
Hocalığı" unvanını bağışlamıştır. Sinan Paşa’nın bundan sonraki lakabı
“Hâce-i Sultanî”, yani “Sultan Hocası”dır. Sultan hocası olmanın önemi
şuradadır: Devletten imparatorluğa geçiş Fatih’le birlikte olmuştur, yani
gücü yanında coğrafi sınırları da küçük bir devletten özellikle askerî varlığı korku verici ve caydırıcı boyutlar kazanmış, sınırları önemli ölçüde
genişlemiş bir devlete geçişi sağlayan Fatih Sultan Mehmet olduğu gibi,
böylesi bir devletin yönetim yapısını şekillendiren ve ona işlerlik kazandıran, bu arada yönetim merkezi olan sarayın iç düzenini kuran da
odur. Bu düzenlemenin içeriğini oluşturan maddelerin yazılı olduğu belgenin adı da Fatih Kanunnamesi’dir. Bu Kanunname’yi vaktiyle filoloji
yöntemiyle inceledim, doğruluk ve gerçekliği üzerinde değerlendirmede
bulundum ve tenkitli metnini neşrettim. Gerçekliği şüphe götürmez bu
metinde yer alan kurallardan birine göre sultan hocasının mertebesi sadrazamdan sonra gelir, yani sultan hocası rütbece diğer bütün vezirlerin
önünde yer alır. Yine bu kanun metninde yer alan, Sultan Fatih’in koyduğu bir kurala göre, bayram tebriklerinde sultanlar, hocalarının tebriki-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
17
ni ayağa kalkarak kabul ederler, demek ki vezirler ve diğer üst düzeyli
devlet yöneticilerinin tebriklerini oturduğu yerde kabul ettiği halde, hocasının tebriki sırasında ayağa kalkar. Söz konusu kanun maddesine göre
sultan hocalarının rütbesi bu kadar yüksektir. İşte Sinan Paşa yirmi üç
yaşındayken bu mertebeyi, bu dereceyi elde etmişti.
Yıllar geçer, Sinan Paşa’nın yeri ve rütbesi yükselmeye devam eder.
Bir süre sonra 30-31 yaşlarındayken Sultan Fatih, hocasının aynı zamanda siyasî danışmanlığından da yararlanmak ister, kendisine vezirlik rütbesi verir. Bu tarihten itibaren “Hoca Paşa” unvanıyla anılmaya başlar.
Vezirlik paşalık rütbesine denk olduğu için vezirler aynı zamanda “paşa”
diye de anılırlardı. Hoca Paşa’nın Sultan katındaki etki ve ağırlığı artmaya devam edecektir. Bir süre sonra Sultan Fatih Gedik Ahmet Paşa’yı
vezir-i azamlıktan azl eder, yerine Sinan Paşa’yı getirir. Sinan Paşa’nın
vezir-i azamlığı konusunda İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Topkapı Sarayı’nda bulduğu bir belge dışında elimizde başka bir belge ve kayıt bulunmuyor. O dönemden kalan başka belgelerde de Sinan Paşa’nın vezir-i
azamlığından söz edilmez. Ama söz konusu belgeye göre bir yıla yakın
süren bir de vezir-i azamlık serüveni bulunduğu şüphesizdir.
Sinan Paşa, küçük sayılacak yaşlarda bilgi dağarcığını zenginleştirmekle kalmamıştı; kendini sürekli geliştiren, okumaya düşkün bir bilim
insanı, bir araştırıcı olarak aynı zamanda felsefî konulara merak sarmış,
düşünce ufkunu genişletmeye yönelmiş bir müstesna kişilikti, Eski Yunan düşüncesinin Arapça’ya tercüme edilmiş olan klasik eserlerinden
özellikle Aristo ve Eflatun’un eserlerini okumuş, aldığı etkiler sonucunda fikrî bir bunalıma sürüklenmişti. Bu bunalım kapıldığı şüphecilikti.
Zihni şüphe bulutlarıyla kaplanır. Bir yandan derin tasavvuf meseleleriyle uğraşarak tasavvuf düşüncesinin ve felsefenin kendisine açtığı yeni
ufuklarda yol alırken bir yandan şüphe ve vehim, paçasına yapışır. Bu iki
yol ve yön zihnini ömür boyu rahatsız eder. Ancak Sinan Paşa’nın düştüğü bu şüphecilik, eserlerinde açıkça görüldüğü gibi, kendisinin inanç
alanında en küçük bir sürçmesine bile yol açmamış, iman konusunu akıl
üstü bir alan görmüş ve tartışılmaz saymıştır. Onun gerçek ilgi alanı varlıklar ve oluşlar dünyasının iç yüzü, varlığın gerçekliği meselesidir. O
hep varlığın ve insanın özünü kavramak ve anlamak peşinde olmuş, bu
uğurda derin ve sürekli zihin çilesi çeke çeke yaşamıştır.
18
Prof. Dr. Mertol Tulum
Sinan Paşa derin bir
şüpheciliğe düştüğü yıllarda bir gün babası ile
birlikte yemek yerken
babasının: “Sinan! Sen
bu yolda, bu meslekte o
kadar ileri gittin ki, şu
yemek yediğimiz kabın
bakır olduğundan bile
neredeyse şüphe edeceksin.” demesi üzerine: “Evet, ne olduğunu
araştırıp da gerçekliğini
kavramak yerine birden
ve bilmeden ‘Bu bakırdır’
demeyi yersiz bulurum.”
diye karşılık verir. Öfkelenen babası Hızır Bey
sahanın kapağını kaldırır
ve oğlunun başına vurur.
Topkapı
Sarayı’ndaki
minyatürlü Şakayık Tercümesi’nde bu sahne bir
minyatürle bugüne nakledilmiştir.
Sinan Paşa ömür boyu bu şüphecilikten kurtulamamış ve gerçekten
de aklıyla didişe didişe yaşamış bir müstesna kişiydi.
Sinan Paşa veziriâzamlıkta henüz bir yılı doldurmadan tam olarak
bilinmeyen bir sebeple Fatih’in öfkesine uğramış, babasının doğduğu ata
diyarı olan Sivrihisar’a sürgüne gönderilmiştir. Bazı kaynakların değerlendirmesiyle, önemsiz bir tartışma yüzünden Fatih kendisine son derecede kızmış, yanından uzaklaşturmak istemişti. Bazı kaynaklar ise biraz
daha yumuşak bir yorumla “riyaseti siyaset bildi, o yüzden vezir-i azamlığı bıraktı” şeklinde bir not düşerler.
Özgür düşünmeye alışmış, değer ve kuralları olan, aklını peşin hükümlere kapatmış Sinan Paşa gibi bir insanın özellikle siyaset alanında
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
19
uzun süre kalması zaten mümkün olamazdı.
Riyaseti siyaset bilmek şudur: Riyaset “beylik” demek, Ama siyaset bir ülkenin, bir toplumun yönetiminde geçer akçe olan, benimsenip
paylaşılmış, gözetilip korunması gereken ve istenen; yazılı olsun, örfi
olsun kanun ve kuralları bire bir uygulamak demektir; yani, hakkı haklıya, cezayı haksıza vermek ve bunu ayırım yapmaksızın adalet ölçülerine
bağlı kalarak uygulamak. İşte böylesi bir uygulamanın eski zamanlarda
mutlak otorite adına yetki kullanan kimselerce -bugün pek çok gelişmiş
demokratik ülkede bile adalet uygulamalarını göz önünde bulunduracak olduğumuzda- nasıl gerçekleştirilebileceğini değerlendirirsek, Sinan Paşa gibi insanlar için siyaset’in gerçekten de yapabilecekleri bir iş
olamayacağı kolaylıkla anlaşılır. İşte bu yüzden Sinan Paşa yöneticlikte
başarılı olamadı ve kısa zamanda sadrazamlık görevinden ayrılmak zorunda kaldı. Maârifnâme’sinde, özellikle de üçüncü Türkçe eseri olan
Tezkiretü’l-Evliyası’nda yer yer yaptığı açıklamalardan da anlaşıldığı
üzere, Fatih Sultan Mehmet’in, devleti imparatorluk yapan büyük bir fatih olmakla birlikte; öfkeli, sert yaradılışlı, kararlarının arkasında duran,
ısrarcı, hattâ oldukça müsamahasız bir kişilik yapısı vardı. Öyle anlaşılıyor ki, Sinan Paşa Fatih Sultan Mehmet’in sultan olarak bir isteğine, verdiği bir karara karşı çıkmış, ya da sultan kendisinin bir uygulama
veya kararına müdahale etmiş olmalıdır. Paşa genelde insan değerleri ve
ahlak, özel yönleriyle de devlet yönetimi ve devlet adamlığı konularına
yer verdiği ikinci eseri Ma‘ârif-nâme’de sultanların vezirlerle vezirlerin
sultanlarla ilişkisi, her rütbede yöneticilerle sultanın yakın çevresinde
bulunan kimselerin ahlakî nitelikleri, davranış ve tutumları vb. konularda yaşadığı tecrübeleri yansıtırken sultanla ilişkisine dair dolaylı yoldan
çok önemli ipuçları verir. Burada yaptığı açıklamalardan anlaşılıyor ki,
sultanla arasında önemli bir konuda bir çekişme yaşanmış; lafını esirgemez, doğru bildiğini söylemekten sakınmaz bu yüksek karakterli insan,
sert yaradılışlı Fatih Sultan Mehmet’in öfkesine mağlup olması sonucu
sürgüne gönderilme cezasına uğramıştır.
Ancak mesele bazı kaynakların aktardığı gibi çok da basit olmasa
gerek; çünkü İstanbul’dan Sivrihisar’a gitmek için yola çıkan Sinan
Paşa, önce İznik’e gelir. İznik’e geldiği sırada Sultan Fatih arkasından
bir tabip gönderir. Yine kaynakların verdiği bilgilere göre tabibe “mecanîne münâsip tedbîrât” yani “delilere uygun bir tedavi” uygulamasını
20
Prof. Dr. Mertol Tulum
ister. Delilere uygulanan tedavi ayağına her gün elli değnek vurmaktır.
Sinan Paşa’nın bu muameleye tabi tutulmasını haksız ve yersiz bulan
İznik medresesi müderrislerinden Molla Hüsamettin -ki geç yaşta vefat
etmiş çok ünlü bir müderristi-, İstanbul’a, Sultan Fatih’e “Sinan Paşa’ya
reva gördüğünüz bu muamele nâ-haktır. Bundan vazgeçiniz.” diye mektup gönderir. Bunun üzerine Sultan uygulamayı durdurur ve Sinan Paşa
İznik’ten ayrılarak Sivrihisar’a gelir.
Sinan Paşa Sivrihisar’da beş yıl kalmıştır. Bu sürgün hayatı sırasında,
yine ilim tarihimizin çok şanssız, çok talihsiz simalarından olan ve ne yazık ki ulema arasındaki kıskançlık ve çekememezlik sonucu iftiraya uğrayıp boynu vurularak yaşamı sonlandırılan, Fatih’in sarayda kurduğu ilk
kütüphaneye bir memur istemesi üzerine Sinan Paşa’nın kendisine tavsiye
ettiği öğrencisi Molla Lütfi hocasını yalnız bırakmaz, saraydaki görevini
bırakarak hocası ile beraber Sivrihisar’a gelir ve onun yanında kalır.
Sinan Paşa’nın bu sürgün hayatı II. Bayezid’in tahta geçmesi ile birlikte sona erecektir. Sultan II. Bayezid ile henüz şehzadeliği sırasında
yakın ilişkisi olduğu anlaşılan Sinan Paşa, Fatih’in ölümünden hemen
sonra İstanbul’a çağrılır ve II. Bayazıd kendisine vezirlik rütbesini iade
eder. II. Bayezid’in annesinin oğluna Sinan Paşa’ya vezirlik rütbesinin
verilmesi üzerine gönderdiği bir mektup Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Gülbahar Hatun, mektubunda oğlu II. Bayazıd’e şöyle demektedir:
"Hızır Beğ oğluna vezirlik vermişsiz, hem dahı öyle gereğ-idi. Sizi sevenleri biz dahı severiz." = [Hızır Bey’in oğluna vezirlik vermişsiniz, öyle
olması gerekti. Sizi sevenleri biz de severiz.] ”
Vezirlik rütbesi ile itibarı geri verildikten sonra Sinan Paşa günlük yüz
akça ile Edirne Dârülhadis medresesine müderris olarak gönderilmiştir.
Kimi kaynakların aktardığı bilgilere göre burada bir yıl kadar görev yapmış, 1482 yılında her türlü görevi bırakıp köşeye çekilmiştir. Ancak yine
kimi kaynaklara göre, bir yıl kadar sonra Gelibolu sancak beyliğine getirilmiştir. Bu doğru ise bu görevin ne kadar sürdüğü bilinmemektedir.
Sinan Paşa’nın beş yıllık sürgün hayatından sonraki hayatı da beş yıl
sürmüş, Türkçe eserlerini bu son beş yıl içinde yazmıştır. Öldüğü tarih
1486’dır. Buna göre 47 yaşında vefat etmiş demektir.
Sinan Paşa’nın eserlerine yansımış olan renkli ve inişli çıkışlı hayat
hikâyesinin çeşitli görüntülerini ve zengin yönlerini aktarmaya çalışaca-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
21
ğım. Ancak önceden şunu söyleyeyim ki, Sinan Paşa aklıyla gerçekten
didişe didişe yaşamış bir insandır. Eserlerinde bu akılcılığı açık seçik
görülür. Öte yandan şüphecilik, yakasını hiçbir zaman bırakmamış, vehmi aklı ile ömür boyu boğuşup durmuş, onu içinde bulunduğu bunalımlı
iklimden zamanında İstanbul’un en büyük, en etkili mutasavvıfı sayılan
Şeyh Vefâ’ya bağlılığı kurtarmıştır.
Şeyh Vefâ Fatih döneminde İstanbul’a gelmiş, Konya doğumlu bir
bilim insanı, bir tasavvuf eridir. Bugün adını taşıyan semtteki camisiyle
hamamı fetihten sonra Sultan Fatih tarafından yaptırılmıştır. Tasavvuf
tarihiyle uğraşanların bildiği gibi, Vefaîlik kendisinin ölümünden sonra
adına izafe edilen bir Zeynîlik kolu olarak tasavvuf tarihinde yer bulmuştur. Zeyneddin-i Hâfî’ye dayanan Zeyniyye tarikatı “okur-yazarlar
(entelektüeller) tarikatı” olarak tanınmış; bilim ve devlet adamlarının,
zamanın düşünürlerinin, okur-yazarlarının, iyi tahsil görmüşlerinin rağbet gösterdiği bir tarikat olmuştur. Şeyh Vefâ’nın Fatih döneminde İstanbul’da şöhrete kavuşması üzerine Sinan Paşa ve Molla Lütfi başta olmak
üzere zamanın bir kısım ünlü bilginleri sultanca kurulan dergâhına gidip
gelmeye başlamışlar, sohbetlerine katılıp varlık ve var oluş üzerine bir
düşünce sistematiği olan tasavvufun yorum ve açılımlarını onun ağzından dinlemişler, üst âleme açılan yolun geçitlerini ondan öğrenmişler,
“İslamî tasavvuf” diyebileceğimiz, şeriate hiçbir yönüyle aykırılığı bulunmayan bir tasavvuf anlayışını, varlık ve gerçeklik konularında aklın
sorularına cevaplar sunan maneviyat alanının inceliklerine onun kılavuzluğuyla ulaşma imkânı bulmuşlardır.
Tasavvufun anlaşılması en güç konuları Sinan Paşa’nın o eşsiz dil ve
üslubuyla Tazarru‘-nâme’de ele alınmış, açıklanıp yorumlanmıştır. Şeyh
Vefâ’dan aldığı fikrî ve manevî yardımla ufkunun genişlediği, zihninin
berraklığını örten şüphe bulutlarının dağıldığı görülen Sinan Paşa bu eserinde özellikle tasavvufun ana ekseni olan "İlâhî aşk" konusunu bütün
derinliği ve genişliğiyle, benzersiz bir dil ve çok zengin üslup teknikleriyle anlatır, işler, aydınlatır.
Rahmetli Ali dedem bana bir gün: “Evladım! Haset (kıskançlık ve çekememezlik) en çok ulema arasında yaygın olan bir illettir. Bu hastalığın onda dokuzu ulemada, onda biri ise halktadır; ama o onda birde de
ulemanın hissesi vardır.” demişti. Bilim insanları arasında her dönemde
bu kötü hâl var olmuş, sonuç olarak nice değerlerin kaybına yol açmıştır.
22
Prof. Dr. Mertol Tulum
Sinan Paşa ile zamanının gerçekten büyük bilim erlerinin Şeyh Vefâ’ya
ilgi duymaları, tekkesine gidip gelmeleri ve tasavvuf düşüncesiyle bu
derece ilgilenmeleri üzerine, tasavvufa sıcak bakmayan katı şeriatçı bir
öbek âlim -ki bunların başında bir de devlet adamı, Karamanî Mehmet
Paşa bulunuyordu-, onları itikatsızlık, yani inançsızlıkla suçlamışlardır.
Bu suçlama Molla Lütfi’nin haksız yere başının kesilmesine yol açmış,
bu acıklı olay ilim tarihimizin sayfalarına bir kara leke olarak geçmiştir.
Dergâhına gidip gelenlerin inançsızlıkla itham edildikleri bir sırada,
Şeyh Vefâ namazda besmeleyi yüksek sesle okumak, iki secde arasında uzunca süre oturmak gibi Şafii mezhebine uygun, Hanefi mezhebine
göre uygun sayılmayan eylemlerde bulunduğu iddiasıyla "iki mezhebi
birbirine karıştırıyor" ithamı karşısında kalmış ve sorgulanmak istenmiştir. O sırada şeyhülislam olan Molla Gûrânî’nin başkanlığında içlerinde
Sinan Paşa’nın da bulunduğu bir heyet kurulmuş, bu ilim erleri topluluğu
savunma almak üzere kendisini davet etmiş, ancak Sinan Paşa Fatih camiindeki toplanan sorgulama heyetine başlangıçta katılmamış, Şeyh Vefâ
beklenirken birden çıkagelmiş, yargılama yapacak olan âlimler heyetine
“Niye buradasınız, niye toplandınız ?” diye sormuş, Molla Gürânî kendisine “Senin haberin yok muydu, niye toplandığımızı bilmiyor musun?”
deyince “Haberim var; ama siz kim oluyorsunuz da Şeyh Vefâ’yı sorgulamaya kalkıyorsunuz?” şeklinde karşılık vermiş, Molla Gürânî’nin “Ya
o kimdir, kendini müctehit mi sanıyor?” diye sorması üzerine de “Evet
müctehittir.” diyerek şeyhi adına etkili bir savunma yapmıştır. Kaynakların aktardığına göre, bu savunmayı dinleyen Molla Gürânî heyete dönerek: “Kalkın gidelim. Bir insanın Sinan Paşa gibi bir savunucusu varsa o
kimseyi sorgulamak abes, yani boşuna bir iştir.” der ve heyet dağılır. İşte
Sinan Paşa, yaşadığı çağda o kadar etkili, o ölçüde sözü geçer, o derece
saygın bir bilgindi.
Sinan Paşa gerçekte yalnızca bu anlattığım yönleriyle sınırlanmayacak, başka nitelik ve özellikleri de olan çok müstesna bir kişiliktir. Şimdiye dek anlattıklarım onun bir bilim insanı olarak zamanında kazandığı
ün ve elde ettiği nüfuz ve bu bağlamda yaşadığı bir kısım olaylarla sınırlıdır. Ama Sinan Paşa’yı benim için Sinan Paşa yapan yazarlığı ve Türkçe eserleridir. Onun hayat hikâyesi ve bilgin yanı başka kaynaklardan
da öğrenilebilir, ne var ki yazar Sinan Paşa’yı bir yazı ustası, bir sanatçı
olarak tanımak ancak Türkçe eserlerini okumakla mümkün olabilir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
23
Zaman akıp giderken birçok şeyi alır götürür, başkalaştırır ve değiştirir. Eski metinlerle uğraşanlar, geçmişi yazılı belgelerde araştıran insanlar açısından en önemli konu zamanın dilde meydana getirdiği değişmelerdir. Zaman, dili o kadar değiştirir, o kadar farklılaştırır ki, muhtelif
ölçüler kullanarak birbirinden ayırabileceğimiz dönemler arasında kimi
zaman aşılması gerçekten zor engeller oluşur. Özellikle dil, edebiyat, tarih, sanat tarihi gibi alanlarla uğraşan insanların önündeki aşılması gerekli en büyük engeller de dilde değişmeler sebebiyle dönemler arasında
ortaya çıkan engeller, başka bir deyişle, bu dönemleri bize aktaran metinlerin dilinin bugüne türlü yönlerden iyice yabancılaşmış olmasıdır.
Ben Sinan Paşa’nın ilk eseri olan Tazarru‘-nâme üzerinde çalışmaya
başladığımda onu okuyup anlamakta olağan olarak her şeyden önce dilinden kaynaklanan birçok güçlükle karşılaştım. Bunların neler olduğunu
sizlere anlatmam gereksiz, ama çetin ceviz dedikleri bir metinle uğraştığım kesindi. Sinan Paşa gibi bilgi dağarcığı dolgun, düşünce sınırları
aşkın, gönül deryası engin bir bilgin, düşünür ve tasavvuf erinin dili her
şeyden önce farklı alan bilgileri ve terimleriyle doluydu. Bilgisinin yanı
sıra düşüncesinin ve duygularının olanca zenginliği diline yansımıştı.
Alfabe farklılığı yüzünden eski metinlerde her şeyden önce kelimeleri okumakta sıkıntıya düşeriz. Bu engel aşıldığında ikinci ve asıl engel “kelime” dediğimiz o ses birliklerinin içini dolduran değer, “anlam”
dediğimiz öz karşımıza çıkar. Bu özleri kavrayabilmek ise, metinlerin
bize ulaştırdığı doğru bilgiye ulaşma yolunda zorlu düğümleri çözmek,
karanlık uzun bir dehlizden çıkış yeri ararken her noktayı aydınlata aydınlata yol almaktır. Dolayısıyla eski metinleri okumaya, anlamaya, aydınlatmaya, bugünün diline aktarmaya çalışırken zamanın getirdiği pek
çok güçlükle karşılaşır, onları aşmaya çabalarız.
Sözlerimin başında Sinan Paşa ile elli yıldan beri uğraştığımı söyledim. Elli sene, demek ki neredeyse bir ömür. Bir yazarla bu kadar niye
uğraşılır? Sinan Paşa’nın üç Türkçe eserini okuma, anlama, yorumlama çalışmaları, çalışma kesintisiz yapıldığında, elbette bu kadar zaman
almaz. Ama onları bütün karanlık noktalarını aydınlatarak günümüze
taşımak, tam anlamıyla anlaşılır kılarak günümüz diline aktarmak bilgi yanında o kadar farklı, o kadar çaba ve özen isteyen bir iştir ki, bir
arkeolojik alanın ortaya çıkarılması, buluntuların değerlendirilmesi için
harcanması gerekli nice yıllar gibi uzun süre ister. Bu işin içinde olan
24
Prof. Dr. Mertol Tulum
meslektaşlar bilir ki özellikle tarih ve edebiyat alanlarında eski metinler üzerindeki çalışmalar oldukça geniştir. Yüzlerce divan ve mesnevi
yayımlanmış, yüzlerce metin okunup bugünkü abecenin işaretleri kullanılarak yazıya geçirilmiştir; ama bu metinler üzerine zamanın örttüğü
kat kat örtüleri kaldırmaya, onları geniş kesimlerce tanınır ve bilinir kılmaya, açıkçası günümüz diline aktarmaya, neredeyse kimse kalkışmadı.
Eski bir metni günümüz diline aktarmak, onu dilin karşımıza çıkardığı anlaşılma yolunu kapayıp tıkayan her türlü engebe ve engelden
kurtarıp arındırmaktır. Dil bir yandan zamanın eskitip yabancılaştırdığı
bilgileri taşırken bir yandan da değişen görüşleri, farklılaşan hayat anlayışlarını, kılıktan kılığa girerek süregelen kültür unsurları ile estetik değerleri sadakatle korur. Onları, dilin kıskanç korumacılığından doğan bu
olağan yansımaları görüp üzerlerine anlaşılma ışıklarını tutmaya çalıştığınız zaman çoklukla açmazlar ve çıkmazlarla karşı karşıya kalırsınız.
Benim Paşa’nın eserleri üzerinde elli yıldır süren çabam ve çalışmam
işte karşılaştığım açmaz ve çıkmazlardan kurtulma, açıkçası onların üzerine anlaşılır kılma ışıkları tutma yolundaki yürüyüşümün hikâyesidir.
Sadece Tazarruʿ-nâme adlı eserini anlamak ve günümüz okurunca anlaşılır kılmak için bine yakın not yazmam gerekmiştir ki, bunların her biri
-bir benzetmeyle- değerli bir arkeolojik buluntuya, bir objeye eş bir eski
kültür değeridir. Ben, Sinan Paşa’nın iki büyük eserini aynı zamanda
onları şekillendiren, onlara edebîlik kılığı kazandıran yönlerini mümkün
olduğu kadar koruyarak günümüz diline aktarmaya çalıştım. Benim yıllarımı alan biraz da bunu yapabilmek için sahip olmam gereken donanımı kazanma yolundaki çalışmalarım olmuştur. Dilin gramer yapılarında
da zaman içinde değişmeler ve gelişmeler görülür. Bugün kullanılmayan
bu yapılar da bir eski metni anlamamızı güçleştirir. Mesele değişmeleri
belirlemek, değişik yapıların karakterlerini yakından tanıyabilmek, onların bugün hangi kalıplarla karşılanabileceği bilgisine sahip olmaktır.
Ama çoklukla bu tür bilgiler de yetmez; doğru okunmuş ve doğru anlaşılmış bir metni günümüz diline aktarmakta bilgi yanında iyiye götürücü yatkınlık, çabayla kazanılmış bir alışkanlık, ciddiyet ve özen, bir de
bunlara eşlik edecek edebî zevke sahip olmak gerekir. Bütün bunlarla
birlikte, dilden dile çeviride olduğu gibi, bir dilin eski dönemlerinden
kalma bir metni günün diline eksiksiz, kusursuz ve edebî niteliklerini
tam anlamıyla koruyarak aktarmak yine de söz konusu değildir. Ama ben
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
25
geçen uzun yıllar içinde bu işin en doğru, en iyi ve mümkün olduğunca
az kayıpla nasıl yapılacağını araştırdım ve yaptığım denemelerle de örneklerini verdim.
Şimdi kısaca Sinan Paşa’nın bir yönünü daha belirtecek, sonra örneklere geçeceğim. Sinan Paşa’nın çağdaşlarından, önceki ve sonraki birçok
yazardan ayrıldığı en önemli nitelik yüksek bir sanatçı kabiliyetine sahip olmasıdır. Sinan Paşa gerçek anlamda bir yazı ustasıdır. Yazı, daha
doğrusu söz, bir resim ustasının elindeki çizim ve renklendirme malzemesine benzer. Bir ressam kara kalemle bir şekil çizebileceği, bir resim
yapabileceği gibi, bu işi renklerle de, boyalar kullanarak da yapabilir. Bir
zemin üzerine gerçek dünyayı, varlıkların gerçek görünümlerini aktarabileceği gibi, varlığı ve varlıkları zihninde yorumlayarak, değiştirerek
de aktarabilir. İşte söz ustalarının yaptıkları da, sözlerle varlıkları tasvir
etmek, sözlerle tablolar yapmak ve söz aracılığıyla onları aktarmaktır.
Her kelime, her ses bir yazı ustasının dilinde bir güzellik aracı, bir bezeme malzemesidir. Sinan Paşa gibi sanatçılar için özellikle dilin sesleri,
o seslerin uyuşumlu kullanımıyla elde edilen musiki son derece önemli
bir araç olarak kullanılmıştır. Size bir çoğunuzun tanıdığını sandığım Beşir Ayvazoğlu’nun, Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme’siyle ilgili yakınlarda
yazdığı yazıdaki değerlendirmeyi aktarayım: “Henüz ortaokul öğrencisiydim. Eseri kitapçıda gördüm, merak edip, paraya kıydım, aldım. Okumaya çalıştım, ancak bir şey anlamadım; ama satırlarından yankılanan
ses beni kendine çekti, onu senelerce sadece musikisini dinlemek için
okudum.” İşte Sinan Paşa gibi bir söz sanatçısı için sesler, yani bir dilin
en küçük kurucu birimleri ile bunların yan yana gelmesiyle oluşan heceler, hecelerden oluşan kelimeler, kelimelerin birikmesiyle oluşan kelime
birlikleri ve dilin en büyük birliği olan cümleler, aynen beste yapan bir
bestekâr için uyuşumlu sesler, ezgiler veya tablo yapan bir ressam için
çizgiler ve renkler gibi anlatım araçları, güzellik ve estetik malzemeleridir. Usta söz sanatçıları, büyük söz ustaları, dilin bu malzemelerini
kullanır ve eserini böyle inşa eder. İşte Sinan Paşa çağının dilini en geniş
imkân ve sınırları, en yaygın ve belirgin özellikleri, en çarpıcı ve keşfedilmemiş güzellikleri ile kullanarak, edebiyat tarihimizde gerçek bir
söz ustası olma değeri kazanmış, eşsiz bir söz sanatçısı olarak yüzyıllar
boyunca anılma başarısına ulaşmıştır.
Sinan Paşa’nın sanatçılığı üzerine bilimsel nitelikli çalışmalar, kap-
26
Prof. Dr. Mertol Tulum
samlı ve özenli araştırmalar ne yazık ki yapılmamıştır. Bunun asıl sebebi, onun gerçek değerinin hâlâ anlaşılamamış olmasıdır. Bu da, bana
göre -bugüne kadar birçok konuşmamda söylediğim gibi- onun gerek
çağdaşlarından, gerek kendisinden önce ve sonra yazanlardan farkını
görebilmek için çok yönlü karşılaştırma ve değerlendirme yapabilmeyi
sağlayacak geniş bir metin okuma gerekliğidir. Yani önce yazanlar nasıl
yazmış, sonra yazanlar -ki bunlar hepsi büyük ustalar yazı ustaları olarak
tanınırlar edebiyatımızda- nasıl yazmış? Açıkçası Sinan Paşa hangi yönleriyle özgeleşiyor ki onlardan daha üstün, daha ilerdedir? diyebilelim.
İşte bendeniz aşağı yukarı kendimi bildim bileli bu edebiyatla, bu dille,
bu dilin meseleleri ve metinleriyle uğraşmış bir insan olarak açıkça söylüyorum ki Sinan Paşa’nın Türkçe’yi kullanmaktaki ustalığı, erginliği
gerçekten benzersizdir, ona edebiyatımızda eşsiz bir söz ustası kimliği
kazandıran da budur. Şu hususu da belirtmeden geçemeyeceğim. Sinan
Paşa’nın özellikle Tazarruʿ-nâme adlı eserinde sergilediği bu olağanüstü söz ustalığı, kimilerince onun bu eseri yazarken Farsça bu tarz eserlerden, dolayısıyla Fars edebiyatından etkilendiği gibi bir iddia ve değerlendirmeye konu edilmiştir. Bu iddia haksız, haksız olduğu kadar da
sığ bir değerlendirmenin ürünüdür. İddia, sahibince doğrulanmak ister.
Bu yapılmadıkça asılsız sayılır ve kabul edilebilirliği yoktur. Bunu ileri
sürenler bu güne kadar iddialarını delilsiz bırakmışlar, onu doğrulama
yolunda hiçbir çalışma yapmamışlar, yalnızca apak ve berrak bir alanı bulandırmakla kalmışlardır. Bu görüş, kesinlikle yanlıştır. Kesinlikle
yanlıştır, çünkü her şeyden önce şu soru böyle bir iddia için susturucudur: Eğer Sinan Paşa’nın benim Yakarışlar diye çevirdiğim Tazarru‘-nâme’si Farsça yazılmış aynı vadide ve aynı mahiyette herhangi bir eserden
alınmış, aktarılmış, tercüme edilmiş bir eserse; acaba Sinan Paşa’nın her
yanıyla farklı, her yönüyle yeni, kendi yaşadıklarını, hayat tecrübelerini,
bakış çizgisini, ufkunun derinliğini, zihin çilesini tamamen kendine özgü
bir dil ve üslupla söze döktüğü Ma‘ârif-nâme’si ve Tezkiretü’l-Evliya’sını da mı öyle saymamız gerekecek? Ve bunlar ortaklaşan ayırıcı özellikler taşıyorsa aynı sanatçının elinden ve fırçasından çıktığı inkâr edilemeyeceğine göre, Sinan Paşa’nın, tasavvufun en derin konularını en geniş
boyutlarıyla ve her türlü ayrıntıyla ele alan büyük eserine küçük oylumlu
Farsça metinlerin örneklik ettiğini ileri sürmek, haksızlıktan öte bir şey
sayılmaz mı? Türk milletinin kıyamete kadar iftihar edebileceği en bü-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
27
yük evlatlarından biridir Sinan Paşa. Böyle bir kalem ustası, böyle bir
yazı ustası bizim edebiyatımızda yetişmemiştir. İkinci bir örneği yoktur.
Her söz ustası gibi bu büyük söz ustasının da kullandığı birtakım teknikler vardır. Eski edebî metinlerimiz üzerinde üniversitelerimizde ciddî
üslup araştırmaları yapılmadığı için Sinan Paşa gibi büyük bir üslupçunun tartışılması bile abes ustalıklarının özellik ve nitelikleri, kendine
özgülükleri konusunda fikir sahibi değiliz. Sinan Paşa’nın dilinde, her
şeyden önce öncekilerin, çağdaşlarının ve sonrakilerin dilinde görülmeyen, meslek hayatım boyunca okuduğum metinlerde hiç rastlamadığım
birtakım gramer şekilleri, birtakım özel kullanımlar yer alır. Bu arada
fırsat bulmuşken, bir eserinde geçen, Sivrihisar'a özgü olması gereken
bir kelimenin, “yige” kelimesinin üzerinde duracağım. Bu kelimeyi Sivrihisarlı Sinan Paşa ya ailesinden, ya da çocukluğunu geçirdiği yörede
çevresinden duymuş ve öğrenmiş olmalıdır. Çünkü yalnız onun eserinde
geçiyor ikinci bir yerde geçmeyen bir kelime. Affedersiniz, köpek için
bir olumsuz nitelik olmak üzere kullanıyor. Eski metinlerde az kullanılan, az karşılaşılan kelimelerden biri bu "yige" kelimesi. Ama Sinan Paşa’nın dilinde asıl dikkate değer olan özellik, onun öz dilinin zenginliğini
sergileyen çok zengin ve çarpıcı kullanımlara yer vermesidir. Örnek olarak sevinürlenmek, beğenürlenmek örnekleriyle bize ulaştırdığı bir yapı
var. Sevinürlenmek “sevinir gibi olmak”, beğenürlenmek de “beğenir görünmek” yani: beğenmemek, ama beğenmiş davranmak.” Eski metinleri
okuyanların bu çok özel dil yapısının örnekleriyle karşılaşmış olduklarını sanmıyorum. Sinan Paşa’da üç dört yerde geçiyor. Bu çok özel bir
gramer yapısıdır ve şimdilik yalnızca Sinan Paşa’nın dilinde varlık bulmuştur. Yine Sinan Paşa’nın yaşadığı çağda dilimizde yaygın kullanımı
olan fiilden sıfat yapan bir -an, -en ekimiz var: “gelen, yapan, bilen” gibi.
Sinan Paşa’da bunun dilin eski dönemlerinden gelen, bugün “olağan”
kelimesinde yaşayan, tek tük birkaç kelimemizde kalan abartma anlamlı
“-agan” şekli var, Sinan Paşa’da bunlar o kadar yerinde, o kadar ustaca
kullanılmıştır ki, bunları yazdıklarına anlam zenginliği kazandıran üyeler olmak yanında, ses denklikleri ve tekrarlarıyla estetik değer katan
unsurlar olarak Sinan Paşa gibi ustaca kullanmış başka bir sanatçı yoktur.
Öte yandan Yakarışlar adıyla yaptığım çeviri metni merak edip de
okumak isteyeceklerin dikkat etmeleri gereken noktalardan biri Sinan
Paşa’nın Türk cümlesini inanılmaz şekilde yoğurmasıdır. Sinan Paşa’nın
28
Prof. Dr. Mertol Tulum
elinde Türkçenin cümleleri estetik biçimlere konulmaya elverişli hamur
gibi şekillendirilmiştir. Onu istediği kalıba koyar. Ama bunu o kadar ustaca yapar ki, Sinan Paşa’nın bu cümlelerinde bir kelimenin yerini değiştiremezsiniz. Değiştirdiğiniz zaman, onun pek çok uyuşumlu sesin
birleşimiyle oluşmuş bir besteye katılmış, ezgi oluşturucu ses türünden
yaptığı katkı, o kelimenin seslerinin verdiği güzellik değeri alt üst olur.
Eser üzerinde çalışırken özellikle dilin kullanımındaki ustalık ve ondan yansıyan güzellik karşısında gerçekten çok etkilenmiş, yine Sivrihisar’ın yetiştirdiği büyük değerlerden rahmetli hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan Hoca’ya sormuştum: “Hocam, böyle bir eser oldukça kısa
sayılacak bir sürede nasıl yazılabilir,?” Çünkü Paşa: “Tazarru‘-nâme’yi
birkaç ay içinde yazdım.” demekteydi. Hoca bu durumu şöyle açıkladı:
“Bir bardağa suyu dökersin. Onun istiab haddi (dolum sınırı) vardır, bir
damla fazlası onu taşırır. Bu gibi yazarlar işte böyle dolmuş bardak misali taşma hâlinde insanlardır.”
Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’si başlıkları itibariyle ele aldığınız zaman daha önce planı yapılmış ve o plana göre işlenmiş bir eser manzarası
göstermeyebilir kimilerine. Ama ilkin merhum Köprülü’nün değindiği,
daha sonra Sinan Paşa’nın ikinci eseri olan Ma‘ârif-nâme’yi tıpkıbasım
olarak yayımlayan bir rahmetli hocamızın da dediği gibi, Sinan Paşa o
kadar usta ve büyük bir yazardır ki özellikle bahisler arasındaki ilişkilendirmeler ve geçişler inanılmaz derece ustalıklıdır. Paşa’nın bu eseri
okunmaya başlandığı zaman, inanın ki, bitirmeden elinizden bırakamayacağınız derecede etkileyicidir. Türkiye Türkçesine aktardığım ve Yakarışlar adıyla Diyanet İşleri Yayınları’ndan çıkan metni merak edip de
alıp okumak isteyecekler bu etkiyi mutlaka yaşayacaktır.
Öte yandan bu eser bir yönüyle bir denemeler kitabı mahiyeti taşır.
Deneme yazıları, varlıklar, nesneler ve olaylar üzerine kişinin kendi bakış ve görüşüne göre, kendi değerlendirme ve yorumuna göre yazdığı
yazılardır. İşte Sinan Paşa’nın din, tasavvuf konuları başta olmak üzere,
türlü başlıklar altında bu eserde yazdıklarının her biri adeta bir deneme mahiyetindedir. O, bu eserinde hiç beklenmedik yerde sözü getirip
hiç beklenmedik bir konuda, örnek olarak, gece üzerine birkaç sayfa süren bir düşünce egzersizi yapar. Başka bir yerde rüzgâr üzerine bir fikir
jimnastiği, başka başka yerlerde akıl üzerine bir değerlendirme, gönül
üzerine bir yorum yapar. Böylece eser muhtelif varlıklar, nesneler ve
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
29
kavramlar hakkında üretilmiş düşünceler, çok değişik bakış açılarından
değerlendirme ve yorumlarla zenginleştirilmiş bir eser görüntüsü verir
aynı zamanda. Bu eser hakkında yaptığım şu değerlendirmemi sizinle
paylaşmak istiyorum:
“Bu eser durulmak bilmez bir derya gibi çalkanıp duran bir beynin
gelgitlerini, ardı ardına çakan kıvrım kıvrım düşünce şimşeklerinin parlamalarını, madde varlıkları dünyasındaki oluş ve görünüşlerde var olduğu sanılan tezat ve çelişkilerin kavranamazlıklarının aklı sürüklediği
bunalım boşluklarına savrulan duyulmaz çaresizlik gürlemeleridir.’’
Birkaç örneği okunduğu zaman görüleceği üzere, gerçekten de Sinan
Paşa’nın aklını en çok meşgul etmiş olan konu, hayatta görülen tezatlardır; yani birbiriyle sürekli olarak çelişen, birbirini tutmayan oluşlar,
kader denilen değiştirilemez gidiş ve işleyişler, zamanı ve insanı sarıp
sarmalayan karşı konulamaz bir İlâhî düzenin çözümsüz bağlarıdır. İşte
Sinan Paşa’nın zihnini en çok zorlayan bu meseleler olmuştur.
Yine benim değerlendirmemle, Tazarruʿ-nâme:
“Dert ve ıstırap içindeki bir gönlün feryadını yansıtır, aynı zamanda
erişilmez bir iman gürlüğü ile evrenin sonsuz derinliklerine saçılan sığınış ve merhamet çığlıkları ile Tanrı’nın akıl üstü gerçekliği katına adam
akıllı yakınlaşmış bir ruhun naz ve niyazlarıdır.’’
Bu eserde Paşa’nın bir yandan aklının sürüklediği isyanın çığlıkları
duyulur, bir yandan da akıl sınırının tükendiği yerde çaresizlik içindeki
çırpınışları ve gönül deryasına sığınışları görülür. Eserin birçok yerinde
soluk soluğa kaldığı sezilir. Soluğu tükendiği zaman İlâhî aşk deryası
sığınacağı engin bir sığınak olmuştur. Bunalıma sürüklendiği anlarda intiharın eşiğine geldiğini şöyle aktarır:
“İnsanın böyle bir demi geldiğinde söyleyeceği şey; ‘Ya Rabbi! İnsanlık keşke olmasaydı, keşke beni insan olarak yaratmasaydın.’ demekten
başka bir şey değildir.”
Tazarruʿ-nâme’nin en beğenilen, en çok okunan bölümü aşk bölümüdür. Edebiyatımızda İlahî aşkı Sinan Paşa kadar güzel, ayrıntılı, etraflıca
terennüm etmiş bir ikinci yazar daha bilmiyoruz. O yüzden size akılla
aşk ilişkisine dair söylediklerini okumak istiyorum.
“Kim ki o kadehten sarhoş olur, yani aşk kadehini içer; canı canan ile
hoş olur. Akıl oraya giremez, fikir o yöreye uğramaz.
30
Prof. Dr. Mertol Tulum
Akıl bilgiye ulaşma aracı, aşk bir gerçekliktir kesin bilgiye bağlıdır ucu.
Akıl bir renktir, onda sır kokusu olmaz, aşk bir kokudur onda renkten
eser bulunmaz.”
Sinan Paşa’nın en çok üzerinde durduğu şey, tabiatta ve hayatta görülen tutarsızlıklar, çelişkilerle İlahî nizamın ilk bakışta aykırı ve açıklanamaz görünen birtakım oluşları, kılışları, kılınışlarıdır. Bütün bunları
da ifade ederken kullandığı edebî sanatların başında en çok sevdiği sanat
olarak tezat sanatı gelir. Onun bu sanatı nasıl kullandığının bir örneğini
kendi çevirimden vereceğim.
“Akıl bir marifet aşıdır tuzsuz, aşk bir hakikat tuzudur tatsız.
Akıl bir kuştur hava boşluğunda, aşk bir havadır kuş içinde.
Kuş havada uçar, dolanıp durur; hava kuşta oradan oraya gezinip durur.
Akıl hâlinin halli dile getirmekle olur. Aşk derdini onunla bilmek imkansızı başarmakla bir olur.
Akıl işleri mesnetsiz olmaz, aşk hadisleri müsnetsiz olmaz.
Aşk ile güzellik arasında öyle bir ilişki var, anlaşılamaz; ezelî ve ebedî o ilişki ile ilişki kurulamaz.
Güzellik ve çirkinlik aşk pazarında aynı değerde olur. Hoşluk ve
nahoşluğu aşk eri eş değerde bulur.
Leyla’nın saçında öyle bir kıvrım var ki Mecnun’un gönlünden başkası o kıvrımı anlayamaz. Azra’nın yanağında öyle bir yazı var ki Vamık’ın yüreğinden gayrısı o yazıyı okuyamaz.”
Yine kendi çevirimden bu kez de aşk ile gönül ilişkisine dair:
“Aşk, Allah katında görevli bir çavuştur, yabancıları hak yolundan
kovar, giderir; aşk her katkı ve eksiklikten uzak Yüce Tanrı’nın süpürgesidir, gönül evini Allah için süpürür.
Aşktır yüreği Hakk’a yaraşır duruma getiren; aşktır gönlü ona yarar
ettiren.
Halkın yüreği demir olur, aşığın yüreği de saf altın aslında; o et ile
kan arasında bu ‘iki parmak arasında’.
Âşık gönlü öyle görür ki iki dünyada da tertemiz, bil; sanma ki konik
yapılı bir etten başka bir şey değil.
Âşık gönlü bir şehir olur içi güzelliklerle dolu; belki bir Ka‘be olur
bütün insanlar tavaf eder onu.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
31
Âşık gönlü arş olur, görünüşte yerde ise; Hak isteyen onda bulur, her
nerede ise.
Varlık dairesinde görünen ilk nokta ve oluş kırında gezinen ilk haberci gerçek âşığın gönlü ve ergin insanın yüreğidir.’’
Biraz önce söylediğim gibi birçok tartışmalı konuyu gündeme getirip
de aklıyla bütün bunları izah etmeye çalışırken aklının tükendiği yerde,
aklın sınırının bittiği yerde yaptığı şey, hep, birden bire gönlüne dönmek
ve Allah’ın yüce katına sığınmak olmuştur. Onun için bu eserinde en
dikkati çeken sözler yakarışlar, onun kullandığı kelimeyle tazarru‘ât dediğimiz dualar, sığınışlar, dilek ve isteklerdir.
Bunu niye “yalvarış” değil de “yakarış” kelimesiyle çevirdiğimi bir
dilci olarak size kısaca açıklayayım: “Yakarmak”, “yaklaşmak”la aynı
kökten gelir. “Tazarru‘ât” da Arapça’da “dırâ‘at” mastarından türemiştir
ve “Allah’a yaklaşmak” demektir. Dolayısıyla insan doğasında da aslında insanın dua ederken en büyük amacı ve yaptığı şey Allah’a yakınlık
sağlamak, O’na yakın olmaktır. O yüzden de bütün tasavvuf erlerinin de
temel amacı Allah’a yakınlaşabilmek, O’nun katına daha yakın yerlere
ulaşabilmek olmuştur.
Böyle bunalım anlarından birinde Sinan Paşa:
“Tanrım! Gönül kadrini bilenlerin kadri ve izzeti için, Tanrım! Gönül
erenlerinin eşiğindeki hürmeti için;
Tanrım! Şu aşıklarının yüzü suyu için -ki ceberut boşluğunda muhabbet çölüne düşerek avare olup, sana ulaşmanın o tatlı suyunu arzularlar
ve dili damağı kurumuş gezerler- ve şu dostlarının ayaklarının tozu için
-ki melekût kırlığında aşkının ıssız köşe bucakları içinde çaresiz kalıp
özleminin cezbesiyle şaşkın ve düşkün olup yürürler-; şu şarap satan
ihtiyar şevki için -ki aşk harabatında oturup, gönül erlerine lutfuyla o
yasak evi şenlik yerine çevirir -ve şu ebedî diri sakinin aşkı için -ki Hak
meyhanesinde bulunup, dudağının aksiyle şarap kadehinin içini nurla
doldurur-;Tanrım! O ay yüzlü sakinin güzelliği için, güzelliği içinde çekiciliği için; alnına düşmüş saçının kıvrıklığı için, yan bakışının paylayışı için; şeker sözlü dudağı için, saçlarındaki büküntü için; zülfündeki
dalgalanış için, örgüsündeki giriş çıkış için; boyundaki doğruluk için,
sözündeki doğruluk için; kimi zaman şive ile nazı için, kimi zaman lutfedip niyazı için; şu miske bulanmış kıvırcık saçı için, o gül yanaklı yanağı
32
Prof. Dr. Mertol Tulum
için; şu elindeki cam [kadeh] aşkına, o dudağındaki müdam [şarap ıslaklığı] aşkına yüce katına ulaşmayı dileyen ve sana kavuşmayı isteyen
kullarına aşk meyhanesinden bir köşede sığınak ve ezel humundan bir
yudum ham içecek nasip eyle ki belirip ortaya çıkma cübbesini çıkarıp ve
kişi olarak varlık kazanma sarığını savurup; şan ve şöhret yakasını yırtıp ve kınanma taşından korkmayıp, sarhoş ve bir şeye aldırış etmezlere
dönüp ve de yerinde duramaz çılgın bir âşık olup gice gündüz o kutlu sarayın eşiğini ziyaret etsinler ve gün boyunca o ulu yasak evin çevresinde
dolaşsınlar...” derken onun soluk soluğa kalmışlığı açıkça sezildiği gibi
bu satırları okuyan insanın da gerçekten soluğu kesiliyor.
O yazarken gerçekten tam bir cezbe haline gelir ve cezbesinin yarattığı sarsıntının salınımı tükeninceye kadar bu gibi sözlerine devam eder.
Bunların ne Fars edebiyatında, ne bizim edebiyatımızda eşi benzeri vardır.
Bunların başka bir kaynaktan devşirilmiş olma ihtimali bulunmamaktadır.
Şimdi de bazı konularda dikkat çekici birkaç noktaya temas edeceğim.
Yüce Yaratıcı’yı, onun bütün varlığı kucaklayan yansımalarını tasavvufî bir görüş penceresinden çeşitli yönleriyle anlattıktan sonra birdenbire:
“Tanrım! Cennet dedikleri sana kavuşmaktır. Gerisi ele geçen lezzetlerin gururuna kapılmak, Tanrım! Cehennem dedikleri senden ayrı düşmektir. Ötesi şehvetlerden uzak kalmak.” der.
Tasavvuf penceresinden bakıldığı zaman cennet ve cehennem kavramlarının bütün mutasavvıflarca tasvirinin böyle yapıldığı görülür. Yani
cennete düşen bir âşık, hak âşığı cenâb-ı Hakk’ın yüzünü, nurunu, çehresini göremeyecekse onun için orası ızdırap yeridir.
“Tanrım! Yüzün birlikte olmayınca âşık cenneti ne yapar? Tanrım!
Bakışın birlikte olunca gönül eri cehennemden neye kaçar?”.
Eğer bakışın benimle birlikte olursa cehennemden niye kaçayım? diyen Sinan Paşa’nın bu sözleri ilahî aşkın muhteşem bir terennümüdür.
Ben bu esere elli senedir doyamadım. Çocuklarım da biliyorlar; sıkıldıkça bunaldıkça, zihnim başka meselelerle karışınca hep onun satırlarıyla teselli bulurum.
Bakın Tanrısı’na yakınlaşma konusunda ne diyor:
“Tanrım! Senden ayrı düşmenin sebepleri dağ dağ olup her dem erir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
33
Öyle bir biçimde ki bitmesi ve gitmesi yok. Tanrım! Sana kavuşmanın gerekliliği çöp çöp kadar arada sırada erer. Onun da kalması ve durması yok.”
Bir kul olarak insanın Yaratıcı’dan uzak düşmesi ile ona yakınlık sağlaması arasındaki tezat... birinin insan hayatında sürekli olarak var olan
bir şey olması, yani insanı cenâb-ı Hak’tan uzak tutan, ona yaklaşmaktan
alıkoyan hâllerin sürekliliği; öbürünün ise çöp kadar, yani son derecede
az ve önemsiz ölçüde arada bir gelir olması, geldiğinde de kalıcı olmayıp
çabucak gidiverir olması.
Ve başka tezatlar, tezatlı hâller:
“Tanrım! Sana kavuşmaya bin şart gerek senden ayrı kalmanın şartları yok; miraç etmeye Burak, Refref ve Cebrail gerek, inmenin vasıtaları
yok.”
“Bir saat gül sohbetini etmek için binlerce diken acısı çekmek, bir
lahza dost yüzüne bakmak içinse rakiplerin ayağı altında rezilce ezilmek
gerek.
Tanrım! Muhabbetin bir çiçeklik olmuştur, korku ve umut reyhanlarıyla bezenmiş; Tanrım! Sevgin bir güllük olmuştur; yüz binlerce isteğini
elde edememiş gül fidanıyla süslenmiş.
Tanrım! Canıyla oynayan seven âşık gerek ki sana kavuşmanın boşluğunda canını vermeye hazır olsun; Tanrım! Duası içten isteyen gerek ki
aşkının yolunda bir parça yüzünü aklasın.
Tanrım! Aşkının arzusundan çıldıranları hayret vadisinden sen çıkar.
Tanrım! Muhabbetinin odu ile yananları ayrılık ateşinden sen kurtar.
Her ateş senden ayrı olmanın ateşi yanında sanki buz; her nimet ki
lutfun birlikte olmaz, yara üstünde tuz.
Tazarruʿ-nâme üzerine söyleyeceklerimizi burada noktalayalım, mademki Sinan Paşa’yı bütün yönleriyle konuşalım dedik, şimdi bir başka
yönüne örneklerle kısaca temas edelim:
Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’nin hemen ardından yazdığı ikinci
Türkçe eseri Ma‘ârif-nâme, genel yapısı ile bir ahlak kitabıdır ve İslam
ahlakının temel prensiplerini ihtiva eder. Ama yine Sinan Paşa’nın o mutasavvıf yanıyla ilahî gerçeklik, varlık, varlık düzeni ile oluşlar üzerine
34
Prof. Dr. Mertol Tulum
felsefî birtakım düşüncelerini de bize aktarır. Sinan Paşa’nın bu eserde
ortaya koyduğu bir başka özellik; üslubu, dili aynı yapıyı taşımakla birlikte Batı dillerinde “aforizma” denilen yani her biri birer atasözü, özlü
söz değerinde olan sözlerden meydana gelmesidir. Bu konuda kendisinin
ayrıca şöyle bir iddiası da vardır: Eflatun’un Arapça yapılmış tercümelerinden Kelimât-ı Eflatuniyye başlığı altında Eflatun’un özlü sözlerini
aktarır, bunların tercümesini verir. Onu bitirdikten sonra der ki:
“Aslında Eflatun’un söylediklerini ben de söyleyebilirim. Nitekim bu
eserin birçok yerinde de söyledim. Ama Eflatun bunları kendi nefsinden
söylemiştir, bunlar doğrudan doğruya Eflatun’un kendi aklının üretimidir. Ben bu söylediklerimi Kur’an’dan, hadisten alırım. Benim dayanağım onlardır.”
Sinan Paşa’nın bu eserindeki birçok özlü sözü gerçekten de âyet ve
hadis tercümeleridir. Bu eseri üzerinde yaptığım çalışmada bunları elden geldiğince eksiksiz olarak ortaya koymağa çalıştım. Ama Sinan Paşa
bunları öyle kalıpların içine koymuş ve öyle aktarmıştır ki bunların pek
çoğu gerçekten de insanın hafıza kartına yüklemesi gereken şeylerdir.
Bunlar İslâmî, ahlakî, insanî değerleri yansıtan ve ezberlemesi çok kolay
olan kalıp sözler mahiyetindedir. Bunlardan size birkaç örnek okuyacağım. Bilmiyorum, haklı olduğumu ispat edecek mi size?
Benim bir iddiam var. İddiam isterseniz benim olsun, siz katılmayabilirsiniz. İddiam şu: Sivrihisar'ın yetiştirdiği Nasreddîn Hoca ve ailesinden kişiler başta olmak üzere birçok şöhret var, ama bunlar arasında
Sinan Paşa zirvedeki isimdir. Bu yüzden asıl yapılması gereken iş onu
önce buraya, ondan sonra bu çevreye mal edip, eserlerindeki fikirleriyle
ön plana çıkarmaktır. Nasıl ki, ister yaşamış olsun, ister yaşamamış olsun; ister Sivrihisarlı olduğu kabul edilsin, ister Akşehirliler tarafından
olduğu gibi kabul edilmesin... bunların dışında bir Nasreddîn Hoca gerçekliği vardır, aynen bunun gibi Sinan Paşa ile ilgili gerçeklik de, kendisini her şeyden önce yazdıklarıyla tanımamız gereken bir insan olduğudur. Büyük Sinan Paşa, bu eserlerde var olan Sinan Paşa’dır. Onun için
Sinan Paşa’yı Sivrihisar'da yaşatmak istiyorsak aynen Yûnus Emre’nin
herkesin ezberinde olan şiirleri gibi Sinan Paşa’nın vecize mahiyetindeki
deyişlerini de; şehrin görünen yerlerine, meydanlara, okul salonlarına,
belediyeye, kamu binalarına, şuraya buraya yazıp koymak onu tanıtmak
bakımından son derece gerekli ve yerinde bir etkinlik sayılmalıdır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
35
İşte şimdi size Sinan Paşa’nın neyin peşinde ve nasıl bir fikir adamı olduğunu göstermek için bu eserinden bir örnek vereceğim:
“Kişi sırtına vurup da kulelere ve dağ tepelerine taş çıkarabilir. Bu,
etkili ve yetkili kimseler önünde ezilmekten daha dayanılır bir şeydir.”
İnsanın benliğini çiğnetmemesi; haysiyet dediğimiz öz değerin önemi ve titizlikle korunmasının vurgulanması.
Er olan onuruna çok düşkün olmalı, namus ve şerefini son derecede
değerli saymalıdır; her işinde daima kararlı ve sonuç alıcı olmalıdır.
Dünyanın gösterişliliğine inanmamak gerek; cihanın güzelliğine aldanmamak gerek.
Az bir şey için bir soysuz önünde eğilip küçük düşmemek gerek; beş
para etmez bir istek için her eşikte sürünüp esir olmamak gerek.
Soylu olanın tabiatı baskı ve zorbalığa tahammül etmez; yaz mevsiminin havası buluta tahammül etmez.
Kişi dayanılmaz derecede acı katar hayatına, gemlemezse öfkesini ve
dizgin vurmazsa saldırganlığına.
Nefsiyle sürekli hesaplaşan kişi esenlikte olur; dinini her dem koruyan kişi zenginlik bulur.
Olanla yetinme fakire ululuk verir; aç gözlülük beyi küçültür.
Kanaat fakirin gönül zenginliğidir; sadaka zenginin hazinesidir.
Sabır isteklere eriştirir; şükür varlığa kavuşturur.
Mutsuz odur ki kendine iyilik etmeyi yasaklar; başkalarını zengin etmek için mal toplar.
Kendi ayıbını görebilen, artık bir başkasını ayıplamaz. Kendini görmeyen kör olur, artık bir daha doğru yolu bulamaz.
Doğruya yardım eden yenilmez, yardımı Hak’tan bilmeyen üstün gelmez.
Doğruya arka çıkmak dindarlıktır. Yanlışı desteklemek dürüst davranmamaktır.
Doğruya yardım etmek insanın büyüklüğüdür. Yanlışı desteklemek
âdemoğlunun körlüğüdür.
Doğru ile üstünlük kavgasına tutuşan onursuzca davranıcı olur. Dinine gerekli önemi vermeyenin sonu acı olur.
Bir nesneyi vermemek, söz verip de geciktirmekten daha iyidir. Meşhurdur ki umutsuzluk iki rahattan biridir.
36
Prof. Dr. Mertol Tulum
Kimseye inanmazlar sözüyle, işiyle doğrulamadıkça.
İyiliği başa kakmak, teşekkür etmeyi gereksiz hale getirir.
Yaptıklarını beğenip de “Ben neymişim” diyen, sevabını yok eder, bitirir.
Elindeki nimete razı olmayan, ömrü geçer kurtulmaz sıkıntıdan.”
Bunun gibi özlü sözler ve öğütlerle sürüp gidiyor Ma‘arif-nâme dediğimiz eser. Bu eserin, hiç şüphesiz, ahlâk kitaplarının arasında çok
önemli bir yeri vardır.
Sinan Paşa’nın üçüncü eserinden de çok kısa bahsedeceğim. Sinan
Paşa’nın üçüncü eseri Tezkiretü’l-Evliyâ’dır. Tezkiretü’l-Evliyâ konusuna nereden girmiş? Söz birinci eserin sonunda peygamberlere geliyor,
Hazret-i Peygamber ile ailesi ve yakın arkadaşlarını, ardından dört İmamı vb. yazdıktan sonra tasavvuf erbabını zikrediyor. Sonra da şeyhi olan
Şeyh Vefâ’ya Arz-ı Tazarru’ u Niyaz başlıklı bir yalvarışı yakarışı ve
ardından himmet bekleyen bir duası var. Bu bölümde sözlerinin sonunda
şöyle diyor:
“Söz uzadı geldi, artık velileri yazmam gerekti. Ancak baktım bizim
ülkemizin çok sayıda velisi var. Bunların birinden bahsedip diğerinden
bahsetmezsem saygısızlık olur. Onun için Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sını
esas aldım.”
Bu eser Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sına dayandığı için, bu eseri incelemeden hüküm verenler onu hep Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ adlı eserinin
tercümesi sanmıştır. Süleyman Uludağ, Attâr’ın Tezkiretü’l-Evliyâ’sının
tercümesini yayımladı. Ne yazık ki Süleyman Uludağ Hoca bu eserini, Sinan Paşa’nın aynı adlı eserini görmeden yayımlamıştır ki görseydi
Sinan Paşa’dan çok etkilenir ve mutlaka bahsederdi. Halbuki Sinan Paşa’nın Tezkiretü’l-Evliyâ’sında şöyle bir şey var: Sinan Paşa, bu velileri
Attâr ölçüsünde değilse bile kendine göre onların özlü sözlerini alıp tercüme etmiştir; ancak tasavvuf erbabının söyledikleri öyle kolay bir çırpıda anlaşılabilecek şeyler değildir; çünkü onların arkasında birtakım saklı
anlamlar vardır. Dolayısıyla “Ne demek istedi bunu söylemekle” diye
onların yorumlanması lâzımdır. İşte Sinan Paşa ilk defa Tezkiretü’l-Evliyâ’sında bu gizli sözlerde örtülü kalan ne varsa onları hep açmış, onlara
izahlar getirmiştir. Bundan ötürü ben bu esere tercüme eser demiyorum.
Asıl enteresan tarafı bu şeyhlerin kerametlerinden söz edildiği za-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
37
man bu kerametleri doğrudan doğruya akıl yoluyla izah etmeden kabul
etmemiş olmasıdır. Akıl adamı olduğu için, hep aklıyla cebelleşen bir
adam olduğu için hep karşı çıkmıştır. Bu olay nasıl olabilir, bunu nasıl
izah edebiliriz diye, bunlara izah getirmek istemiştir. Ben size son olarak bununla ilgili olan bir metni okuyacağım. Tasavvuf tarihinde meşhur
Râbi'a-yı Adeviyye ile ilgili olarak diyor ki:
“Ehlullah arasında hacca yöneldiği zaman yolun yarısında Ka‘be’nin
onu karşılamaya geldiği söylenir. Bunun anlamı Ka‘be’nin ona görünür
biçimiyle görülmesi ya da yarı yolda gözüne, görüşüne Hak Te‘ala’nın
güç verip, oradan baktığında kilometrelerce ötedeki Ka‘be’yi görmesi
değildir. Hayır, böyle şey olmaz. Zira bu iki yol da Tanrı dostlarında olur
ve bu iki yön onların arasında çok bulunur ama bu durum bu türden olmuş değildir ve bu konu, bu şekilde gerçekleşmiş değildir. Ka‘be’nin karşılamaya gelmesi tamamiyle gerçektir. Gerçi bunun anlamını kavramak
büyük bir inceliktir. Bunun delili, İbrahim Edhem’in o vakit Ka‘be’yi
orada bulmaması, ona Ka‘be’nin bir güçsüz zavallı hatunu karşılamaya
gitmiştir denmiş olmasıdır. Herkesin o sırada Ka‘be’yi yerinde görmesi, görünür âlemde yerinden ayrılmayıp durması buna aykırı değildir.
Ama bunun anlanması güç olur ve anlayana da anlatması iyice ayrıntı
gerektirir. Yalnızca şu kadar kelime ile dile getirebilir ve şu ölçüde örtüyle büründürülebilir ki her var olanın misal âleminde bir sureti olur
ve her duyularla algılananın elbette o âlemde bir rûhaniyyeti bulunur.
Nitekim insanın insanlığı, nefs-i nâtıka (kişiye gerçek varlık kazandıran
öz) ile olur ve hakikatte insan dedikleri de o olur. Öyleyse Ka‘be’nin
rûhaniyyeti -ki Ka‘be’nin hakikati de derler buna- için gönül erleri gelip onu haccederler yani gönül erlerinin Ka‘be’yi ziyarete gitmelerinin
sebebi Ka‘be’nin rûhaniyyetini ziyaret etmektir. O rûhaniyyet onu karşılamaya gitmiş olsun bir süre buradan ilgisini kessin. Öyleyse hakikî
Ka‘be isteyen, Ka‘be’yi yerinde bulmaz ve bir biçimde görülen, bir kılığa bürünmüş Ka‘be isteyen kişi için, o da yerinden ayrılmaz. Ka‘be
bir kuru taş olmaz ve onu ziyaret etmekle de iş olmaz. Ka‘be’yi ziyaret
eden, gerçek Ka‘be’yi görmek gerek ve Mekke’ye gittim diyen Mekke’nin
hakikati ile buluşmak gerek, rûhaniyyeti olmayan Ka‘be, cansız bir ölü
adama benzer. Ka‘be’nin bâtını yani rûhaniyyeti bir tarafa yöneldiğinde
ve Ka‘be ile ilintili olan ruhlar bir uluyu karşılamaya gittiğinde Ka‘be,
tam anlamıyla düşünceye dalmış bir kişiye döner ki ne söylersen işitmez.
38
Prof. Dr. Mertol Tulum
Kendinden gitmiş olur. Onun gibi kişiyle kimse konuşmaya gider mi?
Ve onunla buluşan kişi, falanla buluşmaya gittim der mi? Belki falana
vardım bulmadım, kendinden gitmiştir, der. Her ne dersen işitmeyip, bir
düşünceye dalmıştır, der.
Her meselede sorudan soru çıkarır ve cevap verir.
“Eğer birisi sorarsa: Maksat rûhaniyyet ise onun için sefere, zahmete ne gerek var ve onun ziyareti için bu kadar harekete ne gerek var?
Herkes oturduğu yerden rûhaniyyetini görsün. Özellikle kalbin nefislere
yani ergin insanlara ki onlara bütün bunlar gözükür. Ruh, ruh ile karşılaştığında göz önünde belirir. Bu soruya iki cevap verilir. İkisi de doğru
ve yerinde sayılır. Birisi şudur: Ka‘be yalnız rûhaniyyet olmaz nitekim
insan salt, yani doğrudan ruha, cana denilmez. Belki insanın insan olması bedenledir ve Ka‘benin Ka‘beliği de o taşlarladır. Cevabın biri de
şudur: Bir ruhun zamanı olur bir yerde bir ilgisi, bir bağı olur. Onunla
tam olarak buluşma kastedince o yere varılır. O sebeptendir ki, eski şeyhlerin ziyaretine giderler yoksa ondaki kuru taşı ağacı ne ederler.” (Not:
Şu sözler aynı zamanda günümüzde hâlâ birçok kimse arasında tartışılan
türbe ziyaretleriyle ilgili bir cevaptır. Yani Eyüb Sultan Hazretleri başta
olmak üzere oradan ne umulduğunun cevabı budur.) Yine bu sebeptendir ki değerli mekânlarda, değerli yerlerde olan tâ‘atin sevabı çok olur
ve oralarda yapılan ibadetin kabulü artık, fazla olur. Özet olarak rûhaniyyetle bir araya gelmekte, buluşmakta zaman ve mekân özgülüğünün,
özelliğinin -husus diyor ona- etkisi olur. Her kim buna inanmazsa, gitsin
tecrübe etsin, kendisi bilir.
İşte bu da şahsî tecrübenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Niceleriyle karşılaşıyoruz, hacca gidiyor geliyor ve neler anlatıyor neler;
ancak zavallının rûhaniyyetle ilgili hiçbir ilintisi olmamış. Özellikle hanımların İstanbul’da dedelere, türbelere şuraya buraya çaput bağlamaları, helva götürmeleri, kilitler, anahtarlar vs. Ne özü, ne rûhaniyyeti olan
şeyler. İşte Sinan Paşa’nın peşine düştüğü gerçeklik bu. Burada da ortaya
koyduğu budur. Onun için Sinan Paşa bu üç eserinde de eğer bu yönüyle
tanınmazsa onun gerçek hüviyetini kavramak zaten mümkün olmaz.
Sinan Paşa her şeyin, her işin, her yaptığının, her adımın bir de etrafında olanın bitenin, varlık düzeninde olan her şeyin hakikatini kavramaya
yönelmiş bir beyindir ve bu beyin bütün ömrü boyunca böyle çalışmış;
şüphecilikten hiçbir zaman kurtulmamıştır. Hep söylüyorum başta bir bi-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
39
lim adamında merak ve şüphe yoksa zaten ilim hayatında hiçbir mesafe
kat edemez. Birincisi merak, ikincisi şüphe. İnsan bildiği, öğrendiği her
şeyden şüphe etmedikçe doğruya ulaşması hiçbir zaman mümkün olamaz, olamamıştır. Nasreddîn Hoca konusunda yıllar sonra ulaşılan noktayı görüyorsunuz. Nasreddîn Hoca ile ilgili olarak Köprülü’den itibaren
yapılmış bütün yayınları alıyorsunuz; hepsine bakıyorsunuz, olmayan
şeyi koymuşlar, olanı yanlış okumuşlar, yanlış yorumlamışlar. İlim kendi
bilgisini hep yeniden üretir, yeniden var eder. Onun için böyle bir bakış
açısı olmadıkça ne, kim olursak olalım, hangi dönemde nasıl bir hayat
yaşarsak yaşayalım, etrafımızda olup biten her şey, bize eğer gerçekten
kendi mahiyetini gösteremiyorsa, duyuramıyorsa ve onun peşinde değilsek hayatı o açıdan hiçbir zaman görmüş olamayız.
Gelelim noktayı koymaya, Sinan Paşa benim daha üzerinde yıllarca
çalışacağım bir insan. İnşallah üçüncü eserini de aynı şekilde günümüz
diline aktararak hazırlayacağım. Özellikle Sinan Paşa’nın Şeyh Vefâ’nın
sorguya çekilmesi üzerine hüküm verebilecek bir âlim olup olmadığı konusunda yaptığı savunma ile ilgili olarak acaba bugün hâlâ bu meselelere İslam uleması nasıl bakıyor diye, Diyanet İşleri’nin yayınladığı iki
ciltlik bir fıkıh kitabını okudum. İnanın sanki o konuyu oraya Sinan Paşa
yazmış. Yani eğer bir âlim gerçekten herhangi bir meselede Kur’an ve
hadise dayanarak ve büyük İslam ulemasının da görüşlerini bilerek, bir
meselede hüküm koyabilecek seviyede ise, onun koyduğu o hüküm içtihattır ve her devirde içtihat kapısı açık olmuştur. Diyanetin yayınladığı
kitaptan en son yaptığım araştırmada gördüğüm şey, budur. İşte savunması buna dayanıyor Sinan Paşa’nın. Bütün o ulemaya diyor ki: “İçtihat
budur sizin dediğiniz. Peki diyor İmam-ı Azam’ın talebeleri kendisine
itiraz etmediler mi? Eğer İmam-ı Azam’ın dediği tek hakikat olsaydı,
tek yol olsaydı o zaman öğrencileri ona niye itiraz ettiler? Eğer onların
itiraz ettiği noktalar haklı olmasaydı, o zaman öbür mezhepler niye türedi? Niye bazı insanlar o mezheplerin yolunu tuttu?” O arada tabii her
mezhebin imamına uymanın da hüküm çıkarma yetkisi olmayan genelin
uyması lazım geleceği bir yol olmasının altını da kalın kalın çiziyor. O,
ayrı mesele, ama bütün bu savunmalar dahil, özellikle Fâtih döneminde
İstanbul’da iki defa yaşanan büyük veba salgınları sırasında birinde İstanbul’da bulunmadığı için yine o dönemin ulemasının kendisine “Sen
olsaydın sen de ölecektin.” demeleri üzerine veba konusunda yaptığı bir
40
Prof. Dr. Mertol Tulum
savunma var, inanılmaz derece zengin bir akıl mahsûlüdür. Dolayısıyla
Sinan Paşa böyle bir insan.
Sinan Paşa’yı ben elli sene önce keşfettim. Size de bu keşfin kapısını açtım, penceresini araladım. İnşallah bu aktardıklarımla sizi onun
dünyasına bir ölçüde sokabilmişimdir, Sinan Paşa’ya biraz âşinâ duruma
sizi getirebilmişimdir. Sizden umudum ve beklentim Sinan Paşa’ya sahip
çıkmak, Sinan Paşa’nın adını gerçekten en az Nasreddîn Hoca, Yûnus
Emre, babası Hızır Bey kadar buraya mâl edebilmek, yaşatabilmek ve
Sinan Paşa adına iftihar edebildiğiniz ölçüde de ona hizmetçi olabilmek.
Bunu yaparsanız, benim ruhuna her an fâtihalar göndererek şâd ettiğim
gibi, siz de onun ruhunu her dem şâd edersiniz. Yine birer fâtiha okuyarak ruhunu şâd edelim.
Sinan Paşa’nın bir emir eri sayın beni. Sinan Paşa konusunda benden
ne isterseniz onu yapmaya hazırım. Yaşadıkça Sinan Paşa’ya olan ilgim,
Sinan Paşa’ya hizmetim devam edecek. İnşallah bundan böyle sizin de
katkılarınızla bu hizmeti zenginleştirirsek Sinan Paşa’nın lâyık olduğu
yere gelmesini el birliği ile sağlayacağız.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
41
Sinan Paşa Örneğinde Bir Bilginin
Bir Ârife Dönüşme Macerası
Prof. Dr. Ziya Avşar
Niğde Ömer Halis Demir Üniv.
Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme'si, Osmanlı sahasında kendisinden
önce emsaline rastlanmayan uzun bir münacat ve yakarış kitabıdır. Lakin bu uzun yakarış, basmakalıp ve kuru bir dua manzumesinden çok
farklı bir karakter gösterir. Paşa'nın bu kitabının temel izleği aşktır, ancak bu aşk, kendini her şeye sâri olan ve her şeyden sirayet eden bir
aşk olarak bazen özne bazen de nesne halinde gösterir. Aşkın bu kabil
zuhuru, tuhaftır ama hem mahiyet hem de mahiyetsizlik olarak nitelenecek bir görüntüdedir. Eser boyunca Paşa'nın bütün gayreti, hem mevcut
hem gayrı mevcut, hem belirgin hem bulanık olan bir şeyi dile getirmeye
çalışmaktır.
Denilebilir ki bütün Tazarruʿ-nâme, merkezinde aşkın olduğu bir idrak düzeyini anlatmaya tahsis edilmiş gibidir. Medrese öğrenimi münasebetiyle ulema meclislerinde yetişmiş bir bilgin olan Sinan Paşa, bütün
ilmî hayatını meselelerin, bilgilerin ve müşküllerin çözümüne hasretmiş
bir insandır. Mantığı, cedeli, muhakeme ve münazarayı çok iyi bilen
Paşa, aşk bahsine geldiğinde bildiği bütün yöntemlerin işe yaramaz olduğunu idrak eder. Zira eşiğine geldiği yeni idrak düzeyinin derinlik ve
genişliği, bu derinlik ve genişliğin yanında her an yeni varlık formlarıyla dalgalanışı, bu bahiste onu yeni bir ölçüt aramaya sevk eder. Zira
elindeki ölçütle yırttığı perdeyle, yırtılan perdenin ardından beliren dün-
42
Prof. Dr. Ziya Avşar
yanın ölçütleri arasında ciddi bir oransızlık vardır. Herhangi bir bahis
üzerinde kalem oynatırken öncekilerin o konuda ne yapıp ettiklerini söz
ipine dizerek kendince bir terkip oluşturan Paşa, bu yeni yolculuğunda
değneksiz ve kılavuzsuzdur. Üstelik kendisine makam ve mevki getiren
bilginlik düzeyinde özne iken bu yeni idrak düzeyinde aşkla temasın niteliğinden dolayı, özneliği nesneliğe dönüşerek; etken iken edilgen, sürüklerken sürüklenen olur.
Aslında Paşa gibi, idrak sıçraması yapan seleflerinde de görülen bu
hal, Sinan Paşa’da İbn-i Sînâ ve Gazâlî’den daha farklı bir boyutta ortaya
çıkar. O, İbn-i Sînâ’nın Salamân u Absâl ve Hay bin Yakzan’ı gibi sembolik ve Gazâlî’nin Kimyâ-yı Sa'âdet ve İhyâ’sı gibi kelam disiplininden
gelen bir muhakemeyle yazmak yerine, bir aşk ve şevk selinin telkin
ettiği şeyleri yazan bir aşk adamıdır. Sinan Paşa bu eserde, yoğun bir zahiri bilgi tabakasının altında boğulmamak için can havliyle başını suyun
dışına uzatan birine benzer. Onun yakarı ve aşk sözcükleri, patlayan bir
volkan manzarasını andırır. Patlayan bir volkan, nasıl bütün çevresini lav
seli altında bırakırsa Paşa’nın birer ruhsal neşideden kopan aşk cümleleri
de kendisini kuşatan bilgilerin üzerine kızgın lavlar gibi fırlar ve hepsini
kendi kanununa tabi kılar. Tazarruʿ-nâme nerdeyse bütün ömrünü bilgin
olarak geçirmiş bir müstesna zekânın ilimden irfana yürüyüşünün özel
bir tanığıdır. Paşa'nın bütün hayatı, bu iki merhale arasında yürüyüşten
ibarettir. O, septik ve mağrur bir âlimin sonunda bir ârife dönüşerek yeni
bir idrak geçidine ulaşmasının tipik bir örneğidir. Bütün eseri iki ay gibi
bir zamanda yazdığını söyleyen Paşa, aslında yazmaktan çok söyleyen
bir edada görülür. Bu eda içinde Paşa, hâlin kâle üstünlüğünü ilan eden
bir tavrı öne çıkarır. Ancak onun her şeye rağmen yazmadan yani kâlden
kurtulamadığının tanıkları da mevcuttur. Eser içerisinde akıl ile aşkın,
zaman zaman münazara ve münakaşaya girişmeleri, Paşa’nın medreseli
yönünden bir araz olarak geldiği gibi, zaman zaman tanım ve tariflerin
peşinde koşması, zaman zaman da aşkı, mecazî aşk dediği objeye yönelmiş aşkla kıyaslaması, bu türden yazma eylemleridir. Ancak Paşa’nın
eseri, onun yazma ediminin üstünden aşarak kendisini gösteren bir söyleme cehdi olarak belirir. Bu söyleme cehdi, Paşa’nın dile getiren bir
özne olmasından çok, Paşa’nın dilinden dökülerek onu bir nesne haline
getirmesiyle ilgilidir.
Tazarruʿ-nâme’deki aşk bahsi, aşka ait sırların yuvasına çomak so-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
43
kulmuş arılar gibi ortaya saçılmasına benzer. Artık konuşan Paşa değil,
ses ve söz halinde Paşa’nın ağzından saçılan aşktır. Mevlânâ, aşk ile münasebete geçen her seçkin ruhun aşk bahsinde kalem oynatmaktan aciz
kalacağını ve aşka mağlup olacağını belirtir. Ona göre aşkın şerhini yine
aşk yapar. “Zira akıl, aşk bahsinde çamura saplanmış bir merkepten farksızdır.” Ancak aşk ikliminin içerisine girmesine rağmen Sinan Paşa’nın
ruhsal tecrübesi, aşkla temasın kişide hâsıl ettiği değişikliğin oluşturduğu fikri dünyayı yetkin manada izaha yeterli değildir. Böyle olsa bile, bu
kadarı bile onu aşk üstadı yapmaya kâfidir.
Şimdi Paşa'nın bu eserde “İşâret-i Evsâf-ı Işk” başlığı altında ilimden
irfana ve kuru bilgiden aşka geçişinin menzilleri üzerinde duralım:
Aşk ile akıl zıtlığı Paşa’nın ilimden irfana yürüyüşünde ilk menzildir.
Paşa, aşkın nihai menziline varmak için yoldaki engelleri birer birer geçerek ilerler. Bu engellerden ilki akıldır. Aslında akıl ve aşk birer nizam
ve o nizamlara özgü dil ve idrak düzeylerinin adıdır. Ancak kendi içinde
birer nizam olan bu düzeyler, birbiri ile temas ettiklerinde zıtlıklarından
ötürü birbirlerine kaos olarak görülürler. O yüzden akıl nizamının aşk
nizamına zıtlığı birinin kurulurken diğerinin yıkılmasını gerektirir. Zira
her iki nizamın değerler dizgesi birbiriyle taban tabana zıttır. Paşa, aşkı
çevik ve ezici bir sultana benzetir. Bu sultan sancak çektiğinde varlık ile
yokluk birbiriyle cenge girer. Aşkın olduğu her yerde bir cenk vardır. O,
yokluktan sancak çektiğinde varlığı karıştırırken dünyaya ayak bastığında ise âlemin nizamını kaosa dönüştürür. Fakat aşkın getirdiği kaos, bizim kaos sandığımızın nizam olduğunu, nizam zannettiğimizin ise kaos
olduğunu kavratmak içindir. Aşk, bu yönüyle bir mürşittir. Zira kaos ve
cehalette kalmış olanı, gerçek nizam ve bilgiye götürür. Ne var ki âlem ve
varlık algısını akıl üzerinden kurmuş olan insanın değerler dizgesi, aşkın
talep ettiği değerler dizgesiyle tamamen farklı olduğu için, aşk iklimine
girerek onun telkin ettiği dil ve idraki kavrayan pek az insan vardır. Sinan Paşa bu bağlamda aşkın makam yerine kınanmayı, makam ve mevki
yerine de makam ve mevkiden geçmeyi esas aldığını söyler ve aşk pazarında ipekli elbisenin bir arpa tanesi etmeyeceğini ve âşıklar arasında
da şan ve şöhretin bir çöp mesabesinde sayılmayacağını belirtir. Âşıklar
akıl sahiplerinin gayretine düşüp kaygısını çektikleri şeylere ehemmiyet
vermezler, çünkü onlar nefsin taleplerinden uzaktırlar. Paşa’ya göre akıl,
makam ve mevki gereçleri olan cüppe ve sarık kaygısındadır. Oysa âşık,
44
Prof. Dr. Ziya Avşar
aklın taleplerinden kurtulmak için meyhane aramaktadır. Paşa’nın istiareler dünyasında meyhane tekkeye, şarap da o tekkede sunulan aşk bilincine karşılık gelmektedir. Aslında aşk, özge bir akıl ve idrak Ferhat’ıdır.
Bu Ferhat, elindeki çelik kazma ile her daim varlık binasını yıkıp yokluk
sarayını inşa etmektedir. Aslında bu baptaki varlık ve yokluk kavramları
tersine anlaşılmalıdır. Zira aşığın nazarında varlık var gibi görünen bir
yok, yokluksa yok gibi görünen bir vardan ibarettir. İşte aşk, elindeki
kazma ile bir yanılsamadan ibaret olan bu varlık binasını yıkarak cümle
gözlerin gözüne perde olan varlık ilizyonuna son vermektedir. Bu açıdan
bakıldığında âşıkların daima belaya talip olup bela içinde mutlu olmaları
ve her dem aşk derdiyle yanıp yakılıp o dert içinde farklı bir zevk bulmaları anlaşılmaktadır. Zira onların nizamlarının -ki bu nizamdan kastımız
aşk nizamıdır- getirdiği dil ve idrak düzeyi; bela olanın safa, acı olanın
zevk, çile olanın nimet olduğunu kavratmak üzere gelir. İsmail Hakkı
Bursevî, Rûhu’l- Mesnevî’de aşk gamını safa ve ferahtan sayar. Bu idrak
düzeyine geçemeyenler için aşk bir çile, gam ve acılıktır.
Paşa, aşk bahsinin ilk cümlesi olarak “aşk âsâyiş-i cândır” önermesini
kurar. Dolayısıyla bu bahiste söylenen yaş kuru her şeyi, bu önermenin
açılımı gibi görmek lazımdır. Bu önermenin muadili, aşkın huzurun ta
kendi olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki can huzurunu bozan her şey aşkın
dışındadır. Aşkın dışında olduğu gibi aynı zamanda aşka da düşmandır.
Demek oluyor ki aşk can rahatını ve can huzurunu bozan aklın yerine
kaim olmak için gelir ve canın kırılan kanatlarını takarak onu geldiği
yere tekrar döndürür.
Paşa, akılda zirve olan kişilerin bile bu hali anlamada zorluk çektiklerini ve hatta anlamayıp tuhaf yargılara vardıklarını Calinus örneği ile
somutlar. Milattan sonra 131 yılında Bergama’da ölen Calinus, Hipokrat’tan sonra bilinen hekimlerin en ünlüsüdür. Eserlerinin çoğu Arapçaya
çevrildiği için İslam dünyasında aklın üstatlarından ve tabiplerin mahirlerinden sayılan Calinus bile, aşkı nitelerken onu bir hastalık olarak
nitelemiştir. Paşa, onun aşkı maraz saymasını mensup olduğu dünyaya
ait bir bağnazlık ve garaz sayar. Zira o, aşk sözlerinin geldiği dünyayı
göremeyecek kadar akılla kuşatılmış biridir. Paşa, aklı sadece bilgi ve
bilgilenmenin aracı sayar ve bu itibarla şüpheden kurtulamayacağı için
aşkın şüpheden emin olan halini anlayamaz. Akıl, sadece renktir ve sır
kokusundan yoksundur. Oysa aşk, safi kokudur ve geçici olan ve ka-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
45
buk olan renkle temas etmez. Akıl, havada uçan bir kuştur, oysa aşk kuşun içindeki hevadır. Akıl halinin çözümü sözle mümkün olduğu halde
aşk derdini onun ile bilmek mümkün değildir diyen Paşa, aklın mutlaka
bir dayanağa ihtiyaç duyduğunu, aşk sözlerinin ise bir dayanağa ihtiyaç duymadığını belirtir. Aklın kişiye ben idrakini rehber kıldığını işaret
eden Sinan Paşa, bu ben idrakinin aşk yolculuğu içerisinde nam yapmış
nice insanlarla beraber yürüdüğünü ve ondan kurtulmanın kolay olmadığını söyler. Bu bapta Bayezid-i Bistamî’nin bir deneyimini aktarır. Buna
göre Bayezid-i Bistamî: “Ben bunca yıldır kendimi âşık sanırdım, ancak
sonunda anladım ki âşık olan o imiş, sevgili benmişim. Talip olan oymuş,
matlup olan benmişim.” der. Bu beyandan anlaşıldığına göre ilim ile irfan arasındaki en temel fark, âlimin “ben” düzeyinde kalması, ârifin ise
“benden” geçerek “o” düzeyine ermesidir. Bu aşama, tasavvufun tabirleriyle söyleyecek olursak “ene”nin “hüve”ye dönüşmesidir. Bu “hüve”
aşamasında kendisini özne zanneden birey, nesneden başka bir şey olmadığını idrak ederek benlikten üryan olarak “hüve”ye karışır. Bu düzeyde
kişi, kendisinde mevcut olan hislerin dışında, bambaşka hislere malik
olduğunu kavrar ve “ben” aradan çekilince gözüyle bakmadığını, gözünden bakıldığını; kulağıyla duymadığını, kulağından duyulduğunu; teniyle temas etmediğini, teninden temas edildiğini fehmeder. Bu fehim hakikat yolcusunun yani aşığın o deme kadar asla tecrübe etmediği bir idrak
aşamasıdır. Benini kaybetmiş birinin lisanını da kaybedeceği aşikârdır.
Bu itibarla hüvelik düzeyindeki aşk yolcusu yeni bir lisana ihtiyaç duyar.
Ancak bu lisan konuşma aracı olan dille söylenen bir şey olmadığı için
dil ve damak, asla onu telaffuz edemez. İşte tam bu noktada âşık, âkil kişiden lisan itibariyle de ayrılır. Ancak o döneme kadar kendisini aklın dili
kuşattığı için aşk hallerini bir müddet aklın diliyle anlatmaya çalışır ve
her söylediği de mantık ile çelişir. Zira aşkın olanın içkin olanla ifadesi,
denizin testiye sığdırılması gibi beyhude bir gayrettir.
Paşa, bu haldeki farkları vermek için akıl ile aşk arasında bir münazara düzenler ki bu münazara onun medreseli tarafının icat ettiği bir münazaradır. Çünkü münazara, medreselinin sanatıdır. Bu münazarada akıl,
fikir ile işlemeyi teklif eder. Aşk, “fikri elden bırakalım” der. Akıl, dünya
işlerini tanzim etmeyi talep eder. Aşk, dünya alakalarından el yıkamayı
ileri sürer. Akıl, dinginlik ister. Aşk, dert talep eder. Akıl, çekip çevirmeyi ister. Aşk, sultanlık... Akıl, halka rezil olmamayı önceler. Aşk, kendini
46
Prof. Dr. Ziya Avşar
beğenmemeyi önceler. Akıl, aşkı kuru sarhoşlukla suçlar, aşk da aklı kibirlilikle. Akıl kendini bedenin sultanı sayar. Aşk ise iki cihan sultanı...
Akıl kendisini âlemin güzelliği, aşk ise kendisini insanın olgunluğu sayar. Akıl kendini âlemin süsü bilir. Aşk ise kendini iki cihanın direği...
Akıl kendi hükmünü uyulası örnek görür. Aşk ise öze bakar. Akıl, aşkı
ilmi bırakmakla suçlar. Aşk, ilmin kendisinden öğrenileceğini ihtar eder.
Paşa, bu münazaranın sonunda aklın acze düşeceğini, çünkü onun
zevk ve sefasının varlığa bağlı olduğunu, aşkın ise vefayı yoklukta gördüğünü söyler. Çünkü aşk mülkü kâinatın ötesindedir ve o yüzden onda
sıfatların kavgası görülmez. Aşk askeri, aşk sultanı yanında olduğunda
akıl ve fikrin esir düşeceği muhakkaktır.
Sinan Paşa, aşkı bir de gerçek ve mecazî aşk olmak üzere ikiye ayırır.
Onun aşktan anladığı ikincisidir. Çünkü mecazî aşk, arzuya dayanır. Hakikî aşk ise manevî zevkin cezbesinden ortaya çıkar. Mecazî aşk, tanışıp
bilişmekle alakalıdır. Hakikî aşk, vahdet şuurundan doğar. Mecazî aşkta
cihandan geçilir. Gerçek aşkta ise gönül ve candan geçilir. Mecazî aşkta perişanlık vardır. Gerçek aşkta, perişanlık yerini toplanmaya bırakır.
Mecazî aşkta melankoli hâkimken, gerçek aşkta melankoli kalkar. Mecazî aşkın aynasında pas vardır. Gerçek aşkın aynasında renkler ortadan
kalkar. Mecazî âşık, cismen ah eder, gerçek âşık ise ruhen. Mecazî aşığın
nuru, iğreti ve geçicidir. Gerçek aşığın nuru, güneş gibi sabittir. Mecazî
âşık, huylarına kul olurken gerçek âşık Hak katında makbul olur. Sinan
Paşa bu bağlamda bir öykü anlatarak mecazî aşkla gerçek aşkın kişide
oluşturduğu ahlakî tutuma örnek verir. Buna göre: Tebriz’de çok güzel
bir dilber vardır, bu dilberin de saçı sayısınca âşığı. Bu âşıkların hiçbirine
yakın durmayan dilber, hepsini peşinden koşturur. Bu yüzden de âşıklar
arasında kavga eksik olmazmış. Bir gün tuhaf bir şey olur ve bütün âşıkları toplanıp bu dilberi hem döverler hem de ona söverler. Bunların elinden canını zor kurtaran dilbere çevredekiler teselli için : “Üzülme, bunlar
senin âşıklarındır” derler. O da “Hayır. Bunların hiçbirisi bana âşık değil.
Eğer âşık olsalardı beni sevdikleri için beni sevenleri de severler, birbirine düşmanlık beslemezlerdi.” diye cevap verir.
Paşa, âşıkların üç makamı olduğunu söyler. Bunlar: Keş, kûş ve küş
makamlarıdır. İlk makam, çekilmektir. Âşık, dünyadan el ve ayağını çekip
yılan gibi toplanmalıdır. İkinci makam çalışmaktır. Âşık karınca gibi daima dur duraksız gayret göstermelidir. Üçüncü makam çiğnenmektir. Per-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
47
vane gibi fenaya talip ve helake rağbet edici olmalıdır. Âşık, dört harften
oluşur. Ayın, ar ve utanmaya; elif, idbara yani makamdan feragat etmeye;
şın, şakiliğe; kaf, kazaya işarettir. Âşık olanlar bu kazaya rıza göstermeliler ki ar, izzete; idbar, devlete; şekavet de saadete dönüşsün. Sinan Paşa,
aşk erini melamet yolcusu sayar ve melametin aşkı tamamlayacağını,
melametsiz aşkın ise ham kalacağını dile getirir. Ona göre melametin üç
hali vardır. İlki, halkın kınamasıdır. Eğer halk âşığı kınarsa, âşık onlarla
tanışıp kaynaşmaz. İkincisi, nefsin kınamasıdır. Bu durumda âşık, kendini
dosta yaraşır görmez ve nefsini ona layık bir sohbettaş saymaz. Böylece
âşık, hem halktan hem de kendinden kesilmiş olacağından dünyada sadece dostu görür ve baktığında ondan başkasını görmez. Melametin üçüncü
basamağı, dostun istiğnasını görüp ondan vuslat ümidini kesmesidir. Bu
durumda maşuktan da geçen âşığın nazarı sadece aşkta kalır.
Sinan Paşa, bu noktaya kadar yarı âlim ve yarı ârif hüviyetinde medrese eğitiminden elde ettiği yöntemlerle aşk ve akıl ayrımını yaptıktan
sonra akıl dilinden aşk diline geçişin alameti olan paradoksal zıtlıkları
kullanmaya başlar. Bu tip tanımlar aslında aklı açmaza düşüren ve aşkın
kapısını açmaya zorlayan tanımlardır. Paradoksal zıtlık ile bir meseleyi
anlatmayı tercih etmek, anlatmaktan ziyade anlatılamazlığı vurgulamaktır. Bu kabil tanımların nesir alanında bir tür şatıh olduğunu varsaymak
mümkündür. Şairler şathiye ile bu ara düzeyi daha rahat geçerlerken öyle
anlaşılıyor ki nesrin imkânlarıyla yola çıkan nasirler, bu ara evrede daha
çok bocalamaktadırlar. İşte bu açmazdan kurtulmanın en etkili araçlardan
biri paradoksal zıtlıkları kullanmaktır. Bu cümleden olmak üzere “Aşk bir
zâhirdir ki örtülmez, aşk bir sırdır ki açılmaz.” paradoksal zıtlığını, bu
kafilenin önderi sayabiliriz. Paşa, bu meyanda âşık ile maşuk arasındaki
konuşmayı, perdeli bir dilden gayrısının çeviremeyeceğini, aşkın efendileri köle, başkaldıranları mağlup edeceğini belirterek aşktaki hususi dil ve
idrake malik olanın mevcut dil ve idrakten geçeceğini beyan eder.
Paradoksal zıtlıklar tasavvufî anlamda fark ile cem arasındaki güzergâha işaret eder. Sinan Paşa bu güzergâhı tamamladıktan sonra cem’ idrakine ulaşır ki bu idrak her şeyi toplayarak bir eyleyen bir idraktir. Paşa,
aşk idrakinin önündeki engelli menzilleri geçtikten sonra, artık cem’
idrakinin getirdiği bir ufuktan bakar. Bu ufkun temel niteliği, ayrı ayrı
görülen şeylerin mahiyetlerinden sıyrılarak bir öz haline gelmeleridir.
Bu aşamada elma, armut, üzüm vs. yoktur, bunların sıkılarak bir usare
48
Prof. Dr. Ziya Avşar
haline geldikleri yeni bir durum vardır. Bu durum aslında tevhidi idrak
durumudur. Tam bu noktada şu ayrımı yapmakta da fayda vardır; tevhidi
idrak, cem’ idrakinin üstünde bir idraktir ve bu düzeye erişmiş olan nefs,
her şeye bir şey nazarıyla bakar ve dolayısıyla her şeyi de bir şey olarak
kavrar. Bu kavrayış ise başta bahsettiğimiz gibi, her şeye sârî olan ve her
şeye sirayet eden aşk idrakidir.
Paşa aşk idraki içerisinde iken yeni bir lisana ihtiyaç duyduğunun
farkındadır ve bu durumda bu lisanı ararken her şeye sârî olan aşkı görmeyerek, her şeyden sirâyet eden aşkı fark eder. Bu tip bir farkındalığın
en temel vasfıysa lisana hâkim olan coşku ve şevktir. Bu hale, bir tür söz
patlaması demek de mümkündür. Bu patlayış harf, hece, ses ve söz halinde ayrı varlıklar halinde görünen sözün önce cem’ sonra aşk idrakine
dâhil olmasıyla alakalıdır. Ancak bu dehalette, sözün inşası değil imhası
söz konusudur. Böyle bir halde aklî idrakin yitimi zaruridir, ancak bu
zaruret zorunda kaldığımız değil, zorunda bırakıldığımız bir zarurettir.
Aşk sırrı yahut aşk manasının kendi hüviyetiyle ortaya çıkması için
imha edilen sözün, ihya edilen bir özle belirmesi gerekir ki sözel patlayışın gerçek anlamı da budur. Hal böyleyken Sinan Paşa’nın aklî idraki imha aşamasında samimi ancak mananın ihyasında tedirgin olduğu
görülür. Bu durum, engin bir denize dalma iştiyakıyla dolu bir kişinin,
o denizde boyunu geçmeyecek bir ihtiyatla ilerlemesine benzer. Paşa,
aşk bahsinde ne söylerse söylesin fikren ve ruhen karaya mensuptur ve
önündeki mana denizinin azametinden haşyete düşmektedir. Paşa sözel
infilak döneminde bu denizi, ayağıyla biraz daha yoklar ve boğulma korkusuyla sahile doğru çekilir. Oysa mana erleri, o denize mensup olup
kara ve kurulukla cenk ederler. Yûnus Emre, böyle bir denize girenin deli
gibi çırpınmayıp o suya gark olmasını isterken, Mevlânâ bu ulu denizin
kıyısız olup sırlarının da hadden aştığını belirttikten sonra “Canlar, bu
denize dalmışlar, orada kalmışlar.” der. Sinan Paşa’nın onlardan farkı,
tekrar sahile çıkmasıdır.
Ancak durum ne olursa olsun Paşa o denize girmiş ve dalmasa da o
denizin suyunda ıslanmıştır. Paşa, itiyat halindeki septikliğine rağmen
o suyun ab-ı hayat kaynağından geldiğinden kuşku duymadığı için, kelime ve cümleleri, Mûsâ (as.) ve yoldaşının o denize düşünce canlanan
kurutulmuş balığı gibi yeni bir hayatiyet kazanır. Bu hayatiyetle söylenen sözler, bir âlimden ziyade bir ârifin harcı olduğu için Sinan Paşa bu
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
49
yolculuktan, bir âlimin bir ârife dönüşmesinin nâdir örneklerinden biri
olarak döner. Onun üslubunun eser boyunca delil aramaktan çok, delili
gösteren bir edada olması onu hikmete yöneltir. Ancak Sinan Paşa’nın
söylediği hikmetler, yol açıcı olmaktan ziyade yol aydınlatıcıdır, eksiği o
mana deniziyle temas anında yaşadığı korkuya ilişkindir.
50
Prof. Dr. Ziya Avşar
Kaynakça
Açıkgöz, Nâmık (2004). “17. Yüzyıl Nesri”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi,
Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Cilt: V, Ankara.
Avşar, Ziya (2010-2011), Aşk Meclisi, Kün Yay. Yozgat.
Avşar, Ziya (2016), Mana Âleminin Üç Efendisi, İncir Yay. Kayseri.
Aristoteles (1995). Poetika (Çev.: İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, 6. Basım,
İstanbul.
Banarlı, Nihad Sami (1983). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Cilt: I, İstanbul.
Devellioğlu, Ferit (1984). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 6. baskı, Ankara.
İz, Fahir (1996). Eski Türk Edebiyatında Nesir, Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara.
Köprülü, M. Fuad (1980). Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Neşriyat, 2. Basım,
İstanbul.
Kırman, Aydın (2005), Klasik Türk Nesrinde Ses ve Anlam İlişkileri Hakkında
Bir Metin İncelemesi: Tazarruname, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, S.14, s.167-183.
Macit, Muhsin (2004). Divan Şiirinde Âhenk Unsurları, Kapı Yayınları, İstanbul.
Onay, Ahmed Talat (1993). Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar (Haz. Cemal
Kurnaz), TDV Yayınları, Ankara.
Şentürk, Ahmet Atillâ - KARTAL, Ahmet (2004). Üniversiteler İçin Eski Türk
Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul.
Şentürk, Ahmet Atillâ (1996). Klasik Osmanlı Edebiyatı Tiplerinden Sûfî yahut
Zâhid, Enderun Kitabevi, Birinci baskı, İstanbul.
Tulum, A. Mertol (2001). Yusuf Sinan Paşa, Tazarr’unâme, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları: 2027, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 338, İslâm Klasikleri: 20, 2. baskı, Ankara.
Tunalı, İsmail (1984). Sanat Ontolojisi, Sosyal Yayınlar, 3. Baskı, İstanbul.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
51
Tazarru'-nâme’de
Başlıca Mecâzî Anlatım Yolları
Prof. Dr. İsrafil Babacan
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniv.
Klâsik şiirimizde, manzum metinlerin yanında, mensur metinler de
çeşitli anlatım yolları ve içerdikleri mecâzlarla önemli bir edebî değere sahiptir. Ancak Klâsik edebiyat çalışmalarında, mensur eserlerin bu
yönü bir tarafa, türleri, konuları içerdikleri şekil özellikleri hatta dört başı
mamur metinleri bile ortaya bütünüyle konulmuş değildir. Oysa mensur
eserlerimiz dikkatle incelendiğinde, en az manzum eserler kadar edebî
niteliğe, çoklu üslup özelliklerine ve zengin bir muhtevaya sahip oldukları görülecektir. Bu türden eserlerin başında şüphesiz, Sinan Paşa’nın (ö.
891/1486) Tazarruʽ-nâme adlı klâsik nesrimizin öncü modeli sayabileceğimiz ve mensur eser tasnifinde “süslü nesr”in ilk örneği kabul edilen kitabı gelmektedir. Tazarruʽ-nâme üzerine metin neşri ile birkaç belli başlı
yazı ve tez çalışması haricinde esaslı incelemeler yapılmamıştır. Ayrıca
eser hakkındaki bütün kanaatlerin umumî ya da âfâkî olması, edebiyatımızda nesir konusunun ne derece ciddîye alındığını göstermektedir.
Sinan Paşa’nın Tazarruʽ-nâme’de fikrî, ahlâkî ve tasavvufî meseleleri ele aldığı açıktır. Mertol Tulum’un da belirttiği gibi, “bu gibi mevzûlar, nazım kisvesi altına sığsa bile şiir sayılabilecek güzelliği hiçbir
dilde ve kalemde bulamamıştır”1. Öte yandan yine Mertol Tulum’a göre,
“Sinan Paşa eserini yazarken âdetâ bir cezbe halindedir. Bilhassa Tazar1
Mertol Tulum, Tazarruʽ-nâme, MEB Yayınları, Ankara 2001, s. 11-12.
52
Prof. Dr. İsrafil Babacan
ruʽ-nâme’de zaman zaman heyecanın zirvelerine varan rûhî çırpınışları,
kendinden geçmiş bir insan varlığının haykırışı, feryâdı, iniltisi, ağlayışı
gibidir”2. Ancak söz konusu “rûhî çırpınışlar, haykırışlar, iniltiler” vs.
nasıl ve ne türlü dile getirilmektedir? Bu duyguları, somut örneklerle
ortaya konmalıdır. Çünkü Tazarruʻ-nâme dikkatle incelendiğinde Sinan
Paşa’nın, nesri nazma yaklaştırmaktan ziyade, manzum anlatım yollarıyla şiirsel aktarımı, mensur kalıplar içine döktüğü görülecektir.
Anadolu Sahası Türk edebiyatında nesir üzerine yapılan hemen her
modern incelemede, yukarıda bahsettiğimiz üzere, Tazarruʻ-nâme bahsi
–belki de kaçınılmaz bir biçimde- umumî ve âfâkî değerlendirmelere tabi
tutulmuştur. Bu konuda birkaç örnek verelim. Fuat Köprülü, Tazarruʻ-nâme’nin, “bazı manzum parçaları ve hikâyeleri ihtivâ eden çok samimi ve
çok kuvvetli bir dinî lirizme” sahip olduğunu söyler. Paşa’nın diğer eserleriyle birlikte Tazarruʻ-nâme’de onun, “zühd ve tasavvufla dolu ruhu bütün
samimiyeti”ne dikkat çeker. Köprülü’ye göre Sina Paşa’nın Tazarruʻ-nâme’deki ifade tarzı, “çok sanatlı ve secili olmakla beraber, büyük bir akıcılık ve tabiîlik içinde üstün ve seçkin”dir3. Bu değerlendirmelerde görüldüğü gibi, edebiyat araştırmaları açısından, söz konusu “akıcılık ve tabiîlik”
kavramları, altı, inceleme ve örneklerle doldurulması gereken kavramlardır. Başka bir çalışmaya göre Sinan Paşa’nın Tazarruʻ-nâme’si, edebiyatımızda müseccaʽ nesir konusuda üzerinde durulması gereken ilk örnektir.
Buna göre Tazarruʻ-nâme’de yer alan secili örnekler, Abdullah Ensarî’nin
(ö. 481/1088) Münacat’ı tarzındadır. “Tıpkı münşeâtlarda olduğu gibi bu
örneklerin de edebiyatımızda çağımızı aşan, belki de erken açmış çiçekler
olarak tanımlanması gerekmektedir”4. Bu değerlendirmedeki “gereklilik”
konusuna katılmaktayız ancak, söz konusu “erken açan çiçekler”i besleyen üslup ve anlatım tarzlarının somut olarak ortaya konması ihtiyacı da
ortadadır. Tazarruʻ-nâme hakkında ön plana çıkan yaygın bir kanaate göre
eser, “Tanzimat sonrası Türk edebiyatında revaç görecek olan mensur şiir
tarzının ilk örneği olarak da düşünülebilir”5. Bununla birlikte, Tazarruʻ-nâme’nin yazımından sonra geçen yüzyıllar boyunca “mensur şiir tarzı”nın
neden devamlılık kazanmadığı ve Tanzimat sonrası mensur şiir ile Tazar2
3
4
5
Mertol Tulum, a.g.e., s. 12.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s. 383.
Mustafa İsen, Estetik Nesir, Türk Edebiyatı Tarihi 2, KTBY, İstanbul 2007, s. 85.
Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası, Eski Türk
Edebiyatı Tarihi II Sayısı, BSV Yayınları, İstanbul 2007, s. 48.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
53
ruʻ-nâme arasındaki benzerliğin oranı, izaha muhtaç konulardır. Bir diğer
değerlendirmede Tazarruʻ-nâme’de, “hem dil ve anlatım bakımından sade
ifadeler, hem remiz ve ıstılahlarla dolu kapalı ibareler, hem tamlamalarla
uzatılmış girift cümleler (tekellüflü üslûp) hem teşbihli ve istiâreli anlatım
(metoforik üslûp) vardır”6. Bize göre, önceki değerlendirmelere nispetle
“ayağı daha fazla yere basan” bu değerlendirmede, “teşbih ve istiâreli anlatım” ile “remiz ve ıstılahlarla dolu kapalı ibareler”e dayalı “metaforik
üslûp” ifadeleri oldukça önemli olup Tazarruʻ-nâme’nin üslubu açısından
asıl değerlendirilmesi ve örneklendirilmesi gereken hususlardır. Yazımızın
konusu da büyük oranda, bu doğrultuda olacaktır.
Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâme'sindeki edebî sanatların tahlili üzerine
yapılan bir tez çalışmasında7 malesef edebî sanatların tahlili ya da üslup
üzerindeki tesirleri tetkik edilmemiş sadece, metindeki edebî sanat örnekleri sıralanmıştır. Son olarak Tazarruʻ-nâme hakkında -daha önce söz konusu ettiğimiz gibi- akademik dünyada ciddî çalışmaların yer almamasının
sebebi, bizim de katıldığımız şu tespitte en açık biçimde dile getirilmektedir: “Özellikle onun gerçekten harikulâde nesri üzerinde herhangi bir
çalışma yapılmamasının izahını ʻtuhafʼ ve ʻgaripʼ kelimelerinden başka
bir şeyle karşılayabilmeyi kabil görmüyoruz. Bu tek başına, ʻdivan edebiyatıʼ diye adlandırılan klâsik edebiyatımızın daha çok ʻşiir edebiyatıʼ olarak kabul edilmesiyle izah edilebilir mi? Tazarruʻ-nâme’yi yeni harflerle
neşreden Mertol Tulum bu durumu; yeterli seviyede ilim adamının henüz
yetişmemiş olmasını sebep gösterdikten sonra genel bir hastalığımız olan
ʻciddî çalışmalara karşı gösterilen umumî ilgisizlikʼle izah etmektedir”8.
Tazarru'-nâmeʻde Mecâzî Anlatım
Üslup bilimi çalışmaları, XIX. asırdan itibaren Batı’da ön plana çıkmakla birlikte Doğu dünyasında da İslam Rönesansı kabul edilen Abbasiler döneminde var olmuştur. Bununla birlikte bu bilimin Batı’da sistematikleştiği açıktır.
6
7
8
Menderes Coşkun, Üslûp Çalışmaları Üzerine, Nesrin İnşâsı, Turkuaz Yayınları,
İstanbul 2010, s. 73.
Bakınız: Ayhan Şen, Sinan Paşa Maârifnâme’sinde Beyan ve Bedî Kapsamındaki
Edebî Sanatların Tahlili, DÜSBE, Kütahya 2010.
M. Fatih Köksal, Sinan Paşa’nın Nesri ve Nesir Üslûbu, Klâsik Türk Şiiri Araştırmaları, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 83.
54
Prof. Dr. İsrafil Babacan
Batı’daki üslup çalışmaları büyük oranda, dil çalışmalarına dayalıdır.
Daha çok “stilistik” adıyla Avrupa’da meşhur olan üslup çalışmalarına
göre bu bilim, “sağlam bir genel dilbilim temeline dayandırılmadan başarılı bir şekilde yapılamaz. Çünkü bu alanın başlıca amaçlarından biri,
bir edebî eserin dil sistemi ile o eserin yaratıldığı zaman kullanılmakta
olan dil arasındaki farklılıkları tespit etmektir”9. Öte yandan ülkemizde
yapılan bir üslup çalışmasına göre, “Üslup incelemesi dilbilimden çok
edebiyat araştırmasına, edebiyat araştırmasından çok dilbilime yakın bir
çalışma alanıdır. Denilebilir ki, bir metnin üslup bakımından değerlendirilmesi, edebiyat araştırmasıyla dilbilimin üst üste çakıştığı bir sahada
yer alan bağımsız bir disiplindir”10. Dolayısıyla, özellikle mensur edebî
ürünlerin üslubunun belirlenmesinde, dil özellikleri ve dil kullanımına
bağlı mecâzî anlatımın oldukça önemli olduğu söylenebilir.
Tazarruʻ-nâme özeline geldiğimizde biz, onun üslubunun belirlenmesinde, daha önce bahsettiğimiz bir incelemede dile getirilen teşbih ve istiâreye dayalı “metoforik” anlatım yolunun, bu eser hakkında genel yargı olan “secili/müsecca” ve “süslü/tekellüflü” anlatım yollarından daha
önemli olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü metaforik anlatım, ileride yapacağımız incelemede görüleceği üzere, Tazarruʻ-nâme’yi benzer süslü/
secili eserlerden ayıran asıl niteliktir. Bu nitelik, şüphesiz üslup biliminin
temelini oluşturan dil ve edebîlik özelliklerinin kesiştiği noktadır.
Bu doğrultuda Tazarruʽ-nâme’de yaptığımız taramalarda, mecâzî ya
da metaforik diyebileceğimiz anlatım yollarının, lafzın iki safhasında
gerçekleştiğini gördük:
İbare ve İfade Seviyesinde Mecâzî Anlatım
Tazarruʻ-nâme’de bu safhanın ilk grubunda deyimler ve kinâyeler
yer almaktadır. Kinâyelere, bir şeyin söylemenin herhangi bir nedenle
uygun olmayacağı yerlerde başvurulur. “Hicap, zerâfet, edep, dinleyen
veya okuyan üzerinde uyanması istenmeyen tesir, kinâyeden faydalanmaya yol açar”11. Tazarru'-nâme'deki kinâyelerin bir kısmı, klâsik nazım
9
R. Wellek-A. Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri, Çev. A. Edip Uysal, KTB Yayınları, Ankara 1983, s. 232.
10 Şerif Aktaş, Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Akçağ Yay., Ankara 2002, s. 13.
11 M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat), Enderun Kitabevi, İstanbul 1989, s. 177.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
55
ve nesrimizde yaygın kullanılan çoğu deyimleşmiş kinâyelerdir. Bunlar,
anlatımın nispeten sadeleştiği kısımlarda yabancı dil unsurlarının (Arapça-Farsça tamlamalar, birleşik mecâzî kalıplar ve paradokslar) yaygın
kullanılmamasından kaynaklanan metaforik boşluğu, çoğu Türkçe olan
ibarelerle doldurmak maksadını güder. Aşağıda yer alan, “göz yummak,
el yumak, tenini cefâ oklarına siper etmek, yüzünü tutmak, belini bükmek” kinâyevî/deyimsel ibareler bu tür örneklerdendir12:
“Hak kûyına kadem basan, evvel âfiyetten göz yumup selâmetten el
yumak gerek; dost visâlin bulam diyen, dilin hedef-i tîr-i belâ ve tenin
siper-i tîg-i cefâ itmek gerek”13.
“İlâhî! Hacâlet gerdi yüzüm tuttı. İlâhî! Hasretün derdi bilüm bükti”14.
Tazarruʻ-nâme’deki bazı kinâye örnekleri, yanına yardımcı kimi yabancı veya Türkçe dil unsuru almak suretiyle daha uzun ve daha derin bir
mecâzî anlam kazanır. Şu örneklerde, “azap kâsesini tolu içmek, nedâmet hâkini başına saçmak, tenini türâba cânını yele vermek, garîk-i âb-ı
dîde olmak, gubâra ermek, dâyire-i kıdemine kadem basamaz, hikmeti
ma’rifetinden dem vuramaz” ifadeleri bu türdendir:
“Her lahza sâkî-yi kahırdan azâb ke’sini tolu tolu içer, ve her sâ‘at
hasret eliyle nedâmet hâkini başına saçar”15.
“Hezâr hezâr tâlib var ki, âlem-i irâdette tenini türâba ve cânını yile
virmiştür, yiler, ve hezâr hezâr âşık var ki hevâ-yı hayrette harîk-i âteş-i
dil ve garîk-i âb-ı dîde olup gezer; henûz zülf-i maksûddan bir târa ve
kûy-i ma‘bûddan bir gubâra irmemiştür”16.
12 Bu çalışmada verilen örnek metinler, Mertol Tulum’un hazırladığı, Tazarrun’nâme, MEB Yayınları, Ankara 2001 künyeli çalışmasından alınmış olup imla ve
noktalamada, bu eserdeki şekle aynen uyulmuştur. Ayrıca, dipnotlarda gösterilen
örnek metinlerin sadeleştirilmiş biçimleri, aynı yazarın, Tazarruʻ-nâme Yakarışlar
Kitabı, TYEKB Yayınları, İstanbul 2014 künyeli çalışmasından alınmıştır.
13 Tazarruʿ-nâme, s. 132. Sadeleştirme: “Hak köyüne ayak basan önce dinçlikten göz
yumup esenlikten el yumak gerek; dosta kavuşayım diyen gönlünü belâ oklarının
saplandığı yer ve bedenini cefa kılıcına siper etmek gerek”, Yakarışlar Kitabı, s. 336.
14 Tazarruʿ-nâme, s. 112. Sadeleştirme: “Tanrım! Utanç tozu yüzümü kapladı. Tanrım! Hasretinin derdi belimi büktü”. Yakarışlar Kitabı, s. 268.
15 Tazarruʿ-nâme, s. 126. Sadeleştirme: “Her an kahır sâkisinden azap kadehini dolu
dolu içer, ve her saat hasret eliyle nedamet toprağını başına saçar”, Yakarışlar Kitabı, s. 314.
16 Tazarruʿ-nâme, s. 96-97. Sadeleştirme: “Milyonlarca isteyen var, istek âleminde bedenini toprağa ve canını yele vermiştir, seğirtir, ve milyonlarca âşık var, hayret boşluğun-
56
Prof. Dr. İsrafil Babacan
“Kadîm’dür ki, ukûl-i mütekaddimîn u müte’ahhırîn dâyire-i kıdemine kadem basamaz; Hakîm’dür ki, hükemâ-yı evvelîn ü âhırîn hikmeti
ma‘rifetinden dem uramaz”17.
Yukarıdaki örneklerde, “dolu içmek, başına saçmak, türâba vermek,
cânını vermek, garîk olmak (batmak), kadem basmak” ve “dem vurmak”
ifadeleri, “azap kâsesi, nedâmet hâki, cânını, âb-ı dîde, dâyire kıdem”
ve “hikmeti ma’rifeti” kelimeleriyle desteklenerek, mecâz ya da gerçek
manalarından daha ayrıntılı anlatım özellikleri kazanmışlardır. Çünkü
“dolu içmek” tek başına mecâz-ı mürsel yoluyla şarap içmek manasına
geldiği halde “azap kâsesinden dolu içmek” ifadesi, teşbîh-i belîğ yoluyla kuvvetlendirilmiştir (azap, bir kâseye benzetilmiştir). Gerçek anlam
taşıyan “başına saçmak” ifadesi, “nedâmet hâkini” yardımcı unsuruyla
desteklenerek yine teşbîh-i belîğin gücünden yararlanılmıştır (nedâmet
hâke/ toprağa benzetilmiştir). “Garîk olmak” gerçek anlamlı birleşik fiili
de, “âb-ı dîde” ile desteklenerek mübalağa yoluyla mecâzen güçlendirilmiştir. “Türâba vermek” ile “cânını vermek” ifadeleri, “cânını türâba
vermek” ve “cânını yele vermek” biçimine sokularak ölümün ceset ve
ruha dönük yönüne dikkat çeker birer kinâye haline getirilmiştir. “Kadem basmak” ve “dem vurmak” ifadeleri ise, genel manalı birer kinâye
iken “dâyire-i kıdemine kadem basamaz” ve “hikmeti ma’rifetinden dem
vuramaz” şekline dönüştüklerinde, “Allah’ın önceliğini anlayamamak”
ve “Allah’ın hikmet bilgisi hakkında konuşacak yeterli bilgiye sahip olamamak” özel manalarını kazanmışlardır.
Tazarruʻ-nâme’de bazı kinâye barındıran ibareler, Farsça hazır birleşik kalıplar halindedir. Bu kalıplar Farsça izâfet-i maktûʻ ve izâfet-i
maklûb18 biçimlerinde olup birleşen unsurlar kendi manalarını kaybetmişlerdir. Bu ibarelerle Sinan Paşa eserine, remiz ve ıstılahlarla dolu
nispeten kapalı bir anlatım katmıştır. Ancak Tazarruʻ-nâme’de bunların
sayısı, manzum bir eserdeki kadar çok değildir. Verilen örneklerde, bu
tür ibareler koyu yazılmıştır:
da gönül ateşiyle yanmış ve göz yaşı seline batmış olup gezer; henüz maksat saçından
bir tele, mabut ülkesinden bir toz zerresine ermemiştir”, Yakarışlar Kitabı, s. 222.
17 Tazarruʿ-nâme, s. 32. Sadeleştirme: “Önceliklidir, öyle ki, gelmiş geçmiş bütün
akıllar önceliğinin dairesine ayak basamaz; Hikmet sahibidir, öylesine ki, eski yeni
götürü hikmet erleri hikmeti bilgisinden dem vuramaz”, Yakarışlar Kitabı, s. 48.
18 Bu konuda daha geniş bilgi için Bkz: M. Nazif Şahinoğlu, Farsça Grameri Sarf ve
Nahiv, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997, s. 94-95 ve 141-142.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
57
“Kankı mübâriz-i saf-der-i cihândur ki küşâde-inân u keşîde-sinân
olup yörürken, beste-i ukde-i şest-i dehr olmamıştur, ve kankı merd-i
meydân-ı zemândur ki, saht-kemân u zehr-peykân olup gezerken, haste-i zahme-i dest-i kahr olmamıştur”19.
Burada “saf-der” ve “saht-kemân” tabirleri, kelime manaları bakımından “saf yaran” ve “sağlam yay(lı)” anlamlarına gelmektedir. Oysa
Farsça kinâye/macâz sözlüklerine baktığımızda “saf-der”in “safları yaran
asker, kahraman”20 ve “saht-kemân”ın “yiğit ve iyi ok atıcı olmak”tan21
kinâye olduğunu görmekteyiz. Bunlara kıyasla, “küşâde-inân” ve “keşîde-sinân” tabirlerinin “dizginlerini açmış, mızrak çekmiş” manalarında
değil “savaşa, çarpışmaya hazır hale gelmiş” anlamlarına geldiği söylenebilir. “Zehr-peykân” tabiri de “saht-kemân” tabirine nispetle “temreni
zehirli” değil “öldürücü, kahredici olmak”tan kinâyedir. Benzer şekilde
“beste-i ukde-i şest-i dehr” tamlamasındaki kelimeler gerçek anlamlarından uzaklaşarak “zamanın ağına düşmek, zamanın oyunlarına gelmek,
zamana mağlup olmak”tan kinâye haline gelmiştir.
Aşağıda verilen metinde, “jûlîde-mûy, gerd-âlûd, zerd-rûy, gam-endûd” ve “ser-gerdân” ifadeleri, kendilerini oluşturan kelimelerin gerçek
manalarından sıyrılarak sadeleştirilmiş biçimlerinde de görüleceği üzere,
genel anlamda perişanlığı, korkuyu, dertli olmayı ve şaşkınlığı dile getiren ifadelerdir:
“İlâhî! Şol âşıklarunun hürmetiyçün -ki jûlîde-mûyân u gerd-âlûd
olup sahrâ-yı hayrette bî-hôd u hayrân gezerler-, ve şol muhiblerünün
‘izzetiyçün -ki zerd-rûyân ü gam-endûd olup bevâdî-yi iştiyâkta medhûş
u ser-gerdân olup yörürler”22.
19 Tazarruʿ-nâme, s. 120-121. Sadeleştirme: “Dünyada saflar yaran hangi savaşçıdır
dizgin salmış ve elde mızrak giderken zamanın ağına düşmemiş olan; hangi zaman
meydanının eridir sert yayı ve zehirli mızrağı elde gezerken kahr elinin vuruşuyla
yatağa düşmemiş olan?”. Yakarışlar Kitabı, s. 294.
20 Muhammed Pâdişâh, Ânandrec Ferheng-i Câmi’-i Fârsî C. IV, (Yay. Haz. Debîr
Siyâkî), Çâphâne-i Haydarî, Tahran 1363/1984, s. 2754.
21 Rahîm Afifî, Ferhengnâme-i Şi’rî C. II, İntişârât-ı Sürûş, Tahran 1376/1997, s.
1364.
22 Tazarruʿ-nâme, s. 225. Sadeleştirme: “Tanrım! Şu âşıklarının adı sanı için -ki saçı
başı dolaşmış ve toza bulanmış olup hayret sahrasında kendinden geçmiş ve sarhoş
bir hâlde gezerler-, ve şu sevenlerinin şanı için -ki yüzleri sararmış ve gamla boyanmış olup özlem çöllerinde aklını kaybetmiş ve başı dönmüş bir hâlde yürürler”,
Yakarışlar Kitabı, s. 596.
58
Prof. Dr. İsrafil Babacan
Şu örnekte ise, “güşâde-rûy” ve “pâ-bürehne” tabirleri, “yüzü açık”
ve “ayağı yalın” manalarında değil, “güzel yüzlü, ahlâkı güzel”23 ve “fakir, hiçbir şeyi olmayan”24 anlamlarından kinâyedir:
“Ol ol Âdem’dür ki, âlemde henûz mahabbet binâsı vurulmadın ve
meveddet kâ‘idesi döşenmedin, nâ-gâh bâdiye-i beydâ-yı hâk ve zâviye-i
muğâre-i meğâkten bir âşik-ı piyâde-rev ü güşâda-rûy ve bir muhibb-i
pâ-bürehne vü âsüfte-mûy; meh-endâm...”25.
Aşağıda vereceğimiz örneklerde, “Leylâ, Mecnûn, Azrâ, Vâmık,
Şîrîn, Ferhâd, Âyâz, Mahmûd, Nemrûd, Fir’avn, Mûsâ” kelimelerinde
görüleceği gibi Tazarruʻ-nâme’nin kimi yerlerinde telmîh içeren sözcükler ve bunların arkasında yatan zengin telmîh unsurlarına işaret eden sıfat
ve fiiller, metni göndergesel açıdan metaforik hale getirir. Sinan Paşa’nın
bu türden kullanımlarda genellikle benzetme amacı gütmesi ve benzeyenin durumunu telmîh içeren kelimelerin bağlı olduğu benzetme unsurlarıyla mübalağalı hale getirmesi, onun mensur eser yazıcılığı açısından
belirgin bir yönüdür:
“Zülf-i Leylî’de bir şiken var ki, dil-i Mecnûn’dan gayrısı ol sınıklığı
anlayımaz, ve izâr-ı ‘Azrâ’da bir hat var ki, cân-ı Vâmık’tan özgesi ol
hattı okuyımaz. Leb-i Şîrîn’de bir şeker var ki, sîne-i Ferhâd anun hastesidür; ca‘d-ı Âyâz’da bir halka var ki dil-i Mahmûd anun bestesidür”26.
“Sen ol Cebbâr’sın ki, niçe cebbâr-ı gerden-keşânları ser-i Nemrûd
gibi, nasîb-i peşşe-i nâ-tamâm idersin; ve hezâr Fir’avn-ı bî-emânları,
Fir‘avn-ı Mûsâ gibi, bir ağaç pâresi-y-ile zebûn u râm idersin”27.
23 Hasan Enverî, Ferheng-i Kinâyât-ı Suhan, İntişârât-ı İlmî C: II, Tahran 1390/2011,
s. 1355.
24 Hasan Enverî, a.g.e. C. I, s. 183.
25 Tazarruʿ-nâme, s. 226-227. Sadeleştirme: “O, o Âdem’dir ki, âlemde henüz ilgi
binası kurulmadan ve sevgi temeli döşenmeden, birden toprak çölünün ıssız bölgesinden ve bir derin mağara köşesinden ayak üstü giden güzel bir âşık ve sevgi
duyan bir yalın ayak, saçı başı dağınık; bir ay bedenli...”, Yakarışlar Kitabı, s. 628.
26 Tazarruʿ-nâme, s. 194. Sadeleştirme: “Leylâ’nın saçında öyle bir kıvrım var ki Mecnun’un gönlünden başkası o kıvrımı anlayamaz ve Azrâ’nın yanağında öyle bir yazı
var ki Vâmık’ın yüreğinden gayrısı o yazıyı okuyamaz. Şirin’in dudağında öylesi
bir şeker var ki Ferhad’ın sinesi onunla hastalanmıştır; Ayaz’ın saç lülesinde öyle bir
halka var ki Mahmud’un dili onunla bağlanmıştır”, Yakarışlar Kitabı, s. 510.
27 Tazarruʿ-nâme, s. 49. Sadeleştirme: “Sen o ezici güç sahibisin ki, niçe burnu havada zorbaları -Nemrûd’un başı gibi- eksikli bir sineğe nasip edersin ve binlerce
insafsız Firavunları -Musa peygamber zamanındaki Firavun gibi- zavallı duruma
düşürür, boyun eğdirirsin”, Yakarışlar Kitabı, s. 98 ve 100.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
59
Burada bir örneğine yer verebileceğimiz ancak Tazarruʻ-nâme'de sık
sık kullanılan diğer bir ibare ve ifade seviyesindeki macâzî anlatım da,
tensîkü’s-sıfat (sıfatların ardı ardına sıralanarak niteleme yapılması) yoluyla bir kelime veya kavrama ait niteliklerin mecâz-ı mürsel yoluyla
aktarılmasıdır. Örneğin aşağıdaki metinde, Azrâil ve ölüm, kavramları
mürsel mecâz gereği olarak şöyle tavsif edilmiştir: Azrâil; melekü’l-mevt
(ölüm meleği), ilçi-yi nâ‘î-yi fevt (yok oluş haberini getiren aracı), berîd-i
kâbızu’l-ervâh (ruhları çekip alan ulak), kâsıd-ı müferriku’l-eşbâh (cisimleri savurup bir yere atan ulak) ve ölüm; mektûb-ı mûcib-i haserât
(yanıp yakınmalara yol açan mektup), nâme-i hâdimü’l-lezzât (lezzetleri
yok eden mektup) sıfat gruplarıyla anlatılır:
“Âhir atalarından rasûl-i melekü'l-mevt ve ilçi-yi nâ‘î-yi fevt; berîd-i
kâbızu'l-ervâh ve kâsıd-ı müferriku'l-eşbâh, mektûb-ı mûcib-i haserât ve
nâme-i hâdimü'l-lezzât getürüp, ikisi dahı elbette atalarından gider oldılar ve bu cihândan ol cihâna sefer ider oldılar”28.
Cümle Seviyeside Mecâzî Anlatım
Tazarruʻ-nâme’de cümle seviyesinde mecâzî anlatım çeşitli şekillerde oluşturulmaktadır: Bunlar teşbîh-i mücmeller (benzetme yönü söylenmeyen teşbihler) ile buna bağlı somutlaştırıcı anlatım, cümlede farklı
fonksiyondaki teşbîh-i belîğler, açık istiâreler ve temsillerdir. İlk olarak
teşbîh-i mücmeller ve buna bağlı somutlaştırıcı anlatım, tabiat ya da sosyal hayattan alınan manzaralar aracılığıyla soyut kavramları okuyucunun
zihninde somutlama amacını gütmektedir. Bu tür durumlarda Sinan Paşa
daha çok, okuyucuya aktarmak istediği olumsuz kavramlara, olumsuz
benzetilenler oluşturmaktadır. Yani eserinin asıl konusu olan tasavvuf
ve hikmet alanlarındaki olumsuz kavramları, okuyucuya menfi tablolarla sunmaktadır. Örnek olarak aşağıdaki iki alıntının ilkinde, dünya önce
bir saraya benzetilerek zihinde saray ihtişamı uyandırılmış ve sonra bu
saraya sahip olmakla duyulan gurur, bir serabın ışıldamasına teşbih edilmiştir. Aynı cümlede, yüz güzelliği süsüne aldanmanın, su yüzüne resim
yapmak mesabesinde olduğu belirtilmiştir. İkinci örnekte aşksız gönül
28 Tazarruʿ-nâme, s. 125. Sadeleştirme: “Sonunda atalarından ölüm meleği denilen
elçi ve yok oluş haberini getiren aracı; ruhları çekip alan ulak ve cisimleri savurup
bir yana atan ulak elde edilemeyenler için yanıp yakınmalara yol açan mektubu ve
lezzetleri yok edici buyruğu getirip, ikisi de çaresiz atalarına gider oldular ve bu
cihandan o cihana sefer eder oldular”, Yakarışlar Kitabı, s. 310.
60
Prof. Dr. İsrafil Babacan
önce şarapsız eğlence meclisine sonra da fitili yanmayan karanlık bir
eve benzetilir. Bu yolla okuyucunun zihninde teşbihin gücüne bağlı soyuttan somuta hızlı bir intikal mekanizması oluşturulur. Ayrıca, mücmel
teşbihle benzetme yönü söylenmediğinden, okuyucunun hayal dünyasının çalıştırılması ve canlandırılması sağlanır. Böylece cümle tamamıyla
metaforik anlatım kazanır:
“Dünyâ sarâyına gurûr, leme‘ân-ı serâba aldanmağa benzer, ve bu
sûret âlâyişine iltifât, nakş-ı âba inanmağa benzer”29.
“Dil bâgında ki ‘ışk güli olmaz, bir bezme benzer ki, anun müli olmaz.
Dil tâb-hânesinde ki ‘ışk şem‘i yanmaya, bir hâne-i târîke döner ki çırâgı
uyanmaya”30.
Aşağıdaki örnekte Allah’ın Hakîm ve Kerîm isimleri, nergis ve susen çiçeklerinin göz ve dile benzeyen biçimlerinin teşbih unsuru olarak
kullanılmasıyla somutlanmıştır. Sinan Paşa bu şekilde, nergis ve susen
gibi klâsik edebiyatın mazmunlarından ilahî kavramların güç ve tesirini
anlatmak maksadıyla istifade eder. Bu, cümlede başlı başına bir metafor
teşkil etmektedir:
“Sen ol Hakîm’sin ki nergesün gözlerini, nerges gözlüler gibi, hikmetün âsârı-y-ile bînâ eylersin, ve Sen ol Kerîm’sin ki, sûsenün zübânını,
sûsen-zübânlar gibi ni‘metün ezkârı-y-ile gûyâ eylersin”31.
Şu örnekte, âşığın niteliklerinin çehâr-unsur (toprak, hava, su, ateş)
ile somutlandığı bir örnektir. Bu örnekte hem âşığın okuyucuya soyut gelen özellikleri aklen somutlanmış hem de klâsik kültürdeki çehâr-unsur
kavramının çağrışım zenginliğinden faydalanılmıştır:
“Çün Hak -celle ve alâ- kârgâh-ı tekvînde insânı dört unsurdan yarattı; âşık olan dahı hâk gibi zelîl, mâ gibi bî-delîl, hevâ gibi bî-karâr,
nâr gibi tâb-dâr olmak gerek. Dâyimâ avcında bâd ve çehresinde türâb,
29 Tazarru'-nâme, s. 123. Sadeleştirme: “Dünya sarayına gurur serap parıltısına aldanmağa benzer ve bu biçim alaca bulacasına iltifat su üzerine çizilmiş resme
inanmağa benzer”, Yakarışlar Kitabı, s. 300.
30 Tazarruʿ-nâme, s. 190. Sadeleştirme: “Aşk gülü olmayan dil bağı şarabı olmayan
bir eğlence meclisine benzer. Aşk mumu yanmayan gönül ocağı fitili ışımayan bir
karanlık eve döner”, Yakarışlar Kitabı, s. 500.
31 Tazarruʿ-nâme, s. 42. Sadeleştirme: “Sen o hikmet sahibisin ki, nergisin gözlerini
nergis gözlüler gibi hikmetinin eserleriyle görür eylersin ve sen o kerem sahibisin
ki, süsenin dilini süsen dilliler gibi nimetinin zikirleriyle dile getirirsin”, Yakarışlar
Kitabı, s. 76.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
61
yüreginde âteş ve gözinde âb olmak gerek. Her dem yil gibi yilüp, yollarda toprak olup, od gibi yanup, su gibi bulanup gezmek gerek”32.
Sinan Paşa, cümlenin farklı öğe ve unsurlarını teşbîh-i belîğ haline
getirmek suretiyle mecâzî cümleler oluşturur. Aşağıdaki dört örnekte, asıl
cümlenin veya ona bağlı yan cümleciklerin öznesi teşbîh-i belîğ olmuştur.
Bunların ilkinde çeşitli sıfatlara sahip ay (mah) ve felek; ikincisinde Allah’ın semʽ, basar sıfatları ile güneş ve ay (şems ve kamer); üçüncüsünde
dil (gönül) ve varlık (vücûd); dördüncüsünde sıralı cümlelerdeki ışk (aşk)
özneleri teşbîh-i belîğ yoluyla vasfedilmişlerdir. Böylece Türkçe cümle
yapısına göre önce özneyi algılayan okuyucu, soyut bir algıyla cümleye
girdiğinden, daha en başta mecazî anlatım dünyasına adım atmaktadır:
“Mâh-ı münîr-i nev, nigâristân-ı hüsnünde bir gîsû-bend-i sîmîn-i
zülf-i şeb-i târdur; çarh-ı berîn-i felek, büt-hâne-i ışkunda bir halka-i
zerrîn-i gûş-ı bütân-ı tâtârdur”33.
“Kudretün esrârı fezâsına iki derîçe sem‘ u basar; hikmetün envârı
ziyâsından iki talî‘a şems ü Kamer”34.
“İlâhî! Ben seni ne dil-ile ögem ki, dil hakîkatün bahrından bir katre.
İlâhî! Ben seni ne vücûd-ile vasf idem ki, vücûdum, mihrün şu‘â‘ından
bir zerre”35.
“Işk âsâyiş-i cândur; ışk ârâyiş-i cihândur. Işk nemek-i dîk-i vefâdur;
ışk hadîka-i ehl-i safâdur. Işk hakîkat çarhınun ahteridür; ışk cân leşkerinün mihteridür”36.
32 Tazarruʿ-nâme, s. 205. Sadeleştirme: “Şanı yüce ve yüksek Tanrı var etme
işliğinde madem ki insanı dört unsurdan yarattı, âşık olan da toprak gibi ezgin, su
gibi gezgin; hava gibi akıcı, ateş gibi yakıcı olmak gerek; daima avucunda hava
ve çehresinde türâb [= toprak], yüreğinde ateş ve gözünde âb [= su] olmak gerek”,
Yakarışlar Kitabı, s. 538.
33 Tazarruʿ-nâme, s. 48. Sadeleştirme: “Ortalığı aydınlatan ay yenisi güzelliğinin sergilendiği resim galerisinde karanlık gecenin saçına takılmış gümüş bir tokadır; feleğin yüce tekeri aşkının güzellerle dolu evinde tatar güzellerinin kulağına takılmış
bir altın halkadır”, Yakarışlar Kitabı, s. 96.
34 Tazarruʿ-nâme, s. 68. Sadeleştirme: “Kudretinin sırları boşluğuna kulak ve göz iki
çıkış yolu; hikmetinin ışıklarının aydınlığından güneş ve ay iki keşif kolu”, Yakarışlar Kitabı, s. 144.
35 Tazarruʿ-nâme, s. 69. Sadeleştirme: “Tanrım! Ben seni ne dille öğeyim ki, dil,
hakikatinin denizinden bir damla; Tanrım! Ben seni hangi varlığımla niteleyeyim
ki, varlığım, güneşinin ışınlarından bir zerre”, Yakarışlar Kitabı, s. 148.
36 Tazarruʿ-nâme, s. 187. Sadeleştirme: “Aşk canın huzurudur; aşk cihanın süsüdür.
Aşk vefa tuzluğunun tuzudur; aşk safa sürenlerin bahçesidir. Aşk hakikat göğünün
62
Prof. Dr. İsrafil Babacan
Bazı örneklerde, nesne ve tümleçler teşbîh-i belîğ görevi üstlenir. Bu
tür durumlarda, aşağıdaki misallerde olduğu gibi, cümlenin ortasındaki
benzetmeye dayalı mecâzî anlatım, simetrik bir biçimde yan cümleye de
geçerek okuyucuyu hem mana hem ahenk bakımından etkiler. Verilen
örneklerde bu kısımlar siyah yazılmıştır:
“İlâhî! Bu müsâfir kullaruna şerî‘at vâdîsinde tarîkat hâdîsini sen
mihter it ve hakîkat denizinde inâyet nesîmini sen reh-ber it”37.
“İlâhî! Şol gönül ki garka-i gamerât-ı deryâ-yı iştiyâkun ola, hâşâ
ki vaslun bahrîsi anı sâhil-i necâta irgürmeye, ve şol kâlıb ki mürde-i
hevâcir-i bevâdî-yı eşvâkun ola, hâşâ ki inâyetün zülâli ana tâze hayât
virmeye”38.
“Her kim ki ke’s-i cihândan şarâb-ı hayât içti, âkıbet humâr-ı memâtı
görse gerek, ve her kim ki bâğ-ı zemândan gül-i râhat koktı, elbet hâr-ı
zahmetin çekse gerek”39.
“İlâhî! Çün bu cân murgını kudus gülüstânından çıkarup gam şehristânına bıraktun, gâh gâh vatanı nesîmi-y-ile bârî ferah u şâd it. İlâhî!
Çün bu gönül sultânını rûh memleketinden tutup tabî’at zindânına saldun, âhiratta bârî anı bu zindândan âzâd it”40.
“İlâhî! Bilürem âkıla dünyâ dâr-ı sürûr degül. İlâhî! Bilürem ârife
cihân cây-ı huzûr degül. Beden bendi turdukça cân kuşı talbınur; ten
tozı kondukça dil murgı silkinür. Her kim dünyâ kiştizârında râhatlık
yıldızıdır; aşk can ordusunun kumandanıdır”, Yakarışlar Kitabı, s. 494.
37 Tazarruʿ-nâme, s. 100. Sadeleştirme: “Bu misafir kullarına şeriat vadisinde tarikat
öncüsünü sen önder et, ve hakikat denizinde yardım yelini sen rehber et”, Yakarışlar Kitabı, s. 232.
38 Tazarruʿ-nâme, s. 101. Sadeleştirme: “Şu gönül ki özleminin denizinin derinliklerine
dalmıştır, hiçbir zaman sana kavuşmanın denizcisi onu kurtuluş kıyısına
eriştirmesin ve şu beden ki sana duyulan arzu çöllerinin kavurucu sıcaklarında
ölmüştür, ne olur, yardımının o tatlı suyu ona yeni bir dirlik vermesin”, Yakarışlar
Kitabı, s. 238.
39 Tazarruʿ-nâme, s. 120. Sadeleştirme: “Her kim ki cihan kadehinden dirlik şarabı içti,
eninde sonunda ölümün baş ağrısını görse gerek ve her kim ki zaman bağından rahat
gülü kokladı, elbette zahmetinin dikenini çekse gerek”, Yakarışlar Kitabı, s. 292.
40 Tazarruʿ-nâme, s. 176. Sadeleştirme: “Tanrım! Mademki bu can kuşunu kutsanmışlık bahçesinden çıkarıp gam şehrine bıraktın, zaman zaman vatanının o tatlı
yeliyle hiç olmazsa sevindirip neşelendir; Tanrım! Mademki bu gönül sultanını ruh
memleketinden esir alıp tabiat zındanına attın, hiç olmazsa ahirette onu zindanda
tutma, salıp şenlendir”, Yakarışlar Kitabı, s. 458.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
63
tohmını ekti, bî-râhatlık götüriser; her kim gönül bâgında ârâm agacın
dikti, bî-ârâmlık bitüriser”41.
Aslında Tazarruʻ-nâme’de beliğ teşbihlerin en etkili olduğu yerler,
teşbîh-i belîğ yapıldıktan sonra teşbîh-i belîği bir bakıma bozarak zikredilen herhangi bir benzetme yönünün de teşbîh-i belîğ şeklinde açıklandığı örneklerdir. Aşağıda verilen ilk metinde şeriat, tavus kuşuna beliğ teşbih yoluyla benzetildikten sonra benzetme yönlerinden biri olan
“cevelângâh” da aynı yolla benzetmeye tâbî tutulmuştur (bûstân-ı dîn).
Bu kısımda yine hakîkatin benzetme yönlerinden biri olan “seyrângâh”
beliğ teşbih yoluyla (sahrâ-yı yakîn) açıklanmıştır. Dikkat edilirse ikinci
metindeki “bahr-i hakîkat” ve “kûh-ı ilm” teşbîh-i belîğlerinin benzetme
yönleri de aynı teşbih usulüyle açıklanmıştır:
“Sen ol tâvûs-ı şerî‘atsın ki cevlângâhun bustân-ı dîn, ve sen ol şîr-i
hakîkatsın ki seyrângâhun sahrâ-yı yakîn”42.
“Sen ol bahr-i hakîkatsın ki, her meşrebde görünen muhtelif ırmaklar senden sızar, ve sen ol kûh-ı ilimsin ki her mezhebde zâhir olan
zülâl-i ma‘rifet senden çıkar”43.
Anlatmak istediği kavramı doğrudan açık istiâre yoluyla anlatan Sinan Paşa, okuyucuyu metaforik bir bilmecenin içine sokarak onu daha
başlangıçta mecâzî anlatıma hapseder. Bu da zihinde kuvvetli bir tedâî
oluştur. Aşağıda verilen örneklerde, Belkîs-i Sebâ-yı semâ ve kandîl-i
murassaʽ-ı pür-ziyâ tamlamaları ile cevher ve âyine kelimeleriyle güneş;
nihâl-i dırahşân ve âfitab-ı tâbân tamlamalarıyla güzel sevgili; meclis ve
menzil kelimeleriyle de dünya kastedilmektedir. Dolayısıyla kasıt taşıyan ibare ve kelimler, kastettikleri kavramların açık istiâreleridir:
41 Tazarruʿ-nâme, s. 181. Sadeleştirme: “Tanrım! bilirim gönül gözü görene cihan
gönlünce dinlenme yeri değil. Beden bağı durdukça can kuşu çırpınır; ten tozu
kondukça gönül kuşu silkinir. Dünya tarlasına rahatlık tohumu eken rahatsızlık
ürünü kaldıracaktır; gönül bağına dinçlik ağacını diken huzursuzluk meyvesi derecektir”, Yakarışlar Kitabı, s. 472.
42 Tazarruʿ-nâme, s. 257. Sadeleştirme: “Sen o şeriat tavususun ki, gezindiğin yer din
bahçesi, ve sen o hakikat arslansın ki, dolandığın yer kesin bilgi sahrası”, Yakarışlar Kitabıa, s. 692.
43 Tazarru’name, s. 257. Sadeleştirme: “Sen o hakikat denizisin ki, her meşrepte görünen muhtelif ırmaklar senden sızar; sen o ilim dağısın ki, her mezhepte görülen
bilgi suyu senden çıkar”, Yakarışlar Kitabı, s. 692.
64
Prof. Dr. İsrafil Babacan
“Belkîs-ı Sebâ-yı semâ -ki çarh-ı mümerred-i kavârîr-i kasr-ı mînâda
turur- bende-i dergâh-ı kudrat-ı acîbündur, ve kandîl-i murassa‘-ı pürziyâ -ki tâk-ı mihrâb-ı pîrûze-i felek-i mu‘allâda yanar- şu‘le-i envâr-ı
hikmet-i garîbündür”44.
“Bir âyine düzdün ki dördünci gökten âlemi rûşen ider, ve bir cevher
yarattun ki cihâna nazar ittükçe gülşen ider”45.
“Niçe nihâl-i dırahşân olur ki, henûz bedr olmadın husûf bulur, ve
niçe âfitâb-ı tâbân olur ki ufuktan kalkmadın küsûf bulur”46.
“Bu bir meclistür ki sâkî-yi rûzigâr elinden zehr ü nûş bir câmdan
sürülür, ve bu bir menzildür ki ızlâl u hidâyet içün dîv ü sürûş bir makâmdan gözükür”47.
Tazarruʻ-nâme’nin bazı kısımlarında teşbih ve açık istiâreler, temsilî
hüviyet kazanır. Bilindiği üzere temsil, edebî eserlerde somutlaştırmayı
sağlayan en güçlü yollardandır. Bu tür durumlarda temsil değeri taşıyan
kelime ve ibarelere ait her bir yön, temsil ettiği kavramın bir niteliğini
yansıtır. Örnek verilen aşağıdaki ilk metinde ankebût yani örümcek aklı;
örümceğin evi ve bu evin zayıf, geçici niteliği (hâne-i hevâyî) ise işe yaramaz bilgiyi (maʻrifet-i hod-nümâyî) temsil etmektedir. İkinci örnekte
müellif, “nasıl ki usta kırılan camı birleştirmeyince ustalığı belli olmaz;
yer kazılıp temel atılmadıkça bina yapılamaz ve av tuzağa düşüp kurtulmadıkça avcı üzülmezse kişi de suç işleyip bağışlanmadıkça şeytan
üzülmez. Bu yüzden suçumu affet” demek istemektedir. Yani görüşünü
destekleyen aklî ve cârî örnekler ortaya koymaktadır.
44 Tazarruʿ-nâme, s. 46. Sadeleştirme: “Gökyüzü Seba ülkesinin melikesi Belkıs -ki
mavi kasrın billurdan yapılmış yüksek burcunda oturur eşsiz gücünün kapısının
kuludur, ve değerli taşlarla bezenmiş ışık saçan kandil -ki yüksek feleğin piruze
mihrabının kubbesinde ışıyıp durur benzeri bulunmaz hikmetinin nurlarının parıltısıdır”, Yakarışlar Kitabı s. 90 ve 92.
45 Tazarruʿ-nâme, s. 69, Sadeleştirme: “Öyle bir ayna düzdün ki, dördüncü gökten
dünyayı aydınlatır ve öyle bir cevher yarattın ki, cihana baktıkça gül bahçesine
benzetir”, Yakarışlar Kitabı, s. 150.
46 Tazarruʿ-nâme, s. 122. Sadeleştirme: “Nice parlak yeni doğmuş ay olur, daha on
dört günlük olmadan batıp gider, ve nice ışık saçan güneş olur, ufuktan yükselmeden kararıp söner”, Yakarışlar Kitabı, s. 298.
47 Tazarruʿ-nâme, s. 123. Sadeleştirme: “Bu öyle bir meclistir ki, zaman sâkisi elinden bal ve zehir bir kadehten sunulur ve bu öyle bir konaktır ki, saptırmak ve yola
sokmak için şeytan ve melekler gelir aynı yerden görünür”, Yakarışlar Kitabı, s.
302.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
65
Devam eden örneklerde sırasıyla kocakarı (pîre-zen) ve ev, dünyayı
teşbih yoluya; güzellik bağı çiçeği (şükûfe-i bâg-ı cemâl), göz ve gönül
alıcı güzellik (nakş-ı dil-keş ü zîbâ) ve harikulade güzel kokulu kırmızı
gülün yanağı (ârız-ı gül-i ra‘nâ) ise dünya güzelleri ile nimetlerini açık
istiâre yoluyla göstermektedir. İlk örnekten sonra verilen örneklerde de
benzer biçimde temsil eden unsurlara ait özellikler, temsil edilen unsurların farklı niteliklerini benzetme yoluyla temsil etmektedir. Sinan Paşa
bu tür tasarruflarıyla metaforik anlamı iyice yoğunlaştırır. Çünkü silsile
halindeki temsiller, okuyucunun zihninde somutlaştırma ve metaforizmayı iç içe geçirmektedir:
“İlâhî! Bizüm aklumuz her ne mikdâr ki bilürse, bir ma‘rifet-i hodnümâyîdür; ankebût ne kadar muhkem yaparsa, bir hâne-i hevâyîdür”48.
“İlâhî! Sırça sınup bütün olmayınca, ustâdlık belürmez; yir kazılup
bozulmayınca, imâret yapılmaz. Sayd dâma düşüp kurtulmayınca sayyâd katı acımaz; âdem ma‘sıyet idüp bagışlanmayınca Şeytân igen incinmez”49.
“Dünyâ bir pîre-zen-i acûzedür ki libâs-ı ârâyiş-i duhterânda görünür, ve bir harâb-âbâd-ı vîrânedür ki, mazhar-ı âbâdânda gözükür. Anun
zevk u safâsı vefâ-yı zenân ve ebr-i tâbistân gibi nâ-pâyidârdur, ve gussa
vü cefâsı evrâk-ı eşcâr ve a‘dâd-ı rimâl gibi bî-şümârdur. Gürbe gibi
togurdugın yine yir, ve kelb gibi temelluk ittügin ısırur. Kimü-ile ahd itti
ki gine bozmadı ve kimün-ile akd-itti ki gine çözmedi”50.
48 Tazarruʿ-nâme, s. 71. Sadeleştirme: “Bizim aklımız ne kadar bilirse bilsin, kendini
göstermekten başka işe yaramaz bir bilgidir; örümcek, evini ne kadar sağlam yaparsa yapsın, boşlukta yapılmış bir evdir”, Yakarışlar Kitabı, s. 154.
49 Tazarruʿ-nâme, s. 169. Sadeleştirme: “Tanrım! Sırça kırılıp bütün olmayınca üstatlık belirmez; yer kazılıp bozulmayınca bina yapılmaz. Av tuzağa düşüp kurtulmayınca avcı pek üzülmez; kişi suç işleyip bağışlanmayınca şeytan pek incinmez”,
Yakarışlar Kitabı, s. 438.
50 Tazarruʿ-nâme, s. 120. Sadeleştirme: “Dünya büyücü bir kocakarıdır, öyle ki, süslü
giysiler içindeki kızlar gibi görünür, ve bir şenliği kalmamış yıkıntı yeridir, öyle
ki, göze şenlikliymiş gibi gözükür. Onun zevk u safası kadınların sadakatı ve yaz
bulutu gibi gelip geçicidir ve sıkıntı ve cefası ağaçların yaprakları ve kumların
sayısı gibi rakam değerlerini aşıcıdır. Kedi gibi doğurduğunu yine yer, ve köpek
gibi yaltaklandığını ısırır. Kiminle sözleşti ki yine bozmadı, ve kiminle bağlaştı ki
yine çözmedi?”, Yakarışlar Kitabı, s. 290.
66
Prof. Dr. İsrafil Babacan
“Bu bir evdür ki imâretleri harâb ve emelleri nâ-yâb, ve izzetleri tahkîr ve ta‘zîmleri tasgîr, ve arsa-i âfât ve menzil-i beliyyâttur”51.
“Kankı serv-i bâlâ-yı ikbâldür ki kuvvet-i bâd-ı ecel-i bî-mecâl anı dü
tâ itmemiştür, ve kankı şükûfe-i bâg-ı cemâldür ki satavât-ı hazân-ı merg
ü vebâl anı yire düşürmemiştür. Kankı nakş-ı dil-keş ü zîbâdur ki tûfân-ı
hadesân anı rakk-ı varak-ı zemânadan yuyup gidermemiştür, ve kankı
ârız-ı gül-i ra‘nâdur ki izâr-ı meh-i tâbânı hâr u hâşâk-i cihâna karışup
gitmemiştür”52.
Tazarruʻ-nâme’nin bazı kısımlarında, teşbîh-i belîğler, açık istiâreler,
mecâz-ı mürseller ve kinâyeler iç içe geçmiştir. Bu tür örnekler, üslubun
mecâz ve metaforizma açısından en yüksek noktasını temsil eder. Bu
gibi yerlerde mensur metin adeta bütünüyle şiirselleşerek Sinan Paşa’nın
kendisine has nesir üslubunu yansıtır. Aşağıdaki örneklerde koyu renkli
kısımlar, teşbîh-i belîğleri göstermektedir. Ayrıca ilk örnekte hâne-i hâkî
(toprak ev) mürsel mecâz ve hâne kelimesi ise açık istiâre yoluyla dünyayı kasteder. İkinci örnekte sebak kelimesi açık istiâre yoluyla elest bezmine işaret eder. Üçüncü örnekte ise âb-ı çeşm-i nem-nâk (gözden akan
yaş) ve harâret-i derûn-ı sûznâk (yanık bağırdan yayılan ısı) tamlamaları,
üzüntü, dert, tasa gibi duygulardan kinâyedir:
“İlâhî! Çün cân kuşını dâm ü dâne-i mahsûsât-ile ten kafesinde mahbûs eyledün ve dil tıflını şîr ü gıdâ-yı şehevât-ile bu hâne-i hâkîye me’nûs
eyledün, gine âhır ol tûtî bu kafesten uçup ve ol müsâfir bu hâneden
geçüp civâr-ı rahmatüne vâsıl oldugı vakit, hevâ-yı kudüste pervâz ve
harîm-ı serây-ı ünste âşiyâna-sâz kıl”53.
51 Tazarruʿ-nâme, s. 120. Sadeleştirme: “Bu öyle bir evdir ki, temelleri yıkılmış,
emelleri uçup gitmiştir; yüceltmeleri aşağılama, ululamaları küçültmedir; afetler
arsası ve belâlar konağıdır”, Yakarışlar Kitabı, s. 292.
52 Tazarruʿ-nâme, s. 120. Sadeleştirme: “Hangi yüksek ikbal selvisidir mecalsiz ecel
yelinin güçlü yüklenişlerinin iki kat etmemiş olduğu; hangi güzellik bağının çiçeğidir ölüm ve tükeniş son baharının saldırışlarının yere yıkmamış olduğu? Hangi
göz alıcı ve gönül çekici güzellik var, değişim ve başkalaşım tufanının onu zamane
sayfasından silip gidermemiş olduğu; hangi harikulâde güzel kokulu kırmızı gülün
yanağı var, parlak aya benzer o yanağın cihanın çörçöpüne karışıp gitmemiş olduğu”, Yakarışlar Kitabı, s. 292.
53 Tazarruʿ-nâme, s. 80. Sadeleştirme: “Tanrım! Madem ki can kuşunu duyularla algılananların tuzağı ve tanesiyle ten kafesinde tutsak ettin, ve gönül çocuğunu şehvetler gıdası ve sütüyle bu toprak eve alıştırıp tıktın, yine sonunda o papağan bu kafesten uçup ve bu misafir bu evden göçüp rahmetinin yöresine eriştiği vakit kutsallık
havasında uçur, ve yakınlık sarayı içine kondur”, Yakarışlar Kitabı, s. 176 ve 178.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
67
“Dil tıflına ezel mekteb-hânesinde virdigün sebakı dâyimâ ez-ber ittür, ve cân tûtîsine kuds şekeristânında tadırdıgun şekeri, keremünden
mükerrer ittür”54.
“Işk tohmı gerçi dil kiştizârında ekilür, ve mahabbet nihâli egerçi gönül gülistânında dikilür; ammâ âb-ı çesm-i nemnâk ve harâret-i derûn-ı
sûzinâk ile neşv ü nemâ bulur”55.
Sonuç
Sinan Paşa Tazarruʿ-nâme’de, şiir sanatında sıklıkla kullanılan kinâye, teşbîh-i belîğ, mecâz-ı mürsel, istiâre, telmih, temsil ve tesîkü’s-sıfat gibi türlü edebî sanatları ibare, ifade ve cümle seviyesinde başarıyla
kullanmıştır. Elbette Tazarruʽnâme’de kullandığı edebî sanatlar bunlarla
sınırlı değildir. Ancak eser tarandığında ilk göze çarpan ve nicelik açısından ön plana çıkan sanatlar bunlardır.
Tazarruʽnâme’de zikredilen bu sanatlar hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın, temelde, mecâzî ve metaforik bir üslupla metni süslemek ve tesirli kılmak amacını gütmüştür. Bu yolla eser, süslü ve kapalı bir anlam
taşımakla birlikte okuyucunun zihnine somutlama aracılığıyla kuvvetle tesir eder. Bu da onun edebiyat tarihimizde etkili ve kalıcı bir eser olmasını
sağlamıştır. Zaten onu benzerlerinden ayırt eden en önemli özellik budur.
Bize göre Tazarruʽnâme, daha öncekilerin söylediği gibi, sadece süslü- müseccaʽ nesrin ilk ve önemli temsilcisi ya da sırf mensur şiir olarak
nitelendirilecek bir eser değildir. Mensur şiir veya şiirin nesre yaklaştığı
bir örnek olmaktan ziyade, temelde manzum olarak kurgulanıp mensur
kalıplara dökülmüş bir eserdir.
54 Tazarruʿ-nâme, s. 155. Sadeleştirme: “Gönül çocuğuna ezel mektebinde verdiğin
dersi daima ezber ettir; can papağanına mukaddes şeker ülkesinde tattırdığın şekeri
kereminden yine tattır”, Yakarışlar Kitabı, s. 402.
55 Tazarruʿ-nâme, s. 200. Sadeleştirme: “Aşk tohumu gerçi yürek tarlasına ekilir ve
sevgi fidanı gerçi gönül bahçesine dikilir; ama ağlayan gözden akan gözyaşı ve
yanık bağırdan yayılan ısı ile büyüyüp gelişir”, Yakarışlar Kitabı, s. 524.
68
Prof. Dr. İsrafil Babacan
Kaynakça
Afifî, Rahîm; Ferhengnâme-i Şi’rî C. II, İntişârât-ı Sürûş, Tahran 1376/1997.
Aktaş, Şerif; Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2002.
Bilgegil, M. Kaya; Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat), Enderun Kitabevi,
İstanbul 1989
Coşkun, Menderes; Üslûp Çalışmaları Üzerine, Nesrin İnşâsı, Turkuaz Yayınları, İstanbul 2010.
Enverî, Hasan; Ferheng-i Kinâyât-ı Suhan, İntişârât-ı İlmî C: II, Tahran
1390/2011.
İsen, Mustafa; Estetik Nesir, Türk Edebiyatı Tarihi 2, KTBY, İstanbul 2007.
Köprülü, M. Fuad; Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
Mengi, Mine; Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası, Eski
Türk Edebiyatı Tarihi II Sayısı, BSV Yayınları, İstanbul 2007.
Muhammed Pâdişâh; Ânandrec Ferheng-i Câmi’-i Fârsî C. IV, (Yay. Haz. Debîr Siyâkî), Çâphâne-i Haydarî, Tahran 1363/1984.
Şahinoğlu, M. Nazif; Farsça Grameri Sarf ve Nahiv, Kitabevi Yay., İst. 1997.
Şen, Ayhan; Sinan Paşa Maârifnâme’sinde Beyan ve Bedî Kapsamındaki Edebî Sanatların Tahlili, DÜSBE, Kütahya 2010.
Tulum, Mertol; Tazarruʿ-nâme, MEB Yayınları, Ankara 2001.
___________ ; Tazarruʻ-nâme Yakarışlar Kitabı, TYEKB Yay., İstanbul 2014.
Wellek, R. – Warren, A.; Edebiyat Biliminin Temelleri, Çev. A. Edip Uysal,
KTB Yayınları, Ankara 1983.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
69
Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’sinin
Hz. Peygamber’e Yazılmış Na‘t Bölümü
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
Çukurova Üniversitesi
XV. yüzyılın süslü nesir ustası olarak adı sıklıkla anılan, Osmanlı devlet adamı, âlim ve mutasavvıf Sinan Paşa’nın hayatıyla ilgili kaynaklarda
birbirine uymayan bazı bilgiler verilmektedir (Tulum 2001: 1-6; Köksal
2005: 81-82; Koç 2009: 229-230). Tazarru‘-nâme’nin çeviri metnini içeren eserin girişinde de yazarla ilgili farklı bilgilere gönderme yapılmıştır
(Tulum 2001: 1-10). Asıl adı Yusuf olan Sinan Paşa’nın doğum tarihi,
yeri ve hayatı hakkında kaynaklarda doğruluğu kesin olmayan bilgiler
bulunmaktadır. Sinan Paşa, Fatih’in İstanbul’a kadı olarak davet ettiği
Hızır Bey’in oğludur. Dedesi Molla Yegân’ın meclisine devam eden
Sinan Paşa, dönemin önemli âlimleriyle tanışmış ve Ali Kuşçu’nun da
öğrencisi olmuştur. Genç yaşta, babasının çevresindeki ilim sohbetlerinden de yararlanarak, geniş bir bilgiye sahip olan Sinan Paşa, babasının
ölümünden sonra Fatih tarafından Edirne’de bir medreseye, daha sonra
da II. Murat’ın yaptırdığı darülhadise müderris tayin edilmiştir. Fatih’in
teveccühünü kazanınca “hâce-i sultânî” lakabıyla padişah hocalığına ve
Sahn müderrisliğine getirilmiştir. Devlet işlerinde de hocasından yararlanma düşüncesiyle Fatih Sultan Mehmet vezaret rütbesi vermiştir. Çok
kesin bilinmeyen bir nedenle, Sinan Paşa vezirlikten azledilip hapsedilince, İstanbul uleması toplanıp padişahın huzuruna çıkarak, Paşa’nın
serbest bırakılmasını talep etmişlerdir. Eğer istekleri yerine getirilmezse
bütün kitaplarını yakıp Osmanlı topraklarını terk edeceklerini bildirmiş-
70
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
lerdir. Bu olaydan sonra, Sinan Paşa hapisten çıkarılıp Sivrihisar kadılığı
ve müderrisliği göreviyle İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. II. Bayezid tahta geçince vezirlik rütbesi iade edilmiş ve Edirne Darülhadisi müderrisliğine getirilmiştir. Ölüm yeri, tarihi ve mezarının nerede olduğu hakkında
kaynaklarda birbiriyle çelişen çeşitli bilgiler vardır (Tulum 2001: 6-7;
Koç 2009: 229-230).
Sinan Paşa, Fatih devrinin önde gelen âlimlerindendir. Çok zeki olduğu, gençken felsefeye merak sardığı için babası tarafından azarlandığı
bilinen Sinan Paşa, bir hatip ve tartışmacı olarak Fatih’in huzurunda yapılan ilmî tartışmalarda takdir toplamıştır. Fatih, Sinan Paşa’nın ilerlemesi için ona çeşitli fırsatlar sağlamış, kendisine hoca olarak seçtikten
sonra yanından ayırmayarak saygı göstermiştir. Sarayda kurduğu kütüphane için Sinan Paşa’nın tavsiyesiyle onun seçkin talebelerinden Molla
Lütfî’yi ilk hâfız-ı kütüb olarak saraya almıştır. (Tulum 2001: 7-8; Koç
2009: 230).
Sinan Paşa, özellikle nesirdeki başarısı ve seci‘li üslubuyla yetenekli
bir müelliftir. Sinan Paşa’nın süslü nesir üslubunun önde gelen temsilcisi
olarak tanınmasını sağlayan önemli eseri Tazarru‘-nâme, temelde mensur
bir eser olmakla birlikte, içinde yer yer manzum bölümler de bulunur.
Tazarru‘-nâme, Sinan Paşa’nın Türkçe kitaplarının ilki ve en ünlüsüdür. Tazarru‘ât-ı Sinân Paşa, Darâ‘at-nâme isimleriyle de bilinir. Sinan
Paşa, Ma‘ârif-nâme’nin “Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” bölümünde Tazarru‘-nâme’den söz ederken, derslerden arta kalan zamanında birkaç ay içerisinde
bu eseri meydana getirdiğini, Hakk’ın övgüsünde aklına gelenleri yazdığını, konusunun da tasavvufî nitelikte olduğunu söyler. Tazarru‘-nâme’ye
münâcâtla başlayan yazar, dünyadan âhirete kadar süren uzun yolculukta önce Hak’tan lütuf, sonra peygamberlerden, Hz. Muhammed’in âl ve
ashâbından, dört imamdan ve tarikat ehlinden manevi yardım diler. Öldükten sonra kitabını okuyacaklardan da rahmet ve Fatiha ister (Tulum
2001: 15). Yer yer hikâyeler, kıssalar ve nasihatlerle süslenmiş eserin
kütüphanelerde bulunan yazmalarının çokluğu ilgi gördüğünün kanıtıdır. Sinan Paşa, üç dilin imkânlarından yararlanarak yazdığı bu eserinde
güçlü, ahenkli ve doğal bir üslup kullanmıştır. Yoğun secilerle süslediği
nesrinde, nazmın birçok özelliğini nesre taşımıştır. Tazarru‘-nâme Divan
edebiyatında süslü nesri başlatan ilk eser olarak kabul edilmiş ve “Sinan
Paşa üslubu” denilen özgün üslubun da temsilcisi sayılmıştır. Eserde, ya-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
71
zar inşâ kabiliyetinin yanı sıra dinî, manevî ilimlerle diğer ilimlerdeki bilgisini de ortaya koymuştur (Tulum 2001: 13-17; Koç 2009: 230). Mertol
Tulum, Tazarru‘-nâme’nin bilimsel metnini, çalışmasının girişinde Sinan
Paşa’nın hayatı, sanatkârlığı ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi içeren bir
bölüme de yer vererek yayımlamıştır (Tulum 2001).
Sinan Paşa ve eserleri hakkında bazı incelemeler yapılmış olmakla
birlikte, onun asıl şöhret sebebi olan, özgün üslubunun özellikleri konusunda çok fazla çalışma yapılmamıştır diyebiliriz. Her ne kadar XV.
yüzyılın süslü nesir ustası olarak pek çok kaynakta adı zikredilse de Sinan Paşa’nın üslubunu farklı kılan niteliklerin ayrıntılı olarak incelendiğini ve araştırıldığını söylemek zordur. Bu bağlamda M. Fatih Köksal’ın
yazdığı “Sinan Paşa’nın Nesri ve Nesir Üslûbu” konulu makale dikkate
değer ve önemlidir. Köksal, söz konusu yazısında Sinan Paşa’nın bir nesir cambazı olduğunu vurgulayarak, onun dili, üslubu, yazdığı eserlerde,
özellikle de Tazarru‘-nâme’de, yer verdiği ahenk unsurları ve seci‘lerle ilgili ayrıntılı sayılabilecek inceleme ve değerlendirmeler yapmıştır
(Köksal 2005: 81-94).
Bilindiği gibi na‘t denildiği zaman daha çok Hz. Peygamber’in övgüsünün yapıldığı şiirler akla gelir. Na‘tın kelime anlamı, “Bir kimsede
bulunan şeyleri vasfetme, onu tavsifte mübalağa etme; bir şeyi methederek anlatma, vasıflandırma; niteleme, iyi ve güzel şeyleri abartılı biçimde
dile getirme; nitelik, vasıf” vb.dir. Edebî terim olarak ise, “Hz. Peygamber’in vasfı üzerine söylenen şiir; memdûhu Hz. Peygamber olan kaside;
Hz. Muhammed’i övmek için yazılan şiirler” anlamındadır. Diğer peygamberler, dört halife ve din büyükleri için de na‘t yazılmakla birlikte,
genellikle na‘t Hz. Muhammed’in övüldüğü şiirleri ifade eder (Yeniterzi
1993: 1-2). Arap edebiyatında övgü şiirleri “medih” başlığı altında ele
alınır. Na‘t, özellikle Fars ve Türk edebiyatlarında Hz. Muhammed’in
övüldüğü şiirlerin yaygın adıdır. İlk Peygamber methiyeleri, İslâm dininin yayılıp Müslümanların Medine’de bir güç haline gelmesinden itibaren görülmeye başlamıştır (Çiçekler 2006:435).
Türk Edebiyatı’nda esmâ-i nebî, sîre, mevlid, mi‘rac-nâme, mu‘cizât-ı
nebî, hilye, kırk hadis gibi türler arasında örnekleri en çok ve yaygın olan
na‘t XI. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşadığı hemen her yerde yazılmış,
günümüze kadar güçlü bir gelenek halinde devam etmiştir. Şairlerin na‘t
yazma nedenlerinin başında Hz. Peygamber’e duyulan sevgi gelir. Na‘t
72
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
yazma geleneğinde Resûlullah’ın şefaatine nail olma isteği de etkilidir.
Hemen bütün na‘tlarda bulunan bu motif, na‘t türünün aynı zamanda şefaat ve yardım dileme özelliğini göstermektedir. Divan ve mesnevilerde
de tevhid ve münâcât kasidelerinden sonra bir na‘tın gelmesi bir çeşit
zorunluluk sayılmıştır. Mürettep divanların bazılarının doğrudan na‘t ile
başladığı, hatta kimi şairlerin divanlarının mukaddimesinden itibaren hemen her bölümünde na‘ta yer verdikleri görülmektedir. Kaside, gazel,
mesnevi, kıta, müstezad, terci-i bend ve terkib-i bend, musammat, rubâî,
tuyuğ, müfred ve mısra biçiminde pek çok na‘t örneği vardır. Divan şiirinde örneği az olan müsebba‘, müsemmen ve muaşşer gibi musammatlarla yazılan na‘tlar şairlerin na‘t yazmada yenilik getirme çabalarının
sonucudur. Na‘tlarda şairler Hz. Peygamber’i anlatırken divan şiirinin
söz sanatlarını, belâgat kurallarını ve geleneğin kültür birikimini kullanarak hünerlerini göstermeye çalışmışlardır (Yeniterzi 2002: 436).
İçerik bakımından na‘tlarda Hz. Peygamber’in isim ve sıfatları, kâinatın efendisi, yaratılışın gayesi ve Allah’ın habibi oluşu, örnek ahlâkı, üstün vasıfları, fizikî özellikleri, mucizeleri, diğer peygamberlerden
üstünlüğü âyet ve hadislere dayandırılarak dile getirilmiştir. Na‘t yazan
şair, günahkârlığını ifade edip peygamberin şefaatini ister. Kıyamet günü
anlatılarak o günde yalnız Peygamber’e şefaat yetkisi verildiği ve onun
âlemlere rahmet olarak gönderildiği vurgulanır (Yeniterzi 2002: 436).
Yûsuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’inde Türk edebiyatının ilk na‘t
örneğiyle başlayan gelenek Anadolu sahasında Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’nin Farsça, Yûnus Emre’nin Türkçe na‘tlarıyla gelişmeye devam etmiştir. XVII. yüzyıldan itibaren sadece nat‘lardan oluşan divanlar düzenlenmiştir. Bazı şiir mecmuaları tamamen na‘tlara ayrılmış ve
bu tür mecmualar “mecmûa-i nuût” olarak adlandırılmıştır. Divan edebiyatındaki na‘t örnekleri içinde çok tanınan ve ilgi görenlerinden biri
Fuzûlî’nin “Su Kasidesi” diye de bilinen na‘tıdır. Şeyh Galib’in, mütekerrir müseddes nazım şekliyle yazdığı na‘tı ile Nâbî’nin, hac yolculuğu
sırasında Medine yolunda söylediği rivayet edilen na‘tı da dikkati çeken
na‘tlardandır (Yeniterzi 2002: 436).
Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme'sinde yedi büyük ve önemli peygamberin (Âdem, İdris, Nuh, İbrahim Halil, Musa, İsa ve Hz. Muhammed),
Hz. Muhammed’in ailesinin ve sahabelerinin, dört imamın, hadis ilminin
iki büyüğünün ve Şeyh Vefâ’ya yazılan na‘t olmak üzere toplam 23 ayrı
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
73
na‘t bulunmaktadır. Tazarruʿ-nâme’nin 19 başlıktan oluşan asıl metni dışında kalan hacimli bölümünün na‘tlara ayrıldığı görülmektedir (Tulum
2001: 233-295).
Tazarru‘-nâme’de bulunan na‘tlar hakkında araştırmacılar farklı görüşler öne sürmüşlerdir. İsmail Hikmet Ertaylan, Tazarru‘-nâme’deki
yedi büyük ve önemli peygamberin, hayatlarının anlatıldığı na‘t bölümünü Kısas-ı Enbiyâ adıyla ayrı bir eser sayar, Mertol Tulum ise Tazarru‘-nâme’nin bir bölümü kabul eder. Mertol Tulum, ayrıca yedi peygamberin na‘tından sonra gelen “Na‘t-i âli’n-Nebî ve eshâbihi”, “Na‘t-i
çâr imâm”, “Na‘t-i şeyhayi’l-hadîs”, “Na‘tü’l-meşâyih” ve “Na‘t-i Şeyh
İbni’l-Vefâ” başlıklı kısımların esere ilave niteliğinde olduğunu, Sinan
Paşa’nın söz konusu metinleri asıl Tazarru‘ât adı altında değerlendirdiğine dair herhangi bir kayıt bulunmadığını söyler. Dolayısıyla bu kısmı
bir zeyl (ek) kabul etmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını ifade eder
(Tulum 2001: 15-16; Köksal 2005: 84).
Tazarru‘-nâme’deki peygamber na‘tlarının başlangıcında genel olarak
yedi peygamberi anlatan mensur bir bölüme yer verilmiştir. Mensur bölümden sonra Âdem peygamberin na‘tına geçilmiştir. Na‘t içinde “ebyât”
başlıklı üç beyitlik bir manzume vardır. Hz. Muhammed ve Âdem peygamber dışındaki diğer peygamberlerin na‘tında manzum bölüm yoktur.
Âdem peygamberin anlatıldığı bölümde surelerden alıntılar da yapılmıştır. Surelerden yararlanılarak Âdem peygamberin hayatı hakkında bilgi
verilmiştir. Na‘t, ilk peygamber olmasına atfen, “Evvelkisi” denilerek
başlatılmıştır. İdris peygamberin na‘tına “İkincisi” ifadesiyle geçilmiş
ve vasıflarının anlatımıyla devam ettirilmiştir. Nuh peygamberin na‘tı
“Üçüncüsi” diye başlamakla birlikte, yazar Nuh peygamberi âdem-i sâni
olarak nitelendirmiştir. Onun sayesinde insan neslinin yok olmaktan kurtulduğuna işaret etmiş, bu nedenle ikinci Âdem diye anılmasının uygun
olduğunu belirtmiştir. Nuh Tufanı’ndan ve Nuh’un Gemisi’nden de söz
etmiştir. “Dördüncüsi” girişiyle Halil İbrahim peygamberin na‘tına geçilmiştir. Ateşle imtihanı ayrıntılı olarak anlatılmış, Kur‘an’da bu olayı ele
alan sure ve ayetlere göndermeler yapılmıştır. Musa peygamberin na‘tının
başında büyük peygamberlerin “Beşincisi” olduğu vurgulanmıştır. Tur’da
ilahî hitaba mazhar olması, Firavun ve kavmiyle yaşadıklarından bahsedilmiş, üç surede geçen bir ayetten iktibasa başvurulmuştur. İsa peygamberin na‘tı “Altıncısı” diye başlamış ve İsa’nın nefesinin gücünden,
74
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
tecrit erbabı olduğundan söz edilmiştir. Bedeniyle ulâda, teniyle semâda
bulunduğu, henüz ölmediği, kıyamete değin de ölmeyeceği belirtilmiştir.
İsa’nın na‘tında da bir sureden alıntı vardır.
İçeriklerine ve özelliklerine kısaca değindiğimiz, Hz. Muhammed dışındaki diğer altı peygamber için yazılan na‘t örneklerinde üslup bakımından benzerlikler vardır. Her na‘ta yazıldığı peygamberin sırası, vasıfları
ve dualarla başlanmış, hepsinde “Ol ol Âdem’dür ki,” örneğinde olduğu
gibi tekrarlanan, sadece peygamberin adının değiştiği bir kalıp ifadeye
yer verilmiştir. Na‘tı yazılan peygamberin öne çıkan niteliklerinden ve
mucizelerinden söz edilmiş, yer yer de surelerden alıntı yapılmıştır.
Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme’sinde Hz. Peygamber’in anlatıldığı na‘t bölümü manzum-mensur karışık düzenlenmiştir (Tulum 2001:
243-261). Mensur yazılmış kısımlar dışında “Ebyât” başlıklı on bölüm,
“Beyt” başlıklı iki, “Bahr-i Diğer” başlıklı bir manzum bölüm bulunmaktadır. Manzum bölümlerin uzunluğu birbirinden farklıdır. Beyt başlıklı bölümde yirmi üç beyit vardır. “Diğer Beyt” başlığı altında tek beyit
verilmiştir. Manzum bölümlerin değişen beyit sayıları sırasıyla 19, 21,
18, 19, 4, 14, 23, 8, 4, 3, 1, 12, 20 olmak üzere 13 farklı manzum bölümde toplamda 166’dır. Bu sıralama beyitlerin belirli bir sayı düzen ya
da tutarlılık göstermediğinin işaretidir. “Ebyât” başlıklı onuncu ve son
manzumenin ardından yazar kendi sözünün özelliklerini, yazdıklarını,
yazma nedenlerini anlatmış, ardından gelen, 23 beyitlik “Ebyât” başlığı
altında eserini, kendini övüp fahriye yapmıştır. Hâtime niteliğindeki beyitleri eserinin adını zikrederek tamamlamıştır. En sonda yer alan yirmi
üç beyitlik bu manzum bölümün arkasından gelen mensur bölümle peygamberlere ayrılan na‘tlar bitirilmiştir.
Hz. Peygamber’in na‘tının manzum bölümlerindeki her beyit, mesnevilerde olduğu gibi kendi içinde kafiyelidir. Ayrıca, hemen her manzumede farklı bir aruz kalıbı kullanılmıştır. Aruz kalıpları arasında en sık
kullanılanları mefâîlün mefâîlün feûlün ve fâilâtün fâilâtün fâilün’dür.
Manzum bölümlerin bir kaçında aynı ya da yakın vezinler birden çok
tercih edilmiştir.
Tazarru‘-nâme’nin Hz. Peygamber’i anlatan bölümünün gerek manzum gerekse mensur olsun, dikkati çeken özelliklerinden biri de na‘t
geleneğine bağlı olarak manzum na‘tlarda da sıklıkla karşılaşılan âyet
ve hadislerden alıntılardır. Alıntı yapılan sure ve ayetler; En’âm 122;
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
75
Necm 7, 9,10; Müddessir 1, 4; İsrâ 1; Duhâ 1, 2; İnşirâh 1; Bakara 138;
Yâsîn 1, 3, 39; İhlâs 1; Saffât 35; Muhammed 19; Enfâl 65; Âl-i İmrân
31; Ankebût 69’dur. Ancak, özellikle Necm suresinden birkaç kez farklı
yerlerde alıntı yapıldığı dikkati çekmektedir. Surenin daha çok da Hz.
Peygamber’in miracını ve bu sırada İlahî âleme ne kadar yakın olduğunu
anlatan, divan edebiyatında da sıklıkla iktibas yapılan, “Kâbe kavseyn”,
“ev ednâ” ifadelerinin geçtiği ayetleri, öne çıkmaktadır. Geleneksel manzum na‘t örneklerinin çoğunda da burada iktibas yapılan ayetlerden ya
da başka ayetlerden yararlanılmıştır (Yeniterzi 1993: 91-141).
Tazarru‘-nâme’de hadislere de göndermeler vardır. Söz konusu hadisler şunlardır: “Mevcûdâtı bize olduğu gibi gösteren” (Bu ifadeyi Hz.
Peygamber’in duasında dile getirdiği bir hadiste nakledilmiştir) (Tulum
2001: 243)1; “Benim Allah ile (öyle vaktim olur ki, ne bir mukarreb melek, ne de gönderilmiş bir nebî öyle bir yakınlığı elde edebildi)” (Yeniterzi 1993: 158; Tulum 2001: 244, 259); “Ben siyâhîlere ve sarışınlara
(ister siyah tenli, ister beyaz tenli olsun, bütün insanlara) peygamber
olarak gönderildim” (Tulum 2001: 250); “Ben açık ve düzgün konuşanım” (Uydurma hadisler arasında gösterilen, “Ben Dâd harfini (Arapçayı konuşanların en fasîhiyim)” anlamındaki hadisten alıntı yapılmıştır.
Anlam bakımından bu hadisin doğru olduğu söylenmektedir) (Yeniterzi
1993: 146; Tulum 2001: 250, 255); “Âdem su ile çamur arasında iken
ben peygamberdim” (Yine bu hadis de uydurma hadislerden sayılmakla
birlikte, anlamının doğruluğu bildirilmiştir) (Yeniterzi 1993: 152; Tulum
2001: 251); “Yeryüzü bana, secde edilecek ve temiz bir yer yapılmıştır” (Tulum 2001: 252); “Ben en güzelim (Ben Arapların en güzeliyim)”
(Yeniterzi 1993: 147; Tulum 2001: 255); “ Beni nasıl görüyorsanız, öyle
namaz kılın” yani “ Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın” (Tulum 2001: 256); “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” (Kutsî Hadis)
(Yeniterzi 1993: 155; Tulum 2001: 257); “Bir kavme benzeyen onlardan
olur” (Tulum 2001: 260). Bu hadislerin bir bölümü manzum na‘t örneklerinde de anılan hadislerdir (Yeniterzi 1993: 142-160).
Divan şiirindeki manzum na‘tlarda “ayet, hadis, Hz. Peygamber’in
isim ve sıfatları, hayatı, fiziksel ve ahlâkî özellikleri, mucizeleri, kıya1
Hadislerden sonra verilen sayfa numaraları Tazarru‘-nâme’nin Mertol Tulum’un
hazırladığı 2001 baskısında hadisin geçtiği metnin olduğu sayfaya ve açıklama
notuna aittir.
76
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
metteki üstünlüğü, şefâati vb. yanı sıra edebî ve tasavvufî bazı motiflere
yer verilir (Yeniterzi 1993: 308-323). Sinan Paşa da Tazarru‘-nâme’nin
Hz. Peygamber’i anlattığı na‘tında benzer bir içerik oluşturmuştur. Diğer peygamberlerin na‘tı gibi Hz. Peygamber’in na‘tı da “Yedincisi”
ifadesiyle onun peygamberlerin sonuncusu olduğu vurgulanarak başlatılmıştır. Peygamberin vasıfları; “hatemü’l- enbiyâ’i ve’l-mürselîn
ve seyyidü’l-evvelîne ve’l-âhirîn; rasûl-i kevneyn; pîşvâ-yı sakaleyn;
hurşîd-i sipihr-i sa‘âdet, mâh-ı felek-i siyâdet; ....... rasûl-i müctebâ, nebiyy-i murtazâ; hulâsa-i mevcûdât, mefhar-i mahlûkât; deryâ-yı bî-pâyân
......... ol gevher-i deryâ-yı hestî, bedreka-i tarîk-i Hudâ-perestî; Hümâ-yı
arş-âşiyân Ankâ-yı Kâf-ı lâ-mekân” vb. ikili, üçlü tamlamalar ve seci‘li
ifadelerle anlatılmıştır. Bu ifadelerde edebî metinlerde benzetme unsuru
olarak sıklıkla karşılaşılan Hümâ, Ankâ ve Kafdağı dikkati çekmektedir.
Vasıfların anlatıldığı ilk mensur bölümden sonra gelen;
Gül-i hoş-manzar-ı bustân-ı âlem
Ten-i bî-sâyesidür cân-ı âlem
“Dünya bostanının hoş görünüşlü gülü; dünyanın canı, onun gölgesiz
vücududur.”
Hadîsi gevher-i dürc-i risâlet
Cebîni ahter-i bürc-i celâdet (Tulum 2001: 244)
“Hadisi peygamberlik mücevher kutusunun mücevheri; alnı yiğitlik
burcunun yıldızı (dır)” vb. beyitlerle manzum bölümde de Hz. Peygamber’in özellikleri anlatılmaya devam edilmiştir. Beyitlerden sonra “Ol
şâh-ı bârigâh-ı dîn, ol mihr-i felek-i yakîn; dür-i dürc-i danâyî, kevkeb-i
bürc-i âşinâyî ; .....” diye başlayan mensur bölüm gelir. Ardından tekrar
manzum bölüme geçilir. Bu manzum bölümde de Hz. Peygamber’in dikkat çekici özellikleri anlatılır.
Cümle âlem anun oldı ümmeti
Cümlesi anun hûşe-çîn-i himmeti
“Bütün dünya onun ümmeti, herkes onun himmetinin başak toplayanı
oldu.”
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
77
Rûz-ı mahşerde ki diller tutulur
Söylemez kimse hemîn bir ol kalur (Tulum 2001:246)
“Dillerin tutulduğu mahşer gününde kimse konuşamaz sadece bir o
kalır” vb. beyitlerle açıklamalar sürdürülür. Bir önceki gibi, kısa mensur
bölümün ardından yeniden manzum bölüm gelir. Bu manzum bölümde
Hz. Peygamber’in özellikleri diğer peygamberlere de telmih yapılarak
anlatılırken dizelerde sıklıkla “Sen oldun” tekrarına yer verildiği görülür.
Ayrıca, kevâkib, melâyik, felek, melekler, Ka‘be, şâh-ı tûbî, firdevs-i âlî,
Burak, bağ-ı Rızvân, hûr u gılmân, Nuh, Mesîh (İsa), Süleyman, Kelîm
(Musa) vb. Divan şiirinde de kullanılan geleneksel benzetme ve telmihlerden yararlanılmıştır. Kelime ve ses tekrarlarıyla ahenk sağlanmıştır.
Mensur bölüme dönüşte yine “Ol mesned-i sadr-ı sa‘âdet ve ol server-i
serîr-i siyâdet; ..... gavvâs-ı bahr-i me‘ânî, ma‘den-i seb‘-i mesânî;....
sîmurg-ı kûh-ı melekût, şeh-bâz-ı havâ-yı ceberût; bülbül-i gülzâr-ı
kuds, tûtî-yi sebze-zâr-ı üns; hâtib-i beliğ-beyân, mecma‘ı kuddûsiyân;
andelîb-i fasih-zübân, mahfil-i kerûbiyân” vb. ifadelerde de seci‘lerle
güçlü, ahenkli bir üslup oluşturulmuştur. Edebî ve tasavvufî övgü motiflerinden yararlanılmıştır. “Seb‘-i mesânî” ifadesiyle Fatiha suresine
gönderme yapılmıştır. Sîmurg, şehbâz, bülbül, tûtî, andelîb gibi kuşlarla
ilgili benzetmelere başvurulmuştur. Manzum bölüme geçildiğinde Hz.
Peygamber’in isim ve sıfatlarını öne çıkaran “Nebiyy-i Haşimî”, “Kureyş”, “Hüccet-i Hak”, Hâdî-yi sakaleyn”, “Husrev-i Yesrib”, “Rahmet-i
halk”, “Seyyid-i kayinât”, “mefhâr-i enbiyâ” “dürr-i yetîm” gibi unsurlardan yararlanılarak övgüye devam edilmiştir. “Ol” diye başlayan kısa
bir nesir cümlesiyle beyitlere geçişten sonra, “Ol” ifadesinin kullanıldığı
başka bir cümleyle tekrar manzum bölüme dönülmüştür. “Sen ol rûh-ı
mukaddessin ve ol zât-ı muallâ kim, bir adun akl-ı evvel, bir adun kalem-i a‘lâ. Sen ol nebisin ki ....” şeklinde başlayıp devam eden cümleyle
en uzun mensur bölüme geçilmiştir. Bu bölümün başında Hz. Peygamber’in varlığından önceki zamanlarda yaşanan olaylar anlatılmıştır. Âd
kavmi, Şeddâd, Firavun ve Nemrut’tan, onların başına geleceklerin henüz gerçekleşmediğinden, varlık âleminin tam anlamıyla ortaya çıkmadığından söz edildikten sonra “Sen ol, sen, sen, sen ol” şeklinde birbirini
takip eden başlangıçlarla Hz. Peygamber’in özellikleri sıralanmıştır. Çok
ahenkli ve özgün bir üslupla kaleme alınmış bu bölümün bir parçasını
aşağıda veriyoruz:
78
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
“Sen ol deryâ-yı keremsin ki, kerânun yok; sen ol bârân-ı birsin
ki pâyânun yok.
Sen ol dürsin ki, denizün hakikattür; sen ol cevhersin ki, ma‘denün şerî‘attür.
Sen ol zâtsın ki, vücûdun rahmettür; sen ol vücûdsun ki, işün merhamettür.
Sen ol âşıksın ki, mahbûb gine sensin; sen ol tâlibsin ki, matlûb
gine sensin.
Sen ol şem‘sin ki, söyünmezsin; sen ol aysın ki, tolunmazsın.
Sen ol âfitâbsın ki, küsûfı yok; sen ol mâhitâbsın ki husûfı yok.
Sen ol gülsin ki, gülzâr-ı melekût senünle münevver; sen ol misksin ki, memalik-i âlem nesîmün ile mu‘attar.
Sen ol meliksin ki, rikâb-ı mülûk-ı cihân, ribka-i tâ‘atüne beste vü
üftâde ve sen ol pâdişâhsın ki, erkân ü a‘yân-ı zemân, evâmîr ü
nevâhîne münkad ü gerden-nihâde.” (Tulum 2001: 253).
Metinde seci‘lerin ve ses tekrarlarının yoğunluğunun yanı sıra iştikak
ve teşbihin öne çıktığı fark edilmektedir. Yararlanılan teşbihlerde daha
çok soyut unsurların somutlaştırıldığı görülür. “Cömertlik denizi, birlik
yağmuru, hakikat denizi, şeriat madeni” bu tür örneklerdir. Ayrıca, Hz.
Peygamber inci, cevher olarak nitelendirilmiş, vücudunun rahmet sebebi ve işinin merhamet olduğu vurgulanmıştır. Âşık ve mahbûb, tâlib ve
matlûb olanın Hz. Peygamber olduğu söylendikten sonra, sönmeyen bir
mum, ay, batmayan güneş, tutulmayan ay teşbihleri yapılmıştır. Aydınlık
ve ışık saçan gök cisimleri teşbihlerde öne çıkarılmış, gül ve misk teşbihlerine de yer verilmiştir. Gül, Hz. Peygamber’le birlikte en sık anılan
çiçektir. Edebî metinlerde sıklıkla gül-peygamber ilgisi kurulur (Güngör
2010: 29-38). Hz. Peygamber her şeye hükmü geçen bir hükümdar ya da
padişah olarak da tasvir edilmiştir. Verdiğimiz örnek parçanın sorasında
tasvir, felek, gece, gündüz, yıldızlar, Keyvân, Zühal, Bercîs, Behrâm, Nâhid, Utârid, mâh, afitâb ve dört unsurdan (ateş, su, hava, toprak) yararlanılarak, mübalağalara başvurularak sürdürülmüştür (Tulum 2001: 253).
Na‘t geleneğinin bir parçası olarak genellikle, Divan şairleri Kur’ân-ı
Kerîm’i Resûlullah’ın şanını âleme duyuran bir methiye kabul ederek,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
79
Allah’ın övdüğü o yüce zâtı methetmekteki acizliklerini dile getirmişlerdir. Fahriyelerde kendilerini öven şairler, na‘ta gelince, Allah kelâmı
ile övülen bir şahsı methetmeye güçlerinin yetmeyeceğini belirtmişlerdir
(Yeniterzi 2002: 436).
Sinan Paşa da Hz. Peygamber’i övmenin zorluğunu na‘tta “Sen ol
memdûhsun ki, kalem evsâfun tahrîrinde hayrân ve sen ol Mahmûd’sın
ki akıl menâkibün takririnde ser-gerdân.” (Tulum 2001: 254) cümlesiyle
ifade ederek, övgüye “Sen ol Nûrsın ki, cismânî degül; sen ol Rûhsın
ki, heyûlânî degül. Sen ol edîbsin ki, mu‘allimün Cibrîl-i emîn; sen ol
ümmîsin ki, okuduğun Kitâb-ı mübîn. Sen ol rasûlsin ki, cinne vü inse
risâletün âm, ve sen ol nebîsin ki dâyire-i vücûd nübüvvetün-ile temâm”
(Tulum 2001: 254) diyerek devam eder.
Bir sonraki manzum bölümde Hz. Peygamber’in çeşitli vasıfları:
“Dürr-i yetîm-i sadef-i ıstıfâ”, “Taht-nişîn-i şeb-i mi‘râc”, “Urve-i vüskâ
kenef-i nûrıdur”, vb. dizelerle anlatılır. Ardından Hz. Peygamber’in fiziksel özellikleri saçı, yanağı ve yüzü; “Gîsûsıdur sünbül-i bâğ-ı behişt;
Ârızudır ravza-i anber-sirişt; Rûyıdur âyine-i İskenderî” (Tulum 2001:
255) dizeleriyle tasvir edilir.
“Ol seyyid-i sâdât” diye başlayan kısa denilebilecek mensur bölümü,
manzum bir bölüm; “Ol şehsüvâr-ı meydân-ı sübül” ifadesiyle yine kısa
sayılabilecek bir mensur ve iki manzum bölüm takip eder. Bir sonraki
mensur bölümde daha önce örnek verdiğimiz “Sen ol” ifadesiyle başlayan cümleler gelir. Bölüm sonundaki cümlelerde Hz. Peygamber’in
diğer peygamberlerden üstünlüğü vurgulanır. Beyitten sonra yeniden
peygamberin vasıfları verilip dua edilir. Kısa bir manzum övgü;
Sıfâtında hîre kuvâ-yı akıl
Temâm eyleyimez senâsın nakil
“Akıl kuvvetleri sıfatında yetersiz, övgüsünü aktarmayı tamamlayamaz”
Hıred kimdir eyleye vasfın anun
Nedür dil ki idebile medhin anun
“Akıl kimdir (ki) onu niteleyebilsin, dil nedir ki onun övgüsünü yapabilsin.”
80
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
Kişinün ki meddâhı Allâh ola
Bize söz anda kaçan râh ola (Tulum 2001: 260)
“Kişinin övücüsü Allah olursa söz bize [onu övme hususunda] nasıl
yol olur ?” dizeleriyle gelenekteki gibi Peygamberi övmekteki acizliğin
anlatımıyla tamamlanır.
Sinan Paşa, bütün bu yazdıklarının sebebinin Hz. Peygamber’in şefaatine nail olma arzusu olduğunu, birbirini takip eden mensur bölümde
ayrıntılı ve güzel bir şekilde; “Hemîn bu kadar takrîr ü tahrirden dahı
ümîdüm oldur ki, bu karanulıkta kalmış gönlüm hânesini, birez zikri nûrıyile rûşen ve bu harâb olmış vücûdum bahçesini, bir pâre vasfı nesimiyile gülşen idüp .......... birez anı anmağ ile mükâfât ve birez zikrin
itmegile mücâzât idem ki, lutf-ı amîm ve hulk-ı keriminden sâ‘at-i sâ‘atte ve rûz-ı kıyâmette, hevâciri bevâdî-yi hayrette, şefâ‘ati bahrinden bir
katre ve inâyeti nesiminden bir zerre ben bu za‘îf kulından dırîğ itmeye
...” (Tulum 2001: 260) diyerek ifade eder. Sonraki manzum bölümde de
benzer duygularını anlatan Sinan Paşa, Hz. Peygamber’den kendisi için
şefaat ve yardım diler, dua eder:
Bir nazar it kârumı itgil temâm
Bâkî lütfundur ne diyem ve’-selâm (Tulum 2001: 261)
“Bir bak, yaptığım işi tamamlat. Ebedi olan senin lütfundur işte o
kadar başka ne diyebilirim.” beytiyle Hz. Peygamber’in na‘tı biter.
Na‘tın bittiği yerden sonraki mensur bölümde Sinan Paşa, Tazarru‘ât’ta neleri nasıl ve niçin anlattığını izah eder. Okuyan herkesin bu
yazdıklarından nasiplenerek mutluluk ve huzur bulmasını ister. “Ebyât”
başlıklı manzum bölümde fahriye yapar. Sözünün ve eserinin niteliklerinden övgüyle bahseder. Manzum bölümü son mensur bölüm takip eder.
Burada yeniden eserini okuyanın, dinleyenin zevkle ve şevkle dolup anlamını, güzelliğini idrak etmesini isteyen yazar; eserini okuyan, dinleyen, işiten ve anlayanlardan kendisini hayır duasıyla ve güzel bir şekilde
anmalarını, Fâtiha-i ihlâs ile gönlünü hoş etmelerini ister. İki dünyasının
huzurlu olması temennisiyle sözlerini, “Âmin, yâ Rabbe’l-âlemîn” diyerek tamamlar.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
81
Sonuç
Sonuç olarak; Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme'sinde na‘tların önemli bir yer tuttuğunu, yedi peygamberin na‘tına ayrılan kısmın bir çeşit
kısâs-ı enbiyâ özelliği taşıdığının kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Yazar, yedi peygamber içinde en son sırada yer verdiği Hz. Peygamber’in
na‘tında, diğer altı peygamberin na‘tıyla kıyaslandığında, daha farklı
bir yöntem izlemiştir. Hz. Peygamber’in na‘tı, en kapsamlı ve geniş yer
ayrılan, Hz. Peygamber’in vasıflarıyla ilgili mensur-manzum ayrıntılı
tasvirler yapılan, edebî ve tasavvufî motiflerin sıklıkla kullanıldığı bir
na‘ttır. Dili, üslubu, anlatım biçimi, içeriği açısından bakıldığında yazarın bu na‘tı ortaya koyarken daha titiz davrandığı anlaşılmaktadır.
Sinan Paşa Tazarru‘-nâme'sinin Hz. Peygamber’e ayırdığı na‘t bölümünde Divan şiirinin geleneksel manzum na‘tlarının içeriğine benzer
bir içerik oluşturmuş, gelenekte olduğu gibi, ayet ve hadislerden alıntılar
yapmıştır. Hz. Peygamber’in isim ve sıfatlarına daha çok yer vermiş,
hayatı ve fiziksel özelliklerinden çok söz etmemiştir. Mucizelerine, kıyametteki üstünlüğü ve şefâatine de yeri geldikçe değinmiştir. Özellikle
Hz. Peygamber’e atfedilen edebî ve tasavvufî motiflerden sayılan âb-ı
hayat, ankâ, ay, bülbül, cevher, deniz, dürr-i yetim, gül, güneş, hümâ,
ma‘den, sultan, şem‘, tûtî, yıldız vb. unsurlardan sıklıkla yararlanmıştır.
İçerik açısından büyük ölçüde geleneksel manzum na‘tlara yakın olan
Tazarru‘-nâme’nin Hz. Peygamber’in anlatıldığı na‘t bölümü daha çok
dil ve anlatım açısından özgündür denilebilir. Sinan Paşa kendine has
nesir üslubunun dikkat çekici, ahenkli ve sanatlı anlatımını Hz. Peygamber’i anlatırken de en etkileyici şekilde göstermiştir. Örnek verdiğimiz
metin parçalarında da görüldüğü gibi hem manzum hem de mensur bölümlerde anlatım seciler, ses ve kelime tekrarları ya da yaygın tekrirlerle,
yer yer iştikaklarla ahenkli hâle getirilmiş, edebî sanatlara başvurulmuştur. Edebî sanatlardan özellikle teşbih, telmih ve mübalağa öne çıkarılmıştır. Divan şiirinde yaygın kullanılan edebî ve tasavvufî motiflerden
yararlanılarak anlatım zenginleştirilip güçlendirilmiştir. Manzum ve
mensur bölümlerde dil ve anlatım açısından şiirsellik sağlanmış, şiire
özgü unsurların hemen hepsi mensur bölümlerde de işlevsel olarak başarılı bir şekilde kullanılmıştır.
Kısacası Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme’nin Hz. Peygamber’i anlattığı
na‘t bölümünde içerik bakımından geleneğin dışına çok fazla çıkmamak-
82
Prof. Dr. H. Dilek Batislam
la birlikte, manzum ve mensur bölümlerde geliştirdiği güçlü ve ahenkli
üslupla dikkat çekici ve farklı bir na‘t ortaya koymuştur, diyebiliriz.
Kaynakça
Çiçekler, Mustafa, (2006), “Na‘t” mad. DİA, TDV Yay., C.32, İstanbul, s. 435437.
Güngör, Zülfikar (2010), “Edebiyatımızda Gül Sembolü ve Peygamberimiz”,
Gül Kitabı, Gül Kültürü Üzerine İncelemeler, Editörler: Bilal Kemikli-Selami Turan, Isparta Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü
Yayınları: 1, Isparta, s. 29-38.
Koç, Aylin (2009), “Sinan Paşa” mad. DİA , C.37, TDV Yay., İstanbul, s. 229231.
Köksal, M. Fatih (2005) “Sinan Paşa’nın Nesri ve Nesir Üslûbu”, Klâsik Türk
Şiiri Araştırmaları, Akçağ Yay. Ankara, s. 81-94.
Tulum, A. Mertol (2001), Yusuf Sinan Paşa, Tazarruʿ-nâme, Divanlar Dizisi,
MEB, Yay. Ankara.
Yeniterzi, Emine, (1993), Divan Şiirinde Na‘t, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını,
Ankara.
Yeniterzi, Emine, (2002), “Na‘t (Türk Edebiyatı)” mad., DİA, TDV Yay., C.32,
İstanbul, s. 436-437.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
83
Klasik Türk Edebiyatında
Seci ve Sinan Paşa
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
Anadolu Üniversitesi
Arapça bir kelime olan secinin sözlüklerde “kafiyeli söz”, “güvercin
ve kumrunun ötüşü”, “kasdetme”, “bir yola gitme”, “arı vızıltısı”, “deve
homurtusu”, “kelimenin vezinli ve kafiyeli olması”, “güvercin sesi” gibi
anlamları bulunmaktadır (Ş.Sâmî, 1318: 710; M.Nâcî, 2009: 607; Tulum. (2013a): 331; Muîn (1371): 1839). Ayrıca bazı sözlüklerde edebiyat
terimi olarak tanımı ve seci türlerine de yer verilmektedir. Bu cümleden
olarak Mütercim Âsım’ın Kamus Tercümesi’ndeki “seci’” tanımı şöyledir:
“mukaffâ olan kelâma denilir ki murâd hem-kâfiye olan fıkradır…
revî-i vâhid üzre kelâmın müvâlâtından ya’nî fıkra-i âtiyyenin âhiri, fıkra-i ûlânın âhirinde olan revî harfine muvâfakatinden ibârettir...bunlar
kelâm-ı mensûra mahsûsdur” (Âsım, 1305: 597).
Kamus Tercümesi’ndeki tanımdan anlaşılacağı gibi, seci cümlelerin
sonundaki revi benzerliği olarak tarif edilmekte ve secinin nesre özgü
bir husus olduğu ifade edilmektedir. Bu bakımdan seciyi kısaca nesirde
kafiye olarak tanımlanmak mümkündür.
Arap Edebiyatında Seci
Arap belagatçilerinin bazıları seciyi kullanılan ibarelerdeki şekli bakımından üç gruba ayırırlar: A) Mutarraf Sec: ibare sonlarındaki secili
84
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
kelimelerin okunuşça farklı, son harflerin kafiye bakımından benzeşmesi; B) Tarsi: Secili ibare içinde yer alan tüm kelimelerin okunuş ve
kafiye bakımından benzeşmesi; C) Mütevâzî Sec: Secili ibarelerin son
kelimelerinin okunuş ve kafiye bakımından benzeşmesi. Bazı Arap belagatçileri ise seci sadece ibare sonlarındaki kelimelerde bulunduğu kabul
ettiklerinden seciyi bu bakımdan da üç gruba ayırmışlardır: 1) Mutarraf:
Secili kelimenin sadece kafiye benzerliğinin olması. 2) Mütevâzî: Secili
kelimelerin okunuş ve kafiye bakımından benzer olması. 3) Mütevâzin:
Secili kelimelerin sadece okunuşlarının benzemesi, kafiye benzerliğinin
bulunmaması. (Ateş (1993): 307-308).
Fars Edebiyatında Seci
Farsçanın en büyük sözlüğü olan Lugat-name adlı sözlükte seci kelimesi önce Türkçede de bulunan anlamları verildikten sonra Bedâyi’-i
Şemsü’l-‘ulemâ adlı eserden aktardığı bilgiye göre terim olarak (özetle )
şöyle açıklanmaktadır:
“Nesirde son kelimelerin vezin ve revi harfi ya da ikisinden biriyle
olan uygunluğudur….Seci üç çeşittir: mütevâzî, mutarraf, mütevazin.
Sec’-i mütevâzî: İki kelime arasında revi harfi, vezin, harf sayısı ve eklerin birbiriyle uygun olması; sec’-i mutarraf: İki kelimenin sadece revi
harfi bakımından biribiriyle uygun olması; sec’-i mütevâzin: İki kelimenin revi harfi benzerliği olmadan sadece vezin ve harf sayısı bakımından
birbiriyle uygun olması” (Deh-huda, 2017)1
1
“Sec’: Bâng-kerden-i kumrî, bâng-kerden-i kumrî ve an çi bedân mând, bâng-kerden-i kebûter, kasd kerden, reften be-râhî, nâlîden-i şütür-i mâde…Istılâh-ı bedî’:
ânest ki kelimât-ı âhir der-karînehâ-yı nesr mutâbık bâşend ve der-vezn ü harf-i
revî yâ der-yekî ez-anhâ. Pes sec’ be-se nev’ bâşed: Evvel sec’-i mütevâzî, düvüm
sec’-i mütevâzin, sivüm sec’-i mutarraf ve nîz lafzî ki der-âhir-i fıkra-i nesr vâki’
şeved ve münâsib-i ân der-âhir-i fıkra-i dîger nîz yek lafz vâki’ şeved ve münâsib-i
ân der-evâhir-i fıkra diger niz yek lafz vâki’ şeved beyân-i în müdde’â be-‘ibâret-i
dîger sec’ der-âhir-i lugat âvâz-ı kumrî ve be-ıstılâh ‘ibâret ez- ber-â-ber-buden-i
dü-lafz-ı evâhir-i fıkrateyn hem çünân ki her âvâz-ı kumrî muvâfık-ı yek-dîger
mî-bâşed.Îrâd-ı kelimât-ı evâhir-i fıkrateyn-ra ber-haseb-i muvâfakat-ı hem-dîger
sec’goftendî ve sec’münkasım bûd be-se kısm: mütevâzî, mutarraf, mütevâzin.
Sec’-i mütevâzî: muvâfık-buden-i dü-lafz be-harf-i revî ve vezn ve aded ve hurûf, çün
gül ü mül ve bahâr u mezâr ve sûrî vü dûrî ve mehcûrî vü mahmûrî ve nazar u şeker.
Sec’-i mutarraf: muvâfık-bûden-i dü-lafz be-harf-i revî fakat der-vezn ve aded ve
hurûf muhtelif çün vakâr u etvâr ve mâl ü menâl
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
85
Türk Edebiyatında Seci
Türk Edebiyatında seci terimi, Recaî-zâde Mahmut Ekrem’e kadar
Arap Edebiyatındaki belagat kitaplarına göre tanımlaması yapılmıştır.
(Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Yıldız, 2007).
Recaî-zade Mahmut Ekrem:
Her ne kadar R.M.Ekrem, “Hâlbuki nesirde ne seci’ mültezem ne de
tarsî’ matlub olduğuna..” (Ekrem, 1299: 79) cümlesi ile secinin ve tarsiin
nesirde gerekmediğini belirtse de kitabın “sec’ ve tarsî’” maddelerinde
secinin tanımı, türleri ve uygunluk ve güzelliği konusunda örneklerle bilgi vermiştir. Buna göre R.M.Ekrem, seciyi şöyle tarif eder:
“Sec’ ıtlâk olunan şey nesre mahsûs olarak hılâl-i terkîb ve ibârâta
fevâsıl-ı kelâmiyye de veya birbirine ma’tûf ve ekseriyâ bir lafz ile merbût olan cümel ve fıkarâtın sonlarında vâkı’ kelimâtın evâhiri hurûf ve
harekât ve sekenâtca müttehid bulunmaktan ibârettir” (Ekrem, 1299:
351-352)
R. M. Ekrem, tanımdan hareketle seci türlerini ise şöyle sıralar: “Evvelki sûrette olan escâ’a sec’-i mutlak, ikincisine sec’-i mukayyed ve
sec’-i rabtî” (Ekrem, 1299: 353). Bu seci türlerinden başka Ta’lim-i Edebiyat’ta konunun anlatıldığı bölümde cümleler içinde redif alan seciler
için kullanılan sec’-i mefrûk (Ekrem, 1299: 354) ve “fıkarât-ı müsecca’
arasına giren cümleler beyninde dahı sec’e ri’âyetten ibâret olan” seci-ender-seci türlerinden de bahsetmektedir.
Ayrıca Ekrem, secinin şartları hakkında şöyle bilgiler vermektedir:
“Bunlardan birincisi sec’in tabî’î olması, ikincisi kesret-i isti’mâlinden
ictinâb edilmesi, üçüncüsü kemiyyet ve tabî’atca uslûbun nev’iyle münâsib bulunması, dördüncüsü escâ’-ı mukayyede de cümel ve fıkarâtın tetâvülüne veyâhud biri diğerinden hadd-i i’tidâli tecâvüz etmemesi” (Ekrem, 1299: 356-357).
Seci üzerine yapılan son çalışmalarda, edebiyat terimi olarak seci
“Nesirde kelimeler, kelime grupları, cümlecik veya cümlelerin –çoğunSec’-i mütevâzin: Muvâfık-bûden-i dü-lafz der-vezn ü aded ü huruf ve der-harf-i
revî muhtelif, çün a’mâr u ezrâk ve merâtib ü merâsim ve tahrîr ü tesvîd. Pes
sec’i mütevâzin be-nisbet sec’-i mütevâzî ve mutarraf müstahsen ve mergûb nîst.
Bedân ki ıtlâk-ı kâfiye der-nazm mi-konend ve ançi be-sûret-i kâfiye der-evâhir-i
fıkarât-ı nesr bâşed anrâ sec’ gûyend ve evâhir-i âyât-ı Kur’ân-ı Mecîd-râ ki be-sûret-i kâfiye bâşed fevâsıl hânend, vâhid-râ fâsıla nâmend. (Dehhuda, 2017)
86
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
lukla- sonlarında görülen ses benzeşmeleridir” şeklinde tanımı yapılmıştır (Köksal, 2011: 21). Tanımdaki “çoğunlukla” ibaresine dikkat edilmelidir. Bu ifade daha önce yapılmış tanımlarda bulunmamaktadır. Bu ibare
ile secinin sadece cümle sonlarında yapılmayacağı, cümle içinde veya
başında da secinin kullanabileceği tanıma dahil edilmiştir. Çünkü nesir
kitaplarında yapılan seci değerlendirilmelerinde secinin sadece sonlarda
değil, cümlenin ortasında ve başında da olabileceğini gösteren birçok
örnek vardır (Köksal, 2011: 23).
Türkçe belagat kitaplarında secinin sınıflandırılması konusunda farklılıklar gözlenmektedir. Recaî-zâde Mahmud Ekrem’in Ta’lîm-i Edebiyatı’na kadar yazılmış Türkçe belagat kitaplarında secinin tanımı ve
sınıflandırılması Arap belagat kitaplarına göre yapılmıştır. Ta’lim-i Edebiyat’ta ise seciler bilinen yapı sınıflandırmasının yanında bir de bulundukları yere göre değerlendirilerek yeni seci türleri ortaya atılmıştır.
Ta’lîm-i Edebiyat’a kadar seci çeşitleri Arap belagati dikkate alınarak sec’-i mutarraf, sec’-i mütevâzî, sec’-i mütevâzin ve sec’-i murassa
şeklinde tasnif edilmiştir. Ta’lîm-i Edebiyat ve bu eseri örnek alarak yazılmış belagat kitaplarda ise seci, kelimelerin cümledeki yerleri ve işlevlerine göre yeniden sınıflandırılmış ve seci türleri bakımından sec’-i
mutlak, sec’-i mukayyed veyâ sec’-i rabtî, sec’-ender-sec’, sec’-i mefrûk
gibi yeni seci türlerinden bahsedilmiştir.
Son dönemlerde seci üzerine önemli değerlendirmelerin bulunduğu
çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan birisi Prof. Dr. Cihan Okuyucu, Prof.
Dr. Ahmet Kartal ve Prof. Dr. Fatih Köksal’ın hazırladıkları Klasik Dönem Osmanlı Nesri adlı kitaptır. Bu eserde seci tanımı ve seci sınıflandırılması belagat kitaplarından hareketle yeniden değerlendirilmiş, seci
çeşitleri şu şekilde tasnif edilmiştir:
A. Yapılarına Göre Seci Türleri
1. Sec’-i Mutarraf
2. Sec’-i Mütevâzî
3. Sec’-i Mütevâzin
4. Sec’-i Murassa
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
87
B. Cümledeki Yer ve İşlevlerine Göre Seci Türleri
1. Sec’-i mutlak
2. Sec’-i mukayyed veya Sec’-i Rabtî
3. Sec’-ender-Sec’
C. Redif Alışlarına Göre
1. Sec’-i Mefrûk
2. Sec’-i gayr-ı Mefrûk (Köksal, 2011: 24)
A. Yapılarına Göre Seciler:
Bu sınıflandırmada seci olacak kelimelerin revi, vezin ve sıraları dikkate alınmıştır. Bu sınıflandırmanın temeli Arap belagatine dayanmaktadır.
1) Sec’-i Mutarraf: Secili kelimelerde sadece revi harfi benzerliğiyle
yapılan seciye denilir: فقيرfakîr- تحريرtahrîr gibi. Bu tür secilerde kelimelerin söylenişlerine dikkat edilmez.
2) Sec’-i Mütevâzî: Secili kelimelerde hem vezin hem de revi benzerliğiyle yapılan seciye denilir: خلفhalef- سلفselef gibi.
3) Sec’-i Mütevâzin: Secili kelimelerin revi birliği olmadan vezin
(okunuş) benzerliği yoluyla yapılan secidir. Yani bu seci türünde kelime
sonlarında ses benzerliği aranmaz. Kelimelerin vezin (okunuş) bakımından benzemesi yeterlidir: منظومmanzûm – مقبولmakbûl gibi.
4) Sec’-i Murassa’: Cümle ya da cü mleciklerde seci oluşturan kelimelerin revi, vezin ve sayı bakımından benzerliğiyle yapılan secidir.
Bu seci türünde en az iki kelimenin birbirini takip etmesi ve revi, vezin
bakımından kelimelerin benzeşmeleri zorunludur: Her sâcidün mescûdı
sensin, her âbidün ma’bûdı sensin.
B. Cümledeki Yer ve İşlevlerine Göre Seci Türleri
1) Sec’-i Mutlak: Cümle ya da cümlecik içinde birbirleriyle paralellik ilgisi bulunmayan iki kelime arasındaki ses benzerliği ile yapılan
secidir. Bu seci türü geleneksel seci türleri dışında bağımsız olarak yapıldığından sözün âhengine bir katkısı bulunmamaktadır. Bu bakımından
bir seci türü olarak değerlendirilmesi tartışmaya açık bir konudur.
88
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
2) Sec’-i Mukayyed: Secili kelimelerin gramer ve anlam bakımından
bağlı olduğu ve sonlarda bulunan secilerdir: bir nakış tasvîr ve bir sûret
tahrîr itmek isteseler
3) Sec’-ender-Sec’: Bu seci türü secili kelimeler arasına başka secili kelimeler getirmek suretiyle oluşturulur: Sen ol Alîm’sin ki âyîne-i
ma’rifetünde esrâr-ı nihânî ve mugayyebât-ı dü-cihânî, çehre-i rûz-ı rûşen gibi lâyihdür ve sen ol Rahîm’sin ki nesîm-i rahmetün, dimâğ-ı cân-ı
ins ü cân ve meşâm-ı ervâh-ı âlemiyânda râyiha-i anber-i eşheb gibi fâyihdür
C. Redif Alışlarına Göre
1) Sec’-i mefrûk: Secili kelimelerin sonunda redif niteliğinde ek ve
kelimeler bulunan secilere denilir: Işk âsâyiş-i cândur, ışk ârâyiş-i cihândur.
2) Sec’-i gayr-ı mefrûk: Belagat kitaplarında böyle bir seci çeşidi
bulunmamakla beraber redif almış seciler yanında redif almamış secilerin de var olduğu ileri sürülerek teklif edilen bir seci türüdür.
Seci nesre özgü bir husustur. Secinin nesirde temel işlevi ahengi sağlamaktır. Bunun yanı sıra metni anlamada ve doğru okumada bize yardımcı olan önemli unsurlardır. Ayrıca noktalama işaretleri kullanılmayan
eski nesir metinlerimizde seci bu işaretlerin de yerini tutmaktadır. Yani
secileri bir cümlenin noktası, virgülü …. olarak değerlendirmek mümkündür.
Seci “şiirdeki kafiyenin nesirdeki karşılığıdır” şeklinde kısaca tanımlandığına göre seci her dilden kelime ile yapılabilir. Kaynaklar belirtmese de şiirde nasıl kafiye kusurları varsa secide de bu tür kusurların
bulunması doğaldır. Belagat kitaplarında bahsi geçmeyen bu konu hakkında günümüzde nesir üzerinde yapılan çalışmalarda da bilgiler bulunmamaktadır.
Türk edebiyatında nesir sahası ilk yazılı belgelerimiz olan Orhun kitabeleri ile başlamaktadır. Bu nedenle Türk edebiyatında nesir sahasının
tarihi de edebiyat tarihimiz gibi İslâmiyetin kabulünden önce, İslâmiyetin kabulünden sonra ve Batı kültürü etkisinde olmak üzere üç döneme
ayrılarak incelenmektedir (Uzun, 2007: 10)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
89
En güzel örneklerini Batı Türkçesiyle gelişen Klasik Türk edebiyatımızda veren nesir sahası eserlerinde, Anadolu’da oluşan bu edebiyatın
ve inşa geleneğinin gelişimine paralel olarak değişik üsluplar kullanıldığı görülmektedir. Klasik Türk Edebiyatı nesir sahasında görülen üsluplar üzerine, Cumhuriyet’ten sonra yapılan en önemli çalışmalardan
birisi Fahir İz’in hazırladığı Eski Türk Edebiyatında Nesir adlı çalışmadır. Klasik Türk Edebiyatı alanı için bir nesir antolojisi olan bu çalışmanın başında yer alan değerlendirmede mensur eserlerde sade nesir, orta
nesir ve süslü nesir olarak adlandırılan üsluplar görüldüğü belirtilerek
bu üsluplar özellikleri hakkında bilgiler verilmiştir (İz, 1996: ??). Daha
sonra nesir üzerinde yapılan çalışmaların birçoğunda üslup konusunda
Fahir İz’in görüşlerine uygun değerlendirmelerde bulunulmuş (Okumuş,
2011: 87-88; Uzun, 2005: 9-10; Köksal, 2011: 16): Bir kısmında Fahir
İz’in görüşleri kabul edilmekle birlikte yeni üslup eklendiği görülmüş
(Köksal, 2011: 16); bazılarında ise “sade” ve “süslü” nesir olmak üzere
iki üslup üzerine eserler verildiği (Çaldak ) veya nesir sahasının “halk
nesri” ve “divan nesri” olarak iki koldan geliştiği (Mengi) ifade edilmiştir. Kılıç ise “Klasik Türk Edebiyatı’ında Tarz-ı Nesir Üç Müdür?” adlı
makalesinde nesir üzerine yapılan çalışmaları değerlendirmiş ve sonuç
olarak makale başlığında soruyu genişleterek “Üç müdür? Hiç midir?”
sorusuyla yazısını bitirmiştir (Kılıç, 2016): 79).
Yapılan tüm çalışmalara bakıldığında nesir sahasında bir “süslü nesir” adı verilen bir tarzın bulunduğu ve bu tarzın 15. yüzyılda Sinan Paşa
ile başlayıp geliştiği konusunda birleşildiği görülmektedir.
Sinan Paşa
Sivrihisarlı olan Sinan Paşa, İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey’in
oğludur. Annesi devrin önemli bilginlerinden Molla Yegan’ın kızıdır.
844/1440 tarihinde doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri ihtilaflıdır. İlk tahsiline babasının yanında başlamış, daha sonra devrin meşhur bilginlerinden ders almıştır. Üstün kabiliyeti sayesinde genç yaşında
âlim sıfatını kazanmıştır. Müderrislik, padişah hocalığı ve vezirlik görevlerinde bulunmuştur. Vezirlikten alındıktan sonra Sivrihisar’a sürgüne gönderilen Sinan Paşa, II. Bayezid’in tahta çıkmasıyle yeniden İstanbul’a çağrılmış, vezirlik görevine geri dönmüştür. Sinan Paşa 891/1486
tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.
90
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
Fatih devrinin önemli âlimlerinden olan Sinan Paşa, aynı zamanda
devrinin akla değer veren bir filozofudur. Dünya malına önem vermeyen, sade yaşamayı seven bir yaratılışta olan Sinan Paşa, Tazarru’-name,
Ma’ârif-name ve Tezkiretü’l-evliya adlı Türkçe eserleriyle Klasik Türk
edebiyatının –ihmal edilmiş olsa da- bir nesir sahasının bulunduğunu ortaya koymuş ve bu sahaya önemli katkılarda bulunmuş, verdiği eserlerle Divan nesrinin kurucularından biri olarak kabul edilmiştir. Özellikle
Tanrı’ya yakarışları ifade eden Tazarru’-name adlı eserinde süslü nesir
üslubunun en güzel örneklerini ortaya koymuştur” (Tulum 2001; 1-22).
Nesir üzerine yapılan tüm çalışmalarda Sinan Paşa’nın özellikle süslü nesir tarzının ilk temsilcisi olduğunu konusunda şu değerlendirmeleri
yapmışlardır:
“Süslü nesrin ilk temsilcisi sayılan Tazarrunâme ve Maârifnâme’nin
güçlü yazarı ve Tezkiretü’l-Evliyâ’nın orijinal çeviricisi Sinan Paşa
(ölm.891/1486)’nın üslûbunu tamamen bu sıraya sokamayız. Abdullah
Ansarî’den esinlenerek mütenazır cümlelerle ve sec’e önem vererek yazan Sinan Paşa Türkçenin hakkını vermiş ve üslûbuna kişiliğinin havasını katmış olduğu…” (İz, 1964: XI).
“Süslü nesrin ilk temsilcisi sayılan ve bu nesrin en güzel örneklerini
sunan, İstanbul’un ilk kadısı Hızr Bey’in oğlu olan Sinan Paşa (ö.1486)
yapmacıklığa kaçmadan Arapça ve Farsça kelimeler kullanarak edebiyat dilinin söz dağarcığını zenginleştirmiştir. Türkçe’nin bütün ifade
imkânlarını değerlendiren Sinan Paşa, Abdullah El-Ensarî (ö.1089)’den
esinlendiği kısa ve simetrik, düz ve devrik, secili ve ahaenli sağlam cümlelerle kurduğu mükemmel nesriyle Türkçe’nin hakkını vermiştir” (Çaldak, 2006: 76).
“Sinan Paşa’nın nesri bir tür serbest nazımdır. Süslü nesir, ya da artistik nesir denilen ve secili cümlelerle kurulmuş olan bu nesir tarzında,
birbirleriyle âdetâ iki mısra gibi denkleşen cümleler, ses denkliği bulunan kelimelerle son bulur. Bu durum, sanatkâr için bir bakıma bağlayıcıdır; ancak buna rağmen, o bu hususta hiçbir güçlük çekmediği gibi,
olağanlık dışına da düşmez. Bir şiirde mısra sonlarında kafiye oluşturan kelimeleri kolaylıkla bulur ve kullanır; bunu yaparken hiçbir zaman
cümlelerin taşıdığı anlam yükünü göz ardı etmez, düşünce inceliklerini
ve heyecan tonlarını olabildiğince duyurur; usta bir mücevherci gibi, söz
cevherini, insanda estetik ürperti uyandıracak zarafet ve güzellik örtüsü-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
91
ne bürüyerek, parıltılı bir görünüm içinde sunar.” (Tulum, 2013b: XIX)
Nesir sahasında herkes tarafından takdirle karşılanan ve kendine müstena bir yer kazanan Sinan Paşa’nın, Türkçenin yabancı diller karşısında
hakimiyetini kaybettiği XIV-XV. yüzyıllarda eserlerinde Türkçenin bütün ifade imkanlarını kullanarak dilimize “büyük bir anlatım zenginliği,
kıvraklık ve sanat dili niteliği” kazandırdığını da ifade etmemiz gerekir
(Tulum, 2013b: XVIII).
Sinan Paşa’nın üslubunda ve nesrinin mensur şiire dönüşmesinde en
büyük yardımcısı secidir. Onun üslubunda seci, nesir şiir ahengini kazanmasında, Tazarruat adlı eserinin çok okunmasında önemli rol oynamıştır.
Hemen üç dört satırlık bir paragrafında bile secinin tüm çeşitlerini görmek, metne kattığı şiirsel ahengi hissetmek mümkündür. Sinan Paşa’nın
Tazarru’-name’de daha kitabın başlangıç cümlesinde secilerden nasıl
faydalandığını görebiliriz:
“Hamd-i nâ-ma’dûd ve senâ-yı nâ-mahdûd ol hazrete sezâ-vârdur ki
her zerre-i mevcûd ve her dâhil-i dâyire-i vücûd ol hazretün vücûb-ı vücûdına bürhân-ı kâtı’dır ve minnet-i bî-kıyâs ve şükr ü sipâs şol cenâba
nisârdur ki terkîb-i mümkinât ve nizâm-ı mevcûdât ol cenâbun vahdâniyyet-i zâtına bürhân-ı sâtı’dur.” (Tulum, 2001: 31)
Bu cümlede ana seciler “sezâ-vâr” ve “nisâr” kelimeleridir. Bu kelimeler yapı bakımından “mutarraf”, redif alması bakımından ise “mefruk” secilerdir. Ayrıca ilk cümlede “nâ-ma’dûd” ve “nâ-mahdûd” kelimeleri arasında yapı bakımından “mütevâzî” bir seci, cümledeki yeri
bakımından “merbut” bir seci işlemi yapılmıştır. Yine “sezâ-vâr” ve
“nisâr” kelimleriyle yapılan seci arasında “zerre-i mevcûd” ve “dâyire-i
vücûd” tamlaları arasında yapı bakımından “mutarraf”, cümledeki yerine göre ise, “merbut” ve “sec’-ender-sec’” seciler kullanılmıştır. “bürhân-ı kâtı’dır” ve “bürhân-ı sâtı’dır” tamlamalarında yapı bakımında
“mütevâzî”, redif almasına göre “mefruk” secilere yer verilmiştir. Yine
bu iki secili kelime arasında “kıyâs” ve “sipâs” kelimelerinde yapılarında göre “mütevâzî”, cümledeki yerlerine göre “sec-ender-sec’” ve
“merbut” seciler kullanılmıştır. Ayrıca yine “mümkinât” ve “mevcûdât”
kelimeleri arasında yapı bakımından “mutarraf”, cümledeki yeri bakımından “merbut” seci kullanıldığını söyleyebiliriz. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus her iki kelimenin sonunda da Arapça çokluk
ekinin bulunmasıdır. Kaynaklarda bu gibi durumlar için bir açıklama
92
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
bulunmamaktadır. Bu yüzden her iki kelimenin sonunda görev bakımından aynı ekler bulunmasına dikkat etmeden ahengi sağladığından seci
olarak değerlendirilmiştir. Bu durum, şiirde kafiyede karşılaşılan kafiye
kusurlarından “i’tâ-yı celî”ye benzemektedir. Ayrıca her iki kelime diğer
secilerin arasında bulunduğu için “sec’-ender-sec’”e de örnektir.
Sonuç
Klasik Türk Edebiyatının arka planda olan nesir sahasının günümüz
çalışmalarında da yeteri kadar üzerinde durulmadığı görülmektedir. Yapılan çalışmalardan nesir, nesirde kullanılanan üsluplar, bu üslupların
özellikleri, seci üzerinde daha yeni fikirlerin üretilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Şiir sahasına göre biraz ihmal edilmiş olan nesir sahası, herşeye rağmen Sinan Paşa gibi usta yazarlar çıkarabilmiştir. Sinan Paşa’nın nesir
sahasında bu kadar şöhret kazanmasını sağlayan ise onun secili paralel
kısa cümlelerle bezediği üslubunun büyük yeri vardır. Bu üslup, Sinan
Paşa’nın büyük şöhret kazanıp, günümüze kadar sürmesini sağlamıştır.
Yukarıda incelediğimiz bir tek cümle bile Sinan Paşa’nın üslubunda secinin ne kadar önemli olduğunu, nesrin ahengini artırarak, nesri âdeta
mensur bir şiire çevirdiğini göstermektedir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
93
Kaynakça
Ateş, Ahmet (1993). “Seci”. MEB İslam Ansiklopedisi. C.X. s.307-311.
Çaldak, Süleyman (2006). “Eski Türk Edebiyatında Nesir”, Eğitim. Temmuz-Ağustos, s.74-90
Dehhuda (2017). (www.loghatnaameh.org/dehhodaworddetail-9e6cb3522ad84f69aadobd4381c60c32-fa.html (Erişim Tarihi: 10.04.2017)
Kılıç, Atabey (2016). “Klâsik Türk Edebiyatında Tarz-ı Nesir Üç Müdür?”.
Hikmet-Akademik Edebiyat Dergisi, Prof.Dr.Abdulkerim Abdulkadiroğlu Özel
Sayısı, Yıl 2, S.3, .s.1-79.
Köksal, Fatih (2011). “Nesir ve Seci”. Osmanlı Nesri. Haz.Prof.Dr.Cihan
Okuyucu-Prof.Dr.Ahmet Kartal-Prof.Dr.Fatih Köksal. Ankara. s. 13-37.
M.Nâcî (2009). Lugat-i Nâcî. Haz. Ahmet Kartal. Ankara, TDK.
Mengi, Mine (2007). “Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası”. Taklid Dergisi, c.5, S.10, 43-76
Muîn (1371). Ferheng-i Fârsî. Tahran. C.II.
Mütercim Âsım (1305). Okyanusü’l-Basît fî-Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît.
İstanbul.C.II.
Okumuş, Sait (2011). “Klasik Türk Edebiyatında XV. ve XVI. Yüzyıl Nesir
ve Nasirlerine Bakış”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 4/18, 88-118.
Şemsettin Sâmî (1317). Kâmûs-ı Türkî, İstanbul, İkdam Matbaası.
Tulum, Mertol (2001). Tazarru’-nâme. Ankara. MEB. Yayınları.
Tulum, Mertol (2013a). Osmanlı Türkçesi Büyük El Sözlüğü. İstanbul,
Kapı Yayınları.
Tulum, Mertol (2013b). Sinan Paşa Maârif-nâme Özlü Sözler ve Öğütler
Kitabı. Ankara. AKM Yayınları.
Uzun, Mustafa (2007). “Nesir: Türk Edebiyatı”, TDV İslam Ansiklopedisi.
C. 33. 9-10
Yıldız, Ayşe (2007). “Belagat Kitaplarına Göre Secinin Tanım ve Tasnifi
Üzerine Düşünceler”. Turkish Studies. S.2/4. s.1054-1065.
94
Yrd. Doç. Dr. Halit Biltekin
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
95
Sinan Paşa
1
Prof. Dr. Meserret Diriöz
Sinânüddin Yûsuf b. Hızır b. Celâlüddin (1440-1486), klasik Türk nesrinin büyük üstâdı; âlim, mutasavvıf ve devlet adamı. Sivrihisarlı Nasreddîn Hoca soyundan geldiği söylenen bir ailenin çocuğu olan Sinan Paşa,
anne ve babası cihetinden iki ilim ocağına mensuptur. Onun, Sivrihisar,
Bursa hatta İstanbul’da doğduğunu söyleyenler olmuştur. Babası Hızır
Bey Çelebi’yi, fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a davet etmiş
ve kendisine yeni payitahtın kadılığını vermiş ve bu suretle Sinan Paşa da
babasıyla Bursa’dan İstanbul’a gelmiştir. İlk derslerini babasından aldığı
ve tahsilinin hiç olmazsa bir kısmını, annesinin babası olan büyük âlim
Molla Yegân’ın (ö.1473) yanında yaptığı söylenebilir. Kaynaklar onu, harika bir çocuk olarak tavsif ediyor ve buluğdan önceki yaşlarında minbere
çıkıp vaaz ettiğini kaydediyorlar. Kendi ifadesinden de anlaşılacağı üzere,
bir ömür boyu, gece gündüz, hatta çok zaman aç karnına büyük bir ihtirasla okumuş, vaktini boşa harcamadan ilim tahsil etmiştir.
Sinan Paşa, kabiliyet ve dehasının yanında, elde ettiklerini şüphesiz
biraz da muhitine borçludur. Babasının vefatından sonra daha 19 yaşında bir gençken 1459’da padişah tarafından, müderris olarak Edirne’deki
bir medreseye tayin edildi. Sonra oradaki Dârü’l-hadîs’e müderris oldu.
Çok geçmeden, şeyhülislâmlığa denk bir vazife olan padişah hocalığına
ve “sahn” müderrisliğine getirildi. Tekrar İstanbul’a geldi. Sinan Paşa’ya
vezaret rütbesi ile paşa unvanı verildi. Bu suretle, Fatih, onun siyasi dü1
Meserret Diriöz, “Sinan Paşa”, Türk Ansiklopedisi, c. 29, Ankara 1980, s. 67-68.
96
Prof. Dr. Meserret Diriöz
şünce ve görüşlerinden de istifade etmek ihtiyacında bulunduğunu ortaya
koydu. Sinan Paşa’ya “Hoca Paşa” denmesi, bu tarihten sonradır. Onun
1476’da sadrazam olduğu rivayet edilmişse de ciddi araştırmacılar, bu iddianın zayıflığını ileri sürmüşlerdir. Ancak gerçek olan bir husus vardır ki, o
da Fatih’in bu kadar sevip yanından ayırmadığı, vezir rütbesi verdiği Hoca
Paşa’sından, birden bire incinerek, ona bir düşman muamelesi reva gördüğüdür. Bunun ilmi bir görüş ayrılığından ileri geldiğini veya Şeyh İbni
Vefâ’ya intisabı dolayısıyla, Şeyh’i sevmeyen kimselerin Padişah’a telkinlerinden kaynaklandığını muhtemel görenler bulunmuşsa da meselenin
hakiki mahiyeti, henüz aydınlatılmış değildir. İşte ister bu sebeple olsun,
ister başka bir sebebe dayansın, Fatih hocasını hapsettirdi. Ancak ulemanın
kendisini bir çeşit tehdit ederek karşı çıkmaları üzerine, Sinan Paşa’yı babasının doğum yeri olan Sivrihisar kadılığına ve müderrisliğine tayin etti.
Yola çıkan hocasının arkasından bir hekim göndererek yolda onu
durdurup, delilere uygun bir tedaviye geçmesini emretti. Hekim, Sinan
Paşa’ya İznik’te yetişerek, padişahın emirlerini yerine getirdi. Onu bağlatarak günde 50 sopa vurdurup, bünyesine zarar verecek şerbetler içirmeye başladı. Sinan Paşa’ya reva görülen bu muameleyi duyan İznik
ulemasından İbni Hüsameddin’in padişaha gönderdiği sert bir mektup
üzerine Sinan Paşa, serbest bırakıldı. Sivrihisar’a giderek, 1481 yılına
kadar orada kaldı. Bu arada, kardeşleri ve yakın talebeleri de bir bir vazifelerinden azledildiler. Ancak II. Sultan Bayezid tahta çıkınca, kendisine itibarı iade edildi ve Edirne Dârü’l-hadîs’i müderrisliğine getirildi.
1482’de bütün mansıplardan feragat ederek günlük yüz akça ile tekaüd
oldu. Bazılarına göre İstanbul’da bazılarına nazaran da Edirne’de 891’de
(1486) öldü. Mezarı, İstanbul’da Eyüp’tedir.
Sinan Paşa, üstün ve taşkın bir zekâya sahipti. Pek çok kimsenin ancak ileri yaşlarda elde ettikleri ilim ve kemali, o çok genç yaşlarda kazanmış, bu ilmi ve kemali sayesinde çok erken bir çağda maddi ve manevi
rütbelere erişmiştir. Düşmanlarının yanında, başta şehzâde Bayezid (II.
Sultan Bayezid) olmak üzere, her tabakadan kendisini çok seven fedakâr
dostları da vardı.
O, ilme ayak bastığı ilk zamanlarda felsefeye kapılmış, reybî bir insandı. Fakat sonradan aşkın yanında aklın bir değer taşımadığını, eksik
bulunduğunu kavradı. Bilhassa İbni Vefâ’ya intisap edip kendisini tasavvufa verdikten ve hele başına büyük belalar geldikten sonra, şeriat ve ha-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
97
kikatin, ilahî aşkın eteğine yapışarak, büyük bir sükûn ve tevekkül içinde
yaşadı. Cömert, yardımsever, dünyaya ehemmiyet vermeyen bir insandı.
Tam bir dervişti. Himmet ve cesaret sahibi, korkusuz bir kimseydi. Açık
fikirliydi. Çok büyük âlimlerin meclisinde yetişti; aynı zamanda kendisi
de şahsiyet sahibi, büyük âlimler yetiştirdi. İlmi, zekâsı ve hitabeti sayesinde, mübahase ve münazarada, eşsizdi. O, riyaziye bilmediği halde,
talebesi Deli Lutfî (ö.1494) vasıtasıyla Ali Kuşçu’dan aktardığı bilgilerle, Kadı-zâde Rûmî (ö.1412) tarafından, Çağmînî’nin El-mülahhas adlı
eserine yazılan şerh üzerine, bir haşiye yazmış ve yine, Ali Kuşçu’nun
(ö.1474) ortaya attığı bir hendesî mesele hakkında, Fatih Sultan Mehmet
Han’ın arzu ve işaretiyle bir eser kaleme almıştır.
Sinan Paşa, büyük bir nesir üstadıdır. O, Fuzûlî’den (ö.1556), Nergisî’ye (ö.1635) hatta Yusuf Kâmil Paşa’ya (ö.1875) kadar uzayan bir
zincirin ilk halkasıdır. Süslü nesir, sanatlı nesir diyebileceğimiz çığırı
Türk edebiyatında açan ilk sanatkârdır. Türk edebiyatında seci’, daha
önce Ya’kub b. Hızır’ın 1406’da yazdığı Cevâhirü’l-me’ânî adlı eserinde ve Kaygusuz Abdal’ın muhtelif risalelerinde görülürse de bunu ilk
defa hemen her cümlesinde kullanan kimse, Sinan Paşa’dır. Ancak onun
nesrimize getirdiği bu yenilik, tamamıyla İran edebiyatının ilk seci’ üstadı Hâce Abdullah-ı Ensârî’den (1005-1088) alınmadır. Şimdiye kadar
böyle mühim bir mesele, mukayese yoluyla araştırılmamıştır.
Sinan Paşa’nın başlangıçta yazdığı eserler, medrese kitapları üzerine
yazılmış şerhlere yaptığı Arapça haşiyelerden ibarettir. Ona Türk edebiyatında seçkin bir yer kazandıran asıl eserleri, II. Sultan Bâyezîd zamanında, ömrünün sonlarına doğru yazdığı Tazarruʿ-nâme, Ma’ârif-nâme
ve Tezkiretü’l-evliyâ adındaki Türkçe kitaplarıdır.
Tazarruʿ-nâme: Tazarru’ât da denilen bu eser, başkalarına faydalı olmak ve ağzı kutlu aşk erlerinin duasını kazanmak için yazılmıştır. Sinan
Paşa, burada tasavvufun mevzuu olan ilâhî aşkın esaslarını anlatır ve kendi kalbinin heyecanlarını dile getirir. Tevhîd, ma’rifet, vücûb-ı şeyh, havf
ü recâ, zühd, vücûb-ı tevbe, İslâm, vuzu’, salât, savm, hac, ilm, rızâ, sabr,
fakr, ma’rifet-i nefs gibi mevzuları işler. Bu kısım, yer yer uzun yer yer
kısa ve fakat seci’li cümlelerden müteşekkil bölümlerden meydana gelmiştir. Mensur kısımların içinde mesnevi şeklinde manzumeler, manzum
hikâyeler vardır. Yapılan seci’ler, umumiyetle mutarraf, mütevâzî ve mukayyed cinstendir. Ara sıra mutlak ve murassa’ seci’ler de kullanılmıştır.
98
Prof. Dr. Meserret Diriöz
Tazarruʿ-nâme’ye hususiyet veren bu seci’ler ve ilâhî aşk mevzuu,
yukarıda belirtildiği gibi, Hâce Abdullah-ı Ensârî’nin Münâcât-nâme adlı
eserinden mülhemdir. Bu kısmın sonunda bulunan yedi büyük peygamberin, ileri gelen ashabın, mezhep ve hadis imamları ile Şeyh İbni Vefâ’nın
naatlarını ihtiva eden son kısımlar, bir yama gibidir. Bu kısımların üslûbu
bile değişiktir. Eser, 1971’de Mili Eğitim Bakanlığı’nca neşredilmiştir.
Ma’ârif-nâme: Tasavvufî ve ahlakî mevzuları işleyen bir nasihat kitabıdır. Tazarruʿ-nâme’den sonra yazılmıştır. Nasihat-nâme adıyla da anılır. Sinan Paşa, bu eserinde de seci’li cümleler kullanırsa da durum Tazarruʿ-nâme’dekinden daha azdır. Saniyen ifade, sun’î değildir, daha tabiîdir.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından neşredilmiştir.
Tezkiretü’l-evliyâ: Sinan Paşa’nın Ma’ârif-nâme mukaddimesinde
“menâkıb” diye bahsettiği bu eser, henüz incelenmiş değildir. Elde bu
isimle mevcut yazma nüshalar birbirine uymamaktadır. Muhtelif kimselerin bu isim altındaki te’lif ve tercüme eserleri birbirine karışmıştır.
Sinan Paşa’nın ifadesine nazaran, Ma’ârif-nâme’yi yazarken arada
bazı meşhur sufileri de yazmak istemiş ve yazmaya başlamış; ancak bu
iş kendisini asıl eseri te’lif etmekten alıkoyduğu için, o sahifeleri ayırmış ve ayrı bir kitap farz etmiş. Niyeti, Attâr’ın (ö.1229) Tezkiretü’l-evliyâ’sındaki sufilere, o kitapta olmayan ve Anadolu’da yaşayan uluları,
azizleri de koyarak yeni bir eser vücuda getirmekmiş. Bugün Sinan Paşa’ya isnat edilen bu Tezkiretü’l-evliyâ yazmalarına itibar ve itimat edilse bile, bunlarda 30-70 arasında evliyanın menakıbının mevcut olduğu
görülür. Hâlbuki sadece Attâr’ın eserinde 97 kadar evliyanın menakıbı
bulunmaktadır. Bu hal gösteriyor ki, Sinan Paşa, tasavvurunda bulunan
eseri tamamlayamamış, niyetini tam olarak gerçekleştirememiştir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
99
Sinan Paşa’nın Sürgün Hadisesi
ve Osmanlı Aydınının Tavrı
Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniv.
Özellikle Ortaçağ’da, devlet ve sanat ilişkisi gündeme geldiği zaman
genellikle iki hususla karşılaşırız. İlk olarak devletin himayesini elde
eden sanatçılar kendilerine bu imkânı sağlayan yöneticilere övgüyle karşılık verirler. Tersine olan durumlarda ise sanatçı haksızlıklara karşı yine
şiir formunu tercih eder ancak bu çoğu zaman yergi içerikli olur. Bu durum bazen kişisel çatışmalar sonucu olabileceği gibi bazen de bir davanın öncüsü olma durumunda ortaya çıkabilir. Yönetenle özellikle duyarlılıkları nedeniyle sıradan insanlardan daha çok tepkisel konumda olan
sanatçılar arasında dünya var olduğu günden beri çatışmalar olagelmiş,
bunun sonucunda yöneten tarafından bir cezalandırma unsuru olarak sürgüne başvurulmuştur. Bu bağlamda dünyanın uzun ömürlü devletlerinden birisi olan ve geliştirdiği özel mekanizmalarla sanatın her türünün
gelişip serpilmesine imkân sağlayan Osmanlı Devleti’nde de başlangıç
yıllarında daha az, sonraki dönemlerde daha sık olmak üzere sanatçılara
uygulanan cezai yaptırım olarak sürgünlere rastlanmaktadır.
Osmanlıda şair/yazarların sadece yazdıklarından dolayı sürgüne gönderilmedikleri, aynı zamanda bir mesleği olan şair/yazarların bu mesleklerin icrası sırasında ortaya çıkan kusur neticesinde de sürgün olaylarıyla karşılaşabildikleri dikkat çekilmesi gereken bir noktadır. Fakat
bu durumda da yine içine düşülen durumu ifade etmek açısından edebî
100 Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
malzemeler kullanıldığı için bu konumda olan isimleri de benzer bağlamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Her yönetimde olduğu gibi,
özellikle kişilerin belirli görevlere gelmelerinin belli kriterlerden çok bir
yöneticinin iki dudağının arasında olduğu kapalı yönetimlerde de saray
çevresinde görev alanlara yönelik olağanüstü bir karalama kampanyasının ve insanların birbirlerini küçük düşürecek etkinliklerin var olduğu bilinmektedir. Bu konumdaki isimlerden biri meşhur Tazarrûnâme yazarı,
Osmanlı âlimi ve devlet adamı olan Sinan Paşa’dır. Bu yazıda Sinan Paşa’nın veziriazamlıktan azli ve sürgüne gönderilmesi süreci Osmanlı aydınının konumu ve yaşadığı döneme etkisi çerçevesinde ele alınacaktır.
Sinan Paşa, on üç on dört yaşlarında, Sultan tarafından kadı olarak
davet edilen babasıyla birlikte İstanbul’a gelir. Burada dedesi Molla
Yegan’ın meclisine devam eder, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla
Kırîmî, Hocazâde Muslihuddin ve Kestelî gibi devrin büyük ulemasıyla
tanışır. Ali Kuşçu’nun da öğrencisi olan Sinan Paşa genç yaşta edindiği
geniş bilgisiyle dikkat çeker. Babasının ölümü üzerine Fatih tarafından
Edirne’de bir medreseye, ardından II. Murad’ın yaptırdığı Darülhadise
müderris tayin edilir. Osmanlı Devleti’nde yöneticilerin yakın çevrelerinde musahib olarak genellikle ilim ve sanat dünyasından ehil kişileri
bulundurdukları bilinmektedir. Musahib, başka bir deyişle nedim ya da
karin sultanın daima yanında bulundurduğu, bir anlamda özel yaşamına
ortak yaptığı danışmanı ve sırdaşıdır. Sinan Paşa da İstanbul’un fethinden sonra davet edilen isimlerden birisi olarak geldiği şehirde Fatih’in
teveccühünü kazandığında “hâce-i sultânî” lakabıyla Padişah’ın başdanışmanlığına ve Sahn Müderrisliği’ne getirilir. Fatih Sultan Mehmed
tarafından düzenlenen Kanunname hükümlerine göre padişah hocaları
şeyhülislamla aynı mertebede değerlendirilmektedir. Bu konumdaki kişiler veziriazam dışında bütün vezirlerin üstünde olduğu gibi, bayram
tebriklerinde padişah kendileri ile ayağa kalkarak tebrikleşirdi.1 Burada
söz edilen “hacelik” vasfı hoca ya da öğretici olmaktan ziyade gerektiğinde kendisine danışılan saygınlıkta kişidir. Musahiblik görevi de bu
kapsamda değerlendirilmelidir. Sinan Paşa’nın henüz yirmili yaşlarda
elde ettiği bu itibarlı konum Osmanlının toplumsal yapısı düşünüldüğünde çok önemli bir mertebedir. Bununla da yetinilmemiş ulemadan birisi1
Mertol Tulum (Haz.), Sinan Paşa, Tazarruname, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı, 2014, s. 15.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 101
nin vezirlik görevine atanması sıklıkla rastlanan bir durum olmamasına
rağmen Paşa ünvanı elde etmesini sağlayan vezirlik rütbesi kendisine
1470 yılında verilmiştir. Bu tarihten sonra daha çok Sinan paşa olarak tanınmıştır. Mecdî, Şakayık Tercümesi’nde Sinan Paşa’nın 1477’de Gedik
Ahmed Paşa’nın azli üzerine veziriazamlığa getirildiğini fakat aynı yıl
bilinmeyen bir sebeple azledildiğini “Padişah hazretlerinin Sinan Paşa
ile mabeynlerinde azli icab eder bir kıssa-i vâhiye vâkı olmagın”2 ifadeleriyle belirtmektedir. Bu ifadelerde Paşa’nın azline sebep olabilecek bir
konu belirtilmemekle birlikte sultan ile onun arasında geçen bir olaya
işaret edilmektedir. Latifi ise Tezkiresi’nde “bu dahi birkaç gün umûr-ı
ammeyi gördükten sonra vizr-i vezâretten kaçıp ve riyâseti siyâset bilip ve a’râz-ı dünyâdan külliyen i’râz edip”3 sözleriyle Paşa’nın vezirlik
yükünü kendi isteğiyle bırakarak dünya işlerinden elini eteğini çektiğini
ifade etmektedir. Ancak Sinan Paşa’nın yaklaşık bir yıllık vezirlik görevinin ardından hapsedilmesi Latifi’nin bu ifadesinin doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaktadır. Üstelik Sinan Paşa’nın sonraki dönemde yazdığı eserlerinde yer alan Sultan’a yönelik açık olmayan sitem ifadeleri ve
haksızlığa uğradığını ima eden görüşleri de onun vezirliği kendi isteğiyle
bırakmadığını düşündürmektedir. Kaynaklarda Paşa’nın vezirlikten azledilmesine yol açan belirli bir sebep olmamakla birlikte dönemin bilginleri arasındaki fikir ayrılıklarının buna gerekçe olduğuna dair yorumlar
da bulunmaktadır. Mertol Tulum, yayına hazırladığı Tazarruname’nin
inceleme kısmında bu konuyla ilgili şunları şöyler: “Sultan Fatih zamanında ilim adamlarının iki bölük olduğu bilinmektedir. Birinci bölük Sinan Paşa, Hoca-zâde, Molla Lütfî ve Ali Cemâlî Efendi gibi hür fikirli,
bilgisini aklının ve vicdanının emrine vermiş, tartışmayı ve tenkidi seven
ve gerekli sayan bir anlayışı temsil eden bilginlerden oluşmakta; ikinci
bölükte ise Hatîb-zâde, Ahaveyn, Efdal-zâde gibi şekilci, tutucu, aklın
engebeli ve sarp alanında yol almağa çabalamak yerine naklin düzlüğü
içinde kolayca, yorulmadan dolanmayı yeğleyen, dolayısıyla akıl yarıştırmayı ve tartışmayı sevmeyen ilim adamları yer almaktaydı. Bu ikinci
bölüğün başında bir de seyfiye sınıfı mensubu, Karamani Mehmed Paşa
bulunuyordu. Birinci öbekte yer alanlar, o dönemin en önemli düşünce ve tasavvuf okulu olan Zeynîlik temsilcisi Şeyh Vefâ’ya yakınlık ve
2
3
“Sinan Paşa”, İslam Ansiklopedisi, C. 37, İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, s. 229-230; Mertol Tulum (Haz.), Sinan Paşa, Tazarruʿ-nâme, İstanbul: MEB Yayınları, 1971, s. 1-10.
Rıdvan Canım (Haz.), Latifi Tezkiresi, Ankara: AKM Yay., s. 310.
102 Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
bağlılık duymakta, Sinan Paşa’nın değerlendirişiyle, aklın ulaşabildiği
sınır noktasından ötedeki üst âleme, kutsallar ve kutsallıklar dünyasına ait sırlarla ilgili meselelerin keşfinde onun kılavuzluğuna tutunmuş
bulunmaktaydılar. İkinci öbekte yer alan ilim adamlarına gelince, onlar
Şeyh Vefâ tekkesi bağlılarını inançsızlık ya da daha yumuşak bir ifadeyle, inanç yolundan uzaklaşmakla suçlamaktaydılar.”4 Tulum, o dönemde
iki ayrı görüş oluşturan ilim adamları arasındaki çekişmenin Sinan Paşa
hakkında bir iftira isnadına varabileceğini belirterek Paşa’nın görevinden
azledilerek sürgün edilmesine gösterilebilecek en güçlü sebebin bu olabileceğini ifade etmekte; Tezkiretü’l-Evliyâ adlı eserinde özellikle Şeyh
Vefâ’yı savunma amacıyla ileri sürdüğü düşünceler ve tasavvuf karşıtı
çevrelere yönelttiği susturucu cevap oklarının Paşa’yı çevreye karşı açık
bir hedef haline getiren önemli kayıtlar olduğuna da dikkat çekmektedir.
Sinan Paşa’nın hapsedilmesi üzerine İstanbul uleması toplu hâlde
Padişah’a müracaat edip, “elbette ıtlâk olınmak gerekdür. Ve illa cümle kitâblarımuzı ihrâkun bi’n-nâr iderüz ve dârü’l-mülkinden göçer giderüz”5 diyerek, Paşa affedilip hapisten çıkarılmazsa bütün kitaplarını
yakarak Osmanlı topraklarını terk edeceklerini bildirmişlerdir. Sultan
bunun üzerine Sinan Paşa’yı hapisten çıkarmış ve Sivrihisar kadılığı ve
müderrisliğiyle İstanbul’dan uzaklaştırmıştır.6 Ancak Sultan’ın Paşa’ya
öfkesi dinmemiş olmalı ki, Paşa’nın arkasından bir tabib göndermiş,
kendisine delilik isnad ederek akıl hastalarına yaraşır önlemler alınmasını emretmiştir. Paşa görev yerine giderken İznik’e vardığında kendisine
yetişen tabib onu tekrar hapse koymuş ve ellerini bağlatarak günde elli
değnek vurdurmuştur. Bu muameleyi haber alan dönemin ulemasından
Molla Hüsâmeddin Sultan’a bir mektup göndermiş, “ya bu zulmü giderün veyahud kalkar giderüz”7 diyerek tedavi amaçlı olduğu söylenen bu
uygulamadan vazgeçilmesini istemiştir.8 Bunun üzerine serbest bırakılan
Sinan Paşa Sivrihisar’a gitmiş ve Fatih Sultan Mehmed’in ölümüne kadar orada kalmıştır.
4
5
6
7
8
Mertol Tulum (Haz.), Sinan Paşa, Tazarruname, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı, 2014, s. 18.
Hüdai Şentürk (Haz.), Künhü’l-Ahbar, C.II, Ankara: TTK Yay, 2003, s. 203.
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1982, s. 49-50.
Hüdai Şentürk (Haz.), Künhü’l-Ahbar, C.II, Ankara: TTK Yay, 2003, s. 203.
Mertol Tulum (Haz.), Sinan Paşa, Tazarruname, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı, 2014, s. 20.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 103
Sinan Paşa’nın hapisten çıkarılıp Sivrihisar’a gönderilmesi, fiziki
şartlar açısından düşünüldüğünde dört duvar arasında kapalı tutulduğu
bir mekandan kurtulması dolayısıyla özgür kalması anlamında düşünülebilir. Ancak Osmanlı Devleti’nin sürgün politikası açısından düşünüldüğünde Paşa’nın vezirlik gibi çok önemli bir konumda iken azledilip
merkezden uzaklaştırılma düşüncesiyle İstanbul’dan uzak bir kadılık
görevine gönderilmesi de sürgün bağlamında değerlendirilmelidir. Osmanlıda belirli sürgün mekânlarının öne çıktığı görülmektedir. Osmanlı
tebaasının gönderildikleri sürgün yerleri genellikle suçun niteliğine, suçlunun devlet hizmetindeki makam ve mevkiine veya statüsüne ve benzeri
sebeplere göre değişebilmekteydi. Buna karşılık suçu nispeten hafif görülen eski sadrazam ve ilmiye sınıfı yöneticilerinin Malkara, Dimetoka
ve İstanbul’a civar yerler ile Bursa, İzmir, Ankara, Kütahya gibi merkeze yakın ve gelişmiş Anadolu şehirlerine gönderildikleri bilinmektedir.9
Osmanlıda sürgünlerin, büyük ölçüde merkezden uzaklaştırma düşüncesinin hâkim olmasından dolayı İstanbul’dan yapıldığı görülmektedir ve
sürgün cezasının katle bedel verildiği durumlar da vardır. Sürgün edilen
kişinin çoğu zaman sürgün edildiği mekânda serbestçe hareket edebilme
ve oranın sakini gibi yaşayabilme hakkı vardır. Hatta belgelerde sürgün
edilen kişinin, sürgün yerine ailesi ve evlatlarını da götürebileceği ya da
kişinin ailesiyle birlikte gönderildiği örnekler de yer almaktadır. Sinan
Paşa gönderildiği yerde kadılık ve müderrislik görevlerine devam etmiş,
herhangi bir cezai kısıtlaması olmamıştır. Paşa’nın bu sürgünlüğünde
kendisine öğrencisi Molla Lütfî’nin, Sultan’ın hafız-ı kütüplüğünü bırakarak yoldaşlık etmesi de bunu göstermektedir. Osmanlıda ilmiye sınıfına uygulanan en ağır cezanın sürgün olduğu bilinmektedir. Bilindiği
gibi Osmanlıda ta’zir suçları, azarlamaktan idam etmeye kadar çok farklı
müeyyideleri içinde bulundurmaktadır. Ta’zir amacıyla çok ağır şekillerde cezalandırılanların varlığı da bilinmektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nde dine, ilme ve ilim adamlarına hürmet gereği başta şeyhülislamlar
olmak üzere ulema sınıfı içinde bulunanlara bir ayrıcalık tanınmış ve
bu grupta yer alanların ta’zir edilmelerinde daha hassas davranılmıştır.
Siyaseten katledilmeyi gerektiren bir suçu işleyen ulemaya en ağır ceza
olarak görevden azl ve sürgün cezası verilmiştir. Sinan Paşa’nın nedeni
9
Osman Köksal, “Osmanlı Hukukunda Bir Ceza Olarak Sürgün ve İki Osmanlı Sultanının Sürgünle İlgili Hatt-ı Hümayunları”, http:// dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/199.pdf, s. 288.
104 Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
bilinmemekle birlikte Fatih Sultan Mehmed’in gazabına uğraması bu konumu sebebiyle en ağır cezayı almasına yol açmıştır. Kaynakların Sinan
Paşa’nın Sivrihisar’a gönderilmesini sürgün olarak nitelendirmemeleri,
Paşa’nın konumuna saygıdan olmalıdır.
Biyografi kaynaklarında affedilmeyi ifade eden “halâs olmak”, “ıtlâk olunmak” gibi kelimeler yer almakla birlikte, Osmanlı toplumsal yapısı çerçevesinde düşünüldüğünde suçlunun bağışlandığının en önemli
göstergesi merkeze dönebilmektir. Kaynaklarda çoğu zaman “İstanbul’a
döndü” ya da “Dersaâdet’e döndü” şeklindeki ifadeler, kişinin affedildiği anlamında bilgi olarak yer almaktadır. Kaynaklarda pek çok isim
İstanbul’a dönüşünü ifade eden “Dersaâdet’e muvasala” ifadesinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Bu ifadelerden, İstanbul’a ulaşabilmenin,
merkeze tekrar dönebilmenin, cezanın affedilmesi yanında kişi için herkesin elde edemediği prestijli bir durum olarak da değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili söylenilen şiir örneklerinde de İstanbul’un
değerine vurgu yapılmış, buradan sürülen kişiler kimi zaman cennetten
kovulan şeytana benzetilmiş, İstanbul’dan uzaklaşmak da çöle düşmek
ve cennetten uzaklaşmak olarak ifade edilmiştir. Sürgün cezası alarak
değişik yerlere gönderilen isimlerin affedildikten sonra İstanbul’a dönme
çabasında olmalarını haklı görmek gerekir. Çünkü İstanbul’a, dolayısıyla
merkeze dönebilmek, kişiler için aynı zamanda yönetim tarafından da
affedildikleri anlamına gelmektedir. Sinan Paşa, Fatih Sultan Mehmed’in
vefatına (1481) kadar Sivrihisar’da kalmış, ancak onun ölümünden sonra
Sultan Bayezid’in tahta çıkmasıyla (1481) birlikte İstanbul’a dönebilmiştir. Osmanlıda devlet makamında önemli görevler ya da memuriyetlerde bulunan isimler arasında sürgün/hapis cezası alanların cezalarının
sona ermesi yanında devlet tarafından da affedildiklerinin en önemli
göstergesi bu cezalar sonrası eski görevlerine dönebilmeleri ya da yeni
görevler almalarıdır. Sultan Bayezid de Sinan Paşa’ya vezirlik rütbesi ile
itibarını geri vermiş, Paşa’yı günlük yüz akça ile Edirne’de Darülhadis
Medresesi’ne müderris olarak göndermiştir. Sinan Paşa,1486 tarihinde
İstanbul’da vefat etmiştir.
Sinan Paşa’nın hapsedilmesinin ardından dönemin ulemasının toplanarak sultanın huzuruna çıkmaları ve Sinan Paşa’nın hapisten çıkarılmaması durumunda ülkeyi terk edeceklerini bildirmeleri hususu Osmanlıda
aydının konumunu değerlendirebilmek adına çok önemli bir harekettir.
Osmanlıda yöneticilerin ilim ve sanat adamlarına gösterdikleri hürme-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 105
tin yanında gerektiği durumlarda onların da yöneticinin verdiği kararı
sorgulayan taleplerde bulunabildikleri görülmektedir. Gelibolulu Âlî,
Künhü’l-Ahbâr adlı eserinde Sinan Paşa’nın kısa süreli hapis cezasından ulemanın Sultan’a karşı çıkması ile kurtulması hadisesini Sultan’ın
ulemanın talebini yerine getirmek durumundaymış havasında ifade ettiğini görmekteyiz. Sultan’ın ulemanın tehdidine boyun eğmesi, Osmanlı
aydınının etkin konumuna da işaret etmektedir. Bazen de Osmanlı dönemi içinde üretimde bulunan şair/yazarların çalışmalarında yöneticilerin
kararlarının sorgulandığı görülmektedir. Gelibolulu Âlî, yukarıda söz
edilen çalışmasında Sinan Paşa’dan bahsettiği bölümün sonuna “Garip
bir ek ve ulu padişahların kararsızlığı” başlıklı bir yazı eklemiş ve Sinan Paşa hususunda padişahın ortaya koyduğu kararsız tutumları açık
bir şekilde eleştirmiştir. Sultanların kararsızlık hasletinden mutlaka kaçınmaları gerektiğine vurgu yapan yazar, sultanların kullarından birine
rağbet ve iltifat ettiklerinde hemen öldürme ihtimallerinin uygun olmadığını aynı şekilde kahr ve gazap ettikleri şahsı hemen önemli bir göreve
getirmelerinin de iş ve tavırlarında sebat olmadığına delil olabileceğini
dile getirir: “Şüphesiz ulu Ebu’l-feth, saygıdeğer Sultan Mehmet Han,
Sinan Paşa gibi biricik bilgin ve eşi olmayan bir değeri yüce mertebelere ulaştırıp Semaniye Medreselerinden birine atamış, sonra da kendine
başdanışman tayin edip bilgisinden yararlanmak istemiş, çeşitli ikram
ve iltifatlarla “bana bir harf öğretenin” mazmununu eda ettikten sonra
vezirlik rütbesine ulaştırmış, sonra da gah Darü’l-hadis medresesini, gah
gündeliği elli akça ile Çifte medresenin birini imaret tevliyeti ile uygun
görmesi, yine Gelibolu sancağı verilip ardından Sivrihisar kadılığı ve
medresesiyle riayet olunması, ayrıca hemen o gün başkentten sürülmesi,
İznik’e vardığı gibi hastaneye haber verilip her gün ellişer değnek vurulması, bir süre sonra alimlerin ayaklanışıyla af buyurulması o şerefli padişahın kararsızlığını bütünüyle göstermeye delalet eden hallerdir.” Alî,
büyük küçük herkesin o uygunsuz durum ve hareketleri ayıplayacaklarının kesin olduğunu belirterek konuyla ilgili şu dörtlüğü söylemiştir:
Mütelevvin gerekmez ey ‘Âlî
Pâdişâhân-ı ‘âlem-temkîn
Düşe mi bâ-husûs Ebu’l-feth’e
Öyle etvâr-ı nâ-sezâ ile kîn10
10 Hüdai Şentürk (Haz.), Künhü’l-Ahbar, C.II, Ankara: TTK Yay, 2003, s. 203-204.
106 Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
Döneminin aydın konumundaki isimlerinden birisi olarak Âlî’nin
ifadeleri önemlidir. Nasıl ki sundukları şiirlerde şairlerin adalet kavramına vurgu yapmaları, yöneticilere zulmetmeme konusunda yöneticileri
uyarmaları söz konusuysa, Âlî de Sultan’ın tavır ve kararını bu yolla
eleştirmektedir. Osmanlıda şairler/yazarlar, yöneticiler gözünde onları
yüceltecek eserler yazan kişiler olarak görünürken zaman zaman da bu
örnekte olduğu gibi, yöneticileri hicvedebilecek konuma sahip oluşları da
göz ardı edilmemelidir. Benzer bir örnek de 16. yy şairlerinden Hasbî’nin
konumudur. İbrahim Paşa tarafından hapise attırılmasının ardından dönemin şairlerinden Basîrî, Zâtî, Keşfî ve Kandî bir araya gelerek şairin
kurtulması için Paşa’dan şefaat dilemişler, Paşa, şairlerin talebinden sonra
Hasbî’yi affetme konusunda yumuşamışken çevresindeki bazı kişiler şuaranın kendisini ziyareti hakkında “Şuarâ seni hicv ile tahfîf itmek şeklin
gösterür.” diyerek bu affa engel olmuşlardır.11 Yakınındaki kişilerin sanatçıların kendisini hicvedebilecekleri imasında bulunduklarını Paşa’ya hissettirmeleri ilginçtir. Bu durum aynı zamanda Osmanlıda eli kalem tutan
aydın kesimin nasıl algılandığına da bir örnektir. Buradan hiciv türünün
devlet adamlarının çekindikleri, şair/yazarların da yeri gelince kullanmaktan çekinmedikleri bir silah olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.
Osmanlının toplumsal yapısını dikkate aldığımızda tek ve mutlak bir
karar merciinin olması, sultanın yakınında bulunan kişiler için de zaman
zaman tehlike oluşturmuştur. Mutlak otoritenin tek kişi üzerinden yürüdüğü bir yönetim şekli söz konusu olduğundan sultanın yakın çevresindeki
kişilerin gözden düşürülmeye çalışıldığı olmuştur. Sinan Paşa gibi sultanın
kendisine üst düzeyde ilgi ve iltifat gösterdiği bir ismin de bu yollu bir uğraş sonucu merkezden uzaklaştırılmış olabileceği kuvvetle muhtemeldir.
Osmanlıda bu tür görevleri icra eden aydınların tedbirli olmaları gerektiğine dair kaynaklarda vurgulanan örnekler de vardır. Örneğin, Musa Kâzım
Paşa’nın haksız yere sürgün edildiğini düşünen dönemin sadrazamı Yusuf
Kâmil Paşa şairin affedilmesi konusunda da gayret göstermiştir. İstanbul’a
gelen Kazım Paşa’nın şükür ve minnetini sunduğu sırada sadrazam Yusuf
Kâmil Paşa’nın nasihatli sözleri, Osmanlıda Paşa konumundaki kişilerin
bu tür durumlarla sıkça karşılaşabileceğine işaret etmesi açısından önemlidir: “İstanbul’a vürûdunda şükür ve minnetini arz ettiği sırada paşa, ‘Er11 Filiz, Kılıç (Haz.), Aşık Çelebi, Meşairü’ş-Şuara, İstanbul: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü
Yay., 2010, s. 615-616.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 107
bâb-ı kemâlin bu türlü sadmelere uğraması tabiîdir. Fakat ihtiyâta riâyet
etmek de muktezâ-yı kemâldir” (İstanbul’a döndüğünde teşekkürlerini
ifade ettiği sırada paşa, “aydınların bu türlü tehlikelere uğramaları doğaldır. Ama tedbirli olmak da bilgeliğin özelliklerinden birisi olmalıdır.”) tarzında nasihatte bulunmuştur”.12
Sinan Paşa yaşadıklarını bir haksızlık olarak değerlendirmiş ve Tezkiretü’l-Evliya’sında bunu sık sık dile getirmiştir. Ayrıca Maarifname’sindeki ifadelerden gözden düşmesinde kendisini çekemeyenlerin etkisinin
olduğu da anlaşılmaktadır. Sinan Paşa, özlü sözler ve öğütler kitabı olarak kaleme aldığı Maarifname’de “Sultanlara öğüt” başlığı altında onların sahip olması gerekli özellikleri sıraladığı bölümde “bir kişiyi vezir
edicek sözünü dinlemek gerek / ve eğer inanmazsa vezir edinmemek
gerek”13 diyerek açıkça belirtmese de kendi vezirlik konumu üzerinden
Fatih Sultan Mehmed’in yönetimini eleştirmektedir. Paşa, çalışmasının
devamında “Sultanların Kovcularını Kötüleme” başlığı altında da kendisini gözden düşürmeye çalışanlara sultanın inanmaması gerektiğine dair
eleştirel ifadeler ortaya koymaktadır:
Süât sözü ile amel etmek denâet olur
Ve onları küfât sanıp inanmak gabâvet olur
Onlar kalîlü’l-vera’ olurlar
Şedîdü’t-tama’ olurlar
Leîmü’t-tab’ olurlar
Harîsu’n-nef’ olurlar 14
Sinan Paşa bu ifadelerinde fitnecilerin sözüne inanmanın düşüklük
olduğunu; onların günahtan pek sakınmayan, aç gözlü, doymak bilmeyen, yaradılışça düşkün ve kendi çıkarlarına düşkün kişiler olduğunu
söyleyerek sultanın çevresinde konumlanan bu tarz kişiler yüzünden
hem yardımcılarının hem de devletin güç duruma düşeceğini belirtirken
yine kendi konumu üzerinden sultanı eleştirmektedir:
12 İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, Ankara: AKM Yay.,
1999-2002, s. 1139.
13 Mertol Tulum (Haz.), Sinan Paşa, Maarifname, Ank.: AKM Yay., 2013, s. 678.
14 A.g.e, s. 742.
108 Doç. Dr. Tuba Işınsu Durmuş
Kendiden müteneffir kılar havâşîsini ve a’vânını
Kavî iken zaîf kılar mülkünü ve sultânını 15
Sinan Paşa, Tezkiretü’l-Evliya’sında da benzer ifadelere yer vermektedir. Sultanı olumsuz anlamda yönlendiren kişilere işaret eden Paşa
“vezirler kapucı girdügi yire gah olur giremez ve bir edna oglan bege
söyledügini anlar söyleyimez. Niçe demler olur ki nedimler begle sohbet
iderler, vezirler canları çıkup taşrada hizmet iderler.”16 diyerek kendisinin yaptığı tek işin Sultana hizmet etmek olduğunu ama Sultanın yanına
yakışmayan değersiz kişilerin de onu yönetimdeki kişilere karşı kötülediğini ifade etmektedir. Eserinin bir başka yerinde “ her kişinün kadrine göre bir harlığı bilinür, hidmetkar olur ki anun tahkiri mertebesi bir
gayrinün izzeti olur. İmdi sancak begligi vezirlerün azli ve zılleti olur.”17
diyerek Sinan Paşa vezirlikten azl edilmiş olması üzerinden yönetimi ve
Sultanın takdirini eleştirmektedir. Bu yazıda Sinan Paşa’nın döneminin
bir Osmanlı aydını olarak azledilmesi, ardından hapsedilmesi ve sonrasında sürgün edilmesi süreci dönemin aydınlarının, gerek bizzat gerekse
çalışmalarında ortaya koydukları tepkisel ve eleştirel t utum çerçevesinde değerlendirilmiştir. Yazıda sözü edilen çalışmalar üzerinden Osmanlı
aydınının Osmanlı toplumsal yapısı içinde nasıl algılandığı ortaya konmaya çalışılmıştır. Gerek Sinan Paşa’nın yazılarında gerekse de onu yakından tanıyan ve haksızlığa uğradığını düşünen çevresinin hem bizzat
hem de çalışmalarında ortaya koydukları tepkisel ve eleştirel aydın tavrı
Osmanlı toplumsal yapısı içerisindeki aydın duruşunu, yönetimin bakışını ve dönemi değerlendirebilmek adına önemlidir.
15 A.g.e, s. 742.
16 Emine Gürsoy-Naskali (Haz.), Sinan Paşa, Tezkiretü’l-Evliya, Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yay, 1987, s. 55.
17 A.g.e, s. 3.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 109
Prof. Dr. Mustafa İsen ile
“Sinan Paşa ve Nesir Üslubu”
Üzerine Röportaj
Arş. Gör. Bilal Güzel
Gazi Üniversitesi
-Hocam Klasik Edebiyat ile ilgili pek çok değerli çalışmanız var.
Ancak daha çok mensur eserler üzerine yoğunlaştığınız görülmektedir. Sizdeki nesir eserlerine karşı olan ilginin kaynağı nedir?
-Fakülte birinci sınıfa başladığım zaman Prof. Dr. Haluk İpekten hocamızdı ve Haluk Bey bize şair tezkireleriyle ilgili birinci sınıfın ikinci
yarıyılında bir ders verdi. Doğrusu o ders çok ilgimi çekti ve oradan hareketle kendi kendime şöyle bir söz verdim: İleride akademik çalışma
yapacağım, bunu Haluk Bey ile yapmayı arzu ediyorum ve mümkünse
biyografi geleneğimizle ilgili bir tez yapmayı istiyorum. Gerçekten bir
insanın önüne hedef koyması önemlidir. Şartlar da uygun oldu bunların
üçünü de gerçekleştirdim mezuniyetimden sonra. Hatta son sınıfta da, o
zaman mezuniyeti tezi vardı, bitirme tezi olarak yine Hoca’nın nezaretinde biyografi ile ilgili bir çalışma yaptım: İsmail Beliğ’in Güldeste-i
Riyaz-ı İrfan’ının şairler bölümünü değerlendirdim. O daha da pekiştirdi
bu arzumu. Mezuniyet sonrasında Künhü’l-Ahbâr’ın tezkire kısmı üzerinde bir doktora çalışması gerçekleştirdim.
Bazen önemli isimlerin ortaya koyduğu kanaatler doğru olmasa bile
alan üzerinde ciddi etkiler meydana getirirler. Yahya Kemal’in “Bizde
110 Arş. Gör. Bilal Güzel
Resimsizlik ve Nesirsizlik” diye bildiğiniz bir makalesi vardır. Bu makale hakikaten Türk Edebiyatı sadece şiirden ibaretmiş gibi, yeteri kadar
mensur eser yokmuş gibi bir algı oluşturdu kamuoyunda. Şüphesiz bütün
dünyada Ortaçağda özellikle basılı metinlerin bu kadar yaygın olmadığı
bir dönemde kolay ezberlenebilme avantajı dolayısıyla manzum eserlerin mensur eserlere bir üstünlüğü söz konusudur. Bu İslam Dünyasında
daha da karakteristiktir. Fakat şunu belirteyim ki Türk Edebiyatında nesir
adına hayıflanacak bir durum yoktur. Tam tersine bugün hala değerlendirilmemiş çok sayıda mensur eser ilgilisini, araştırıcısını beklemektedir.
Bu anlamda bizim edebiyatımızın nesir kanadına bir haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Ben belirttiğiniz gibi çalışmalarımı büyük ölçüde nesirle ilgili alanda ve hassaten de biyografiler üzerinde, Türk Biyografi
geleneği üzerine yaptım. Bundan hiç pişman değilim. Yeni kapılar açıldı.
Şair tezkireleri belli ölçüler içinde bilinir hale geldi. Ve bunlar bizim
edebiyatımızın gerçekten fevkalade önemli ve biraz doğu kültürüne has
birikimidir. Bu anlamda zincirin halkaları gibi birinin bıraktığı yerden
bir diğerinin devam ettirdiği bir biyografi geleneği batıda yok. Onun için
edebiyatımızın bu tarafının bilinmesi ve öne çıkarılması doğrusu isabetli
oldu diye düşünüyorum. Sonra biz onları çağdaş metinlere dönüştürme
noktasında da çalışmalar yaptık. Çünkü olayı sadece bir metin neşri olarak düşünmemek lazım. Önce “Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler
Sözlüğü” diye üç bin yüz seksen iki (3182) şairi bir araya getiren bir kitap
yayınladık bir grup arkadaş ile birlikte. Sonra geçtiğimiz yıl daha büyük
bir ekip ile “Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü”nü web ortamında yayınladık ve burada yaklaşık 7000 civarında şair ve yazar, modern biyografi
kurallarına göre ele alındı. Bu günlerde onun -1920’ye kadar getirmiştik
ölüm tarihi itibariyle- 1920 sonrasını da bir başka proje çerçevesi içinde
hazırlayacağız. Bütün bu çalışmalarla birlikte Türk biyografi geleneğinin
gerçekten dünyada çok az kültürün kendisiyle rekabet edebilecek zenginlikte olduğunu ortaya koyduk. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasına
katkı vermiş olmaktan çok memnun olduğumu ifade etmek istiyorum.
-Hocam 15. yüz yılda nesir alanında Sinan Paşa’yı ortaya çıkaran
koşullar nelerdir?
-Ben dile de bütün canlı organizmalar gibi doğan, emekleyen, gençlik, yetişkinlik, olgunluk çağı olan bir faaliyet gibi bakarım. Bu açıdan
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 111
değerlendirildiğinde Batı Türkçesinin bugün biliyoruz ki 14. yüz yıldan
itibaren elimizde ilk örnekleri var. Bunlar gerçekten ilk örnek olmanın
getirdiği dezavantajları beraberinde taşıyorlar. Henüz oturmuş bir dilden söz edemiyoruz. Henüz estetik bir üsluptan söz edemiyoruz. Mesela
bunu şiir açısından değerlendirecek olursak, ben Necâtî’yi önemli bir
kilometre taşı olarak görürüm bu noktada. Benzer şekilde 15. yüzyılda
Şeyhî’yle Ahmet Paşa’yla bir sıçrama, grafiği belirli bir noktaya kadar
taşıma gayreti oldu. 16. yüzyıldan sonra artık bugün Klasikler diye bahsettiğimiz dikkate değer örneklerle karşılaştık. Nesir diline dönüp baktığımız zaman biraz daha farklı bir durum söz konusu. Bizim şiirde aşağı
yukarı İstanbul’un fethinden itibaren yakaladığımız ivmeyi nesirde ancak Kanuni devrinde yakalıyoruz. Bu bakımdan nesrin yazı dili olarak
gelişim çizgisi şiire göre neredeyse yüz yıllık geriden oluşmuştur. Bunun
elbette sebepleri var, biraz önce de söyledim, Ortaçağda şiir nesre göre
çok daha fazla baskın bir anlatım tarzı. Bu çerçevede meseleyi değerlendirdiğimiz zaman aslında Sinan Paşa konumundaki bir adamın 16. yüzyılın ikinci yarısında karşımıza çıkması gerekir. Ama bunun dünyada örnekleri vardır. Bazı sanatçılar bir nevi çağın şartlarını da bertaraf edecek
bir biçimde öncü isimler olarak ortaya çıkarlar. Bazen kış mevsiminde
de havalar iyi gider ve bu ortam çerçevesi içinde karlar arasından güzel
çiçeklerin ortaya çıktığını görürüz. Ben Sinan Paşa’yı da bu manada erken açmış bir çiçek olarak düşünüyorum ve özellikle Tazarru-nâme’nin
pek çok bakımından Türk edebiyatında yegâne örnek olduğu kanaatini taşıyorum. Çünkü kendisinden önce Türk Edebiyatında bu yolu açan
örnekler yok. Fars Edebiyatında Abdullah Ensârî’den etkilendiği söyleniyor. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Biz doğu edebiyatlarının kendi
aralarında bir bayrak yarışı içinde olduklarını biliyoruz. Fakat öyle bile
olsa Sinan Paşa’nın bu eserinin Türkçe kaleme alınmış olması ve estetik nesrin kendisinden sonraki örnekleriyle bile mukayese edilebilecek
nitelikte başka bir çeşidinin olmaması gerçekten şayan-ı hayrettir. Bu
Sinan Paşa adına yazılması gereken, tabii Türkçe adına da, ifade edilmesi
olan, çok önemli artılardan birisidir. Sinan Paşa’nın eserini birkaç açıdan
değerlendirmek lazım: Fatih Devri devlet adamı ve sanatçısı olduğunu
düşünecek olursak bir kere bu eser ses, söz ve anlam birlikteliği bakımından daha erken dönemde gerçekten eşsiz bir örnektir. Bizim seci kalıpları
çerçevesi içinde değerlendirildiğinde bu kalıplara sığmayan bir özelliği
112 Arş. Gör. Bilal Güzel
vardır. Bu da onun büyük sanatçı özelliklerinden birisidir. Bizim belagat kitapları seci, Arapça Farsça kelimelerle yapılır derler teorik olarak.
Oysa Sinan Paşa Türkçe kelimelerle de seci yapmıştır. Bu kadar erken
dönemde mana ve teknik olarak, ahenk olarak çok başarılı bir eser ortaya
konmuştur. Tabii yoğunluk gene Arapça ve Farsça kelimelerle olmakla
birlikte eklerle, Türkçe kelimelerle seci yapmıştır. Bu da çok belagat kitaplarının tanımlarıyla örtüşmeyen özelliklerden biridir. Eserin bütününe
hâkim bir simetriden söz edilebilir. Bu kadar baştan aşağıya simetrik bir
biçimde ele alınmış başka hiçbir eserle karşılaşmıyoruz, bizim edebiyat
tarihimizde. Bazen bir mensur eser okuduğunuzun ötesine geçerek lirik
bir şiir okur gibi okursunuz, bu çalışmayı. Bu bakımdan, biraz önce de
ifade ettiğim gibi, sözü edilen eser, edebiyatımızdaki tekil örneklerdendir. Hatta bazen aruzla da bu fasılaları birer mısra imiş gibi okumanız
ve değerlendirmeniz mümkündür. Paşa, şiire ait edebi sanatları kullanır
burada sıklıkla. Ve bütün bu özellikleriyle, Sinan Paşa’nın öbür eserleri
de dikkate değerdir ama hassaten Tazarru-nâme fevkalade önemli, Türk
Edebiyatı için mühim bir kitaptır.
Hayatı da zaten aynı şekilde şayan-ı dikkattir. Çok genç yaşlarda Fatih’in dikkatini çekmiş ve çok Osmanlı mevzuatına uygun olmadığı halde ulemadan birisi olarak önce padişah hocalığına sonra vezirliğe getirilmiştir. Bugün sebebini bilmediğimiz bir sebepten araları açılmış Fatih
ile. Ve kendisine çok uygun düşmeyen bir muameleye reva görülüşünü
de devrin aydınları ciddi şekilde protesto etmişlerdir. Bütün bunlar Sinan
Paşa’nın hem belli bir dönemde devlet ricali tarafından hem de Osmanlı
aydınları tarafından çok önemsendiğini gösteren örneklerdir. Bizim tarihimizin önemli bir ulema ailesi mensubu ve bu ailenin de fevkalade
dikkate değer bir ferdi. Ben Türk Edebiyatına bu eserle Sinan Paşa’nın
büyük bir zenginlik kattığını ve adının önümüzdeki yıllarda daha da ön
plana çıkacağını düşünüyorum.
-Sayın Hocam Nesir eserleri için yeni bir tasnif planı getirdiniz.
Sinan Paşa’nın nesir üslubunu Türk nesir çizgisi içerisinde hangi konuma oturtabiliriz?
-Sade nesir, orta nesir ve süslü nesir gibi çok basitçe ifade edilmiş
bir tanımlamanın doğru olmadığını, nesir tarihimizi ifadeye yetmediğini
düşünüyorum. Ben folklorik üslup, ilmi üslup, resmi üslup, estetik üslup,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 113
bedii üslup ve popüler üslup gibi daha çok üslup açısından değerlendirilebilecek kategorileri önerdim. Sinan Paşa şüphesiz bu çerçeve içerisinde estetik üslubun Türk Edebiyatındaki en önde gelen temsilcilerinden
biridir. Hele hele bunun on beşinci yüzyılda kaleme alınmış bir örnek
olduğunu düşünürsek eser, çok daha fazla anlam kazanmaktadır. Bu bakımdan hep vurgulamaya çalıştığım gibi üslup açısından da çok önemli
bir eserdir.
-Hocam, Nesir çalışmalarının çok yoğun olmaması günümüzde
Türk edebiyatı için ne gibi handikaplara yol açmıştır?
Yani bizim mensur eserlerimiz başta biyografi olmak üzere eskilerin
tabiri ile ulûm-ı âlât denilebilecek tarzda, toplumu bilgilendirecek türde
eserlerdir, büyük çoğunluğu itibarıyla. Dolayısıyla bu eserlerin bugüne
kadar akademik çalışmalarla yeni neslin önüne sunulmamış olmasının
getirdiği handikaplar var. Bu eserlere herkes yeniden yazmalar olarak
ulaşmak zorunda. Bunların kolay yararlanılabilecek, hale, hele elektronik ortamlarda herkesin hizmetine açılmış eserler haline gelmesi önemli.
Bizim gençlik yıllarımızda özellikle taşrada çalışıyorsanız bu eserlerin
mikrofilmini almak, onları tab ettirmek aylar alan işlerdi. Oysa bir bilim insanı bunlara vakit harcamamalıdır. Bu yüzden Kültür ve Turizm
müsteşarlığım sırasında ilk yaptığım işlerden biri yazmaları dijital ortama aktartmak ve araştırıcıların bunlara kolay ulaşmasını sağlamak oldu.
Tabii bu da yetmiyor, bunların edisyon krıtikli örneklerinin hazırlanması gerekiyordu, şimdi onlar da oldu. Mesela Tazarruʿ-nâme için Mertol
Hoca erken dönemde bu işi başarılı bir biçimde gerçekleştirdi. Böylece
alan araştırıcılarının işleri kolaylaştı. Bunların tabii sadece metin olarak
neşredilmesi yeterli değil. Mesela Tazarru’-name üzerine Nevşehir Üniversitesi’nde bir arkadaşımız, Volkan Karagözlü, üslubu açısından da bir
stilistik çalışma gerçekleştirdi. Bu tür çalışmalarla eserlerin farklı kamuoylarına yansıtılması gerektiğini düşünüyorum.
Teşekkür ederiz Sayın Hocam.
-Ben Teşekkür ederim.
114 Arş. Gör. Bilal Güzel
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 115
Tazarru,-nâme’deki Manzumelerde
Ön Kafiye ve Ön Redif
Kullanımına Dair
Prof. Dr. Beyhan Kesik
Giresun Üniversitesi
Fâtih döneminin önemli ilim ve devlet adamlarından olan Sinan Paşa,
yaşadığı dönemde bilgin ve düşünür bir kişi olarak ün kazanmış olsa da
edebiyatımızda daha çok Tazarruʿ-nâme adlı eseriyle tanınmıştır.
Tazarruʿ-nâme, süslü nesir alanında verilen eserlerden en güzeli olarak kabul edilmektedir. Sinan Paşa’nın benzersiz üslubuyla kaleme alınan eser, pek çok yazar tarafından beğenilip benimsenmiştir. Fakat bu
yazarların hiçbiri Sinan Paşa’nın üslubuna yaklaşamamış ve bu üslubu
devam ettirememiştir. Dolayısıyla bu üslubu Sinan Paşa’nın eserlerinden
başka bir yerde aramamak daha doğru olacaktır.
Sinan Paşa’nın çok beğenilip benimsenen fakat taklit bile edilemeyen
üslubunda, cümle ve(ya) cümleciklerin çoğunlukla sonlarında görülen,
söz gruplarının başında da yer alabilen ses benzeşmesi olarak tanımlayabileceğimiz seci’ oldukça etkili olmuştur. Sinan Paşa, seci’li söyleyişin
en güzel örneklerini Tazarruʿ-nâme’sinde sergilemiştir. Fasıla başlarındaki söz tekrarları, cümle içinde ve sonunda ses ve yapı bakımından benzer kelimelerin kullanılması ile oluşan denklikler, eseri eşsiz ve benzersiz kılmıştır.
Tazarruʿ-nâme, süslü nesrin en önemli ve tek örneği olmakla birlikte
içermiş olduğu 119 manzum parça ile de dikkati çekmektedir. Eserdeki
116 Prof. Dr. Beyhan Kesik
manzum parçalar, bir beyitten 175 beyte kadar değişen uzunluklardadır.
Manzumelerin toplam beyit sayısı ise 2193’tür. Hızır Bey’e ait bir Farsça
gazel dışındaki manzum parçalar mesnevî şeklindedir ve “beyt, ebyât,
temsîl-i münâsib, mesnevî” gibi başlıklarla verilmektedir (bk. Karagözlü
2014). Sinan Paşa, bu manzumelerde de nesir örneklerinde gördüğümüz
birbirine denk yapılar oluşturan kelime kullanımını sürdürmüştür. Eserde
dikkati çeken ve ahenge ayrı bir çeşni katan bir başka söyleyiş özelliği
ise mısra başlarında kafiye ve redif kullanımıdır.
Türk şiirinde İslâm öncesi dönemden itibaren kafiye ve rediften yararlanıldığı, en eski Türk şiirlerinde kafiyenin mısra başında yer alırken
İslâm medeniyetine dâhil olduktan sonra ortak edebiyat kültürü çevresinde bu konunun belli kurallara bağlandığı, mısra başı kafiyesinin (ön
kafiye) tamamen terk edilmemekle birlikte kafiyenin mısra sonlarında
arandığı bilinmektedir. Sinan Paşa da Türk kafiye anlayışının en güzel
örneklerini eserinde vermiştir. Onun Tazarruʿ-nâme’sindeki manzum
parçalardaki ön kafiye ve ön redif olarak adlandırabileceğimiz ses ve
sözcük kullanımı “Mısra Başı Kafiyesi / Ön Kafiye” ve “Mısra Başı Redifi / Ön Redif” başlıkları altında incelenmeye çalışılacaktır.
Mısra Başı Kafiyesi / Ön Kafiye Kullanımı
Eski Türk şiirinde kafiye mısra başında bulunmaktadır. Bu tarzın ilk
örneklerine Aprınçur Tigin’de rastlanmaktadır. Aprınçur Tigin’in şiiri
üçlüklerden oluşmakta ve her üçlük, ön kafiye ile birbirine bağlanmış
durumdadır (bk. Arat 1991: 19-20). Türk şiirinde kafiye zamanla mısra
sonuna kaysa da ön kafiye kullanımı tamamen terk edilmemiştir.1 Sinan
Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’sindeki manzumelerde de bu tarzın güzel örneklerini çokça görmekteyiz. Eserde, bazen mısra başında tek sesin benzeşmesinden yararlanılmıştır. Bunların birkaçı şu şekildedir.
Bunca izz ü şeref vire O sana2
Bilmeyesin anı azîm hatâ (s. 58)
1
2
Mısra başı kafiyesi hakkında ayrıntılı bilgi için bk.: (Aydemir, H. Çeltik 2012: 1116).
Örnek beyitler, Tazarruʿ-nâme (Tulum 2001) adlı eserden alınmış olup örneklerin
sadece sayfa numaraları belirtilmiştir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 117
Âb-ı bahrı isteyicek pül ider
Âteş-ı sûzendeyi ol gül ider (s. 38)
Taleb-i sohbet-i hasân itme
Tama‘-ı ‘ahd-i nâ-kesân itme (s. 60)
Menşe’-i feyz-i rahmet-i ezelî
Mâlik-i lâ-yezâl ü lem-yezelî (s. 63)
Cihân-dârî ki milki bî-zevâldür
Celâl ü kibriyâsı lâ-yezâldür (s. 68)
Bilmezem hâlüm nedür n’olsa gerek
Başuma ol yolda ne gelse gerek (s. 83)
Keh-rübâsın çün ki ol peydâ kılur
Kâh-ı hestî-yi dili şeydâ kılur (s. 78)
‘Adlini görse gişi bî-havf olur
‘Afvına baksa gine ‘aklı gelür (s. 82)
‘Akldur bir nûr-ı zât-ı Zü’l-celâl
‘Âlem anunla bulur cümle kemâl (s. 52)
Ön kafiye bulunan bazı örneklerde ise tarsi’li bir kullanım seçilmiştir. Bu sayede oluşan simetri ile de beyitteki diğer kelime ve(ya) kelime
grupları birbiri ile kafiyelenmiştir.
Mahzen-ı esrâr-ı Rebbânî dilün
Mazhar-ı envâr-ı Sübhânî dilün (s. 81)
Müşrif-i mâlikân-ı mülk-i melek
Mürşid-i sâlikân-ı fülk-i felek (s. 115)
İbtidâna senün nihâyat yok
İntihâna senün bidâyat yok (s. 115)
118 Prof. Dr. Beyhan Kesik
Mûnis-i ‘âşıkân-ı hazret-i Hak
Mûsil-i tâlibân-ı kurbet-i Hak (s. 66)
Bazı örneklerde, ön kafiye Farsça olumsuzluk eki “bî” ile sağlanmıştır.
Bî-sebeb dânende hayy u kâmil ol
Bî-cihet kanda bakarsan hâsıl ol (s. 37)
Bî-tagayyür mün‘im ü kahhâr O
Bî-tefâvüt fâ‘il-ı muhtâr O (s. 37)
Bî-kalem sûret-i bedî‘ ittün
Bî-sütûn hayme-i refî‘ ittün (s. 45)
Bazen de aralarında iştikak ilgisi bulunan kelimeler ön kafiye olmuştur.
Nâkıs olan naksı görür dâyım ol
Naks-ı halkı söylemege kâyım ol (s. 78)
Ön kafiyeyi oluşturan bazı kelimeler arasında cinas meydana geldiği
de olmuştur. Aşağıdaki örnekte “sır ( ”)سرve “ser ( ”)سرsözcüklerinin
yazılışları Arap harflerine göre aynıdır. Fakat bu sözcüklerin harekeleri
yani okunuşları ayrıdır. Harekeleri farklı olduğu için de sözcükler arasında muharref cinas vardır.
Sır gözinün görmesi dâniş durur
Ser gözinün nite kim bîniş durur (s. 37)
Mısra Başı Redifi / Ön Redif Kullanımı
Tazarruʿ-nâme’deki manzumelerde, beyitlerin büyük bir çoğunluğu
aynı kelime ile başlamaktadır. Bunların bir kısmı ön redif olurken bir
kısmı da aldığı eklerden dolayı redif olmaktan sıyrılıp kelime tekrarı şekline dönüşmüştür. Ön redif olarak kullanılan yapılar ise farklı şekillerde
karşımıza çıkmaktadır. Bazı beyitlerde tek kelimeden oluşmaktadır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 119
Kimi bülbül gibi tutmış gam-ı gül
Kimi şurîde-i gîsû-yı sünbül (s. 113)
O yirde bî-nevâya bulunur kâr
O kişverde gedâ-y-ile yörür yâr (s. 136)
Niçe taleb-i ümîd ü maksûd
Niçe sefer-i mazarrat u sûd (s. 97)
Dilersen sen safâ bî-âb ü reng ol
Dilersen nâmı sen bî-nâm ü neng ol (s. 136)
Gel kolayına bu râha gitme
Gel mescid ü hânekâha gitme (s. 98)
Var bihâr-ı kudrete gavvâs ol
Var künûz-ı hikmet içre hâs ol (s. 111)
Her kişinün tevbesi bir dürlü_olur
Her makâmun sûreti bir yüzlü_olur (s. 105)
Kanı bin dürlü tedbîri cihânda
Kanı fikr ittügi âmâli anda (s. 118)
Bu bustânda ne kim var nergis ü gül
Bu bâğ içre bulunan serv ü sünbül (s. 137)
Bir kişi sâhilde giderken görür
Bir azîzi bahre düşüp talbınur (s. 142)
Ön redifi oluşturan kelimelerin sağladığı ahengin, bazen farklı sözcüklerin tekrarı ile pekiştirildiği de görülmektedir. Aşağıdaki beyitte
“hemîn” ön redifinden sonra tekrarlanan “sen” ve “ben” sözcüklerinin
durumu buna örnektir.
Hemîn âdem sen ü ben kuru ismem
Hemîn sen genc ü ben sana tılısmam (s. 88)
120 Prof. Dr. Beyhan Kesik
Bir diğer beyitte ön kafiyeyi oluşturan “kimi” sözcüğüne, “kimisi”
sözcüğünün tekrarı eşlik etmiştir.
Kimi dâne diler kimisi zerde
Kimi çörek diler kimisi kirde (s. 134)
Benzer bir kullanım aşağıdaki beyitte de görülmektedir.
Birinün hizmetinde biri olmaz
Birinün tâ‘atını biri bulmaz (s. 106)
Eserde iki kelimeden oluşan ön redifler de kullanılmıştır. Bu tarz kullanımın da çok olduğunu söylemek mümkündür.
Gel iy âb-ı revân-ı bûsitânum
Gel iy mihr-i münîr-i âsümânum (s. 88)
Ne bilürem n’eyleyem nice idem
Ne bilürem kanda varam ne idem (s. 111)
Geh günâha ağlamak kurbet virür
Geh günâhın anması vahşet virür (s. 105)
O yirde derd alup dermân virürler
O yirde cân alup cânân virürler (s. 136)
Komaz ol endîşe-i dünyâ vü dîn
Komaz ol hırs u hevâ vü kibr ü kîn (s. 157)
Bazen ön redifi oluşturan kelimeler, birden çok beyitte yer alarak
konu bütünlüğü sağlamıştır. Aslında bu özellik eserin tamamında görülmektedir. İster mensur ister manzum metin olsun, konu bütünlüğü, ahenk
ve vurgu özellikle söz tekrarları ile sürdürülmüştür.
Kanı geh şuğl-ı ilm ü gâh şahlık
Kanı geh ders ü gâhî pâdişâhlık
Kanı geh rezm ü gâhî bezm-i âlî
Kanı geh bahs u geh ceng ü cidâli (s. 118)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 121
Bir taraf ger ola temâm u dürüst
Bir taraf dahı hergiz olmaya süst
Bir taraf ger dil-ile sâdık ola
Bir taraf da ana muvâfık ola (s. 190)
Kimisi bulur cemâl-i dünyî
Kimisi bulur kemâl-i ukbî
Kimisi bulur ulüvv-i âcil
Kimisi bulur sevâb-ı âcil (s. 98)
Bazen de ön redifi oluşturan kelimelerden biri mısra sonu redifi olarak kullanılmıştır.
Gâh olur zirve-i kemâlde olur
Gâh olur naks irüp zevâlde olur (s. 190)
Diğer kullanımlara göre az olsa da üç kelimeden oluşan ön rediflerin
de tercih edildiği görülmektedir.
Âdem olur tevbe ana bir kemâl
Âdem olur tevbe de kılmak vebâl (s. 105)
Kimi sanur ki âlimdür temâm ol
Kimi sanur ki halka hôş imâm ol (s. 135)
Her kimün kim sabrı vardur genc anun
Her kimün kim genci vardur renc anun (s. 156)
Fakr olur bilgil cemâli dervişün
Fakr olur bilgil kemâli dervişün (s. 157)
Bu tarz kullanımlarda ön redifi oluşturan kelimeler, bazen birden çok
beyitte yer alır.
122 Prof. Dr. Beyhan Kesik
Cevher-i ışk oldı peydâ vü nihân
Cevher-i ışk oldı nûr-ı dü cihân
Cevher-i ışk oldı deryâ-yı azîm
Cevher-i ışk oldı bir dürr-i yetîm (s. 207)
Cevher-i ışk oldı bî-zât ü sıfat
‘Akl-ile_olmaz hâsıl ana ma‘rifet (s. 207)
Dört kelimeden oluşan redif örneği yok denecek kadar azdır. Bunlardan biri şudur.
Fakrı bile ki ne cevherdür latîf
Fakrı bile ki ne haslettür şerîf (s. 157)
Eserde ön redif kullanılan bazı beyitlerde, tarsi’nin de sağlamış olduğu kolaylık sayesinde beyitlerdeki diğer kelimelerin de kafiyeli ve(ya) redifli kullanıldığı görülmektedir. Bu tür örneklerin sayısı oldukça fazladır.
Degülsün cihânda cihâna tolu
Degülsün mekânda mekâna tolu (s. 36)
Gâh bir dîve Süleymânlık virür
Gâh bir mûra sehun-dânlık virür
Bir asâdan depredür sü‘bânı Ol
Bir tenûrdan gösterür tûfânı Ol (s. 38)
Anun-ile durur ezelde hitâb
Anun-ile durur haşirda hisâb (s. 57)
Var şikâyetlerüm zemândan çok
Var hikâyetlerüm cihândan çok (s. 67)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 123
Kimisine rızk olur hurmâ yimek
Kimisine rızk olur selmâ yimek (s. 74)
Ne dürc-i dilde sinün gibi gevher
Ne bürc-i tende mislün var ahter (s. 88)
Kimisi sa‘îd olur görürsin
Kimisi ba‘îd olur görürsin
Kimi sarrâfa varup cevher alur
Kimi attâra varup şekker alur (s. 134)
Sözlerümdür gevher-i ummân-ı derd
Sözlerümdür reh-ber-i meydân-ı merd (s. 166)
Mahabbet ahter-i bürc-i gönüldür
Mahabbet gevher-i dürc-i gönüldür (s. 192)
Bazı durumlarda, birbirini takip eden beyitlerin sadece ilk kelimeleri
ön redif oluşturacak şekilde kullanılır.
Ol vücûd-ı pâk ü Hayy-i zü’l-celâl
Îzid ü bî-çûn Kadîm-i lâ-yezâl
Ol Hudâ-yı hakk u sultân-ı ezel
Fâ‘il-i mutlak Hakîm-i lem-yezel (s. 38)
Bazen de ön redifli bir beyitten sonra gelen beytin ilk kelimesi, kendinden önceki beyitle uyumlu olur.
Sen ol Ankâ-yı Kâf-ı lâ-mekânsın
Sen ol murg-ı hevâ-yı kudsiyânsın
Sen ol tûtî ki cennetten bürûnsın
Tutulup bir kafes içre zebûnsın (s. 88)
124 Prof. Dr. Beyhan Kesik
Tîğ-ı vahdet her kaçan hançer çeker
Başı kalmaz her kimün kim ser çeker
Tîğ-ı vahdet her kimün bilin biçer
Ol hevâ-yı lâ-mekân içre uçar (s. 40)
Kimi zaman da art arda gelen beyitlerin farklı mısralarında, ön redifi
oluşturan kelime grupları bulunur.
Her ne var-ise cihânda az u çok
Nûr-ı Hak katında görür cümle yok
Cân-ı âşık dôstı tâlib olur
Nûr-ı Hak varlığına gâlib olur
Nûr-ı Hak kaplar vücûdını temâm
Görmez andan gayrısını ol hümâm (s. 39-40)
İlgi çekici diğer bir ön redif kullanımı ise bir beytin ilk iki kelimesinin sonraki beyitlerin ilk iki kelimesi olmasıdır.
Akl ister kâr-sâz olmaklığı
Işk ister pâk-bâz olmaklığı
Akl ister kim bula âsûdelik
Işk ister ki ola âlûdelik
Akl ister kethudâlık itmege
Işk ister pâdışâlık itmege
Akl eydür halka rüsvây olmagıl
Işk eydür yörü hôd-rây olmagıl
Akl eydür kuru mestliktür işün
Işk eydür hôd-perestliktür işün
......
Akl eydür ben cemâl-i âlemem
Işk eydür ben kemâl-i âdemem
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 125
Akl eydür ben cihânun zeyniyem
Işk eydür ben dü kevnün rükniyem
Akl eydür gel berü tutgıl sözüm
Işk eydür sen dahı basgıl özüm
Akl eydür ilmi n’içün kodunuz
Işk eydür ilmi bende bulunuz
Akl eydür ben yakîn virdüm Hak’a
Işk eydür irgireyim Hazrete (s. 198)
Tazarruʿ-nâme’deki manzum metinlerde yer alan ön redif kullanımı
elbette bunlarla sınırlı değildir. Nesir cümlelerinde söz başlarında yer
alan kelime tekrarlarına benzer bir kullanım, eserdeki manzum metinlerin çoğu yerinde ön redif olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Sinan
Paşa, nesir cümlelerinde “kanı” sözcüğü ile başlattığı söz başlarındaki
söyleyiş özelliğini hemen devamındaki manzumenin ilk sekiz beytinde
ön redif şeklinde sürdürmüştür (bk. Tulum 2001: 117-119).3
Sonuç
Tazarruʿ-nâme, seci’li nesrin en önemli örneği olmakla birlikte içerdiği manzum metinler bakımından da ilgi çekici bir eserdir. Sinan Paşa,
nesirdeki seci’ili anlatımı manzum metinlerde ön kafiye ve ön redif olarak sürdürmüş, bu yola başvururken çoğu zaman tarsi’den yararlanmıştır.
Zaman zaman ön redifi oluşturan kelimeler sonraki beyitlerde bazen ilk
mısraın bazen de ikinci mısraın başında tekrarlanmıştır. Yer yer, mensur
metinde söz başı olarak yer alan bir ifade, hemen sonraki manzum metinde ön redif olmuştur.
3
Ön redifin çokça yer aldığı metinler için bk. (Tulum 2001: 154, 156-157, 158, 160,
164, 171, 172, 178-179, 183, 197, 212, 214-215, 217, 219, 228, 229, 247, 263-264,
268, 288).
126 Prof. Dr. Beyhan Kesik
Kaynakça
Arat, Reşid Rahmeti (1991). Eski Türk Şiiri. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.
Aydemir, Yaşar, H. Çeltik (2012). Kafiyenin Şiiri Şiirin Kafiyesi-Divan Şiirinde Kafiye Hünerleri. Ankara: Kurgan Edebiyat Yay.
Karabey, Turgut, M. Atalay (hzl.) (2000). Ahmet Cevdet Paşa Belâgat-ı Osmâniyye. Ankara: Akçağ Yay.
Karagözlü, Volkan (2014). “Sinȃn Paşa, Yûsuf Sinâneddîn” http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com/index.php?sayfa=detay&detay=1583 [erişim tarihi: 27.02.2016].
Okuyucu, Cihan, A. Kartal, M. F. Köksal (2009). Klâsik Dönem Osmanlı Nesri. İstanbul: Kriter Yay.
Saraç, M. A. Yekta (hzl.) (2004). Muallim Naci Istılâhât-ı Edebiyye. İstanbul:
Gökkubbe Yay.
Saraç, M. A. Yekta (2007). Klâsik Edebiyat Bilgisi. İstanbul: 3F Yayınevi Yay.
Selçuk, Bahir, B. Kesik, Ö. Şenödeyici, H. S. Koşik, F. Kola (2015). Söz ve
Sihir Arasında Edebî Sanatlar. İstanbul: Kesit Yay.
Tökel, Dursun Ali (2010). Deneysel Edebiyat Yönüyle Divan Şiiri. Ankara:
Hece Yayınları.
Tulum, A. Mertol (hzl.) (2001). Tazarruʿ-nâme. Ankara: MEB Yay.
Tulum, Mertol (hzl.) (2011). Sinan Paşa Yakarışlar Kitabı (Tazarruʿ-nâme).
Ankara: TDV Yay.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 127
Sinan Paşa’nın Nesri
ve Nesir Üslûbu1
Prof. Dr. M. Fatih Köksal
Amasya Üniversitesi
Sinan Paşa’ya Dair
Sinan Paşa, 15. yüzyıl edebiyat, ilim ve siyaset hayatımızın en önemli simalarından biridir. Faik Reşad’ın ifadesiyle “Mâder-zâd bir zekâ-yı
hârikulâdeye mâlik”2 olan Sinan Paşa, zekâsının yanı sıra ilim ve devlet
yönetimi bakımından da -babası Hızır Bey’den dolayı- “mâder-zâd” idi.
İlim ve siyaset hayatında, Fatih’e hocalık ve sonra vezirlik yapacak
kadar gelinebilecek en yüksek noktalara yükselen Sinan Paşa, açık fikirliliğiyle tebarüz etmiş gerçek bir âlim, tabir caizse “sıra dışı” bir “mütefekkir” idi. Asıl konumuz olan Paşa’nın sanatkârlık yönü ve nesrine
geçmeden önce, onun ilimdeki tecessüs ve temayüzünü, somut iki olayla
ifade etmek istiyoruz. Bu, sanatına da aynen yansıyan zekâ pırıltılarının
kaynağı olması bakımından da önemlidir:
İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey, oğlu Sinan’ı, “vehmiyât” ve
“hayâlât”a kapılmakla suçlar ve bu yüzden sık sık ikaz eder hatta zaman
zaman azarlardı. Bir gün beraber yemek yerlerken kendisi de devrin en
meşhur âlimlerinden olan Hızır Bey, ortalarında duran bakır sahanı göstererek: “O kadar şüphecisin ki neredeyse şu sahanın bakır olduğundan bile
1
2
Bu yazı ilk defa Doğu Akdeniz Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Dergisi, S.1 (1998), s. 83-97’de yayımlanmıştır.
Faik Reşad, Eslâf, 1.C., Âlem Matbaası, İstanbul 1311, s.187.
128 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
şüphe edeceksin!” deyince Sinan Paşa: “Çok doğru buyurdunuz. Hislerimizin bizi aldatması ihtimalini her zaman hesaba katmalıyız.” cevabını verir. Hızır Bey’in bu kadarına tahammül edemeyip sahanı olduğu gibi oğlunun kafasına geçirdiği de kaynaklarda kayıtlıdır.3 Hızır Bey’in “vehmiyât”
ve “hayâlât” dediği, elbette “tecessüs”, daha geniş manasıyla “felsefe” idi.
Sinan Paşa’nın -sebebi hâlâ bilinmeyen- vezaretten azli ve ardından
hapse atılması üzerine, İstanbul ulemasının toplanıp Sinan Paşa’nın hapisten çıkarılmaması halinde bütün eserlerini yakıp ülkeyi terk edecekleri tehdidiyle padişahın huzuruna çıkmaları görülmedik bir hadisedir. Bu
çok önemli tepkinin, Fatih devrinde ilme verilen değer, âlimlerin sonsuz
fikir hürriyetinin mevcudiyeti gibi tarihî ve sosyal gerçekleri bir yana;
bizi esas ilgilendiren yönü, Sinan Paşa’nın ulema nezdindeki değerini
ortaya koymasıdır. Anlaşıldığına göre makamda ve mevkide pek gözü
olmayan Sinan Paşa, devrin diğer açık fikirli âlimleri gibi Şeyh Vefâ’nın
müdavimlerinden idi ve Latifî’ye göre vezirliği rızasıyla bırakıp ömrünü
el aldığı Şeyh Vefâ’nın yanında eserlerini yazarak geçirdi.4
Bir Nesir Cambazı
Hayatı hakkında sağlıklı bilgilere sahip olamadığımız Sinan Paşa’nın, taklidi mümkün olmayan bir üslûbun sahibi olduğu noktasında
eski-yeni bütün kaynaklar müttefiktir. En çok tanınan ve gerçekten de
en sanatkârane eseri olan Tazarruât adıyla da bilinen Tazarrru'-nâme’si
3
4
Mecdî Mehmed Efendi, Hadâ’ıkü’ş-şakâ’ık, Dârü’t-tıbâatü’l-âmire, İstanbul 1269,
s.193-194.
Latîfî, Tezkire-i Latîfî, İkdam Matbaası, İstanbul 1314, s. 193. Esasen Sinan Paşa’nın hayatıyla ilgili olarak kaynakların verdiği bilgilerin bazıları birbirini nakzeder mahiyettedir. Meselâ Mecdî’ye göre ulemanın yukarıda zikredilen tehdidi
üzerine Sivrihisar’a kadı ve müderris olarak atanan Sinan Paşa ömrünü hiç ayrılmaksızın orada tamamlamıştır. Bk. Hadâ’ıkü’ş-şakâ’ık, s.194. Tâcü’t-tevârih’e
göre ise Sinan Paşa’nın padişahı öfkelendiren suçu (?) her ne idiyse o kadar katıdır
ki, hemen İstanbul’dan çıkışında yakalatılıp bir de tedavisi için tabip gönderilerek
her gün 50 değnek vurulmak suretiyle cezalandırılmıştır. Bundan da yine bir âlimin,
Molla Hüsameddin’in ricasıyla kurtulmuştur. Bk. Hoca Sa’deddin, Tâcü’t-tevârih,
C.2, Tabhâne-i Âmire, İstanbul 1279, s. 499. Sinan Paşa’nın Tazarru-nâme’sini neşreden Mertol Tulum ise yine yazarın bir başka Türkçe eseri olan Marifet-nâme’deki
bazı cümleleri dayanak göstererek Latîfî’nin verdiği bilgilerin büyük ihtimalle doğru olmadığını ifade etmektedir Tulum, Sinan Paşa’nın kendisini çekemeyenlerin
hile ve oyunları sonucu padişahla arasının açıldığı görüşündedir. Bk. Mertol Tulum,
Sinan Paşa Tazarrru'-nâme, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 6.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 129
ile ilgili olarak bir kaç kaynakta yer alan malumatı aktardıktan sonra tespitlerimize geçelim. Tezkiretü’ş-şu’arâ sahibi Kınalı-zâde Hasan Çelebi
şunları söylüyor:
“Fi’l-vâki’ kitâb-ı mezkûr memdûh u makbûl-ı halâyık her vechle
medh olınsa şâyeste ve lâyıkdur. Sâhibi nisâb-ı tevhîde mâlik merd-i
âgâh ve sâlik olmağla te’lîf-i mesfûr tarzında vâhid ü ferîd olup kâbil-i
taklîd degüldür.” 5
Recai-zâde Mahmud Ekrem ise, Tazarruât’ı, bu yolla da Paşa’nın üslûbunu şu cümlelerle değerlendirir:
“Tazarruât’a gelince. Sinan Paşa’dan evvel ve hatta kendinden sonra
bugüne kadar o şîvede, o derece güzel tasvîr ve tertîb olunmuş bir şi’r-i
mensûr-ı İlâhî yazılmamıştır, diyebiliriz. Galebe-i aşk-ı Hudâ ve i’câz-ı
hükm-i Kibriyâ ile mest ü bî-tâb olmuş bir rûh-ı muztaribin semâvî nevhalarından, Rahmânî giryelerinden teşekkül etmiş o silsile-i elhân-ı eşvâkı mütâla’a ile bahtiyâr olan her bir müdekkik-i edeb, ondan hakîkat-i
hüsn, letâfet-i ifâde, zarâfet-i terkîb ü tertîbce de büyük istifâdeler iktisâbıyla safâ-yâb olur.” 6
İlk edebiyat tarihçimiz Abdülhalim Memduh; “Nesirde Sinan Paşa,
nazımda Fuzûlî’den evvel gelenler şîve-i Acem’i taklid etmeselerdi usûl-i
edebiyât-ı Osmaniye bugün kendine mahsus ve mücerred bir sûretde
tekarrür etmiş olacaktı”7 cümlesiyle Sinan Paşa’yı bütün bir edebiyat
tarihimiz boyunca ayrı ve müstesna bir mevkie koyar. Namık Kemal
ise eski edebiyatımıza karşı açtığı cephelerin ön mühimlerinden olan
Bahâr-ı Dâniş Mukaddimesi’nde aynı görüşte değildir. Ona göre “Sinan
Paşa’nın gerek Tazarruât’ını ve gerek sâir âsârını görenler Ali Şîr mukallidi olduğunu az dikkatle idrâk ederler.”8
Öncelikle şunu rahatça söyleyebiliriz ki, bazı eski kaynaklarda da ifade edildiği gibi Sinan Paşa, taklidi mümkün olmayacak derecede farklı
ve aynı zamanda yüksek bir “stil” sahibiydi. Esasen, klâsik edebiyatımı5
6
7
8
Kınalı-zâde Hasan Çelebi Tezkiretü’ş-şu’arâ, Hazırlayan: İbrahim Kutluk, TTK
Yayınları, C.1, Ankara 1989, s. 487.
Recâi-zâde Mahmûd Ekrem, Kudemâdan Bir Kaç Şâir, Kitâb-hâne-i Ebüzziyâ, İstanbul 1305, s.8.
Abdülhalîm Memdûh, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniye, Orhan Bey Matbaası, İstanbul 1306, s. 13.
Namık Kemâl, Bahâr-i Dâniş, (Mukaddime), Matbaa-i Ebüzziyâ, İst. 1311, s. 14
130 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
zın pek de ehemmiyet verilmeyen “nesir” tarafı dikkatle incelendiğinde
görülecektir ki, -her ne kadar secili ve sanatlı bir üslûpla kaleme alınmış örnekler Sinan Paşa tarzı diye adlandırılsa da- Sinan Paşa’yı ciddî manada taklide çalışan bir sanatkâr da olmamıştır.9 Sinan Paşa’nın
Tazarrru'-nâme’sini “Türkçülüğe ve Türklüğe yakışır bir eser” olarak
değerlendiren Mehmet Rif’at, bu eserin takipçileri olmamasından esef
duyduğunu ifade etmektedir.10
Bu nesir cambazının hayatının safhalarını açmakta oldukça ketum
davranan devrin tarihçileri gibi11 edebiyat araştırmacıları da eserlerini
hakkıyla tanıtmaktan uzak kalmışlardır. Bu, bugün de böyledir. Sinan
Paşa’nın eserleriyle ilgili olarak, hayatı ve eserleri hakkında kaleme
alınmış bir girişle beraber neşredilen Ma‘ârif-nâme’nin tıpkıbasımı, Tazarrru'-nâme neşri ve Tezkiretü’l-evliyâ’sı üzerine yapılan doktora tezinden12 başka ciddi bir çalışma bulunmamaktadır. Özellikle onun gerçekten
harikulâde nesri üzerinde herhangi bir çalışma yapılmamasının izahını
“tuhaf” ve “garip” kelimelerinden başka bir şeyle karşılayabilmeyi kabil
görmüyoruz. Bu, tek başına, “dîvân edebiyatı” diye adlandırılan klâsik
edebiyatımızın daha çok bir “şiir edebiyatı” olarak kabul edilmesiyle izah
edilebilir mi? Tazarrru'-nâme’yi yeni harflerle neşreden Mertol Tulum
bu durumu; yeterli seviyede ilim adamının henüz yetişmemiş olmasını
sebep gösterdikten sonra genel bir hastalığımız olan “ciddi çalışmalara
karşı gösterilen umumî ilgisizlik”le izah etmektedir.13
9
10
11
12
13
Tâhirü’l-Mevlevî, Türk nesrinde secinin kullanılmasının «Acem nesrini takliden»
Sinan Paşa’yla başladığını ve ondan sonra yazılan bütün nesirlerde bu secili yazma
merakının görüldüğünü söylemektedir. Bk. Tâhirü’l-Mevlevî, Edebiyat Lugati,
Neşre Hazırlayan: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Enderun Kitabevi, İstanbul 1973, s.
132. Ancak Sinan Paşa’nın takip edilmesi sadece şekil yönünden olmuştur (MFK).
Mehmed Rif’at, “Cevâb”, Fevâid Mecmuası, S.3 (6 Kanunuevvel 1312/8 Receb
1314), s. 40-43.
Tazarruât’ın eski harflerle yapılan baskılarından birinin girişinde “li’t-tâbi’“ imzasıyla yazılan kısa önsözde “Sinan Paşa’nın gazab-ı pâdişâhîyi mûcib olan ef’âlinin
neden ibâret olduğunu hiç bir târîhde göremedik.” denmektedir. Bk. Tazarruât-ı
Sinân Paşa, üçüncü tab’ı, Kitâb-hâne-i Ebüzziyâ, İstanbul 1309, s. 7.
Sinan Paşa Maârifnâme, Yayımlayan: Prof. Dr. İsmail Hikmet Ertaylan, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları Nu.685, İstanbul 1961; Mertol Tulum,
Sinan Paşa Tazarrru'-nâme, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1971; Emine Gürsoy-Naskali, Sinan Paşa Tezkiretü’l-evliyâ, İstanbul Üniversitesi Doktora Tezi
1986; Eser Kültür Bakanlığı tarafından aynı adla yayımlanmıştır (Ankara 1987).
Tulum, a.g.e., s.VII.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 131
Bu yazıda, Sinan Paşa’nın, incelenmemiş olmasını “tuhaf” ve “garip”
bulduğumuz nesrini ana hatlarıyla tanıtmayı amaçlıyoruz.
Niçin ve Nasıl Yazıyordu ?
Sinan Paşa’nın Türkçe üç mensur eseri vardır: Tazarrru'-nâme, Ma‘ârif-nâme, Tezkiretü’l-evliyâ.14 Bu eserlerden ilk ikisi, özellikle de birincisi en sanatlı, eskilerin tabiriyle en “münşiyâne” olanıdır. Bu sebepten,
yazımızda örnek olarak alacağımız metinler daha çok ilk Türkçe eseri olan Tazarrru'-nâme’sinden olacaktır. Bununla beraber, Ma‘ârif-nâme’den ve Tezkiretü’l-evliyâ’dan da bazı örnekler aldık. Paşa’nın üçüncü
eseri olan Tezkiretü’l-evliyâ, Attar’ın aynı adlı Farsça eserinin -çoğu yerde motomot denilebilecek- muhtasar bir tercümesidir. Bu sebeple üslûp
tespiti çalışmasında bu eseri baz almanın bizi yanlış yorumlara götürme
ihtimali vardır. İki eserin benzerlikleri noktasında Sinan Paşa’nın eserinin yeni harflerle yapılan neşrinin giriş kısmındaki şu ifadeler fikrimizi
doğrular mahiyettedir:
“Attar’ın TE (Tezkiretü’l-evliya) si Sinan Paşa için örnek alınacak
bir kalıptan başka Sinan Paşa’nın TE’sinde aktarılan bilginin temel mehazı ve kelime, ifade ve üslûp seçiminde yer yer müracaat edilen bir kaynaktır.” 15
Ma‘ârif-nâme’nin, özellikle yazarın yazış tarzı ve tercihlerini de ortaya koyması bakımından sebeb-i te’lîf kısmı çok önemli ipuçları vermektedir.
“Nasıl yazarsınız?” sorusu, bugün de yazar ve şairlere en çok sorulan sorulardan biridir. Sinan Paşa, nasıl yazdığını Ma‘ârif-nâme’de şöyle
açıklıyor:
“Fakîr dahi bu ma’nâyı kasd eyleyüp üç dört ay mikdârı ikdâm eyledüm. Mütâla’a-ı dersden artuk evkâtı tazyî’ itmekle ihtimâm eyledüm.
Allâhu te’âlâ hazretlerinün kemâl-i tevfîk ü ’ inâyetiyle ve ervâh-ı mutahharanun rûhâniyyetleri berekâtiyle bir kaç ayun içinde bir Tazarruʿ-nâme
14 Tazarrru'-nâme’nin sonundaki yedi peygamberin hayatının anlatıldığı bölümü İsmail Hikmet Ertaylan Kısas-ı Enbiyâ adıyla ayrı bir eser olarak sayarken, Mertol
Tulum, Tazarrru'-nâme’nin bir bölümü kabul eder. Bk. Ertaylan, a.g.e., s.19; Tulum, a.g.e., s.15.
15 Emine Gürsoy-Naskali, Sinan Paşa Tezkiretü’l-evliya, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1987, s.10.
132 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
yazup tertîb eyledüm. Hak hazretinün nu’ût-ı kerîmesinde her ne ki hâtıruma geldi söyledüm. Gâh olurdı ki bir meclisde üç dört varak yazardum,
germiyyetden bilmezdüm neylerdüm ne iderdüm. Me’ânî dürri gelürdi,
ben tahrîr iderdüm ve ma’ârif dürri dökülürdi ben takrîr iderdüm.” 16
Buradan şu sonuçları çıkarmak mümkün: Yazar eserini bir kaç ayda
tamamladığına göre, onun oldukça velut olduğu gerçeği bir yana, Tazarrru'-nâme gibi sanatkârane bir eserin bu kadar kısa zamanda tamamlanması, secilerden cümlelerin terazisine kadar, hesap kitap işi değil tabiî
bir seyrin, kendisinin de ifade ettiği gibi bir “ilham”ın neticesidir. İkinci
olarak anlıyoruz ki, ilham kendisini nerede yakalamışsa orada yazmış ve
bunları sonradan tertip etmiş.
Yazar aynı eserinde şöyle devam ediyor:
“Geh dervîşler dilinden bir tûtî-i gûyâ olup şekkerler yiyem, geh ’
âşıklar ağzından bir bülbül-i hoş-âvâz olup destân-serâlıklar eyleyem.
Geh germ olup ’âşıklar makâmından haberler virem, geh tenezzül gösterüp yine zâhidler makâmına inem. Egerçi hîç birisi benüm hâlüm degüldür ammâ söyleyem her birinün ahvâlinden birez şerh eyleyem. Gâh
ola ki va’z sûretinde kelimât-ı murakkıka söyleyüp ağladam. Fi’l-cümle kalem dü-zebânken bin dürlü zebânla söyleyem. Ammâ ol kitâb içün
ne fasl u ne bâb koyam. Belki söz ne tarafa çekerse ana uyam. Me’ânî
cenâbını gözedüp elfâz cânibinden dikkat eyleyem. Hemîn kalemi elüme alup cenâb-ı Rabb-i ’izzete müteveccih olam. Hâtif-i gaybdan her ne
nev’e işâret olursa anı tahrîr kılam. Her ne sûretde Hak Te’âlâ lutf ile
hâtıruma ne kısm kılursa anı yazam. Bu degül ki sa’ylar eyleyüp birin
yazam, birin çizem.” 17
Sinan Paşa bu satırların hemen arkasından Allah dostlarını anmak
gerektiğini ve bu sebeple onların tercüme-i hâllerini bu kitabına -Ma‘ârif-nâme’ye- almayı düşündüğünü sonra biriken bu malzemeyi bir kena16 Ma‘ârif-nâme, s. 24-25. Görüldüğü gibi yazar burada Tazarruât’ı nasıl yazdığını
anlatmaktadır. Ancak bu ifadelerin, bir esere has olmaktan ziyade genel bir yazış
şeklini ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Hemen bu cümlenin ardından gelen şu
ifadeleri, o zamanlar Türkçeye bakış açısının ne surette olduğunu ortaya koyması
bakımından aynen aktarıyoruz: “Egerçi o nüsha bir Türkî kitâb gibidür sûretde,
ammâ câmi’-i envâr-ı ’ulûmdur hakîkatde. Her tâ’ife hazz alsun diyü Türkî diline
sokup tururum. Ammâ ehli bilür ki anda ne nükteler kasd idüp tururdum.” (Tazarru-nâme, s. 25.)
17 Ma‘ârif-nâme, s. 26-27.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 133
ra koyarak ayrı bir eser olarak hazırlamayı uygun gördüğünü ve onu da
henüz tamamlayamadığını söylüyor.18
Görüldüğü gibi bu cümleler de Sinan Paşa’nın yaklaşımları ve tercihleriyle ilgili olarak bize mühim bilgiler vermektedir. Yazar, bazen dervişlerin, bazen de züht ve ibadet ehlinin anlayacağı dilden konuşuyor.19
Mesajını bütün kitlelere ulaştırmak hedefini güdüyor, yani “didaktik” bir
gayesi var. Fakat, ondaki didaktik gaye, hiç bir zaman sanat endişesinin
önüne geçmemiştir. O, bu yönüyle, muasırı olan bir çok mesnevi yazarından keskin çizgilerle ayrılır. Bahsettiğimiz şairler, şiiri ve mesnevi türünü uzun mev’izelerini ifade etmede bir araç olarak kullanırken, Sinan
Paşa tam tersine, anlatacaklarını, öğreteceklerini sanat kudretini ortaya
koymada bir malzeme olarak görür gibidir.
Sinan Paşa’nın nesirde “önsüz” ve “öncüsüz” olduğunu söylemek
mümkündür. Tazarrru'-nâme’yi önce iki ana kısma sonra, onları da kendi
aralarında fasıllara bölerek bir plân dahilinde yazarken, ikinci eseri olan
Ma‘ârif-nâme’yi “fasıl” ve “bâb” koymadan aklına nasıl geldiyse öyle
“düzmesi” ve önce evliya menkıbelerini yazma kararındayken sonra vazgeçmesini, yazarın yazış tarzı ve anlayışına mı, yoksa sözünü ettiğimiz
öncüsüzlüğe mi bağlamak gerekir, tartışılır. Hatta üçüncü bir ihtimal olarak, onun esas olarak şekli değil muhtevayı, yani özü kabul etmiş olması
ve bu yüzden eserinin tertibini ikinci sırada gördüğü de söylenebilir.
Bu ifadelerden çıkabilecek bir başka husus da yazarın tamamen “hâtifi gayb”dan geldiği şekilde yazdığı ve yazma-çizme, karalama vs. yapmadan olduğu şekliyle bıraktığı noktasıdır ki, yukarıda da kısmen temas
ettiğimiz bu yönü, yazarın kudret ve kabiliyetini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Sinan Paşa’nın “hâtif-i gayb” dediği, elbette “ilham”dır.
Sinan Paşa’da Dil
Sinan Paşa’nın nesrinden bahsederken esaslı araştırmaya dayanmadığı
belli olan bir takım tespitlere gidildiği görülür. Bunlardan biri de lise ders
kitaplarında yazarın “süslü nesir” temsilcisi olarak gösterilmesidir. Nesrin,
18 Ma‘ârif-nâme, s. 27.
19 Bu arada zahitler dilinden konuşmayı bir “tenezzül” olarak görmesini, sadece klasik edebiyatımızda çok görülen rint-zâhit çatışmasında hep olduğu gibi sanatkârın
rintten ve rintlikten yana tavır koyması şeklinde algılamak eksiklik olur. Sinan
Paşa’nın hayatı da incelendiğinde bunun bir gerçek olduğu, Şeyh Vefâ’dan el alan
Paşa’nın mutaassıp zâhitlerle mütemadiyen mücadele içinde olduğu görülecektir.
134 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
“süslü, orta, sade” diye tasnif edilmesinin ne kadar doğru olduğu tartışılması gereken bir konudur. Ancak konumuz icabı asıl üzerinde durulması
gereken, böyle bir tasnifi kabul edersek, Sinan Paşa’nın nesri “süslü nesir”
kategorisine mi dahil olmalıdır? Süslü nesir tabirinin zihindeki ilk çağrışımı dili ağır, ağdalı, kelime oyunları ve söz sanatlarıyla dolu bir tarzdır.
Acaba Sinan Paşa’nın dili gerçekten külfetli midir? Bunu kabul etmek pek
mümkün görünmüyor. Yukarıda da görüleceği üzere, Sinan Paşa gibi halkın her tabakasına anlatacak sözü olan bir sanatkârın halkın anlayamayacağı bir dille eser vermesi düşünülemez. Ancak yazarın dilinin fazla sade
olduğu da söylenemez. Sinan Paşa, ne mesajını sanatına tercih etmiş, ne de
tersini yapmıştır. Yer yer ağır sayabileceğimiz kelimelerle dilini oluşturan
yazar, daha çok sehl-i mümtenî de denilebilecek bir sadeliği tercih etmiştir. Şu üç parçayı örnek olması bakımından buraya alıyoruz.
“Kişi turmayup kâdir olduğı ibâdete çalışmak gerek ve elinden geldügi tâ’ate dürişmek gerek. Ve hîç bir hayrda bundan ne fâ’ide ola dimemek
gerek ve hîç bir amel adını sımamak gerek. Ta’atün ululuğı ve kiçiligi
Allâha Te’âlâ katında ma’lûm olur ve günâhun kebîreligi ve sagîreligi ol
dergâhda bilinür.” 20
“İlâhî! Sen bana benden yakınsın ve ben dûram; eger ben beni bilmez isem
ma’zûram. İlâhî! Benden ibâdet gerekse, senden inâyet gerek; kuldan itâ’at
gerekse, Hak’dan hidâyet gerek. İlâhî! Yaramazlıklardan nice korkarsam belâ
ola deyü, eylüklerümden ol kadar korkaram, ibtilâ ola deyü. İlâhî! Suçum bildüm kapuna geldüm, redd itme. İlâhî! Bî-niyâzlığun dîvârını sedd itme.” 21
Bu ifadelerdeki sadeliğin tersine hemen arkadan şu cümleler geliyor:
“Nite ki ol dîde-i âlem ve sürûr-ı sîne-i âdem, dürr-i sadef-i risâlet ve
düriyy-i semâ-yı celâlet, hatm-i sûre-i nübüvvet ve hâtem-i nigîn-i fütüvvet Hazret-i Risâlet’den -salla’llâhu aleyhi ve sellem- menkûldür ki iki
göz cehennem odını görmez...” 22
Yalnız, bu son parçadaki nispeten ağır sayılabilecek kelimeler, tamamen özel bir sebepten kaynaklanmaktadır. O da Hz. Muhammed’den söz
ettiği için saygısını şaşaalı ifadelerle anlatma istek ve arzusudur ki, dildeki bu tercih aslında yazarın şahsî bir tercihi olmaktan çok, genelleyebile20 Ma‘ârif-nâme. s. 131.
21 Tazarrru'-nâme, s. 102.
22 Tazarrru'-nâme, s. 102.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 135
ceğimiz bir durumdur. Nitekim dili en sade mesnevilerde bile tevhid ve
na’t bölümlerinin dilinin eserin genel yapısıyla kıyaslandığında ağırlaştığı ve Arapça-Farsça kelime ve terkiplerin yoğunlaştığı görülür. Sinan
Paşa’nın nesri de bu genel temayül çerçevesinde yer yer ağırlaşmaktadır.
Fakat yazarın dilinin devrinin az çok bir tahsil görmüş zümresince çok
rahat anlaşılabilir olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Sinan Paşa’nın çok zengin bir kelime kadrosu vardır ve bu kadronun
azımsanmayacak bir kısmı Türkçedir.23 Bugün kullanımdan düşmüş ve
arkaik diye adlandırdığımız bir çok Türkçe kelimeyi Sinan Paşa’da bulmak mümkündür.
Çok kelimeden oluşan izafet tamamlamalarına fazla rağbet etmeyen
Sinan Paşa, bu tür tamlamaları en çok iki ve üç, yer yer dört çok ender
olarak da beş kelimeden oluşturmuştur. Şu paragraflarda az kullandığını
söylediğimiz dörtlü tamlamaları bir araya toplamış:
“Gâh olur ki perçem-i alem-i şeb-i deycûrı rîş-i Fir’avn gibi cevâhir-i zevâhir-i kevâkib-i dırahşân ile murassa’ u zîbâ idersin ve gâh olur
ki ’amûd-ı sîmîn-i subh-ı sabîhi yemîn-i Mûsâ gibi pertev-i nûr-ı horşîd-i
tâbân ile yed-i beyzâ idersin.” 24
“...ve cedâvil-i keşîdegân-ı takâvîm-i gaybî ve erkâm-ı nihâdegân-ı
mezeyecât-ı lâ-reybî zâyice-i tavali’-i mevâlid-i nâmı safahât-ı subh u
şâm üzerine isbât idüp çizerler.” 25
Beşli tamlamalarda yazar âdeta “böyle de yazabileceğini” göstermek
ister gibidir. Çok ender kullandığı beşli tamlama gruplarına bir örnek:
“çarh-ı mümerred-i kavârîr-i kasr-ı mînâda.”26
Sinan Paşa’da cümle yapısının oldukça sağlam olduğu, özellikle sözdiziminde cümle unsurlarının yerli yerinde kullanıldığı görülmektedir.
Şiirdeki vezin ve kafiye zarureti gibi müseccâ nesirde de seciyi fedâ et23 Mezuniyet tezimizin konusu Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâme’si idi [M. Fatih Köksal,
Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme (İnceleme -Metin-İndeks), Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Mezuniyet Tezi, Kayseri 1989]. Eserin sadece 22 sayfalık “mukaddime” kısmındaki madde başı kelime sayısı 1800 civarındadır. Bunun ne denli
yüksek bir sayı olduğu ortadadır. Sinan Paşa’nın Türkçe eserleri üzerinde yapılacak bir lugat çalışmasının Türk diline önemli bir katkı sağlayacağına inanıyoruz.
24 Tazarrru'-nâme, s. 127.
25 Ma‘ârif-nâme, s. 15.
26 Tazarrru'-nâme, s.46.
136 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
memek için zaman zaman devrik cümlelere başvurulduğu vakıadır. Bu
durum, tabiatıyla Sinan Paşa’nın nesrinde de vardr.
Sanat Eserinin Görevi veya Sinan Paşa’da Nesir Üslûbu27
Sinan Paşa nesrinin bizce en belirgin ve onu diğerlerinden ayrı kılan tarafı, gerçek sanat eserinde bulunması gereken özelliklerin başında gelen “insan ruhunda heyecan uyandırma” olgusunun tam manasıyla
mevcut olmasıdır. Ma‘ârif-nâme’de kelimeleri mücevher gibi işleyerek
yaptığı nasihatler insanın bir yandan aklına hitap ederken ruhunu da doyurmakta; Tazarrru'-nâme’de Yaratıcı’ya ne türlü dualar edilebileceğini
gösterirken, O’nun sıfatlarını yüzlerce farklı kelime ve tamlamalarla ifade ederek akla durgunluk verecek dil oyunlarıyla beraber ruhları da sonsuz hoşluk ve heyecanlara gark etmektedir. Buraya kadar alınan metin
parçacıkları bile Sinan Paşa’nın nesriyle ilgili bir kanaat oluşturmuştur.
Ama özellikle Tazarruât olmak üzere diğer iki eserine de göz atıldığında
bu söylediklerimizde hiç abartı payı olmadığı, ama mutlaka eksikliklerin
olduğu görülecektir. Tazarrru'-nâme’den aldığımız ve söyleyiş biçimi
bakımından birbirinden farklı şu iki parça Sinan Paşa üslûbunun nirengi
noktası olan bu hususu ortaya koymaktadır:
“Her mevlûd ki ana rahmine düşer, ezelde bilürsin ki, zeker midür,
ünsâ mı; tammü’l-halk mıdur, hunsâ mı? Hûb mı olur yohsa zişt; ehl-i
dûzah mı olur, yohsa ehl-i behişt? Âkil mi olur, yâ dîvâne; âşinâ mı olur,
yâ bîgâne? Âlim mi olur yohsa câhil; nâkıs mı olur, yohsa kâmil? Ganî
mi olur, yâhud fakîr; şerîf mi olur, yohsa hakîr? Ömri uzun mı olur, ya
kasîr; cismi kebîr mi olur, ya sagîr?”28
“İlâhî! Şol cemâlüne müştâk olan gönülleri, bu hâkdân-ı dâr-ı gurûrdan sâhat-i sarây-ı sürûruna sen hidâyet it. Ve şol visâlüne müte’attış
olan dilleri, bu hevâcî-i bevâdî-i dalâletden zülâl-i sebze-zâr-ı rahmetüne sen delâlet it. Bekâ isteyen cândan vücûd âfetlerini sen def’ it, dirlik
uman gönüllerden varlık hicâbını sen ref’ it. Cân seyrin isteyene şer’
yolunu tarîk it; yoklık yolına gidene tevfîkunı refîk it. Sâliklerüni inâyet
atına süvâr it; Yolunda fenâ bulanları gine senün ile var it. Işkun şehîd27 Yazının başlığında da “nesir üslûbu” ibaresi görülecektir. “Sinan Paşa’nın üslûbu”
yerine bu ifade tarzını tercih edişimiz, özellikle Tazarruât’ında bir divanı dolduracak kadar manzumesi olan sanatçının şairlik tarafının da bulunmasından dolayıdır.
28 Tazarrru'-nâme, s. 47.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 137
lerini gine sen yu; yolunda ölenleri gine sen ko. Sini sevenün derdin artur; zikrün idenün virdin artur. Kâlde kalanı kâlden geçür; hâl isteyeni
hâlden geçür. Kapunda sınık gönülleri ışkun ile bütün tut; yolundan azan
kulları tevfîkün eliyle elin tut...”29
Sinan Paşa üslûbunun en belirgin özelliklerinden biri, kelime grupları
ve cümleler arasında bir mantık silsilesinin mevcudiyeti ve sebep-sonuç
ilişkisine istinat eden bir ifade tarzıdır. Bunu yazarın felsefeyle olan ünsiyetinden ileri gelen bir hususiyet olarak tespit etmenin doğru olacağı
kanaatini taşıyoruz. Paşa’nın eserlerinden herhangi birinin herhangi bir
sayfasını çevirdiğimizde bu tespiti teyit edecek bolca örnekle karşılaşırız:
“İlâhî! Sen ol Kâdir-i hakîmsin ki, ruhsâr-ı güle şol tarâveti virdüñ ki
anı gördükçe gül-i dil açılup pür-safâ olur ve gül-i ruhsâra şol nezâreti
virdün ki ana karşu dil-i gül utanup gark-ı hayâ olur.”30
“Eger ma’rifete şürû’ itse gavvâs-ı zevk ile dil deryâsından niçe dürler döke ve eger tahkîk itmek dilese âlet-i şevk ile niçe müşkil yirleri keşf
idüp söke. Fi’l-cümle eger kitâb gerekse dil âyînesini mücellâ vü pâk eyle
ki cemî’ nukûş-ı kâyinât anda yazılmışdur.”31
Sinan Paşa, nesrinin bir üslûp özelliği olan bu sebep-sonuç ilişkisini, bazen dinî-tasavvufî meselelerde fikrini ispat için mantık yürütme
tarzında bir “malzeme” olarak da kullanır. Bu, bütünüyle insan ruhunun
derinliklerin hitap eden ve âdeta bir “gönül eri” olan sanatçının “realist”
yaklaşımını ortaya koyan bir tarafıdır ki, bir “şathiye” edasındaki şu satırlar bunun açık örneğidir:
“İlâhî! Seyyidî ve Mevlâyî! Ben yoğ-iken ne olacağum bilür-idün ve
beni yaratmadın ne idecegüm bilür-idün. Ben ne kulpa yapuşacağum başuma yazmış-idün ve ben ne yolda gidecegüm ezelde bilmiş-idün. Eger
ezelde kullığa kabûl itdün-ise fazıl senündür, ni’met bana ve eger reddün
eliyle atdun-ise adil senündür, hasret bana. (...) Mâdâm ki ol ucından
depredilmeye, bu ucı deprenmez ve eger şöyle ki, misâlda mütemessil
olmaya ayânda belürmez. (...)
İlâhî! Dutalum İblîs Âdem’e zerk itdi, ol buğdayı Âdem’e kim rızk itdi?”32
29
30
31
32
Tazarrru'-nâme, s. 76.
Tazarrru'-nâme, s. 50.
Ma‘ârif-nâme, s. 81.
Tazarrru'-nâme, s. 138.
138 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
Paşa’nın bir başka bariz üslûp özelliği, anlatmak istediği fikri soru
sorarak güçlendirmek, pekiştirmektir. Bunun için en çok “ne”, “niçe”,
“nasıl”, “kim” gibi soru sıfatlarını ve zarflarını kullanır:
“Mâl ne cîfedür ki sen anuñçün ber-kadem varursın ve dünyâ ne biledür ki sen anda râhat olup turursın? Niçe bir gafletle uyursın? Rıhlet
vakti yakındur. Ve niçe bir vuslat ola sanursın? Fürkat vakti yakındur”33
“İlâhî! Her yirde hâzırsın, seni kanda isteyeyüm ve hâlüme nâzırsın
sana ne diyeyüm? İlâhî! Ben za’îf neyleyeyin ki mahabbetün tekâzâsı gel
dirse, izzetün kibriyâsı redd ider; cemâlüñ tecellîsi cezb iderse, celâlün
satveti kahr ider.”34
Ahenk Unsurları: Tekrir-Aliterasyon-Seci
Yazarın “söz tekrarları” -tekrir-, “ses tekrarları” -aliterasyon- ve
özellikle de “seci” gibi ahenk unsurlarını kullanışı hakkında hükümler
verirken söyleyeceklerimize mesnet olmak üzere Tazarrru'-nâme’den
rast gele seçilmiş bir parçayı aktarıyoruz:
Işk iledür gögün döndügi; ışk iledür yirün turduğı
Işkdur çarha koyan felegi; ışkdur temcîd okudan melegi
Işkdur yılduzları seyr itdüren; ışkdur ay ü güni devr itdüren
Işkdur nebâtâtı bitüren; ışkdur çiçekleri getüren
Işkdur ke’s-i şakâyıkı pür şarâb iden; ışkdur dîde-i nergisi nîm-hâb iden
Işkdur zemîn yüzini pür envâr iden; ışkdur havâyı külbe-i attâr iden
Işkdur bâd-ı sabâyı Mesîh-dem iden; ışkdur lâleyi mübârek-kadem iden
Işkdur ’ arûsân-ı felege zer ü zîver viren; ışkdur cihân bâğına zîb ü
fer viren
Işkdur bülbülleri ırladan; ışkdur dôlâbları inleden
Işkdur her murga âvâz itdüren; ışkdur mutriblere sâz itdüren
Işkdur gülleri peydâ iden; ışkdur gül yüzlileri hüveydâ iden
Işkdur çemende reyhânlar açan; ışkdur zülüfleri reyhân gibi saçan
Işkdur gülşende servi âzâd iden; ışkdur servi boylu âdemi zâd iden
33 Ma‘ârif-nâme, s. 162-163.
34 Tazarrru'-nâme, s. 99.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 139
(...)
Işkdur gözleri sâkî iden; ışkdur güzelliği bâkî iden
Işkdur cemâllere zînet viren; ışkdur güzellere izzet viren
Işkdur sûretleri mahbûb iden; ışkdur mahbûbları mergûb iden
(...)
Işkdur safâ kapusın feth itdüren; ışkdur gine kendüyi medh itdüren.35
Sinan Paşa’da, şiirde tekrîr adıyla bir sanat olarak gösterilen fakat nesirde özel bir adı olmayan söz tekrarlarına sık sık rastlanır. Yukarıdaki metin,
seci ile beraber tekrarların da nasıl kullandığına örnek teşkil etmektedir.
Buradaki “ışkdur” kelimesi gibi tekrarlar Sinan Paşa’nın manayı kuvvetlendirmek maksadıyla çokça başvurduğu söz oyunlarındandır. Fakat
bu tekrarlar, tıpkı Tazarrru'-nâme’nin tamamında yüzlerce defa geçen
“İlâhî!” kelimesinde de olduğu gibi asla bıkkınlık vermemekte, bilakis
bir ahenk unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Şiirde ahengi sağlamada önemli bir unsur olan “seslerin musikisinden faydalanma” da diyebileceğimiz aliterasyonu Sinan Paşa nesirde de
yer yer tatbik etmiştir. Şu paragraftaki “s” ünsüzlerinin sağladığı ahenk
bunlardan biridir:
“İlâhî! Îmân binâsını şöyle muhkem eyle ki, sarsar-ı vesvese-i Şeytân’dan aslâ mütezelzil olmaya ve İslâm kâ’idesini şöyle müstahkem
eyle ki, mancınîk-i İblîs-i fettândan bir zerre mütehallîl olmaya; esâs-ı
âsumân-ı dîn gibi üstüvâr...” 36
SİNAN PAŞA ve SECİ’
Bugüne kadar yazılan edebiyat nazariyesi ve belagat kitaplarında seci’
ve çeşitleri üzerinde farklı görüşler ileri sürülmüş, farklı tasnifler yapılmış ve buna bağlı olarak değişik isimlendirmeler kullanılmıştır. Ayrıntıya
girmek konuyu hedefinden saptırıp uzatacağından ve bu bilgiler zaten söz
konusu kitaplarda mevcut olduğundan seciyi ve secide aranacak vasıfları
kısaca izah ettikten sonra Sinan Paşa’daki tatbikatına geçeceğiz.
Sözlükte “kumru ve güvercin gibi kuşların nağmelerini tekrarlayarak ötüşü” olarak tanımlanan secinin pratik bir tanımını yapacak olursak
35 Tazarrru'-nâme, s. 208-209.
36 Tazarrru'-nâme, s. 101.
140 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
“nazımdaki kafiyenin nesirdeki benzeridir” veya “nesirde kelime, kelime grupları veya cümleler arasında görülen ses tekrarlarının oluşturduğu ahenktir” diye tarif etmek mümkündür. Ancak, bir secinin makbul
sayılabilmesi için onda bir takım özellikler de aranırdı. Bunları M. Kaya
Bilgegil şöyle sıralıyor:
“Seci’, ancak tekellüften arınmış fıkralarda makbul sayılabilir. Bu
fıkralar az ve eşit sayıda kelimelerden meydana gelmelidir. Eğer bu eşitlik sağlanamazsa, son fıkrada yer alan kelimelerin, daha öncekinden az
olması gerekir. Seci’li kelimeler vezin ve revî bakımından beraberlik taşımalıdır. Bir fıkradaki mânânın seci’ hatırı için diğerinde tekrarı affolunmaz kusurlardandır. Eskilerin dikkat ettiği bir husus da, secinin ancak
aydınlar tarafından kullanılan kelimelerle yapılmasıydı. Mânânın lafza
değil, lafzın mânâya tâbi olması, bu sanatta aranan en mühim vasıftır.” 37
Sinan Paşa, eserlerinde secinin hemen her türlüsünü kullanmıştır.
Yukarıdaki “ışkdur” sözlerinin tekrarlanmasıyla yaptığı seciler daha
çok “sec’-i mefrûk” denilen türdendir. Burada dikkat çeken bir nokta da
“döndügi-turduğı”, “ırladan-inleden” gibi secili kelimelerin bazılarının
şiirde anladığımız manada uygunluk (kafiye) teşkil etmemesidir. Birincisinde “-dügi” - “-tuğı”, ikincisinde “-ladan” - “-leden” eklerinin redif
olduğunu kabul edersek geriye kalan “dön-” ve “tur-”da bir ses benzeşmesi olmadığı ortadadır.
Bu bölüme dikkat edildiğinde secili cümlelerdeki kelimelerin karşılıklı olarak aynı görevleri paylaştığı ve hepsinde müşterek olarak secinin
cümle sonlarındaki kelimelerde bulunduğu görülecektir:38
“Işk iledür gögün döndüğü - Işk iledür yirün turduğı”.
Burada “Işk iledür”ler tekrar edilmektedir. “yirün” -“gögün” ve “döndügi” - “turdığı” kelimeleri de denk kelimelerdir. Sonraki gruplarda da
37 Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgât), Enderun Kitabevi, İstanbul 1989, s.337.
38 Bu itibarla Ta’lîm-i Edebiyat’ta ifade edilen ve fakat klâsik belâgat kitaplarında
bulunmayan sec’-i mutlak’a Sinan Paşa’nın itibar etmediğini, daha doğrusu onun
dünyasında bu tür bir seci bulunmadığı notunu düşmekte yarar vardır. Esasında
eski belâgat kitaplarının seci için “evâhir-i fıkarâtın hurûf, harekât ve sekenâtça
müttehid olması” (söz öbeklerinin sonlarının harf ve hareke bakımından bir olması) şartını getirdiğine göre, sec’-i mutlak diye bir seci türünün bulunmayışını klasik
Osmanlı nesrinin geneline de teşmil etmek mümkündür. Nitekim eldeki mensur
metinler de bunu doğrulmaktadır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 141
aynı sistem devam ediyor. Birbirine denk olan kelime ve kelime gruplarının her birinin cümledeki görevlerinin aynı olduğu da görülmektedir.
Bu noktadan hareketle bir kaç cümleyi “sözdizimi” bakımından inceleyelim:
Işkdur yılduzları seyr itdüren - ışkdur ay ü güni devr itdüren.
“Işkdur”lar her iki cümlede de yüklem,
“Yılduzları seyr itdüren” ve “ay ü güni devr itdüren” kelime grupları
her iki cümlede de özne grubu görevindedir.
“yılduzları seyr itdüren” ve “ay ü güni devr itdüren” yan cümleciklerinin “seyr itdüren” ve “devr itdüren” yüklemleri, “yılduzları” ve “ay
ü güni” ise nesneleri durumundadır. Diğer cümlelerde de böyle bir uygunluk mevcuttur.
Yazarın seciyi kullanışına dil bakımından bu kısa yaklaşımdan sonra
seci türlerinden hangisine daha çok rağbet ettiğini incelediğimizde görürüz ki Sinan Paşa en sanatlı seci türü olan “sec’-i murassa’” da, en
basit -belki de seci sayılamayacak- olan “sec’-i mutlak”a da fazla rağbet
etmemiştir.
S e c - i m u t a r r a f : Mutarraf, “iki tarafa ayrılmış, kısımlanmış”
demektir. Yalnız fasılalar (fıkralar veya cümlecikler) sonundaki harfin
benzeşmesiyle yapılan secidir. Bu seci türünde seciyi oluşturan kelimelerin revi harfleri aynı, vezinleri farklıdır. Aşağıdaki alıntılarda benzer
işaretli kelimeler bu türün örneklerindendir:
“Sen ol Kâzî-yi ecel ve Hâkim-i lâ-yezâlsin ki kıdem iklîminde henûz
bir mahlûk peydâ degül-iken ve kazân mahkemesinde henûz bir mümkin
hüveydâ degül-iken...”39
“İlâhî! Îmân tohmını ki kalb mezra’asında kendü lutfun-ile ekdün ve
İslâm nihâlini gönül ravzasında kemâl-i keremünden dikdün”40
S e c ’ - i m ü t e v â z î : Mütevâzî, “birbirine müvazi olan; paralel”
demektir. Seciyi oluşturan kelimelerin hem revi harfi hem de vezince
aynı olduğu seci türüdür. Tazarrru'-nâme’de olsun, Ma‘ârif-nâme’de olsun bu türün çok örneği vardır. Aşağıdaki cümlelerdeki benzer işaretli
kelimeler bu seci türündendir:
39 Tazarrru'-nâme, s. 43.
40 Tazarrru'-nâme, s. 112.
142 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
“İlâhî! Her ne ki lafza vü ibârete sığar, harf ü isimdür, sen andan müberrâ; ve her ne ki mîzân-ı akla girür adet ü resimdür, sen andan mu’arrâ.” 41
“Cûdun sehâb-ı kâyim, feyzün bârân-ı dâyim.” 42
Sec’-i mütevâzî, Aşağıda benzer şekilde işaretlenmiş kelimeler arasında olduğu gibi kimi zaman bir cümlede birden fazla kelimede karşımıza çıkar:
“Sen ol misk-i ezfersin [ki] şol vaktden berü ki nâfe-i zât-ı şerîfün
nâf-ı ’Abd-i Menâf’dan vücûd bulup zâhir oldı. Ve sen ol hurşîd-i enversin [ki] ol demden berü ki tal’at-i sûret-i latîfün matla’-ı Benî Hâşim’den
tulû’ idüp bâhir oldı.” 43
“Cûdun sehâb-ı kâyim, feyzun bârân-ı dâyim. Rahmetün in’âm-ı şâmil, kudretün âsâr-ı kâmil. Cûdun denizinden dü âlem bir katre, mihrün
hevâsında iki cihân bir zerre. ” 44
S e c ’ - i m u r a s s a ’ : Murassa’, “süslü, süslenmiş” demektir.
Fâsılaların sec’-i mütevâzîdeki vezin birliğinden başka adet bakımından
da eşit olduğu seci türüdür. “Şiirdeki tarsî’ sanatının nesirdeki karşılığı”
da diyebiliriz. Sinan Paşa’da çok görülmemekle beraber, yine Tazarrru'-nâme’den aldığımız şu cümleler de sec’-i murassaya örnektir:
“İlâhî! Sen ol Kerîm’sin ki, meşârib-i keremün zâhir ü sâfî ve sen ol
Mün’îmsin ki revâtib-i ni’amun vâfir ü vâfî” 45
S e c ’ - i m ü t e v â z i n : Mütevâzin, “düzgün, düzenli, vezinli”
anlamına gelir. Seciyi oluşturan kelimeler arasında revi uyumu olmaksızın sadece vezin birliği ile yapılan seci türüdür. Bu seci türü konuyla
belâgat ve edebiyat nazariyesine dair eserlerin çoğunda yer almazken kimilerinde de sec’-i mütevâzînin bir başka adı olarak takdim edilmektedir.
Sinan Paşa nesrinde çokça rastlandığına nazaran böyle bir seci türünün varlığına kuşku yoktur. Başka bir ifadeyle kimi nazariyatçıların bir
seci türü olarak görmedikleri veya adından ve varlığından bahsetmedikleri sec’-i mütevâzinin varlığını, uygulamadaki pek çok örneğiyle kabul
etmek durumundayız. Birkaç örnek:
41
42
43
44
45
Tazarrru'-nâme, s. 71.
Tazarrru'-nâme, s. 81.
Ma‘ârif-nâme, s. 14.
Tazarrru'-nâme, s. 81.
Tazarrru'-nâme, s. 46.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 143
“Fi’l-cümle şunlar ki ol karnın fuzalâsı idi ve ol devrün ’ulemâsı idi"46
“Gâh sayd iderler bir hüneri-y-içün, gâh habs iderler zîb ü zîveri-y-içün”47
Şu örnekte aynı cümlede üçer kelimede sec’-i mütevâzin mevcuttur:
“Kimdür ki rûzigârun revâcını bî-kesad ve salâhını bî-fesâd ve su’ûdını bî-hübut ve vusûlini bî-kunût ve evcini bî-hazîz-i nâzil ve şehdini
bî-semm-i kâtil... ” 48
S e c ’ - i m e f r û k : Mefrûk, fark edilmiş, ayrılmış demektir. Redifler kullanılarak yapılan secidir. Sec’-i mefrûk, rediflerle yapılmış her
tür seci olduğu için tabii olarak diğer seci türlerinden herhangi biriyle
kullanılır. Sadece yukarıdaki metinlerde de geçenlerden bazılarını örnek
gösterelim:
“Işkdur yılduzları seyr itdüren - ışkdur ay ü güni devr itdüren”, “Işkdur ke’s-i şakâyıkı pür şarâb iden - ışkdur dîde-i nergisi nîm-hâb iden”,
“Işkdur zemîn yüzini pür envâr iden - ışkdur havâyı külbe-i attâr iden”...
bu türden secilerdir.
Sonuç
Klâsik edebiyatımız, geçmişte bir şiir edebiyatı olarak kabul edildi.
Bugünkü araştırmacıların inceleme sahaları da nesre pek yaklaşmıyor.
Mensur eserler üzerinde yapılan çalışmaların ise daha çok metin neşrinden ibaret olduğu görülüyor. Nitekim Sinan Paşa’nın eserleri için de durum böyledir. Bizim edebiyat araştırmacılarımız tarafından henüz üslûp
incelemesi konusunda yeterli çalışmalar yapılmamış olması, dolayısıyla
da oturmuş, genel kabul görmüş ve sistemleşmiş bir üslûp inceleme metodumuzun bulunmayışı elbette bu eksikliğin en büyük amili olsa gerektir.
Edebiyatımızın lâyıkıyla ilgilenilmemiş bu büyük şahsiyetinin üslûbu
üzerinde bir şeyler söylemeye çalıştığımız bu yazımızda vardığımız sonuçları şöyle sıralamak mümkündür:
1. Sinan Paşa’nın üslûbu, sanatı daima ön plânda tutan, fakat her
cümlesinde okuyucularına, başka bir ifadeyle halka da faydalı olma gayesinin peşinde giden bir sanatkârın endişelerini, fikir ve sanat çilesini
taşımaktadır.
46 Ma‘ârif-nâme, s. 13.
47 Tazarrru'-nâme, s. 131.
48 Tazarrru'-nâme, s. 120.
144 Prof. Dr. M. Fatih Köksal
2. Klâsik şiirimizin olduğu gibi, nesrimizin de ilk öncüleri yahut üstatları elbette İranlı sanatkârlar olmakla beraber, Sinan Paşa, öncüsüz girdiği sanatlı nesir tarzında Türk diliyle çok erken bir olgunluk seviyesini
yakalamış ve şiir kulvarında aynı olgunluğa erişmek için bir yüz yıl daha
bekleyecek sanatkârları geride bırakmıştır.
3. Seciyi ve tekrîri, manayı lafza ezdirmeden büyük bir ustalıkla kullanan Sinan Paşa, kelime seçimindeki özen, cümle yapısındaki sağlamlık
ve bunları üstün sanat kabiliyetiyle yoğurarak sağladığı olağanüstü akıcılıkla aynı zamanda Türk dilinin en büyük ustalarındandır.
4. Sinan Paşa’nın üslûbuna hayatı olduğu gibi gören, realist ve felsefî
düşünce tarzı büyük oranda yansımıştır. Onun yüksek üslûbu, üzerinde
daha derinlemesine, daha sistemli ve teferruatlı yapılacak incelemelere
muhtaçtır.
5. Bizi böyle bir incelemeye götüren, yaptığımız bibliyografya araştırmasında gerçekten Türk edebiyatı şaheserleri arasında yer alacak zirve
eserlerin sahibi Sinan Paşa’nın nesir üslûbu üzerinde yapılmış bir çalışmaya rastlamamış olmamız ve bu noktada gördüğümüz eksiklik olmuştur. Bu yazıdaki bazı tespitlerin eksikliği, metodumuzda hataların ve
noksanlıkların bulunması yahut varmaya çalıştığımız bir kısım yargılarda yanlışlara düşmüş olmamız tabiîdir. Ne var ki bütün bunlar, yukarıda
işaret ettiğimiz üslûp incelemesi çalışmalarındaki metot eksikliğimiz ve
örneksizliğimizin tezahürleri olarak değerlendirilmelidir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 145
Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâme
Adlı Eseri Tıp Etiği İlkeleri İçin
Bir Kaynak Olabilir mi?
Prof. Dr. Ömür Şaylıgil
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hilmi Özden
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâme Adlı Eseri
Sinan Paşa, XV. yüzyılın önemli âlim, mutasavvıf ve devlet adamlarındandır. İstanbul’un ilk kadısı Hızır Paşa’nın oğludur (1). Doğum yeri
ve yılı belli değildir. Sinan Paşa, devrin büyük ulema meclislerine devam
etmiştir. Babasının vefatından sonra Fatih, onu bir medresede müderris
olarak görevlendirmiş, bu arada padişah hocası Hâce-i Sultânî olmuş,
1474 yılında kendisine vezaret rütbesi verilmiş, Hoca Paşa adıyla anılmıştır (2). Bir aralık Fatih ile Sinan Paşa’nın arası açılmış; padişah, Sinan Paşa’yı azledip ardından hapsetmiştir. İstanbul âlimleri, kabahatsiz
olan Sinan Paşa serbest bırakılmazsa hep birlikte memleketi terk edip
gideceklerini söyleyince Fatih, Sinan Paşa’yı hapisten çıkarıp Sivrihisar kadılığına tayin etmiştir (3). Sinan Paşa, özellikle nesirdeki başarısı
ve üslubu ile eşine az rastlanan bir müelliftir. Riyâziye, hey’et, fıkıh ve
kelâm konularında Arapça; din, tasavvuf, ahlâk ve evliya menkıbeleri
146 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
konularında ise Türkçe eserler vermiştir. Ma‘ârif-nâme, Sinan Paşa’nın
Türkçe olarak kaleme aldığı ikinci eseridir. Ahlâka dair yazmış olduğu
bu eser Nasihat-nâme, Maârif, Ma‘ârif-nâme, Ahlaknâme ve Risâle-i
Ahlak adlarıyla anılmıştır (1). Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisine göre: “Nasihatnameler; fert ve toplumu eğitmek, devlette dirlik ve
düzenliği sağlamak” amacıyla yazılan eserlerin genel adıdır. Nasihatnâmeler genelde ahlâkî-didaktik eserlerdir. İslâm toplumları teorik ahlâktan ziyade ahlâkın uygulamasına önem vermişler, dinin emir ve yasakları
ile gelenek ve töre ahlâkı içinde yapılması veya yapılmaması gereken
davranışları konu alan nasihatnâme türü kitapların telifi doğrultusunda
gayret sarf etmişlerdir. Yazarların kendi gözlemleri, bilimsel çalışmaları
ve kültürel birikimlerinin yer aldığı bu eserlerde öğüt verilirken âyet ve
hadislerden, atasözleri ve vecizelerden yararlanılır, ayrıca muhtelif hikâyeler anlatılıp kıssadan hisse alınması öğütlenir (4).
Amaç
Bu çalışmada Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâme adlı eseri tıp etiği ilkeleri
bağlamında gözden geçirilecek, ilkecilik yaklaşımı temelinde çeşitli başlıklar altında listelenen etik ilkelerin varlığına bu eser içinde kanıtlar aranacaktır. Ma‘ârif-nâme’de bir çok ahlaki kavram bulunmaktadır. Bu kavramlar da: akıl, bilgi, cömertlik, doğruluk, ilim, iyilik, kanaat, sabretmek,
yalan söylememek ve zulüm yapmamak gibi pozitif kavramlar yanında
öfke, haset, alay etmek gibi olumsuz kavramlar da yer almaktadır. Etik
ilkeler yanında listelenen kavramlardan bazılarına örnekler verilecektir.
Gereç-Yöntem
Sinan Paşa bu eserinde şeriata bağlı kalmış, felsefe tarihinden örneklerle eserini zenginleştirmiştir. Bu inceleme için Prof. Dr. Mertol TULUM tarafından yayıma hazırlanan Atatürk Kültür Merkezi tarafından
2013 yılında basılan “Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme -Özlü Sözler ve Öğütler
Kitabı” temel alınmıştır. Adı geçen eser içinde, temel etik ilkelere ait olabilecek ifadeler listelenmiş, kavramlara ilişkin örnek ifadeler de eserdeki
yerleri belirtilerek verilmiştir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 147
Giriş
Ma‘ârif-nâme, yazarın kendi sözleriyle, “ahlâk bâbında, nasihatnâme
suretinde bir kitap”tır. Bu eser, dil açısından taşıdığı önem bir yana, konusu ve içeriği bakımından da son derece ilgi çekicidir. Prof. Dr. Mertol
TULUM’un sunuşunda da ifade ettiği gibi, Ma‘ârif-nâme engin bir kültür birikimi, devlet yönetiminde en üst basamağa kadar çıkmış, çeşitli
iniş çıkışlar yaşamış, tasavvuf düşüncesine vakıf, yaşamını insani erdemleri değerlendirmekle geçirmiş Sinan Paşa’nın ahlaki değerlere bağlı
olmanın nasıl olduğunu bilmek isteyenlere sunduğu ilkeler dizini olarak
da ele alınabilir (5).
Ahlâk, Arapça’da “Seciye, tabiat, huy” gibi anlamlarına gelen hulk veya
hûluk kelimesinin çoğuludur. İnsanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevî nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya
koyduğu iradeli davranışlar bütünü; bu konularla ilgili ilim dalına verilen isimdir (6). Ahlak, bir kültür çevresi içinde kabul görmüş, belirlenmiş ve tanımlanmış değerler manzumesi ve amaçlarla değerlerin nasıl
yaşatılacaklarını, söz konusu amaçlara nasıl ulaşılacağını ortaya koyan
kurallar topluluğu, insan topluluğunun belli bir tarihsel dönem boyunca, belli türden inanç, emir, yasak, norm ve değerlere göre düzenlenmiş
yaşama biçimidir. Ahlak, akıl sahibi kişiler için geçerli olup, başkalarını
etkileyen davranışı yöneten ve amaç olarak kötülük ya da acıyı/ zararı
azaltmaya çalışan gayrı formel bir kamusal sistemdir (7).
Batı dillerinde ahlâk ilmi, etik (ethics) veya moral kelimeleriyle karşılanmaktadır. Buna göre etik “ahlâk üzerine sistemli bir şekilde düşünme,
soruşturma, ahlâki hayata dair bir araştırma ve tartışma” olarak tanımlanabilir.
Etik; hem yaşanan gerçek olan ilişkinin, eylemin vb. adı, hem de bunlar hakkında ortaya konan bilginin adıdır (8). Etik, ahlak felsefesi olarak
da adlandırılabilir. Pieper’e göre etik, kendini ahlaki eylemin bilimi olarak anlar. Ahlakilik kavramını temellendirmek üzere insan pratiğini ahlakilik koşulları açısından araştırır (9). Billington’a göre de etik, felsefenin
en önemli ilgi alanlarından biridir, doğru ve yanlış davranış teorisidir.
Bir kişinin belli bir durumda ifade etmek istediği değerlerle ilgilidir (10).
Dünya Hekimler Birliği’nin Tıp Etiği Elkitabı’nda ahlak ve etik ilişkisi şöyle ifade edilmiştir: “Ahlak insanların karar ve eylemlerinin de-
148 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
ğersel boyutudur. Ahlakın dili ‘haklar’, ‘sorumluluklar’ ve ‘erdemler’
gibi isimler ve ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘doğru’ ve ‘yanlış’, ‘adil’ ve ‘adil olmayan’
gibi sıfatlar içerir. Bu tanımlamalara göre etik birincil olarak bilmekle
ilgiliyken, ahlak yapmakla ilgilidir” (11). Etik,özellikle bir grup veya
kültürün kabul ettiği davranış kuralları, insan davranışlarının iyiliği ya
da kötülüğü veya doğruluğu ya da yanlışlığı ile ilgili felsefenin değerlerle ilgili bölümüdür. Etik, bir meslek üyesinin davranışlarına yön veren
standartlar veya kurallar olarak da tanımlanır.
Çeşitli yazarlar tıp etiği ilkelerinin tasnifinde farklı yaklaşımlar sergilemişlerdir. Bir grup yazar, insan eylemlerinin sonucunu önemseyen ve
eylemin sonucunda ortaya çıkacak yarara odaklanırken, bir diğer grup
istemeyi, eylemin amacının sonuçlarından daha önemli olduğu konusuna yoğunlaşmıştır. Tarihsel süreç içerisinde 20. yüzyıl başlarında Ross,
ödev ve yarar etiği ilkelerini bir araya getirerek etik ilkeleri sadakat, yarar, adalet, zarar vermeme, minnettarlık, kendini geliştirme başlıkları altında listelemiştir. Daha sonra 1972 yılında Psikiyatrist Jav Katz, tıp etiği
ilkelerinin hekimlik uygulamalarına rehberlik edeceğini yazmıştır (12).
Tıp etiği ilkelerinin gelişim sürecinde, Tom L. Beauchamp,The Principles Approach başlıklı yazıda; Belmont Raporu’nun tıp etiğinin gelişiminde çok önemli bir rolü olduğunu vurgulamış, İngiliz filozof W.D.
Ross’un (1877-1971) geliştirdiği “Prima Facie” olarak adlandırılan ilkesel değerdeki ödevleri de eleştirerek yaptığı çalışmalar sonucunda tıp
etiği ilkelerini James F. Childress ile birlikte, aşağıda da verilen dört ana
başlık halinde toplamaya karar vermişlerdir.
1- Yararlı olma ilkesi
2- Zarar vermeme ilkesi
3- Özerkliğe saygı ve özerklik ilkesi
4- Adalet ilkesi (13).
Tıp etiği ilkelerin öncelik sırası kültürlere göre de değişiklik göstermektedir. Batı tıp etiğinde yaşam tarzları, dini inanışları, kültürel yapıları
ve hayata bakış açıları gereği özerklik-özerkliğe saygı ilkesi her zaman
ön sırada iken, aynı şekilde doğunun kültürel yapısı ve hayata bakışı gereği yararlı olma-zarar vermeme ilkesi öncelik kazanmaktadır (14).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 149
Tıp Etiği İlkeleri ve Ma‘ârif-nâme’den Örnek İfadeler
Bu çalışmada, üzerinde çalışılan eser Ma‘ârif-nâme’de ahlak konusu pozitif ve negatif kavramlar ile açıklanmaya çalışılmıştır. Öncelikle
temel tıp etiği ilkeleri hakkında kısa bir bilgi verilmiş, ardından eserden
örneklerler verme yolu tercih edilmiştir.
Yararlı Olmak
Tıp etiği içerisinde yararlı olma ilkesi her şeyden önce zarar vermemeyi öngörür. Jeremy Bentham (1748-1832) tarafından yararcılık ilkesinin temelleri atılmış ve John Stuart Mill (1806-1873) tarafından bu ilke
geliştirilmiştir. Bu ilkenin temelinde en üstün iyinin yarar olması vardır.
Bir şeyin iyi ya da kötü olmasının ayırt edilmesi o şeyin sağladığı yarar
ile alakalıdır.
“Yararlı olma” konusu Ma‘ârif-nâme’de doğrudan ele alınan konulardan biridir.
İnsan daima iyilik etmeli ki kendisi de iyilik görsün (s.609)
İyilik güzel bir niteliktir.(s.611)
Bir kişiye iyilik etiğinde ,
Onu gizli tut, içinde dursun
Eğer bir kişi sana iyilik ederse durmadan açığa vur.
Herkes duysun (s.613)
Yukarıdaki alıntılara bakıldığında, yarara sebebiyet veren iyiliğin duyurulması konusunda bir davet vardır. Yararlı olmayı temele alan yaklaşım sosyal dayanışma, kaynaşma ve sevgiyi de ortaya çıkarır. Yararlı
olma eylemi sonucunda kim/ kimler için yarar beklentisi içinde olunduğu da açıklığa kavuşturulmalıdır.
Uğraşıp da azaltmak gerek kötü işleri,
ecel müddeti azalmadan,(s.521)
Çalışıp da arttırmak gerek iyi işleri,
İş görmekte çalışmaktan kalmadan (s.521)
İyiliğin sağlanması için yapılacak işlerin sürdürülmesi bir yükümlülük olmaktan çok etik açıdan bir erdem olarak da ele alınabilir.
150 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
İyi yararlı işler yapmak gerek, ondan daha iyi sermaye olmaz,
İyilik etmek gerek ondan daha güzel ürün elde edilemez. (s.521)
İyilik, merhamet ve sevgiden kaynaklanan güzel davranış olarak sürdürülmelidir.
İnsan daima iyilik etmeli ki kendisi de iyilik görsün;
Ademoğlu dem bağışlayıcı olmalı ki kendisi de bağışlansın (s.609)
İyilik güzel bir niteliktir, özellikle yakınlara ve dostlara edildiğinde;
ve bağış insan için aranan özelliktir,
Özellikle sevdiklere ve komşulara yapıldığında. (s.611)
Zarar Vermemek
Tıp etiğinin ikinci önemli ilkesi zarar vermemektir. Zarar vermemek
gerçekte tüm insanlık için geçerli bir değerdir. Zarar vermemek-kötülük
yapmamak kavramları birlikte uygulanarak, yararın zarardan fazla olması amaçlanmalıdır. Hippocrates’in -hastaya en az zararla kesintisiz tıbbi
yarar sağlama- konusundaki düşünceleri tıp alanında ahlâki zorunluluk
durumuna gelmiştir (14). Zarar vermeme, yararlı olma ilkelerinin her
ikisi de alınan kararlarda risk ve yararın dengelenmesi prensibini içermektedir. Zarar vermeme ve yararlı olma ilkeleri iç içe geçmiş olarak
görülebilmektedir.
Söylenen sözlerde bin türlü kusur ve yanlış bulunur,
Kişinin ondan sakınması oldukça güç bir iştir; (s.573)
Nice sözler olur adama ölüm kapılarını açtırır.
Horozun ötüşü, öyle zaman olur ki başını kestirir. (s.575)
Kötülük etmekten daha fena bir şey olmaz (s.613)
Kötü iş ve davranışlardan sakın,
Gücün yettikçe iyiliği elden bırakma
Hiç bir gönlü kırmamaya çalış (s.623)
Hiçbir güzsüzü güçlüye ezdirme
İyilik etmeyi kendin için kazanç say (s.625)
Kimseye kötülük etme, kötülük başa bela getirir,
İyilik et, herkese övülmeye yol ver. (s.625)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 151
İnsanlar her ne olursa olsun zarar vermemeyi kendilerine ödev edinmelidirler.
Sözle, davranışla, maddi yardımla insanlara iyi muamelede bulunmayı ifade eden zarar vermemek, Sinan Paşa tarafından da önemi
vurgulanarak günümüz tıp etiği içerisinde yerini bulmuştur. Zarar
vermeme, yararlı olma ilkelerinin her ikisi de alınan kararlarda
risk ve yararın dengelenmesi prensibini içermektedir. Frankena’ya
göre yararlılık 4 temel öğeye ayrılır (15).
1- Zarar vermeme
2- Zararı engelleme
3- Zararı ortadan kaldırma
4- İyilik yapma ya da iyiliği artırma
Zarar vermeme bazen yararlı olmadan, yararlı olma da zarar vermemeden daha kuvvetli olabilir.
Özerkliğe Saygı ve Özerklik
Otonomi; Yunanca ben anlamına gelen “autos” ve yasa anlamı taşıyan
“nomos” sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmiştir. Politik anlamda bağımsızlık, kişinin kendi kendini yönetmesi, geleceğini belirlemesi gücü anlamını taşır. İnsanın özerkliği düşüncesini ilk geliştiren
kişi, I. Kant olmuştur. Özerklik sadece Kant’ın ödev etiğinde değil, varoluşçu etikte de vazgeçilmez bir öneme sahiptir (16).
Her insan tektir ve özerkliği onun en temel haklarından biridir. Özerklik, bireyin kendi ahlâksal normlarını temel alarak, sağlıklı olmak ve sağlığını koruyabilmek için kendisi ve bedenine yapılacak işlemler ile ilgili
olarak özgür bir şekilde kimsenin etkisi altında kalmadan gönüllü olarak
karar verebilme becerisi olarak tanımlanabilir.
Akıllı kişinin sözü doğru olur.
işi övgüye değer bulunur. (s.565)
Sözünde saygılı olmaya çalış ki sen de saygı göresin;
Söylediğin sözle karşındakini değerli bulduğunu göstermeye çabala
ki saygı görüp ağırlanasın (s.579)
Bir yolda nasıl kılavuzluk edebilir kendi o yolda yürümedikçe, ve bir
152 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
çirkin işten nasıl alı koyabilir kendisi o çirkin işi işlemeyi terk etmedikçe
(s.585)
Özerklik, ahlâki faktörlerin en özeli olarak ele alınabilir. Özerk bireyler kendi kararlarını bilerek ve isteyerek kendileri verirler. Özerk kararların desteklenmesi gerektiği yolundaki çağrı insan doğasının temelidir.
Adalet
Adalet, her işte hakkı gözetme ve orta yolu bulma, bütün insanların
eşit yaratıldıklarını, sosyal hayatta eşit olduklarını ve herkesin insan onuruna sahip olduğunu ve bu ölçülere göre kendisine yaşama hakkı verilmesini ileri süren hukuki bir ilkedir. Adaletin görevi insan hak ve temel
özgürlüklerini insanlığın ortak değeri yapabilmektir. Uygarlık ve adalet
arasında bir bağ vardır. I. Kant’la birlikte kökeni dinsel olmayan bir adalet anlayışından söz edilmeye başlanmıştır. İnanç, kişisel bir kavramdır.
Adalet toplumsal bir içeriğe sahiptir.Dolayısıyla adalet bu dünyaya ait
bir kavramdır. (17). Eserde;
Aklın meyvesi doğru olanı seçmektir,
Onun eseri iyi kimselerle görüşmektir. (s.557)
Kimseye haksızlık etmemek,kimsenin hakkına el uzatmamak gerekir,
Haksızlık kötü haslettir,
Haksızlığa uğrayan aslan ya da sinek olsun fark etmez. (s.503)
İnsan her saatte kendisiyle hesaplaşmalı (s.589)
Hak ile olan muamelelerinde tuttuğu yol doğru olmalı,
Ve halk içine karıştığında tutum ve davranışları güzel bulunmalı (s.591)
Hak edene hak ettiğini ver,
Ahrete bırakma
Üzerine düşeni yerine getir,
Kıyamete bırakma (s.597) ifadeleri yer almaktadır.
Alıntılar değerlendirildiğinde, eşitlik kavramının adaletin temelini
oluşturduğu, Aristoteles’e göre ‘eşitlere eşit şekilde muamele edilmesi
gerektiği’ konusundaki yaklaşımın burada da temele alındığı görülmektedir. Temel etik ilkeler bağlamında Beauchamp and Childress, “eşit olan
insanlara eşit olarak muamele edilmesi gerektiği”ni savunmaktadırlar.
Adalet ilkesi genelinde eserden alıntılara göre; hakkaniyetli bir şekilde
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 153
adaleti dağıtmak, üzerine düşeni yapmak, hak temelli davranmak,evrensel hak ve değerlerin önemini ortaya koyar nitelikte değerlendirilmiştir.
Ma‘ârif-nâme’de İşlenen Pozitif Ahlak Kavramları
Sinan Paşa’nın kendisinden önceki yazarların da üzerinde önemle durduğu pozitif ahlak kavramlarına ilişkin görüşleri aşağıda verilmektedir.
Akıl
İnsanda iyi ile doğruyu, kötülüğü ile iyiliği, faydalı ile zararlıyı ayırt
edebilmeye yarayan bir meleke olarak tanımlanmaktadır (18).
Akıl ışık, his aydınlıktır.
duygulara yakın olan karanlıkta kalır.
Duygu gözü hastalıklı olur, gündüz görür gece görmez.
aklın gözüne hiçbir perde engel olmaz. (s.193)
Akıldan üstün süs olmaz,
İlimden değerli kazanç bulunmaz. (s.555)
En değerli giysisidir insanın,
Tanrı buyruklarına uymak en güçlü dayanağıdır imanın (s.559)
Eflatun’dan aktarılmıştır;” Hiç bir akıllı adama arkadaştan zarar gelmez, hiç bir kişiye dosttan ziyan erişmez. (s.401)
Bilgi
Bilgi, insanın toplumsal emeği ile meydana çıkardığı, dünyanın yasalı ilişkilerinin düşüncesinde yeniden insanla çevresi arasında kurulan
ilişkidir. Bilgi ve akıl, ayıpları örtüp gizler, akıl kurtuluş aracıdır (19).
Aşağıdaki ifadelerde bilgi ile esenliğe kavuşulacağı vurgusu vardır.
Akıl kişinin huylarını güzelleştirir. (s.557)
Bilgisi bulunmayan kişi esenlikte olmaz
Akıllı olmayan kişi zengin sayılmaz.
Erdemlilik akılla olur, ahlakla olur,
Ocakla soyla olmaz. (s.555)
Bildiği sadece isimlerden ibaret olan kişi, bilgin mi olur? (s.210)
154 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
İlim
Olup biten her şeyi kapsayacak şekilde bütün olgu ve hadiseleri tasvir ve izah yoluyla sistemli bir şekilde inceleme ve kavrama olarak tanımlanan ilim (18) eserde insan için faydalı, yüksek bir değer olarak ele
alınmıştır.
İlim yararı olan şeye denir,
Öğüt caydırıcı olan şeye denir (s.557)
İlmin kökü isteyip arzu duymaktır, meyvesi kulluk etmektir.
Kullukta süreklilik korkmaktır, meyvesi mutluluktur. (s.559)
İlim yüksek bir değerdir yoksullara ve baya
İlim hedefe ulaştıran yoldur ahrete ve dünyaya, (s.561)
Esere göre bilgiye ulaşmanın asıl amacı dünya ve ahret hayatıyla ilgili işe yarar, güvenilir bilgiler elde etmektir, akıl ile uyumlu olarak insan
hayatını devam ettirebilmek için gerekli olan doğru bilgidir.
Alim Olmak
İslâm dini güzel ahlâkın yanında ilime ayrı bir önem vermiştir. Eserde
açıkça görüleceği üzere, insanların öğrendikleri bilgilerin kendilerine ve
topluma yararları anlatılmak istenmektedir.
Adam dedikleri ya alim olur, ya da kulluktan bir dem ayrılmaz olur;
Eğer ikisi bir arada olursa eşi benzeri bulunmaz olur.
Ve alim odur ki çabası deliller ve verilerle gerçeği ve derinde yatanı
bulmak,
Ve işi kitaptaki sözlerin kabukları ile uğraşmamak. (s.249)
İyi Ahlak
İyi ahlâk sahibi olmanın temel özelliği iyilik yapmaktır. İyilik yapmak insan olmanın en temel şartıdır. Kur’ânda bulunan âyetler ile insanın iyiyi, güzeli, doğruyu aklı yolu ile seçmesi amaç edinmiştir.
Her iyi huyun bir iyi sureti olur,
Sahibinin ilgi ve eğilimi neyse ona uygun gözükür,
Eğer ahlakın iyi ise, devlet senin,
Eğer ahlakın kötü ise mihnet senin.
Ahlakı güzel olan cehennem mi görür?
Cehennem ondan bin yıllık yol geri durur (s.439)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 155
Erdem
Dürüstlük, adalet, saygı, sevgi, güven gibi övülen kişi niteliklerinin
ya da şeylerin genel adıdır. Erdemler, erdemlilik, erdemli yaşayış ya da
değerlere dayalı tüm etik ilişkilerin temelini oluşturmaktadır (8).
Erdemlilik soy sopla olmaz kişide,
Özgelik gerek,
Ululuk öyle kendiliğinden olmaz,
Ona bir yoldan erişmek gerek.
Adamın yetkinliği erdemindendir, yakın akrabasıyla değildir.
İnsanın hüneri öz değeriyledir,
Aşiretiyle değil. (s.495)
Saygı
Eserde, saygı kavramı kişisel bütünlüğe saygı ve savunmasız birey
ve grupların korunmasının gerekliliği kavramları ile ilişkilendirilmek suretiyle pekiştirilmektedir. Savunmasız durumda olan özellikli birey ve
gruplar korunmalı ve bu bireylerin kişisel bütünlüğüne saygı gösterilmelidir.
Her dem saygı göster senden küçüklere,
Sen de saygı göresin diye (s.625)
Cömertlik
Türk kültüründe hasislik kötü huylardan birisi olarak değerlendirilmiştir. Eserde cömertlik iyi huylar içinde yer almıştır.
Mal dedikleri en değerli şeydir.
Onun içindir ki onu vermek huyların en güzelidir.
Ama mal esirgenmeyip verilendir, saklanan değildir
Yiyecek yenedir, biriktirilen değil (s.463)
Kanaat
Eserde, hırs yapmadan, bencillikten uzak, insani değerlerin egemen
olduğu bir yaşam takdir edilmekte, paylaşma, hayırseverlik duygularının
önemine işaret edilmektedir. Sabır ve kanaat, günlük yaşam üzüntülerinden insanları uzak tutacak temel öğeler olarak işlenmektedir.
156 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
Bir ulu ülkedir kanaat,
öyle bir ülke ki her zaman güvenli, tehlikesiz ve rahat, (s.431)
Tok göz öyle bir incidir ki, kimin eline girerse mutluluğa erer;
Açgözlülük öyle bir pisliktir ki,
Ona kim el sürerse pislenir. (s.545)
Ağırbaşlılık
Ağırbaşlılık akıllı kimselerin yaradılışında değerli bir özelliktir,
Gerçi o özellik insanda doğuştan gelir. (s.513)
Dilin Muhafazası (Sır Saklama)
Eserde, sır saklama kavramı dilini korumak, ne konuştuğunu bilmek,
ağızdan çıkanı kulağının duyması anlamında ele alınmıştır. Boş ve gereksiz konuşmalardan kaçınılması, önce düşünülüp sonra konuşulmasının önemi dile getirilmiştir. Konuşurken düşünerek ve dikkatli konuşmak ahlâklı olmanın temelinde bulunması gereken erdemdir.
Dil yüzünden zaman olur başlar gider,
ve kişi sessiz olmakla çok iş biter.
Dil dedikleri saldırgan bir yırtıcı hayvana benzer,
Devamlı tutulması gerekir,
Ya da keskin bir kılıca benzer, gerekmedikçe kınında tutulmak gerek.
(s.571)
Terbiyeli adamın bağrı sırlar için sandıktır. (s.575)
Nice delil olur, kişinin hayatını söndürür, nice fırsat olur, kaygıya dönüşür. (s.577)
Eğer sakınırsan dilin aşırılıklarından,
Kendini korumuş olursun zamanın zararlarından (s.581)
Susmak değerli bir özelliktir.
Ve sessizlik iyi bir niteliktir (s.569)
Susmak nice yerlerde kurtuluş vesilesi olur, konuşmak papağanları
kafese koydurur.
Söz cevherse, gizlenmesi iyi olur
Ağızdan çıkan, eğer inciyse saklanması iyi olur (s.569)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 157
Gerçeğe Bağlı Olmak (Doğruluk)
Eserde doğru, yalan olmayan anlamında bir değer olarak işlenmektedir. Dürüst kişiler, verdikleri söze bağlı olan, dünyaya hizmet etmek
konusunda duyarlı kişiler olarak düşünülmüşlerdir. Yalan, dürüstlük,
doğrulukla bağdaşmayan birini aldatma için söylenen söz, bir şeyi saptırarak söylemek veya susmak suretiyle gerçekleri örtbas etmeyi hedefleyen kötü bir insani haslet ve davranış biçimi olarak tanımlanmaktadır
(18). Eserde; karşılıklı bir ilişkide, kişiler aldatılmayı istemediklerinden,
aldatma eylemi içinde olmamaları için çağrı vardır.
Gerçeğe yardımcı ol, yalanı kahretmek için;
İşinde daima doğruyu gözet, doğruluk gibi yoldaş olmaz.
Sözünde daima gerçeği gözet, gerçeklik gibi arkadaş olmaz. (s.629)
Kılavuzu kör olan kişi,
Doğru yolu nasıl bulur mümkün mü ki? (s.643)
Bir kişinin elinde sınaya deneye ulaştığı şaşmaz doğruları varsa,
Güzel olur elde ettiği sonuçları (s.643)
Ma‘ârif-nâme’de İşlenen Negatif Ahlak Kavramları
Haksızlık Etmek
Pek çok dinde, kültürde ve toplulukta sevilmeyen bir özellik olan
haksızlık etmek kavramı ile zarar verme arasında bir ilişkinin varlığına
inanılmaktadır.
Haksızlık edenin haksızlık karanlığında ayağı kayar;
Ahret boşluklarında pişmanlığı yarar sağlamaz. (s.195)
Öfke
Eserde öfke, dışarıdan gelecek tehlikeleri yok edebilmek için insanlara yaratılıştan verilmiş güç (18), insanların doğru düşünmesini engelleyen davranış şekli olarak tanımlanmıştır.
Çalışıp çabalasın öfke onu küçük düşürmesin,
Gayret göstersin, mümkün olduğu kadar öfkeye uymasın.
Öfkelendiğinde her diline geleni söylemesin;
Sonra öfkesi geçtiğinde utanacağını düşünsün (s.189)
158 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
Kültürel anlamda “öfkeyle kalkan zararla oturur” atasözü burada da
merkezde yer almakta; olası zararları engellemek, öfkeye yenik düşmemek için tavsiyeler verilmektedir.
Tamah Etmek
Eserde tamah, arzu ve isteklerin ifrat düzeyinde olması olarak ele
alınmaktadır. Kuşkusuz, açgözlülük toplum içerisinde sosyal dayanışmayı da olumsuz yönde etkilemekte, sahip oldukları ile yetinmeyen kişilerin iyilikten uzak düşecekleri ve bu durumdan sakınmaları gerektiği
ifade edilmektedir.
Açgözlülük olan yerde haramdan kaçılmaz,
kıskanç kişi rahatlık görmez
Her kötülüğün kaynağı zengin olma tutkusudur
Alay Etmek:
Çok alay etmek insanı önemsizleştirir,
zevk ve eğlence yoluna düşürür. (s.513)
Kişi onurunun korunması, ayrımcılığa karşı durulması kişisel ilişkilerin devamında merkezi konumda olmalıdır. Hangi nedenle olursa olsun
alay etmek kişiyi savunmasız durumda bırakmaktadır.
Ma‘ârif-nâme’de Müneccim ve Tabiplerin Durumu
Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme adlı eserinde müneccim ve tabiplerin durumu hakkında şöyle yazar: “Tabip ve müneccimlerin çoğuna inanmak
doğru olmaz. Onlara inanıp da güvenmek doğru olmaz. Şimdi tabip geçinenlerin çoğu bir kaç sebebi bilir gerisini bilmez. Tabiatı kendi haline
bırakmak daha iyi olur, birden bir cahil tabibin tedavisiyle vücudun dengesi bozulur”(s.481-483).
O yüzdendir kibir hastalığın tedavisinde yanılma ve sürçme olur. Bununla ilgili haberlerde yalan yanlış bulunur (s.483).
Tabipler ve müneccimler, Sinan Paşa’nın yaşadığı dönemde sık hata
yapan, tedavide başarıları düşük, yeterli bilgiye sahip olmayan kişiler
olarak tanımlanmaktadır. Eserde doğanın iyileştirici gücünden yararlanmak öğütlenmekte; tabiplerin iyi huylu, bilgili, nazik, sözüne güvenilir,
iyi ahlak sahibi kişiler olması beklenmektedir.
Ma‘ârif-nâme isimli eser, içerisinde yer alan pozitif kavramları ve
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 159
toplumda erdemli insanların sayısını arttırmayı hedeflediğinden ahlâklı insanı konu almaktadır. Etiğin doğru eylem, en yüksek iyi ve istenç
özgürlüğü olarak listelenen 3 temel konusunun altını çizmekte, insan
temelli ahlâki sorunların aynı zamanda felsefenin de sorunu olduğunu
ifade etmektedir. Ma‘ârif-nâme adlı eserde dile getirilen dönemin ahlaki eksikliklerinden bahisler günümüze gönderme yapmaktadır. Sinan
Paşa’nın yaşadığı döneme ait toplumsal dejenerasyonun bugün farklı
boyutlarda devam ettiğini gözlemlemek mümkündür. Ma‘ârif-nâme pozitif özellikleri ile erdemli insan olmaya davet çıkarmaktadır. Böylelikle
toplumda erdem sahibi insanların artması hedeflenmektedir. Ma‘ârif-nâmehem günümüz etiğinin belli başlı teorik ve uygulamalı sorunlarına
değinmekte, hem de etikte yeni yönelimler içinde örnekleyebileceğimiz
sorumluluk ve tartışma etiğine yol gösterici olmaktadır. Günümüzde insani duygulardan uzaklaşma, hekimin hastasını sadece tedavi edilecek
patolojik bir durum olarak değerlendirme eğilimi içinde olması, “hastalık yok hasta vardır” paradigmasına geri dönüş için de fırsat sunduğundan, Ma‘ârif-nâme tıp etiği ilkeleri için de bir kaynak eser olarak kabul
edilebilecektir.
160 Prof. Dr. Ömür Şaylıgil - Prof. Dr. Hilmi Özden
Kaynaklar
1-
Bentli, K. "Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, Özlü Sözler ve Öğütler Kitabı", Sosyal Bilimler Der., C.12, S.1, Mart 2014 Beşeri Bilimler Sayısı s.256-259.
2-
Baysal, S. Sinan Paşa’nın Mâârif-nâme Edlı Eseri Üzerine Bir Gramer
Çalışması.Yüksek Lisans Tezi. Niğde Sosyal Bilimler Enstitüsü 2001.
3-
Kılıç, A. Fatih Devri Türk Edebiyatına Genel Bir Bakış, Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi Sayı : 14 Yıl : 2003/1 .s.85-93 .
4-
http://www.diyanetislamansiklopedisi.com/nasihatname/(Erişim Tarihi.
10.Eylül.2016)
5-
Sinan Paşa: “Mâârif-nâme. Özlü Sözler ve Öğütler Kitabı. Y. Haz.: Prof.
Dr.Mertol Tulum.T.C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yay.:425. Birinci Baskı.Ankara.2013.
6-
Çağrıcı, M. İslâm Ans., Ahlâk bölümü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Cilt 2, Ali Rıza Başkan Güzel Sanatlar Matbaası, İstanbul,1989.s 1-2 .
7-
B.Gert. Ahlak. Felsefe Ansiklopedisi. Ed: A. Cevizci. Etik Yay.,Cilt 1, İst.
2003, s.87-948.
8-
Y.N.Oğuz, H.Tepe, N.Ö.Büken, D.K.Kucur. Biyoetik Terimleri Sözlüğü.
Türkiye Felsefe Kurumu.Ankara.2005. s.80.
9-
Pieper,A.M. Etiğe Giriş. Almanca’dan Çev.Veysel Atayman-Gönül Sezer.Ayrıntı Yay.Ayrıntı 285 inceleme Dizisi 145.İst.1999.s.22.
10- Billington,R. Felsefeyi Yaşamak Ahlak Düşüncesine Giriş İng.den Çev.
Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. İst 1997. s.45-47.
11- Dünya Hekimler Birliği Tıp Etiği Elkitabı. Çev. Dr. M. Civaner, 2005, s.11.
12- "Erdemir, A.D., Yirmi Birinci Yüzyılda Tıpta Etik Ve Deontoloji, Nobel
Tıp Kitabevleri, İstanbul, 2011. s.90-91
13- Beauchamp, T.L. and Childress, J.F. Principles Of Biomedical Ethics,
Oxford Univercity Press, 4th. Edition, New York, 1994.
14- Başkan, N. Atabetü’l-Hakayık Bağlamında Ahlak Kavramı ve Tıp Etiği.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tıp Tarihi
ve Etik Anabilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi, 2013.s.76.
15- Frankena, W. Etik. Çev. A. Aydın.İmge Yayınevi.İstanbul, 2007, s.71-86.
16- Cevizci, A. Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.s.799-800.
17- Acar, B. Laik Adalet Kavramı.Ankara Barosu Dergisi, 1996/2.s.226-228.
18- Seyyar, A. Ahlâk Terimleri (Ansiklopedik Sözlük), 1. Baskı, Beta Yayıncılık, İstanbul. 2003 s.44.
19- Hançerlioğlu, O. Felsefe Sözlüğü. 1982. Remzi Kitabevi.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 161
Sinan Paşa’nın Dünyasında Deniz
Prof. Dr. Bahir Selçuk
Fırat Üniversitesi
Duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakilere etkileyici bir biçimde aktarabilmek amacıyla gündelik dilde çeşitli bağdaştırmalara başvururuz.
Özellikle sınırlarını belirleyemediğimiz, çerçevesini çizemediğimiz arzu,
sevinç, coşkunluk, hüzün, dert vb. gibi duyguları net bir biçimde aktarabilmek mümkün görünmemekte. Bu durumda dilin imkânları ölçüsünde, göz
önüne getiremediklerimizi, göz önünde olanlarla bağdaştırarak muhatabın
zihninde bir algı oluşturmaya çalışırız. Bu yolla istiare, teşbih, mübalağa
gibi mecazlara da zemin hazırlanmış olur. Konuşma dilinde sıklıkla başvurulan soyut-somut bağdaştırmaları, yaygın kullanımdan dolayı estetik
özelliğini kaybedip sıradanlaşabilir. Sıra dışılığı gaye edinen, estetiği ön
planda tutan sanat düşüncesi, bu mevcut âlemi değiştirip dönüştürerek özgün bir biçimde sunmaya gayret eder. Gündelik hayatta sıkça tüketilen, ya
da ülfet perdesiyle sıradanlaşan bir dünyadan kaçıp, yeni bir dünya kurmaya ve ilgi duyanları da oraya çekmeye çalışan sanatçı, kurguladığı bu
âleme uygun yeni bir dil de inşa etmek mecburiyetinde kalır. Bu özgün ve
saf dünyanın dış dünyayla benzeşen yönleri olabileceği gibi, yeni dilin de
gündelik dille ortaklıkları olabilir. Bu açıdan bakıldığında kurmaca dil ve
dünyaların bir yanıyla özgün ve farklı diğer yanıyla müştereklik arz ettiği
görülür. İşte adına üslup denilen şey de tam bu noktada belirir.
Sanatçı, bazen öyle bir dünya kurar ki kurduğu bu yeni dünya ve inşa
ettiği dil, dış dünyaya ve sanatkârane dünyalara güneş misali tesir eder.
Bütün Türk edebiyatını özellikle klâsik Türk edebiyatını aydınlatanlardan
162 Prof. Dr. Bahir Selçuk
biri de Sinan Paşa’dır. Tazarru'-nâme1’siyle uzak durulan, bazen tenezzül
edilmeyen nesir vadisini aydınlatan sanatçı, kendisinden sonrakiler için
bir kapı açmış, Veysî, Nergisî gibi devasa kametler bu kapıdan geçmişlerdir. Sözle bir tespih gibi oynamış, Yunus gibi, zor görünen şeyleri rahatça
ve bir çırpıda söyleyivermiştir.
Sanatlı Osmanlı nesrinin şaheserlerinden olan Tazarru'-nâme’de pek
çok şiirsel unsura rastlamak mümkün. Bu şiirsel söylemin arka planını
ahenkli söyleyişler, edebî sanatlar, mazmunlar, sembolik ifadeler oluşturmaktadır. Bu çerçevede eserde dikkat çeken üslup özelliklerinden biri de
yaygın biçimde kullanılan bağdaştırmalardır. Soyut kavramlar ile “ay, güneş, ateş, şarap, bağ, bahçe, deniz” gibi göstergeler bağdaştırılarak renkli
ve canlı tablolar oluşturulmuştur. Öyle ki eserin orijinalliğini ve derinliğini sağlayan unsurların başında bu tür dil kullanımlarının geldiğini söyleyebiliriz. Deneme mahiyetindeki bu çalışmamızda biz, eserdeki bağdaştırmalarda sıkça yer alan “deniz” göstergesine dikkat çekmeye çalışacağız.
Tazarru'-nâme’de Deniz ve Denizle İlgili Unsurlar
Tazarru'-nâme’de Türkçe “deniz”2 kelimesinin yanında Osmanlı Türkçesinde yaygın olarak kullanılan Arapça “bahr, kulzüm, lücce, bahr-i
muhît, ummân, yemm” ile Farsça “deryâ” kelimelerine de yer verilmiştir.
Deniz ve müteradifi kelimelerin yanında denizle ilgili unsurlardan olan
“girdap, dalga; katre; kıyı, sahil; boğma, mahv etme; coşkunluk, dalma,
girme, çıkarma, akma, dökülme, taşma; sadef, inci balık; denizci; kayık,
gemi (gird-âb, mevc, katre; sâhil, kenâr; gark/garîk, garka; cünbüş, cûş,
hurûş; sadef, dür/lülü; mâhî; gavvâs, mellâh; fülk, keştî, zevrak, bâdbân)
gibi unsurlar da bağdaştırmalar içinde yer almıştır.
1
2
Çalışmada aşağıdaki eser esas alınmış, alıntıların yanlarında parantez içinde bu
eserin sayfa numaraları verilmiştir: A. Mertol Tulum (hzl.), Yusuf Sinan Paşa, Tazarruʿ-nâme, KBY, Ankara, 2001.
Deniz ve denizle ilgili göstergelerden sadece Mecazî anlamda kullanılanlar göz
önünde bulundurulmuştur.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 163
Deniz ve
Müteradif
Kelimeler
bahr
Denizle ilgili unsurlar
girdâb
deryâ
sâhil, kenâr, bî-kerân,
bî-pâyân
katre
kulzüm
mevc, mevvâc
lücce
gark, müsteğrak, mahv etmek
bahr-i muhît
ummân
cünbüş, cûş, hurûş
akmak, dökülmek, taşmak
yemm
talmak, girmek, çıkarmak
deniz
Denizden
çıkan
nesneler
dür/lülü
Denizci
gavvâs
Deniz
Taşıtları
fülk
sadef
mellâh
keştî
mâhî
zevrak
bâdbân
Tablo 1: Eserde deniz ve denizle ilgili göstergeler
Eserin muhtevası gereği, deniz ile daha çok, çeşitli ilahi sıfatlar ve
dinî-tasavvufi kavramlar arasında bağlantılar kurulmuştur. Bu soyut-somut bağdaştırmalarıyla okuyucuların zihninde “genişlik, sınırsızlık, bolluk, bereket, çokluk; kurtuluş, emniyet; hareketlilik, coşkunluk; bir şeye
çokça sahip olma; kaybolma, yok olma; kendinden geçme, tehlike” gibi
algılar oluşturulmaya çalışılmıştır.
Tablo: 2 Denizin söz konusu edilen özellikleri
164 Prof. Dr. Bahir Selçuk
Bağdaştırmalar genelde soyut-somut kavramlar çerçevesinde gerçekleşmiş olsa da teşbihle kurulmuş bu yapılar içerisinde istiare yoluyla Allah, Hz. Peygamber, Hz. Nuh, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi isimlere de
yer verilmiştir.
Hz. Peygamber
gavvâs-ı bahr-i ma‘ânî
Hz. Nuh
neccâr-ı sefîne-i necât, sâzende-i keştî-yi hayât, mellâh-ı bahr-ı tevhîd,
keştî-bân-ı deryâ-yı tefrîd
Hz. Ali
Ma’ârif denizine gark, hakâyık bahrine müstağrak
Hz. Osmân
ma‘rifet dürrinün bahri ve hakîkat denizinün dürri
Hz. Hasan
bahr-i sehâ
Hz. Hüseyin
kerem bahrinün ‘ummânı, fenâ deryâsında gark tecelliyât envârına
mustağrak
İmam Müslim
dürr-i bahr-i cevâhir-i risâlet
Deniz ve denizle ilgili kavramlar, Türkçe veya Farsça tamlama yapıları
içinde yer alabildiği gibi bazen sözün tamamının, deniz ve denizle ilgili
unsurlar üzerine kurulu olduğu da görülür. Bu yolla daha güçlü bir çağrışım oluşturulduğu muhakkaktır.
Kelime Grubu
Cenâb-ı Rabb-i izzet ü âlî hazret “celle şânuhu ve azüme sultânuhu”
hazretlerinün keremi bahri cûşa ve inâyeti denizi hurûşa gelüp (s.269)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 165
Sana düşmez kim idesin emn-ile hâb/Ki nâ-geh keştüni gark ide girdâb (s.137)
Her ki dil deryâsına talup girür/Sad hezârân dûrr-i ma‘nî çıkarur (s.217)
Cümle Düzeyi
ve dest-i kudretün-ile iki mâhî-yi deryâ-yı mu‘allakı ve iki zevrak-ı
bahr-i ezrakı bir yemm-i gevher-nümâ ve deryâyı dürr-i innemâda halk u
inşâ itdün ki (s.71)
İlâhî! Şol gönül ki garka-i gamerât-ı deryâ-yı iştiyâkun ola, hâşâ ki
vaslun bahrîsi anı sâhil-i necâta irgürmeye (s.101)
Bu keştîde ki nâmı zindigânî
Sana pîşe oluptur bâdıbânı
Sana düşmez kimidesin emn-ile hâb
Ki nâ-geh keştüni gark ide girdâb (s.136)
İlâhî! Rahmetün hod bir denizdür, ana cünbüş ü hurûş gerek; günâhkârlar olmasa nereye taşar dökülür-idi (s.169)
Î cûy dime ki kanı deryâ
Cûyunda yidi deniz hüveydâ
Î has ki hemîn gözünde sâhil
Kuru kef olur elünde hâsıl
Gevher ara vü sadef-şiken ol
Gavvâs-ı muhît-i hîşten ol
Bir pâre mücerred ol sıfattan
Al bahr-i muhît-i ma’rifetten (s.151-152)
Bağdaştırmalarda denizin genelde olumlu yanları söz konusu olsa da
bazı durumlarda olumsuz anlamlarına da göndermede bulunulmuştur. Bu
kullanımlarda “yok etmek, kaybetmek” özelliklerine vurgu yapılmıştır.
ve gâhî gine ol mel’ûnı kahrun denizine gark idüp (s.126)
cehennem âteşinde harîk ve heyûlâ denizinde garîk koyasın (s.158)
elüm al benüm ki, hayret denizine garîkam (s.225)
166 Prof. Dr. Bahir Selçuk
ol dest-gîrende-i garîkân-ı kulzûm-i şehevât (s.257)
Hayret denizine gark oldum, beni andan sen kurtar (s.292)
Denizle İlişkilendirilen Kavramlar
Bir yakarış kitabı olan Tazarru'-nâme’de muhteva gereği dinî ve tasavvufi kavramlar ağırlıklı olarak yer almaktadır. Bir yandan niyaz eden, duygu ve düşüncelerini samimi bir eda ile dile getiren Sinan Paşa, öte yandan
sanatkârane bir biçimde sıra dışı bir söylem düzeni inşa etmiştir. Bu düzen
içinde sözün sembolik boyutuna ağırlık verilmiş, deniz göstergesiyle ilahi
sıfatlar, çeşitli dinî-tasavvufi kavramlar arasında ilişkiler kurulmuştur.
İlahî Vasıflar
Cenab-ı Hakk’ın “rahmeti, ihsan ve bağışı, kudreti, yüceliği, birliği”
ile deniz arasında kurulan ilişkilendirmelerde “derinlik, genişlik, sınırsızlık, sonsuzluk, bolluk” gibi özelliklerinden hareket edilerek zihinde
çağrışımlar uyandırılmaya çalışılmıştır. Bazen deniz-katre ilgisiyle varlık
âleminde görülenlerin ancak denizden bir damla olduğu ifade edilmiştir.
azâmet: azâmet deryâsı, azâmet bihârı
cûd: cûd denizi, bahr-i cûd, deryâ-yı cûd
İlâhî: âb-ı deryâ-yı İlâhî
izzet: dürr-i bahr-i izzet
kahr: kahr denizi
kerem: bahr-i kerem, kerem deryâsı, kerem denizi, deryâ-yı kerem
kudret: bihâr-ı kudret
mağfiret: mağfiret mağfiret deryâsı/mağfiret bahri
ni’am: bahr-i ni’am
nûrânî/envâr: gûta-hârân-ı bahr-i nûrânî, envâr deryâsı
rahmet: rahmet denizi, rahmet deryâsı, sadef-i dürr-i rahmet, dürr-i
deryâ-yı rahmet-nişân
tevhîd/vahdet: derya-yı tevhîd, bahr-ı tevhîd, bahr-i vahdet, kulzüm-i
vahdet, vahdet bahri, vahdet denizi
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 167
Örnekler
Garka-i bahr-i ni’amı ins u can (s.35)
Kerîm’dür ki, iki cihân keremi denizinden bir katre. (S.32)
Besâyir-i ashâb-ı akl-ı metîn ü basiret, azâmetün bihârınun bir katresinde garîk (s.69)
Var bihâr-ı kudrete gavvâs ol (s.111)
Cihân müstağrak-ı deryâ-yı cûdun (s.227)
dil keştîsini vahdetün bahrinden taşra salma (s.113)
Ne kadar günâhum çirki var ise, umaram keremün deryâsı mahv ide
(s.113)
Dinî-Tasavvufi Kavramlar
Nübüvvet ve risâlet kavramları genişlik ve silsile ilgisinden dolayı derya ve bahr göstergeleri ile şefaat de yücelik ve genişlik ilgisinden dolayı
bahr göstergesi ile ilişkilendirilmiştir.
nübüvvet/risâlet: deryâ-yı nübüvvet; dürr-i bahr-i cevâhir-i risâlet
şefâʿat: şefâʿat bahri
Örnekler
dürr-i bahr-i cevâhir-i risâlet (s.286)
şefâʿati bahrinden bir katre ve inâyeti nesiminden bir zerre bu ben
za’îf kulından dirîğ itmeye kim (s.260)
Tazarru'-nâme’de deniz göstergesi ile en fazla bağdaştırılan kavramlar, dinî ve tasavvufi olanlardır. Bu bağdaştırmalarda da soyut kavramlar
denizle ilişkilendirilerek enginlik, genişlik, sınırsızlık, çokluk, derinlik anlamları vurgulanmaya çalışılmıştır.
‘adem: derya-yı ‘adem, ‘adem denizi
‘adl: bahr-i sıdk u hayâ vü adl u kerem
âşinâyî: bahr-i âşinâyî
cûd: deryâ-yı cûd
168 Prof. Dr. Bahir Selçuk
dil: katre-i bahr-i dil, garka-i deryâ-yı bî-pâyân-ı dil
fenâ: fenâ bahri, deryâ-yı fenâ, dürr-i fenâ
hakîkat/hakâyık: hakîkat denizi, hakîkat bahri, hakâyık denizleri, hakâyık bahri, çâr bahr-i dürer-i hakîkat
hayâ: bahr-i sıdk u hayâ vü adl u kerem
hayret: bahr-i hayret/hayret denizi
hestî: gevher-i deryâ-yı hestî
heyûlâ: heyûlâ denizi
hîşten: gavvâs-ı muhît-i hîşten
ışk: ışk deryâsı, vâdî-yi ışk bahr-i mescûrı
iştiyâk: deryâ-yı iştiyâk
kerem: bahr-i sıdk u hayâ vü adl u kerem
ma’rifet/ma’ârif: ma’rifet deryâsı, ma‘rifet dürrinün bahri, ma’rifet denizlerinde ummân, sadef-i dürr-i ma’rifet, bahr-i muhît-i ma’rifet
ma’ânî: me’ânî bahrî, gavvâs-ı bahr-i ma‘ânî
necât: neccâr-ı sefîne-i necât
safâ: bahr-i safâ
sehâ: bahr-i sehâ
sıdk: bahr-i sıdk u hayâ vü adl u kerem
tefrîd: keştî-bân-ı deryâ-yı tefrîd
temkîn: bahr-i temkîn
tesbîh: bahr-i tesbîh
vucûd: mahv-ı deryâ-yı vucûd, gavvâs-ı deryâ-yı vücûd
yakîn: deryâ-yı yakîn
Örnekler
gavvâs-ı bahr-i ma‘ânî (s.248)
bahr-i sıdk u hayâ vü adl u kerem (s.266):
ma‘rifet dürrinün bahri ve hakîkat denizinün dürri (s.272)
bahr-ı sehâ (s.274)
kerem bahrinüñ ‘ummânı-y-idi (s.278)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 169
fenâ deryâsında gark olmış-idi (s.278)
Ma’ârif denizine gark olmış-idi ve hakâyık bahrine müstağrak olmış-idi. (s.275)
Vâdî-yi ışk bahr-i mescûrı (s.212)
Şol gönül ki garka-i gamerât-ı deryâ-yı iştiyâkun ola (s.101)
Garka-i deryâ-yı bî-pâyân-ı dil (s.216)
Her ki dil deryâsına talup girür/Sad hezârân dürr-i ma‘nî çıkarur (s.217)
Diğer Kavramlar
Tazarru'-nâme’de zaman zaman “cân, dert, hayat, ilim, kelâm, şehvet” gibi kavramların da deniz göstergesiyle ilişkilendirildiği görülür. Bu
bağdaştırmalarda özellikle çokluk düşüncesinin vurgulanmaya çalışıldığı
görülür.
cân: cevher-i deryâ-yı cân, zinde-i deryâ-yı cân
derd: ummân ı derd
hayât: sâzende-i keştî-yi hayât
ilm: bahr-i ilm
kelâm: katarât-ı deryâ-yı kelâm
şehevât: kulzüm-i şehevât
Örnekler
Sözlerümdür gevher-i ummân ı derd (s.166)
mahabbet cevher-i deryâ-yı cândur (s.193)
ol dest-girende-i garîkân-ı kulzüm-i şehevât (s.257)
bu reşehât ı aklâm ve katarât-ı deryâ-yı kelâm ile (s.262)
Yâ Felâtûn-ı bahr-i ilm-i kadîm (s.117)
Bağdaştırmalardaki Edebî Sanatlar: Teşbih ve İstiare
Tazarru'-nâme’de çeşitli kavramlarla deniz arasında ilgi kurulurken
“teşbih ve istiare” sanatlarının yoğun olarak kullanıldığı görülür. Bu kullanımlarda teşbih ve istiare kadar öne çıkmasa da “çokluk, sınırsızlık,
enginlik, sonsuzluk” gibi kavramlar çağrıştırıldığı için mübalağa da söz
konusudur.
170 Prof. Dr. Bahir Selçuk
Teşbih
Çeşitli kavramlarla deniz arasındaki ilişkilendirmelerde teşbihin beliğ, müekked ve mücmel çeşitlerinin yaygın olarak kullanıldığı görülür.
Sadece benzeyen (çeşitli kavramlar) ve benzetilenin (deniz) kullanıldığı
teşbîh-i belîğde benzetme yönü (vech-i şebeh) söylenmediği için hem bir
çağrışım zenginliği sağlanmış hem de sembolik bir dil oluşturulmuştur.
Aşağıdaki örneklerde “’ışk, ezel, ebed, sermed, cûd, azâmet, iştiyâk, vasl, necât” kavramları ile deniz ve denize ait unsurlar arasında benzetme ilgisi kurulmuştur.
Işk bir bahirdür ki, ka’rı ezeldür, sâhili ebed; ışk bir deryâdur ki, lüccesi vü kenârı serme (s.204)
Cûdun denizi cihâna aktı, n’ola ben kemtere bir katre irişse (s.292)
İlâhî! Nutfe-i mehînün ne zehresi ve hamâ-yi mesnûnün ne liyâkati ola
ki, senün azâmetün deryâsınun havâlisinde çegzine (s.69)
İlâhî! Şol gönül ki garka-i gamerât-ı deryâ-yı iştiyâkun ola, hâşâ ki
vaslun bahrîsi anı sâhil-i necâta irgürmeye (s.101)
İlâhî! Rahmetün hod bir denizdür, ana cünbüş ü hurûş gerek; günâhkârlar olmasa nereye taşar dökülür-idi (s.169)
Fenâ deryâsında gark olmış-idi (s.278)
Dil-i pür cûşıdur deryâ-yı mevvâc (s.244)
İstiare
Teşbih kadar yaygın olmasa da istiare bu bağdaştırmalarda yer alan
sanatlardandır. Bu tür kullanımlarda benzeyen kavramının yanında denize
ait bir husus (özellikle gark etme) söylenerek deniz kavramı çağrıştırılmaktadır. Dolaysıyla ortaya kapalı istiare sanatı çıkmaktadır.
Aşağıdaki örneklerde “günâh, nûr, hayâ, toz, tecelliyât” ile deniz arasında ilgi kurulmuş fakat deniz söylenmemiş, ona ait “gark etme özelliği”
verilerek kapalı istiare yapılmıştır.
Çırâğum yak ki târîk oldı râhum/Elüm tutgıl ki gark itti gûnâhum
(s.230):
Nûra gark u nûr içinde muzmahil (s.41)
dil-i gül utanup gark-ı hayâ olur (s.50)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 171
bunda anı atı tozına gark idenler azameti gubârınun bir gerdine iremezler (s.85)
ve tecelliyât envârına mustağrak olmış idi. (s.278)
Aşağıdaki örnekte Allah’ın isim ve sıfatları ilahi bir deniz olarak verilerek açık istiareye başvurulmuştur.
Seyr fi’llâha gâyet olmaz ve deryâ-yı İlâhî’ye nihâyet olmaz. (s.56)
Aşağıdaki örneklerde de teşbihle kurulan bağdaştırmalarda altı çizili
unsurlarla açık istiare yoluyla “Hz. Peygamber, Hz. Osman ve İmam Müslim” kastedilmiştir:
gavvâs-ı bahr-i ma‘ânî, mellâh-ı bahr-ı tevhîd: Hz. Peygamber
hakîkat denizinün dürri : Hz. Osman
dürr-i bahr-i cevâhir-i risâlet: İmam Müslim
Sonuç
Tazarru'-nâme muhtevası, dil ve üslubu ile Sanatlı Osmanlı nesrinin
köşe taşlarından biridir. Sanatlı nesrin Türk edebiyatındaki en güzel örneklerinden biri belki de en güzeli olan eserde lafız-mana uyumu mükemmel bir seviyededir. Çeşitli, dini, tasavvufî konular, akıcı ve şiirsel bir dille
sehl-i mümteni derecesinde metin düzlemine yansıtılmıştır.
Özellikle istiare, teşbih, mübalağa gibi sanatlar üzerine kurulmuş eserde sembolik kullanımlar dikkat çekmektedir. Bu yolla pek çok soyut düşünce ve kavram, dış dünyadaki varlıklarla ilişkilendirilerek, okuyucunun
zihninde âdeta estetik bir tablo oluşturulmuştur. Eserde “deniz” de dinî
ve tasavvufi kavramların kendisiyle bağdaştırıldığı önemli sembolik bir
kavram olmuştur. Azamet, kahr, kudret, mağfiret gibi ilahi vasıflar; nübüvvet, risâlet, şefaat, cûd, sıdk; marifet, hakikat, fenâ, necât gibi dinî ve
tasavvufi literatürde sıkça karşılaşılan kavramlar, teşbih ve istiare sanatları çerçevesinde deniz göstergesiyle ilişkilendirilerek renkli ve çarpıcı bir
ifade biçimi ortaya konmuştur. Bu bağdaştırmaların tabiiliği ve canlılığı
Sinan Paşa’nın sanat dehasını yansıtan önemli hususlardan biridir. Tazarru'-nâme’deki soyut-somut bağdaştırmaları ve sembolik dil, kapsamlı çalışmalarla daha net bir biçimde ortaya konabilecektir.
172 Prof. Dr. Bahir Selçuk
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 173
Sinan Paşa’nın Ma‘ârif-nâmesi’nde
Âkil Adam
Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
Pamukkale Üniversitesi
Ma‘ârif-nâme 15.yy.da yazılmış tasavvûfî içerikli bir ahlâk kitabıdır 1.
Eser Münâcaat, Na’t (Hz. Muhammed, Aşere-i mübeşşere ve Dört Halifeye); Sebeb-i Tahrir-i Kitab, Metin ve Açıklamalar bölümlerinden oluşmaktadır.
Metin kısmında çeşitli konu başlıkları veriliyor, o konu başlıkları ile
ilgili görüşler beyan edildikten sonra mesele ile ilgili bazı örnekleyici
hikâyeler anlatılıp Tevbihat (Paylamalar ve Tenbihat (Uyarılar)’a geçilerek mevzu tamamlanıyor. Kitabın sonuna kadar aynı sistem ufak tefek
değişikliklerle devam ediyor.
Kitapta yer yer aklın tanımı yapılmaktadır: Akıl öyle bir sultandır ki
ondan ulu sultan olmaz; ona itaat etmeyen her sultanın sultanlığı durmaz
(s. 699).
Tenbihat kısımlarında o durum karşısında akıllı adamın nasıl davranacağı, ne yapması gerektiği vb. durumlar anlatılıyor. Bugünkü sistemde
pek yeri olmayan bu anlatım biçimini bu çalışmamızla paylaşmak istedik.
Yazımızda Mertol Tulum neşri esas alınmış olup sayfa numaraları bu esere
aittir.
1
Sinan Paşa, Ma‘ârif-nâme- Özlü Sözler ve Öğütler Kitabı,( Haz. Mertol Tulum)
Ank. 2013, AKM Yay.
174 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
1)
Akıllı Adamın Sözü
Sinan Paşa kitabın yazılış sebebini (Sebeb-i Te’lif) anlattığı ilk bölümde ömrün geçip gitmekte olduğunu fark edip yalnız yaşama arzusuna
kapılmış, ancak sosyal konumunun buna izin vermediğini belirtmektedir.
Bu vesile ile kendisini dinî ilimlere ve Tanrı dostlarıyla ilgili kitaplara
vermiş ve bu yola da düşünce yolu ( tarîk-i fikr) demiştir. İlim adamının
meseleleri mütalaa ederken uzun uzun düşünmesi gerektiğini, bazı zamanlarını boşa geçirmek zorunda kalacağını belirttikten sonra akıllı adamın o
vakitleri boş geçirmiş olmayacağını vurgular. Çünkü akıllı adam, ahiret
ile ilgili bir iş yapmasa bile, nasıl güzelleşeceğini düşünür. Cihana ibret
gözüyle bakar ve halkın faydasına birkaç söz söyler. Bu sözden herkes
alacağını alır, o sözün sevabı nice yıllık ibadet yerine geçer. Çünkü o söz
gönülden söylenmiştir ve dinleyene mutlaka tesir eder. Yok olmaz, kıyamete değin durur.
2)
Akıllı Adamın Dünyaya Karşı Tavrı
Ma‘ârif-nâme’de dünyanın faniliği (geçici olması) anlatıldıktan sonra
âkil adamın tavrı şu şekilde anlatılmıştır:
a) Akıllı ona derler ki dünya güzeli giyinip bezenip kendini arz ettikçe… o tarafa dönüp bakmaz… Dünya bir fahişedir, her kim onunla birlikte olursa kirlenir, belki yalnızca tenine değmekle kimileri mezhebince
abdesti bozulur(s. 81).
Bir başka yerde de dünyanın yerilmesi ( zemmi) anlatılırken onun kötülükleri tek tek sıralanmış, hatta dünya bir fahişeye benzetilmiştir. Akıllı
kimsenin ona yapışmaması ve ondan uzak olmak gerektiği üzerinde durulmuştur( s.99).
b) Akıllı kimse odur ki dünya ile alış verişini kırlangıç ile insan ilişkisine benzer yapar; kırlangıç insan olmayan yerde yuva yapmaz, ama
insandan yine de ürküp kaçar (s.83).
c) Dünya Hârût ve Mârût’tan daha fazla sihirbazdır, karıyla kocayı
ayırır, kişiyi Rabbi’nden uzaklaştırır. Dünya Kârun’u ve Dahhâk’ı bile alt
etmiştir, bu güç karşısında akıllı kimsenin ciğeri kan ile doludur( s. 83).
d) Bunların dışında dünyada çeşitli yönlerden güç sembolü olan
peygamber, hükümdar ve kahramanlık sembolü tipler (Süleyman, Yûsuf,
Şiş, Nûh, İbrâhim, Âdem, Musa, İdris, İsâ, Dârâ, Kisrâ, Behrâm-ı Çûb,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 175
Rüstem-i i Dâstân, Erdeşir, Enûşirvân, Ferîdun) sayıldıktan sonra dünyada
“cihanın övüncü olan Hz. Muhammed’e bile ondan bir vefa erişmediği
vurgulanır. Var oluşun sebebi Hz. Muhammed olmasına rağmen onun da
kılık değiştirip dünyadan gittiğini ( don değiştirme) haber verir (s. 85).
e) Her şey geçicidir. Akıllı insan bugünkü sağlığını nimet bilmelidir
(s.87).
f) Tergıbü Musahabeti’s-Sulehâ (İyi Kimselerle Görüşmeyi Özendirme) Bölümünün Tenbihat (Uyarılar) kısmında dünyanın zevklerine
aldanmamak gerektiği anlatılıp bir rahip hikâyesi ile örneklendirildikten
sonra;
Hepsi bitip tükenici ibretlik şeyler / Ahmaktır ona veren değer
denilmiş ve akıllı adam için uyarılar şöyle sıralanmıştır:
Ne var ki insan onsuz da olamaz; beden tat almayı sürdürmedikçe diri
kalmaz, ancak akıllı olan onu gerekli ölçüde tutar, aşırıya kaçmaz, onu
elde etmek için ardına uyup durmaz. Çünkü onlar geçici lezzetlerdir akıllı
adam geçici bir lezzet için bunca kalıcı lezzetleri bırakmaz (s.129).
g) Dünyada hâsıl olmayan muratlara hayıflanmak akıl kârı olmadığını anlamak akıllı adam işidir. Birkaç bir şey bilmekle kendini akıllı sanmak, kendi kendini ateşe atmaktır (s.131).
h) Dünya nimetleri o kadar değerli nesne midir ki kişi ona inanıp
aldanır, hayat rahatı ne derece huzur vericidir ki akıllı onunla neşelenir(s.
241)?
i)
Akıllı olan bu günkü duruma aldanıp yarın da böyle olur veya engeller olmaz sanmamalı. Fırsat varken biriktireceğini biriktirmeli, çünkü
çare yok, dünya aynı durumda kalmaz(s. 309).
j)
Akıllı olan, her zaman sonunda olacakları düşünmelidir; dünyada olan, her gün başına geleceklerin korkusunu hissetmelidir. Dünyanın
gurur verici şeylerine hiç aldanmamalı, zamanın sevindirici işlerine inanmamalıdır. Kolaylık vaktinde zorluğu, bolluk deminde darlığı anmalıdır
(s.421).
k) Akıllı olan bilir ki dünya bir gurur yurdu ve üzerinden geçilen bir
köprüdür(s.443).
l)
Akıllı kimse dünya için mal biriktirmeyendir( s. 453).
m) Akıllı kimse cihanın hallerini bilir ve onlara değer vermeyip göz
176 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
tokluğunu sermaye edinmeli; cihana kulak asmayıp ahreti emellerine yuva
edinmelidir (s. 533).
n) Dünya nedir ki akıllı kimse ona aldansın, ömür sürekli midir ki
kişi ona inansın? (s. 537).
o)
Akıllı olan, hiç bir gönle ilişmemek gerek (s.745).
3)
Af ve Şefaat Konusunda Akıllı Adam
Bilindiği gibi dinimizde şefaat hakkı sadece Hz. Muhammed’e verilmiştir. Bu hassasiyet beyan edildikten sonra akıllı adama lazım gelen işler
şöyle özetlenmiştir:
Ona erişebilmek için gerekli olan belirtilere ulaşmaya çalışmak, Hz.
Resulün yolunu seçmek, sünneti kendisine araç edinmek ve şeriat gereğince amel etmek… s.93).
4)
Akıl ile Vehmin Karşılaştırması
Âkil kimsenin tab’ı selîm olmalı, mütefekkirin ise doğru dürüst düşünme yeteneği olmalıdır. Yoksa her ikisi de vehmin hükmünü aklın sanırlar.
Bu konuda ölçü şeriattır, şeriatın doğrulayıcı gücü aklı güçlendirir. Şeriata
uygun hükümler güvenilirlik kazanır. Bu vesile ile hem akla hem de şeriata güvenmelidir. Böylelikle kökle dal birleşmiş olur (s.136).
İlim eylem ve çabayla; marifet mükâşefe ve müşahede ile kazanılır.
Akıllı kimseler şeriatın belli ve açık konularında te’villere değer vermezler. Akıllı kişi basiret gözünü iyice açar ve o gözle varlığı gözleyip inceler.
Bu yolla âlemi, Rabbini ve kendini tanır(s.141).
5)
Aklın Hevesten Üstün Tutulması
İnsanoğluna akıl ve heves olmak üzere iki araç gereklidir.
Akıl iyilik menzillerine gitmekte arkadaş olurken heves onu kötülük
menzillerine sürükler. Biri bilgili bir basiret eri, öteki bilgisiz bir kördür.
Biri yüz aklığı, öteki azgınlık ve serkeşlik aracı olur. Biri dininde, dünyasında yararlı olurken öteki her durumda zarar verir.
Eğer önemli bir iş karşına çıkacak olursa; bu ikisinden hangisinin buna
meyledeceğini, konunun çözümünde hangisinin destek vereceğini görmek
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 177
gerek. Eğer akıl sana destek veriyorsa, çaba göstermeli, o desteğe dört elle
sarılmalı, o işi sona erdirmelidir. Nefsin engellerine kapılmamalıdır Çünkü akıllı kişi kendisi için kazançlı olanı seçer. Sevabı olan acı, acı veren
tatlıdan yeğdir (s. 183-185).
6)
Mecliste Söz Söyleme Âdâbı
Akıllı kimse bir mecliste söz söyleyecek olduğunda Allah’ın duyacağını düşünendir; gizli bir iş yapacak olsa onun göreceğini akla getirendir.
Gönlünde bir nesneyi gizlese onun bildiğini hatırlayandır; bir kimseye öfkelense; Allah’ın hilmini( yumuşaklık, vakar, sükûn) hatırlayandır… Bütün bunları yapana âkil demek doğru bir adlandırma olur (s. 193).
7)
Akıllı Kimse ve Duygulara Hâkimiyet
İnsanoğlunda hisler bilgiye ulaşmakta aracılık etmesi için vardır, âlim
olmak için değil. Akıl ışık, his karanlıktır. Duygusal bakıldığında yanılma
ihtimali yüksek olur, oysa akılın gözüne perde yoktur. Duygu çocuk, akıl
erişkindir. Sadece olanı bile duygu akılın girdiği sıkıntıya girmez. Melekte
akıl olur, arzu ve heves olmaz; itte heves olur, akıl bulunmaz. Heveslerini
bastıran kişinin değeri melekten üstün olur, hevesine kapılıp ona mağlup
olan kişi itten aşağı düşer. Nitekim iki büyük melek olan Hârût ile Mârût
heveslerine mağlup olup melekliklerini kaybettiler; oysa Ashâb-ı Kehf’in
iti (Kıtmir) onlara yoldaş oldu, onlardan sayıldı( s. 195). Belki bu noktada
tevbe gerek. Tevbe de zamanında gerek, hazırlık da gününde gerek (s. 199).
8)
Akıllı Kimse ve Nefisle Hesaplaşma
Hz. Peygamberin büyük cihat dediği nefisle mücadele her mümini hatta her insanın yapması gereken bir davranıştır. Akıllı kimse daima nefsiyle
hesaplaşır ve içine düştüğü durumları görüp gözetir. Nefsin on kurduğu
tuzaklara düşmez. Şeytan şeytanlığını nefsin kuvvetiyle yapmaktadır (s.
203). Bütün tarikat büyüklerinin kanaatine göre; Hakk’a ulaşmak isteyen
kişi; nefse karşı koymalı onunla savaşmalıdır( s. 205).
9)
Akıllı Kimse ve Bilime Vâkıflık
Akıllı kimse zat ve sıfatın tanıklarını kendi vücudunda (varlığında)
178 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
görür. İlâhî ilimleri cilt cilt kitapların içinden bulup çıkarır ve okur. İlahî
kokuları ruhların esintilerinden koklar. Gönül kitabından dersini beller,
kalp odasında okur, inceler (s. 213).
10) Akıllı Kimse ve Ölüm
Akıllı, nefsine her gün ölümün nasıl yere çalacağını anlatandır ve her
saat gözünde ölümün nasıl bir şey olduğunu canlandırandır(s. 230).
11) Kime Âkil Denmez?
Sinan Paşa eserinin bir yerinde (s.161) Tevbihü’l-Gâfilîn (Gâfilleri
Paylama) başlığı ile kimlere akıllı denmeyeceğini haber vermiştir. Buna
göre,
Gözünü yiğitlikte kör edip şehvet ve aşırı istekler tozuna bulaştıran,
beden güçlerini gençlik ateşi ile kül eyleyip savuran, yaşı ilerlemesine rağmen nefsini daha çok besleyen, akıl filozofunu kendisine hekim etmeyen,
fikir kılavuzunu kendisine delil edip akıl bülbülünün gönül gülüne yönelmesi için kutsal gülistana gitmeyen, ömür baharını ganimet bilip, gönül
baharında gezip marifet çiçekleri derleyip koklamayan, hayat soluğunu
rahmet bilip can gülzârına girmeyen, safa çemenlerine bakmayana âkil
denmez. Hatta bunları yapamıyorsa ona âdem de denmez.
Bu dünyada birkaç gün sıkıntı çekip de sonunda rahata erip oturmayan
kimse akıllı sayılmaz. Böyle kimseler bulundukları yerde niçin bulunduklarını dahi bilmezler:
Aden’e gider inci getirmez, Mısır’a gider şeker getirmez. Bağdat’a varır hurmasını sormaz, Herat’a varıp kemhasından2 haberi olmaz.
Ka’be’ye varsa yalvarıp yakarmayı bilmez, Mescid-i Aksa’ya girip iki
rekat namaz kılmaz, Medine’ye ziyarete varır, salavat getirmeyi bilmez.
Mekke’de ibadet etmeyi düşünmez … (s. 173).
12) Akıllı Kimse ve Ruh Tabipleri
Ruh tabipleri sanatlarını icra ederler ve bu sanat dalında erişkin gönül
erleri vardır. Bunlar gönül nabzını tutup ruhun hallerini bilirler ve nefis
2
Bir çeşit ipek kumaş
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 179
şişesine bakıp ahlâkın karışımını (nelerden meydana geldiğini) bilirler.
Akıllı kimseler onlardan yardım dilemeyi kesmezler, kutlu kişiler gece
gündüz demeyip onların eşikleri beklerler. Çünkü onlara hizmet etmek iki
cihan izzetidir; onların eşiğinde başını taşa koyup yatmak dünya ve âhiretin huzurudur. Onların her nefesleri rahmet, sohbetleri ganimettir (s.209).
13) Akıllı Adam ve Kararlılık
Dünya devamlı kazanılacak bir kâr evidir, tembellik ve gevşeklik yapmadan kararlı bir şekilde dünya evinde kazanca devam etmelidir. Ömür
tarlasına tembellik ekenler, hastalık ve sıkıntı demlerinde pişman olurlar;
ama üzülmenin ve pişmanlığın faydası yoktur.
Akıllı adam bugünkü duruma aldanıp yarın da böyle olur sanmamalı;
fırsat varken biriktireceğini biriktirmeli, çünkü dünya asla aynı kalmaz(
s.309).
14) Akıllı Adam ve Var Olanla Yetinme
Dünyaya gönül verenler dinar ve dirhem kulları olurlar; onların kölelikten kurtulmalarına çare yoktur.
Akıllı isen, hırsı bırakıp da varınla yetin, sen bugünü gör, kim bilir
erişir misin yarına?(s.311).
15) Akıllı Adam ve Öğrenmede Önem Sırası
Elde dolaşan kitaplardaki bilgileri hikmet sanmamak gerekir, çünkü
hikmet kudret eliyle gönül levhasına yazılandır.
Âlemde Ebu Âli ve Farabî yetişmiştir, ancak bunlar zâhir ilimlerine
mensuptur. Bilgeler gönül erleri olup yerleri arşın civarındadır. Bilge kişi
gönül kitabında okur; hikmet duyan bir kişi dedi koduyu bırakır.
Bu dünyada bölünmez en küçük parça (atom) varmış, aklın on kategorisi varmış veya daha çokmuş. Bunların dine bir faydası yoktur. Eğer
bu bilgilerin elde edilmesi güzeldir denirse, buna benzer bilgiler çoktur,
ancak bunların öğrenilmesine ömür yetmez.
Akıllı kimse önemli işlerini bırakıp boş işlerle oyalanmamalı, zira
ömür sona erip ölüm yetişecektir( s.323).
180 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
Akıllı kişiye gerekli olan iki mertebeden biridir. Ya çaba gösterip ilimlerin en önemlisi ile uğraşsın ya da yalnızlığı seçip gönül gözünü açmağa
çalışmaktır (s.327).
16) Akıllı Kimse ve Günahlar
Akıllı kimse hiçbir günahı küçümsemez, hiçbir suçu küçük görmez.
Çünkü yasaklayanın ululuğuna bakar, yasaklananın küçüklüğüne bakmaz
(s.339).
17) Akıllı Kimse ve İç Dünyasının İmarı
Akıllı kimse iç dünyasının imarı ile uğraşandır. Dış dünyasını güzelleştirmek, onu düzüp düzenleyip gözetmekle bir şey edilmez (s. 343).
Sürekli gaflet içinde olan akıllı kimsenin işini devamlı savsaklayan cahilden farkı yoktur( s. 353)
Akıllı olan kimse öfke canavarını hilm (yumuşaklık) zinciri ile denetler; şehvet kapısını takva bekçisi ile gözetir(s.361).
18) Akıllı Kişi ve Uyanık Olma Durumları
a)
Niyet yüreği gafil olmamalı
b)
Kararlılık yıldızı batmamalı
c)
Sözünün eri olmaya çalışmalı
d)
İnandığı ile yaptığı bir olmamalı
19) Akıllı Kimse ve Davranış Biçimleri
a)
Toplantı adabını gözetmek
b)
Bir söz söylerken susup dinlemek
c)
Mecliste büyük bir kimse varsa, ona daima iltifat etmek
d) Dostunu kırmamaya ve önemsiz bir mesele için onu üzmemeye
çalışmak
e) Eğer yola getirmek için kınamaktan başka yol kalmamışsa kitapla kınamak (sözle kınamak doğru değildir, zira sonu kavgaya varabilir)
(s.367).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 181
20) Dünya düzeninden yarar sağlamaya çalışmak akıllı kimseye yaraşır(s.369).
21) Akıllı kimse her hayvandan bir güzellik almalı, her birinden bir
huy öğrenip onunla huylanmalı.
22) Her hayvanın huyunu anlatmak uzun sürer, kitap uzar gider. Akıllı
kimse bu kadardan hisse kapar. Ârif olana bir sinek vızıltısı yeter (s. 287).
23) Akıllı Kişi-Derviş-Bilgin
Akıllı kişi derviş olmayınca, hiç olmazsa bilgin olur; onu da olamazsa,
kutluluk cevherini elden çıkmış bulur. Ama bilgin bir sürü gereksiz terim
okuyana verilen ad değildir, nereden geldiğini ve nereye gideceğini hisseden kişidir(s. 387)
24) Akıllı Kişi ve Havf ü Recâ
Havf ü recâ bilindiği gibi “beyne’l-havf ü ve’r-recâ” “korku ile ümit
arasında olmak” düsturunda karşımıza çıkmaktadır. Bir müminin imanı
korku ile ümit arasında olmalıdır.
Akıllı belki ona denir ki ne umutsuz olur ve ne bunalıma düşüp işlediklerini boş sayar, ne de emeline kavuşmuş olarak ve duyduğu güvene dayanarak bir şey yapmaz olur... Akıllı olan kişi yaşadıkça “vah vah” demeli
ve gözü yaşı dökmeli ve yazıklanıp olan bitenden ders çıkarmalı (s. 393).
25) Akıllı Kişi ve Eflâtun
Ma‘ârif-nâme’de Eflâtun’dan sözler de aktarılmıştır:
“Akıllı olan bir aynaya bakmalı; eğer yüzü güzelse, o güzel yüzünü
bir kötü huyla çirkinleştirmesine hayıflanılmaz mı, ve eğer çirkinse çirkin
suratına bir de içinin çirkinliğini katması anlamsız olmaz mı?”
“Hiçbir akıllı adama arkadaştan zarar gelmez ve hiçbir dosttan ziyan
erişmez.”
“Akıllı kimseye yaraşan, hiçbir akıllı kimseyi abartarak övmemektir
değerinden fazla; o akıllı kimse kendisini bilsin ve onun övmesini iki yüz-
182 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
lülük, ya da vermiş olduğu sözden dönme amacıyla yapılmış şeklinde yorumlamasın diye.”
“Bir kimse değerinden yüksek mertebeye çıkarılırsa, halk inkâr eder
olur iyi huylarını da.”
“Akıllı kimse her zaman kendi yanlışını büyük görüp doğrusunu küçük
görmeli ve iyi işlerini küçümseyip kötü işlerini önemsemelidir.”(s.401).
26) Akıllı kimse sır saklama alışkanlığı olmayan bir büyüğün sırrını
öğrenmeye çalışmaz. Çünkü beklenen bir durumdur ki bir kişiye daha söyler sonra “ortaya dökülmesi sendendir” der (s. 409).
27) Akıllı Kimse ve Musibetler
Akıllı olanın her musibette bir korkusu olur; hikmet nedir bilenin her
matemde bir düğünü olur (s. 437).
28) Aklı olan, hasta edecek şaraptan tatmaz, nezle edecek gülü koklamaz (s. 457).
29) Dostunun ayıbına bakan akıllı değildir; yârinin eksiğini arayan
yar bulamaz. Kendi ayıbını gören uslu, kendisini bırakıp başkasını arayan
eblehtir (s. 463).
30) Kişi rızkını yemelidir, henüz kendisini akrepler yemeden; akıllı
malını üleştirmelidir, kendinden sonra yakınlar üleşmeden (s. 463).
31) Akıllı olan günaha pişmanlık duymak gerek ve kulluğunu devam
ettirmek gerek (s.517).
32) Bilgisi olmayan kişinin esenlikte olamayacağı gibi akıllı olmayan kişi de zengin sayılmaz. Erdem akılla, ahlâkla olur; ocakla, soyla olmaz (s.555).
33) Câhil olan mala talip olur; akıllı olan erginlik kazanma yoluna koyulur. Akıllı kimsenin görmesi basiret gözüyledir; cahilin görmesi (beden)
gözünün görüşüyledir (s.561).
34) Akıllı Kimse ve Aklını Kullanma
Akıllı kimse yapıp ettiklerine her zaman güzel bir kılık giydiren ve
onları biçimlendirendir ve de emek ve çabasını her dem yerli yerinde kullanandır (s. 563) … Akıllı kişi işinde hep doğru yolu bulur ve görüşü her
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 183
zaman doğru olur. Akıllı kişinin sözü doğru olur; işi övgüye değer bulunur
(s. 565).
35) Akıllı Kişi ve Edep
Edep akıllı kişinin malı olur; onu kullanması yetkinliği olur (s.563).
36) Akıllı Kimse ve Düşünce
Akıllı olan uzak düşmemeli düşünceye; elde ettiği gizli sırlardan her
gün alabilsin diye; insanların yapıp ettikleriyle ilgilenmemeli ve olur olmaz kimselerle düşüp kalkmaktan sakınmalı (s.569).
37) Akıllı Adam ve Söz Söyleme
Çok konuşmak ve gereksiz söz söylemek akıllı adamın kârı değildir.
Kılıcın açtığı yaradan daha beterdir dil yarası. Çirkin söz söylemek bilgelik belirtisi sayılmaz, bu sebeple akıllı kimse özlü ve yararlı söz duyurmak
dışında diline köstek vurmalıdır (s.575).
38) Akıllı Adam ve Bilgi
Akıllı adamın yanlış ve yersiz düşüncesi ( zann), cahilin kesin bilgisinden çok daha iyidir… Bir cahili kendine yol gösterici edinmeyegör; seni
sürekli yanlışa yönlediredurur(s.643).
39) Akıllı Adam ve İstişare
Başkasından görüş istemek serzenişe uğramaya ve küçük görülmeye
yol açar; görmüş geçirmiş kimselerle fikir alış verişinde bulunmak bilmezlikle suçlanma ve horlanma sebebi olur. Bunun bir sonucu olarak da
daima kendi düşüncesine dayanır; kendisine çıkar yol gösterene değer vermez olur. Her vakit şaşkınlık karanlığında olur; her dem sıkıntı ve arayış
içinde kıvranır durur; ama akıllı olan çıkar yol aramayı utanılacak bir şey
saymaz, yardım istemekten kaçınmaz.
Bir çözümsüzlüğe uğradığında ve çözümü güç bir meseleyle karşılaştığında, akıllı kimselere sığınır; tecrübeli kimselerle danışıp görüşmeye
yönelir ( s. 649).
184 Yrd. Doç. Dr. Süleyman Solmaz
40) Akıllı İnsan Dost-Düşman Münasebeti
Akıllı insan, gayret gösterip de kimseyi kendisine düşman etmeyendir;
ama bunun yanı sıra da her gördüğünü kendisine sırdaş edinip güvenilir
saymayandır. Düşman az oldukça kalbin huzuru çoğalır; dostlar yüzünü
gördükçe gönlün süruru çoğalır. Ve eğer kişinin düşmanı varsa da çaba
gösterip dostluğunu kazanmalı; ondan gelmesi beklenen zararı dostlukla
savmalı (s. 653).
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
Başlıca iki kaynağa ( Din ve Tasavvuf) dayalı olarak yazılmış Ma‘ârif-nâme’de âkil insan bugünkü anlamda ideal insan tipidir. Sinan Paşa
bunu bize ilgi dünyası ve bilgi dağarcığının yanı sıra hayal dünyasının
genişliği; merak, dikkat ve gözlem derinliği ile rahatlıkla anlatabilmiştir.
Hayatın içindeki canlı-cansız varlık ilişkileri ile soyut-somut değerlendirmelerini bize aktarmıştır.
Kaynakça
Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme Özlü Sözler ve Öğütler Kitabı (Haz. Prof. Dr.
Mertol TULUM) Ank. 2013
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 185
Sinan Paşa’nın
Tazarru‘-nâme’sinde “İnsan”1
Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Mardin Artuklu Üniversitesi
XV. yüzyıl Anadolu sahasında gelişen sanatlı nesrin ilk ve en güzel
örneği olan Tazarru‘-nâme Allah, insan ve yakarış ekseni üzerine kurulu bir eserdir. Dolayısıyla insan; yaratılışı, güzellik unsurları, dünyaya gönderiliş amacı ve kul olarak konumu itibarıyla eserin bel kemiğini
oluşturan konulardan biridir. Sinan Paşa insanın yaratılışını, mahiyetini,
maddi ve manevi yönünü eserinde etraflıca anlatır. Bunu yaparken söyleyeceklerini güçlü kalemiyle inşa türünün bütün imkânlarını kullanarak
sanatkârane bir üslûpla ve çeşitli benzetmelerle dile getirir. Bu çalışmada
insanın yaratılış ve dünyaya geliş sürecinden başlayarak maddî âlemdeki serüveni, ruh ve nefs gibi insanı “insan” yapan iyi ve kötüye meyilli iki yönünün çatışması ve kemâle erme yolunda yapması gerekenler
Tazarru‘-nâme’de anlatıldığı şekliyle ele alınacaktır. İslam ve tasavvuf
anlayışındaki insan tanımını sanatkârane bir bakış açısıyla ortaya koyan
Sinan Paşa anlattıklarıyla aynı zamanda klâsik edebiyatımızdaki insan
modeline de ışık tutmaktadır.
Arapça “ins” kelimesinden türetildiği ileri sürülen “insan” kelimesinin aslı bir görüşe göre “unutmak” manasındaki “nesy”den türeyen “in1
Bu yazı “Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme’sindeki Benzetme Unsurları ve Edebî Tasvirler” (Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi 2005) adlı çalışmadan faydalanılarak hazırlanmıştır.
186 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
siyân”dır. Bu görüşü ileri sürenler İbni Abbas’a nisbet edilen “İnsan ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır” şeklindeki rivayete dayanırlar.
Bu kelime alışmak, uyum sağlamak anlamına gelen ve Türkçede “ünsiyet” olarak kullanılmakta olan “üns” mastarı ile de irtibatlandırılmıştır.2
Tazarru‘-nâme’de insan en kutsal ve en yüce varlık olarak yerini alır.
İnsan hakkında bahsedilenler ayet ve hadislerle örtüşür ve yapılan tasvirler arasında sık sık ilgili ayet ve hadisler zikredilir. İnsan topraktan
yaratılmış ve Allah ona kendi ruhundan üflemiştir; ona eşyanın isimlerini
öğretmiş ve meleklerin ona secde etmelerini emretmiştir. Değersiz bir
maddeden yaratılıp yaratılmışlar içinde “eşref-i mahlûkat” olarak nitelendirilip en üst sıraya konan ve halife kılınan insan, kendisine verilen
akıl nimeti dolayısıyla kendi hakikatini kavrayıp bunun üzerinde tefekkür ederek kemale erme kabiliyetine sahiptir. O, bu özelliğiyle meleklerden dahi üstün bir seviyededir. Halife olma özelliğine karşılık insanın
bir diğer vasfı da kul olmasıdır. Yaratılmışların en şereflisi kılınan insan
değersiz ve adı anılmayacak bir hâldeyken kendisini meleklerden dahi
üstün kılan Allah’a kulluğunun bilincine vararak itaat etmeli ve vazifelerini yerine getirmelidir.
İnsanın Yaratılış Amacı ve Yaratılışı
Klâsik edebiyatta yaygın olarak geçtiği üzere Allah’ın insanı yaratması hadisesi kudsî hadis olduğu kabul edilen “Gizli bir hazine idim,
bilinmek istedim de yaratılmışları yarattım” anlamındaki bir söze dayandırılmaktadır. Tazarru‘-nâme’de bu söz ve inanış etrafında geliştirilen
tasvire göre insanın yaratılış amacı şöyle tasvir edilmiştir:
İlâhî! Sen ol Kâdir-i kadîm ve Sâni‘-i hakîm’sin ki, ezel-i âzâlde
celâbîb-i estâr-ı sıfât ve hucüb-i ehadiyyet-i zât-ile mestûr olmış bir
kenz-i mahfî iken, diledüñ ki hazîne-i in‘âm ü sehâ açılup ve ebr-i îcâd ü
rahmet saçılup hûrşîd-i çarh-ı lem yezel, maşrık-ı ezelden tâli‘ ve feyz-i
envâr-ı kıdem ‘arsa-i ebedde lâmi‘; eşi‘‘a-i levâmi‘-i zât, derîçe-i serây-ı
vücûddan ve şa‘şa‘a-i ‘ukûs-i işrâkât-ı sıfât, sath-ı derya-yı cûddan ‘adem
iklîminüñ içinde münbasıt u lâyih ve yoklık âyinesiniñ yüzinde celî vü
vâzıh ola. Ya‘nî diledüñ ki, cemâl-i bî-misâlüñ şâhidi zâhir ü mücellâ ve
kemâl-i bî-nihâyetüñ şâhidi rûşen ü âşikârâ olmag-içün, cihân-ı sûret ü
2
İlhan Kutluer, “İnsan”, DİA, C.XXII, İstanbul: TDV, 2000, s.320-321.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 187
telvînde bir nakş-ı ‘acîb resm ve kâr-gâh-ı îcâd ü tekvînde bir garîb tılısm
ibdâ‘ idesin ki: «Küntü kenzen mahfiyyen, fe-ahbebte en u‘rife, fe-halaktü›l-halka li-u‘rife». (s.43/1-12)
Yukarıdaki tasvirde Allah kudsî hadiste de belirtildiği gibi gizli bir
hazineye benzetilmiştir. Bu hazine, onun birer örtüye benzetilen sıfatları
ve zatının birliği perdeleri altına gizlenmiş bir şekilde tahayyül edilmiştir. Tasvire göre insanın yaratılış hikmetlerinden biri cömertlik ve nimet
verme hazinesinin açılmasıyla rahmet ve yaratma bulutunun saçılmasının istenmesidir. “Îcâd” kavramının tek başına insanın yaratılıp varlık
sahasına çıkarılmasını karşılaması yanında, insanın yaratılışıyla birlikte
onun yaşayışını devam ettirebilmesi için nimet verme, cömertlik, rahmet
ve merhamet gösterme özellikleri devreye gireceğinden böyle bir tasvir
yapılmış olmalıdır. Aslında yalnızca yaratma hadisesi, suretlerin ortaya
çıkarılışı dahi rahmet, cömertlik gibi kavramlara yakın bir kavram olan
lütufla bağdaştırılır. Kahretme, yok etme, altını üstüne çevirme de tam
tersi olarak kahır özelliğinin bir işaretidir:
Pertev-i lutfı bedîd ider suver
Savlet-i kahrı kılur zîr ü zeber (39/b.3)
Cömertlik ve nimetlendirme hazinesiyle rahmet ve yaratma bulutunun ortaya çıkışını dilemesi Allah’ın kendi varlık, sıfat ve nurlarını yokluk iklimi içinde ortaya çıkarmak istemesine bağlanır. Sonsuzluk çarhı
güneşinin ezel doğusundan doğması, ezelî nurların feyzinin ebed arsasında parlaması, zatın ışığı nurlarının varlık sarayı küçük penceresinden
ve sıfatların parlayışları akisleri ışıltılarının cömertlik denizi yüzeyinden
yokluk içinde açılması ve yokluk aynasının yüzünde aşikâr ve belli olmasıyla kastedilen budur. Bulutlu ve yağmurlu bir gökyüzünden sonra
güneşin ortaya çıkması nasıl bir aydınlık ve göz kamaştırıcı bir parlaklık
arz ediyorsa yaratma ve icad bulutunun serpilmesinden sonra Allah’ın
zatı ve sıfatlarının nuru belirdiğinde de işte böyle bir parlaklık arz etmektedir. Aynı şekilde içerisi ışıkla dolu olan bir mekânın kapısı veya
penceresi karanlığa açıldığında ortalık nasıl bir ışık seliyle kaplanıyorsa,
denizin yüzeyindeki güneş ışıklarının akislerinin ışıltısı nasıl parıldıyorsa yaratma hadisesine bağlı olarak varlık sarayının küçük kapısından,
188 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
ışık penceresinden ve cömertlik denizi yüzeyinden sıfat ve zatın nurları
bütün parlaklığıyla, ayna yüzüne vuran ışığın bakışları geri döndüren parıltısı gibi göz kamaştırıcı bir şekilde belirmektedir.
Dikkat edilecek olursa yukarıda Allah’ın kendi sıfat ve nurlarının açığa çıkması için ebediyet çarhı güneşinin “maşrık-ı ezelden tâli‘” yani
ezel doğusundan doğmasını dilediği belirtilmektedir. Tâli‘ kelimesi
“doğan” anlamında olup aynı zamanda tasavvufta kulun huyları üzerine
ilâhî ve kevnî isimlerden doğan şey3 manasındadır. Tasvirin devamında
“eşi‘‘a-i levâmi‘-i zât” ifadesi geçer. “Levâmi‘” de temiz kalp sahibinin gözüyle gördüğü nurlardır. Bu nurlar Hakk’a yönelişiyle basiretinin
keskinliği ve Hak’tan huşu eden ve tecellisini kabul eden kalp odacığı
arasında gerçekleşen çarpmaların eserlerinden ortaya çıkar. Bu tecelliyle
kalbin etrafı aydınlanır; göz güneşlerin, ayların ve yıldızların ışıkları gibi
parlak nurlar görür.4 Tasvir, her biri içerdiği mana itibarıyla derinlik arz
eden kelimelerle insanın ilâhî nurların parıldaması, görünmesi ve ortaya
çıkması amacıyla yaratılmış bir varlık olduğunu ifade etmesi yanında
onun bu nur ve parıltıları görmeye ve almaya müsait bir varlık, bir tecelligâh olarak da yaratıldığını göstermektedir. Zira “tâli‘” ve “levâmi‘”
kelimeleri doğan ve parlayan ışık veya nur anlamının dışında bunların
kula aksetmesi ve onda belirmesi anlamını da içinde barındırmaktadır.
Allah eşsiz cemalinin güzeli zahir ve parlak, nihayetsiz kemalinin şâhidi aydınlık ve aşikâr olsun istemiş ve insanı yaratmıştır. “Şâhid” kalbi
istilâ eden şey, kalbin meşgul olduğu düşünce veya gönlün alâka duyduğu kimse, sevgili anlamına gelir.5 Tasavvuf ehli arasında yaygın olan
kanaate göre kâinat aşk ve muhabbetin eseridir. Buradan yola çıkılarak
insanın Allah’ın sevgilisi olmak üzere yaratıldığı düşünülebilir. Zira kâinatın kendisi için yaratıldığı ve insan-ı kâmilin en üst mertebesini temsil
eden Hz. Muhammed’e “habibullah” denilmiştir. “Şâhid” kelimesi “güzel” anlamıyla düşünülecek olursa, eşsiz cemali ve nihayetsiz kemali güzelinin bilinmesini istemesinden kasıt Allah’ın, bir hadiste de belirtildiği
üzere, insanı kendi suretinden yaratmış olması, ona kendi ruhundan üf3
4
5
Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yayıncılık, 2004, s.345.
a.e., s.476.
Seyyid Abdülhakim, er-Riyâzü’t-tasavvufiyye, y.y., Matbaa-i Hayriyye, 1923,
s.63; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka
Yayınları, 2004, s.592.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 189
lemesi ve insanın ilâhî sıfatları üzerinde taşıması, kısacası bir tecelligâh
oluşuyla ilgili olmalıdır. Sinan Paşa da bu gerçeği sözü edilen hadisle
birlikte dile getirmekte ve meleklerden dahi üstün oluşuna delil olarak
meleklerin Allah’ın birkaç sıfatına mazhar, insanın ise bütün sıfatlara
mazhar olduğunu belirtmektedir:
Anlar Hak te‘âlâ hazretinüñ bir kaç sıfatına mazhar oldılar-ise,
insân-ı kâmil cemî‘-i Esmâ-yı İlâhiyyeye mazhardur ki: “İnna’llâhe haleka âdeme ‘alâ sûretihî”6. (s.55/28-30)
Yukarıda insanın ilâhî sıfatların nurlarını görmek üzere ve buna uygun olarak yaratılmış olduğuna değinilmişti. Aslında insanın sözü edilen hadiste de belirtildiği gibi Allah’ın suretinde yaratılmış olması zaten
onun tecelligâhı olmasını gerektirir. Başka bir deyişle, Allah insanı kendi
bireysel varlığı içinde izhar edince insan Allah’ın bizzat tecelligâhı olur.7
Sözü edilen 43. sayfadaki tasvirde arka arkaya geçen iki şahit kelimesinden ikincisi “şahit olan, gören” manasında alınarak ifade “eşsiz
cemali güzeli ve nihayetsiz kemalinin şahidi” şeklinde de düşünülebilir.
Böyle düşünüldüğünde ilkindeki “cemâl” kavramı çağrışımından hareketle insanın Allah’ın sureti üzerine yaratılmış olması ve onun sıfatlarını üzerinde taşıması özelliğinin yanında, “kemâl” kavramı çağrışımına
daha uygun olabilecek Allah’ın yarattığı eşsiz kâinat düzeni, bu düzenin
hiç şaşmayan işleyişi, kısacası sonsuz mükemmelliği (kemâl-i bî-nihâyeti) karşısında bunları gören, izleyen bir şahit olarak da ele alındığı ortaya
çıkar. Zira kâinatta olup biten hadiseler karşısında kendisine verilen akıl
ve düşünme melekesi yardımıyla tefekkür edip ibret alabilecek tek varlık
insandır.
Bütün bu çağrışımlara ek olarak Allah’ın gizli bir hazine olması ve
bu hazinenin sıfatlar örtüleri ve zatın birliği perdeleri altında gizli olması
eski dönemlerde mücevher vb. kıymetli eşyaların bez ve örtülere sarılması geleneğini de hatırlatmaktadır.
Eserin bir başka yerinde Allah’ın sevgisi/şefkati arzusunun parıltısından bir zerresi ve varlığı güneşinin ışığından küçücük bir parçasıyla
binlerce gönül alan sureti ve cana can katan çehreyi yokluk gizliliğinden
varlık sahrasına getirdiği belirtilir:
6
7
“Muhakkak Allah, âdemi kendi sureti üzere yaratmıştır.” (Hadis)
İbn Arabi, İlahî Aşk, Çev. Mahmut Kanık, İstanbul: İnsan Yayınları, 1998, s.111.
190 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
İlâhî! Sen ol Mûcid'sin ki mihrüñ hevâsınuñ şu‘â‘ından bir zerresi-y-ile, vücûduñ güneşinüñ pertevinden bir şemmesi-y-ile hezâr hezâr
sûret-i dil-rübâ ve çehre-i cân-fizâyı ketm-i ‘ademden sahrâ-yı vücûda
getürürsin. (s.49/1-4)
Yaratma hadisesi ve varlıklar Allah’ın sevgisi/şefkati arzusunun ışığından bir zerre ve varlığı güneşinin ışığından çok küçük bir parçayla
yokluktan varlık âlemine geçmiş, var olmuştur. Tasvirden edinilen genel
çağrışım “mihrüñ hevâsının şu‘aından bir zerresi ve varlığı güneşinüñ
pertevinden bir şemmesi” ibarelerinden anlaşıldığı kadarıyla Allah’ın
insana kendi ruhundan üflediği ve insanın onun sıfatlarını üzerinde taşıdığı inancıdır. Yaratma, bir şey ortaya koyma hadisesinin gerçekleşmesi
yukarıda da söz edildiği gibi (s.39/b.3) sevgi, şefkat, lütuf gibi özelliklere dayandırılır. Tasvirde şefkat anlamına da gelen mihr kelimesinin
kullanılmasının sebebi bu olarak düşünülebilir. Mihr kelimesinin yaptığı
çağrışımlardan biri de aşk ve sevgi anlamından hareketle “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” (Aclûnî 2/2123) hadisine dayanılarak varlık
âleminin ve dolayısıyla insanın zuhuru sebebinin aşk olduğuna inanılmasıdır. Yine mihr kelimesinin kullanılmasının diğer bir sebebi ise aynı
zamanda güneş anlamına gelmesi nedeniyle sonrasında geçen güneş kelimesiyle uyum teşkil etmesi içindir. Ayrıca burada insanın anne karnındayken her ay bir gök cismi tarafından etki altına alınması inancına işaret
vardır. Bu inanca göre güneş dördüncü ayda etkisini gösterir. Bu dönem
ise anne rahmindeki ceninin kemik, damar ve sinirlerinin belirdiği ve
hayatın başladığı dönem olarak kabul edilir.8
Yanak/yüz ve gül ilişkisinden hareketle yapılan iki tasvir de yine insanı ve onun yaratılış mükemmelliğini konu edinmesi bakımından burada
zikredilebilir. Bu tasvirlerden 42. sayfada yer alanında insan yanağı/yüzü
güle, rahim de gülü saran çanak yapraklara benzetilmiş ve devamında
ifade ters çevrilerek bu sefer gülün çanak yaprakları, gül yanağının içinden çıktığı rahim gibi düşünülmüştür. Yanağı/yüzü güle benzetilen insanın anne rahminde saklanması gülün çanak yaprakları arasında kapalı
bir şekilde bulunması gibi hayal edilmiştir. Tasvirde insan yanağı/yüzü
gülünün rahim kapçıklarında gizlenmesi takdir ile, gül yanağının çiçek
kapçıkları rahminden ortaya çıkması tedbir ile olan şeylerdir. Burada
8
Azizüddin Nesefî, Tasavvufta İnsan Meselesi, Çev. Mehmet Kanar, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1990, s.20.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 191
çizilen tabloda doğmamış, henüz anne karnında olan bir insan ile çiçek
kapçıkları arasından çıkıp beliren bir gonca tasviri yer alır. Biri gizli,
henüz varlık âlemine adım atmamış; diğeri ise ortaya çıkmış, var olmuş
iki varlıktan söz edilirken birinin durumunun takdir ile diğerininkinin
tedbir ile olduğunun zikredilmesi takdirin mana âlemine, tedbirin ise
suret âlemine ait hadiselerle ilgili kullanılmasından kaynaklansa gerektir. Zira s.74’te takdir ve tedbir kavramlarının açılımını veren bir beyitte
Sinan Paşa “Âlem-i ma‘nîde ol takdîr-ile / Sûrete gelse olur tedbîr-ile”
(s.74/b.9) şeklinde bunu açıkça zikreder.
Sen ol Mûcid’sin ki gül-i ruhsârı ekmâm-ı erhâmda takdîrüñ-ile peydâ eylersin, ve Sen ol Mübdi‘ ‘sin ki ruhsâr-ı güli erhâm-ı ekmâmda
tedbîrüñ-ile hüveydâ eylersin. (s.42/1-4)
Bir başka kısımda yine yanak-gül ilişkisi çerçevesi içinde ve benzer
şekilde ifadelerin ters çevrildiği bir tasvir yer alır. Burada gülün yanağındaki tazeliğin gönül gülünü safa ile doldurduğu, yanak gülünün görünüşündeki tazelik ve güzellikten de gülün gönlünün utanıp hayâ içine gark
olduğu belirtilir. İnsan yaradılış itibarıyla güzellikler karşısında etkilenen bir yapıya sahiptir. Gülün taze görünümü karşısında insan gönlünün
safa ile dolması insanın bu güzellikten haz alması, hoşlanması anlamına
geldiği gibi gülün insan güzelliği karşısında hayâ içine gark olması da
renginden kinaye olmalıdır. Gülün renginin pembeliği veya kırmızılığı
hüsnütalil yoluyla insan yüzü güzelliği karşısında kendinden utanması
olarak yorumlanmıştır.
İlâhî! Sen ol Kâdir-i Hakîm’sin ki ruhsâr-ı güle şol tarâveti virdüñ ki,
anı gördükçe gül-i dil açılup pür-safâ olur, ve gül-i ruhsâra şol nezâreti
virdüñ ki aña karşu dil-i gül utanup gark-ı hayâ olur. (s.50/4-6)
İnsanın yaratılış amacından sonra nasıl yaratıldığı tasvir edilir. Bu
tasvire göre insan Allah’ın irade kalemini eline alıp yaratma ve yoktan
var etme tahtasında yokluk müsveddesinden varlık temizine geçirilen bir
suret şeklinde yaratılmıştır. Bütün gelecek olanlar ve onları takip edenler
öyle bir biçimde tasvir edilmiş ve yazılmıştır ki, yaratma anından ebediyete kadar her varlık o takdire ve her suret o misale uygundur. Varlık
âlemine gelen her şey orada tasvir edildiği şekliyle ve orada yazıldığı
sırayla gelir. Bu düzenin şaşması mümkün değildir.
192 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Pes yed-i kudret-i kâhire ve yemîn-i hikmet-i bâhireñe irâdet kalemin alup levh-i ibdâ‘ ve tahta-i ihtirâ‘da cemî‘-i mükevvenât-ı sâbıka vü
lâhikanuñ ve cümle-i mavcûdât-ı müte‘âkıbe vü mütelâhikanuñ sevâd-ı
‘ademden beyâz-ı vücûda gelecek sûret-i hâlini ve keyfiyyet-i ahvâlini
bir üslûb-ile tasvîr ve bir misâl-ile tahrîr ittüñ ki, vakt-i îcâddan ebedü’l-âbâda degin her mevcûd ol takdîre mutâbık ve her sûret ol misâle
muvâfık. (s.43/12-18)
Eskilerin anlayışına göre kâinattaki canlılar, bitkiler ve cansızlar gökyüzü ve yeryüzünün birleşiminden meydana geliyordu. Gökyüzüne yüce
babalar anlamında “abâ-i kirâm”, yeryüzüne de süflî anneler anlamında “ümmehât-ı izâm”, canlılar, bitkiler ve cansız varlıklara da üç çocuk anlamında “mevâlîd-i selâse” adı veriliyordu. 43/22’de bu anlayışın
tesiriyle varlık âlemi ezel ikliminde kadı huzurunda mahkemede kıyılan bir nikâh merasimi sonucunda yokluk rahmi perdesinden mevâlîd-i
selâsenin ortaya çıkması şeklinde tasvir edilmiştir. Bütün bu varlıkların
yaratılışının amacı her birinin kendi hâl diliyle Allah’ı tesbih etmesi ve
yüceltmesidir.
Sen ol Kâzî-yi ezel ve Hâkim-i Lâ-yezâl’sin ki, kıdem iklîminde henûz
bir mahlûk peydâ degül-iken ve kazâñ mahkemesinde henüz bir mümkin hüveydâ degül-iken, şevâhid-i ‘ilmiyye ve beyyinât-ı hükmiyyeñ ile,
ecrâm-ı esîriyye-i ‘ulviyyeye ‘anâsır-ı erba‘a-i sifliyyeyi tezvîc ü nikâh
ittüñ ki takdîr-i Sübhânî ve tedbîr-i Rahmânî sebebi-y-ile cihân-ı sûrette
ve ‘âlem-i şehâdette ol âbâ’-i kirâmuñ bu ümmehât-ı ‘izâm-ile izdivâcı
vâsıtası-y-ile cery-i ‘âdet-i Hak ve kânûn-ı nizâm-ı halk üzerine perde-i
rahm-i ‘ademden mevâlîd-i selâse zuhûra gele ki, her mevlûd kendü isti‘dâdı lisânîle tesbîh ü temcîdde ve her mevcûd kendü hâli zübânîle takdîs ü tevhîdde ola. (s.43/22-31)
Kâinatın İnsan İçin Yaratılması
Tasavvufî anlayışa göre insandan murad kâmil insan ve ondan da
murad hakkında “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” sözü söylenen
Hz. Muhammed’dir. Kâinat ve bütün varlıklar onun için yaratılmıştır. Sinan Paşa’nın ifade ettiği şekliyle bütün âlemin yaratılmasındaki hikmet
onun varlığı, bütün cihanın ibadetinden maksat onun secdesiydi. (bkz.
s.56/31) İnsan bu manada yücelerin yücesi bir varlık olmuş, yaratılan her
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 193
şey onun için yaratılıp, hepsi onun hizmetine sunulmuş ve âdeta kâinat
onun gelişi için hazırlanan bir mesken olmuştur:
İlahi! Mihr ü mah iki şem‘dür ki, ferrâşân-ı kudretün halife-zâdegân-ı “İnnî câ‘ilün fi’l-arzı halîfe”9nüñ meclis-i huzûrları-y-içün yakmışlardur; ve yidi kat semâvât bir kubbedür ki, sâni‘ân-ı hikmetüñ ol
şeh-zâdelerüñ serây-ı sürûrları-y-içün yapmışlardur. (48/13-16)
Yaygın İslâmî anlayışa göre insan dünyaya bir halife olarak gönderilmiştir. Bu tasvirde de bu gerçekle bağlantılı olarak insanlar halife çocukları ve şehzadeler olarak nitelendirilmişlerdir. Ay ve güneş, kudret
ferrâşlarının yeryüzüne halife olarak gönderilmiş insanların huzur meclisleri için yaktığı iki mum niteliğindedir. Yedi kat gökyüzü ise hikmet
sanatkârlarının o şehzadelerin sarây-ı sürûrları için yaptığı bir kubbedir.
Ay, güneş ve gökyüzü gibi ulaşılmazlık, erişilmezlik ve yücelik sembolü olan unsurlar insanın hizmetine sunulmuş olarak tasvir edilmiştir. Bu
durum hem bu unsurları yaratan Yaratıcı’yı hem de varlık olarak insanı
yüceltmek amacıyla yapılmıştır. “Meclis-i huzûr” huzur meclisi, geliş ve
karşılama meclisi anlamına geliyor olmalıdır. Şehzade veya halife gibi
kimseler gelecek olduklarında nasıl ihtimam ve ihtişamla karşılanır ve
ağırlanırsa halife çocukları olarak görülen insanlar da yeryüzünün halifesi olarak geliş meclislerinde kudret ferrâşının tertiplediği ay ve güneş
gibi iki mumla karşılanmaktadır.10 “Ferrâş” döşeyici, hizmetçi manasındadır. Allah’ın kudreti insan halifesi çocuklarının geliş meclislerini tertipleyip düzenleyen ve döşeyen bir ferrâş olarak hayal edilmiştir. Aynı
şekilde yedi kat gökler de hikmet sanatkârlarının o şehzadelerin sarây-ı
sürûrları için yaptığı bir kubbedir. “Sarây-ı sürûr” burada neşe, eğlenme
meclisi, iyi, güzel ve mutlu vakit geçirilen yer anlamına geliyor olmalıdır.11 Sanatkâr anlamına gelen “sâni‘ân” kelimesi ise kubbe inşa etme
9 “Muhakkak ben yeryüzünde bir halife (bir insan) yaratacağım” (Kur’an, 2/30)
10 Ferrâşların ay ve güneş mumunu yakması göreviyle tasvir edilmesi aynı zamanda sarayda aydınlatma işleriyle de ilgilendikleri çağrışımını yapmaktadır. Nitekim
kaynaklarda geçtiğine göre ferrâşın görevi hizmet ettiği kuruma ve şartlarına göre
değişebiliyordu. Sultan II. Beyazıd vakfından bir deftere göre İstanbul’daki imarette görevli dört ferrâş misafirleri odalarına yerleştirir, yemek getirir, odaları süpürür temizler, mumları yakar, odaların kapılarını açar, icabında kaparlar. (bkz. Nil
Sarı, “ Osmanlı Darüşşifalarına Tayin Edilecek Görevlilerde Aranan Nitelikler”,
Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları, İstanbul 1995, s.52.) Bu bilgiden de anlaşılabileceği
üzere ferrâşlar mumları yakmakla da görevliydiler.
11 Lügatlarda “sarây-ı sürûr” için “cennet, ahiret” açıklaması yapıldığı hâlde bu
194 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
tasvirinden hareketle mimar olarak düşünülebilir. Bu durumda hikmet
bir mimara benzetilmiştir. Sarayın şehzade gibi yönetici tabakadan insanların mekânı olması gibi felek sarayı kubbeleri de insanoğlu şehzadelerinin güzel vakit geçirmeleri ve yaşamaları için imar edilmiş bir saray
niteliğindedir. Dikkat edilecek olursa birinci cümlede kudret ferrâşı benzetmesiyle iç mekânın düzenlenip tertip edilmesi, ikinci cümlede hikmet
mimarı benetmesiyle dış binanın inşa edilmesi tasvir edilerek iç ve dış
mekânın mükemmel bir şekilde plânlanıp tertiplenmesi, gerçekten bir
halifeye yaraşır biçimde tam teşekküllü bir mekân ortaya konulması ve
karşılama hazırlığında bulunulması söz konusudur. Burada dikkati çeken
bir diğer husus kudretin daha çok güç-kuvvet gerektiren bir meslek olması itibarıyla12 ferrâşa benzetilmesi, hikmetin ise hendese ve birtakım
ince hesaplamaların söz konusu olduğu bir meslek olan mimarlıkla irtibatlandırılmasıdır.
Bir beyitte yeryüzü ve gökyüzünün insan için yaratılmış olduğu açıkça zikredilir. Elbette bu düşüncenin arkasında yatan sebep daha evvel
de belirtildiği gibi “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” hadisi ve bu
hitabın muhatabı olan Hz. Muhammed’dir.
Târim-i âsümân u rûy-ı zemîn
Anun-içün Hudâ yarattı hemîn (s.57/b.8)
Yukarıdaki beytin yer aldığı kısımda sıralanan beyitlerin tamamı, insanla ilgili olması ve Tazarru‘-nâme’de insana olan yaklaşımın bir özeti
niteliği taşıması bakımından önemlidir. Bu beyitlerde diğer kısımlarda
da sürekli vurgulandığı gibi insanın yaratılmışlar arasında en iyi, en seçkin varlık olduğu, görünüşte lâtif olduğu gibi kemal bakımından da en
şereflisi olduğu belirtilir. İnsanın bir suret, resim olarak da ezel nakşianlam buraya uygun olmadığından güzel ve neşeli vakit geçirilmesi için yapılan
mekân olarak alınması uygun görüldü.
12 Kayyımların seçiminde vücutça sağlamlık ve bilirkişi raporu gerekliydi. Bu göreve
ehil olmayanların tayin edilmesi uygun görülmediğinden herhangi bir yetersizliğin
tespiti durumunda görev başkasına verilirdi. (bkz. İsmail Özmel, “Kayyım” DİA,
C.XXV, Ankara 2002, s.107.) Aynı şeyin ferrâşların seçiminde de yapıldığı düşünülebilir. Ferrâş ve kayyımların benzer işlerde çalıştıkları, görev paylaşımı içinde
bulundukları da bilinmektedir. Zira Fatih vakfiyesinde kayyım ve ferrâşlara ait hizmetlerin aynı kişiler tarafından görüldüğü belirtilmektedir. (Sarı, a.g.m., s.45.)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 195
bendi (=ressamı) tarafından yaratılmış benzersiz bir nakış/resim olduğu
ifade edilir:
Bihter-i âferîde âdemdür
Mihter-i ber-güzîde âdemdür
Hem nazarda olup durur eltaf
Hem kemâlinde cümleden eşref
Nakşınuñ misli nakş-bend-i ezel
Hîç sûret yaratmadı evvel (s.57/b.1-3)
İnsan ilâhî sırlara vâkıf olabilecek kabiliyette ve bu noktada erişilmez
payede olması sebebiyle marifet göğünün yıldızı, kâinatın tamamını kendinde taşıması ve bu yönüyle “küçük kâinat” olarak nitelendirilmesinden
dolayı ise dört unsur ve altı cihetin özüdür. Mücâhede külfetinin taşıyıcısı, müşâhede lezzetini almaya kabiliyetli olandır. Mücâhede nefsi ezmek,
etkisiz hâle getirmek, ölmeden evvel öldürmek, çile çekmektir.13 İnsanın
mücâhede külfetinin taşıyıcısı olması nefis sahibi olan bir varlık olması ve en zor mücadele olan nefis mücadelesini üstlenerek yaradılışına
uygun olmak üzere kemale/manevî olgunluğa ermekle yükümlü olması
nedeniyledir. Müşâhede ise tasavvufta Hakk’ın gönüllerde hazır olması
ve zatî tecelli manasına gelir.14 İnsan marifete ve ilâhî sırlara vâkıf olabilecek bir özellikte yaratılmış bulunduğundan müşâhede lezzetinin kabili
olarak vasıflandırılmıştır. İnsan kemâlâta istidatlı olduğu gibi, onun mayasına istidlâl de konulmuştur. İstidlâl bir delile dayanarak bir şeyden bir
netice çıkarma, delil ile anlama demektir. Ayrıca istidlâl bir veya birden
çok önermeden başka bir önerme çıkarma, akıl yürütme anlamında bir
mantık terimidir.15 İnsan akıl ve düşünme yetisiyle donatılmış bir varlık
olması sebebiyle akıl yürütme ve çıkarım yapabilme özelliğine sahiptir.
Bu nedenle yaradılışında istidlâl olduğu söylenmiş olmalıdır.
13 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 4.bs. İstanbul: Marifet Yayınları,
1999, s.382.
14 a.e., s.391.
15 Abdülkuddüs Bingöl, “İstidlâl”, DİA, C.XXIII, İstanbul 2001, s.323.
196 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Ahter-i âsümân-ı ma‘rifet ol
Zübde-i çâr tab‘u şeş cihet ol
Hâmil-i külfet-i mücâhede ol
Kâbil-i lezzet-i müşâhede ol
Hilkati müste‘idd-i istikmâl
Tînetinde konulmış istidlâl (s.57/b.4-6)
Bütün bunlara ek olarak insan ezeldeki hitabın ve haşirdeki hesabın sebebidir. İnsan kendisine ezelde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim”
(Elestü birabbiküm) şeklinde yapılan hitap ve dünyaya gönderildikten
sonra yaptıklarından sorumlu olması nedeniyle, ezeldeki hitap ve haşirdeki hesabın sebebidir. Gökyüzü ve yeryüzü onun için yaratılmıştır.
Yukarıda bazı tasvirlerde de geçtiği üzere kâinat insan için yaratılmış
bir mesken ve onun içindeki güneş, ay vb. varlıklar da onun hayatını
idame ettirebilmesi için işlev taşıyan unsurlar niteliğindedir. Yeryüzü,
meydanının yaygısı, firuze renkli gökyüzü ise çevgânının topudur. Meydan kavramı çeşitli gösteri, yarış gibi eylemlerin gerçekleştirildiği yerleri
çağrıştırması bakımından yeryüzünün insanın meydanı yaygısı olması
onun rol aldığı, koşuşturmalarını sergilediği, kendince bir rekabet ve yarış içinde olduğu yer olması nedeniyledir. Gökyüzü ise şekli ve sürekli
dönmesi itibarıyla topa benzediğinden eskiden meydanlarda sergilenen
meşhur “gûy u çevgân” oyunu çağrışımı içinde onun çevgânının topudur.
Çevgân yaygın olarak Allah’ın iradesini temsil ettiğinden burada insanın
ilâhî irade karşısındaki durumu, âdeta bir top gibi öteye beriye yuvarlanması, kendi iradesi, aklı ve nefsiyle gerçekleştirdiği iş ve eylemlerle
içine sürüklendiği durumlar kastediliyor olmalıdır. Burada feleklerin dönüşünün insan kaderine tesir etmesi şeklinde klâsik edebiyatta sıkça geçen inanış da tabii olarak hatıra gelmektedir. Konuyla ilgili olarak burada
Sinan Paşa’nın bu meseleye dair görüşünü içeren ve mana itibarıyla az
veya çok her şeyin Allah’ın kısmeti emriyle olduğu, bunun için feleklerin
suçlanmaması gerektiğini dile getiren beyti de zikretmekte fayda vardır:
Kısmet emriyle olur çün bîş ü kem
Gerdiş-i eflâk n’içün müttehem (s.37/b.17)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 197
İnsan akıl, zekâ, anlayış ve kavrayış kabiliyetine sahip olan bir varlık
olduğu için hikmet, fıtnat16, kiyâset17 ve ilim sahibi olarak anılır. O yüce
himmetlidir; mürüvvet, yani iyilik sahibi ve hilm sahibi, yani yumuşak
huyludur. Her şey onda toplanmış ve hakkında “‘Alleme’l-esmâ”18 indirilmiştir. Kur’an’da geçen bu ifadeye göre Allah insana bütün isimlerin
bilgisini öğretmiştir. Bütün isimlerin bilgisi mantıkî tanımlama ve kavramsal düşünme melekesine işaret eder.19 İnsana bütün isimlerin bilgisinin verilmesi yukarıda zikredilen hikmet, fıtnat, kiyâset gibi özelliklerle
ilgilidir. Bu özellikler de temelde insanı insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran akıl sahibi olma ve akletme özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Beyitlerde de önce insanın bu özelliklerine dikkat çekilerek ardından ona
bütün isimlerin öğretildiği belirtilmiştir. Bütün yaratılmışlardan maksat
onun varlığıdır. İnsan değersiz bir toprak iken Allah onu saygın bir konuma getirmiş ve halk içinde yüceltmiştir. Kâinatın yaratılış amacı o olduğundan bütün yaratılanlar ona köle kılınmış ve bütün mahlûkat onun
emrine verilmiştir. En önemlisi onun kalbini Allah kendisine arş edinmiştir. Bu nedenle insan gönlü Kâbe niteliğindedir. Bu ifadenin temeli
“Mü’minin kalbi Allah’ın arşıdır” hadisine dayanır. Bu ise insan gönlünün bir tecelligâh olması, ilâhî sır ve bilgilerin mekânı olmasıyla ilgilidir.
Anuñ-ile durur ezelde hitâb
Anuñ-ile durur haşirde hisâb
Târim-i âsümân u rûy-ı zemîn
Anuñ-içün Hudâ yarattı hemîn
Ferş-i agber bisât-ı meydânı
Çarh-ı pîrûze gûy-ı çevgânı
Hikmet ü fitnat u kiyâset ü ‘ilm
Himmet-i ‘âlî vü mürüvvet ü hilm
16
17
18
19
Aklın her şeyi çabuk anlayışı, zihin açıklığı, zeyreklik.
Zeyreklik, uyanıklık, anlayışlılık.
“(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretmişti.” Kur’an, 2/31’den iktibastır.
Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Çev.Cahit Koytak - Ahmet Ertürk, 2. bs. İstanbul: İşaret Yayınları, 2000, s.9.
198 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Cem’ idüp cümle anda kodı Hudâ
Hakkına geldi “‘Alleme’l-esmâ” (57/b.7-11)
Hâlik-i halk u Îzid-i bî-çûn
Fâ‘il-i kârıgâh-ı “Kün fe-yekûn”
Her ne kim ol yarattı virdi vücûd
Cümleden eyledi seni maksûd
Hâk idüñ ol mükerrem itti seni
Halk içinde_ol mu‘azzam itti seni
Kâyinâtı gulâm kıldı saña
Bunca mahlûkı râm kıldı saña
Kalbüñi ‘arş idindi kendü-yiçün
Göñlüñi ka‘be kıldı anuñ-içün (58/b.1-5)
İnsanın En Üstün Varlık Olması
İnsan hem bedenî özellikleri, hem de diğer varlıklarda bulunmayan
bazı özellikleri bakımından varlık âleminde bir ayrıcalık ve üstünlük arz
eder. Bu itibarla insan hem maddî hem manevî âlemdeki varlıklarla kıyaslanarak onlara olan üstünlüğü dile getirilir ve yaratılmışlar arasında
en üstün varlık olduğunun ispatına gidilir. Maddî âlemdeki varlıklara
olan üstünlüğü öncelikle bedenî işlevleri bakımındandır. İnsanın hareketleri ve duruşu esnek bir yapı arz eder. Diğer varlıklar gibi sürekli aynı
duruşu sergilemez. Meselâ, yere paralel konumda bulunduklarından sürekli secde etme (sücûd) hâlini çağrıştıran yılan ve balık gibi hayvanlar,
dört ayakları üzerinde eğilmiş bir hâlde bulunduklarından sürekli rükû‘
hâlini çağrıştıran dört ayaklı hayvanlar, oturma hâlini (kâ‘id) sembolize
eden dağlar, sürekli ayakta durur (kâyim) bir hâlde yaratılmış ağaçlar ve
bitkiler gibi hep aynı duruşu sergilemez. O, bu duruşların hepsini gerçekleştirebilecek kabiliyette yaratılmıştır ve bir duruşu diğer bir duruşa
geçmesini engellemez:
İlâhî! Sen ol Hakîm›sin ki niçe mahlûkâtı hemîn sâcid yarattuñ, mâr
u mâhî emsâli gibi, ve niçesin râki‘ yarattuñ, behâyim misâli gibi. Ve
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 199
niçesin kâ‘id yarattuñ, cibâl-i râsiyât gibi, ve niçesin kâyim yarattuñ eşcâr u nabâtât gibi. Âdemi, ki hulâsa-i mevcûdât ve zübde-i mahlûkâttur;
hem râki‘, hem sâcid; hem kâyim ve hem kâ‘id yarattuñ ki, bir hey’eti bir
hey’etini râfi‘ ve bir şekli bir şeklini mâni‘ degül. (53/1-6)
İnsanın üstünlüğü ispat edilmek üzere varlıklar üç kısımda ele alınır. Biri yalnızca kutsal ruh ve mücerret akıldan yaratılmış olan melekler
zümresi, diğeri bütünüyle şehvet aletlerinden müteşekkil ve cismanî lezzet talebinden başka maksatları olmayan behâyim ve hayvanlar zümresi,
diğeri de varlığı hem hayra, hem şerre meyledebilen, hem faydaya, hem
zarara kabiliyeti olan insandır.
Meleklerin masumiyeti ve temizliği fıtrî, itaatleri de tabiidir. Her birinin görevlendirildiği hizmeti onun taati, her birinin vekil tayin edildiği iş
onun ibadetidir. Meleklerin görevleri onların varlığının gereğidir. Onları
yapmamaya veya terk etmeye kudretleri yoktur. Hayvanların gayretleri
ise karınlarını doyurmak ve rahatlarını sağlama işine hasrolunmuş, düşünceleri açlık ve tokluk işine tahsis edilmiştir. Tabiatlarına ruhanî lezzet
talebi ve ilâhî bilgi gayreti sebepleri konulmamıştır. İlâhî sırlardan haberdar olabilecek, ilâhî kudretten ibret alabilecek kabiliyette yaratılmamışlardır. Hayvanların her biri beşerî ahlâkın en aşağı olanlarında ve en
kötü sıfatlarda son noktadadır. Kimi hırsta, kimi şehvette, kimi öfkede ve
kimi korkaklıkta, kimi hasette, kimi cimrilikte, kimi hile ve aldatmacada
ileri düzeydedir. İnsan ise hem düzeltmeye, hem karışıklık çıkarmaya
ve bozmaya kabiliyetlidir. Yaradılışına hayvanî şehvet ve tabiatın bütün
vasıtaları konulmuş, bunun yanında ilâhî bilginin sırlarına vâkıf olma istidadı da verilmiştir. Cismanî lezzetlerden zevk almanın yanında, ruhanî
lezzetlere karşı da tam bir şevk duyar. İki âlemden de nasibi vardır ve her
iki âlemdeki varlıklarla irtibat kurabilir. Birine vasıtası canı ve gönlü,
diğerine vasıtası ise bedenidir. Eğer insan tabiat mezbelesinde kalıp, hisler külhanından dışarı çıkmazsa hayvanlardan daha aşağı seviyeye iner.
Çünkü onlar bilmeden ve âcizken o seviyede kalmışlar, o ise bilerek,
kudreti varken o makamı seçmiştir. Eğer ruhanî marifetle vasıflanır, ilâhî
ahlâk ile bilinirse mertebesi meleklerden daha üstün olur. Çünkü onların
yaradılışlarında bu vardır, bu durumdan farklı olamazlar. İnsan ise kendi
seçimiyle birçok lezzeti terk etmiş ve gücü varken şehvetten vazgeçmiştir. Bu nedenle insan yaratılmışlar taifesinin en kâmilidir. (bkz. s.53-55)
200 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
İnsanın üstün bir varlık olduğu ve üstünlükte melekleri bile geçtiği
peygamberlerden örnekler verilerek de açıklanmaya çalışılır. Hz. İbrahim
ateşe atıldığında ateşin onu yakmaması ve Hz. Muhammed’in Kur’an surelerindeki hurûf-ı mukatta‘at20 olarak adlandırılan harflerle ilgili sırları
Cebrail’den daha iyi bilmesi, hatta kendisine Cebrail aracılığıyla bu tür
sureler indirildiği vakit Cebrail ona bildirmediği hâlde “‘areftü” (bildim)
demesi insanın meleklerden dahi üstün oluşunun delilidir. (s.55/3-14)
Bilindiği üzere Cebrail tasavvufta aklın sembolüdür. Burada Sinan Paşa
tasavvuf ehli tarafından sıkça dile getirilen ve klâsik şiirde de işlenen
akıl-aşk tartışmasını ve aşkın akıldan üstün tutulması anlayışını hatırlatan ifadeler sarf etmiştir. Miraç hadisesinde Sidretü’l-Müntehâ’ya gelindiğinde Cebrail’in bir adım daha öteye geçememesi, Hz. Muhammed’in
ise ilahi aşk yoluyla varılabilecek son noktaya kadar ulaşması aşkın akıldan üstün olmasına gösterilen en önemli örnektir.
Yukarıdaki ifadelerin yer aldığı satırların devamında insanın meleklerden bile üstün olup kudsî âlemlere ulaşabilecek bir varlık olması görüşünü hükemâ zümresinin reddettiği belirtilir. Hükemâ zümresi insanın ne
kadar kâmil olursa olsun akıl mertebesinden geçip mücerredât makamına
varamayacağını savunur ve Sinan Paşa bu durumu onların bakışlarındaki
eksiklik ve fikirlerindeki noksanlık olarak görür. Onlar insanın mertebesi
konusunda anladıkları kadarını bilir ve kâmillerin makamlarını akıl ile
varıldığı kadar zannederler.21 Oysa kâmil insanların arşı yuva edinmiş
gönül Hümâlarının akıl dairesinin ötesinde mutlak gayb âleminin kutsal
fezasında uçuşları olduğu ve ruhları gül bahçesi tavusunun fikir çerçevesi dışında Hakk’ın birliği safası gülistanında yürüyüşleri olduğundan
haberleri yoktur. “Hükemâ zümresi” ile kastedilen felsefecilerdir. Dolayısıyla hükemâ zümresi aklı rehber edinen ve aklın üstünlüğünü savunan
kimselerdir. Burada da yine aşkı akıldan üstün tutma anlayışının devam
ettiği görülmektedir. Diğer yandan kâmil insanların gönlü için Hümâ
20 Kur’an’da yirmi dokuz surenin başında yer alan ve isimleriyle telâffuz edilen harflerin ortak adıdır. Ne manaya geldikleri veya bu surelerin başında hangi amaçla yer
aldıkları kesin olarak bilinmemektedir.
21 Tasavvuf ehline göre aklın alanı madde âlemidir. İlâhî ve manevî hakikatler akılla
kavranamaz. Mevlânâ’nın aklın bu yönüyle ilgili aşkı anlatmada “çamura batmış
merkep” benzetmesi meşhurdur. Aklın kayıtlı, şartlı ve sınırlı bir sıfat olması bağlamak, bukağı tutmak, köstek vurmak anlamına gelen “ikal” yani “akala” kökünden gelmesiyle irtibatlandırılır. (bkz. İbn Arabî, a.g.e., s.128.)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 201
benzetmesinin kullanılması Hümâ’nın yücelik ve erişilemezlik sembolü
olmasıyla ilgilidir. Hümâ’nın yükseklerde uçması ve varlığı mevhum bir
kuş olması gibi, kâmil insanın gönlü de mahiyeti, dolaştığı farklı boyuttaki mekânlar ve tattığı lezzetler itibarıyla bilinememezlik arz eder.
Tavus ise tüyleri ve görünüşünün güzelliği bakımından bahçelerde süs
unsuru olarak yetiştirilen bir kuş olması ve yürüyüşünün güzelliği nedeniyle ruhun Hakk’ın birliği safası gülistanındaki gezintilerini temsil
etmek üzere ruh için benzetme unsuru olarak kullanılmıştır.
Egerçi zümre-i hükemânuñ i‘tikâdları budur kim beşer ‘ukûl mertebesinden geçemez ve insân her ne kadar kâmil olursa mücerredât makâmına varamaz; lâkin bu kusûr-ı nazarlarından ve noksân-ı fikirlerindendür ki, insânuñ mertebesini ancak añladukların bilürler ve kümmelüñ
makâmların ‘akl-ile varılan sanurlar. Andan haberleri yok kim, bunlaruñ
hümâ-yı dil-i ‘arş-âşiyânlarınuñ dâyire-i ‘akıldan hâric, fezâ-yı mukaddes-i ‘âlem-i gayb-ı mutlakta tayerânları olur ve tâvus-ı gülzâr-ı bâg-ı
revânlarınuñ muhavvata-i fikirden taşra, gülüstân-ı safâ-yı hazret-i Ehadiyyet-i Hak’ta cevelânları olur. (s.55/17-25)
Hükemânın bu meseledeki görüşünü reddeden Sinan Paşa insanın melekleri dahi geçip bütün varlıklardan üstün oluşu meselesine açılım getirmeye devam eder. Ona göre insan en yüce ve seçkin meleklerden dahi üstündür. Allah’a manevî olarak daha yakın, melekler zümresinin en kâmili
ve en seçkini olan ve arşı taşımakla görevli olduklarından “hamele-i arş”
olarak adlandırılan yüce melekler suret arşı taşıyıcısı, insan ise “Mü’minin
kalbi Allah’ın arşıdır” hadisi gereğince hakikat arşının taşıyıcısıdır. Melekler Allah’ın birkaç sıfatına mazhar oldularsa, kâmil insan “Muhakkak
Allah insanı kendi sureti üzere yaratmıştır” hadisi gereğince bütün ilâhî
isimlere mazhardır. Meleklerin Allah’ın birkaç sıfatına mazhar olması onların her birinin belli bir vazifeyle görevlendirilip varlığının gereği olarak
daima o işle uğraşmasıdır. Meselâ, bazı melekler sürekli olarak Allah’ın
belli bir veya birkaç ismini zikretmekle meşguldürler. Dolayısıyla yalnızca o isim ve sıfatın özelliğini taşırlar. İnsan ise sözü edilen hadis gereğince
Allah’ın hemen her isim ve sıfatını cüz’î miktarda üzerinde taşıyan bir
varlık olması nedeniyle meleklerden dahi üstündür.
Zümre-i havâss-ı mele’-i a‘lâ ve kümmel-i Melâyike-i ‘ulâ hamele-i
‘arş-ı sûret-ise, bunlar hamele-i ‘arş-ı hakikattür ki: “Kalbü’l-mü’minü
‘Arşü’r-Rahmân”; anlar Hak Te‘âlâ Hazreti’nüñ bir kaç sıfatına mazhar
202 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
oldılar-ise, insân-ı kâmil cemî‘-i Esmâ-yı İlâhiyye’ye mazhardur ki: “İnna’llâhe haleka âdeme ‘alâ sûretihî”. (s.55/26-30)
Melekler taifesi tefrid ve tecridde kalmıştır; temsil ve teşbihten haberleri yoktur. “Tefrid” ve “tecrid” dünyadan ve her şeyden geçip yalnız
Allah ile meşgul olma, kendini Allah’a adama anlamındadır. Aynı zamanda manevî ve ruhanî âlemleri temsil ettiği düşünülebilir. “Teşbih” ve
“temsil” de maddeyi, somut âlemi temsil ediyor olmalıdır. Melekler yalnızca ruhanî âlemlere ait lezzetleri tadabilecek şekilde yaratılmışlardır.
İnsan her ikisine de mahzar olmuştur ve daha evvel de belirtildiği gibi
her iki dünya ile de alakası vardır. Birine vasıtası canı ve gönlü, diğerine
ise bedenidir. (bkz. s.54/21) İnsan ikisine de mazhar olmuşken ikisine
de itibar etmez. Yani insan için iki tarzın da iki dünyanın da ehemmiyeti
yoktur. O bütün bunlardan geçerek hakikate, mutlak varlığa ulaşmayı
arzulayan ve ulaşabilecek olan bir varlıktır.
Ol tâyife tefrîd ü tecrîdde kalmışlardur, temsîl ü teşbîhten haberi yok;
insân-ı kâmil ikisine de mazhar olmıştur, hîç birine dahi nazarı yok.
(s.56/1-3)
Melekler bulundukları makamdan bir adım dahi ileri geçemezlerken
insan-ı kâmilin daha ötesine geçemeyeceği hiçbir mertebe düşünülemez.
Onun her hâlinden daha ileri bir hâli, her makamından başka bir makama intikali vardır. Mertebelerinin sayısı ve makamlarının sınırı yoktur.
İnsanın manevî mertebeleri aşma konusundaki üstünlüğü, yükseklerde
uçması ve ele geçmemesi nedeniyle yüceliğin ve erişilemezliğin sembolü olan Hümâ benzetmesiyle dile getirilirken meleklerin bulundukları
makamdan bir adım daha ileri gidemeyecekleri yine yükseklerden uçan
ancak Hümâ’nın taşıdığı efsanevi ve üstün özellikleri taşımayan doğan
kuşu (= bâz) benzetmesiyle ifade edilmiştir. İnsanın manevî mertebelerinin sayısı ve sınırının olmayışı “seyr fi’llâh”ta nihayet ve ilâhî denizde sınır olmaması şeklinde yorumlanır. “Seyr fi’llâh”, Hak’ta yürümek
anlamında tasavvufî bir terimdir. Birinci seyr olan ve Hakk’ı tanıyınca
biten “seyr ila’llah” bittikten sonra başlayarak sonsuza dek sürer.22 İnsan
bu sınırsız âlem ve uçsuz bucaksız ilâhî denizde sayısız makam ve mertebeler aşarak gidilebilecek son noktaya kadar ulaşabilir.
22 Uludağ, a.g.e., s.467.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 203
Anlaruñ her biri bir makâmda şöyle konılmıştur ki, bâz-ı şikâr-ı ma‘rifetleri ol makâmuñ fezâsından bir kadem ilerü uçmaya, ve insân-ı kâmilüñ
hümâ-yı himmet-i rûhâniyyesinde bir mertebe yoktur ki, andan añaru geçmeye. Her hâlinden añaru dahi bir hâli vardur, ve her makâmından bir makâma
intikâli vardur. Merâtibinüñ ‘addi yoktur, ve makâmâtınuñ haddi yoktur. Seyr
fi’llâh’a gâyet olmaz, ve deryâ-yı İlâhî’ye nihâyet olmaz. (s.56/3-11)
İnsanın en yüce varlık olduğu bu şekilde etraflıca anlatılmaya çalışıldıktan sonra Allah’ın yardımını yoldaş ve iman kılavuzunu yollarının
rehberi edinen parlak keşif erbabı ve temiz kalp sahiplerinin beşerin avamının meleklerin avamından, havassının da havassından daha üstün ve
daha mükemmel olduğu konusunda ittifak ettikleri belirtilir ve bu durum
bir örnekle açıklanarak konuya son verilir. Buna en güzel örnek insan-ı
kâmilin doruk noktası ve insan türünün en üstünü olan Hz. Muhammed’dir. O kutsal ve mücerret ruhların hepsinden daha kâmildir. Cebrail’in belli bir makamı vardır ki ondan bir adım öteye geçmeye kudreti
yoktur. İsrafil’in bir menzili vardır ki ondan bir nefes ileri dem vurmaya gücü yetmez. Ama peygamberin gönlünün yüce makamlı doğanı ve
Mustafâ’nın ruhunun hoş yürüyüşlü tavusu o mertebelerin tamamından
geçer ve o makamlardan yüksekte uçardı. (s.56/13-26) Cebrail’in belirlenen makamından ileri geçememesiyle onun bütün melekler için söz konusu olduğu gibi manevî mertebede belirlenenin ötesinde yol alamaması
ve özellikle de Miraç hadisesinde belli bir noktadan sonra bir adım daha
ileri atamaması, fakat Hz. Muhammed’in onun aşamadığı mertebeleri
aşarak Rabbiyle görüşmesine işaret edilmektedir. İsrafil kıyamet günü
sûra üflemekle görevlendirilmiş mukarreb meleklerden biridir. Dem vurmak burada nefes almak, solumak anlamıyla düşünülecek olursa sûra
üflemekten kinaye olmalıdır. İsrafil’in bulunduğu menzilden öteye bir
dem bile vuramaması onun kendisi için belirlenen görevi, belirlendiği
şekliyle yerine getirmesi bunun ötesinde bir şey yapmaya gücü yetmemesi, daha öteye gidememesidir. Bu nedenle Hz. Muhammed’in temiz
ruhu maksat değil, bütün maksat oldu; ilk onun nurlu ruhu ortaya çıktı
ve varlığın aslı oldu. O, surette son ama manada evvel, varlıkta sonuncu
ise mertebede en iyi olanıydı. Bütün âlemin yaratılmasındaki tek hikmet
onun varlığı ve bütün cihanın ibadetinden murâd onun secdesiydi. Onun
varlığıyla cihan bahçesine süs ve onun şerefiyle insan nev’ine güzellik
ve parlaklık geldi. Onun bereketiyle bu nev’in kemâlâtı sayısız ve onun
204 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
faziletiyle insanın faziletleri sınırsız oldu. (s.56/27-34, 57/1-2) Burada
Sinan Paşa İsrâ sûresinde geçen “And olsun ki biz Âdemoğullarını şerefli
kıldık...” şeklinde başlayan 70. ayeti iktibas ederek konuyu bitirmiştir.
Kısacası Tazarru‘-nâme’de anlatıldığı üzere kâinatın yaratılmasındaki bütün maksat ve insan türüne sahip olduğu ayrıcalıkları verip onu
en şerefli varlık hâline getiren Hz. Muhammed’in varlığı olmuştur. Bu
durum onun getirdiği son ve en kâmil dinle ve örnek ahlâkıyla insanlığa ışık tutması, bu şekilde onların fazilette ve kâmillikte en üst noktaya
çıkmalarına vesile olmasıyla ilgili olmalıdır. Her peygamberde bir sıfat23
üstün olduğu hâlde Hz. Muhammed bütün sıfatları zatında toplamıştır.
Bütün bir kâinat nasıl bir cesede benzerse ve ruhu insansa, bütün insanlar
da Hz. Muhammed’e nispetle bir ceset gibidir. O ruhtur, her peygamber
onu tasdik etmiş, müjdelemiştir.24 Burada “nûr-ı Muhammediyye” veya
“hakikat-i Muhammediyye” adı verilen ve Allah’ın yarattığı ilk şeyin
Hz. Muhammed’in nuru olduğu şeklindeki inanışı hatırlatmakta yarar
vardır. Sinan Paşa’nın Hz. Muhammed ile ilgili anlattıkları bu inanışın
izlerini taşımaktadır. Aynı şekilde yukarıdaki ifadeler “Sen olmasaydın
âlemleri yaratmazdım” (Aclûnî, 2/2123) ve “Ben peygamber iken Âdem
ruh ile ceset arasında bulunuyordu” (Aclûnî, 2/129) şeklinde sahih kabul
edilmeyen ancak tasavvuf ehli arasında yaygın kabul gören hadislerin
açılımı niteliğindedir.
İnsanın Mahiyeti
İnsan yaratılış itibarıyla ruh ve beden gibi iki farklı mahiyet arz eder.
Ruh onun manevî yönü, beden de maddî yönüdür. Onun bu her iki yönü,
gerek bedenin muazzam yaratılışı ve işleyişi, gerekse ruhun akıl sır ermez mahiyeti bakımından, iki ayrı âlem gibi düşünülür. Ayrıca ruh onda
“âlem-i lâtif” veya “âlem-i bâtın” olarak adlandırılan ve duyularla algılanamayan mücerret ruhtan ibaret varlıklar âlemini temsil ederken, beden “âlem-i zahir” veya “âlem-i kesîf” olarak adlandırılan ve duyularla
kavranabilen madde âlemiyle özdeşleştirilir. Bu nedenle insan iki âlemi
bünyesinde barındıran bir varlık olarak değerlendirilir:
23 Âdem’de safvet ve safa, Nuh’ta azim, İbrahim’de sevgiye mazhar oluş ve cömertlik, Musa’da şiddet ve kudret, İsa’da zahitlik gibi.
24 Abdülbâki Gölpınarlı, Gülşen-i Râz Şerhi, İstanbul: MEB, 1972, s.112.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 205
Sen ol Hâlık’sın ki, bir muşt tîre hâkten ve bir avuç gubâr-ı nâ-pâkten
iki ‘âlemi bir araya cem‘ ittüñ, adını âdem koduñ. Biri ‘âlem-i cism ü
âşikârâ, ve biri ‘âlem-i rûh u nâ-peydâ. Biri ‘âlem-i zâhir ü kesîf ve biri
‘âlem-i bâtın ü latîf. (s.51/16)
İnsana öğütler verilen kısımlardan birinde yer alan bir beyitte de
“Kıymeti gevherüñüñ iki cihân / Eyledüñ anı balçıg-ile nihân” (s.58/b.9)
denilmektedir. Burada insanın değerinin iki cihan pahasında olmasıyla
hem değerinin yüceliği, hem de yukarıda bahsedildiği gibi onun ruh, beden gibi iki yönüyle bunların ait olduğu iki farklı dünyaya işaret ediliyor
olmalıdır.
İnsanın iki farklı yönüne başka bir bakış açısıyla yer verilen bir beyitte bu sefer insanda hem melek hem şeytan, hem yer hem de gök bulunduğu belirtilir. Bu birbirinden farklı ve zıt kavramlarla insanın iki farklı
eğilimine işaret edilir. İnsan hem iyiye hem kötüye meyledebilecek bir
yapıya sahiptir. Melek ve şeytan kavramları buna işaret eder. Zemin ve
felek kavramlarıyla da insanın meylettiği yön neticesinde içine düştüğü
duruma işaret edildiği düşünülebilir. Zira insan sözü edilen bu özelliği
vasıtasıyla yüceler yücesi bir varlık olabilecekken aşağıların aşağısına
da inebilir. Sözü edilen beytin ardından da bunu destekleyici ifadeler
yer alır. İnsana nasihat olarak şeytana uymaması hâlinde melek gibi bir
varlık olacağı, değer ve yücelikte feleği geçeceği; yol gösterici olarak
şeytanı alması hâlinde ise durağının “esfel-i sâfilîn”25 olacağı belirtilir.
Eğer akıl bir telkinde bulunursa menzili “kârıgâh-ı illiyyin”26 olacaktır.
Kötüye meylettirici tarafı temsil eden nefis ve şeytana karşılık akıl yol
gösterici ve yüceltici bir vasıf olarak görülür.
Sende hem dîv vardur hem de melek
Sendedür hem zemîn ü hem dahı felek
Uymaz-iseñ dîve_olasın sen melegî
Kadr ü rif‘atte giçesin felegi
25 “Aşağıların aşağısı” (Kur’an, 95/5) Bu ifadeyle cehennem ve ateşin kastedildiği
belirtilir.
26 “Gerçek bu ki, iyilerin amel kitapları, hiç şüphesiz illiyyîndedir.” (Kur’an, 83/18)
İlliyyîn cennet veya gökyüzünün en kutsal, en yüksek tabakasıdır. Mü’minlerin
hayırlı amellerinin yükseltildiği divan veya ahiret yurdunda Allah’a en yakın olan
dereceler olduğu da söylenmiştir.
206 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Dîv ola saña reh-nümây eger
Esfel-i sâfilîn saña makar
Ger saña akl-iderse bir telkîn
Menzilüñ kârıgâh-ı ‘illiyyîn (s.58/b.12-b.15)
İnsan maddî açıdan bakıldığında yapışkan, kokmuş bir çamur veya
bayağı meniden ibaret bir varlıktır. Maddî değer itibarıyla hiçbir önem
arz etmeyen bu varlık Allah’ın izni ve lütfu sayesinde onun azameti deryası çevresinde dolaşma ve kutsal sıfatların ve münezzeh zatın vasfı civarında dönme liyakatine erişmiştir. Allah’ın azameti deryası ve kutsal
sıfatlar ile zatın civarında dolaşma insanın marifet sırlarına erişmesi ve
ilâhî tecellilere vâkıf olabilmesi anlamındadır. Kendisine kemale erme
kabiliyeti verilen insan bu kadar değersiz bir hâldeyken Allah tarafından
en üstün varlık olma payesine eriştirilmiştir.
Nutfe-i mehînüñ ne zehresi ve hamâ’-i mesnûnuñ ne liyâkati ola ki
senüñ ‘azametüñ deryâsınuñ havâlîsinde çegzine, veyâ zât-ı münezzeh ü
sıfât-ı mukaddesüñ vasfınuñ yöresinde degzine. (s.69/11-13)
Eserin bir başka yerinde de buna benzer ifadelerin yer aldığı görülür:
İlâhî! Eger sen inbisâtuñ bisâtını bast itmeyedüñ, bu bir avuç hâk-i
nâ-pâküñ ne zehresi var-idi ki meliküʿl-mülûk bisâtı havâlîsine kadem
basaydı, ve eger senüñ cezbeñ câzibesi cezb itmeye-y-idi bu siyâhkilîm27-i külbe-i idbâruñ ne liyâkatı var-idi ki kubbe-i kurb-ı ceberûta yol
bula-y-idi. (s.95/4-8)
Tasvirde “melikü’l-mülûk bisâtı havâlîsine kadem basma” ile kastedilen insanın yaratılıp varlık sahasına gönderilmesi olmalıdır. “Bir avuç
hâk-i nâ-pâk” ile kastedilen de maddî mahiyeti itibarıyla bir avuç topraktan ibaret insandır. “İnbisât bisâtını bast etmek” ise insanın yerleşip
üzerinde yaşaması için var edilen yeryüzü yaygısının yaratılmasıdır.
Bast, bisât ve inbisât kelimeleri aynı kökten (bast) türetilmişlerdir. “Bast
etmek” yaymak, “bisât” yaygı, döşeme, yeryüzü, “inbisât” ise yayılma,
açılma anlamındadır. “İnbisât” ayrıca madenî cisimlerin sıcaklığın etkisiyle genleşmesi anlamına gelen bir terimdir. Yukarıdaki cümlede yer
27 Metinde geçen “siyâh kelîm-i külbe-i idbâr” ifadesine bu şekilde bir anlam verilemediğinden “siyâh-kilîm-i külbe-i idbâr” olarak okunması uygun görülmüştür.
Siyâh-kilîm/siyeh-kilîm: Bedbaht (bkz. Ziyâ Şükûn, Farsça - Türkçe Lûgat: Gencine-i Güftâr Ferheng-i Ziya, C.2, İstanbul: MEB, 1996, s.1247)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 207
almasa dahi bu kelimelerle aynı kökten gelmesi bakımından zikredilebilecek olan “basît” kelimesi fizikte yüzey anlamında kullanılır. “Basît”
aynı zamanda “süflî âlem” veya “kevn ü fesâd âlemi” olarak adlandırılan madde âleminde bütün cisimlerin meydana geldiği en basit ve temel unsurlar olarak kabul edilen dört unsura (su, hava, ateş, toprak) işaret eder.28 Tasvirde geçen “bast etmek” ifadesinin yaptığı çağrışımlara
zenginlik katması bakımından “bast” kökünün ism-i faili olan Allah’ın
isimlerinden “Bâsıt”ın da rızkı genişleten, lütuf ve keremini esirgemeyen; ruhları bedenlerine yayan manalarına geldiğini hatırlatmakta fayda
vardır. Bu isim Allah’ın kâinatı, özellikle de canlılar dünyasını yaratma
ve idare etmesini ifade eden ilâhî isimler grubuna girmektedir.29 Dünyanın yaratılmasıyla birlikte insan buraya gönderilerek sultanlar sultanının havalisine ayak basma kudretine erişmiştir. Dünya süflî âlem olarak
nitelendirilmesine karşılık insanın ulvî âlemlere, mutlak sevgiliye, sultanlar sultanına ulaşması için gerekli donanımı elde edeceği yer olması
bakımından sultanlar sultanının havalisi olarak nitelendirilir. Sultanlar
sultanının havalisine ayak basmaya mecali olmayan insan Allah’ın lütfu
ve izniyle yaratılıp varlık sahasına gönderilerek bu kudrete eriştirilmiştir.
Tasvirin devamında “siyâh-kilîm-i külbe-i idbâr” ile kastedilen de
yine değersizliğine, güçsüzlüğüne ve zavallılığına dikkat çekilen insandır. “Siyâh-kilîm” bedbaht, bahtsız anlamına gelir. Burada mahiyeti itibarıyla değersiz, güçsüz ve zavallı olan insanın, -tam ifadesiyle değersizlik kulübesinin bahtsızının- Allah’ın cezbesinin çekiciliği olmasaydı
ceberut yakınlığı kubbesine yol bulmasının mümkün olmayacağı, bu
zavallı ve bahtsız varlığın bu liyakate asla erişemeyeceği ifade edilmektedir. “Siyâh-kilîm” kavramının içinde geçen “kilîm” kelimesi tek başına ele alındığında kilim, yaygı anlamıyla cümle içinde geçen “inbisât”,
“bast etmek”, “bisât”, “külbe” gibi kelimelerle iham-ı tenasüp oluşturmaktadır. Dolayısıyla insanın mahiyet itibarıyla değersizliği, topraktan
yaratılmış olması, üzerine basılıp geçilen ve ayaklar altına alınan kilim
tasavvuruyla da uygunluk teşkil etmektedir. Bu bağlamda değersizlik,
bahtsızlık, düşkünlük anlamına gelen “idbâr” kelimesiyle külbe ve siyâh
kelimeleri de değersizlik imajını tamamlayıcı unsurlar olarak yer alırlar.
Diğer yandan aynı cümle içinde bilinçli kullanıldığı izlenimi uyandı28 Mustafa Çağrıcı, “Basît”, DİA, C.V, İstanbul 1992, s.107.
29 Bekir Topaloğlu, “Bâsıt”, DİA, C.V, İstanbul 1992, s.102.
208 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
ran “kubbe-i kurb-ı ceberut” tamlamasında geçen “kubbe” ile “kilîm”in
oluşturduğu zıtlık da dikkat çekicidir. Kubbe nasıl bir mimarî yapının
yüksekliğini, en üst birimini ve dolayısıyla yüceliği temsil ediyorsa kilîm
de en altı, zemini ve buradan hareketle değersizliği temsil etmektedir.
Çekme ve çekim anlamına gelen “cezbe” tasavvufta kulu Hakk’a yaklaştıran ilâhî inayet; Hakk’ın kulun kendisine ulaşma yolunda ihtiyaç duyduğu her şeyi güçlük ve uğraşma olmaksızın kendisine ihsan etmesini
karşılayan bir kavramdır.30 “Ceberût” ise şehâdet ve gayb, yani maddî ve
manevî âlemlerin arasında bulunan, cismanî âlemin de ruhanî âlemin de
bazı özelliklerine sahip olan orta âlemdir. Bir berzah ve misal âlemi olarak tanımlanır.31 “Ceberût yakınlığı kubbesine yol bulmak” insanın ruhî
yönünü geliştirerek marifet sırlarına ve kemâlâta ermesi, farklı boyuttaki
âlemlerde yol alabilmesi anlamındadır. “Ceberût” aynı zamanda ululuk
ve yücelik, Allah’ın büyüklüğü ve yüceliği anlamındadır. Bu anlamda
kubbe gibi yücelik ve yükseklik belirten bir unsurla bir arada kullanılması uyum oluşturmaktadır. Burada insan iki yönüyle ele alınarak onun her
iki cephesi bakımından, yani yaratılıp varlık sahasına gelmesi ve tekâmül etmesinin, kendi kudreti dışında yalnızca Allah’ın izni ve lütfu ile
mümkün olduğu belirtilmiştir. Bu, insanın başlangıçtaki değersiz konumuna karşılık daha sonra kendisine bahşedilen ve hiçbir varlık tarafından
erişilemeyecek olan değeri vurgulamaktadır. Burada dikkat çeken bir husus Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme’nin hemen tamamında yapmış olduğu gibi kelimelerle ustalıkla oynaması, anlam ve çağrışım bakımından
uyum oluşturan kelimeleri seçmesi, yalnızca anlam değil aynı zamanda
ahenk bakımından da uyum gösteren ifadeler kullanmasıdır.
Ruh ve bedenden mürekkep bir varlık olan insanda ruh daima kudsî tarafı temsil ederken beden bayağı tarafı temsil eder. Kesif bedenin
bulanıklık ve kesafetini, temiz ruh letafeti ve safâsıyla ortadan kaldırabilecek niteliktedir. Mücerret ruhun parlaklığı ve ziyası beden ülkesini
aydınlatır; mukaddes canın gönül açıcı rüzgârı ten havasını kokulandırır.
Bedenin temizlenmesi ve kesafetinin ortadan kalkması ruhun tekâmül
etmesiyle mümkündür. Ruhun tekâmül etmesi de maddî bağ ve alâkalardan sıyrılması ve temizlenmesi yoluyla gerçekleşir:
İlâhî! Bu ten-i galîzuñ küdûretlerini rûh-ı latîfüñ safâsı-y-ile sen mu30 Abdürrezzak Kâşânî, a.g.e, s.185.
31 Uludağ, a.g.e., s.113.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 209
saffâ kıl; ve bu beden-i hâkînüñ kesâfetlerini cân-ı pâküñ letâfati-y-ile
sen müzekkâ kıl. Rûh-ı mücerredüñ işrâk u ziyâsı-y-ile beden milketini
münevver it, ve cân-ı mukaddesüñ nesîm-i dil-güşâsı-y-ile ten hevâsını
mu‘attar it. Bu hey’ât-ı bedeniyyeden anı mutahher ü pâk kıl, ve bu ‘alâyık-ı heyûlâniyyeden anı âzâd ü bî-bâk kıl. (s.88/3-9)
İnsanın ruhlar âleminden dünyaya gönderilişi sonucunda başlangıçta
sevgilinin cemalini gören ve onun vuslatıyla mutlu bir hâlde olan ruh,
mutlak güzellikten ayrı düştüğü için acı çekmeye başlar. Ruh süflî âleme
ayak bastıktan sonra ezelî hüküm sonucu hapsedilmiştir. Ruhun hapsedilmesi maddî âleme gelip beden içine girmesidir. Onun süflî âleme ayak
bastıktan sonra ezelî hüküm sebebiyle beden içine hapsolması çocuğun
annesinden ayrı kalması şeklinde düşünülür. Bu ayrılık sebebiyle ruh
çocuğu ağlamaktadır. Bu ağlayış sevgiliden ayrı kalmanın hüznünden
ve yârin güzelliğinden ayrı kalmanın matemindendir. Ruh ten kafesine
hapsolunca aklı ve gönlü kendine arkadaş edinir. Aklın kudsî bir varlık
olduğunu görür; onunla arkadaşlık ve yakınlık kendine eğlence olacaktır.
Zira aklı kendisine önder edinenin menzili yerden göğe çıkar. Akıl iyi bir
arkadaş iken gönül de ruhun meskeni, ruhun mamur bir evi olarak nitelendirilmiştir. Gönül ruh nurları aksinin aydınlığını almaya kabiliyetlidir.
Rabbanî sırların mahzeni, Sübhanî nurların mazharıdır. Aklı ve gönlü
viran ve mağlup etmek ruhun zarar görmesine neden olur. İnsan ruhunun
ezelî hükümle dünyaya gönderilip mutlak güzellikten mahrum kalmasının annesinden ayrı düşmüş bir çocuğa benzetilmesi ve içine düştüğü
çaresiz durum sonucunda kendisine arkadaş olarak aklı ve gönlü seçmesi, onlarla yakınlaşmaya çalışması ruhun olgunluğa erişmesi için akıl ve
gönlün en önemli iki vasıta olduğunu göstermektedir. Akıl ve gönül, biri
arkadaş, diğeri de mesken olarak ruh çocuğunu barındırıp büyütecek ve
kemale ermesine yardımcı olacaktır.
Rûh evvel şâhid-i dîdâr-idi
Vaslat-ı yâr-ile ber-hordâr-idi
Çün ki bastı ‘âlem-i sifle kadem
Eyledi mahbûs anı hükm-i kıdem
Ol sebebden tıfl anasından cüdâ
Kılsa kılur ol cüdâlıktan bükâ
210 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Ol bükâ te’sîr-i hüzn-i yârdur
Mâtem-i hicrân-ı hüsn-i yârdur
Kaldı çün nâ-çâr-ı habs-i âb ü gil
Oldı oldukça enîs-i ‘akl u dil (s.80/b.8-b.12)
Gördi ‘aklı dahı merd-i kudsîdur
Kendüye eglence anuñ ünsidür
Her kime kim ‘akl olur bil pîş-vâ
Menzili olur zemînden âsümâ
Dil dahı bir hâne-i ma‘mûr-ı rûh
Kâbil-i işrâk-ı ‘aks-ı nûr-ı rûh
Mahzen-i esrâr-ı Rabbânî dilüñ
Mazhar-ı envâr-ı Sübhânî dilüñ
Vay saña vîrân iderseñ sen anı
Nice_olur miskîn rûhuñ meskeni
Dil harâb ü ‘aklı maglûb idesin
Bilmezem kim rûhuña sen n’idesin
Kim bisât-ı nat‘-ı tende rûhını
Fîl-bend-i nefs-ile saklar anı
Kayyim-i ‘âlem ruhun çün kim çatar
Fîl-bendi turur-iken mât ider
(s.81/b.1-b.8)
Yukarıda sıralanan beyitlerden son ikisi nefsin insan ruhunu kıskaç
altına alıp onu ilâhî hakikatten ayrı düşürmeye çalışmasını ve ruhun bu
aşamada geçirdiği macerayı bir satranç oyunu gibi hayal edip tasvir etmesi bakımından ilginçtir. Beyitlerde satrançla ilgili terimler ruh, nefis
ve bedenle irtibatlandırılıp sunulmuştur. Bilindiği üzere “bisât-ı nat‘”
satranç yaygısı, üzerinde satranç oynanan zemin demektir. “Ruh” satranç taşlarından biridir. “Fil-bend” ise bir satranç hamlesidir. İki piyon
ve bir fille oynanır. Fil ve piyonlar arka arkaya konur. Rakibin taşı bun-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 211
lardan birine hamle yaparsa karşı tarafın hamlesiyle karşı karşıya kalır ve o tarafa gidemez. Bu daha çok şah taşının alınması için kurulan
bir stratejidir.32 Birinci beyitte uzatma işaretiyle gösterilmiş olan “rûh”
kelimesiyle insandaki ruh, ikinci beyitteki “ruh” kelimesiyle de satranç
taşı kastedilmektedir. Ancak dolaylı yoldan insandaki ruh ve satranç taşı
olan ruh kelimeleri arasındaki telâffuz benzerliğinden faydalanılarak her
iki manaya da gönderme yapılmıştır. Dikkat edilirse birinci beyitte satranç terimlerine gönderme yapılarak beden, ruh ve nefis gibi unsurlar
zikredilmiştir. İkinci beyitte ise doğrudan satranç terimleri ve stratejileri
kullanılarak yukarıda bahsedilen unsurlara gönderme yapılmıştır. Beden
satranç tahtası üzerinde kim ruhunu nefis fil-bendiyle saklarsa kayyim-i
âlem ruhunu çattığında/oynattığında, hamle yaptığında fil-bendi dururken mat edecektir. Burada insan ruhu şah olarak düşünülmüş olmalıdır.
Ruhun nefis filbendiyle saklanması, bağlamak anlamındaki bend kelimesinin çağrışımından da akla gelebileceği üzere, maddî bağ ve kıskaçlar,
hakikate ulaşmada yoluna çıkan engellere işaret etmektedir. Satrançta
diğer taşların şahın alınmaması, mat edilmemesi için etrafında çeşitli şekillerde hamlelerde bulunması ve şahın etrafını sarması, insan ruhunun
maddî ve nefsî engeller içine hapsolması gibi düşünülmüştür. Ruhun bu
bağlardan kurtulması onun ölümsüzlüğe erişmesi, yani mat olmasıyla
mümkündür. Zira satrançta yenilmek anlamına gelen mat olmak Tazarru‘-nâme’de bir örnekte de açıkça zikredildiği üzere ebedî hayat bulmak,
sonsuzluğa ulaşmak anlamındadır:
Her dil ki bâzî bisâtında mât olur, kayyim-i ‘âlem olup ebedî
hayât bulur. (s.190/4)
Burada “kayyim-i âlem” ile kastedilen ruh, beden ve nefsi bünyesinde
barındıran ve ebediliğe iştiyak duyan insan olmalıdır. Zira “kayyım” kelimesi ayakta durmak, süreklilik ve devam gibi manalara gelen “kıyâm”
kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. “Kayyım”ın birinin yerine geçen,
tayin edilen, vekil anlamı taşıdığı33 da düşünülecek olursa, bu da insanın
32 Dihhudâ, Ali Ekber, Lügat-nâme, Tahran, Dânişgâh-ı Tahran, 1339-1352 [19601973].
33 Kayyım vakıf mütevellisi ve camilerde temizlik görevlisi anlamında bir terim olmakla birlikte vekil bırakmadan ortadan kaybolan ve hayatta olup olmadığı bilinmeyen kişinin hukukî işleri yahut vasî bırakmadan ölenin vasiyetlerini yerine
getirmek için hâkimin tayin ettiği kişidir. Kayyım ayrıca mütevellinin iyi hâl üzere
olmaması, vakfı idareden âciz veya kısıtlılık altında bulunması yahut kayıp altında
212 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
yeryüzünde Allah’ın halifesi, vekili olma görevini üstlenmiş olmasıyla
örtüşmektedir. Ayrıca kayyım kelimesinin yukarıda zikredilen her iki örnekte geçmesi onun aynı zamanda satrançla ilgili bir terim olabileceğini
hatıra getirmektedir. Görüldüğü üzere insan satranç yaygısı olarak hayal
edilen bedeni üzerinde satranç oynayan biri gibi düşünülmüş ve ruhunu
çatarak nefis filbendini mat etmiştir. “Ruh çatmak” ruh taşını oynatmak,
onunla hamle yapmak olmalıdır. İnsan bağlamında ele alındığında ruhî
ve manevî eğilimlerin galeyana gelmesi ve ağır basması olarak düşünülebilir. Fil-bend şahı almak üzere yapılan önemli stratejilerden biri olması nedeniyle ruhun hakikate ulaşmada önündeki en büyük engel olan
nefisle aralarında ilgi kurulmuştur. Kayyim-i âlem ruhunu çattığında nefis fil-bendi stratejisini bozacak, nefsin kurmuş olduğu tuzakları ortadan
kaldıracak ve ruh sonsuzluğa ulaşacaktır.34 Böylece başlanılan yere geri
dönülmüş olacaktır. Yukarıda birbiri ardınca sıralanan on üç beyit âdeta
ruhun serüvenini dile getirmektedir. Başlangıçta ana vatanında mutlak
sevgiliyle birlikte olması, ardından dünyaya gönderilip sevgiliden ve vatanından ayrı düşmenin ıstırabını yaşaması, burada akıl ve gönül gibi
kendine yardım eden dostlar edinmesi, bunun yanında nefis gibi kötülüğüne çalışan düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalması ve sonunda
mücadeleyi kazanarak koptuğu vatanına ve sevgiliye ulaşması söz konusudur. Aslında burada söz edilen serüven klâsik edebiyatta şairler ve
müelliflerce insanın her fırsatta dile getirilen temel serüvenidir.
İnsan Allah nezdinde en değerli varlıktır. Bu değer ona başlangıcı olmayan sonsuzlukta, yani ezelde verilmiştir. Daha yaratılıp varlık sahasına gönderilmeden evvel ona kendisini yüceltici lütuflarda bulunulmuştur.
Allah insana ezelde hitap etmiş, onunla konuşmuş, vaatlerde bulunmuş
meleklerle insan için tartışmış, insanı istemeyenlere daha insanın kenbulunması gibi sebeplerle vakıf işlerini yürütmek için tayin edilen kimseye de denir. (bkz. Özmel, a.g.m., s.107.)
34 Burada Mevlânâ’nın “Kölesiyle satranç oynar. Bu acayiptir ki, iki cihanda da şah
o iken kölesinden şah ister.” (Mevlâna, Divan-ı Kebir’den Seçme Şiirler, C.III,
Çev. Mithat Baharî Beytur, İstanbul: MEB, 1990, s.177.) anlamına gelen beytini
zikretmekte fayda vardır. Bu beyitte hem insan ruhu, hem Allah şah olarak nitelendirilmiştir. Allah kulundan şah, yani onun canını istemekte ve onu mat ederek
şereflendirmek istemektedir. Kul mat olduğunda, yani ruhunu teslim ettiğinde Allah’a kavuşacağından asıl şahı kazanmış olacaktır. Görüldüğü gibi burada da mat
olmak yukarıda söz edildiği gibi sonsuzluğa, mutlak varlığa ulaşmak ve gerçek
sultanlığı elde etmek anlamındadır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 213
disi yaratılmadan evvel cevaplar vermiştir. Allah’ın ezelde insana hitap
etmesi, daha yaratılmadan evvel meleklerin onu istememelerine karşılık
insanı savunması,35 ayrıca şeytana hitaben de insanı koruyucu ve yüceltici ifadelerde bulunması insanın Allah tarafından ne derece itibar ve değer
gören bir varlık olduğunu gösteren delillerdir.
Ezel sehergâhında biz henûz hâb-ı ‘ademden baş kaldırmadın bize
lütuflar idüp hitâb iderdüñ ki:”Yâ ‘ibâdî”36, ve vücûd bahçesinde henûz
nihâl-i za‘îfumuz zuhûr bulmadın bizim-içün İblîs’e hitâb idüp eydürdüñ
ki: “İnne ‘ibâdî”.37 İlâhî! Bizimle mükâleme idüp emr ü nehiy ve va‘d ü
va‘îd iderdüñ, henûz ‘âlem olmadın. İlâhî! Bizümle mülâtafe idüp, hitâb ü
‘itâb iderdüñ henûz Âdem yaradılmadın. İlâhî! Bizim-çün melâyike ile mübâhase iderdüñ, bizüm haberimüz yog-iken. İlâhî! Bizim tarafumuzdan bizi
istemeyenlere cevâblar virürdüñ, bizüm eserimüz yog-iken. (s.169/13-22)
İnsanın ezeldeki ilâhî hitap karşısında mest olduğu ve orada tattığı
lezzeti asla unutamadığı klâsik edebiyatta işlenegelen konulardan biridir.
Tazarru‘-nâme’de ezel bir mektebe ve ardından bir şekeristana benzetilmiş ve oradaki ilâhî hitap ve karşılıklı konuşma ise mektep benzetmesi için bir derse, şekeristan benzetmesi için şekere benzetilmiştir. Sözü
edilen sebebe bağlı olarak orada alınan dersin sürekli ezber ettirilmesi
ve tattırılan şekerin de tekrar tattırılması istenir. “Mükerrer” kelimesi
tekrar anlamına gelmekle birlikte “kand-i mükerrer” adıyla bilinen ve
şeker kamışının üç defa kaynatılması sonucu elde edilen şeker çeşidine38
çağrışım yapması bakımından metinde şeker kelimesiyle bir arada kullanılmıştır. Tûti ve şeker arasındaki münasebet de tûtinin şeker yiyerek
beslenmesinden kaynaklanır:
35 “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar:
Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? dediler. Allah da onlara: Sizin
bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Kur’an, 2/30)
36 “Ey kullarım”. Kur’an, 29/56’dan iktibastır. “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz,
benim arzım geniştir. O hâlde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana
kulluk edin.”
37 “Benim kullarım”. Kur’an, 15/42 ve 27/65’ten iktibastır. “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.”
“Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.”
38 Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, Haz. Cemâl Kurnaz, İstanbul: MEB, 1996, s.303.
214 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Dil tıflına ezel mekteb-hânesinde virdigüñ sebakı dâyimâ ezber ittür,
ve cân tûtîsine kuds şekeristânında tadırdıguñ şekeri keremüñden mükerrer ittür. İlâhî! Elest mestligini müdâm it. İlâhî! «Belî» ‘ahdini berdevâm it. (s.155/1-4)
Ezelde yapılan sözleşme, Allah ile münasebet ve vuslat başka bir
tasvirde bahar mevsiminde gül bahçesinde yapılan işret gibi düşünülür
ve bu lezzeti tadıp da unutamayan kullara tekrar aynı zevkin tattırılması
ümit edilir:
İlâhî! Halkuñ kerîmleri hukûk-ı sohbet-i üns ü vahdeti unutmazlar
ve dünyâ musâhibleri harîfân-ı meclis-i ‘îş ü halveti ferâmûş itmezler.
Hâşâ senüñ kerem-i ‘amîm ve hulk-ı kerîmüñden ki ezel behârı ve kıdem
murgızârında, gülistân-ı kudüs ve bustân-ı üns içinde, elest sohbet-gâhı
ve vahdet bârigâhında celîsân-ı bisât-ı kurbet ve hem-nişînân-ı hengâm-ı
‘işret ittügüñ kullarunı hazretüñden bi›l-külliyye matrûd ve rahmetüñi
anlardan mesdûd ve visâlüñ kûyından temâm dûr ve cemâlüñ tecellîsinden ebedî mehcûr idüp cehennem âteşinde harîk ve heyûlâ deñizinde
garîk koyasın. (s.158/1-9)
İnsan akıbeti itibarıyla kendisi için ezelde belirlenen sona doğru gidecektir. Alın yazısı ve nasıl bir insan olacağı ezelde belirlenmiştir. Lanetlenmiş, cehennemlik olan veya cennetlik olan ezelde belli olmuştur.
Bunlar mana âleminde Allah’ın takdiriyle, suret âlemine gelince tedbir
ile olur. Daha evvel de geçtiği üzere takdir ve tedbir arasındaki fark birinin mana âleminde diğerinin de madde âleminde gerçekleşen olaylar için
kullanılmasıdır. Takdir ezelde bir şeyin takdir edilmesi, kayıtlara geçmesi, tedbir ise bunun zamanı geldiğinde gerçekleşmesidir:
İlâhî! Sirişt sirişt-i ezeldür. İlâhî! Nübüşt nübüşt-i evveldür. Her
nîg-bahtlık ve bed-bahtlık cerâyid-i takdîr-i kıdemde yazılmıştur, ve her
hil‘at ki insân giyer, hıyâtat-hâne-i ezelde biçilmiştür. (138/15)
La’netî evvelden olur la’netî
Cennetî evvelden olur la‘netî (s.74/b.8)
İnsanın Gıdası
En mükemmel şekilde yaratılıp dünyaya gönderilen ve kendisine ruh
ve gönül gibi yücelip en seçkin varlık konumuna gelmesine yardımcı ola-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 215
cak cevherler verilen insanın hakikî gıdası ve beslenmesi konusuna da
değinilir. Bu meselenin ele alındığı kısımda yapılan güzel bir tasvirde Allah’ın rahmeti bir dadıya benzetilmiş ve ondan hasta ruh ve zayıf bedeni
şefkat eliyle daima ruhanî gıdalar ve ilâhî sofra ile beslemesi istenmiştir. Bu gıdalar dost visalini isteyen talihlilerin gıdasıdır. Bedeni besleyen
hayvanî gıdalar ve yiyecekler et ve post hayal eden bahtsızların gönül
rahatlığıdır. Dolayısıyla bu tür gıdalara karşı olan hırs ve tamahın giderilmesi istenir. Devamında insanın iç kuvvetleri, his ve duyuları da birer
kuşa benzetilerek bu kuşların ilim ve amel taneleriyle marifet gül bahçesinde beslenmesi ve gönül ve can bülbüllerinin hikmet kafesinde nefis
vesvesesi kargası şerrinden saklanması istenir. (s.86/4-5; 87/1-6) Allah’ın
rahmetinin dadıya benzetilmesi rahmet ve şefkatle besleme kavramı arasındaki münasebetle alâkalıdır. Dadının küçük bir çocuğu beslemesi gibi
insan da Allah’ın rahmeti yardımıyla ilâhî sofradan nimetlendirilir. İnsanın ilâhî sofradan nimetlendirilmesi öz kaynağının ve varoluş amacının
unutturulmaması, daha da ötesi ilâhî bilgi ve tecellilerle taçlandırılması olarak düşünülebilir. Hayvanî gıdalar olarak adlandırılan ve yalnızca
bedenî gelişimi sağlayan gıdalardan bu derece uzak durulmak istenmesi
yeme, içme ve leziz gıdalar peşinde koşmanın insanın manevî yönünü köreltmesi ve basiret gözünü bağlaması nedeniyledir. Bilindiği üzere nefis
terbiyesi disiplini içine giren her kişi önce aç kalmakla işe başlar. Tokluk
ve özellikle tıka basa yeme durumu nefsî ve şehevî istekleri harekete geçireceğinden marifet sırlarına erişmeye ve manevî hazlar hissetmeye engel
bir durum olarak addedilir. Tasvirin devamında besleyici unsurlar olarak
ilim ve amel kavramlarının geldiği görülür. Bilindiği üzere marifetin başı
ilimdir. İlim ve öğrendiğiyle amel etme neticesinde insana irfan kapıları
açılır ve kişi marifete erişme imkânı bulur. Ruh ve gönlün bülbüle, nefsin
de kargaya benzetilmesi bülbülün klâsik edebiyatta âşığı sembolize eden
makbul bir kuş olması, karganın da genellikle rakip yerine kullanılmasıyla ilgili olabilir. Nitekim gönül ve ruh öz itibarıyla kaynağını ve nereden
geldiği hakikatini bilen bir özellik arz eder. Ruhların elest meclisinde içtikleri ilâhî şarabın sarhoşu olarak bu dünyaya geldiği klâsik edebiyatta
işlenegelen konulardan biridir. Bu durumda ruh ve gönül asıl itibarıyla
mutlak varlığa âşık konumdadır. Bu nedenle bülbül olarak düşünüldüğü
varsayılabilir. Nefis ise ruh ve gönlü ayartarak sürekli ilâhî hakikatten
ayrı düşürmeye çalışan bir özellik arz etmesi bakımından uğursuzluğu,
216 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
kötülüğü, çirkin şeyleri sembolize eden ve rakiple özdeşleştirilen kargaya
benzetilmiş olmalıdır. Ayrıca karga rengi bakımından karanlığı da sembolize eder. Nefis de insanları günaha ve dolayısıyla karanlığa sevk etmesi
bakımından kargayla özdeşleştirilmiş olmalıdır.
Eserde yukarıdaki tasvirin devamında aynı konuyla ilgili beyitler sıralanır. Bu beyitlerde konu daha etraflıca ele alınarak insanı besleyen
gıdanın mahiyeti ve nasıl alınması gerektiği hususu açık açık belirtilir.
Buna göre insanın asıl gıdası Allah’ın nuru (=nûr-ı Hak)dur. Hayvanî
gıdalar ona uygun değildir. Burada Allah’ın nuru ile kastedilen iman,
inanç ve manevi lezzetler olmalıdır. Hayvanî gıda ise bedeni besleyen gıdalar olduğu gibi maddî olan her şey olmalıdır. Gönül hastalanınca gece
gündüz gıdası “ab ü gil” olur. Gönlün hastalanması esas kaynağını, nereden geldiğini ve niçin var olduğunu unutması anlamındadır. Gıdasının
âb ü gil olması ise maddî bağlar kıskacı altında kalması, manevî yönünün
zayıf bırakılmasıdır. “Gil” maddî gıdaları, hastalığı iyileştirmek yerine
daha da artıracak şeyleri ifade eder. Hastalıkta gerekenleri gönül ister ve
hasta olunca insan gönlü “gil” ister; çünkü mizacı bozulmuştur. Mizacı
bozulan her hasta gibi gönül de kendine yarayan ve tavsiye edilen gıdaları istemez. Mizaç burada vücut düzeni ve dengesi anlamındadır. Eski
tıbba göre insan vücudunda ahlât-ı erbaa (kan, balgam, safra ve sevdâ)
denen dört unsur bulunuyordu. Bu dört unsurdan birinin fazlalaşması neticesinde insanın hastalandığı kabul ediliyordu. Mizacın bozulması, bu
dört unsurun dengesinin bozulması demektir. Bunun gibi gönül, ruh ve
maneviyata ait unsurlar da kendi içinde dengesini kaybedince manevî
hastalıklar baş göstermektedir.
Allah’ın nuru (=nûr-ı Hak) öyle bir gıdadır ki, yemek için ona ne
ağız ne de tabak gerekir. Bu gıda devlet sahibi, talihli kimselerin gıdasıdır; yenilir yutulur cinsten olmayan, boğaz gibi herhangi bir âlete ihtiyaç
göstermeyen bir gıdadır. Aslında insanın baktığı her suret gıda niteliğindedir. Basiret gözüyle bakmasını ve hakikat gözüyle görmesini bilen
kimse ondan gıda alabilir. Her insanın sureti içi Hak gıdasıyla dolu bir
tabaktır. Gözleri elinden içmek gereken bir saki, gamzesi kaçınılması gereken bir câdû, dudakları içilmesi gereken bir şarap, güzelliği bahçesi de
gönül eğlendirecek bir yerdir. Gönül gözü her neye bakarsa gördüğü Hak
gıdasıdır. O Hakk’ın nurundan başkasını görmez, yolu Hakk’ın nuruyla
görür. Can ve gönlün rehberi Hakk’ın nurudur; Hakk’ın nuru ile insan
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 217
yolunu gözetmelidir. İnsan Hakk’ın nurundan yiyeceğini almalı ve nur
içinde yemeğini yemelidir:
Kût-ı aslî-yı beşer nûr-ı Hudâ
Kût-ı hayvânî degül aña sezâ
Lîki ma‘lûl oldı çün miskîn dil
Rûz u şeb oldı gıdâsı âb u gil
Haste olur göñli anuñ gil diler
Hastelikte ne gerekse dil diler
Şol gıdâ kim yarar ola istemez
Şol yimek kim yi diyeler yiyemez
Çün mizâcuñ fâsid ola eyle_olur
Pes mizâc-ı fâsıduñ kûtı n’olur
Mâhitâbuñdur gıdâsı nûr-ı ‘Arş
Mâr ü mâhînüñ hemîşe dûd-ı ferş
“Yürzekûn”dan oldı câna kût-ı Hak
Ol ta‘âma ne dehân ü ne tabak
Ol gıdâdur rızk-ı sâhib-devlet ol
Ol gıdâdur bî-gulû vü âlet ol
Her ne sûret kim idersin sen nazar
Var gıdâ algıl dile andan eger
Bakar-iseñ sen basîret gözile
Görür-iseñ sen hakikat gözile
Sûret-i her âdemîdür bir tabak
İçi toludur gıdâ-yı nûr-ı Hak
Gözleri bir sâkîdür içmek gerek
Gamzesi bir câdûdur kaçmak gerek
218 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Lebleri meydür yörü nûş eylegil
Hüsni bâgında göñül hôş eylegil
Her neye bakar-ise bu çeşm-i dil
Nûr-ı Hak’tur gördügi sen eyle bil
Nûr-ı Hak’tan gayrısını görmez ol
Nûr-ı Hakk-ile görünür aña yol
Nûr-ı Hak’tur rehberi cân ü dilüñ
Nûr-ı Hakk-ile gözetgil sen yoluñ
Nûr-ı Hak’tan eylegil sen kûtuñı
Nûr içinde turma yigil lûtuñı (s.87/1-17)
İnsan ve İnsana Ait Unsurlar ile İlgili Benzetmeler
Tazarru‘-nâme’nin bazı yerlerinde insan fidan, gelin, resim, tılsım,
yıldız gibi bazı unsurlara benzetilirken bir temsilî hikâyede insanın iç
ve dış kuvvetleri, fiziksel ve ruhsal özellikleri, bazı uzuvları ve iç organlarıyla ilgili ilginç benzetmeler yer alır. Bu tasvirde insana ait sözü edilen unsurlar işlevlerine göre çeşitli meslek guruplarıyla özdeşleştirilmiş,
bazı güzellik unsurları da klâsik edebiyatta sıkça karşılaşılan benzetmelere konu edilerek işlenmiştir:
Dîdeyi talî‘a-i garrâ ve bedeni merkeb-i bernâ, fikri atabek-i mükerrem ve ‘aklı vezîr-i mu‘azzam, cevârihi hadem ve kuvâyı haşem, fehmi
çâşnigîr ma‘îdeyi tabbâh-ı bî-nazîr, cigeri hân-sâlâr-ı latîf dâfi‘ayı ferrâş-ı şerîf, kaşlarını kemân ve gîsûsını çevgân, her müjesini bir tîr-i nişâne ve her beñini bir dil-firîb dâne, çeşmini cellâd-ı hûn-rîz ve gamzesini
hançer-i tîz, la‘lini müdâm ve zülfini dâm, dişlerini gevher ve her hâssesini bir cevher, dimâgı hazîne-i müstahkem ve mizâcı kilîd-i muhkem,
tabî‘atı hâzin-i mekîn ve kuvâsını huddâm-ı emîn, hâfızayı bir gulâm-ı
hazîne-dâr ve hayâli bir câsûs-ı bî-karâr, musavvireyi nakkâş-ı suver-i
mahsûsât ve müfekkireyi mi‘mâr-ı mebânî-yi ma‘kûlât idüp bu cümle-i
etbâ‘ u eşyâ‘ı bilelerine koşup, dârü’l-mülk-i kudüsten dârü’l-fenâ-yı
inse gönderdi. (s.124/7-18)
Buna göre göz, öncü askeri ve gözcü gibi anlamlara gelen “talî‘a”,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 219
beden, genç bir binek hayvanı; fikir, saygın bir kumandan; akıl, yüce
bir vezir, insanın el ve ayak gibi azaları hizmetçi, his ve duyu kuvvetleri maiyet ve teşrifatçı, anlayış ve idraki çaşnigîr, midesi eşsiz bir aşçı,
ciğeri lâtif bir sofracı, “dâfi‘a”sı (def edici gücü) temiz bir ferrâş, kaşları keman, saçlarının kıvrımı çevgân, kirpiklerinin her biri nişan alınmış
birer ok, benlerinin her biri gönül aldatıcı bir tane, gözü kan dökücü bir
cellât, gamzesi keskin bir hançer, dudağı şarap, saçı tuzak, dişleri inci,
her hassesi bir cevher, beyni sağlamlaştırılmış bir hazine, mizacı sağlam
bir kilit, tabiatı temkinli bir hazinedar, his ve duyu kuvvetleri güvenilir
hizmetçiler, hafızası hazinedar hizmetçisi, hayali yerinde duramayan bir
casus, musavvire (tasvir melekesi) gözle görülebilen şeylerin ressamı,
müfekkire (düşünme melekesi) akıl ile bilinen şeylerin/yapıların mimarı
olarak nitelendirilmiştir.
Gözün öncü askeri veya gözcü olarak düşünülmesi görme ve bakma
işlevi nedeniyle insan yüzünde dikkati çeken ilk unsur olması ve yine bu
işlevleri sebebiyle etrafı âdeta kolaçan eder bir yapıya sahip olmasındandır. Bedenin genç bir binek hayvanı olarak düşünülmesi ise insana ait
bütün unsurların bir bütünü olması, bütün azaları üzerinde taşıması ve
insanın bir yerden başka bir yere gitmesine vesile olarak onu taşıyıcı bir
özelliğe sahip olmasından kaynaklansa gerektir.39 İnsan fikrinin kumandan olması fikrin insanı yöneten, onun diğer hislerine yön veren özelliği,
aklın vezir olması yine insana yol gösteren, davranışlarına ve yaptığı işlere yön veren yegâne unsur olması nedeniyledir. El ve ayak gibi azaların
hizmetçi olarak düşünülmesi ise insanın onlar vasıtasıyla iş görmesi ve
bu yönüyle âdeta ona hizmet ediyor olmaları sebebiyledir. “Kuvâ” zihnin
beş kuvveti, beş duyu, insanın iç ve dış yetileri anlamına gelir. Kuvânın
maiyet ve hizmetçiler anlamına gelen “haşem” olarak düşünülmesi de
yine insanı bütünüyle saran bu his ve duyuların onun gelişimi ve hayatını
devam ettirebilmesi için hizmetine sunulmuş özellikler olması yönüyledir. Zira insan bu aza ve duyu kuvvetleriyle âdeta onlara emrederek istediklerini yapmaya muktedirdir. Bu benzetmenin ardından “fehm” yani
anlama, idrak ve anlayış kabiliyeti bir çaşnigîre benzetilmiştir. “Çaşnigîr” sarayda hükümdar yemek yemeden evvel yemeklerin tadına bak39 Bedenin bir binek hayvanı olarak düşünülmesinde ruhu taşıması, ruhun onun üzerindeki bir süvari gibi düşünülmesi de etkili olmuştur. (bkz. İmam Gazâlî, Kimya-yı Saâdet, Çev. Faruk Meyân, 2. bs. İstanbul: Bedir Yayınevi, 1970, s.69.)
220 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
makla görevli olan kimsedir. Bu, yemeğin lezzetinin iyi olup olmadığını
kontrol etmenin yanında yemeğe zehir katılıp katılmadığını da anlamak
ve hükümdarın zehirlenmesini önlemek içindi.40 Çaşnigirin yemeklerin
tadına bakarak iyi mi kötü mü olduklarını anlaması gibi, anlayış, anlama
(=fehm) kabiliyeti de insanın karşılaştığı durumlar veya yapacağı seçimlerle ilgili neyin iyi ve faydalı neyin kötü ve zararlı olduğunu anlamasına
yardım ettiğinden böyle bir benzetme yapıldığı düşünülebilir. Mide yenen yemeklerin sindirildiği yer olması itibarıyla, yemeklerle olan ilişkisinden hareketle olsa gerek aşçıya, ciğer de sofracıbaşına benzetilmiştir.
Karaciğer mideden gelen sindirilmiş yemekleri süzüp kana dönüştüren
ve damarlara gönderen, bazı maddeleri depolayıp gerektiği şekilde kullanılmasını sağlayan bir organ olarak bilinir. Sofracıbaşı da yemeklerden
ve sofra düzeninden sorumlu bir görevlidir. Sofracıbaşı nasıl yemek ve
sofra düzeninden sorumluysa karaciğer de depolama, dengeleme gibi işlerle vücut düzenini sağlayan bir organ olması itibarıyla aralarında bir
ilgi kurulmuş olmalıdır. İnsandaki defetme gücü, itici güç gibi manalara
gelen “dafi‘a”41 da vücuttaki fazlalıkların veya vücuda herhangi bir faydası olmayan atıkların dışarı çıkmasına yardımcı olarak bir nevi temizlik
vazifesi gördüğü için ferrâş olarak hayal edilmiştir.
Bu benzetmelerden sonra insanın kaş, saç, kirpik, ben, göz, gamze,
dudak ve diş gibi güzellik unsurları genellikle şekil, renk vb. özellikleri
itibarıyla geliştirilen klişeleşmiş benzetmelerle sıralanmıştır. Bunun ardından yine insanın her hissi ve duyusu hepsinin insan için ayrı bir yeri
ve lüzumu olması, birinin olmaması durumunda insanın eksik bir varlık
hâline gelmesi nedeniyle her birinin paha biçilemez derecede kıymetli oluşu vurgulanmak üzere mücevhere benzetilmiş; ardından hazine ve
hazinedarla ilgili benzetmeler yapılmaya başlanmıştır. Buna göre insan
için en önemli organlardan biri olan “beyin” bütün vücudu, dolayısıyla
his, duyu, düşünce vb. yetilerin tamamını içinde barındıran ve yöneten
bir unsur olduğundan sağlamlaştırılmış bir hazine; beynin birer parçası
40 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I, İstanbul: MEB, 1971, s.331.
41 Dâfia insanda kuvâ-yı bâtına olarak adlandırılan iç kuvvetlerden biridir. Bunlar
câzibe (çekici güç), mâsike (tutucu güç), hâzime (hazmedici, sindirici güç) ve
dâfia (itici, def edici güç) olmak üzere beş tanedir. (bkz. Z. Al-Qazwini, ‘Acâeb
Al-Mahlûkât Wa Gharâeb Al-Mawjûdât, Ed. by Farouk Saad, Beirut: Dar al-Afak
al-Jadida, 1981, s.375-376.)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 221
ve onu tamamlayıcı unsurlar olan ve “kuvâ” denen iç ve dış kuvvetler
hazinenin güvenilir hizmetçileri; dimağın sonundaki bir kuvvet olan “hafıza”42 bilgileri hıfzeden, saklayan bir kuvvet olmasından dolayı hazineyi
koruyan hazinedarın yardımcı ve hizmetçisi durumundaki bir hazinedar
gulamı; “hayal” bir orada bir burada gezinen bir düşünme gücü olması,
düşünüp vehmettikleriyle âdeta etraftan bilgi toplayan bir hâl arz etmesi
ve edinilen bilgilerin ilk oraya yerleşmesi43 bakımından yerinde duramayan bir casus; “musavvire” görünen suretlerin hayalini canlandırabilme özelliğinden dolayı resim çizen bir ressam; “müfekkire” de akla
ait, akılla bilinen şeylerin düşünülüp dimağda canlandırılabilmesi, şekillendirilmesi, bir çeşit plan-proje etme vazifesi gördüğünden bir mimar
gibi düşünülmüş olmalıdır. İnsanın bütün bu özelliklerle donatılıp kudsî
âlemden fenâ âlemine gönderildiği belirtilir.
Bütün bu benzetmelerde dikkati çeken, benzetmelerle çizilen tablonun arka planında bir sultan imajı yer almasıdır. Sultan ve dolayısıyla
saraya ait unsurlar insan ve ona ait özellikler için benzetme unsuru olarak
kullanılmıştır. Bu durum insanın âlemdeki seçkin yeri, varlıklar arasında
üstün bir konumda oluşu ve bu eşsiz özellikleriyle birlikte dünyaya bir
halife olarak gönderilmesiyle ilgili olsa gerektir.
Tazarru‘-nâme’de insanın benzetildiği unsurlar aşağıda ele alınmıştır:
▶ Fidan: Sinan Paşa eserinin bir yerinde insan fidanı güllüğünde dil
bülbülünün Allah’ın şevki nevâsına şakıyıp güzel sesler çıkarmakta olduğunu belirtmiştir. Varlık veya cihan bir bahçeye benzetildiğinde insan
da bu bahçede yetişen bir fidan olarak düşünülebilir. Fidan nasıl yeşerip
büyüyor ve sonunda kuruyup gidiyorsa insan da doğup büyüyüp yaşlanır
ve vadesi dolunca da göçüp gider. İnsan fidana benzetilirken onun dili
de bu fidan üzerindeki bülbül gibi düşünülmüştür. İnsanın diliyle Allah’ı
42 a.e., s.378.
43 İnsanın mahiyetinden bahsederken buradaki benzetmelere yakın benzetmeler kullanan İmam Gazâlî beynin ön tarafına yerleştirilen hayal kuvveti için ajan benzetmesi yaparak bunun sebebini hissedilen haberlerin hep orada yerleşmesi şeklinde
ifade eder. Beynin arka kısmındaki hafıza kuvveti de her şeyin orada saklanması
nedeniyle bir hazine vekili gibi kabul edilmelidir. Bütün azalar görevli oldukları işlerle ilgili olarak aldıkları haberleri önce hayal kuvvetine gönderir, o da bunları hafıza kuvvetine teslim eder. Hayal kuvveti postacı, hafıza kuvveti ise hazine vekili
demektir. (bkz. İmam Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, C.III, Çev. Ahmed Serdaroğlu,
İstanbul: Bedir Yayınevi, 1974, s.22.)
222 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
zikretmesi ve onu yüceltmesi güzel sesli bir bülbülün nağmeli bir biçimde şakıması şeklinde hayal e dilmiştir. Bülbülün güle olan aşkı sebebiyle
nağme tutturması gibi, insan da Allah aşkı sebebiyle o sevgili için dilini
oynatır, söyler/zikreder durur.
Sen ol mahbûbsın ki, bülbül-i zübân, gülbün-i nihal-i insanda şevkun
nevâsına nagme-sâz u hoş-âvâlık ider. (s.42/8)
Tasvirde nevâ, nağme-sâz ve hoş-avâ gibi musikiyle ilgili kavramlar
tenasüp içinde kullanılmıştır.
▶ Gelin: İnsanın yaratılışından bahseden tasvirlerden birinde o, birçok güzellik unsurunu üzerinde taşıması ve kendisinin başlı başına bir
güzellik abidesi olması nedeniyle geline benzetilmiştir. İnsan gelin olarak hayal edildiğinde gelinle bir arada düşünülecek olan meşşata, hatip,
hutbe, müezzin gibi kavramlar etrafında geliştirilen bir düğün tasviri yapıldığı görülür. Düğün merasimi insanın yaratılıp dünyaya gönderilmesi
hadisesidir. On sekiz bin âleme karşı gerçekleştirilen bu düğün merasiminde Allah’ın kudreti, gelini süsleyen meşşata, Allah hamd hutbesini
okuyan hatip, “mu‘arrif-i ‘ukûl” olarak zikredilen Cebrail de müezzindir. Ardından insanın güzellik unsurları klâsik edebiyatta klişe olarak yer
alan benzetme şekilleriyle tek tek sıralanır. İnsanın gelin olarak hayal
edilmesi ve çizilen düğün tasvirinde ezel hatibinin hutbe okumasıyla eski
düğünlerde hutbe okunması geleneğine de işaret edilmektedir:
Meşşâta-i kudretüñ bir katre âbdan bir ‘arûs bezeyüp on sekiz biñ
‘âleme cilve ittürdi ki anuñ hakkında hatîb-i ezel menber-i ibdâ‘da bir
hutbe-i hamd itti ki: “Fe-tebârekallâhu ahsenü’l-hâlikîn”, ve mu‘arrif-i
‘ukûl mahfil-i Kerûbîn’de bu faslı okıdı ki: “Le-kad halakne’l-insâne fî
ahseni takvîm”. (s.51/20)
Bir terkîb-i ‘acîb ve bir sûret-i garîb peydâ ittüñ ki, her gören sanur ki:
Bir meh yaradılmıştur ki, müşk-sây ola, ve bir müşk yaradılmış ki, meh-fersây ola. Bir şeker düzülmiş ki, mey-fürûş ola; bir mey dürmiş ki, şeker-nûş
ola. Bir kad durur ki, serv-i revândur; bir peyker durur ki, hemîn cân u
revândur. Bir yüzdür ki, açılsa güle beñzer; bir dildür ki, söylese bülbüle
beñzer. Bir diştür ki, dürr-i hôş-âba dönmiş; bir tutaktur ki, la‘l-i nâba
dönmiş. Bir çeşimdür ki, ‘abhere beñzer; bir zülüftür ki, ‘anbere beñzer.
Bir alındur ki, bedr olmış aya dönmiş; bir kaştur ki, müşk tozlu yaya dön-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 223
miş. Bir dehendür ki, hokka-i yâkût olmış; bir sehundur ki, câna gıdâ vü
kût olmış. Bir şeh-bâz-ı ‘akıldur ki, havâs kuşlarına re’îs olmış; bir tûtî-yi
cândur ki, ten kafesine enîs olmış. Bir zâttur ki, âyine-i vücûd-ı mutlak
olmış; bir göñüldür ki, hemân ‘arşigâh-ı Hak olmış. (s.51/24-52/1-13)
Görüldüğü üzere tasvirde çizilen insan, güzellik unsurlarının ve çeşitli özelliklerinin konu edildiği benzetmeler itibarıyla aynı zamanda klâsik
edebiyatta karşılaşılan insan tipinin özet bir tasviri niteliğindedir.
▶ Resim: Tazarru‘-nâme’de insan yaratma ve suret verme özelliğinin
en güzel tezahürü olması itibarıyla birçok yerde resim, suret ve nakış
olarak tasvir edilir. Bunlar arasında suret olarak insanın ve bu resmi en
mükemmel şekilde ortaya koyan ressam olarak Allah’ın yüceltildiği aşağıdaki kısım hayli dikkat çekicidir:
İlâhî! Cümle-i nakkâşân-ı ‘âlem ve musavvirân-ı benî-âdem bir nakış tasvîr ve bir sûret tahrîr itmek isteseler, bir vâsi‘ ü rûşen makâmda
bir sâkin nesnenüñ üstinde iderler. Sen ol müsavvir-i ezelsin ki bir katre
müteharrik âb üzerinde, rahm ü şikem-i teng ü târîkte bir sûret-i âdem
tasvîr ittüñ ki cümle-i nakkâşân-ı Çîn ve sûretgerân-ı rûy-ı zemîn -ki
hâme-i çehre-güşâ ve sûret-i ‘ibret-nümâları cân-ı Âzer’i gayrete bıragur, ve ‘akl-ı reng-âmîz ü tab‘-ı sûret-engîzleri hâtır-ı Mânî’yi hayrette
kor- hîç ol sûretüñ tasvîri keyfiyyetinde sûret tasavvur u vicdân idemediler, ve ol nakş u nigâruñ hüsn-i zîbâsında hayrân u nigerân kaldılar; ve
cemî‘-i vassâfân-ı cihân ve müşebbihân-ı devrân anuñ tesbîhinde ‘âciz ü
ser-gerdân oldılar. (s.52/14-24)
Tasvirde insanın yaratılış şekli itibarıyla dünyanın en usta ressamlarının en mükemmel tasvirlerinden daha üstün olduğu ifade edilmektedir. Bütün ressamlar bir resim çizmek istediklerinde geniş ve aydınlık
bir yerde, sabit bir nesnenin üzerinde bunu gerçekleştirirler. Fakat ezel
musavviri olarak nitelendirilen Allah, insan tasvirini hareket eden bir su
(meni)44 üzerinde dar ve karanlık karın ve rahimde gerçekleştirmiştir.
Resim çizen kalemleri ve ibret veren suretleri put yontmakla meşhur Hz.
İbrahim’in babası Âzer’i kıskandıran ve biçim karıştırıcı akılları ve kılık
44 İnsan menisi küçük âlemin ilim cevheri, zatı ve tohumu olarak görülür. İnsandaki
bütün parçalar, cevher olsun, araz olsun tümü menide mevcuttur. İnsanın gelişmesi
için işe yarayan her şeyi içinde bulundurur. Yani meni, hem kâtip (yazan), hem
kalem, hem kâğıt, hem divit, hem mektup, hem de okuyucudur. (Geniş bilgi için
bkz. Azizüddin Nesefî, a.g.e., s.19.)
224 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
değiştirici tabiatları Mani’nin gönlünü hayrette bırakan bütün Çin nakkaşları ve yeryüzünün ressamları hiç o suret gibi suret meydana getirememişler ve o nakış ve şekillerin/resimlerin süslü güzelliğinde hayran ve
bakakalmışlardır. Cihanın methedicileri ve zamanın teşbihçileri de onun
tesbihinde âciz ve başı dönmüş bir hâldedirler.
Dikkat edilecek olursa insanın ortaya konulmuş bir sanat eseri olarak mükemmelliği, en büyük ve en usta ressamların sanatlarıyla kıyaslanarak ifade edilmeye çalışılmış ve akıl almaz becerileriyle dünyaya ün
salmış bu dâhi ressamların sanatsal güçlerinin asla insan gibi bir varlık
ortaya koyamayacağı belirtilmiştir. İnsan normal şartlar dışında ve öyle
mükemmel bir surette yaratılmıştır ki, onun suretinde bir resim veya tasvir hiçbir ressamın harcı olmadığı gibi, onun özelliklerini anlatabilmek
ve vasıflarını övmek de hiçbir sanatkâr için tam anlamıyla mümkün değildir. Metinde geçen “vassâfân” ve “müşebbihân” ile kastedilen şairler
zümresi olmalıdır. Zira klâsik şiirin ana teması bütün yönleriyle insan olmakla birlikte, neredeyse bütün şiirler onun güzellik unsurları hakkında
çeşitli teşbihlerde bulunarak yaratılışının mükemmelliğini övmek üzere
yazılmıştır. İnsan gerek suret, gerekse mahiyet itibarıyla tasvir edilemez
ve tanımlanamaz nitelikte yüce ve eşsiz bir varlıktır.
İnsanın diğer bütün suretlerden üstün bir resim ve Allah’ın da suret
yaratıcısı olarak en üstün ressam olarak dile getirildiği bu kısmın Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde akıl ve gönül karşılaştırmasının Rum ve Çin
nakkaşları arasındaki müsabakanın konu edildiği temsilî bir hikâyeyle
anlatıldığı bölümü hatırlattığını belirtmekte de fayda vardır.45
▶ Tılsım: İnsanın tılsıma benzetilmesi “Gizli bir hazine idim, bilinmek istedim de yaratılmışları yarattım” şeklindeki kutsî hadis ile bağlantılı olarak zikredilmiştir. Söz konusu kutsî hadiste Allah kendisini
gizli bir hazineye benzetmiştir. Allah’ın zatı ve sıfatlarının bir hazineye
benzetilerek insanın yaratılış amacının zikredildiği tasvirde insan da âdeta bu hazinenin tılsımı olarak düşünülmüştür. Bilindiği üzere tılsımlar
hazineleri korumak maksadıyla yapılırdı. Ancak tılsımı çözen hazineye
ulaşabilirdi. Burada geliştirilen Allah-hazine, insan-tılsım ilişkisi arasında da böyle bir imaj söz konusudur. İnsanın Allah’ın sıfatlarını taşıyan
bir varlık olduğu düşünülecek olursa, “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadisi
45 Abdülbâki Gölpınarlı, Mesnevî Tercemesi ve Şerhi, C.I-II, İstanbul: İnkılâp, 1990,
s.317.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 225
gereğince insan kendi hakikatini kavradığı ölçüde Allah’a ulaşabilecek
ve bu hazinenin tılsımını kendisini çözerek deşifre edecektir. Konuyla
ilgili olarak Gülşen-i Râz’da geçen “Tanrı nakşının nüshası sensin, sen;
dilediğini kendinde ara”46 manasındaki beyit de aynı gerçeği belirtmesi
bakımından burada zikredilebilir. İnsanın tılsım olarak hayal edilmesinin
arkasında yatan sebep bu olsa gerektir.
Ya‘nî diledüñ ki, cemâl-i bî-misâlüñ şâhidi zâhir ü mücellâ ve kemâl-i
bî-nihâyetüñ şâhidi rûşen ü âşikârâ olmag-içün, cihân-ı sûret ü telvînde bir nakş-ı ‘acîb resm ve kâr-gâh-ı îcâd ü tekvînde bir garîb tılısm
ibdâ‘ idesin ki: “Küntü kenzen mahfiyyen, fe-ahbebte en u‘rife, fe-halaktü’l-halka li-u‘rife”. (s.43/11)
▶ Yıldız: Bir başka yerde insan için marifet göğünün yıldızı benzetmesi yapılmış ve altı cihetle dört unsurun özü denilmiştir. İnsanın marifet
göğü yıldızı olması varlıklar içinde marifet sırlarına vâkıf olabilecek kabiliyette yaratılmış tek varlık olması yönüyledir. İnsan yukarıda da belirtildiği gibi bu noktada meleklerden dahi daha üstün niteliktedir. Altı cihet
ve dört unsurun özü olması ise insanda bütün kâinatın, görünen ve görünmeyen iki âlemin bir araya getirilmiş (bkz. 51/16) olmasıyla ilgilidir:
Ahter-i âsümân-ı ma‘rifet ol
Zübde-i çâr-tab‘ u şeş cihet ol (57/b.4)
46 a. mlf., Gülşen-i Râz Şerhi, s.123.
226 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Kaynakça
Abdürrezzak Kâşânî. Tasavvuf Sözlüğü. Çev. Ekrem Demirli. İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.
el-Aclûnî, İsmâil b. Muhammed. Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs ‘Ammâ İştehera mine’l-Ehâdîsi ‘alâ Elsinetü’n-Nâs, 2 cilt. 3.bs. Beyrut 1351-1352.
Azizüddin Nesefî. Tasavvufta İnsan Meselesi. Çev. Mehmet Kanar. İstanbul:
Dergâh Yayınları, 1990.
Bingöl, Abdülkuddüs. “İstidlâl”. DİA. C.XXIII. İstanbul 2001.
Cebecioğlu, Ethem. Tasavvuf Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Anka
Yayınları, 2004.
Çağrıcı, Mustafa. “Basît”. DİA. C.V. İstanbul 1992.
Dihhudâ, Ali Ekber. Lügat-nâme. Tahran: Dânişgâh-ı Tahran, 1339-1352
[1960-1973].
Gölpınarlı, Abdülbâki. Gülşen-i Râz Şerhi, İstanbul: MEB, 1972.
________. Mesnevî Tercemesi ve Şerhi. C.I-II. İstanbul: İnkılâp, 1990.
İbn Arabi. İlahî Aşk. Çev. Mahmut Kanık. İstanbul: İnsan Yayınları, 1998.
İmam Gazâlî. İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn. C.III. Çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul:
Bedir Yayınevi, 1974.
_________. Kimya-yı Saâdet. Çev. Faruk Meyân. 2.bs. İstanbul: Bedir Yayınevi, 1970.
Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Haz. Ali Özek vd., Ankara, TDV, 1993.
Kutluer, İlhan. “İnsan”. DİA. C.XXII. İstanbul: TDV, 2000.
Mevlâna. Divan-ı Kebir’den Seçme Şiirler. C.III. Çev. Mithat Baharî Beytur.
İstanbul: MEB, 1990.
Muhammed Esed. Kur’an Mesajı. Çev.Cahit Koytak - Ahmet Ertürk. 2.bs. İstanbul: İşaret Yayınları, 2000.
Onay, Ahmet Talât. Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar. Haz. Cemâl Kurnaz.
İstanbul: MEB, 1996.
Özmel, İsmail. “Kayyım”. DİA. C.XXV. Ankara 2002.
Pakalın, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü. C.I.
İstanbul: MEB, 1971.
al-Qazwini, Z. ‘Acâeb Al-Mahlûkât Wa Gharâeb Al-Mawjûdât. Ed. by Farouk
Saad. Beirut: Dar al-Afak al-Jadida, 1981.
Sarı, Nil. “ Osmanlı Darüşşifalarına Tayin Edilecek Görevlilerde Aranan Nitelikler”. Yeni Tıp Tarihi Araştırmaları. İstanbul 1995.
Seyyid Abdülhakim. er-Riyâzü’t-tasavvufiyye. [İst.]: Matbaa-i Hayriyye, 1923.
Sinan Paşa. Tazarru‘-nâme. Haz. A. Mertol Tulum. Ankara: MEB, 2001.
_________. Yakarışlar Kitabı (Tazarru‘-nâme). Haz. Mertol Tulum. Ankara:
TDV, 2011.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 227
Şahin, Esma. Sinan Paşa’nın Tazarru‘-nâme’sindeki Benzetme Unsurları ve
Edebî Tasvirler. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul Üniversitesi 2005.
Topaloğlu, Bekir. “Bâsıt”. DİA. C.V. İstanbul 1992.
Uludağ, Süleyman. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. 4.bs. İstanbul: Marifet Yayınları, 1999.
Ziyâ Şükûn. Farsça - Türkçe Lûgat: Gencine-i Güftâr Ferheng-i Ziya. C.2.
İstanbul: MEB, 1996.
228 Yrd. Doç. Dr. Esma Şahin
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 229
Türk Tehâfüt Geleneğinin Hâşiyesinde
Dolaşan Siyaset Ehli Bir Mutasavvıf
Doç. Dr. Fatih M. Şeker
İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Tefekkür Ehli Bir Devlet Adamı Olarak Molla Sinan Paşa
Molla Sinan Paşa’nın yaşadığı asır, siyasî ve fikrî sahada istikrâr ve
kemâlin arandığı bir dönemdir. Tevârüs edilen miras, öteden beri hükmünü yürüten kıymetler manzumesi istikametinde yeni baştan şekillendirilir. Teşekkül eden ilmî zihniyet, mevcut ihtiyaçları karşıladığı müddetçe
hükmünü yürütmeye devam eder, tabiî olarak meseleleri çözmeyi sürdürür. Bir harf ve onda binlerce tefsir ifadesinde de görüleceği üzere hâsıl
olan birikimin bir semeresi olan Paşa da bütün bir tarihî tecrübeyi kendine mâl ederek pek çok eser kaleme alır. Yaşadığı zamana hükmetmenin,
mensubu olduğu dünyayı idrâk etmekle mümkün olduğunu çok iyi bilir.
Devrinin tipik entelektüeli olarak eski tarza yeni bir şekil verir. Maziyi
Osmanlı iklimine mahsûs hâle getirir. Tasavvurla icrâ arasında tereddüt
göstermez. Hayatı düşüncelerinin bir aynası yapar. Tefekkür iklimimizi felsefe, kelâm ve tasavvufla çerçeveleyen isimleri ve eserleri aktüel
kılar. Geçmişi tazelemek sûretiyle geleceğin burada toplandığını ihsas
eder. Felsefeye kelâmla tasavvuf perspektifinden baktığı gibi, kelâm ve
tasavvufa da felsefî perspektiften bakar. Belirli bir disiplinin çatısı altına sığınıp kalarak o disiplinde söz sahibi olunamayacağını ihsas eder.
Düşüncede orjinallik denilen şeyin geçmişle kurulan irtibatta düğümlendiğini bir kez daha pekiştirir. Bizim âdetimiz muttasıl budur diyerek kendisini bir geleneğe bağlar. Bu noktada talihi doğuştan yaverdir; zira Hızır
230 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
Bey Çelebi gibi bir babaya, Molla Yegan gibi kendisine filozofik terbiye
veren bir dedeye sahiptir.
Bu demektir ki bulduğunu devam ettirmesini bilen insanlardan biri
olan Paşa, devlet adamlığını tefekkür tarzıyla da teslim ettirir. Belli başlı
eserlerini her taifenin haz alması için Türkçe yazar. Nazmı Türk dünya
görüşünün emrine verir. Şiiri hikmet, tasavvuf ve aşkın dili olarak görür.
Kaleme aldığı her satırda şiirle düşünceyi birleştiren zincirin bir halkası
olduğunu perçinler. Bu vadide kıyamete kadar kaybolmadan duracağına inandığı söze kıymet biçer. Söyleyene değil söylenene bakar. Selefleri gibi o da sözün en güzelinin nazmen söylenebileceğini teslim eder.
Söyledikleri kadar söyleyiş tarzına da özen gösterir. Tabirin güzelliğinin
mânâya revnaklık vereceğini gözden kaçırmaz. Madalyonun bir yüzü üslûp ve kelime ise diğer yüzü de fikirdir. Fikir üslûbun emrine girdiği gibi
üslûp da fikrin nizamını benimser. Yalnızca söyledikleri ile değil söylemedikleri ile de bir şeyler anlatır. İnsanın lisanı aklının tercümanıdır
vecizesini edebî bir düstûr şekline koyar. Sözü mümkün olduğu ölçüde
muhtasar eyler.1 Bir cümleyle akranları gibi o da, ele aldığı meseleleri
sonuna kadar götürebilmek için lazım gelen bütün meziyetlere sahiptir.
Bir Felsefe Metni Olarak Tazarru‘-nâme
Sinan Paşa bütün ilimleri Tazarru‘-nâme’de toplar. Zaman zaman
hikmet yolundan sözler eder. Bir dünya görüşünü bağrında taşıyan bu
klasik, hikmet tılsımını çözebilecek mâhiyettedir. Osmanlı zihniyet dünyasına ayna tutan Paşa’nın gözünde hakîm olan Allah’tır. Şu durumda
hikmet halkın değil Hak hakîminin anladığı şeyden ibarettir. Öyleyse bu
ilim, hakîm-i sâdık olmak ve Kelîmullah’a muvafık hareket etmek için
öğrenilir.2 O bu noktada İslâm’a katlanarak felsefeye açılır, filozofların
açtığı güzergâha girerek Müslümanlığa gelir. Felâsifenin mirasını mensubu olduğu dünya görüşünü tahkim ve takviye etmek maksadıyla bir
imkânlar manzumesi hâline getirir. Bu cephesiyle Selçuklu mütefekkiri
Gazzâlî’yi hatırlatır. İlm-i İlâhî bazı yönleri itibariyle şeriata muhâliftir,
bazı yönleri de değildir ifadesinde görüldüğü gibi metafiziğin bir tarafını
reddeden bir tarafını da kabul eden, felsefe öğrenmek câiz midir? sorusu
1
2
Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, haz. Mertol Tulum, İstanbul 2014, s. 390, 141, 415; a.
mlf., Ma‘ârif-nâme, haz. M. Tulum, Ankara 2013, s. 62.
Ma‘ârif-nâme, s. 62, 66; Tazarru‘-nâme, s. 133, 327.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 231
etrafında kendilerine bir alan açan3 Osmanlı tecrübesine muvazi bir çizgide kendini bulur. Çok daracık bir sahadan, hikmet sayesinde genişliğe
çıkmak için felsefî bahislerle kelâmî meseleleri telif eden4 Türk Tehâfüt
geleneğine kendisini bağlar. Hem yapıcı hem de yıkıcı bir çehreye sahip
olarak gördüğü filozoflara karşı bir teyakkuz hâli içinde hareket eder.
Osmanlı’da felsefeyi kelâmî bir vadide fonksiyonel kılmanın esprisi Kâtip Çelebi’nin şu sözündedir: Herhangi bir mezhep bazı ilimlerin
kınanacak yönlere sahip olduğunu söylese bile o ilmi en azından ona
inananlara cevap vermek için öğrenmek gerekir.5 Bu perspektif şüphe
yok ki eskinin devam eden yüzlerinden biri olan Gazzâlî’nin Tehâfütü’l-Felâsife’sinde filozoflarla hesaplaşmaya matuf fonksiyonel usûlünü
hatırlatır.6 Felsefenin İlâhiyât kısmını kelâm ilmi içinde değerlendiren7
Gazzâlî, filozoflara karşı çıkarken kendisini bir kelâmcı olarak görür.8
Huccetü’l-İslâm’ın bu yaklaşımını benimseyenlerin gözünde şeriata
muhâlif unsurlar barındıran İlâhiyât cehl-i mürekkeptir. Ancak muhâlifleri reddetmek gayesiyle bu ilmi tahsil etmek ve üzerinde nazar câizdir.
Felsefe ile meşguliyet, yalnız ve yalnız itikadı tashih, hak mezhebi ispat
ve hasmın şüphesini red bakımından meşrû görülür.9 Tehâfüt mekanizmasını işler kılmanın esprisi de burada toplanır. Temel hedef; tefelsüf
ehline karşı çıkarak, hak ve yakîn ehlini yüceltmek, filozofların İlâhî ve
tabiî ilimlere ait görüşlerini temellendirmek üzere ileri sürdükleri delilleri tahkiye ederek çürütmektir; zira felasifenin şer‘î kâideler ve dinî akîdelerle sabit olan hususlara aykırı düşen iddiaları bu iki ilimde bulunur.10
O hâlde felsefenin İslâm inançlarına aykırı cephesine intikal etmekten
maksat, küfrün hesabını görme amacına matuftur. Bu zaviyeden bakıl3
Taşköprîzâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, çev. Kemâleddin Mehmed Efendi, Dersaâdet 1313, II, 263; I, 58-59; Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, Dersaâdet
1310, I, 36.
4 a. mlf., Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk, Kavânîn-i Âl-i Osman der Hulâsa-i
Mezâmîn-i Defter-i Dîvân içinde, Müezzin-zâde Manisalı Ayn Ali Efendi, İstanbul
1280, s. 5-6.
5 a. mlf., Keşfü’z-Zunûn, I, 18.
6 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Süleyman Dünya, Kahire 1972, s. 68-69.
7 a. mlf., İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kâhire 1967/1387, I, 36.
8 a. mlf., Tehâfütü’l-Felâsife, s. 85.
9 Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye, İstanbul 1318, I,
326-327, 329.
10 Hoca-zâde, Tehâfütü’l-Felasife, Mısır 1302, s. 5; Kemâl Paşa-zâde, Hâşiye ‘alâ
Tehâfüt al-Falâsia, çev. A. Arslan, Ankara 1987, s. 18-19.
232 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
dığında İbn Sînâ’nın şahsında Aristoteles’in dolayısıyla da Antik felsefî
mirasın ilhâdî yönünü baş aşağı çeviren Gazzâlî ne derecede İbn Sînâ
ile Aristo’nun muâsırı ise onun usûlünün dikkatli bir takipçisi sıfatıyla,
düşünmeyi zaman ve zeminle hesaplaşma olarak gören Sinan Paşa da
Gazzâlî’nin bir muâsırıdır. Aynı durum Mu‘tezile üzerinden Aristoteles’e kadar giderek onun hakîm olmadığını vurgulayan11 Mâtürîdî için
de geçerlidir. Zaman ve mekân değişse de dünya görüşünün ana esasları
hükmünü yürütmeye devam eder. “Yaptığı işin devam ettiğini bilmenin
saadeti, millet hayatının en güzel tarafıdır”12 sözündeki isabet ortadadır.
Bu çizginin mütebakisi olan Paşa, dinle felsefenin birbirinden müstağnî kalamayacağını, filozofu bağlayan ağ ve bağın ne olup ne olmadığını bir
kez daha tesciller. Filozoflarla dinin hâk ile yeksan olmaması için hesaplaşmak zorunda kalan ve bu şekilde metafiziğin yitip gitmesinin önüne geçen
Gazzâlî gibi, düşüncenin kendisi kadar neticesine de ehemmiyet vermesi
bakımından Sinan Paşa’ya Tehâfüt perspektifinden bakmanın, eserlerini
aynı zamanda birer felsefe metni olarak okumanın hiçbir mahzuru yoktur.
O dinî çerçeve içinde pekâlâ felsefe yapılabileceğini, Osmanlı düşüncesinin büyük kaynaklarının başında gelen Gazzâlî’den sonra bir kez daha
gösterir. Doğrudan atıf yapmamakla beraber Tehâfüt metninin hâşiyesinde
dolaşmak sûretiyle dinî ve felsefî idealleri iç içe geçirir. Gazzâlî’den geçmeden varılacak bir Osmanlı düşüncesinin zannedildiğinden daha çıplak
olacağını tesciller. Böylece Osmanlı’da düşünmenin “her şeye an baştan
başlamak ve geçmişteki tüm felsefeyi yanlış bulmak gibi bir kendini beğenmişlikten uzak” olduğunu13 gösterir. Düşüncede mutlak mânâda bir
orjinallikten bahsetmenin, geçmişten beslenmeyi dolayısıyla da geleceği
beslemeyi inkâr etmek anlamına geldiğini ihsas eder.
Felsefede sual cevap almak için sorulmaz. Sinan Paşa’nın mensubu
olduğu zihniyette ise soruların cevapları daha baştan bellidir. Türk felsefesini kelâmî ve tasavvufî bir renge büründüren husus da budur. Ma‘kul
olanla menkul olan birbirini tamamladığına göre bu demektir ki İslâm
âleminde dinin otoritesinden müstağnî kalarak felsefe yapmak mümkün
değildir. Vahyin tabiatüstü vasfını dolayısıyla da felsefeden üstünlüğünü esas almayan bir fikrî faaliyet, kendisine meşrûiyet sahası açamaz.
11 Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. B. Topaloğlu-M. Aruçî, Ankara 2003, s. 224-226.
12 Tanpınar, Yaşadığım Gibi, haz. Birol Emil, İstanbul Dergâh Yayınları 1996, s. 402.
13 Martin Heidegger, Hümanizm Üzerine, çev. Yusuf Örnek, Ankara 2013, s. 29.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 233
Çetrefil meseleler onları taşıyabilecek değerlerle irtibatı nispetinde kabul
edilebilir hâle gelir. Filozofların mesele olarak gördüğü hususlar çözümü
imkânsız bir hâl almaktan çıkar, problemler bu şekilde halledilir. Gidilen istikamet billurlaştığına göre referans alınan düşünürler de mevcudu
pekiştirdiği ölçüde kıymete bürünür. Fârâbî Eflâtûn’a niçin dönme ihtiyacı hissederse Sinan Paşa da aynı nedenle oraya bakma lüzumu duyar.
Onun Grek filozofunu bizden biri olarak gördüğünü veren ifade şudur:
Eflâtûn’un sözlerinin dayanağı fikirle hikmet yolundandır. Gerçi onun
dediği sözleri biz de aynıyla deriz fakat biz onu Kur’ân ve hadisten alıp
söyleriz. Felsefî düşüncenin kaynaklarını Türk tarihinden devşiren bir
zihniyet taşıyan Paşa’nın Eflâtûn’un ağzından aktardığı bazı sözlerine
hasr-ı nazar olunduğu vakit, vaziyet kendiliğinden ortaya çıkar: Ana
babanın çocuğundaki, üstadın şakirdindeki ve bir efendinin kulundaki
hakkı dünyada yok olmaz. Akıllı kimse her zaman kendi yanlışını büyük
görüp doğrusunu küçük görmelidir. Kendi ayıbı olan başkasının ayıbını
sürekli arar durur, yalan gerçek ne işitiyorsa hepsine inanır. Böyle davranmakla kendi ayıbı görülmez olur. “Mer’in kadri kendi kıymeti iledir
ve riâyeti zemeni ile değildir”. Bunlar başta olmak üzere Eflâtûn’dan
naklettiği bütün diğer sözler,14 bilinen şeyleri ona nispet etmekten ibarettir. Paşa’nın iktibas ettiği ifadelerinde çok iyi görüleceği üzere Osmanlı
düşünce geleneğinde, başka fikirlere kendi tecrübesi nispetinde ve istikametinde açık olan bir yapı söz konusudur. İyi bir örnek de Türk Tehâfüt geleneğinin Fârâbî ile İbn Sînâ’nın yaslandığı zemini Aristoteles’in
şu sözüne referansla sorgulamasıdır: Filozofların yakınî dînî gerçeklere
muhâlif bir şekilde inandıkları ve kesin olduğunu iddia ettikleri usûl üzere
ortaya koydukları deliller çatlaklarla mâlûldür.15 Bütün bunlar, Osmanlı
fikir hayatını inşâ eden mütefekkirlerden biri olan Sinan Paşa’ya bir çeşit
ilk tecrübe vazifesi görür. Paşa bahsettiğimiz çizgiyi kökten değiştirici
bir hamleyle aktüel kılarak o zincirin bir halkası hâline gelir. Bir başka
ifadeyle Taşköprî-zâde gibi Sinan Paşa da felsefeyi hayat görüşü hâline
getirirken düşündüklerini Eflâtûn’a söyletir. Onun otoritesini İslâmî dünya görüşü lehine fonksiyonel kılar. Yunan filozofuna yaptığı atıflarda da
görüleceği üzere o bir düşünce sisteminin nasıl yerlileştirilebileceğinin
usulünü çok iyi bilir. Kaynağı ne olursa olsun, tevârüs ettiği birikimi tabiî
14 Ma‘ârif-nâme, s. 412, 368, 398-413.
15 Alâeddîn et-Tûsî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Rızâ Saâde, Beyrut 1983, s. 67-68.
234 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
olarak mensubu olduğu millete mâl eder. Dışarıdan gelen hemen bütün
unsurları tamamıyla yerli bir perspektif içinde eriterek yabancı olmaktan
çıkarır. Devlet otoritesini fikrin gücüyle tahkim etmeye çalışır.
Paşa’nın felsefe hamurunu yoğuran, hikmet dairesine olan ilgisini
besleyip büyüten isimlerin başında İstanbul fethedildikten sonra bu şehre kadı olarak atanan babası Hızır beg gelir. Oğulun fikrî gelişiminde
babanın bir merhale teşkil edişini Osmanlı medrese geleneğini eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye isimli muhalled klasiğinde hülasa eden Taşköprî-zâde şöyle ifade eder: Aklî ve şer’î ilimler sahasında yoğunlaşan Molla Sinan Paşa zihin gücü ve ferasetinden
dolayı şüpheci bir karaktere sahiptir. Meselelerin tahkikine pek az yönelir. Bu yönüyle babası tarafından devamlı olarak kınanır. Babası ile
aynı tabaktan et yediği bir anda, şüpheler seni öyle bir hâle getirdi ki bu
durumda bakırdan bile şüphelenebilirsin diyen babasına bunun olabileceğini çünkü duyuların yanılabileceğini söyler. Babası da bunun üzerine
gazaba gelerek tabağını onun kafasına indirir.16 Paşa Sahn müderrisi ve
hükümdar hocası olmasını temin eden disiplini, biraz da kafasına yediği
o tabağa borçludur. Onun üzerinde etkili olan isimlerden bir diğeri de
talebesi Molla Lütfi vasıtasıyla Matematik ilimlerini öğrendiği Ali Kuşçu’dur.17 Bunlara ilave olarak metinlerine hâşiyeler yazdığı Kadızâde-i
Rûmî, Seyyid Şerif Cürcânî18 ve İbn Sînâ;19Paşa’nın formasyonunun şekillenmesinde mühim bir yere sahiptir.
Felsefeye yaklaşımında görüleceği üzere hepsinden ehemmiyetlisi,
Sinan Paşa’nın zihniyet dünyasını işler tutan mekanizma Gazzâlî’nin
fikriyât ve siyasetidir. Tehâfütü’l-Felâsife müellifi devamlı olarak yeni
kollarla tazelenen bir nehre benzer. Bu nehre karışan kollardan biri de Sinan Paşa’dır. İslâm nâmına Aristoteles ile görülmesi gereken hesabın en
çıplak şekilde İbn Sînâ’da tezahür ettiğine inanan Gazzâlî aynı zamanda
16 Taşköprî-zâde, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, thk.
A. S. Furat, İstanbul 1405/1985, s. 173-175.
17 a. g. e., s. 173-175, 279; Kâtib Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, thk.
M. al-Arnaout-S. S. Salih, İstanbul 2010, III, 40; Gelibolulu Âli Mustafa Efendi,
Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, haz. Ahmet Uğur vd., Kayseri 1997, 1/ıı, 728.
18 Taşköprî-zâde, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, s.
173-175.
19 O İbn Sînâ’nın eserlerini Hocazâde, Hatîbzâde, Molla Lütfi-i Tokâdî ve Kastallânî’nin de iştirak ettiği ders meclislerinde okur. Gelibolulu Âli Mustafa Efendi,
Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, 1/ıı, 714.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 235
bir İbn Sînâ münekkidi olduğuna göre Şifâ’nın Tehâfüt’ü hazırlayıcı cephesi izahtan vârestedir. Aynı şekilde Paşa da fikir hayatımıza istikamet
veren Gazzâlî’yi aktüel kıldığı için selefinin kaynakları dolayısıyla da
İbn Sînâ onun menbaları arasında sayılır. Fakat bu durum Tehâfüt müellifinin sıklet merkezi oluşunu ortadan kaldıracak bir ağırlıkta değildir.
Paşa’nın akla bakışı Gazzâlî ile mukayese edildiğinde manzara oldukça
açıktır. Osmanlı mütefekkirinin akla dayanırken de karşı çıkarken de hareket noktası Selçuklu mütefekkiridir.
Üslûp sahibi bir mütefekkir olan Sinan Paşa aklın imkân ve sınırlarını filozofâne bir şekilde tahlil eder. Beşerin idrâk seviyesine dikkat
çeker, akıldan müstağni kalmadan kendini felsefede bulanlara durmaları gereken sınırı gösterir, filozoflara dinin çizdiği hudutları hatırlatır.
Âdem olmayı akıllı olmakla kayıtlar. İnsana hikmet sahibi üstad olarak
aklın yeteceğini savunur. Bu nedenle kişiyi Hüdâ’nın mahremi kılan aklı,
vehmin vesveselerine mağlup etmemek gerektiğini ihtar eder. Vehmin
hükmünü aklın zannedenleri sıygaya çeker. Şu durumda şeriatın müsbiti
akıl ve delil; aklın müeyyidi de şeriattır. Aklın hükümleri şeriata uygun
olduğu takdirde güvenilir hâle gelir; şeriat da aklı doğrulamakla kendine
olan inancı pekiştirir. O hâlde kişi hem akla hem de şeriata uymalı bu
şekilde kök (asl) ile dalı (fer’) birleştirmelidir. Herkes aklın vehimlerini bedîhiyattan ayırt edemeyeceğine göre tutulması gereken yol şeriat
tarîkıdır. Şeriattaki pek çok husus akıl dairesinin haricinde olduğu için
akıl bu noktada şeriat her ne dediyse iman getirip sâkit olur. zira aklın
hükümleri bu âlemin hâlleriyle kayıtlıdır. Bu zaviyeden bakıldığı takdirde görülür ki iki âlemden geçmeyince akıl kösteği ile kimse Allah’ın
künhüne eremez, O’nun kudret sahasını kuşatamaz. Bir cümleyle “akl-ı
dûr-bîn ufk-ı zirve-i kemâlini göremez” sözü bir hakikat ise şu durumda
akılla Hak isteyen çırayla güneş arar.20
Büyük bir filozofi yapan, dahası filozofiyi bir çeşit tahlil şekline sokan Paşa’nın çizdiği çerçevenin geriye doğru dönüldüğü zaman, çok
evvelden Gazzâlî tarafından hazırlandığı görülür. Filozofların hesabını
görürken İslâm dünyasında felsefe yapmanın neleri dikkate almaktan
geçtiğinin standartlarını ortaya koyan Tehâfüt müellifine göre akıl şeriatı
kabul etmeyi gerekli kıldığına ve şeriatın doğruluğu akılla bilindiğine
20 Tazarru‘-nâme, s. 62-63, 197, 359, 94, 47, 156-157, 484; Ma‘ârif-nâme, s. 136,
139; Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 114.
236 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
göre aklî deliller kesinlikle yalanlanmamalıdır. Akıl yalanlandığı takdirde, dinin doğruluğunu ispat etme gibi bahislerde de aklı tekzip etmek
gibi gariplikler ortaya çıkar. Bununla beraber akıl otonom bir tabiata sahip olmadığına göre şeriat ile aklı telif etmek gerekir. Fakat her noktada
din ile aklın telif edilemeyeceğini de gözden kaçırmamak lazımdır. Metafizik meselelerin künhüne insanın kendi görüş ve hayalleriyle erişmesi
ve İlâhî hakikatlere aklî düşünceyle ulaşması21 mümkün değildir. Akıl
bütün meseleleri ihata etmede müstakil ve bütün karışıklıkların üzerinden perdeyi kaldırmada yeterli olmaktan uzaktır.22 Metafiziği, insan aklının sınırlarını araştıran bir bilgi olarak gören ve Saf Aklın Tenkidi’nde
bunu gerçekleştiren Kant gibi23 Gazzâlî de İlâhî hakikatlere aklî düşünceyle ulaşılamayacağını filozofların acziyetini göstererek billurlaştırır.24
Aklın nüfûz edemediği ancak inanılması gereken şeylerin mevcut olduğu noktasında İbn Rüşd de münekkidi olduğu Gazzâlî’ye iştirak eder.
Tehâfütü’t-Tehâfüt’teki kayıtlara göre şeriatın ilkeleri insanların akıllarının üzerinde olan İlâhî ilkelerdir. Onları sebeplerini bilmesek bile kabul
etmek gerekir. Vahyi etraflı bir şekilde idrak etmede insan aklının noksanlığını teslim eden felâsifenin hakîmleri, şeriatın ilkeleri üzerinde konuşma ve tartışma yapmayı caiz görmezler.25 Manzara batı düşüncesinde de
değişmez: Vahyedilmiş hakikatler insanların anlama kabiliyetlerinin üzerindedir.26 “Akıldan insanın nasibi hakayık-ı eşya ve ahkâmı tamamıyla
ihatadan âciz” olduğuna göre27 insan aklının idrak etmekten âciz kaldığı
her şey için şeriata dönmek zaruridir; zira vahiy yoluyla elde edilen bilgi,
aklî ilimlerin tamamlayıcısıdır. Aklın âciz kaldığı her şeyi insana Allah
vahiy vasıtasıyla bildirir.28 Bu demektir ki akıl herhangi bir şeyin bilgisini
hem cüz’î hem de küllî olarak bilen şeriatın aksine sadece küllî olarak
bilir, şeriatın ayrıntısını bilemez. Diğer bir ifadeyle akıl ancak şeriatla
21 Tehâfütü’l-Felâsife, s..
22 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 74, 154, 179-181; a. mlf., Kânûnü’t-Te’vîl, Kâhire
1359/1940, s. 9-11; a. mlf., el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd, nşr. İ. A. Çubukçu- H. Atay, Ankara 1962, s. 2; a. mlf., el-Munkızu mine’d-Dalâl, Mısır 1891, s. 15.
23 Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, çev. T. Mengüşoğlu, İstanbul 2007, s. 55.
24 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s.180-181.
25 İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, Dârü’l-Maârif 1964, s. 791-792.
26 Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, çev. M. Erşen, İstanbul 2013, s. 15.
27 Ahmed Midhat Efendi, Fazıl ve Feylesof Kızım Fatma Aliye’ye Mektuplar, haz.
F.S. İnceoğlu-Z.S. Berktaş, İstanbul 2011, s. 17.
28 İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, s. 411-412.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 237
hidayete erebilir, şeriat da ancak akıl ile açıklık kazanır. Şeriat binasının
temeli olan akıl göze, şeriat da ışığa benzer, birisi olmadan diğeri olmaz.
Şeriat harici bakımdan akıl; akıl da dâhili bakımdan bir şeriattır. Bu ikisi
birbirine destek vermenin ötesinde birdirler.29 Keykâvûs meseleleri ele
alırken din açısından gözetmezsen bari akıl bakımından gözet sözüyle30
tam olarak bu gerçeği ifade eder. Akıl ve naklin birbirine mutâbık olması
gerektiğine dikkat çeken Türk Tehâfüt çizgisindeki filozofların takip ettiği
usûlün en karakteristik hususiyetleri de bu noktada toplanır.31 Çünkü İlâhî
meseleler mücerret fikir ve nazarla idrâk edilebilecek hususlardan değildir. Bir başka ifadeyle “bir kimsenin mücerret fikir ile hakikate ulaşması
kolay değildir”. Ancak âyetler ve mucizelerle desteklenen akıl doğru yolu
bulabilir. Nazar ve istidlâl bahsinde derinleşerek İlâhiyât’a ait meselelerde aklı mutlak hâkim hâline getiren, sahîh nazarın gerekli kıldığı bir şey
olmamasına rağmen sarîh vahyin ifadelerine kulak vermeyen filozofların
yaptığı gibi şeriata dayanmadan sırf akılla yol almaya çalışmak, engin
denize gemisiz açılmaya tekabül eder. Hâliyle boğulmak kaçınılmazdır.32
Felsefî usûlle dinin temel esaslarının ispatlanması mümkün değildir. Bu
meselelerin ilkeleri peygamberler tarafından ortaya konulduğuna göre insana düşen bunlara inanmaktır.33 İşin özü; İlâhiyâta dair meselelerin akılla
değil din vâsıtasıyla idrâk edilebileceğini teslim etmekte toplanır;34 zira
esas olan şeriattır. Filozoflar ise şeriata ters düşmüşlerdir.35
Sinan Paşa akıl konusunda olduğu gibi sebeplilik konusunda da Gazzâlî’yi takip eden mutasavvıflar gibi36 Tehâfüt müellifine tabi olur. Allah
hikmeti ile her şeye bir sebep koyar fakat kudretine sebepler ve âletler
gerekmez. O tedbiri ile her mevcudu bir illete bağlar, ama takdirine illetler ve gayeler gerekmez. Şu durumda sûret olan nakşı koyup nakkâşı
görmek, âlemin ferşini koyup ferrâşı görmek, her işte Hakk’ın takdirini
bilmek gerekir. “Kişinin başına yazılan tamam gelir”. Hakk’ın takdiri
insanın tedbiriyle bozulmaz. Allah her nesneyi âlet ve vâsıta olmaksı29 Gazzâlî, Meâricü’l-Kuds fî Medârici Ma‘rifeti’n-Nefs, Beyrut 1988, s. 73-74.
30 Keykâvûs, Kabusnâme, çev. Mercimek Ahmed [İlyasoğlu], haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 2007, s. 35, 43.
31 Hoca-zâde, Tehâfütü’l-Felasife, s. 2.
32 Alâeddîn et-Tûsî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 59, 67.
33 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 140.
34 Hoca-zâde, Tehâfütü’l-Felasife, s. 2-3.
35 Alâeddîn et-Tûsî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 69.
36 İsmail Rüsûhî Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, İstanbul 1289, IV, 643-645.
238 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
zın kudreti ile eder. Her yerde maksat ve sebep gerekmeksizin hikmeti
ile işler.37 Bu husus, Osmanlı medrese sisteminin yörüngesini belirleyen
Cürcânî’nin kalemine şöyle akseder: Fâilin fiilinde garazın sabit olması
onun başkasıyla mükemmelleşmesini lazım kılar. Fâilin fiilinde illetin
olması ise onun fâilliğinde noksan olmayı gerektirir. Bundan Allah’ın fiillerinde abes olması lazım gelmez; zira O’nun fiillerinde sayısız hikmet
ve maslahat vardır. Fakat bu hikmetler ve maslahatlar O’nun fiilleri için
illet ve garaz değildir.38
Türk Tehâfüt geleneğinin sebeplilik etrafında filozoflara yönelttiği
tenkitler, amelî mânâsını en güzel şekilde Osmanlı mutasavvıflarında bulur. Buna göre vahdet-i vücûd tecrübesi; fikrî ve hissî çerçevede, insanın
irtibat dünyasını Allah’ta eritir, kişiyi O’nun hâricindeki şeylere boyun
eğmekten kurtarır. Tevekkülün hakkını veren bir kişi ne Hakk’ı âlemden
ne de âlemi Hakk’tan ayrı görür; zira bilir ki hakiki mutasarrıf, mülkün
mâliki, feâlü’l-limâ yürîd olan Hakk’tır. Kulun tasarrufu da onun irâde
etmesiyledir. Bütün eşyaya tasarruf edenin Hakk olduğunu bilip nefsini
bu tasarruf şâibesinden temizlemeyen kimse edeb dışı bir tavır içine girmiş olur.39 Bir başka ifadeyle alıp vermek, mülk hepsi O’nun olduğuna
göre insanlar ara yerde bahanedir, onlara burhân sebeple görünür.40 Tasarrufla tasavvuf içtima etmediği için hakikatlerin sırrını idrâk eden kimse hakiki fâilden başkasını görmez ve O’ndan gayrıya hükm vermez.41
Bilir ki mevcudiyet Hakk’ın âyinesidir. Bu nedenle fenâya maruz kalan
zâhirine bakmaz, Hakk’ın zâtı olan bâtınını görür.42
Sinan Paşa’nın Gazzâlî vadisinin aktüel bir takipçisi olduğunu gösteren bir başka husus da Tehâfütü’l-Felâsife’de filozofların tekfir edildiği
üç meseleden43 birini gündemine almasıdır. Selefe göre dinin usûllerine
taarruz eden filozofların dinin inanç esaslarını inkâr ederek küfre düş37
38
39
40
41
Tazarru‘-nâme, s. 489, 265, 443, 152-153; Ma‘ârif-nâme, s. 106, 550.
Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, Kâhire 1325, I, 15.
Ankaravî, Zübdetü’l-Fuhûs fî Nakş el-Fusûs, İstanbul 1328, s. 82.
Âşık Paşa-zâde Tarihi, haz. K. Yavuz-M. A. Y. Saraç, İstanbul 2003, s. 341.
Ankaravî, Zübdetü’l-Fuhûs fî Nakş el-Fusûs, s. 83; a. mlf., Şerhu’l-Mesnevî, II,
366.
42 Kemâl Paşa-zâde, “Fî Beyâni’l-Vücûd”, Resâil-i İbn Kemâl I içinde, nşr. Ahmed
Cevdet, Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye 1316, s. 151.
43 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 81, 155, 236, 282, 287, 307-308; a. mlf., el-İktisâd
fi’l-İ‘tikâd, s. 249-250; İbn Rüşd, el-Keşf an-Menâhici’l-Edille, thk. Muhammed
Âbid el-Câbirî, Beyrut 1998, s. 150.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 239
tükleri meselelerden biri, Allah’ın cüz’iyyâtı veya hâdiselerin ayrıntısını
bilmediğini, külliyatı bildiğini, cüz’iyyâtın yalnız semâvî melekler tarafından bilindiğini44 iddia etmeleridir. Paşa da felâsifenin küllîleri bilip
cüz’îleri bilmemesine itiraz ederken meseleyi halk muhayyilesine uygun
bir dille yeniden gündeme getirir, filozofları kelâmî görüş zâviyesinden
tekfîr eden, felâsifeye karşı çıkarken kendisini bir kelâmcı olarak gören45 Gazzâlî gibi hareket eder: “İlm-i kadîmi küllîye ve cüz’îye muhît”
olduğuna göre karıncanın ve yılanın dileği onun kapısında biter. Işık ve
ateşin yalımı onun soluğuyla yanar.46 Birgivî’nin aynı vadideki ifadesini hatırladığımızda meseleyi bu dille ele almanın bir geleneği olduğunu
bile söylemek mümkündür: “Asla bilmedüği nesne yoktur. Cüz’iyyâtı ve
külliyâtı bilür. Geçmişleri ve gelecekleri bilür. Âdemün gönline geleni ve
dili ile söyledüğünü, icini ve tâşını cümle bilür. Basirdür, her şeyi görür.
Karanu gicede kara karıncanun kara taş üzerinde yörüdüğini görür ve
ayağı tavşını işidür. Lakin işitdiği bizcileyin kulağıla değil ve gördüği
gözile değil. Gözden ve kulakdan berîdür”.47
Osmanlı mütefekkirlerinin filozofların tekfîr edildiği üç meselede
Gazzâlî ile aynı fikri paylaşması,48 kelâmın felsefe ile olan münasebetini
tayin eden ve Türk fikir iklimine adamakıllı hâkim olan mütefekkirin
kim olduğunu âşikâr hâle getirecek vasıftadır. İşte Sinan Paşa da selefleri
gibi mücerret fikri alıp onun etrafında birtakım terkipler yapmaz. Belki
idrâk ettiği dünyanın realitelerine bakarak fikre doğru gider. Bu noktada
arayışlarını İslâm itikad sistemi etrafında sürdürdükleri için spekülasyon
yapmaktan geri duran Sinan Paşa ile Gazzâlî arasındaki yegâne fark idrak edilen zaman ve mekândır.
Bir Siyaset-nâme Metni Olarak Tazarru‘-nâme
Türk devlet adamlarında daima entelektüel bir taraf vardır. Bu isim44
45
46
47
Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 81; a. mlf.,el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd, s. 249-250.
Tehâfütü’l-Felâsife, s. 71.
Tazarru‘-nâme, s. 51, 60.
Risâle-i Birgivî, s. 4-5; s. 96; Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye, I, 124, 318.
48 Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 67, 293-294; Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî
Şerhi Tarîkati Muhammediyye, I, 124, 318; Muhammed b. Pîr Ali Birgivî, Risâle-i
Birgivî, İstanbul 1218, s. 4; s. 96; Alâeddîn et-Tûsî, Tehâfütü’l-Felâsife, s. 71, 387;
Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, Beyrut 1998, IV, 121-127.
240 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
lerden biri olan Sinan Paşa da, muhtelif makamlarda türlü türlü vazifeler
alarak kıymetli bir tecrübe devri geçirir. Kaleme aldığı gerçekleri şahsî
olarak yaşar. Hâdiselere bakarak fikre doğru gider. Bu demektir ki Tazarru‘-nâme’nin siyasî boyutunu teşkil eden unsurlar, Osmanlı asırlarını
müşahede etmekten doğar. Hâliyle mücerret fikirden hareket etmeyen
Paşa, fikrin karşılık bulduğu sahanın siyaset olduğu şuuruyla hareket
eder. Nazarî olanla amelî olanın bir diğerine rengini verdiği bu sistemde
esas olan bilmek ve yapmaktır. Benliğini Osmanlı’da eriten her mütefekkir gibi o da fikrin her şeyi halledeceğine inandığı için hikmet sahibi hükümdar (filozof-kral) modelini benimser; zira “kemâliyle adâlet, sâhib-i
hikmet olan kimsede bulunur”.49
Bir eser ortaya koymayı siyaset yapma olarak gören bir geleneği
sürdüren Paşa, hâdiselere bir fikrin arkasından bakarak siyasî irâdenin
yürüyeceği güzergâhı billurlaştırır. Bu bakımdan dikkat edilince mütefekkirlerin düşünce sahasının hükümdârları olduğunu gösteren Sinan
Paşa’nın Tazarru‘-nâme ile Ma‘ârif-nâme’yi kaleme alması başlı başına
bir siyasettir. Fatih Sultan Mehmed Hân mekânı, Paşa gibi mütefekkir
vasfına ve meziyetine sahip kimseler de zamanı fethederler. Tam mânâsıyla kudret sahibi olmayı fikir gücüne, ilim ve marifetin kılavuzluğuna bağlarlar. Hem fikre hem de harekete hakkını verirler, nizâm-ı âlem
fikrini gazâya raptederler, fikri âdeta aksiyonun kendisi olarak görürler.
Siyaset felsefesiyle metafiziğin birbirini tamamladığını, âlimlerin hükümlerin icrâsında sultânlara muhtaç olduğunu50 gözden kaçırmazlar.
Bu nedenle tasavvuf, kelâm, felsefe ve edebiyatı siyasetin tamamlayıcısı hâline getiren Paşa’nın kaleme aldığı hususların siyasî motivasyonu
gözden kaçırılmamalıdır. Maksat düşünceyi politik atmosfere hükümrân
kılmak, mütefekkirlerin savunduğu düşüncelerin pratik bir karşılığa sahip olduğunu göstermektir. Bir tecrübe işi olan siyaset etrafında yapılan
temellendirmelerin nereye dayanması gerektiğini sistematize etmektir.
49 İsmail Rüsûhî Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, III, 4-5.
50 Neşrî, Cihânnümâ, İstanbul 2008, s. 4; Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi, haz heyet,
İstanbul 1996, I, 11; Hırzu’l-Mülûk, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar
içinde, haz. Y. Yücel, Ankara TTK 1988, s. 175; Gelibolulu Mustafa Âlî, Nasîhatü’s-Selâtîn, Mustafa Âlî’s Counsel for Sultâns of 1581 içinde, haz. Andreas
Tietze, Wien 1979, s. 93; a. mlf., Mevâ‘ıdü’n-Nefâis fî-Kavâ‘ıdi’l-Mecâlis, haz.
M. Şeker, Ankara TTK 1997, s. 324-325.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 241
Hayata dayanan bu temellendirmeden maksat eylemdir.51 Sinan Paşa’nın siyasete dair kaleme aldığı hususların cümlesi, Aristoteles’in bu
ifadelerindedir. Hayatını bilenler Paşa’nın Tazarru‘-nâme ile Ma‘ârif-nâme’de düşünce ile siyasî vaziyet arasında bir med cezir hâlinde gidip geldiğini görürler. Bunlar nefsiyle baş başa kalan, teori ile tecrübe arasında
doğrudan münasebetler kuran ve fikir ile hayat arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran bir siyaset adamının tefekkür etmesinin neticeleridir. Onda
siyaset ile düşünce birbirini besler. O ilimle uğraşmakla şâhlık etmek birbirini tamamlar sözünün göstereceği üzere siyaseti fikren derinleşmekte
bulur. Fiile adım attığında tedebbür ve fikr ile eder. İlâhî âleme açılan
bir pencere hükmündeki siyaseti ilim hâline getirir. Eğer nikah istersen
fikrinin kızıyla nikahlan ve yatağa gir. Anlam bakirelerinden her demde
birinin bekâretini gider sözüne kulak vererek düşünen kişinin her şeyden
ibret alacağını gösterir. “Fikirden yeğ hem-dem olmaz ve akıldan özge
mahrem olmaz” diyen52 Paşa zaman zaman siyasetle olan hesaplaşmasını
nefisle hesaplaşmaya çevirir. Bunu bir memleket meselesi olarak görür.
Doğrusu bu biraz da hükümdâra yakın olmanın bedelidir.53 Meliklerin
ahdi olmaz sözünü tecrübe eden devlet adamlarından biri olan Sinan Paşa’nın hayatı; her izzetin zilleti olur ve her devletin mezelleti olur sözüyle hülasa edilebilir. O yüksek mevkilerin bela kuyusu olduğunu çok iyi
bilir. “Mansıb nusb u bela olur” sözünü bizzat yaşar ve nihayet sultanın
nedimlerinin âkıbeti nedamettir hükmünde karar kılar.54 Fatih Sultan
Mehmed Hân’ın Paşa’ya yaptığı muameleyle ilgili Gelibolulu Mustafa
Âlî’nin dikkatleri yerindedir:
“Sultan Muhammed, Sinan Paşa gibi fâzıl-ı yektâ ve nâdire-dân-ı
bî-hemtâya kat‘-ı merâtible Medâris-i Semâniye’den birini tevcîh idüb,
badehu kendüye hâce-i büzügvâr tayin eyleyüp, fazlından istifâdeye rağbet ve envâ‘-ı mekârim u iltifâtla men allemenî harfen mazmûnını müeddâ ve müsbet kıldıktan sonra vâsıl-ı rütbe-i vezâret kılmış gâh Dârü’l-hadis medresesini virmek ve gâh yevmî elli akçe ile Çifte medresenin birini
imâret-i tevliyeti ile revâ görmesi ve yine Gelibolı sancağını virüb, akabince mazhar-ı kahr u gazab kılması ve bu cümleden sonra habsile ihânet,
51 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 2012, s. 11.
52 Tazarru‘-nâme, s. 286, 477; Ma‘ârif-nâme, s. 188, 320, 346
53 Sinan Paşa’nın çektiği eziyetler ve ulemânın buna karşı çıkmasıyla ilgili olarak
bkz. Hoca Sa‘deddîn Efendi, Tâcü’t-Tevârih, İstanbul 1279, II, 499.
54 Tazarru‘-nâme, s. 477, 473; Ma‘ârif-nâme, s. 98, 496.
242 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
ulemâ îltimâsıyla ıtlâk olundukdan sonra Sivri-Hisar kazâ ve medresesi
ile riâyeti, ale’l-husus hemân ol-gün pây-tahtından sürülmesi ve İznik’a
varduğı gibi bîmâr-hâneye alınub günden güne ellişer değnek urulması
ba ‘de zaman gulüvv-i ‘ulemâyile afv buyurlması ol-Pâdişâh-ı âli-câhın
kemâl-i televvünine delâlet ider hâletdir. Kitâb-ı Şakâiku’n-Nu‘mâniyye’deki tafsîli gören kibâr u sığâr ve âbid ü ahrâr, ol evzâ‘-ı nâ-hemvâr ve
etvâr-ı nâ-sezâ-kârı ta‘yîb itmeleri mukarrerdir ve müsbetdir”.55
Bir kıyas zemini olması için Taşköprî-zâde’nin hâdiseyi nasıl özetlediğine de bakalım: 875’de Fatih Sultan Mehmed Hân’ın veziri olan Sinan
Paşa padişahla sürtüşünce azli gündeme gelir. Dîvân-ı Âlî’de toplanan
ulemâ, Paşa salıverilmezse kitapları burada yakacaklarını ve memleketi terk edeceklerini ifade ederler. Hükümdar onu şehirden çıkartır. Aklî
dengesinin bozuk olduğu gerekçesiyle ona zulm ettirir. Bunu haber alan
Molla Hüsameddin işkenceyi durdurmazsa ülkeyi terk edeceğini söyler.
Paşa II. Bayezıt devrinde Edirne Darü’l-hadis medresesinde müderrislikle
görevlendirilir.56 Tanpınar’ın ulemâ evvelce yalnız himâye edilirdi, Fâtih
ve Kânûnî’den sonra temsil edilir bir sınıf hâlini aldı şeklindeki tespiti57
yerindedir. Bu sayede siyaset adamı Sinan Paşa fikir adamı olarak yoluna devam eder. Kurtuluş çaresini düşünce ile hareketi birbirinin ışığında
mânâlandırmakta bulur. Eserle hayat arasındaki ilişkinin tartışma konusu
edilemeyeceği nokta burasıdır. Siyaset aksiyon hâline gelmiş düşüncedir.
Bu da en güzel şekilde realitenin ta kendisi olan hususlara dönmekle müşahhas hâle gelir. Bu noktada sitemini “tutalum padişah oldun cihana/ana
netti buna nede zamane” şeklinde dile getirir. Tevekkül yüklü Paşa’nın
gözünde padişahlar padişahı, sultanlar sultanı Allah’tır.58 Yalnızca onun
değil diğer siyaset-nâme müelliflerinin59 de mistik bir güzergâha girmeleri dikkat çekicidir. Pâdişâha lâzım olan şey onun salâh, adâlet, felâh
ve diyânet üzere olmasıdır şeklindeki söz,60 çıkışın tasavvufî hayat görüşünde arandığını gösterir; zira cihana gelen gider. Devran değirmeni hal55 Gelibolulu Âli Mustafa Efendi, Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, 1/ıı, 730-731.
56 Taşköprî-zâde, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, s.
173-175; ayrıca bkz. Gelibolulu Âli Mustafa Efendi, Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, 1/ıı, 728-729.
57 Tanpınar, Edebiyat Dersleri, haz. Abdullah Uçman, İstanbul Dergâh Yayınları
2013, s. 156.
58 Tazarru‘-nâme, s. 291, 147, 321.
59 Bu konuda Osmanlı Entelektüel Geleneği isimli çalışmamıza bakılabilir.
60 Hırzu’l-Mülûk, s. 174, 176.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 243
kı durmadan öğütür. “Gidene ermek olmaz”. Keyhüsrev ve Cemşid gibi
bütün cihan halkının kendisine kölelik ettiği kimseler vakti geldiğinde
göç eder. Yanında hiçbir yoldaşı olmaz. O hâlde geçip giden ömrün muhasebesini yapmaya bakmalıdır. Nitekim kendisi öyle yapar. Benliğine
dönerek politikanın gerçeklerine gider. Bilir ki saltanatın varlığı siyasetin varlığına bağlıdır. “Siyaset olmayınca saltanat olmaz”. Hak ile irtibatı
iyi olanın her işi iyi olacağına göre padişahlar şeriat kulpuna muhkem
yapışmalı, Hakk’ın halkı hoşnut etmekle bulunabileceğini, otoriteyi güçlendiren şeyin Allah korkusu olduğunu unutmamalıdır. Bunun için sultan
evvela siyaseti kendi nefsine sonra da halkına ve askerlerine etmeli, önce
benliğine boyun eğdirmeli, memleket işlerinde gördüğü bozuklukları düzeltmeye kendini onararak başlamalı, nizâm-ı âlemin padişahların sözlerini tutmalarına bağlı olduğunu aklından çıkarmamalı, dahası zulümden kaçınmak için aklını vezir, hükmünü geçirmek için de adaletini emir
edinmelidir. Adalet cihana aydınlık saçan bir ışık olduğuna göre ne işlese
işini adl ile tutmalı, cemî‘-i cünbüşünü de adl ile kılmalıdır. Saltanatı muhafaza eden şeyin adalet olduğunu bildiği için kılıç yerine bağışlamanın
yakışmayacağını, bağışlamanın yerine de kılıcın yakışmayacağını hayat
tarzı hâline getirmeli, her maslahatı ehline ısmarlamalıdır.61
Saltanat zannedilen şeyin esasında bir ulu hizmet olduğunu ve buna
müptela olanların ne zahmetlere katlanacağını bilmeli, her vakit amellerine sabır ve fikri yoldaş etmeli, Yunan sultanları/kayserleri gibi işlerini
daima marifet ve hikmet ile işlemeli, Acem kisralarında görüldüğü üzere
tedbirlerini hukemaya danışmalıdır. Halk arasında hürmetinin artması
ve insanların kalplerinde ağırlığının çoğalması için hususi bir nâm almalı ve sadece o adla anılmalı diyen Aristo’nun sözüne kulak vermelidir.
Kisrâ gibi askeriyle, Dârâ gibi müdârâsı/yüze gülüşüyle, Behrâm-ı Çûb
gibi gücüyle, Rüstem-i Destân gibi hile ve entrikasıyla, Nûşirevân gibi
adaletiyle meşhur olup şevket ve adaletle cihânı ele geçirmeyi hedeflemelidir. Keykâvûs gibi kösü güm güm ötüp göğün kulağını sağır etmeli
ve âvâzesinin tantanası etraf-ı âleme erişmeli, Süleyman gibi yellere emretmeli, Zülkarneyn gibi haşmetiyle şark ve garbı eline almalı, İslâm’ın
şartlarından birinin de cihad olduğunu cümle âleme göstermelidir.62
61 Ma‘ârif-nâme, s. 58, 88, 690, 692, 682, 670, 676, 666, 668, 690, 680; Tazarru‘-nâme, s. 128-129, 348, 474.
62 Ma‘ârif-nâme, s. 98, 678, 693, 674, 84; Tazarru‘-nâme, s. 457, 285.
244 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
Sinan Paşa’nın siyaset düşüncesi aynı zamanda Sünnî geleneği devam
ettirmesi bakımından da dikkat çekicidir. Onun gözünde dört halife şeriat
tahtının dört ayağı, tarîkat kubbesinin dört ana direğidir. Halîfelikteki
vazifesini yerine getirirken bir kıl kadar bahane bulunmayan Hazret-i
Ebû Bekir İlâhî marifetlerin kaynağı, tevhid erlerinin yazıldığı defterin
önsözüdür. Adalet köşkünün planını çizen Hazret-i Ömer’dir. “Eğer Hazret-i Risâlet’ten gayrı o asırda peygamber olsa, o olurdu”. Zâhirde derviş
ve ma‘nîde sultan olan bu zâtın hilafette gösterdiği yönetimin bir benzerini kimse gösteremez. Ehl-i Sünnet katında râşid halîfelerin sonuncusu
Hazret-i Hasan’dır. Tefrikayı def etmek için hilafeti kendi bırakır.63 Paşa
bütün bu düşünceleriyle İslâm siyaset tecrübesine öteden beri hâkim olan
zihniyet ve tavrı yeni baştan aktüel hâle getirir. Nitekim Osmanlı medrese ve tekke geleneği insanların en fazîletlisi olarak sırayla Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve Ali’yi görür. Hâdisenin asıl yaşayan yüzünü veren bu
sıralamada ulemâ ve meşâyih-i selefin icmâsı olduğuna dikkat çeker.
“İmdi hüsn-i zann ü hükm ederiz ki selef, bu tertibi delâil-i emâretiyle
bilmemiş olsalar bunun üzerine ittifak etmezlerdi. İşte bize vâcib olan bu
hususta selefe ittibadır. Ve Şârih-i Mevâkıf da böylece kâil oldu”.64
Sinan Paşa’nın mensubu olduğu gelenekte Hazret-i Muhammed’in ve
ashâbının yolundan çıkmaz olmak Sünnî olmakla mümkündür. Bu vadide o, dîn-i hanefî ile mezheb-i Hanefî’yi birbirinin devamı olarak görür.
Onun gözünde şeriat ve mezhep arasında mâhiyet farkı yok derece farkı vardır. Hak âlemi şeriatla nizâmlar, millet-i hanîfeyi Ebû Hanîfe’nin
ilimleriyle zînetlendirir. Şeriat sultanı ve tarîkat burhanı olan Ebû Hanîfe, hükümler binasını muhkem eder, istinbat esasını müstahkem kılar.
Kıyas rüknünü kuvvetlendirir. İctihad mebnâsını sağlamlaştırır. Usûl kaidelerini bast eder. Furû hükümlerini zabt eder. Şeriat-ı Muhammed’e intizâm verir, ümmetine sirâc olur. Dinî ilimleri ihyâ eder. Şeriat kanunlarını icrâ eder. Fıkıh bilmek isteyenlere kaideler koyar. Ahkâm öğrenmek
63 a. g. e., s. 724, 734, 726,728, 736, 739, 740-741, 758, 761.
64 Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, V, 231; Devvânî, Celal: Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye,
İstanbul 1290, s. 85; Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâidi’n-Nesefi, İstanbul 1279, s.
133; Ramazan b. Muhammed el-Hanefî, Şerhu alâ Şerhi’l-Akâid, İstanbul [t.y.],
s. 293; Kemâl Paşa-zâde, er-Risâletü’l-Münîre, İstanbul 1308, s. 13; Damad-ı Gelenbevî Seyyîd Mehmed Şükri, Tuhfetü’l-fevâid alâ Cevâhiri’l-Akâid, İstanbul Ali
Râif Matbaası 1328, s. 131; Osman Kilîsî Uryânî, Hayrü’l-Kalâid Şerhi Cevâhiri’l-Akâid, İstanbul 1884, s. 129; Hulvî, Câm-ı Dil-Nüvâz, İstanbul 2012, s. 4;
Niyazî-i Mısrî’nin Hatıraları, haz. H. Çeçen, İstanbul Dergâh Yayınları 2006, s. 61.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 245
isteyenlere çerçeveler çizer. İstinbat talep edenler için nice meselelere
işaret eder. İstihrac isteyenler için onca delil ile yol gösterir. Bu sebeplerle din ehlinin ekseri ona mutabaat eder ve güç sahibi sultanlar ona itaat
ederler. Paşa İslâmiyet’i tam mânâsıyla hanefîlikte bulur. Kur’an, Sünnet
ve geleneği bir bütün olarak görür. Onun nerede durduğunu tartışmaya
ihtiyaç bırakmayacak derecede gösteren söz şudur: Buhârî’nin Sahîh’i
tecrübeyle sabittir her ne niyet için hatm olunursa gerçekleşir ve her ne
maksad için okunursa yerine gelir.65
Bir Tasavvuf Metni Olarak Tazarru‘-nâme
Türk hayat görüşünün kaynağı olan tasavvuf, temas ettiği her şeyi
İlâhî ve semâvî bir mâhiyete büründürür, hem entelektüel zümrelere hem
de halka hitap etmenin imkânlarını barındırır. Esas hızlarını Gazzâlî, İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ’dan alarak bir geleneği tazeleyen kimseler olarak
görülmesi gereken Osmanlı mutasavvıfları gibi Sinan Paşa da noktayı tasavvufla koyar. Onun gözünde âlemin mührünü bulmak, tasavvuf ülkesine
mahrem olmakla mümkündür. Yol pîri kibrit-i ahmerdir.66 İnsan rûhu dört
unsurdan oluşan bir zindanda hapistir diyen67 Fârâbî gibi Paşa da kişinin
dört unsurun çarmıhına bağlandığına dikkat çeker.68 Gene sûfî tecrübeyi
nübüvvet tecrübesinin bir alt merhalesi olarak gören Fârâbî,69 İbn Sînâ70
ve Gazzâlî’nin açtığı vadiyi takip ederek vahiy, ilham ve keşfi fonksiyon
itibariyle birbirine muâdil olarak görür.71 Nebî ile veliyi aynîleştiren mutasavvıfların72 yolunu takip eder. Eskiyi süzerek kendini bulan Tazarru‘-nâme müellifi, tarîkat ehline evvela şeriatı, hakikat isteyene de önce tarîkatı gerekli kılar. İlim ziyade oldukça hayretin artacağını ve hayret ziyade
oldukça dehşetin artacağını bildiği için Peygamber Efendimizin daima
hayretimi arttır diye dua buyurduğunu, ârifler zümresinin en kâmil kimse65 Ma‘ârif-nâme, s. 290, 476-477; Tazarru‘-nâme, s. 780, 783, 785, 798.
66 a. g. e., s. 169-170.
67 Fârâbî, Duâ‘un Azîmun li Ebî Nasr el-Fârâbî, Kitâbu’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ
içinde, thk. Muhsin Mehdi, Beyrut 1991, s. 90-91.
68 Tazarru‘-nâme, s. 386.
69 Fârâbî, Makalât el-Refî fî Usûl-i İlm el-Tabîi (Tabiat İlminin Kökleri Hakkında
Yüksek Makaleler), çev. Necati Lugal-Aydın Sayılı, Fârâbî içinde, haz. H. G. Topdemir, İstanbul 2009, s. 178-180.
70 İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, thk. Süleymân Dünya, Kâhire 1960, s. 888.
71 Ma‘ârif-nâme, s. 6.
72 İsmail Rüsûhî Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, VI, 304.
246 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
lerinin de âcizlerin akâidi üzere olduklarını73 vurgular. Sinan Paşa neleri
hesaba katarak okunabilir yahut da okunmalıdır? sorusunun bir cevabı da
filozofların bile müstağnî kalamadığı tasavvufî güzergâhta toplanır.
Tasavvufla felsefe arasındaki irtibat, hem yapısal hem de tarihîdir.
Nazarî tasavvuf, felsefe içinde tasavvufu; tasavvuf içinde felsefeyi düşünme hamlesidir. Ârifler, felsefenin ifrat derecede rasyonelleşmesini engellerken, filozoflar da mistisizmin irrasyonel bir tecrübe hâlini almasını
önlerler. Tasavvufu rasyonel bir zâviyeden, felsefeyi de mistik bir perspektiften ele almaktan maksat, felsefeye mistik bir derinlik; tasavvufa
da felsefî bir genişlik sağlamanın imkânları yoklamak,74 böylece nazarî
tecrübe ile mistik tecrübenin birbirini tamamladığını göstermektir. Bahsettiğimiz fikrî yapı, bir taraftan irfân kavramına entelektüel bir mâhiyet
verir, diğer taraftan hâdisenin demir aldığı zeminin keşf olduğunu gözden
kaçırmaz. Ne sadece entelektüel bir dairede hareket ederek keşfi, nazarî
aklın taleplerine feda eder ne de keşfin irrasyonel bir tecrübe hâlini almasına müsamaha gösterir. Bir başka ifadeyle “emr-i vahdeti idrâke ya
akl-ı selîm veya keşf-i sahîh lazımdır” diyen75 sûfî-mutasavvıflar, keşfle
daralttıkları alanı entelektüel çabalarla genişletirler. Böylece doğrudan
amele taalluk eden bir tecrübeyi, zihnî bir faaliyet şekline de koyarlar.
Zâhid, âbid, sûfî-mutasavvıf ve ârif kavramlarının birbirlerini bütünleyen
bir sistematikle yoğrulduğunu billurlaştırırlar. Bunlar arasındaki ayrılığın
mâhiyet değil derece farklılığından kaynaklandığını gösterirler. Bu istikâmette Osmanlı medrese zihniyetine istikâmet veren Cürcânî’nin sûfîlerin
yolunu akılla tamamlamak amacıyla keşfe entelektüel bir alan açtığını ve
şeriattan taviz vermeden bu yolda at koşturduğunu76 hatırlayalım. “Abdullah Bosnevî şerhi memzûc mükemmel bir şerhtir; belki de şerhlerin
en güzelidir” ifadesinde77 görüleceği üzere Osmanlılar da bu iki disiplini
birbirinin aynası olarak görürler, hâliyle memzûc eserleri idealize ederler.
Felsefe ile karşılaşan tasavvufun felsefeye bambaşka bir hüviyet vereceği ve bambaşka bir hüviyet alacağı muhakkak gibidir. Onun kudreti
de zaafı da buradadır. Kudreti buradadır çünkü kelâmla tasavvuf saye73 Tazarru‘-nâme, s. 475, 485.
74 Örnekler için bkz. Kemâl Paşa-zâde, er-Risâletü’l-Münîre, s. 14; İsmail Rüsûhî
Ankaravî, Şerhu’l-Mesnevî, I, 376; III, 208.
75 Bursevî, Şerhü’l-Mesnevî, II, 255.
76 Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, I, 257-258.
77 Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, II, 192.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 247
sinde ifrat derecede rasyonelleşmekten sıyrılan felsefenin nabzı birkaç
disiplinde birden atar. Zaaf hânesine yazacağımız şey ise şudur: Felsefe
kelâmla tasavvufa indirgenir. Bu med cezirli manzaradan çıkan bir netice
de şudur: Mistik birikim sürekli bir hesaplaşma içinde yeniden teşekkül
ettiği için Osmanlı tasavvuf düşüncesinde, kelâmî ve felsefî tecrübenin
muhtelif aşamalardan geçmiş şeklini bulmak mümkündür. Hem hissin
hem fikrin heyecanını duyan, zaman zaman metafizik girdaplara kapılan
mutasavvıflar, bazı hususları bir sır tevdî eder gibi ifşâ ederler, hayatın sınırlarını zorlayarak mensubu oldukları disipline yeni bir istikamet
vermesini bilirler, kelâmî zihniyet dünyasına ait meseleleri hayat tarzı
hâline getirmede son derece fonksiyonel bir rol oynarlar. Dâvûdı Kayserî
için “ilmi tasavvufda gûyâ Teftâzânî’’’dir”78 şeklindeki ifade bu cümledendir. Ankaravî, Bursevî ve Bosnevî etrafında Osmanlı mutasavvıflarının kaynaklarını ve zihnî yapılarını gözden geçirdiğimizde tasavvufun
kelâmla felsefeyi; felsefenin de kelâmla tasavvufu tahkim ve takviye
ettiği, filozoflarla kelâmcıların fikrî yapılarının ehlîleştirilerek Osmanlı dünya görüşünün tabiî bir unsuru hâline getirildiği müşahede edilir.
Fahr-i Râzî inşâ edilen dünya görüşünün nasıl tabiî bir parçası hâline
gelirse, İbn Sînâ, Sokrat ve Eflâtûn da aynı hüviyete bürünür. Bununla beraber onlar arayışlarını felsefî yahut da kelâmî meseleler etrafında
sürdürseler de bu durum mutasavvıfları, teknik mânâda filozof yahut da
kelâmcı olarak vasfetmeye yetmez. Bu zümreler arasındaki epistemolojik farklılık malumdur. Tasavvufî tecrübede esas olan keşftir. Nazarî
temellere dayalı olan deliller ve her türlü entelektüel çaba, keşfe hizmet
ettiği nispette bir kıymete sahiptir. O hâlde bir sûfî-mutasavvıf idrak ettiği hakikati fikrî olarak izaha tabi tutma, belki sistematik bir zemin ve çerçeveye kavuşturma noktasında felsefeyi hâliyle felsefîleşen kelâmı bir
imkânlar hazinesi olarak görebilir. Oradan hareketle zihniyet dünyasını
ve hayat felsefesini makul hâle getirebilir. Bu perspektiften bakıldığında
tasavvufun irrasyonalist bir tecrübe olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Bir başka ifadeyle tasavvuf; başlı başına hikmet olarak görülebilecek bir
terbiyeden geçen mutasavvıfların stratejisine bağlı olarak, zaman zaman
felsefenin ve kelâmın diline dönüşse de söz konusu iki disiplini hizaya
getirmek sûretiyle Osmanlı’nın yörüngesini tayin eden bir aşamaya yükselir. Bu yönüyle kelâmcılara ve filozoflara karşı zaman zaman bir ref78 Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi, II, 24.
248 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
leks şeklinde kendisini gösteren reaksiyon; dengeyi tutturduğu ve tabiî
ki kaybetmediği müddetçe ledünnî dünyamızı açıp kapayacak anahtara
sahip kimseler olarak görülen mutasavvıflara karşı gösterilmez, dahası
bu zümre açıktan himâye görür.
Bir Osmanlı mütefekkiri olan Sinan Paşa da seleflerine tabi olarak
tasavvufla kelâmı cem eder. Nizâm-ı âleme bakan bir kimsenin bâtınen
ve sûreten hâl diliyle yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olması durumunda yerin ve göğün düzeninin kesinlikle bozulacağını bilebileceğine
dikkat çeker.79 Bu doğrultuda o Gazzâlî’nin Munkız’daki usulünü harekete geçirir; tasavvufta karar kılarken bile mistisizmi cedelî bir dille savunmaktan geri durmaz. Nitekim kendisi için şöyle denir: “Mübahase ve
münazarada bî-nazîr ve ilzâm-ı hasmda dilîr idi. Hatta vâlidi îrâd-ı şükûk
mesleğine sülûk ettiği cihetden levm eyler idi. Ve tahkîk cânibine meyl
ile diye serzeniş eder idi”.80 Paşa’nın bu hususiyeti tasavvufî perspektifle kelâmî perspektifi cem eden şu cümlelerinde de çok bârizdir: Mânâ
âleminde takdir ile olan şey sûrete geldiğinde tedbir ile olur. O âlemde
cebr ne ise bu âlemde de ihtiyar odur. Bir başka ifadeyle Allah adâletinin zâhir olması ve delilinin herkese apaçık görünmesi için işi yapmayı
ihtiyara bağlar. Ehl-i Sünnet mezhebi cebr ile kaderin ortasında bir yoldur. Keşf ehlinin görüşleri de buna uygundur.81 Görüleceği üzere Paşa
zaman zaman kelâmî bir vadiye doğru girmekten müstağnî kalamasa da
onun mukayese standardı keşf ehlinin görüşleridir. Nazarî olanla amelî
olanı tabiî bir teşekkül hâline koyan mütefekkirimizde, tecrübî bir karşılığı olmayan ve yalnızca spekülasyon olarak değerlendirilebilecek bir
taraf yoktur. Nazarî olan her şeyi amelî bir karaktere büründüren Paşa’ya
göre kimse marifet hâlini şerh edemez. Bunun sebebini kendi kalemindne okuyoruz: “bir âlimdir ki, ilmine gayet yok; bir kadirdir ki, kudretine
nihâyet yok. Kadîmdir ki, ukûl-i mütekaddimîn ü müteahhırîn dâire-i kıdemine ayak basamaz. Hakîmdir ki, hükemâ-yi evvelîn ü âhirîn hikmet
ve marifetinden dem vuramaz”. Şu durumda fazîlet insanın marifet noksanlığını ikrâr etmesi, vesîle de acz ve mezelletini itiraf etmesidir. Şükre
kudret de O’nun olduğuna göre aczden gayrı şükrüne çare kılınmaz.82
79
80
81
82
Ma‘ârif-nâme, s. 156.
Hoca Sa’deddîn Efendi, Tacü’t-Tevârih, II, 498.
Tazarru‘-nâme, s. 163, 165; Ma‘ârif-nâme, s. 418.
Tazarru‘-nâme, s. 75, 49; Ma‘ârif-nâme, s. 2.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 249
Bu yaklaşım tarzı Hallâc83 ile Yûsuf Has Hâcib’te84 de görüleceği üzere
öteden beri Türk tarih tecrübesinin gündemdedir.
Bu manzarayı Paşa’nın vahdet-i vücûd etrafındaki düşüncelerinde
de görmek mümkündür. Buna göre hayatın merkezinde asırlarca hayata şekil veren tasavvuf, tasavvufun merkezinde de her şeye Rahmâniyete kadar giden bir mânâ ve İlâhî bir mâhiyet veren, bütün manzarayı
Rabbânî bir renge büründüren vahdet-i vücûd fikri vardır. Allah’ın bütün
uzaklıkların ötesinden gelen bir yakınlığa sahip olduğunu rasyonel bir
çerçeveye oturtan tecrübe burada toplanır. Sinan Paşa metin ve şerh yazarlarının O’nun yüceliğini açıklamakta bocaladıklarını; kalp ve keşif
sahiplerinin O’nun büyüklüğünün hareminde bir bölük yabancı ve yeni
yetme gibi durduklarını vurgularken85 ölçü fikrini nereden aldığını bir
kez daha aşikâr kılma ihtiyacı hisseder.
Düşüncesi tasavvuf etrafında teşekkül eden ve vahdet-i vücûd şeklini
alan bir dinî neşveye sahip olan Paşa, bu noktadan yürüyerek bir metafiziğe varır. Tasavvufla metafizik arasında gider gelir, bu istikamette
pekâlâ Fusûsu’l-Hikem’in bir şerhi olarak okunabilecek cümleler kurar.
İbnü’l-Arabî’den müstağnî kalamadığını gösteren bir emâre de Şerh-i
Ekber’in ağzından aktardığı şu sözdür: “Her nesnenin hikmetin görmek
gerek; her ma‘lûlün illetin bilmek gerek”. Şu söz de öyledir: Başlangıçtan bu âna gelinceye kadar bir sürü âlem yaratıldığına göre âlem yalnızca
bu görünen, duyularla algılanan âlem değildir.86 Bu sözleri nazmen aktarış şekli ise Mevlânâ’yı hatırlatır. Denilebilir ki Sinan Paşa’nın şahsında
Osmanlı tasavvuf düşüncesi İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’ya bir dönüştür. O
Fusûsu’l-Hikem ile Mesnevî’yi tecrübe eden bir zamandan sonra hayatını
idrâk ettiğine göre tasavvufu yepyeni bir gözle görmeye gerek yoktur.
Bu iki klasik Osmanlıların tasavvufî olarak geldiği aşamayı temsil ettiğine göre Paşa’da vahdet-i vücûd neşvesinin olmasından daha tabiî bir
83 Hallâc-ı Mansûr, Ahbârü’l-Hallâc: Akhbar al-Hallaj, nşr. tsh. ve tlk. Louis Massignon-Paul Kraus, Paris 1936, s. 115; Kelâbâzî, et-Taarruf, haz. S. Uludağ, İstanbul
1992, s. 150; Sülemî, Tabakâtü›s-Sûfîyye, thk. Nûreddin Şüreybe, Kahire 1953, s.
307; Herevî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, tsh. Abdülhay Habîbî Kandehârî, Kâbil 1962, s. 323;
benzer yaklaşımlar için bkz. Kuşeyrî Risâlesi, trc. S. Uludağ, İstanbul 1981, s. 259.
84 Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çev. Reşid Rahmetî Arat, Ankara TTK 2003,
beyit: 392.
85 Tazarru‘-nâme, s. 148-149.
86 a. g. e., s. 369; Ma‘ârif-nâme, s. 140.
250 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
şey yoktur. Vahdete kesret içinden bakan Paşa’nın şu tarz ifadelerinde
bu durum çok barizdir: Cihetsiz olarak nereye bakılırsa görülen O’dur.
Her nesnede Allah’tan bir nişân vardır fakat O bî-nişândır. Her mekânda
O’ndan bir eser vardır fakat o bî-mekândır. Her mevcut ile beraberdir
fakat beraberliği zamânî değildir. O uzak sanılır ama candan daha yakındır. Her mevcut daima O’nu teşbih eder. Celâlî satveti ile her mevcûd
makhûr; cemâlî tecellisi ile de her zerre mesrûrdur. Varlık dairesine dâhil
olan her şey O’nun varlığına kesin delildir. Kâinât O’nun vahdetinden
haber verir. Her sûretin O’nu göstermek için bir bahane olduğunu bilen
bir kimse, baktığı her yerde O’nun zatının delillerini görür, elif bir tek
harf olsa da onu elf (bin) okur. Her şeyin bir kâf ve nûn’da zâhid olduğunu gözden kaçırmaz. Vahdet deryasına dalıp fâni olur. Varlığını bırakıp yek-tâ olur.87 Yokluk içinde varlık bulur. Her mümkünün maddesinin
adem olduğunu, adem âyînesinde vücudun gözüktüğünü, ne mevcûdun
ma‘dûm olabileceğini ne de ma‘dûmun mevcuda gelebileceğini, mevcûdun ezelen ve ebeden mevcûd olduğunu ve ma‘dûmun hiçbir zamanda
yok olmayacağını, mümkün olan şeylerin cümlesinin zâhir ehlinin dilinde mevcûdât sayılırsa da tahkik ehlinin dilinde daima ma‘dûm olacağını
aklından çıkarmaz.88 Zâhiri şâh, bâtını derviş, sûreti hurrem, sîreti dil-rîş
olmayı idealize eden Paşa, aşk yoluna koyulduğu için kesret içinde halvet, halk arasında uzlet hayatı yaşar. Her ne görürse Allah’ı onda görür
ve her neye nazar ederse Rabbini onda bulur. Aşk mertebesinde Ene’lHak diyen merd-i mutlak olan Hallâc gibi herkesin kendi dilince Allah’ı
zikr ve yâd ettiğini, kiminin Tanrı, kiminin Hudâ, kiminin de Allah dediğini vurgular. Mihrabı sinagog olan Mûsevî’nin okuduğu alın yazısı gibi
her dem puta tapan Hinduların da devamlı olarak O’na yalvardıklarını,
hepsine Allah’ın adının nişâne olduğunu, manastır ve haçın bir bahane
teşkil ettiğini söyler. Bütün varlıkların O’nun aynası olduğunu, her zerrenin O’nun varlığını gösterdiğini, vücûdun bir olduğunu fakat her âyinede
kabiliyetlere göre bir renk alacağını dile getirir.89 Hüdâ hiç şüphesiz var
olduğuna göre O’nun zâtı hakkında nasıl ve niçin demez; varlıkta kendisinden başka şey bulunmadığı hâlde varlığın zuhûrda mertebelerinin
çok olduğunu görür. Rubûbiyetin sırrının içyüzüne kâmil kimselerin bile
87 Tazarru‘-nâme, s. 71, 65, 101, 399, 51, 387, 47, 51, 47, 61, 83, 480, 103, 73;
88 a. g. e., s. 73; Ma‘ârif-nâme, s. 156, 158.
89 Tezkiretü’l-Evliyâ, haz. Emine Gürsoy-Naskali, Ankara 1987, s. 265; Tazarru‘-nâme, s. 68-70, 551, 321, 401; Ma‘ârif-nâme, s. 156, 160.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 251
erişemeyeceğini, Hazret-i vücûd makamının hakikatine nebîlerin bile
ulaşamayacağını gözden kaçırmaz. Bilir ki O fiillerini sıfatlarına sıfatlarını da zâtına perde eder. Gayet zâhir iken kendini gizler, her kişi ona
bakarken hiç kimse onu görmez.90 “Eğerçi söyleyen biz, ammâ söyleten
odur” sözü91 tam olarak bu gerçeği ifade eder. Gazzâlî’nin de dile getirme ihtiyacı hissettiği gibi Tanrı’nın aşkın bir varlık olduğunu ispatlarken
sırf nefye yönelik bir tavır takınmak, neticede O’nu ortadan kaldırmakla
eş değerdir. Allah’ı ta’zîmde ifrata giden görüşler, ta’zîmden anlaşılan
her şeyi iptal etmeyi beraberinde getirir. Tanrı’yı da âlemde olup bitenlerden haberi olmayan bir ölü durumuna düşürür.92
Tam bu noktada Sinan Paşa da “beşer ukûl mertebesinden geçemez
ve insan her ne kadar kâmil olursa mücerredât makamına varamaz” hükmünü veren hukemâ zümresini tenkit eder. Bunun nazarlardaki kusur ve
fikirlerdeki noksanlıktan kaynaklandığını, onların insanın mertebesini
ancak anlayabildikleri ölçüde bilebileceklerini, kümmelin makamlarına
akılla varılacağını sandıklarını söyler. İnsan-ı kâmil bütün İlâhî isimlere
mazhardır. Filozof taifesi ise tefrid ve tecridde kalır. Temsil ve teşbihten haberi yoktur. İnsan-ı kâmil ikisine de mazhar olur. İnsan-ı kâmilin rûhânî yönelişinin hümâsında daha ileri geçemeyeceği bir mertebe
yoktur. Her hâlinden ileri başka bir hâli; her makamından başka bir makama intikali vardır. Mertebelerinin sayısı, makamlarının sınırı yoktur.
Her mertebenin kelâmı, her marifetin bir makamı olduğunu gözden kaçırmayan Paşa, bütün bunların yanında ortaya çıkabilecek problemin de
farkındadır. Bunun için “sakın sanma hulûl ü ittihâd” der. Çünkü “kul kul
olur Hak Hak olur”. Mümkün vâcib olmaz. “Çün cemî birlik imiş” deyip
yükümlülüğü ortadan kaldırma ihtarında bulunur; zira teklif de varlığın
tenezzül mertebelerinden bir mertebedir. Cennet ve cehennem de Hakk’ı
aksettiren aynalardandır.93
Söz hulûl ve ittihâda intikal ettiğine göre bu noktada Osmanlı mutasavvıflarının perspektifini tayin eden mütefekkirlerden birinin de daima
büyük kaynaklardan biri olarak bakılan Gazzâlî olduğunu gözden kaçırmayalım. Semâvâtın dairevî hareketle Rabbine ibadet ettiğini söyle90
91
92
93
Tazarru‘-nâme, s. 63, 485; Ma‘ârif-nâme, s. 4, 6.
a. g. e., s. 414.
Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, 192, 148.
Tazarru‘-nâme, s. 110-111, 118-119, 553, 73; Ma‘ârif-nâme, s. 6.
252 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
yen94 bu zât, sûfî-mutasavvıfların, bu sırra vâkıf olmayan asrının ulemâsı
tarafından zındıklığa nispet edilen şatahatlarını, uzak ve yakın geçmişe
dönmek sûretiyle tevîl edip şeriata tatbik eder, zihniyet ayrılığını ortadan
kaldırır. Vahdet-i vücûd doktrininin çerçevesini çizen ve çok acil görünen
ihtiyaçlara cevap vererek meseleyi yeni bir tarzda ve metodik bir şekilde
ortaya koyan Gazzâlî’ye göre Hakk’ta mest olan kimse için mevcut olan
ancak Allah’tır. O’ndan başka kimse yoktur. Bu şekilde aklın tahakkümünden kurtulanlardan kimi ene’l-Hakk, kimi Sübhânî mâ‘azama şânî
kimi de cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur der. Allah âşıklarının
mest hâlindeki bu tarz kelâmları anlatılamaz. Bunları izah aklın hükm ve
tasallutuna dönüldüğü zaman mümkün hâle gelir. O zaman bunun hakîkat-i ittihâd değil, şibh-i ittihâd olduğu görülür.95
Vahdet-i vücûd metafiziğini idrâk ve ihata etmenin yolu insanın kendisine dönerek Allah’ı bulmasıyla mümkündür. Hayata hâkim olmak
kendine mahkûm olmamaktan geçer. Bu vadide kişi en çok kendisinden korkmalıdır; zira kendini görmek kişiyi kör eder. Şu durumda kişinin kendisini kendinde tutabilmesi için halvet olması şarttır. Kişi başını
sûfîlerin ayağının altına atarak fıkhın her bâbını kendinde bulur. Kemâli
arttıkça tenezzülü ziyadeleşir. Fazileti ziyade oldukça da kendisine olan
itikadı eksilir.96 Bu istikamette tasavvufu anlamak için sûfî olup dervişâne bir hayat sürmenin lüzumuna inanan97 Paşa da, Şeyh Vefâ’ya intisap
eder.98 Gazzâlî gibi ilim yolunun insanı amele yani sûfîlerin yoluna götüreceğini,99 ilmin amel ve mücahede ile marifetin de mükaşefe ve müşahede ile olacağını bizzat tecrübe eder. Âlim olan ilme göre amelinin
nerede olduğunu göstermek mecburiyetindedir. İlim yalnızca sakal ve
sarıkla marifet de kuru nâm ve nişânla olmaz. O hâlde aşkın ne olduğunu
94 Tehâfütü’l-Felâsife, s. 218.
95 Bursevî, Şerhu’l-Muhammediyye: Ferahu’r-Rûh, İstanbul 1257, I, 340; a. mlf.,
Şerhü’l-Mesnevî, İstanbul Matbaa-i Âmire 1287, I, 509; İsmail Rüsûhî Ankaravî,
Şerhu’l-Mesnevî, I, 162; IV, 113; Kemâl Paşa-zâde, “Fî Beyâni’l-Vücûd”, s. 151,
154-155.
96 Tazarru‘-nâme, s. 231, 475, 168; Ma‘ârif-nâme, s. 322; Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 57.
97 Tazarru‘-nâme, s. 385; a. mlf., Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 40.
98 Taşköprî-zâde, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, s.
176; Hoca Sa’deddîn Efendi, Tacü’t-Tevârih, II, 499; Gelibolulu Âli Mustafa Efendi, Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, 1/ıı, 729; Şeyh Vefâ’ya dair hissiyatı için bkz.
Tazarru‘-nâme, s. 816-824.
99 Gazzâlî, el-Munkızu mine’d-Dalâl, s. 20.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 253
Mansûr’a, cennetin ne olduğunu hûrîye, virane köşesini baykuşa, meyhane kapısını da âşık olana sormalıdır; zira gülün hâlini bülbül olan bilir.
Yıllarca vücûd bahsi üzerinde duran ulemâ henüz üç gün halvet eden
derviş kadar bu meseleyi anlayıp kavrayamaz.100 Dervişlik fikir tarîkı
olmadığına göre101 saâdete ulaşmak dünyadan kalbî alakayı kesmekle
mümkündür.102 Keykâvûs’un “dervişlik nedir? Tamam dervişlik oldur ki
ehl-i tecrit ola. Yani dünya bâbından hiç nesnesi olmaya, ta ki korkudan
emin ola” şeklinde söze döktüğü103 bu gerçeği Paşa “dost yolunda nîstlik
(yokluk) gerek; yâr önünde pestlik (baş eğmek) gerek” ifadesiyle gündemine alır. Yokluk tamam olduğunda kulağa Ene’l-Hak narası erişir.
Vecde garkolmak aslında metafizik deryasına dalmaktır. Tarîkatın sonu
ve hakikatin hülasası buradadır.104
Tasavvuf ve tarîkat ehlinin açtığı vadide yol alan Sinan Paşa, vahdet
dairesinin merkezi, hikmet ağacının meyvesi ve varlıkların özü olarak
gördüğü Hazret-i Peygamber’i, mevcûdât defterinin ilk sözü ve günahsızlar defterinin başı olarak kaydeder. O’nun nuru varlık mayasının hamurudur. Zâhir ile bâtını cem eyleyip tevfîk eden Ebû Hanîfe de zâhir
ilminde fazîlet ve kemâli dervişlikte bulur. Paşa “kendiler gitti kaldı sît
ü sadâ” mısraında görüleceği üzere Mevlânâ’dan başlayarak Hazret-i
Âdem’e kadar bütün bir İslâm tarih tecrübesine hasret duyar; zira şeriatı
hazret-i Âdem kurduğu gibi tarîkat kervanına rehberlik eden de odur.105
Bu şekilde bütün bir İslâm tarih tecrübesini tasavvufa bağlayan Sinan
Paşa, Yûnus Emre’nin tasavvuf hâl içinde hâl, makam içinde makamdır
mısraını aktüel kılan bir tavır sergiler. Vaziyet en güzel ifadesini “hangi mezheb ki garazına muvafık olur, mezhebin odur ve hangi meşreb
ki mizacına hoş gelir, meşrebin odur” sözünde bulur. Bazen ârif olur,
bazen de zâhid kisvesine bürünerek onların hâllerini şerh eder. İbn Sînâ
gibi zâhid, âbid ve ârifi karşılaştırır. İbadet ederek cenneti isteyen zâhidi
bir taraftan mahkûm eder, bir taraftan da zühdü idealize eder. Öte yandan Dedem Korkud’da olduğu gibi dîdârla yetinen, cennetten ve hûrîden
100
101
102
103
104
105
Ma‘ârif-nâme, s. 140, 478, 324; Tazarru‘-nâme, s. 493-494, 496.
Ma‘ârif-nâme, s. 60.
Gazzâlî, el-Munkızu mine’d-Dalâl, s. 20.
Keykâvûs, Kabusnâme, s. 241.
Tazarru‘-nâme, s. 157, 394.
a. g. e., s. 283, 659, 589, 626; Ma‘ârif-nâme, s. 64, 10, 32, 19; Tezkiretü’l-Evliyâ,
s. 148-149.
254 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
geçen, hâliyle her baktığını cennet eyleyen ârifi öne çıkarır. İbnü’l-Arabî’nin ağzıyla cenneti visâl, cehennemi de firaktan ibaret görür. Aslolanın cemâl olduğunu günün hâdisesi hâline getirir. Cennet, hûrî ve köşkler
O’nun cemâli olmadıktan sonra hiçbir şey etmez diyerek Yûnus Emre’yi
de hatırlatan Sinan Paşa, burada zâhid ve âbidden çok ârife vurgu yapan
cephesiyle İbn Sînâ’yı tazeler gibidir.106
Ârifi idealize eden cephesiyle Şeyhu’r-Reis’in açtığı vadide yol alan
Paşa, diğer taraftan filozofla arasına mesafe koyar. Çünkü hikmet kitaplarda yazılan değil, gönül levhasında kudret eliyle kazılandır. İbn Sînâ
ile Fârâbî’yi hakîm sanmak ve onların sözlerinin dış örgülerinden anlaşılana inanmak doğru değildir; zira onlar gönül kitabından okumadıkları
ve hikmet mucibince amel kılmadıkları için hikmet onların dilinde kuru
bir addır. Bu şekilde Paşa hem Fârâbî ile İbn Sînâ’nın şahsında filozofların gönül eri olmadıklarına dikkat çeker; hem de akılla gönül arasındaki
irtibatı tabiî bir teşekkül hâline koyar. Buna göre akıl gönlün bir vezir-i
kâmilidir. Sır gözünün görmesi biliş, baş gözünün görmesi ise görüştür.
Gönül gözü eğer görür olursa, ona her ne varsa görünür olur. Onun âşıklar daimî olarak namazdadır diyen Yûnus’le aynı dili terennüm ettiğini
gösteren bir başka ifade ise şudur: Yol gösterici namaz beş vakittir. Daima namazda olan aşk ehli ise aklı delil kabul eden filozofların aksine
aşkın emirlerine uygun davranır. Hakikate kılavuz olmak üzere aşka tabi
olur. “Kendi vücuduna bîgânelik” olan aşk ne giyse yaraşan bir gelindir. Bu yolda melâmetsiz yürünmeyeceğine göre aşk melâmetle tamam
olur.107
106 Tazarru‘-nâme, s. 235, 237, 419, 385, 411, 408, 489; Ma‘ârif-nâme, s. 112, 66, 80,
122.
107 Tazarru‘-nâme, s. 190, 419, 56, 137, 62, 136, 429, 505, 560, 556; Ma‘ârif-nâme, s.
322, 190, 60.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 255
Kaynakça
Ahmed Midhat, Fazıl ve Feylesof Kızım Fatma Aliye’ye Mektuplar, haz. F.S.
İnceoğlu-Z.S. Berktaş, İstanbul 2011.
Alâeddîn et-Tûsî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Rızâ Saâde, Beyrut 1983.
Ankaravî, İsmail Rüsûhî, Şerhu’l-Mesnevî, İstanbul 1289.
______, Zübdetü’l-Fuhûs fî Nakş el-Fusûs, İstanbul 1328.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara 2012.
Âşık Paşa-zâde, Âşık Paşa-zâde Tarihi, haz. K. Yavuz-M. A.Y. Saraç, İst. 2003.
Birgivî, Muhammed b. Pîr Ali, Sîretü’r-Resûl ev et-Tarîkatü’l-Muhammediyye,
[y.y.] 1414.
______, Risâle-i Birgivî, İstanbul 1218.
Bursevî, Şerhu’l-Muhammediyye: Ferahu’r-Rûh, İstanbul 1257.
______, Şerhü’l-Mesnevî, İstanbul Matbaa-i Âmire 1287.
Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, Kâhire 1325.
Damad-ı Gelenbevî Seyyîd Mehmed Şükri, Tuhfetü’l-fevâid alâ Cevâhiri’l-Akâid, İstanbul 1328.
Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, çev. M. Erşen, İstanbul 2013.
Devvânî, Celalüddîn, Celal: Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, İstanbul 1290.
Evliyâ Çelebi Seyâhatnâmesi, haz heyet, İstanbul 1996.
Fârâbî, Duâ‘un Azîmun li Ebî Nasr el-Fârâbî, Kitâbu’l-Mille ve Nusûsun Uhrâ
içinde, thk. Muhsin Mehdi, Beyrut 1991.
______, Makalât el-Refî fî Usûl-i İlm el-Tabîi (Tabiat İlminin Kökleri Hakkında Yüksek Makaleler), çev. Necati Lugal-Aydın Sayılı, Fârâbî içinde,
haz. H. G. Topdemir, İstanbul 2009
Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, thk. Süleyman Dünya, Kahire 1972.
______, el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd, nşr. İ. A. Çubukçu- H. Atay, Ankara 1962.
______, el-Munkızu mine’d-Dalâl, Mısır 1891.
______, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Kâhire 1967/1387.
______, Kânûnü’t-Te’vîl, Kâhire 1359/1940.
______, Meâricü’l-Kuds fî Medârici Marifeti’n-Nefs, Beyrut 1988.
Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, Kitâbü’t-Târih-i Künhü’l-Ahbâr, haz. Ahmet
Uğur vd., Kayseri 1997, 1/ıı.
______, Mevâ‘ıdü’n-Nefâis fî-Kavâ‘ıdi’l-Mecâlis, haz. M. Şeker, Ankara TTK
1997.
256 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
______, Nasîhatü’s-Selâtîn, Mustafa Âlî’s Counsel for Sultâns of 1581 içinde,
haz. Andreas Tietze, Wien 1979.
Hâdimî, Berîkatü Mahmûdiyye fî Şerhi Tarîkati Muhammediyye ve Şeriati Nebeviyye fi Sîreti Ahmediyye, İstanbul 1318.
Hallâc-ı Mansûr, Ahbârü’l-Hallâc: Akhbar al-Hallaj, nşr. Louis Massignon-Paul Kraus, Paris 1936.
Hayâlî, Hâşiye alâ Şerhi’l-Akâidi’n-Nesefi, İstanbul 1279.
Heidegger, Martin, Hümanizm Üzerine, çev. Y. Örnek, Ankara 2013.
Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi, çev. T. Mengüşoğlu, İstanbul 2007.
Herevî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, tsh. Abdülhay Habîbî Kandehârî, Kâbil 1962.
Hırzu’l-Mülûk, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar içinde, haz. Y. Yücel, Ankara TTK 1988.
Hoca Sa‘deddîn Efendi, Tâcü’t-Tevârih, İstanbul 1279.
Hoca-zâde, Tehâfütü’l-Felasife, Mısır 1302.
Hulvî, Cemâleddin Mahmûd, Câm-ı Dil-Nüvâz, haz. S. Okumuş, İst.2012.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, Dârü’l-Maârif 1964.
______, el-Keşf an-Menâhici’l-Edille, thk. Muhammed Âbid el-Câbirî, Beyrut
1998.
İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, thk. Süleyman Dünya, Kâhire 1960.
Kâtip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, Dersaâdet 1310.
______, Mîzânü’l-Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk, Kavânîn-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmîn-i Defter-i Dîvân içinde, Müezzin-zâde Manisalı Ayn Ali
Efendi, İstanbul 1280.
______, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, thk. M. al-Arnaout-S. S. Salih,
İstanbul 2010.
Kelâbâzî, et-Taarruf, haz. S. Uludağ, İstanbul 1992.
Kemâl Paşa-zâde, Hâşiye ‘alâ Tehâfüt al-Falâsia, çev. A. Arslan, Ankara 1987.
______, er-Risâletü’l-Münîre, İstanbul 1308.
______, Fî Beyâni’l-Vücûd, Resâil-i İbn Kemâl I içinde, nşr. Ahmed Cevdet,
Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye 1316.
Keykâvûs, Kabusnâme, çev. Mercimek Ahmed [İlyasoğlu], haz. Orhan Şaik
Gökyay, İstanbul 2007.
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, trc. S. Uludağ, İstanbul 1981.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr. B. Topaloğlu-M. Aruçî, Ankara 2003.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 257
Neşrî, Cihânnümâ, haz. N. Öztürk, İstanbul 2008.
Niyazî-i Mısrî, Niyazî-i Mısrî’nin Hatıraları, haz. H. Çeçen, İstanbul Dergâh
Yayınları 2006.
Osman Kilîsî Uryânî, Hayrü’l-Kalâid Şerhi Cevâhiri’l-Akâid, İstanbul 1884.
Ramazan b. Muhammed el-Hanefî, Şerhu alâ Şerhi’l-Akâid, İstanbul [t.y.].
Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, haz. Mertol Tulum, İstanbul 2014.
______, Ma‘ârif-nâme, haz. Mertol Tulum, Ankara 2013.
______, Tezkiretü’l-Evliyâ, haz. Emine Gürsoy-Naskali, Ankara 1987.
Sülemî, Tabakâtü's-Sûfîyye, thk. Nûreddin Şüreybe, Kahire 1953.
Şeker, Fatih M., Osmanlı Entelektüel Geleneği, İstanbul Dergâh Yay. 2013.
______, Türk Entelektüel Tarihinin Teşekkül Devri, İstanbul Dergâh Yay.2013.
______, Türk Dikkati, İstanbul Dergâh Yayınları 2016.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Dersleri, haz. A. Uçman, İstanbul Dergâh
Yayınları 2013.
______, Yaşadığım Gibi, haz. Birol Emil, İstanbul Dergâh Yayınları 1996.
Taşköprî-zâde Ahmed Efendi, Mevzûâtü’l-Ulûm, çev. Kemâleddin Mehmed
Efendi, Dersaâdet 1313.
______, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmaniyye, thk. A.
S. Furat, İstanbul 1405/1985.
Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd, Beyrut 1998.
Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, çev. Reşid Rahmetî Arat, Ankara TTK 2003
258 Doç. Dr. Fatih M. Şeker
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 259
Sivrihisar’dan Saraya Uzanan Hayat:
Vezir-i Azam Sinan Paşa
Doç. Dr. Mehmet Topal
Anadolu Üniv.
Giriş
Bu çalışmada bilgin, düşünür ve sanat adamı hüviyetiyle bilinen, eski
Türk edebiyatının en büyük söz ustası ve en kudretli nesir sanatkârı kabul edilen, eserlerinde kullandığı dil ve üslup halefleri tarafından taklit dahi edilememiş olan1 Sinan Paşa’nın farklı bir yönü ele alınacaktır.
Yaptığı çalışmalarla Ali Kuşçu dahil olmak üzere devrinin alimlerini ve
sultanın dikkatini çeken Sinan Paşa, kısa süreli de olsa devlet adamlığı
vazifeleri ile taltif olunmuş ve diğer sahalarda kazandığı şöhretin tecrübelerini yönetim alanına taşıması arzulanmıştır. Çalışmamızda Paşa’nın
hayat hikayesi ve ardından devlet katındaki durumu değerlendirilecektir.
Sinan Paşa’yı ve emsallerini yetiştiren medeniyetin öncüleri olan
Kayı oğulları, daha Osman Bey’den başlayarak, arka arkaya gürbüz dimağlar meydana getirmişlerdir. Devletin inkırazına kadar devam eden bu
deha zincirinde Fatih’in ayrı bir yeri vardır. O bu zincirde belki de zirve
olmuştur. Altı yaşında Amasya sancak beyliğine, sekiz yaşında Manisa
sancak beyliğine gönderilişi onu istikbalin büyük sorumluluklarına hazırlayan birer okul olmuştur.2
1
2
Mertol Tulum, Yakarışlar Kitabı (Tazarruʻnâme), TDV, Ankara 2011, s. 9.
II. Mehmed Osmanlı sultanları arasında ilim ve marifeti, fen ve sanatı himaye etmekle öne çıkmış bir şahsiyettir. İstanbul’u fethettiğinde burayı ilim merkezine
yapmak için mümkün olan her şeyi sarfetmiş, ulema ve sanat erbabını toplamak
260 Doç. Dr. Mehmet Topal
Şehzade Mehmet’in eğitimi ile dönemin en ünlü alimleri özellikle
Akşemseddîn ve Sinan Paşa’nın da hocalığını yapan Molla Gürâni hazretleri ilgilenmiştir. Asaletine, benliğine kabiliyetlerine Akşemseddîn’in
şefkatli elleriyle, cemal sıfatıyla kavuşan Fatih, Molla Gürâni’nin celal
sıfatında terbiye edilmiş, olgunluk yıllarında da Sinan Paşa’nın dostluk
ve hocalığına mazhar olmuştur.
Tam adı Sinaneddin Yusuf bin Hızır Bey bin Kadı Celaleddin Arif’tir.
Annesi Molla Yegan’ın kızı, babası ise II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed
devri alimlerinden Hızır Bey’dir.3 Hızır Bey için Aşıkpaşa-zade, “Nasreddîn Hoca’nın kerîme-zâdesi ve Sivrihisar Kadısı Molla Celaleddin’in
mahdumudur. Kasiru’l-kame olmakla kendisine ilim dağarcığı denilmiştir.” ifadelerini kullanır.4 Hızır Bey’in üç oğlu vardı: Birincisi Bursa
Kadısı Yakup Paşa, ikincisi Müftü Ahmet Paşa, üçüncüsü ise Sinan Paşa’dır.5 1441’de Sivrihisar’da dünyaya gelen Sinan Paşa’nın doğum yeri
için kaynaklarda Bursa da zikredilmiş, doğum tarihi için ise 841 (1438)
ve 844 (1440) tarihleri rivayet olunmuştur.6 Kendi eseri Tazarruât’ın matbu nüshasının takdim yazısında bu konuya şu şekilde işaret edilmektedir:
“Velâdeti 841 senesi Receb’inin on altısında (13 Ocak 1438), vefâtı 891
Safer’inin yirmi dördüncü günü (1 Mart 1486) akşamındadır.”7 Sinan
3
4
5
6
7
için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamıştır. Vakfiyesinde bahsedildiği gibi “Hane-i ilmi
tamir meşâilini tenvir, sâhasını tathir, finâsını safabahş ve dilpezîr” etmek için sarf-ı
himmet eylemiştir. Bkz. Mustafa Runyun-Osman Keskioğlu, Fatih Devrinde İlim
ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, Diyanet İşleri Reisliği Yay., Ankara 1953, s. 3.
Hızır Bey Eskişehir’e bağlı Sivrihisar kazasında doğdu. (810/1407) Babası Sivrihisar Kadısı olan Celaleddin Efendi’dir. Öğrenim hayatını ikmal ettikten sonra Sivrihisar’daki bir medresede müderris olarak göreve başladı. Taşköprizâde onun 837’de
(1433) burada kadı olarak bulunduğunu belirtir. Hızır Bey asıl şöhretini II. Mehmed’le
tanıştıktan sonra kazanır. Rivayet göre Hızır Bey, Edirne’de II. Mehmed’in huzurunda
yapılan ilmi toplantılardan birinde Mısır veya Suriye’den gelen bir Arap alimiyle giriştiği tartışmada üstünlük sağlayınca padişahın dikkatini çekmiş, sırtındaki kürkünü
çıkarıp kendisine giydirmiş ve onu Bursa’daki Çelebi Mehmed Medresesi’ne 50 akçe
ile müderris tayin etmiştir. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra Hızır Bey’i yeni başşehre kadı olarak tayin etmiştir. Kadıköy semtine bu adın verilmesi, bölgenin kendisine
arpalık olarak tahsis edilmesiyle alakalıdır. Bkz. M. Said Yazıcıoğlu, “Hızır Bey”,
TDVİA (T..Diyanet Vakfı İslam Ans.), C. 17, İstanbul 1998, s. 413-414.
Aşıkpaşa-zâde, Tevârih-i âl-i Osman’dan Aşıkpaşa-zâde Târihi, Matbaa-i Amire,
İstanbul 1332, s. 203.
Mustafa Runyun-Osman Keskioğlu, a.g.e., s. 17.
İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 1, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2011, s. 224, 431.
Tazarruât-ı Sinan Paşa, Matbaa-i Ebu’z-Ziya, Kostantiniyye 1305, s. 8.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 261
Paşa, ilk tahsiline Bursa’da babasından ders alarak başlamıştır. Hocaları
arasında Molla Yegan, Molla Hüsrev, Molla Fenarî, Molla Gürânî ve Hoca-zâde Muslihiddin Mustafa gibi devrin büyük alimleri vardır. Ayasofya
Medresesi’nde ders veren Ali Kuşcu’dan, talebesi Molla Lutfî vasıtasıyla
astronomi ve matematik konularında yararlanarak bu alandaki bilgisini
de tahkim etmiştir.8
Keskin bir zekaya güçlü bir kavrayışa ve derin bir anlayışa sahip
olan Sinan Paşa 15. yüzyılın en büyük alimlerinden, felsefecilerinden
ve edebiyatçılarından birisidir. Yaşadığı devre damgasını vuran paşa, kaleme aldığı “Tazarruʿ-nâme”si ile adeta Türk nesrinin azametini tecelli
ettirmiştir.9 Hayatı boyunca Türkçe ve Arapça pek çok eser kaleme alan
paşa, eserlerinin pek çoğunu Edirne‘deki ikinci müderrisliği sırasında
telif etmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra babası, Fatih tarafından Bursa’dan getirtilerek İstanbul’un ilk kadısı yapılmıştır. Bu sırada henüz 16 yaşlarında10
olan Sinaneddin Yusuf kısa sürede ilim meclislerine dahil olmuş, ancak
babasının ölümü üzerine (1459) daha yirmi yaşında iken önce Edirne’de
bir medreseye, daha sonra Darü’l-hadise müderris tayin edilmiştir.11 Sinan Paşa yukarıda da ifade edildiği üzere eski edebiyatımızın nesirde en
nefis örneklerini ihtiva eden “Tazarruʿ-nâme”12 adlı eseri ile kendi vadisinde eşsiz olan bir alimdir. Felsefe alanında da dikkatleri üzerine çeken
Sinan Paşa babasıyla bir yemek esnasında ilginç bir tartışma yaşamıştır.
Babasının “Sen bu işi o dereceye vardırdın ki, nerede ise şu sahanın ba8
Osmanlı medreselerinin, Haşiye-i Tecrîd Medreseleri adı verilen ilk kısmında hisap
ve eşkâl-i tesis denilen hendese yani geometri ile kozmografya okutuluyordu; Ali
Kuşçu İstanbul’a geldiği zaman bu medrese derslerinden başka ayrı bir kurs açarak
riyaziye okutmuştu. İşte Sinan paşa da Riyaziye öğrenmesi için bu kurslara öğrencisi Tokatlı Molla Lütfi’yi göndermiş ve o da öğrendiklerini hocası Sinan Paşa’ya
öğretmiştir. Bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. II, TTK (Türk Tarih Kurumu) Yay., Ankara 1983, s. 595-596; Mustafa Runyun-Osman Keskioğlu,
a.g.e., s. 17; Tazarruât-ı Sinan Paşa, Matbaa-i Ebu’z-Ziya, Kostantiniyye 1305, s. 5
9 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, a.g.e., s. 592.
10 İsmail Hami Danişmend, a.g.e., s. 298.
11 Salim Aydüz, “Sinan Paşa”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi,
C. II, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2008, s. 542.
12 Tazarruʿ-nâme’nin çok bilinen ve okunan bir eser olduğu nüshalarının bolluğundan
anlaşılmaktadır. Yazılış tarihi bilinmemekle birlikte, Sinan Paşa’nın Türkçe eserlerini
II. Bayezid döneminde kaleme aldığı dikkate alınırsa 1481’den evvel bir tarihte yazılmadığı söylenilebilir. Bkz. Mertol Tulum, Yakarışlar Kitabı (Tazarruʻnâme), s. 39.
262 Doç. Dr. Mehmet Topal
kırdan olduğunda bile şüphe edeceksin” demesi üzerine: “Olur a; çünkü,
hisler insanı aldatabilir” demiştir.13
Fatih’in İstanbul’u bir ilim merkezi haline getirme ve devrinin temayüz etmiş alimlerini buraya toplama siyasetinin neticesi olarak, padişah
hocası unvanıyla İstanbul’a getirtilerek Sahn-ı seman14 müderrisliğine
nasb olunmuştur.15 Fatih’in ilim adamlarını, ehl-i hiref denilen sanat erbabını ve zanaatkarları niçin bu kadar önemsediğini anlamak için çok
kısa bir süre içinde mamur hale getirdiği İstanbul’a bakmak yeterlidir.
Hem maddi hem de manevi sahada mimar olan sultan, Avni mahlasıyla
yazdığı şiirinde:
“Hüner bir şehir bünyâd eylemektir.
Reâya kalbin âbad eylemektir.”
derken askeri fetihlerden ziyade şehirleri imar etmenin ve insanların
kalplerini kazanmanın, dimağlarını takviye etmenin ne kadar mühim olduğunu vurgulamıştır. Fatih’ten büyük saygı gören Sinaneddin Yusuf bu
tayinden sonra onun huzurunda yapılan bütün ilmî münazaralara katılmıştır. Hoca Sadeddin de eserinde münazaracı yönünü ve zekasını tavsif
ederken, “zihn ü zekâda bî bedel fehm ü firâsette darb-ı mesel idi” ifadesini kullanmıştır.16
Sinan Paşa’nın Devlet Adamlığı
Padişah ile yakınlığının artması sonucunda devlet işlerinde de temayüz etmesi ve tecrübelerinden faydalanılması adına kendisine vezirlik
rütbesi verilmiş ve bundan sonra Hoca Paşa ya da Sinan Paşa unvanıyla anılmıştır.17 Şakayik tercümesindeki “Padişah hazretleri Sinan Paşa’yı 875 hicri (1470) senesinde vezir edinip cumhûr-ı umûr-ı saltanatta
ânınla istişâre eyledi” kaydı vezâretine işaret etmektedir. Bu kayda göre
13 Tazarruât-ı Sinan Paşa, s. 5; Mustafa Runyun-Osman Keskioğlu, a.g.e., s. 17.
14 II. Mehmed’in inşa ettirdiği medreseler olup, dini ve sosyal konularda yüksek eğitim vermek üzere sekiz medreseden oluştuğu için bu ad verilmiştir. Bkz. Fehmi
Yılmaz, Osmanlı Tarih Sözlüğü, Gökkubbe Yay., İstanbul 2010, s. 561.
15 Orhan Keskin, Bütün Yönleriyle Sivrihisar, Eskişehir 2001, s. 294.
16 Yılmaz, Ömer, “Sufi-Alim, Edip-Devlet Adamı Sinan Paşa’da Tasavvuf Ve Ahlak”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması 26-28 Mayıs
2014, Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yay., Eskişehir 2013, s. 284.
17 Salim Aydüz, a.g.m., s. 542. Vezaretle taltifi 1470 yılına tekabül etmektedir. Bkz.
Mustafa Runyun-Osman Keskioğlu, a.g.e., s. 17.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 263
1470 yılında vezir olan Sinan Paşa’ya vezir-i azamlık görevi 1474 yılında
verilmiş görünmektedir. Lakin durumun böyle olmadığı Topkapı Sarayı
Arşivi’nde merhum İsmail Hakkı Uzunçarşılı hocamızın bulduğu vesika ile anlaşılmaktadır. Yani Mahmut Paşa’nın ikinci defa vezir-i azamlık makamından azlinden sonra 1473 yılında Gedik Ahmed Paşa vezir-i
azam olmuş ve onun 1476’da azlinden sonra da Sinan Paşa vezir-i azam
tayin edilmiştir. 1477’de ise Sinan Paşa görevden alınarak yerine Nişancı
Karamani Mehmed Paşa atanmıştır. Dolayısı ile Sinan Paşa’nın selefi
Gedik Ahmed Paşa, halefi ise Nişancı Karamani Mehmed Paşa’dır.18
Topkapı Sarayı Arşivi’nde 8164 numara ile kayıtlı bulunan vesikanın19 yeni harflere çevirilmiş halinde şu ifadeler yer almaktadır:
“Âlî-cenâblarına devlet duâsın taze ve muattar kılmaktan sonra hazret-i
âliye lâ-zâle âliyen, ilâm-ı re’y-i münîr olunan oldur kim şimdiki hâlde Sinan
Paşa azl olunup, yerine Nişancı Çelebi’yi Paşa ittiler ve nişancılığını Mağnisa Çelebisi dirler yine Nişancı Çelebi’nin güveyisi imiş âna verdiler”20.
İşkodra seferine gitmek istemeyen Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’nın
yukarıda da ifade edildiği üzere azledilip Rumeli Hisarı’na haps edilmesi
üzerine sadaret makamına getirilen Sinan Paşa’nın bu görevi çok uzun
sürmemiştir.21 Aynı yıl içinde azledilmiş ve bazı siyasi entrikalar yüzünden hapse atılmıştır. Ulemanın Fatih’e “ya onu serbest bırakırsın yahut
biz kitaplarımızı toplayıp bu memleketi terk ederiz” şeklindeki sert tehdidi üzerine hapisten çıkartılarak müderris ve kadı sıfatıyla Sivrihisar’a
gönderilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Ancak yola çıktığı sırada
ardından “delilere benzer tedbir alınması” için bir tabip gönderilerek
günde elli sopa vurdurularak tahkir olunmuştur.22 Latîfî’nin Tezkire’sin18 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Hızır Bey Oğlu Sinan Paşa’nın Vezir-i Azamlığına Dair
Çok Kıymetli Bir Vesika”, Belleten, TTK, XXVII (1963), s. 37-44
19 Bkz. Ek1
20 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Hızır Bey Oğlu Sinan Paşa’nın Vezir-i Azamlığına Dair
Çok Kıymetli Bir Vesika”, s. 39.
21 Tazarruʿ-nâme’nin matbu nüshasının takdim kısmında bu konuya şu şekilde işaret ediliyor: “Padişah-ı irfan-penâh hazretleri musahib ve müderrisinin ibrâz ettiği
meâsir-i kemâlattan bi’t-tab’ mahzûz olmalarıyla, müşarun-ileyhi vezâret-i uzmâ
mesnediyle tebcîl itmekle beraber, musâhiblik nâmını müsteşâr-ı sultânî unvânına
tahvil buyurdular. Bu taltif ve tevcih 879 sene-i hicriyyesinde (1474-1475) vâki
olmuş idi. Bir sene sonra her neden dolayı ise azl ve haps ile dûçâr-ı nekâl oldu.”
Bkz. Tazarruât-ı Sinan Paşa, Matbaa-i Ebu’z-Ziya, Kostantiniyye 1305, s. 6.
22 Müverrih Âlî, Fatih Sultan Mehmed’in, hocası Sinan Paşa hakkındaki fena mua-
264 Doç. Dr. Mehmet Topal
de belirtilen “Vizr-i vezaretten kaçup ve riyaseti siyaset bilüp ve aʻraz-ı
dünyadan külliyen iʻrâz idüp” ifadeleri ise vezaretten kendi arzusu ile
çekildiğine işaret etmektedir. Maarifname isimli eserindeki sitemler dikkate alındığında, Sinan Paşa’nın gözden düşmesinde, düşmanlarının ve
onu çekemeyenlerin dahli olduğu anlaşılmaktadır.23
Görevden hangi gerekçe ile alındığı meselesinde olduğu gibi, Sivrihisar’a nasıl gönderildiği konusunda da farklı bilgiler vardır. Sinan Paşa
ile Fatih arasında cereyan eden bu olayları yakından takip eden İznikli
alimlerden Molla Hüsameddin’in, Sultan’a mektup yazarak Sinan Paşa’ya reva görülen kötü muamelenin derhal kaldırılmasını, aksi taktirde
Osmanlı ülkesini terk edeceğini ifade etmesi üzerine Sinan Paşa’nın Sivrihisar’a gönderildiği ve Fatih’in vefatına kadar beş sene orada kaldığı
rivayeti de mevcuttur. Sinan Paşa’nın azlinden sonra yakın çevresi de
görevlerinden uzaklaştırılmış ve İstanbul dışına sürgün edilmiştir. Fatih’in hafızu’l-kütübü aynı zamanda kendisinin de talebesi Molla Lutfi
de görevinden ayrılarak Sivrihisar’a gitmiştir.24 Sivrihisar yıllarında gelir
temini için özel bir hamam yaptıran Sinan Paşa’nın bu mülkü zamanla
harap olmuş, 1970 yılında merhum Sivrihisar noteri İhsan Biçerli tarafından aslına sadık kalmak suretiyle restore ettirilmiştir.25
Sinan Paşa, II. Bayezid’in tahta geçmesinden (1481) sonra affedilmiş
ve vezirlik rütbesi geri verilerek yüz akça yevmiye ile tekrar Edirne Daru’l-hadisine müderris tayin edilmiştir. Kendi arzusu ile emekliye ayrılan
Sinan Paşa’nın bir yıl sonra tekrar devlet görevine davet olunup, Gelibolu
Sancağı’nın tevcih olunduğu anlaşılmaktadır. Üç yıl kadar da bu hizmette bulunan Sinan Paşa, görev mahallinin imar faaliyetleri için çaba sarf
etmiştir.26 Cihannümâ müellifi Mevlânâ Mehmed Neşrî Sinan Paşa için
“Vezirlikten azl olıcak yine müderris olup ilme meşgûl oldı. Ânun âsâru
heman ilmdür” diyerek emsalleri gibi hayır eserleri bırakmadığını yegane
23
24
25
26
melesini kaydettikten sonra bu muamelenin, padişahın kemâl-i televvününe yani
kararsız ve değişken tabiatlı olduğuna delalet ettiğini kaydetmektedir. Bu durumu
Şakâik-i Nuʻmâniyye ve diğer tarihi kayıtlar doğrulamaktadır. Bkz. İsmail Hakkı
Uzunçarşılı, a.g.e., s. 525.
Orhan Keskin, a.g.e., s. 295.
Salim Aydüz, a.g.m., s. 542-543.
Hamam, biri soğukluk biri kurnalı ve gömme küvetli, iki kubbeli mekanla, sıcak su
haznesi üzerinde tonozdan müteşekkildir. Bkz. Orhan Keskin, a.g.e., s. 295.
Tazarruât-ı Sinan Paşa, s. 8.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 265
mirasının ilim olduğunu vurgulamıştır.27 Fakat yukarıda gösterildiği üzere
Sivrihisar’da, İstanbul’da28 ve Edirne’de vakıfları olduğu bilinmektedir.
Hayatının bundan sonraki dönemini ders verme ve eser yazma konularına ayırmıştır. Son yıllarını İstanbul’da geçiren Sinan Paşa’nın 891
(1486) yılı Safer ayının 24. günü vefat ettiği ittifakla kabul edilmiştir.
Kabri Ebu Eyyube’l-Ensari’nin mezarı civarında olup, yakın zamanda
bulunan mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:
İbnü’l mevlâ el-fâzılu’l-allâme Sinan Paşa
İbnü’l-mevlâ efdalü’l-fudalâ fi’l ulûm
Hızır Bey Çelebi eş-şehîr bi-üstâd-ı Rûm.
Sinan Paşa’nın Fatih devri kazaskerlerinden Molla Mehmed’in kızkardeşi ile evlenmiş olduğu, Mehmed ve Ahmed Çelebi adlarında oğullarının bulunduğu, Mehmed Çelebi’nin Mahmud Paşa medresesinde
müderrislik yaptıktan sonra bazı kadılıklarda bulunup genç yaşta öldüğü
bilinmektedir.29
Yukarıda da ifade edildiği üzere Sinan Paşa bir yıldan az bir süre
sadaret mevkiinde kalmış, lakin vezirlik payesini ilmiye mensubu iken
taşımaya başlamış, azl ve sürgün yıllarının ardından II. Bayezid döneminde yine ilimle meşgul olmasına rağmen vezaret rütbesi ile ödüllendirilmiştir. Bu durum II. Bayezid’in şehzadelik yıllarından itibaren Sinan
Paşa ile yakın olmasının bir sonucudur.30
Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfından temayüz eden ve devlet adamı
vasfını taşıyan şahısların sayısı çok sınırlıdır. Paye olarak ilmiye mensuplarına vezirlik verilebilmekte fakat fiilen vezirlik yapmamaktaydılar.
Tarihi veriler dikkate alındığında ilmiye sınıfına göre çok farklı bir eğitim ve tecrübe anlayışıyla devlet hizmetine hazırlanan ricalin daha başarılı bir performans sergiledikleri aşikardır. Dolayısıyla fiilen görev yapan
veya dolaylı olarak devlet işlerine müdahil olan ilmiye mensuplarının
çoğu kere karışıklıklara sebep oldukları bilinmektedir. Mesela II. Mustafa’nın Şeyhulislamı Feyzullah Efendi alanının dışına taşarak bürokraside
27 Mevlânâ Mehmed Neşrî, Cihannümâ, (Haz. Necdet Öztürk), Çamlıca Yay., İstanbul 2008, s. 387.
28 Bkz. Ek3.
29 Hasibe Mazıoğlu, “ Sinan Paşa”, İ.A. (İslam Ansiklopedisi), C. 10, MEB Yay., s.
667
30 Mertol Tulum, a.g.e., s. 22-23.
266 Doç. Dr. Mehmet Topal
cereyan eden atamalarda sultana tesir etmiş, isteyerek ya da istemeyerek
Edirne Vakası gibi bir felaketin hazırlayıcısı olmuştur. Keza II. Osman
devrinde Şeyhulislam Esad Efendi’nin padişahla sıhriyeti ve daha sonra
devlet işlerine müdahalesi kötü bir manzara ortaya çıkarmıştır.
Hassas ve kırılgan bir mizaca sahip olduğu anlaşılan Sinan Paşa’nın
kısacık devlet görevinde, kendisinin imzasını taşıyan kayda değer bir gelişme yaşanmaması ilmî meziyetleriyle devlet adamlığı maharetinin aynı
ayarda olmadığını göstermekte ve yukarıda belirttiğimiz mukayeseyi
doğrulamaktadır. Fakat bu kadar kısa sürede tasfiye olunması kendi ifadelerine bakılırsa işinden ziyade genç yaşta elde ettiği şöhreti çekemeyen
hasımlarının marifeti olarak görünmektedir. Paşa Maarifnamesi’nde bu
durumu şöyle izah etmektedir; “Padişaha lazımdır ki menʻ eyleye hizmetinden ashab-ı şürûru ve kamʻ eyleye memleketinden erbâb-ı fücûru.
Müfsidler sözüne asla kulak urup ısga etmemek gerek ve müzevir olan,
veziri dahi olursa yanından gidermek gerek. Erbâb-ı garazdan kaçmak
gerek, tut ki yılandan kaçar ve sözlerini şöyle işitmemek gerek, tut ki
semm içer... Bir kişiyi vezîr edince sözünü dinlemek gerek ve eğer vezîre
inanmazsa vezir edinmemek gerek. Vezire hüsn-i itikad etmek gerek ve
vezirin sözüne itimad etmek gerek.” 31
Sinan Paşa bu sözleriyle, “Padişah kötü kimseleri hizmetinden uzak
tutmalı ve ortalık karıştırıcıları memleketinden sürüp çıkarmalıdır. Arabozucuların sözüne asla kulak verip dinlememeli ve söz getirip götüren
kimse veziri de olsa yanından uzaklaştırmalıdır. Kötü niyetli kimselerden kaçmak gerek, yılandan kaçar gibi ve sözlerini sanki zehir içeçekmiş
gibi işitmemek gerek... Bir kişiyi vezir yapınca sözünü dinlemek gerek,
eğer vezire inanmazsa onu vezir edinmemek gerek” demiştir.
Sinan Paşa’nın bu sözleri Sultan Dördüncü Mehmed’in 15 Eylül 1656
tarihinde Köprülü Mehmed Paşa’yı sadrazamlığa getirirken tecrübeli ve
yaşlı vezirin öne sürdüğü şartları akla getirmektedir. Koca vezir, tarihi
tecrübeyi dikkate alarak hakkında bir şikayet olursa savunması alınmadan bir işlem yapılmamasını, sarayın devlet islerine karışmamasını ve
istediği atamaları yapabilme serbestisinin verilmesini şart koşarak görevi
kabul etmiştir.
31 Mertol Tulum, a.g.e., s. 19.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 267
Sonuç
Nihai olarak söylenilmesi gereken; Sinan Paşa Türk edebiyatının en
kudretli söz ustası ve nesir sanatkarı olmasına, devlet adamlığı meziyetlerini ve sultanla devlet adamlarının münasebetlerinin nasıl cereyan
etmesi gerektiğini düşünce olarak bilmesine rağmen yeterli pratiğe ve
birikime sahip olmadığı için hasımları tarafından kolayca tasfiye edilmiştir. Hoca Sadeddin’in şu ifadeleri de gerçeğin bir başka yansımasıdır:
“Dervişliği gâlib ve dünya hubbi kalbinde sâlib idi. Muhibb-i meşâyih-i
kirâm ve kârı anlara ikrâm idi. Hususâ Şeyh Ebü’l- Vefâ Hazretlerine
mezîd-i i’tikâd ve irtibâtı var idi”32. Bu ifadeler, ilmiye sınıfına ve bir
tasavvuf ekolüne mensubiyeti bulunan Sinan Paşa’nın devlet görevi için
ideal bir aday olmadığını göstermektedir. Devlet adamlığına dair yapılan
değerlendirmeler ve yaşadıkları onun ilmî, edebî ve insanî hasletlerine
halel getirmemiş aksine kendi sahasına dönerek kalemiyle Türk kültürüne hayat vermesine vesile olmuştur. Osmanlı düşünce geleneğinde Molla
Fenari okuluna mensup olan Sinan Paşa felsefi kelam anlayışının temsilcisi olarak kabul edilir. Alimliği yanında zamanının meşhur edebiyatçılarından birisi olup nesirde çok başarılı olmuştur. Nitekim bu sahada en
güzel örneklerini verdiği secili ve süslü nesre “Sinan Paşa üslubu” adı
verilmiştir.33 Hoca Sadettin Efendi’nin de belirttiği üzere hayatının sonlarına doğru tasavvufa meyli artarak, Şeyh Vefâ’ya bağlanmıştır.34 Sinan
Paşa’nın hayatına dair verilerin ve eserlerinin günümüze aktarılmasında
şüphesiz en büyük pay Prof. Dr. Mertol Tulum hocamıza aittir. Sivrihisar’dan neşet edip sadece çağına değil tüm zamanlara hitap eden, alim,
sanatkar, mütefekkir ve devlet adamı Sinan Paşa’ya dair çalışmaların çoğalmasını ümit ve temenni ediyorum.
32 Ömer Yılmaz, a.g.m., s. 285.
33 Kamile Bentli, “ Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, Özlü Sözler Ve Öğütler Kitabı”, Celal
Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:12, Sayı:1, Mart 2014, s. 256.
34 Sinan Paşa aktif anlamda tasavvufla iştigal eden ve belli bir dergâhta şeyh-
lik görevinde bulunmuş bir zat değildir. Ancak sıkıntılı geçen gençlik dönemi ve fen bilimlerini tahsilden sonra aradığı iç huzuru bulamayınca Zeyniyye tarikatının Vefâiyye kolu kurucusu Şeyh Muslihiddin İbnü’l-Vefâ’ya
intisap etmiş sufi-alim meşrep bir kişiliğe sahiptir. Gerçi o dönem sadece
müellif değil, aralarında Molla Lütfi (ö. 1495), Balıkesirli Zâtî (ö. 1546),
Hattat Kasım, Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi (ö. 1526) gibi pek çok ilim
erbabının, devlet adamı ve sanatkârın Şeyh Vefâ’ya intisap ettiği bilinen
bir husustur. Bkz. Ömer Yımaz, a.g.m., s. 289.
268 Doç. Dr. Mehmet Topal
EK 1: Topkapı Sarayı Arşivi 8164 numarada kayıtlı vesika35
35 İ.H. Uzunçarşılı, “Hızır Bey Oğlu Sinan Paşa’nın Vezir-i Azamlığına Dair Çok
Kıymetli Bir Vesika”, Belleten, TTK, XXVII (1963), s. 44.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 269
EK 1: Topkapı Sarayı Arşivi 8164 numarada kayıtlı vesikanın transkripsiyonu.
“Âlî-cenâblarına devlet duâsın taze ve muattar kılmaktan sonra hazret-i âliye lâ-zâle âliyen, ilâm-ı re’y-i münîr olunan oldur kim şimdiki hâlde Sinan Paşa azl olunup, yerine Nişancı Çelebi’yi Paşa ittiler ve
nişancılığını Mağnisa Çelebisi dirler yine Nişancı Çelebi’nin güveyisi
imiş âna verdiler.Ve andan sonra Ömer Bey’e Semendire’yi verdiler. Mihaloğlu ma’zûl ve Mesih Bey’i kapuya gel dediler. Âvâze budur kim
paşalık verirler ya Beylerbeyilik derler. Ve ondan sonra Ayas Bey’e Arnavud’u verdiler.Faik Bey’e Niğbolu’yu verdiler. Kanguru Yiyen Süleyman Bey’e Mora’yı verdiler. Ve Rakkas Sinan Bey’e Silisti verdiler. Ve
Hasan Bey oğlu İsa Bey ma’zûl ve hundkâr dahi devletle saraya girmek
ister, iki kez sarayı süpürdüler. Âvâve dahi budur kim Edirne’de kışlar
derler. Ve Semendire tarafını Ömer Bey boynuna aldı. Kâfiri geçmeye
komaya. Ve Anadolu çerisinin hali gayet te mükedderdir. Edirne’de ve
ondan sonra Karaboğdan’a akın çağırıp Rakkas Sinan Bey’i gönderdiler.
Besarabya’ya varalar, yoldaşlık edeler ve hem Kazıklı Voyvoda’yı gelir
Besarabya üzerine derler. Ol sebepten akın bahane ettiler. Bâkî budur,
diyelim ömr-i müstedâm ve müstahkem bâd.
Bendeniz Yusuf
270 Doç. Dr. Mehmet Topal
EK 2:Tazarruât’ın Kütüphane-i Ebu’z-Ziya serisi altında yapılan baskısının takdim sayfası
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 271
EK 3: Sinan Paşa evkafından olup İstanbul Sirkeci’de bulunan Hocapaşa Hamamı36
36 Sirkeci Hocapaşa mahallesinde İbnikemal caddesiyle Hocapaşahamamı sokağının
birleştiği yerde bulunmaktadır. İçinde yer aldığı mahalle adını bu hamamdan veya
yakınındaki Hoca Üveys Mescidi’nden almış olabilir. Hamamın kitâbesi yoktur.
Fâtih vakfiyesinde Sultan II. Mehmed’in yaptırdığı hamamlar sayılırken, “Biri
dahi Sinan Paşa Hamamı demekle mâruftur” şeklinde kaydedildiğine göre bu eserin kurucusu Fâtih Sultan Mehmed’dir. Esasen vakfiyede Sinan Paşa Hamamı’na
bitişik olarak zikredilen dört dükkân da padişahın evkafındandır. Aynı belgede,
Sinan Paşa Hamamı yakınında günümüze ulaşan Hoca Üveys Mescidi’nin bulunduğuna da işaret edilmiştir; bu bilgi hamamın başka bir yapı olmadığı hususunda
şüphe bırakmaz. Hamam, Fâtih Sultan Mehmed dönemi ulemâsından Hoca Paşa
denilen Vezir Sinan Paşa adına olmakla beraber Fâtih Sultan Mehmed tarafından
kendi hayratına vakıf olarak yaptırılmıştır. Ekrem Hakkı Ayverdi ise hamamın
mülkiyeti hususunda kararsız görünmektedir. Bkz. Semavi Eyice, “Hoca Paşa Hamamı”, TDVİA, C. 18, İstanbul 1998, s. 193.
272 Doç. Dr. Mehmet Topal
Kaynakça
Aşıkpaşa-zâde, Tevârih-i âl-i Osman’dan Aşıkpaşa-zâde Târihi, Matbaa-i
Amire, İstanbul 1332.
AYDÜZ, Salim, “Sinan Paşa”, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, C. II, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2008.
BENTLİ, Kamile, “ Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, Özlü Sözler Ve Öğütler Kitabı”,
Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:12, Sayı:1, Mart
2014, ss. 256-259.
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 1, Doğu
Kütüphanesi, İstanbul 2011.
EYİCE, Semavi, “Hoca Paşa Hamamı”, TDVİA (Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi), C. 18, İstanbul 1998, ss. 193.
KESKİN, Orhan, Bütün Yönleriyle Sivrihisar, Eskişehir 2001.
MAZIOĞLU, Hasibe, “ Sinan Paşa”, İ.A. (İslam Ansiklopedisi), C. 10, MEB
Yay., ss. 666-670.
Mevlânâ Mehmed Neşrî, Cihannümâ, (Haz. Necdet Öztürk), Çamlıca Yay.,
İstanbul 2008.
RUNYUN, Mustafa - KESKİOĞLU, Osman, Fatih Devrinde İlim ve O Devirde Yetişen İlim Adamları, Diyanet İşleri Reisliği Yay., Ankara 1953.
Tazarruât-ı Sinan Paşa, Matbaa-i Ebu’z-Ziya, Kostantiniyye 1305.
TULUM, Mertol, Yakarışlar Kitabı (Tazarruʻnâme), TDV, Ankara 2011.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, “Hızır Bey Oğlu Sinan Paşa’nın Vezir-i
Azamlığına Dair Çok Kıymetli Bir Vesika”, Belleten, TTK, XXVII (1963), s. 37-44.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. II, TTK (Türk Tarih Kurumu) Yay., Ankara 1983.
YAZICIOĞLU, M. Said, “Hızır Bey”, TDVİA, C.17, İst. 1998, ss.413-414.
YILMAZ, Fehmi, Osmanlı Tarih Sözlüğü, Gökkubbe Yay., İstanbul 2010.
YILMAZ, Ömer, “Sufi-Alim, Edip-Devlet Adamı Sinan Paşa’da Tasavvuf
Ve Ahlak”. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması
26-28 Mayıs 2014, Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı Yay., Eskişehir
2013, ss.283-307.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 273
Son Yesevi Dervişi - Sinan Paşa Çervişi
Prof. Dr. M. Mahur Tulum
Anadolu Üniversitesi
Muhterem hazirun!
İlk defa II. Selim'in saltanat döneminde (1566-1574), şeyhi Seyyid
Mansur’ dan almış olduğu icazetle bir Yesevî tekkesi kurmak ve Yeseviyye tarikatinin âdab ve erkânını Anadolu coğrafyasında yaymak amacıyla İstanbul’a gelmiş son Yesevî dervişi olarak bildiğimiz Hazînî’nin;
Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşkı’ındaki ateş denizlerini çağrıştıran hüzünlü
macerasından bahsetmek istiyorum. Bunu da "İyi Niyetli Şehzade-Kötü
Niyetli Şehzade" hikâyesinden başlayarak 9 epizott hâlinde sahnelemeye
çalışacağım.
1.
Epizot
İyi Niyetli Şehzade-Kötü Niyetli Şehzade
Orada beş türlü tehlike var.
•
Bir(inci) tehlike şudur: Canavar balık uyanıkken (kişi) beklemediği anda onunla karşılaşır. (Yolcuların) hepsini gemiyle birlikte
yutar.
•
İkinci (tehlike şudur): Suda su renginde dağlar var. Gemi (bu
dağlara) toslayıp parçalanır. İnsanların hepsi ölür.
274 Prof. Dr. M. Mahur Tulum
•
Üçüncü (tehlike şudur): Suda şeytanlar saldırıp gemiyi suya batırır.
•
Dördüncü (tehlike şudur): Büyük girdap gemiyi içine alır. Sular
fırıl fırıl dönerek birbirine çarpar.
•
Beşinci (tehlike şudur): Gökyüzü yarılır, korkunç bir fırtına kopar, gemi ters yüz olur parçalanır. Bu kadar korkunç tehlikeye
atılıp öleceksiniz. Bizi bedbaht edeceksiniz.” (Tulum-Azılı 2015:
80-83).
Şehzade ile yaşlı kılavuz ikisi (yalnız) kaldılar. O zaman İyi Niyetli
Şehzade yaşlı kılavuzun koluna girerek yedi gün bellerine ve boğazlarına kadar (olan) suda yürüyüp gümüşlü adaya ve dağa ulaştılar. (Buranın)
toprağı ve kumu tamamen gümüş(ten). Sonra (Şehzade yaşlı kılavuzu)
soluklandırmayı düşündü; çünkü ihtiyara yorgunluk çökmüş, gücü tükenmişti. (Yaşlı kılavuz) kımıldayıp yürüyemedi. Sonra (yaşlı kılavuz)
Şehzade’ye şöyle arz etti: "Oğlum, buradan sonra Doğu tarafında altın
dağ var, görünüyor mu? Bakın!" dedi. Yaşlı (kılavuz) şöyle dedi: "O
altın dağa ulaşırsanız, mavi lotus (çiçekleri) var; (onları) göreceksiniz.
O lotus (çiçeklerinin) her biri(nin yanında) birer zehirli yılan var. Zehirli
nefesleri uzaktan öyle görünür (ki) sanki her bir lotustan duman çıkıyor
gibi. Bu ise son derece büyük tehlike demektir. O lotus yolunu geçebilirseniz, ardından Ejderha Hanı’nın incili şehrine (ve) sarayına ulaşacaksınız. O şehir etrafında ve yedi kat hendek içinde her yerde zehirli ejderhalar ve yılanlar bulunur. Onu (da) geçebilirseniz içeri şehre gireceksiniz.
Ejderha Hanı’nın huzuruna çıkacaksınız. (Burada) inciyi bulacaksınız"
(Tulum-Azılı 2015: 103-108).
2.
Epizot
Seydi Ali Reis (1498-1562)
Preveze deniz harbinde Barbaros Hayrettin’in sol kanat komutanı.
Kanunî tarafından Hint kaptanlığına atandı; Basra’daki donanmayı
Süveyş’e getirmekle görevlendirildi. 15 kadırgayla Basra’dan ayrıldı
(1554). Süveyşe yol alırken bir Portekiz donanmasıyla çarpıştı, onları
savuşturdu. Maskat yakınlarında 34 parçalık bir Portekiz donanması tekrar saldırdı. Gemilerini denize dik dağlarla düşman donanması arasına
soktu. Düşman gemilerinin yelkenleri yelsiz kalınca kürekli gemileriyle
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 275
sayı üstünlüğünü yok etmeye çalıştı. 6 düşman gemisi battı; Osmanlının
5 kadırgası battı ve biri yandı (1554). Kalan 9 kadırga tam Umman’ı
geçmişti ki Tufan-ı Fil’e yani tsunamiye yakalandılar. Hızla kıyıdan
uzaklaştılar ve saman çöpleri gibi sürüklenerek Hindistan’ın Gucerat
sahillerine çıktılar. Bu esnada 3 gemi karaya vurdu, geriye kala kala 6
gemi kaldı. Peşinde Portekiz donanması olduğu için levazımat ve harap
haldeki 6 kadırga makbuz karşılığı satıldı, parası Asitane’ye gönderildi.
Karadan dönüş kararı alınmıştı. Reis, Lahor’dan sonra Delhi’ye geçerek Baburî Hümayun Şah’ın huzuruna çıktı. Büyük teveccüh gördü.
Hümayun’un ölümü üzerine Afganistan-Türkistan-İran yoluyla Osmanlı
topraklarına varmak planlandı ve yola çıkıldı. Kabil, Semerkand, Buhara gibi pek çok kültür merkezini gördü. İran’da Meşhed valisince tutuklandı. I. Tahmasb’a gönderildi. Bir süre sonra Osmanlı topraklarına
geçmesine izin verildi. Bağdat-İstanbul (1557) Bütün bu macera 3 yıl 7
ay sürmüştü.
Başına gelenlerden dolayı Türkçemiz “başına Seydi Ali halleri geldi”
darbımeselini kazandı. Gemilerini önce yele sonra da ele vermiş bir donanma komutanı olmakla birlikte başından geçenler olağanüstü olaylar
kabul edildi; Kanuni büyük bir merakla kendisini dinledi ve hatıratını
yazmasını istedi. Sonra çeşitli mansıplarda bulundu. 1560’ta Galata
Hassa gemisi reisi oldu ve 1562’de öldü.
*
Hazînî’nin şeyhi Seyyid Mansur da hacca gitmeden önce 1554’te
Hind’e gider ve Hümayun’la görüşür. Onu Semerkand üzerine sefer
yapmaktan vaz geçirir; Hind seferi sözü alır ve Hac yolunda Diyarbakır’da konaklar ama bu onun son durağıdır; orada ölür. Kendisinden 7 yıl
sonra da oraya Hazînî’nin geleceğini söyler.
*
Seydi Ali Reis’in de 1554’te Delhi’de Hümayunla tanışması çok ilgi
çekicidir.
3.
Epizot
Hazînî/Cevâhirü’l-ebrâr min Emvâci-Bihâr/Fuad Köprülü
Merhum Fuad Köprülü “İlk Mutasavvıflar”ı 1919’da yayımladı. Ki-
276 Prof. Dr. M. Mahur Tulum
tabının ilk bölümünde Hazînî isimli bir sufiden ve eserinden bahsediyordu: Cevâhirü’l-ebrâr min Emvâci-Bihâr. Kitabında bu elyazmasından
had safhada yararlanmış, bu kitabın Yesevî çalışmaları için çok önemli
olduğunu bildirmiş ve Halis Efendi kütüphanesinde olduğunu bildirmiştir. Bu bilgi aynı zamanda kendisinin ölüm yılı olan 1966’daki 2. baskıda da tekrarlanmıştı. Her nasılsa eserin 1976’daki 3. baskısında 368.
sayfadaki notta eserin Süleymaniye Kütüphanesinde olduğu söylenmişti
ve o tarihten itibaren ona ulaşılmak isteyenler artık özel bilgilere sahip
olmalıydı!..
4.
Epizot
Darülfünun
1 Nisan 1923’te Darülfünuna idari ve ilmi özerlik tanınmıştır. İlk rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu olmuştu. O başvuru kitapları hariç medreselerdeki kitapları 1924’te Darülfünuna devredilen “Medresetü’l-kuzat”
yani “Kadı Okulu”nda topladı. (Bugünki yazmalar kütüphanesi). 1924’te
Tevhid-i Tedrisat kanunuyla birlikte Abdülhamit’in Yıldız Sarayı kütüphanesindeki eserlerinin de Darülfünuna devri için karar alınmıştı ve
“Medresetü’l-kuzat artık “Nadir Eserler Kütüphanesi” olmuştu. Yazma
eserler buraya devredilmişti. İşte “Hazine-i Hassa” muhasebecisi Halis
Efendi koleksiyonu da bu esnada Yıldız Sarayından İst. Ünv. Nadir Eserlere devredilmişti. Burada İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın da şahsi
eşyaları ve kitapları mevcuttur.
5.
Epizot
Kayseri-1995
1995’te Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü bir
kitap yayınlar: Cihan Okuyucu-Hazînî-Cevâhirü’l-Ebrar min Emvâci
Bihâr. Eser 1593’te III. Murad’a sunulmuştur. Enstitü müdürü Ahmet
Hulusi Köker takriz yazısında sayın Okuyucu’nun eseri İst. Ünv. yazmalarda 3893 no.da bulduğunu söyler. O tarihte sevgili Ahmet Kartal da
Kayseride’dir ve çalışmaları yakından takip etmektedir. Aslında yazma
eser 1924’ten itibaren hep aynı yerdedir. Halis Efendi kitaplarının akıbetini bilen biri aslında onu kolayca bulabilmeliydi.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 277
6.
Epizot
İstanbul-Bayezit
Varakların çerçeve kısmındaki “zer-cedvel”lerde kullanılan bakır oksit kağıdı çürütmüştü. Varaklar çıkarılmış, hazırlanan başka çerçevelere
yerleştirilme kararı alınmıştı. Bu esnada vahim bir kaza meydana gelmiş
ve sayfalar karışmıştı. Hikâyeyi yaşayan son klâsik mücellitlerden Hulusi Usta’dan dinlemiştim. Müskiratı fazla kaçıran mücellit muvazenesini kaybedip cilt masasını devirmiş ve yere savrulan sayfaları alelusul
bir araya getirmişti. Eseri keşfeden Köprülü varaklara sayfa numarası
vermek istese de karışıklık giderilememiştir. 342 sayfa olan eserin 222.
sayfasına kadar olan kısmı Türkçe devamı Farsçadır. (Bize göre Farsça
kısım ayrı isimde müstakil bir eserdir). Sayın Okuyucu, yayınında, sahifeler sıraya kondu dese de maalesef başarılı olunamamıştır. Bir öncü
çalışma olarak ehemmiyetini her zaman koruyacak bu yazma daha sonra Mücahit Kaçar’ın katkısı ile birlikte tekrar yayımlamış, söz konusu
yayının giriş bölümünde “sayfa karışıklığı giderildi dense de” gerçekle
bağdaşmamış; yani karışıklık hala devam etmiştir.
7.
Epizot
Necdet Tosun-Mustafa Koç-Müfid Yüksel-Mehmet Mahur Tulum
2002’de başka bir şey oldu. Marmara İlahiyat’tan Necdet Tosun Süleymaniye Şehid Ali Paşa koleksiyonu no. 1425’te Menbau’l-Ebhâr fi
Riyâzi’l-Ebrâr’ı bulmuştu. İlim âlemine duyuruyordu. Kitap sanki “kuş
dili”yle yazılmıştı. Bu, Hazînî’nin 1586’da yine III. Murad’a sunduğu
iki Türkçe eserinden ilkiydi. Çok önemli bilgileri ihtiva ediyordu ve
Köprülü bunu ne yazık ki hiç görmemişti. Mustafa Koç ve Müfit Yüksel,
fakiri İstanbul Fatih’te bir edebiyat mahfili olan Asude Kıraathanesi’ne
çağırdılar; bana yazmanın CD’sini teslim ettiler. Yazmayı Doçentlik takdim çalışması olarak hazırlamaya başladım. 2009 yılında Türkolog Mehmet Ölmez’in Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi’nin 45 no.lu yayını olarak çıktı. Tek nüsha olduğu için 1000 adet faksimile ettik. Dağıtım için
eski dost Eren Yayıncılık sahibi Muhittin Eren Beyefendi’den yardım
istedik. (Eren Yayıncılığa bıraktığımız yayınımız vâhayfâ ki iki eldeki
parmak sayısı kadar rağbet görmemiştir). Biz de bunun üzerine kitapları
eşe dosta ve dahi talebeye bilâ-ivaz velâ-garaz tevzi ettik.
278 Prof. Dr. M. Mahur Tulum
8.
Epizot
Ve Yine Seydi Ali Reis
Köprülü ve Okuyucuya göre Hazînî bugün Tacikistan toprakları içinde bulunan “Hisar” şehrindendi; bu topraklarda ağırlıklı olarak Tacikçe
konuşuluyordu ve Hazînî’nin ana dili de muhtemelen bu dil idi. Hazînî
eserlerinde memleketinden bahsederken “Hisâr-ı Şâdmân” der. Çalışmalarım esnasında bir akşam nereden aklıma düştüyse yorgunluk atmak
için Mir’âtü’l-Memâlik’i okumak istedim. Açtığım ilk sayfada şunlar
yazıyordu:
Vilāyet-i Tūrān-zemįnde YaǾnį Māverāü’n-nehr’de VāķįǾ Olan Aĥvāli Beyān İder
Şol gün ki köpriden Ǿubūr olunup Tūrān-zemįne yaǾnį Māverāü’n-nehr’e dāħil olduk, ol gün anda ārām idüp irtesi revāne olup
Bāzār-ı Nev’e andın ķaśaba-i Çehārşenbih'e varılup Ħāce YaǾķūb-ı Çerħį
ziyāret olunup andın Çeġāniyān’a yaǾnį Ĥisâr-ı Şâdmân’a varıldı (Torino
Nüshası, 50b: 8-13).
Hazînî’nin eserini yayımlamak fakire müyesser oldu ve 2009 yılına
kadar Tacikistanlı bilinen Hazînî bundan böyle Türkistanlıydı ve Hisâr-ı
Şâdmân da zenginlerin yaşadığı Çegâniyân’dı. Ne garip ki Seydi Ali Reis
Mir’âtü’l-Memâliki 1557’de Kanuni’ye sunmuştu ve bizim şimdilerde
gün yüzüne çıkardığımız, daha o zamandan Hisâr-ı Şâdmân=Çegâniyân
olarak kayda ve malumata geçmişti. (Hammer bu eseri Almancaya çevirmiştir)
*
Hazînî’nin macerası da Seydi Ali Reis’e benzer.
Şeyhinin Diyarbakır’da ölümünden 7 yıl sonra dervişleriyle irşat için
oraya gider. Mezar harap haldedir. II. Selim zamanında İstanbul’a giderler. Türbenin yeniden yapımı, ailesi ve dervişleriyle Maveraünnehr’e
dönebilmek için Rüstem Paşa’nın eşi Mihrimah’tan yeterli para alır ve
Buhara’ya dönerler. O esnada yaşadıkları yerleri Özbekler basar. Yurdundan ayrılıp tekrar Mekke ve Medine’ye gider. Yokluk ve sıkıntıya düşüp İstanbul’a geri dönerler. Bu arada ailesi Maveraünnehr’de kalmıştır
ve onları çok özlemektedir.
III. Murad tahta çıkar. Kendisini tanıtmak için manzum bir “Siyer-i
Nebi” hazırlar. Bu eseri sultana sunma sözünü veren kişi bunu başara-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 279
maz. Yoksulluk onu çok sıkıştırır. Geçim sıkıntısına düşer. Yurduna dönmek ve evini barkını İstanbul’a getirmek ister. Kendi ifadesiyle “yerleşip
kalsam işleyecek toprak, oturacak ev bark yok; veda edip ayrılsam yol
azığı sağlayacak kudret, özür dileyecek kuvvet yok” tur. III. Murat’ın
perdeleri ona kapalıdır. 1593’te Cevâhir’iyle perdeleri yine aralayamaz.
Nerede ve ne zaman öldüğünü bilmiyoruz.
Eserleri de Seydi Ali Reis’inki gibi iki lehçenin karışımından oluşur.
Belki de hocası Mansur, Seydi Ali’den ona haber vermişti.
Bugüne kadar çeşitli eserleri gün yüzüne çıkan Hazînî araştırmaları
devam ettirilmelidir. En son bizim katkımız da Kocaeli Ünv. ‘den Doç.
Dr. Adnan Karabeyoğlu’nun bir eser isminden şüphelenip haber vermesiyle Kütahya Zeytinoğlu kütüphanesine gitmemiz ve Menbau’l-Ebhâr’ın
2. nüshasını orada bulmamız oldu. Kötü bir kopya idi. Ama en azından
tek nüshası bilinen eserin bir başka nüshasından da haberdarız artık.
Epizot
9.
Hazînî’de Sinan Paşa Üslubu
Aslında Hazînî çok kuvvetli bir şairdir. Şeyhi Mansur Menbau’l-Ebhâr’da dile getirildiği gibi “geçimini şiirle sağlayacaksın” deyip adeta
onu şairliğe mahkum etmiştir. Eserlerinde hem Türkçe hem de Farsça
şiirlerin en mahirâne misallerini vermiştir. Kendine mahsus bir nesir
üslubu da vardır. Biz bugün burada üslubunda Sinan Paşa rayihası ve
çervişini tadırarak Sinan Paşa’dan haberdar olduğunu, şair Sultan III.
Murad’a izhar etmek istediği küçük bir pasajı vermek istiyoruz:
(8)
Źerre her nėçe nā-pedįd olursa, küneş vaśśāf vü ĥarrāfıdur, ve ķaŧra
(9)
her nėçe muħtaśar-māye olsa baĥr ilen hem-sāye vü dürr-i śāfıdur. Hüd-
hüd
her nėçe ĥaķīr-cüŝŝedür, Ĥażret*-i Süleymān - ǾAleyhi's-selām - ħon-ı
iĥsānıdın
(10)
ŧālibü'l-ĥıśśadur. Ĥassān kimdür ki Sulŧānü'l-enbiyā -ǾAleyhi'ś-śalātü
(11)
(68a)
(1)
ve’s-selām - hüsn-i Ǿālem-gįrini taĥsįnāt ile iĥsās eyleye,
yāħo<d>
280 Prof. Dr. M. Mahur Tulum
bį-miķdār ħāk-sār, ki muǾarrif-i Ĥażret-i Ħudāvend-i Cebbār ola -Celle
źikrühǖ ve Ǿazze
(2)
(3)
ismühǖ - cāźibe-i nār-i ĥarāret-sipār çün ħırķa-i kānūn be-dūş eyleye, ķa-
zan-i
(4)
küşāde-dehān nėdür ki cūş eylemeye ve çün nāmiye gül-zār-i
(5)
gül-Ǿiźār sürūş eyleye, çemen ķuşı kimdür ki ħurūş ķılmaya; çün
(6)
üstād-i nāyį demdeme-i gūş ola, ney-i lā-şeyǿ neye ķādirdür ki
(7)
zemzemedin ħamūş ola. ǾAceb menbaǾ-ı zülāl ĥavālįsine kėlmişem ki
(8)
lā-yetenāhā deryāhā leālį-i Lā-yezālįdin mālāmāldür, ve bü’l-Ǿaceb
(9)
yenbūǾ nevāĥįsine ėrişmişem ki yüz ming ebĥār gevāhir-i Źü’l-celālįdin
(10)
memlū meǿāl durur.
*
Konuyu şöyle toparlamak istiyorum:
Geçmişlerden: İyi Niyetli Şehzade-Kötü Niyetli Şehzade, Seydi Ali
Reis, Hümayun Şah, Seyyid Mansur, Hazinî, Tahmasb, Kanunî, II. Selim,
III. Murad, Rüstem Paşa, Mihrimah Sultan, II. Abdülhamid, Hammer,
Fuad Köprülü, Halis Efendi, Mustafa Kemal Atatürk, İsmail Hakkı Baltacıoğlu.
Geçeceklerden: Cihan Okuyucu, Necdet Tosun, Mustafa Koç, Müfid
Yüksel, Ahmet Kartal, Adnan Karabeyoğlu, Muhittin Eren, Mehmet Ölmez, Mertol Tulum oğlu Mehmet Mahur Tulum.
Bütün bu macera aslında bize şunu söylüyor: Galiba hiç birimiz kendi hayatımızı yaşamıyoruz veya farkında olmadan birbiri için yaşanmış
hayatlar er geç bir eksende birleşiyor. Niçin yaşamamız gerektiğine sebep aramalıyız galiba! Yok olmak yok gibi. Bir gün “Çintemani” incisini
bulmak temennisiyle…
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 281
Bir Nasir Olarak Sinan Paşa’nın
Şaire ve Şiire Bakışı
Doç. Dr. Hakan Yekbaş
Cumhuriyet Üniversitesi
Geleneksel edebiyat anlayışı içinde şiirin nesre nispetle her zaman
tartışmasız bir üstünlüğü olmuştur. Özellikle divan edebiyatında mensur
olarak işlenebilecek hemen her konunun manzum olarak da kaleme alınmış olması, bu edebiyatın şiirle özdeş olarak algılanmasına sebep olmuştur. Öyle ki normal olarak nesrin sahasına giren tarihler, nasihat kitapları,
dinî-ahlakî, tasavvufî eserler, lügatler, şair tezkireleri vb. pek çok eserin
nazmen vücuda getirilmesi söz konusu algının oluşmasında önemli bir
etken olmuştur.1
Ayrıca nazmın nesre göre ezberleme kolaylığının olması hasebiyle
özellikle öğretici metinlerin manzum olarak kaleme alınması, hatta önceden yazılmış mensur bir eserin sonradan manzum hâle getirilmesinin zamanla bir gelenek hâlini alması da bu etkenler arasında sayılabilir. Şeyh
Gâlib’in aşağıdaki beyti bu geleneğe işaret eder niteliktedir:
Yazılmışdı kitâb-ı devr-i âdem nesr ile Gâlib
Gürûh-ı Mevlevî ol nesri mevzûn eylemişlerdir
1
2
Şeyh Gâlib2
Cihan Okuyucu, Ahmet Kartal, M. Fatih Köksal, Klâsik Dönem Osmanlı Nesri,
Kriter Yay., İstanbul 2009, s. 11.
Muhsin Kalkışım, Şeyh Gâlib Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara 1994, s. 274.
282 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
Aynı şekilde Süheylî de manzum olarak yazılan eserlerin daha makbul ve güzel olacağını ifade etmektedir:
A’lâ didi gerçi ki ‘Alî nesr-i le’âlî
Nazm olsa velî dahı güzel lûlû-yı lâlâ
Süheylî3
Bu bağlamda ağırlıklı olarak lirik içerikli olan divan edebiyatında
nazım, nesre göre daha etkili bir iletişim aracı olarak öne geçmiş ve estetik beklentileri karşılamak amacıyla öğretici gayeyle yazılan eserlerde
de şiir ön plana çıkmıştır. Kısacası divan edebiyatında hüner ve marifet,
şiirle var sayılmış; şiir, edebi gücü gösterme aracı olarak kabul görmüştür.4 Bazı nasirler, bu anlayışın tesiriyle olsa gerek nesri güzelleştirmek
amacıyla mensur metin içinde “beyt, şi’r, nazm, mesnevî, kıt’a” gibi başlıklarla manzum parçalar söylemeye ve nesri şiire yaklaştırmaya gayret
etmişler; hatta aynı şekilde nesir türünde eser veren birçok müellif, hüner
göstermek gayesiyle secili ve sanatlı bir üslubu tercih etmişlerdir.
Divan edebiyatında sanat göstermek isteyen bir kişinin hüner ve marifetini ancak şiir yoluyla sergileyebileceği görüşü hemen hemen bütün
divan şairlerince dile getirilen bir anlayış olmuştur:
Cümle erbâb-ı hüner ma’rifetin arz itdi
Ben de itsem yeridür rütbe-i şi’rüm iş’âr
Mezâkî5
Demidir âzmâyiş eyleyip tab’ın hüner göster
Murassâ bir gazelle la’lini vasf et güher göster
Şeyhülislam Yahya6
Kıl metâ‘-ı nazmını ârâyiş-i sûk-ı kemâl
Ey Nedîm-i pür-hüner zîb-i dükân lâzım sana
3
4
5
6
7
Nedîm7
Esat Harmancı, Süheylî Dîvân, Akçağ Yay. Ankara 2007, s. 158.
Mine Mengi, “Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası” TALİD,
Cilt: 5, Sayı: 10, 2007, s. 43-44.
Ahmet Mermer, Mezâkî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’nın Tenkidli Metni,
AKM Yay., Ankara 1991, s. 201.
Rekin Ertem, Şeyhülislâm Yahya Divanı, Akçağ Yay., Ankara 1995, s. 73.
Muhsin Macit, Nedîm Divânı, Akçağ Yay., Ankara 1997, s. 276.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 283
Yukarıdaki beyitler, divan şairlerinin dolaylı da olsa nesre nasıl baktığını göstermesi bakımından önemlidir. Daha önce de ifade edildiği gibi
divan şairi için hüner gösterme aracı sadece ve sadece şiirdir. Onlara göre
şiir dışındaki her türlü anlatım sanattan ve hünerden yoksundur. Nazmın
nesre üstünlüğü söz konusu olunca çoğu zaman örnek verilen Nef’î’nin;
Tenezzül eylemem inşâya eylesem belki
Müsebbihân-ı felek vird ederdi inşâmı
Nef’î8
beyti, divan şairlerinin nesre bakış açısını en iyi şekilde özetlemektedir.
Dikkat edilirse beyitte şair, nesr kelimesi yerine özellikle inşâ kavramını
kullanmaktadır. Nef’î, bırakın edebî olmayan nesre, bedî nitelikleri haiz
olan inşâya bile tenezzül etmediğini söylemektedir. Kaldı ki böyle bir
şeye tenezzül etse bile onu da en sanatkârane bir şekilde yapacağını da
vurgulamaktadır.
Nef’î’den bir asır önce yaşamış olan Âhî’nin (ö. 1517) de aynı görüşleri dile getirmesi tesadüfi değildir. Âhî, sevgilinin güzelliğini ancak
şiirle anlatabileceğini, bunun inşâ ile mümkün olmayacağını ifade etmektedir:
Yazaruz la’l-i lebün yâdına rengîn gazeli
Diyicek şi’r dirüz biz begüm inşâ dimezüz
Âhî9
Benzer bir anlayışı nazım ve nesir sahasında divan edebiyatının velut
müelliflerinden Lâmiî’nin mısralarında da görürüz. Lâmiî Çelebi, bir taraftan nesrin önemine işaret ederken bir taraftan da üstünlüğün nazımda
olduğunu ifade etmektedir.
Nesrdür gerçi dehre sermâye
Dürr-i nazmun durur velî pâye
Lâmiî10
8 Metin Akkuş, Nef’Î Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 116.
9 Necati Sungur, Âhî Dîvânı (İnceleme-Metin), KBY, Ankara 1994, s. 114.
10 Hamit Bilen Burmaoğlu, Lâmi’î Çelebi Dîvânı (Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve
Dîvânı’nın Tenkidli Metni), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Erzurum 1973, s. 47.
284 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
Nitekim Lâmiî Çelebi, yine dibacesinde geçen “e’ş-şi’ru eşrefu mâ
yü’ellefu”11 (Şiir te’lif edilenlerin en üstünüdür.) ifadelerle de nazmın üstünlüğünü vurgulamaktadır.12
Divan şairlerinin nazmın üstünlüğünü savunan görüşlerine karşın
bazı müellifler nesir hakkında farklı görüşler serdetmiştir. XV. yüzyılda
Yazıcıoğlu Ahmed Bîcân, Envârü’l-Âşıkîn adlı eserinde nazımla nesrin
aslında aynı değere sahip olduğunu söylemektedir. Kendisinin Envârü’l-Âşıkîn isimli eserini mensur, kardeşi Yazıcıoğlu Muhammed’in ise
Muhammediyye isimli kitabını manzum olarak kaleme aldığını belirttikten sonra her ikisinin de güzel olduğunu ve anlayanların yanında değerli olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca eserini, anlaşılması kolay olsun diye
mensur olarak yazdığını söylemektedir13 ki bu mensur eserlerin didaktik
yönüne işaret eden bir özelliktir.
Meşâ’irü’ş-Şu’arâ’nın müellifi Âşık Çelebi, tezkiresinin dibacesinde
sözün nazm ve nesr olarak iki kısım olduğunu, her ikisinin de a’lâ ve
ednâ şeklinde ikiye ayrıldığını belirtmektedir.14 Ancak şunu da belirtelim
ki Âşık Çelebi, her ne kadar dibacesinde şiirin üstünlüklerinden bahsetmiş olsa da bu eserinin bir şairler tezkiresi olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca tezkire müelliflerinin şiiri bir tür olarak meşrulaştırma çabası,
Kur’ân’da şiir ve şairlerle ilgili olumsuz ifadelerin15 bir yansıması olarak
da görülmelidir.
Nâsir Kimliğiyle Sinan Paşa’nın Şair ve Şiire Bakışı
Ahmet Hamdi Tanpınar, “19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi” kitabının başında Türk edebiyatında Sinan Paşa dışındaki nasirlerin üslup sahibi olmadıklarını ifade eder.16 Gerçekten de edebiyatımızda nesir ya da
11 Hamit Bilen Burmaoğlu, Lâmi’î Çelebi Dîvânı (Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve
Dîvânı’nın Tenkidli Metni), s. 47.
12 Lâmiî Çelebi’nin şiirle ilgili düşünceleri için bk.: Harun Tolasa, Klâsik Edebiyatımızda Divan Önsöz (Dibace)’leri; Lâmi’î Dîvânı Önsözü ve (Buna Göre) Dîvân
Şiiri Sanat Görüşü”, Journal Turkish Studies III, Ali Nihat Tarlan Özel Sayısı,
Cambridge, 1979, s. 385-402.
13 Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Envârü’l-Âşıkîn, Matbaa-ı Osmaniyye, İst.1301 s. 459.
14 Filiz Kılıç, Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ, Cilt: 1, İstanbul Araştırma Enstitüsü
Yay., İstanbul 2010, s. 120
15 Kur’ân’daki şiir ve şairlerle ilgili ayetler için bk.: Yasin/69, Enbiya/5, Saffât/36,
Tur/30, Hakkâ/41.
16 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 unsu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 285
inşâ denilince akla ilk gelen Sinan Paşa ve onun özellikle Tazarru‘-nâme
isimli eseridir.
Osmanlı nesriyle özdeşleşen bu ismin şaire ve şiire bakış açısı -özellikle Tazarru‘-nâme’deki şiir parçalarına bakıldığında yabana atılır bir
şair olmadığı anlaşılan kabiliyeti göz önüne alındığında- onun neden
nesri tercih ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Sinan Paşa’nın
Tazarru‘-nâme’deki:
Nazm u nesri ke-ennehu emsâl
Sihr-i mutlak velî mubâh u halâl
...
Sehun-ı dil şi’irden olur dûr
Nesri manzum u nazmı olur mensûr17
şeklindeki ifadeleri, onun nazım ve nesir arasında bir fark gözetmediği
şeklinde yorumlansa da o, kendi tabiatının, hedef okur kitlesinin, yazdığı eserin türünün ve yaşadığı dönemin tesiriyle nesri bir anlatım biçimi
olarak benimsemiştir.
Bu bakımdan onun özellikle Ma‘ârif-nâme isimli eserinde “Zemmü’ş-Şuarâ” başlığı altında şaire dolayısıyla şiire bakış açısını görmek
mümkündür. Sinan Paşa’nın bu bölümde şairleri “bî-hayâ, bî-âr, şuarâ-yı
gâvîn” gibi olumsuz ifadelerle anması, aslında temeli Kur’ân’a kadar dayanan bir telakkinin yansımasıdır. Malumdur ki Kur’ân’da “E’ş-şu’arâu
yettebi’ühümü’l-gâvune. E-lem-tere ennehum fî küllî vâdin yehîmûne. Ve
ennehum yekûlûne mâ lâ yef’alûn”18 ayetleri vasıtasıyla şairlerle ilgili
kullanılan olumsuz ifadeler, birçok müellif tarafından şairleri ve şiiri kötülemek amacıyla sık sık dile getirilmiştir. Öyle ki tezkirelerin hemen
başında uzun uzun şiiri meşrulaştırma çabaları, bir anlamda şairlerle
ilgili İslamiyet’in bu tavrını olumluya çevirme amacını taşımaktadır.
İstanbul 1997, s. 32.
17 A. Mertol Tulum, Tazarru‘-nâme, MEB Yay., Ankara 2001, s. 66.
18 “Şairlere gelince onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide başıboş dolaştıklarını (görmedin mi)? Ve gerçekte onlar yapmadıkları şeyleri söylerler.” Şu’arâ
Sûresi, 26/224-225-226.
286 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
XVIII. asır şairlerinden olan Haşmet’in Senedü’ş-Şu’arâ adlı eserinde
ayet ve hadislerden iktibas yaparak şiirin faziletinden, Peygamberimizin
şiire verdiği önemden, bu konudaki teşvik ve caizelerinden bahsetmesi,
Hz. Muhammed’in çevresindeki şairlere iltifat ettiğini ve “Bânet Su’âd”
(Kasîde-i Bürde) adlı şiirinden dolayı Ka’b b. Züheyr’e hırkasını hediye
ettiğini söylemesi, hatta dört halifenin, Hz. Fâtıma’nın, Hz. Âişe’nin, Hz.
Hüseyin’in, Hz. Abbas’ın ve Ebu’d-Derdâ’nın şiir söylediklerini ifade
etmesi bu çabaların basit bir yansıması olsa gerektir.19
Buna karşın Sinan Paşa, bahsi geçen bölümde ilk olarak şairlerin
utanmaz, arsız ve yalancı olduklarını söyleyerek onları Allah’ın hakikatlerinden nasipsiz ve habersiz olmakla suçlamaktadır:
Şunlar ki şâir dirilip müdmin-i eş’âr olurlar;
ekser budur kim o tâife bî-hayâ vü âr olurlar.
Şunlar ki gazele ve medhe nesîb olurlar;
onlar hakâyık-ı Hak’tan bî-nasîb olurlar.
Ne tetebbu’ edersin şu kelimâtı ki kavâfî ola elsün-i münşidînde;
var şu nüfusu ara ki kavâfî ola âsâr-ı mürşidinde
Ne sa’y edip iktidâ edersin şu şuarâ-yı gâvîn;
var cehd eyle ki muktedâ edinesin selef-i sâlihîni.20
Sinan Paşa, bu sözlerin ardından şiirin bir hüner sayılabileceğini ancak er kişi için olgunluk alameti olamayacağını söyler. Şiiri, tıpkı fazla
parmakları olan el gibi kusurlu olarak gördüğünü de ifade eder.
Müellif, bu sözlerinin Hoca Attâr, Şeyh Irâkî ve Mevlânâ gibi şairleri
kapsamadığını özellikle belirtir.21 Bu bölümde Sinan Paşa, bir şair ve
şiirde olması gereken vasıfları saymaya başlar ki bu, onun bir anlamda
sanat poetikasını ortaya koyan ilkelerdir. Buna göre Sinan Paşa’ya göre
şiir ve şair şöyle olmalıdır:
19 Mehmet Arslan-İ. Hakkı Aksoyak, Haşmet Külliyatı, Dilek Matbaacılık, Sivas
1994, s. 365-425.
20 Mertol Tulum, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, AKM Yay., Ankara 2013, s. 378.
21 Mertol Tulum, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, s. 378.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 287
Şairlerin kelimeleri gönül derdini söylemeli, aşkın sıcaklığını mısralara dökmelidir. Divanlar, dostluk zevkinin mürekkebiyle yazılmalı;
mecmualar ise inanç güzelliğiyle süslenmelidir. Söz, dilden dile dolaşan
aşk meclisinin sazı gibi olmalı, marifet sandığından inceler saçmalıdır.
Sinan Paşa’ya göre şairlerin sevgiliyi överken kullandığı “zülf, hâl,
leb, mûy, kad, had, hat, nâfe, dehân, gîsû, ebrû, gamze, müje, çeşm, yed,
hüsn” gibi güzellik unsurları, fizikî kavramlardan ziyade daha derûnî anlamlar içeren kelimeler olmalıdır.22
Aslında bu gibi kavramların gerçek anlamlarından farklı olarak mecazî veya tasavvufî anlamında kullanılması veya kullanılmasının gerekliliği farklı gerekçelerle de olsa divan edebiyatında birçok müellif tarafından ifade edilmiştir. Bâkî’nin:
Sakın mey dirsem ey zâhid mey-i engûrı fehm itme
Hüner esrâr-ı ma’ nâ anlamakdur lafz-ı muglakdan
Bâkî23
beytinde hulasasını göreceğimiz bu telakki, bir anlamda bazı divan şairlerinin eleştirilerden kaçış noktası olduğu gibi bazılarının da sanat
anlayışının temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda ünlü tezkire müellifi Latîfî’nin eserinin dibacesinde şairlerin vasıflarından bahsederken
aşağıda kullandığı ifadeler, Sinan Paşa’nın şairlere bakış açısıyla birebir
örtüşmektedir:
“Egerçi sözleri zahiren ta’rîf-i hüsn ü cemâl ve tavsif-i hatt u hâldür
lâkin ma’nîde tahmîd-i sâni’-i müte’âldür.”24
Her iki müellif de şairlerin görünüşte sevgiliyi över gibi göründüklerini ama asıl maksatlarının Yaratıcı’yı methetmek olduğunu söylemektedirler. Latîfî, nakşından nakkaşı, eserinden müessiri müşahede etmek
gerektiğini ifade ettikten sonra bütün şairlerin aslında Allah’ın vasıflarını
öven ve yaratılışın sırlarını ortaya koyan meddahlar olduğunu da belirtir.
Benzer bir şekilde Lamiî Çelebi, Divanı’nın dibacesinde özellikle “celâl,
zülf, rûy, hâl, hatt, girişme, şîve, dehân, kâmet, zebân, leb, sîne...” gibi
22 Mertol Tulum, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, s. 380-382.
23 Sabahattin Küçük, Bâkî Dîvânı, TDK Yay., Ankara 1994, s. 327.
24 Rıdvan Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratu’n-Nuzamâ, AKM Yay., Ankara 2000, s. 81.
288 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
güzellik unsurlarının hakikî anlamlarından ziyade taife-i sufiyye arasındaki manasının esas alınması gerektiğini ifade etmektedir.25
Sinan Paşa’nın şairler de aradığı bir diğer vasıf ise “âşık” olmaktır.
Müellif, Hakk’ı gören ve işitenlerin ancak âşıklar olduğunu söyler.26
Sinan Paşa’nın bahsettiği bu özellikleri haiz şairler ise yukarıda bahsi
geçen Feridüddîn-i Attâr ve Mevlânâ gibi mutasavvıflardır. Dolayısıyla
müellifin şair vasfına layık gördüğü kişilerde aradığı en önemli özelliklerden biri de ehl-i tasavvuf olmasıdır. Malumdur ki mutasavvıf şairler
için şiir, bir hüner gösterme aracı olmaktan ziyade Mevlânâ’nın deyimiyle ilacı şerbete karıştırarak verme27 vasıtasıdır. Bu ilacın yani şiirin en
önemli özelliği ise hâl ehli tarafından Hakk’ın ilhamıyla külfetten uzak
bir dil ile söylenmiş olmalarıdır. 19. asrın önemli mutasavvıf şairlerinden
Kuddûsî’nin (öl. 1849) söylemiş olduğu şu beyitler, Sinan Paşa’nın işaret
ettiği şiir ve şair tanımına birebir uymaktadır:
Şâ’irânın kalbleri Hakkın hazâ’ini imiş
Hem mukallid sözleri ‘uşşâkı hayrân eylemez
Ehl-i hâlin kalbine ilhâm eder şi’ri Hudâ
Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez
...
Bî-tekellüf söylenen söz ‘âşıka hâlet virir
Külfet ile söylenen işfâ-yı ‘atşân eylemez
Kuddûsî28
25 Hamit Bilen Burmaoğlu, Lâmi’î Çelebi Dîvânı (Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve
Dîvânı’nın Tenkidli Metni), s. 59.
26 Mertol Tulum, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, AKM Yay., Ankara 2013, s. 382-384.
27 Ahmed Avni Konuk, Mevlânâ Celâleddin Rûmî Fîhi Mâ Fîh, (haz. Selçuk Eraydın), İz Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 71.
28 Ahmet Doğan, Kuddûsî Divanı, Akçağ Yay., Ankara 2002, s. 612.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 289
Sonuç
Ahmed Hamdi Tanpınar, “Şiir Hakkında” başlıklı yazısında nesrin lisanın, tabiî mantığından başka hiçbir kayıt tanımayan serbestîsiyle fikrin
her çeşidini kapsamaya müsait olduğunu söyler.29 Gerçekten de vezin ve
kafiye ile sınırlı olmayan nesir, her türlü düşüncenin ifade aracı olarak
müellife geniş bir hareket alanı sağlar. Özellikle belli bir amaca binaen
kaleme alınmış bir eser söz konusuysa şiirin biçimsel dar çerçevesinden
kurtulmak isteyen her yazar için nesir, sağladığı geniş anlatım imkânları
sayesinde vazgeçilmez bir ifade aracıdır.
Sinan Paşa, kaleme aldığı eserlerini neden nesri tercih ettiğini açıkça
ifade etmemiş olsa da şiire ve şairlere bakışıyla neden şiire yönelmediğini aktarmıştır. Tazarruʿ-nâme’deki “Şi’rden gerçi bî-nevâyem ben”30
ifadesi, onun şiir yeteneği olmadığı anlamından çok “Kâyilin ko sözine kıl nazarı / Bana bakma sözümden al iberi”31 mısralarındaki manaya
ma’tuftur. Yani düşünce dünyasındakileri nesir yoluyla daha iyi anlatacağını düşünmektedir. Muhtemelen şiirdeki estetik kaygıların onun anlatacaklarına engel olacağına inanan Sinan Paşa’nın hedef okur kitlesini de
dikkate alarak nesri tercih ettiğini söyleyebiliriz. Tasavvufî düşüncenin
en derin ve girift meselelerini kaleme aldığı bölümlerde şiirin prangasından kurtularak nesrin geniş ovalarında doğuştan gelen yazma kabiliyetini koşturan Paşa’nın bu tavrı, geleneksel edebiyatımızdaki nesre karşı
olumsuz bakış açısına karşı reddiye niteliği taşımaktadır.
29 Ahmet Hamdi Tanpınar, “Şiir Hakkında I”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh
Yay.., İstanbul 1995, s. 13.
30 A. Mertol Tulum, Tazarru‘-nâme, s. 66.
31 A. Mertol Tulum, Tazarru‘-nâme, s. 66.
290 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
Kaynakça
AKKUŞ, Metin, Nef’Î Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara 1993.
ARSLAN, Mehmet-İ. Hakkı Aksoyak, Haşmet Külliyatı, Dilek Matbaacılık,
Sivas 1994.
BURMAOĞLU, Hamit Bilen, Lâmi’î Çelebi Dîvânı (Hayatı, Edebî Kişiliği,
Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkidli Metni), Yayımlanmamış Doktora Tezi,
Erzurum 1973.
CANIM, Rıdvan, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratu’n-Nuzamâ, AKM
Yay., Ankara 2000.
DOĞAN, Ahmet, Kuddûsî Divanı, Akçağ Yay., Ankara 2002.
ERTEM, Rekin, Şeyhülislâm Yahya Divanı, Akçağ Yay., Ankara 1995.
HARMANCI, Esat, Süheylî Dîvân, Akçağ Yay. Ankara 2007.
KALKIŞIM, Muhsin, Şeyh Gâlib Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara 1994.
KILIÇ, Filiz, Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ, Cilt: 1, İstanbul Araştırma Enstitüsü Yay., İstanbul 2010.
KONUK, Ahmed Avni, Mevlânâ Celâleddin Rûmî Fîhi Mâ Fîh, (haz. Selçuk
Eraydın), İz Yayıncılık, İstanbul 1994.
Kur’ân-ı Kerim Meâli, (hzl: Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin), DİB Yay., Ank.
2009.
KÜÇÜK, Sabahattin, Bâkî Dîvânı, TDK Yay., Ankara 1994.
MACİT, Muhsin, Nedîm Divânı, Akçağ Yay., Ankara 1997.
MENGİ, Mine, “Eski Türk Edebiyatında Nesir: Gelişimi ve Kaynakçası” TALİD, Cilt: 5, Sayı: 10, 2007.
MERMER, Ahmet, Mezâkî Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’nın Tenkidli Metni, AKM Yay., Ankara 1991.
OKUYUCU, Cihan, Ahmet Kartal, M. Fatih Köksal, Klâsik Dönem Osmanlı
Nesri, Kriter Yay., İstanbul 2009.
SUNGUR, Necati, Âhî Dîvânı (İnceleme-Metin), KBY, Ankara 1994, s. 114.
TANPANAR, Ahmet Hamdi, “Şiir Hakkında I”, Edebiyat Üzerine Makaleler,
Dergâh Yay.., İstanbul 1995.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1997.
TOLASA, Harun, Klâsik Edebiyatımızda Divan Önsöz (Dibace)’leri; Lâmi’î
Dîvânı Önsözü ve (Buna Göre) Dîvân Şiiri Sanat Görüşü”, Journal Turkish
Studies III, Ali Nihat Tarlan Özel Sayısı, Cambridge, 1979, s. 385-402.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 291
TULUM, A. Mertol, Tazarru‘-nâme, MEB Yay., Ankara 2001.
TULUM, Mertol, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, AKM Yay., Ankara 2013.
Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Envârü’l-Âşıkîn, Matbaa-ı Osmaniyye, İstanbul
1301.
292 Doç. Dr. Hakan Yekbaş
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 293
Tazarru‘-nâme Örneğinden Hareketle
Klasik Türk Nesrinde
Murassa Seciyi Yeniden Düşünmek
Doç. Dr. Ayşe Yıldız
Gazi Üniversitesi
Secinin Tanımı, Kökeni ve Tasnifi
Seci (ya da Arapça telaffuza göre sec’), Arapça kökenli bir kelime
olup sözlüklerde “güvercin ve kumru gibi güzel sesli kuşların ötüşü”1,
“arı vızıltısı”,” şeytan sesini taklit eden keskin bir ses”, “cinlerin keskin
sesi2, “deve homurtusu”3 ve “iki şeyin doğrulup düzgünleşerek birbirine
benzemesi”4 anlamlarına gelmektedir. Bugün Arapça kökenli olduğu kabul edilen sec’ kelimesini, aslında Sümercedeki “şugitu” ve bu kelime1
2
3
4
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi, Ankara
1993, s. 1112; Muallim Nâcî, Lügat-i Nâcî, Çağrı Yay, İstanbul 1987, s. 469; İlhan
Ayverdi, Misali Büyük Türkçe Sözlük, C. 3, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2005, s.
2704 Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB
Yay, İstanbul 1993.
Sec’ kelimesi ile cinlerin sesi arasında ilgi kuran A. Fischer, bunu Tevrat’taki bir
ayetle delillendirmiştir (Fischer, “Kâhin”, İslam Ans., C. VI, MEB Yay, İst.1977,
s. 72). Tevrat’taki söz konusu ayet şu şekildedir: “[...] Ve alçaltılacaksın ve yerden
söz söyleyeceksin ve tozun içinden sözün boğuk gelecek ve sesin cinci sesi gibi
yerden çıkacak ve sözün toprağın içinden fısıldayacak. (Tevrat- İşaya, 29/4)
A. Fischer, agm, s. 72.
İbn Manzur, Lisan el-Arab [An Arab Dictionary] , Daru’l-Maarif, Kahire 1981, s.
1944.
294 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
nin dişili olan “şegu” ile etimolojik açıdan bağdaştıran görüşlerin varlığı
da hatırlanmalıdır5. Akadca ve İbranicedeki şg harfleri ile Arapçadaki
sc harflerini içeren kelimelerin bir köken birliğine sahip olduğunu iddia
eden bu görüşe göre6, Sümercedeki “şugitu” ve “şegu”, tapınaklarda resmi görevle kâhinlik yapan kutsal köleleri ifade etmektedir. Arap edebiyatında da kâhin sözlerinin, secinin görüldüğü ilk örnekler olması dolayısıyla kelimenin Sümerceye kadar dayandırılması makul görünmektedir.
Kelime, köken olarak Sümerceye dayandırılsa da aslında dikkatlerden
kaçırılmaması gereken nokta; hekimlik, şairlik, öte âlemle bağ kurma ve
gelecekten haber verme gibi pek çok fonksiyonu üstlenmiş bir tip olarak
ilkel toplulukların hemen tamamında kâhinin görüldüğü; dolayısıyla kafiyeli cümle/cik/lerin kâhin sözü olarak hemen her dilde varlığının teorik
olarak mümkün olduğudur. Fakat bununla nesir dilinde bir özellik olarak
karşılaşılması ve bir belâgat problemi olarak ele alınıp tasnifi Arap belâgatçileri aracılığıyla olmuştur. Bu sebeple Türk edebiyatı örnekleminde
bile seci üzerinde yapılan tüm tanım ve tasnifler Tanzimat’a kadar Arap
grameri gözetilerek yapılmıştır7. Tanzimat’la birlikte okulların müfredatına Türkçe kitabet, gramer ve belagat dâhil olduğu için bu dönem Türk5
6
7
Sümercenin Ural-Altay dil grubuna mensup olduğu iddiaları olmakla birlikte Hindistan kökenli Dravid dil grubu ile de gerek yapı gerek kelime bazında ortaklıkları
vardır. Ön ekler de barındıran Sümercenin sondan eklemeli Ural-Altay dilleri ile
aynı kökeni paylaşması yakın bir ihtimal gibi görünmemektedir (Kürşat Demirci,
Eski Mezopotamya Dinlerine Giriş, Ayışığı Kitapları, İstanbul 2013, s. 9). Böylelikle, Sümerce’de “şugitu” ve “şegu”nun aynı kelimenin eril ve dişil halleri olması
da Sümercenin erillik ve dişillik bulunmayan Ural-Altay dil grubuna dâhil olmaması gerektiğini düşündürmektedir.
E. J. Beill, “Sadjh”, The Encyclopedia of Islam, Volume III, New Edition, Leiden
1995, s. 735.
Tanzimat’a kadar Osmanlı’da yaygın eğitim kurumu olarak varlığını sürdüren
medreseler, Selçuklu geleneğini devam ettirmiştir. Medreselerde Arapça kitapların
ders kitabı olarak okutulmasının yanı sıra, Kur’an dili olması dolayısıyla Arapça
ve Arap belagati öğretilmekteydi. Fakat ders kitaplarının genelinin Arapça olması
ve derslerin Türkçe anlatılmasına rağmen; Türkçenin kitabet, gramer ve belagatinin medrese müfredatında olmadığı bilinmektedir (Mehmet İpşirli, “Medrese”,
İslam Ansiklopedisi, C. 28, TDV Yay, İstanbul 2003, s. 328). Medreselerde okutulan belagat kitapları genellikle Sekkakî (ö. 1229)’nin Miftâhu’l-Ulûm’ı, Kazvinî
(ö. 1339)’nin Telhîsü’l-Miftâh’ı ve bunlara yazılan şerh ve telhisler çizgisinde olduğu için Türkçenin belagatinin Arap belagati üzerinden var olma çabası koşullar
göz önüne alındığında olağan karşılanmalıdır. Türkçe neşredilen ilk belagat kitabı
olan Miftâhü’l-Belâga ve Misbâhü’l-Fesâha ve onu takip eden kitaplarda da Arapça örneklerin varlığı yine bu koşularla izah olunabilir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 295
çe belagat kitaplarının sayısında çok büyük bir artış görülmüştür8. Seci
özelinden dönemin belagat kitaplarına bakıldığında bir yandan geleneksel belagat anlayışına dayalı; öte yandan geleneksel belagat anlayışı ile
retoriğin etkileşimi ile var olmuş, Türkçenin kelime ve cümle yapısını da
dikkate alan tanım ve tasnifler kendini gösterir.
Seci, bir edebiyat terimi olarak mensur metinlerde fıkra adı verilen
cümle ya da cümleciklerin sonunda yer alan ve fasıla olarak adlandırılan kelimelerdeki son ses uyumuna verilen addır. Bu tanımdan hareketle
“nesir kafiyesi” 9 olarak da tanımlanabilir gibi görünmektedir. Hatta Sekkâkî, “nesrde sec’ nazmda kâfiye gibidir”10 der. Abdurrahman Süreyya,
bazen kafiyenin seci yerine kullanıldığını kaydetmesine rağmen11; nesirdeki ses uyumu karşılığında kâfiye teriminin kullanılmasına rastlanmaz.
Bu sebeple seciyi kafiye olarak tanımlamaya ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Secinin de neden tıpkı kafiye gibi “revi” harfiyle tanımlandığı, reviden
sonraki kısmın, yani eklerin, niçin seci oluşturmayacağı ve neden secinin kelime kökünde bulunduğu; modern öncesi dönemlerde nazım nesir
ilişkisinde cevaplarının aranması gereken sorulardır 12.
8
Bu belagat kitaplarının önemli bir kısmı dönemin liselerine karşılık gelen idadilerde ders kitabı olarak okutulmak amacıyla edebiyat öğretmenleri tarafından
hazırlanmıştır. Bir ihtiyacı karşılamak amacıyla belirli bir dönemde sayıca artış
gösteren bu kitapları aslında iki temel gruba ayırmak mümkündür: Arap belagati
etkisiyle klasik anlayış çizgisinde yazılanlar ve klasik anlayışı reddetmemekle birlikte retorikten de etkiler taşıyan yeni bir belagat anlayışıyla yazılanlar.
9 Menemenlizade Mehmet Tahir, Osmanlı Edebiyatı Belâgat, (haz. M Fatih Köksal-Vedat Ali Tok), Kurgan Edebiyat Yay, Ankara 2013, s. 108.
10 Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-Edeb, Şirketi-i Mürettibiyye Matbaası, İstanbul
1305, s 369.
11 Abdurrahman Süreyya, Mîzânü’l-Belâga, Ceride-i Askeriyye Matbaası, İstanbul
1303, s. 400.
12 Bütün milletlerin edebiyatlarında, öncelikle iki ana edebî şeklin varlığı söz konusu
olmuştur: Nazım ve nesir. Nazım insanın yarattığı ilk edebî şekildir ve nesre oranla
daha eskidir. Her ne kadar nazım en eski edebî şekil olarak kabul ediliyorsa da, söz
konusu edilen nazım, hayaller, imajlar ve metaforlarla örülü şiir olmayıp, günlük
konuşmanın yüceltilmiş bir şekli olarak düşünülebilir. Bu yüceltme, onu sıradan
sözlerden ayıran ve biraz gizemli bir hava veren kafiye, vezin, aliterasyon gibi biçim
özellikleriyle kendini gösterir. Tekrarlar, istiareler, karşıtlıklar vardır. Şiirden nesre
nasıl geçildiği konusunda çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. En yaygın olanı, ilkel
toplum düzeninden kopma, yavaş yavaş doğa yaşantısından ayrılma bireyciliğin
ortaya çıkmasına ve iş bölümüne sebep olmuş ve değişim esasına dayanan bir alış
veriş düzeni oluşmuştur. Bu değişim, toplumun ortak yaratısı olan şiiri de etkilemiş
ve şiir kaynaklı yeni türlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. (Emin Özdemir,
296 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
Kaynakların çoğunda seci nesre ait bir sanat olarak gösterilmişse de13,
bazı kaynaklarda nesrin yanında nazımda da seci olabileceği ifade edilmiştir. Mesela, Ahmed Cevdet Paşa da, Belâgat-ı Osmaniye’de seciyi
mutarraf, mütevazi ve murassa olarak üçe ayırdıktan sonra bunlara mensur örneklerin yanında bir de “şiirden nazîri” ifadesiyle birer beyti örnek
olarak vermiştir14. Mebani’l-inşâ15’dan önceki belâgat kitaplarında seci
için şiir örnekleri de verilmiştir. Sanayi-i Şiiriyye ve İlm-i Bedî’de mensur örnekler yanında seci için manzum örnekler de yer alır. Süleyman
Paşa’nın Mebani’l-inşâ’sında seci, nesre özgü kabul edilmiştir. Hikmet
Akdemir, Belâgat Terimleri Ansiklopedisi’nde, seciyi tasnif ederken,
“meştur seci” adlı bir kısımdan bahsederek bunun sadece şiire mahsus
bir seci olduğunu, beytin her bir mısraında diğerine muhalif iki seci bulunmasına bu ismin verildiğini ifade eder16. Secinin şiirde de olduğunu
iddia edenler, şiirde bir beytin iki mısraının kafiyeli olmasını seci kabul ederler. Klasik edebiyatta tüm kaside ve gazellerin matla beyitleri
bu tarzdadır. Aslında bu seci değil, tarsidir. Böyle beyitlere de murassa
adı verilir. Ancak burada dikkat çekici nokta, manzum yapıyla ilişkilendirilen secinin çoğunlukla, fasılalarındaki kelimeler arasında son ses ve
vezin uyumu koşulu gerektiren ve simetrik yapısıyla şiire ait özelliklere
daha çok yakınlık gösteren murassa seci olmasıdır.
13
14
15
16
Türk ve Dünya Edebiyatı, Bilgi Yay, Ankara 1989, s. 45). Herhangi bir vezin ve
kafiye birimine dayanmayan nesrin, okunuş ve dinlenişle ezberlenmesi, olduğu gibi
saklanması, bir takım çağrışım kolaylıklarıyla hemen hatırlanması mümkün olmadığı için, yazı öncesi edebî eserlerin hepsi manzum olmuş, nesir ancak yazılı belgelerle saklanabilmiş, matbaa gibi teknik olanak sağlanmadan mensur eserler yayılım
sahası bulamamıştır. Secinin, nazımla birlikte edebî nesirden önce oluştuğu kabul
edilebilir (Ahmet Ateş, “Seci”, İslam Ansiklopedisi, C. 10, MEB Yay, 1966, s. 307).
İlk edebî şekil nazım olduğu ve nesir şiirden sonra ortaya çıktığı için, kafiye nazımdan nesre geçmiştir. Bir ahenk unsuru olan kafiyeden nesir de yararlanmak istemiş
ve böylelikle seci sanatı doğmuştur (Zeki Ömer Defne, Dede Korkut Hikâyeleri
Üzerine Edebî Sanatlar Bakımından Bir Araştırma, TDK yay, Ankara 1988, s. 115).
Köprülüzade Mehmed Fuad ve Şehabeddin Süleyman, Malûmât-ı Edebiyye, Kanaat Matbaası, Dersaadet 1330, s 302; Recaizade Mahmud Ekrem, Talîm-i Edebiyat, Mihran Matbaası, İstanbul 1299, s. 351-352; Mehmed Celal, Osmanlı Edebiyatı Numûneleri, Dersaadet 1312, s 137; Süleyman Fehmi, Edebiyat, Kanaat
Matbaası, Dersaadet 1328, s. 324.
Ahmed Cevdet Paşa: Belâgat-ı Osmaniye, (haz. Turgut Karabey- Mehmet Atalay),
Akçağ Yay, Ankara 2000, s 116-117.
Süleyman Paşa, Mebani’l-İnşâ, İstanbul 1871
Bu konuda bkz: Hikmet Akdemir, Belâgat Terimleri Ansiklopedisi, Nil Yay, İzmir
1999, Ahmet Ateş, agm, s. 307.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 297
Klasik anlayışı takip eden Türkçe belagat kitaplarında seci, Arap belagatinde olduğu şekilde mutarraf, mütevazi ve murassa olarak üçe ayrılmıştır17.
Mutarraf seci, fasıla sonlarındaki kelimelerin sadece ses benzerliğine
sahip olmasıyla ortaya çıkan seci çeşididir18.
Mütevazi seci, fasıla sonlarındaki kelimelerin ses benzerliğinin yanı
sıra vezin açısından da benzerlik göstermesi gerekliliği olan secidir19.
Ancak burada “vezin”den kastın ne olduğu ile ilgili ihtilaflar vardır. Kazvinî ve takipçileri, tanımdaki “vezin” kelimesinin Arapça kelime türeten
kalıplar olmadığı, aruz vezninde olduğu gibi hecelerin açıklığı ve kapalılığı olduğu görüşündeyken, İsmail Ankaravî20 ise bunun Arapça kelime türetmeye yaratan kalıplar olduğu düşüncesindedir21. Ahmed Cevdet
Paşa da Belâgat-ı Osmaniyye’de bu tartışmaya doğrudan yorum yapmaz
fakat mütevazi seciye verdiği örnekte “yürüdü” ve “bürüdü” kelimeleri
fasıla kelimeleri olarak görülür. Yani Türkçe iki kelime arasındaki ses
uyumunu mütevazi seci kategorisine dahil etmesinden onun da seci de
vezinden hecelerin açıklık ve kapalılığı kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Murassa seci, fıkraların simetrik bir yapıya sahip olması ve bu simetri
içinde birbirine paralel kelimelerin hem son ses hem de vezin açısından
benzerlik göstermesidir. Ancak, vezinden ne kastedildiği mütevazi secide
17 Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-Edeb, s. 370; Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, s. 166; Abdurrahman Süreyya, Mîzânü’l-Belâga, s. 400; Selim Sabit,
Miyârü’l-Kelâm, İstanbul 1287, s. 23.
18 Ahmed Cevdet Paşa Belâgat-ı Osmaniyye, s. 166; Abdurrahman Süreyya, Mizânü’l-Belâga, s. 400
19 Ahmed Cevdet Paşa Belâgat-ı Osmaniyye, s. 166; Mehmed Abdurrahman, Belâgat-i Osmaniyye, (hz. Mustafa Tekdemir), Sütçü İmam Üniversitesi SBE YLT,
Kahramanmaraş 2012, s. 69; Abdurrahman Süreyya, Mizanü’l-Belâga’da ve Süleyman Fehmi Edebiyat’ta (s. 324-325) mütevazi yerine mütavazin şeklinde bir
adlandırma yaparlar.
20 Ankaravî’nin Miftahü’l-Belaga ve Misbahü’l-Fesaha’sının Hatîb-i Dımışkî’nin
Telhîs’inden mülhem olduğu (Kazım Yetiş, s. 63) hatırlanırsa, aslında bu anlayışın
doğrudan Ankaravî’nin görüşü olmadığı da anlaşılacaktır.
21 Aslında Ankaravî’nin Miftahü’l-Belâga ve Misbahü’l-Fesâha’sında seci tanımındaki vezinlerden ne kast edildiğini sorgulayan bir tavır yoktur. Fakat mutarraf seci
için verdiği örnekte, fasıla kelimeleri olan “vekâr” ve “etvâr” için, “harf-i revîde
muvafakat etdiler ancak ki ol elifden sonra vâkiǾ olan râ’dur amma vezn ü Ǿadedde
muħâlefet ederler ki, vekâr fa’âl vezninde ve eŧvâr efǾâl veznindedir” (s. 127) şeklinde yapılan açıklamadan vezinden kastın Arapça kelime türetmeye yarayan kalıplar olduğu anlaşılmaktadır.
298 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
olduğu gibi murassa secide de netlik kazanmamıştır. Murassa seci için şart
olan simetrik cümle yapısında yer alan tüm kelimelerin mi hem ses hem
vezin uyumuna sahip olması gerektiği yoksa bu simetrik yapı içinde ses ve
vezin uyumuna sahip olmayan kelimelerin de olabileceği net değildir. Mesela, Ahmed Cevdet Paşa Belâgat-ı Osmaniyye’de, murassa seciyi tanımlarken “[...] ekseri sec’en ve veznen mukabilleri gibi olursa sec’-i murassa denir”22 ifadesini kullanmıştır. Yine Ahmed Hamdi, Belâgat-ı Lisan-ı
Osmânî’de murassa seci adını kullanmaz sec’-i müvâzî terimini kullanır
ve “iki fıkranın cemî’ veya ekser kelimeleri veznde ve aded-i hurufta ve
harf-i revîde muvafakat etmesidir”23 der. Abdurrahman Süreyya da murassa seci konusunda Mizânü’l-Belâga’da Ahmed Hamdi ile aynı fikirdedir.
Tek fark, murassa seci yerine “tarsi” terimini kullanmasıdır24. Mehmed
Celal de Osmanlı Edebiyatı Numûneleri’nde tarsiye ayrı bir başlık altında
yer vererek, “[...] Nazmda ve nesrde müşterek olarak bir mısra’ı veyahod
br cümle veya fıkrayı teşkil eden kelimelerin ikiden ziyadesi diğer mısraa
veyahod diğer cümle ve fıkrada mukabilleri bulunan kelimât ile hem-vezn
ve hem- kâfiye olmasından ibârettir”25. Ahmed Hamdi ve Abdurrahman
Süreyya’nın murassa secide simetrik kelimelerin tamamının ya da büyük
çoğunluğunun bu uyumu sağlaması gerektiğini düşündüğü görülmektedir.
Diyarbekirli Said Paşa, Mizanü’-l-Edeb’inde seciyi mutarraf, mütevazi ve
murassa olarak üçe ayırdıktan sonra murassa seciyi şu şekilde tanımlar:
“nesrde iki fıkranın nazmda iki mısraın hâvî oldukları elfâzın her birisi
mukâbil olduğu lafza vezn ve kâfiyece muvaffık olmakdır”26. Tanımdan da
anlaşılacağı gibi murassa seci için simetrik bir yapı ve bu yapıdaki her
kelime arasında hem son ses hem vezin uyumu şartı gerekli görülmüştür.
Mehmed Nüzhet de Mugni’l-Küttâb’da murassa seciyi tarsi başlığı altında
ele alarak şu şekilde tanımlar: “Fıkranın mescû’atından birisinde bulunan
elfâzın cümlesi vezn ve kâfiyece diğerinde mevcûd olan elfâza tamâmıyla
muvafık olur ise ona tarsî’ ıtlak olunup [...]”27
22 Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, s. 166.
23 Ahmed Hamdi, Belâgat-ı Lisan-ı Osmanî (İnceleme-Metin-Dizin), (haz Atabey
Kılıç), Laçin Yay, Kayseri 2007, s. 104
24 Abdurrahman Süreyya, Mîzânü’l-Belâga, s. 209.
25 Mehmed Celal, Osmanlı Edebiyatı Numûneleri, s 140.
26 Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-Edeb, s. 370-371.
27 Mehmed Nüzhet, Mugni’l-Küttâb, İstanbul 1286, s. 107.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 299
Özellikle tanımlarda geçen “vezn” kelimesinin neyi kastettiği belirsizliğini korurken, bu belirsizlik alanının dışında bir tanım önerisi getiren Recaizade Mahmut Ekrem, Talîm-i Edebiyat’ta (y. 1299/1882) seciyi
kelimelerin yapılarına göre değil cümle içindeki yerlerine göre tanımlayarak mutlak, mukayyed/rabtî ve mefruk olmak üzere üçe ayırmıştır28.
Recaizade Ekrem’in takipçileri olan Menemenlizade Mehmed Tahir (y.
1310/1897)29, Köprülüzade Mehmed Fuad-Şehabeddin Süleyman30 (y.
1330/1912), Şehabeddin Süleyman31 (y. 1329/1911), Mehmed Celal32 de
seci tanımında ona uymuşlardır.
Öte yandan kimi belagat kitapları mutarraf ve mütevazi secide kullanmamalarına rağmen murassa seci tanımı yaparken bunun nazımda da
olabileceğini ifade ederek nazım ve nesir için ayrı ayrı örnekler verirler33.
Arapça kökenli bir kelime ve Arap belagati üzerinden öğrendiğimiz
bir terim olsa da yüzlerce yıl Türk nesrinin en önemli üslup ögelerinden
biri olan secinin tasnif çeşitlerinin tutarlılığı konumuz dışıdır. Ekrem’in
tasnifi Türkçe cümle yapısını gözeterek yapılmış bir tasnif olması dolayısıyla Türk nesir diline uygunluğu ilk bakışta düşünülebilir. Ancak
gözden kaçırılmaması gereken nokta, Ekrem bu tasnifi yaptığında seci,
nesir dilinde muteber bir özellik olarak görülmemekte, başarısı bir takım
şartlara bağlanarak daha çok mizahi anlatıma yakıştırılmaktadır34. Bu
sebeple, Ekrem’in tasnifi yeni bir bakış açısı getirmekle birlikte, secinin Türk nesir üslubunun karakteristik bir özelliği olduğu dönemde seci,
Arap belâgatçilerinin ölçütleri ile tanımlanmakta ve tasnif edilmekteydi.
Bu sebeple Tazarru'-nâme’de simetrik yapılar ve murassa seci irdelenirken Ekrem ve takipçilerinin değil, Arap belagatinden mülhem klasik
belagat anlayışı dikkate alınmıştır.
28 Recaizade Mahmud Ekrem, Talîm-i Edebiyat, 352-354.
29 Menemenlizâde Mehmet Tahir, Osmanlı Edebiyatı Belâgat, s.109-111. Ancak Menemenlizâde Mehmed Tahir, öncelikle Ekrem’in seci tasnifinden bahsetmekle birlikte
mutarraf ve mütevazi şeklinde ikiye ayırarak klasik tasniften e bahseder. (s. 111)
30 Köprülüzade Mehmed Fuad ve Şehabeddin Süleyman, Malûmât-ı Edebiyyes. 305.
31 Şehabeddin Süleyman, Sanat-ı Tahrîr ve Edebiyat, Arakas Matbaası, İstanbul
1329, s. 373
32 Mehmed Celal, Osmanlı Edebiyatı Numûneleri, Dersaadet 1312, s 137.
33 Mehmed Abdurrahman, Belâgat-i Osmaniyye, s. 69; Said Paşa, Mîzânü’l-Edeb,
s.454;
34 Ayşe Yıldız, “Bazı Belagat Kitaplarına Göre Secinin Tanım ve Tasnifi Üzerine
Düşünceler”, Turkish Studies, S. 6, C. 2/4, 2007-Güz, s. 1064
300 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
Tazarru'-name’de Murassa Seci
Kimi belagat kitaplarında hem nazım hem nesirde görülmesi muhtemel olduğu söylenen35, kimisinde nesirde görülen bir unsurken36 sadece
bir türünün (murassa) nazımda da görülebileceği kaydedilen kimilerinde
ise tamamen nesre özgü bir sanat kabul edilen37 secinin Türk nesrinde bu
adla ve sistematik tarzda var oluşu Türklerin İslam medeniyeti dairesine
girmesi ve klasik İslam edebiyatının ortak estetik ilkelerini paylaşmasından sonra olmuştur. Öncelikle bir belagat dolayısıyla da dil meselesi
olan seci hakkında Farsların yaklaşımı Araplarınkinden kısmi farklılıklar
göstermektedir. Teorik olarak belagat kitaplarımızın Arap belagatini model alması seci hakkında Türk diline özgü bir tanım ve tasnif ihtimalini
ortadan kaldırmış olsa bile mensur metinlerde yazarların estetik bir unsur olarak seciden yararlanırken mevcut ilkelere ne kadar bağlı kaldığı,
Türk dilinin yapısını ne kadar göz önüne aldıkları incelendiğinde, teorisi kurulmamış olsa bile uygulamada yeni yaklaşımlardan söz edilmesi
olasıdır. Bu düşünceden hareketle klasik Türk nesrine adı secili nesirle
birlikte anılan Sinan Paşa’nın Tazarru'-nâme38 adlı eserinden alınan bir
bölüm cümle simetrisi ve murassa seci açısından değerlendirilecektir.
Şol dem ki rahmetüñ nesîmi ire, hâk üsti gülzâr-ı pâk olur; şol vakt
ki satvetüñ sarsarı ese, gülzâr içi tîre[-i] hâk olur. Bir Cebbârsın
ki, kahruñ eli kime irse, kâdir iken pest ider; Bir rahmansın ki,
lutfuñ yili kime esse, âciz iken kavî-dest ider. Latîfe-i ‘atâñ dostlaruñı, gerçi mihnetteyise dahı, sadef-i dürr-i rahmet ider; u’cûbe-i
kazâñ düşmânlaruñı gerçi izzetteyise dahı, hedef-i tîr-i la’net ider.
Bir Celîlsin ki celâlüñ tecellisi heybetinden, âlemüñ her zâviyesinden niçe bin cânlar ve huznehu âhını menâzil-i feleğe irgürürler;
Bir Cemîlsin ki, cemâlüñ müşâhedesi halâvetinden, cihânuñ her
35 Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, s. 116-117.
36 Köprülüzade Mehmed Fuad ve Şehabeddin Süleyman, Malûmât-ı Edebiyye, s.
302; Recaizâde Mahmud Ekrem, Talîm-i Edebiyat, s. 351-352; Mehmed Celal,
Osmanlı Edebiyatı Numûneleri, s. 137; Süleyman Fehmi, Edebiyat, s. 324.
37 Süleyman Paşa, Mebâni’l-İnşâ, İstanbul 1871.
38 Tazarru'-nâme, klasik Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Yazıldığı devirden itibaren kaynaklar eserden övgüyle söz etmişlerdir. Ancak, Tazarru'-nâme’nin,
Abdullah el-Ensârî’nin İlahînâme ya da Münacatnâme adıyla bilinen eserini üslup
açısından model aldığı da hatırda tutulmalıdır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 301
kûşesinden hezârân gönüller ve şevkahu nidâsını mecâmi’-i melekden geçürürler. Her demde hezâr hezâr dilleri lutf u cemâlüñ
lezzeti makâm-ı visâle irgürmiş iken gine ol demde sultân-ı celâlüñ olanca sermâyesini gâret ü târâc ider; ve her sâ’atde, heybet-i
celâlüñ, cümle ‘âlemi ber-hem ü mecrûh itmiş iken, gine râhat-ı
cemâlüñ merhem ü ilâc ider.
İlâhî! Celâlüñ sıfatı bî-niyâzlık. İlâhî! Cemâlüñ âyeti kâr-sâzlık.
Kelîmüñ hîşi Bel’am’ı bî-niyâzlıgundan seg-sıfat u nâ-bekâr itdüñ; behâyim-i ecnes kelbi kâr-sâzlıgundan şîr-i merdâna yâr-ı
gâr itdüñ. İblîsi bunca sermâye-i tâ’at ile müflis ü matrûd itdüñ.
Âdemi bî-sermâye-i âmel râbih ü mes’ûd itdüñ.
Gâh niçe bî-devletlere devlet virürsin; gâh niçe sâhib-devletlere
zillet virürsin. Gâh niçe nâ-kesi kes idersin; gâh niçe kesi nâ-kes
idersin. Gâh birini nâna muhtâc idersin ve gâh birini sâhib-i taht
u tâc idersin. Birini fakîr ü zâr idersin ve birini ganî vü mâldâr
idersin. Gâh bir serve serv çektürürsin bûstânda; gâh bir serveri ser-nigûn idersin gûristânda. Gâh sahn-ı çemeni gül ü lâleyile
nevbahâr idersin; gâh libâs-ı kefeni hûn-ı dîdeyile lâlezâr idersin.
Gâh nergeslerün çeşmini peydâ idersin; gâh nerges gözlüleri nâbînâ idersin. Gâh yirden benefşeler açarsın; gâh benefşe hatları
yire saçarsın. Gâh sahrâlarda nâfeleri misk-i ezfer idersin; gâh
gine miskin nâfeleri hâk-i agber idersin. Gâh kara taşları la’l-i
pâk idersin; gâh la’l lebleri tîre[-i] hâk idersin. Gâh bir kuşun
meskenini murgızâr idersin gâh gine dâma düşürüp o murgı zâr
idersin39.
[..] Bir Mesîh-demsin ki ‘âleme hayât virürsin; demidür ben kuluña dahı bir demüñ irişe. Bir İsâ-nefessin ki, her hasteye necât
virürsin; vaktidür ben hasteye dahı nefesüñ yitişe. Ömürden bakıyye var iken yitiş bana. Bu hâl ile ölmedin iriş bana. Cûduñ
denizi cihana akdı, n’ola ben kemtere bir katre irişse. Mihrüñ
güneşi ‘âlemi dutdı, n’ola ben zerreye bir şu’le yitişse. Maksûd
mahabbet ise uşta gönül katuñda, murâd irâdet ise irâdetüm elüñde. Eger baña riyâzat gerekse, riyâzata himmet it ve eger benden
isti’dâd istersen, isti’dâda meded it. Eger gönülde cilâ gerekse
39 Mertol Tulum, Tazarruname, MEB Yay, Ankara 2001, s. 129-130.
302 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
gönül pasını sen aç ve eger kalbde safâ gerekse safâ kapusın sen
aç. Eger dünyâyı terk gerekse sen beni terk itme ve eger gönül
evi pâk gerekse, sen gönlümden gitme. Gönüller mi’mârısın yıkık
gönlümi sen yap. İhtiyârum sana virdüm, hevâ kapusın sen yap.
Dil hastesiyem ‘ilâcı senüñ katuñda, gönül mecrûhıyam merhemi
hazretüñde. Maraz ne kadar eskiyise tabîb hâzık olıcak şifâ bulur;
derd ne kadar onulmazise hekîm üstâd olıcak devâ bulur. Demidür, himmet gerek, şâyed inâyet irdi ola; vaktidür, ikdâm gerek,
bâşed hidâyet yitişti ola. Demlerüñ var ki bir dem ursañ diledügin
idersin. Vaktlerüñ var ki bir nefes itsen istedügin işlersin. N’ola
bir demüñde bu ben bendeni yâd itsen. Ne var bir nefeste bir sınuk
gönli âbâd itsen40.
pâk
olur
şol
vakt
ki
satv
et+ün
sarsar+ı
es+e
gülzâr
İç+i
tîre
[-i]
hâk
olur
bir
cebbâr+sın
ki
kahr+uñ
el+i
kime
ir+se
kâdir
iken
pest
ider
bir
rahman+sın
ki
lutf+uñ
yil+i
kime
es+se
âciz
iken
kavî-dest
ider
latîfe
-i
-i
dost+lar+uñ+ı
gerçi
mihnet+te+y+ise
düşmân+lar+uñ+ı
İzzet+te+y+ise
40 Tazarruname, s 292.
sadef
-i
-i
-i
ider
tîr
-i
ider
-ı
rahmet
gülzâr
la’net
üst+i
dürr
hâk
hedef
İr+e
dahı
nesîm+i
dahı
rahmet+ün
gerçi
ki
‘atâ+ñ
dem
kazâ+ñ
şol
u’cûbe
Tazarru'-nâme’den alınan yukarıdaki metinde 32 fıkra bulunaktadır
Bu fıkraların 24‘ü simetrik bir yapıya sahipken 8’inde ise kısmi bir simetri görülmektedir. Simetrik fıkralar, münasebet-nispet, kuruluş-yapı
ve uzuv sayısı aynılığı unsurlarının tümüne sahip olan fıkralardır. Söz
konusu fıkralar bu simetrik özellikleri belirginleştirilecek şekilde aşağıda tablolarla ifade edilmiştir.
heybet+i+n+den
‘âlem+üñ
her
zâviyesinden
niçe bin
cân+lar
ve
huznehu
âhını
menâzil
-i
feleğ+e
İrgür+ürler
cihân+uñ
her
kûşesinden
hezârân
gönül+ler
ve
şevkahu
nidâsını
mecâmi’
-i
melek+den
geçür+ürler
tecelli+si
müşâhede+si
halâvet+i+n+den
celâl+ün
celîl+sin
cemîl+sin
ki
cemâl+ün
bir
ki
bir
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 303
İlâhî
celâl+üñ
sıfat+ı
bî-niyâz+lık
İlâhî
cemâl+üñ
âyet+i
kâr-sâz+lık
İblîs+i
bunca
sermâye-i tâ’at
ile
bî-sermâye-i âmel
Âdem+i
müflis ü matrûd
it+dün
râbih ü mes’ûd
it+dün
gâh
niçe
bî-devletler+e
devlet
vir+ür+sin
gâh
niçe
sâhib-devletler+e
zillet
vir+ür+sin
gâh
niçe
nâ-kes+i
kes
id+er+sin
gâh
niçe
kes+i
nâ-kes
id+er+sin
ve
ve
gâh
bir+i+n+i
nân+a muhtâc
İd+er+sin
gâh
bir+i+n+i
sâhib-i taht u tâc
id+er+sin
bir+i+n+i
fakîr
ü
zâr
İd+er+sin
bir+i+n+i
ganî
vü
mâldâr
İd+er+sin
gâh
bir
serv+e
serv
çek+tür+ür+sin
bûstân+da
gâh
bir
server+i
ser-nigûn
id+er+sin
gûristân+da
gâh
sahn
-ı
çemen+i
gül
ü
lâle+y+ile
nevbahâr
id+er+sin
gâh
libâs
-ı
kefen+i
hûn
-ı
dîde+y+ile
lâlezâr
id+er+sin
gâh
nerges+lerün
çeşm+i+n+i
peydâ
id+er+sin
gâh
nerges
göz+lü+ler+i
nâ-bînâ
id+er+sin
gâh
gâh
gine
sahrâ+lar+da
nâfe+leri
misk
-i
ezfer
id+er+sin
miskin
nâfe+leri
hâk
-i
agber
id+er+sin
gâh
kara
taşları
la’l
-i
pâk
id+er+sin
gâh
la’l
lebleri
tîre
[-i]
hâk
id+er+sin
bir İsânefes+sin
ki
her haste+y+e
dem+i
+dür
vir+ür
+sin
vakt+i
+dür
kul+uñ
+a
haste
+y+e
dahı
bir
vir+ür
+sin
bir
dahı
âlem+e
ben
ki
ben
Mesîhdem+sin
hayât
bir
necât
304 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
dem
+üñ
ir+iş
+e
nefes
+ün
yit+iş
+e
cihan+a
ak+dı
n’ola ben kemter+e bir
katre ir+iş+se
mihr+üñ güneş+i ‘âlem+i
dut+dı
n’ola ben
şu’le
cûd+uñ
ve
ve
ve
deniz+i
zerre+ye
bir
yitiş+se
eger
ban+a
riyâzat
gerek+se
riyâzat+a
himmet
it
eger
ben+den
isti’dâd
ister+se+n
isti’dâd+a
meded
it
eger
gönül+de
cilâ
gerek+se
gönül
pas+ı+n+ı
sen
aç
eger
kalb+de
safâ
gerek+se
safâ
kapu+sı+n
sen
aç
eger
dünyâ+y+ı
terk
gerek+se
sen
ben+i
terk itme
eger
gönül evi
pâk
gerek+se
sen
gönlüm+den
gitme
maraz
ne
kadar
eski+y+ise
tabîb
hâzık
ol+ıcak
şifâ
bulur
derd
ne
kadar
onulmaz+ise
hekîm
üstâd
ol+ıcak
devâ
bulur
dem+i+dür
himmet
gerek
şâyed
inâyet
ir+di
ol+a
vakt+i+dür
ikdâm
gerek
bâşed
hidâyet
yitiş+di
ol+a
dem+ler+üñ
var
ki
bir
dem
ur+sañ
dile+düg+i+n
id+er+sin
vakt+ler+üñ
var
ki
bir
nefes
it+señ
iste+düg+in
iş+le+r+sin
n’ola
bir
dem+üñ+de
bu
ben bende+ñ+i
yâd
it+señ
ne var
bir
nefes+de
bir
sınuk gönl+i
âbâd
it+señ
Tazarru'-nâme’den rastgele seçilen yukarıdaki bölümde, 24 fıkra yer
almaktadır. Bu fıkralar, Tazarru'-nâme’nin hemen tamamında görülecek
şekilde simetrik cümle yapısına sahiptir. Bu simetrik yapı, başlı başına bir ahenk unsuru olarak önemli olmakla birlikte, konumuz açısından
bu yapılardaki seci incelendiğinde şu sonuçlar görülmüştür. Fıkralar
arasındaki simetri, aslında belagat kitaplarında murassa secinin tanımı
yapılırken belirtilen, fıkralardaki kelimelerin seci, vezin ve kelime sayısı açısından uyumlu olması ilkesidir. Dolayısıyla üslup incelemelerinde
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 305
cümle simetrisi olarak bahsedilen yapılar, temelde murassa secinin bir
koşuludur. Ancak murassa secinin simetri dışındaki koşullarından olan,
simetrik kelimelerin vezin ve son ses uyumu Türkçe metinlerde uygulamada biraz esneklik kazanmış gibidir. Kuralı cümlelerde, cümle sonunda
yüklemin bulunacağı ve fiillerin hemen tamamının Türkçe kökenli kelimeler olduğu düşünüldüğünde, vezinden kastın Arapça kelime türetmeye
yarayan bâblar olduğu kabul edilirse, bunlarda vezin uyumu bulunması
imkân dâhilinde değildir. Aksi halde, fıkraların müstakil birer cümleden
oluştuğu durumlarda sadece mutarraf seci ihtimali gündemde olur41. En
az koşula ihtiyaç duyan ve en kolay seci olan mutarraf seci, Tazarru'-nâme gibi cümle simetrisini ilke edinmiş metinlerde amaçlanmış olamaz.
Tazarru'-nâme’den seçilen simetrik fıkralar yukarıda tablolaştırılmıştı. Tablolarda birbirleriyle simetrik olan kelimeler için şu durumlar tespit
edilmiştir:
Fıkralar arasında kelime sayısı aynıdır (uzuv sayısı aynılığı). Eşit sayıdaki kelimeler arasında yapı açısından da benzerlik vardır. Birbiriyle
simetrik olan kelimeler gramer olarak da aynı ekleri almıştır (kuruluş-yapı aynılığı). Yine bu simetrik kelimeler arasında anlam ilişkileri söz konusudur (münasebet-nispet aynılığı)42. Fıkralarda birbirlerinin simetrisi
olan kelimeler;
1) Birbirinin aynen tekrarı olabilir,
2) Birbiriyle yakın ya da zıt anlamlı olup son ses uyumuna sahip
olmayabilir,
3) Birbiriyle yakın ya da zıt anlamlı olup son ses uyumuna sahip
olabilir,
41 Benzer bir durum Farsça için de geçerlidir. Eklemeli bir dil olan Farsçada da, alıntı
kelimeler dışında, Arapça kelime türetmeye yarayan kalıplar için kullanılan “vezin”ler yoktur. Fars nesrinde seci tanımı yapılırken mütevazi ve mütevazin (murassa) secide vezin uyumu koşulu yer alır. Aynı vezindeki kelimeler örneklendirilirken
de gül-mül; bahâr-mezâr; mehcûrî-mahmûrî; nazar-şeker örnekleri verilmiştir (Ali
Ekber Dihhuda, Lugatnâme-i Dihhuda, Danişgâh-ı Tahran 1999). Örneklerden de
anlaşılacağı üzere kelimelerin bir kısmı Arapça kökenli olmayıp kelimeler arasında hecelerin açıklığı ve kapalılığına dayanan bir vezin uyumu bulunmaktadır.
42 Kamil Veliyev, Destan Poetikası alı eserinde, paralelizmin, uzuv sayısı aynılığı, münasebet-nispet aynılığı ve kuruluş-yapı aynılığı şeklinde üç unsuru olduğunu; bu üç
unsurun tümünün görüldüğü durumlarda tam paralelizmden, bir ya da ikisi görüldüğü durumlarda ise yarım paralelizmden söz edilebileceğini ifade eder. Kamil Veliyev, Destan Poetikası (Akt: Halil Açıkgöz), Türkiyat Matbaacılık, İstanbul 1988.
306 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
4) Birbiriyle yakın ya da zıt anlamlı olup, son ses uyumuna sahip
olmamasına rağmen vezin uyumuna sahip olabilir,
5) Birbiriyle yakın ya da zıt anlamlı olup hem son ses hem vezin
uyumuna sahip olabilir.
Fıkralardaki kelime sayıları azaldıkça ilk iki maddenin görülme sıklığı düşmekte ancak dört ve daha çok sayıda kelimeden oluşan fıkralarda
simetrik kelimelerin her birinin paralelizmin bazı unsurlarını taşıyarak
tam paralelizmden uzaklaşabildiği görülmüştür.
İncelenen örneklemi ve belâgat kitaplarındaki tanımları göz önünde
bulundurarak murassa seci tanımı yapmak gerekirse, cümle simetrisi
(münasebet-nispet, kuruluş-yapı ve uzuv sayısı aynılığı)ne sahip fıkraların oluşturduğu yapılar arasında kelimelerin çoğunluğunun simetrikleriyle anlam, yapı, vezin ve son ses uyumuna sahip olduğu seci sonucuna
varılabilir. Yine Türkçe metinler için mevcut örnekler buradaki veznin
Ankaravî’nin Arapçadaki kelime türetmeye yarayan bâblar olduğu görüşünün aksine, Kazvînî’nin görüşü doğrultusunda hecelerin açık ve kapalılığına dayanan metrik bir yapı olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak; secili Türk nesri söz konusu olduğunda ilk akla gelen örnek olan Tazarru'-nâme’de ve sınırlı bir örneklem43 üzerinde yapılan çalışma, murassa secinin cümle simetrisine dayanan bir yapı olması
dolayısıyla sadece fıkra sonlarındaki ses uyumlarının incelenmesiyle
açıklanamayacak kadar ustalık gerektiren bir sanat olduğunu ve üslup
incelemelerinde tam ve yarım paralelizm ilkeleri de gözetilerek yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Murassa secinin belagat
kitaplarının ittifak edemediği simetrik yapıda her birimin mi yoksa çoğu
birimin mi hem ses hem vezin benzerliği göstermesi gerektiği koşulu,
Türkçenin cümle ve kelime yapısı göz önünde bulundurulduğunda -en
azından pratikte- nâsirlerin simetrik yapıyı kelime sayıları, kelimeye
gelen ekler ve tamlama yapıları açısından önemsedikleri fakat bu yapı
içindeki her simetrik birimde hem ses hem vezin uyumu aramadıkları,
43 Sınırlı bir örneklem bu makaleye veri sağlamış olmakla birlikte, seci konusu üzerinde yaptığımız yüksek lisans çalışmasında incelenen metinler ve klasik Türk
nesrinin üslubu hakkında yapılan çalışmalarda da ulaşılan sonuçları doğrulamak
mümkündür (Ayşe YILDIZ, Eski Türk Edebiyatında Seci, Gazi Üniversitesi SBE
YLT, Ankara 2002).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 307
özellikle çok sayıda kelimeden oluşan fıkralarda çoğunluk kelimede bu
özelliğin bulunmasının yeterli gördükleri anlaşılmaktadır. Murassa secinin yanı sıra mütevazi seciyi de ilgilendiren “vezin birliğinin ne olduğu”
meselesi ise, Ankaravî’nin görüşünün aksine, Farsça ve Türkçe kelimelerle yapılan seciler göz önüne alındığında Kazvînî’nin beyanı doğrultusunda hecelerin açıklık ve kapalılığı olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynakça
FİSCHER, A., “Kâhin”, İslam Ansiklopedisi, C. VI, MEB Yay, İstanbul 1977.
Abdurrahman Süreyya, Mizanü’l-Belâga, Ceride-i Askeriyye Matbaası, İstanbul 1303.
Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmaniyye, (haz. Turgut Karabey- Mehmet
Atalay), Akçağ Yay, Ankara 2000.
Ahmed Hamdi, Belâgat-ı Lisan-ı Osmanî (İnceleme-Metin-Dizin), (haz Atabey Kılıç), Laçin Yay, Kayseri 2007, s. 104
AKDEMİR, Hikmet, Belâgat Terimleri Ansiklopedisi, Nil Yay, İzmir 1999.
ATEŞ, Ahmet, “Seci”, İslam Ansiklopedisi, C. 10, MEB Yay, 1966.
AYVERDİ, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 3, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2005.
BEILL, E. J. “Sadjh”, The Encyclopedia of Islam, Volume III, New Edition,
Leiden 1995.
DEFNE, Zeki Ömer, Dede Korkut Hikâyeleri Üzerine Edebî Sanatlar Bakımından Bir Araştırma, TDK yay, Ankara 1988.
DEMİRCİ, Kürşat, Eski Mezopotamya Dinlerine Giriş, Ayışığı Kit., İst.2013.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi, Ankara 1993.
DİHHUDA, Ali Ekber, Lugatnâme-i Dihhuda, Danişgâh-ı Tahran 1999.
Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-Edeb, Şirketi-i Mürettibiyye Matbaası, İstanbul 1305.
İbn Manzur, Lisan el-Arab [An Arab Dictionary] , Daru’l-Maarif, Kahire 1981.
İPŞİRLİ, Mehmet, “Medrese”, İslam Ansiklopedisi, C. 28, TDV Yay, İstanbul
2003.
308 Doç. Dr. Ayşe Yıldız
Köprülüzade Mehmed Fuad ve Şehabeddin Süleyman, Malûmât-ı Edebiyye,
Kanaat Matbaası, Dersaadet 1330.
Mehmed Abdurrahman, Belâgat-i Osmaniyye, (haz. Mustafa Tekdemir), Sütçü
İmam Üniversitesi SBE YLT, Kahramanmaraş 2012.
Mehmed Celal, Osmanlı Edebiyatı Numûneleri, Dersaadet 1312.
Mehmed Nüzhet, Mugni’l-Küttâb, İstanbul 1286, s. 107.
Menemenlizade Mehmet Tahir, Osmanlı Edebiyatı Belâgat, (haz. M Fatih
Köksal-Vedat Ali Tok), Kurgan Edebiyat Yay, Ankara 2013.
Muallim Naci, Lugat-ı Nâcî, Çağrı Yay, İstanbul 1987.
ÖZDEMİR, Emin, Türk ve Dünya Edebiyatı, Bilgi Yay, Ankara 1989.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü,
MEB Yay, İstanbul 1993.
Recaizade Mahmud Ekrem, Talîm-i Edebiyat, Mihran Mat., İst. 1299.
Selim Sabit, Miyârü’l-Kelâm, İstanbul 1287.
Süleyman Fehmi, Edebiyat, Kanaat Matbaası, Dersaadet 1328.
Süleyman Paşa, Mebâni’l-İnşâ, İstanbul 1871.
Şehabeddin Süleyman, Sanat-ı Tahrîr ve Edebiyat, Arakas Matbaası, İstanbul
1329.
TULUM, Mertol, Tazarru'-nâme, MEB Yay, Ankara 2001.
VELİYEV, Kamil, Destan Poetikası (Akt: Halil Açıkgöz), Türkiyat Matbaacılık, İstanbul 1988.
YILDIZ, Ayşe, “Bazı Belagat Kitaplarına Göre Secinin Tanım ve Tasnifi Üzerine Düşünceler”, Turkish Studies, S. 6, C. 2/4, 2007-Güz, s. 1064
YILDIZ, Ayşe, Eski Türk Edebiyatında Seci, Gazi Üniversitesi SBE YLT, Ankara 2002.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 309
Akıl Aşka Karşı mıdır?
Sinan Paşa’da Akıl-Aşk Dikatomisi
Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Erciyes Üniversitesi
“Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından
zürriyyetlerini almış, onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’
demişti. Onlar da ‘Evet şâhit olduk.’ dediler.
Böyle yapmamız kıyamet günü ‘biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”
(Kur’an, Âraf Suresi, 7/172).
İslam düşüncesinin özellikle tasavvuf alanında birçok müellif aşk ile
akıl arasındaki ilişki konusunda geniş kapsamlı karşılaştırma ve analizler
sergilemiştir. Sinan Paşa da bu karmaşık problemi Tazarru‘-nâme’nin
farklı yerlerinde farklı yönleriyle tasavvuf geleneğine uygun bir biçimde ele almış, ilk bakışta akıl-aşk karşıtlığı gibi görünen durumu, Kur’an
ve hadislere dayanarak bir uyum biçiminde işlemiştir. Bu makalede ise
problem yukarıdaki âyette işaret edilen ve İslam düşüncesinde “bezm-i
elest”, “rûz-i elest”, “bezm-i ezel”, “elest günü”, “elest sohbet-gâhı”,
“elest meclisi”, “belî ahdi” gibi ifadelerle anılan olaya izafetle ve Tazarru‘-nâme’ye referansla açıklanmaya çalışılacaktır.
Hadislerle de zenginleştirilerek birçok kez tefsir edilen bu âyet tasavvuf düşüncesinin temel referans noktalarından biri olmuştur. Allah’ın
310 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
tüm insanlarla ezelde kurduğu misâkın ya da sözleşmenin anlamı, ruhlar
âleminde onun tüm insanlara kendini Rab olarak tanıtmış olması ve insanların da bunu kabul etmiş olmasıdır. Aslında sözleşme, bir anlamda
insana doğal olarak bağışlanmış olan “fıtrat” ya da “tabiî din” olarak
da yorumlanabilir. Dolayısıyla her bir insanın ruhunda Allah ile yaptığı
bu sözleşme gizil olarak vardır. Sözleşmenin tasavvuf düşüncesi açısından üzerinde durulan temel özelliği ise, ruhların cisim âlemine girmeden önce, ezelde gerçekleşmiş olması ve Allah’ın cemâlini müşahede ile
müşerref kılınmış olmasıdır. Başka bir ifadeyle her bir insan Allah’ın
Rab’liğinin ezelî tanığıdır.
Bu bağlamda Allah’ın, insanla epistemolojik ve ontolojik olmak üzere iki yönlü bir ilişkiye girdiği söylenebilir. Birincisi, insana tüm bilgilerin temeli olan bir soruyu sormakla, bilginin öznesi; ikincisi ise, lütfedip
varlığını tanıtmak ya da cemâlini (güzelliğini) göstermekle de “sevgi”nin
öznesi yapmış olmasıdır. Böylece insan, hem bilgi hem de aşk ile mücehhez olarak var olur. Bu yüzden de insanın yaratıcısına olan bilgisi ve
sevgisinin fıtrî olduğu düşünülmüştür. Aslında tüm bilgi ve sevgilerin
kaynağında da, ezeli ahdin yinelenmesi söz konusudur.
Bu iki görünümün insanda bir bakıma akıl ve kalp olarak kutuplaştığı
söylenebilir. İşte tasavvuf düşüncesi insanda anlama ve bilme gücünün taşıyıcısı olarak aklı, sevginin ve aşkın taşıyıcısı olarak da kalbi temele alan
bir sistem geliştirmiştir. İnsan akıl yetisi sayesinde ilâhî hitaba muhatap
olmakta ve böylece yaratılmışlar içinde seçkin bir konuma kavuşmakta;
aşk sayesinde ise Varlıkla özdeşleşme noktasına ulaşmaktadır. İnsan sadece bilen (akıllı) bir varlık olmakla değil, fakat kendisini bildiği şeyle birleşip onda yok olabildiği (fenâ) ölçüde varoluşsal bir anlama kavuşmuş
olur. Başka bir deyişle kalp sonsuzluk karşısında bizim ne olduğumuzu
belirtirken akıl ne düşündüğümüzü belirtir. Öte yandan kalp, Varlık ile
özdeşleşme noktası olduğu gibi keşfin de organıdır. Bir kutsî hadise göre
Allah şöyle buyurur: “Beni yer ve gök taşıyamaz, ama mü’min kulumun
kalbi taşır” Kalbin en derin merkezine “sırr” denir ki, burası yaratılmışın
Allah ile karşılaştığı kavranması mümkün olmayan bir noktadır.1
1
Burckhard, Titus, İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, çev. Fahreddin Arslan,
(İstanbul: Ribat Yayınları, 1982), s. 117.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 311
Konuyla ilgisi içinde tasavvuf düşüncesinin üzerinde durduğu
Kur’an’daki bir diğer ifade ise, Allah’ın kullarına ve kulların da Allaha
olan sevgisinden söz edildiği Maide Suresi 54. ayetinde yer alır: “Yuhibbuhum ve yühibbûneh”. Burada sevmek de sevilmek de hem Allah’a hem
de kullara izafe dilmiştir. Tek yönlü bir sevgi ilişkisi söz konusu değildir.
Allah hem seven hem de sevilen olduğu gibi, kul da seven ve sevilendir.
Bu bağlamda kulun tüm çabası Allah’a yaklaşmak, ona olan bağını günbegün güçlendirerek onu bilmeye (marifetu’llah) yönelik olduğu
gibi, nihayetinde kendi varlığını Allah’a adamaya (bekâ bi’llah) ve onda
yok olmaya (fenâ fi’llah) adamasıdır.
İşte bu noktada Sinan Paşa’nın görüşlerine geçecek olursak öncelikle
onun Tazarrû‘-nâme ve Ma‘ârif-nâme adlı eserlerindeki söyleminin marifetu’llah ve fenâfi’llah’a ulaşma yolunda manevi bir talimi amaçladığı
söylenebilir. Bu bakımdan bu iki eser didaktik bir özellik sergilemekle
birlikte, bununla sınırlı olmayıp bir “hal tercümesi” niteliğindedir. İşte
bu nedenle onun eserlerinin incelenmesinin, Türk-İslam düşüncesinde,
“dile getirilemez olan”a işaret etmesi bakımından Türk dilinin manevî
talim yönünü tanımak, söz ile hâlet arsındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu
bilmek için gerekli olan öncelikli adımlardan biri olduğu söylenebilir.
İnsanî Varoluşun Özü Olarak Gönül
Gerek didaktik özelliği gerekse de hal tercümesi olması bakımından
Tazarru‘-nâme’deki konumuzla ilgisi içinde anahtar kavramın gönül
(dil) olduğunu görürüz. Gönül, yukarıda ifade ettiğimiz, insanın fıtraten
sahip olduğu bilgi ve aşk birliğini karşılayan bir kavramdır ve insanı
insan yapan öz nitelik olarak tanımlanır:2
İnsân dedikleri dildir, bir avuç gil değildir; âdem dedikleri gönüldür, bunu anlamayan göldür.
Bu bağlamda Kâinatın ilkesinin gönlün cevheri olduğu ifade edilir.
Dolayısıyla gönül, ezelde yaratılmış ve sonu olmayan bir ilkedir. Ruh
ülkesinde padişah, Varlık şehrinde şah olan gönül Ruh için inâyet, nefs
için hidâyet bineğidir: 3
2
3
Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, haz. Mertol Tulum, (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı Yay., 2014), s. 569.
Age., s. 137.
312 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Milk-i rûh içre padişah dilin
Varlığın şehri içre şâh dilin
Mazhar-i nakş-i küfr ü dîn oldur
Tahta-i kahr-i harf-i kîn oldur
Söylenen dilde câm-i Cem dildir
Müstekarr-i nişât ü gam dildir
Kâbil-i tâbiş-i nübüvvet odur
Levh-i mahfuz u şer’ ü şünnet odur
Rûh için merkeb-i inâyet odur
Nefs için merkeb-i hidâyet odur
Bu yüzden Sinan Paşa yukarıda sözü edilen insanı gönülle tanımlamasının devamında yer alan tasvirde insanın ruhsal ve bedensel tüm yetilerinin yöneticisinin gönül olduğunu ifade eder.
Açıkçası hayvanlarla da paylaştığı yetilerinden farklı olarak insanın
ayrımı, tüm bu yetileri kendine özgü bir biçimde yöneten ve onlar üzerinde tasarrufta bulunan bir gönle sahip olmasıdır: 4
Menşûr-i saltanat-i a‘zâ-yi ten dil nâmına tahrîr olunmıstur, ve berât-ı hümâyûn-i pâdısâhî-yi beden onun adına
takrîr olunmustur. Cemî‘-i a‘zâ hayâtı ondan istimdâd eder,
ve cemî‘-i kuvâya ervâhı o imdâd eder. İstirâhat-i a‘zâ-yi
beden onun hareketi iledir, ve bir kaç gün bekâ-yi insân
onun bereketi iledir. Dil bir pâdisâhtır, cevârih onun raiyyeti; gönül bir sultândır, cihân dolu milketi.
Ayrıca gönül, varlıkların var oluş ilkesi olarak ezelîdir. İnsanın ezeldeki sözleşmesi ile ebede yönelmesi de gönlün bu niteliği dolayısıyladır. Bu bağlamda elest bezmi’ndeki hitabın muhatabı gönüldür. Nitekim
ezeldeki sözleşmesine sadık kalan temiz ruhun döneceği yer de yine gönül ülkesidir:5
Mebde-i kâinât cevheridir
Merci-i rûh-ı pâk kişveridir
4
5
Age., s. 569.
Age., s. 137.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 313
Buradaki ilgi çekici nokta, sonraki beyitlerde gönlün Gazâlî’ye referansla olduğunu düşünülebilecek şekilde bir hadise dayanarak yaratılmış
ilk varlık olarak akl-ı küll ve kalem ile özdeşleştirilmiş olmasıdır:6
Kalem-i cünbüş-i vukuf oldur
Menşe-i âlem-i hurûf oldur
Akl-i küldür ki levh-i nefse yazar
Olmuş u olacakta her ne ki var
Nitekim Gazâlî Meâricü’l- Kuds fî Medârici’n-Nefs adlı eserinde Hz.
Muhammed’in şu hadisinde aklın bu anlamda kullanıldığını ifade eder:
“Allah ilkin aklı yarattı ve ona ‘gel’ dedi o da hemen geldi; Sonra ona
git dedi, o da hemen gitti.” Yani Allah akla ‘gel ki benimle yetkinleşesin,
benimle bütünleşesin; git ki senin dışındaki bütün âlem seninle yetkinleşsin’ dedi. Hadisin devamında da “izzet ve celâlime yemin olsun ki,
senden daha değerli ve senden daha üstün bir varlık yaratmadım; seninle
alır, seninle veririm.” Bu anlamda olmak üzere, Gazâlî’ye göre kalem
kelimesi de bu akla tekabül etmektedir. Nitekim yine bir hadiste peygamber: Allah önce kalemi yarattı ve ona ‘yaz’ dedi; o da ne yazayım dedi.
Allah da ona ‘kıyamete kadar olan bütün amel, eser, rızık ve eceli yaz’
dedi; kalem de kıyamete dek olacak ve şimdi olan şeyleri yazdı.”7
Bu bağlamda Sinan Paşa’nın insan anlayışının temel ilkesi, kendisini
yeryüzündeki diğer varlıklardan farklılaştırıp bilgi ve sevgi kazanmasını
sağlayan ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olma konumuna getiren ezelde
yaratılmış ve Allah’ın hitabına ve cemâline muhatap olmuş gönle sahip
olmasıdır. Bununla birlikte yeryüzündeki varlığı bakımından bedene
bürünmekle insan, ansızın tuzağa düşmekle bir varoluş kavgasına giren
Hümâ kuşuna benzer:8
Hümâsın ansızın bir dâma düsmüs
İşitip üstüne hengâme üşmüş
Burada insanın var oluş mücadelesinin, bedensel ve dünyevî bağların,
insan ruhunu asıl yurdundan, elest bezm’inde verdiği sözden uzaklaştırmaya çalışmasına karşı verildiği söylenebilir. Açıkçası insanın dünyadaki varlığı bir yabancılaşmayı, tasavvuf terminolojisiyle “garib”liği içerir.
6
7
8
Age., s. 139.
Gazâlî, Meâricü’l- Kuds fî Medârici’n-Nefs, (Beyrut: Dârü’l- Kütübü’l-İlmiyye:
Beyrut, Tarihsiz), s. 155.
Sinan Paşa: Tazarru‘-nâme, s. 201.
314 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Başka bir deyişle Sinan Paşa tasavvuf geleneğine bağlı kalarak insanı
yukarı (ulvî) ve aşağı (süflî) olmak üzere iki yöne izafeti olan bir varlık
olarak görür ki, bu iki yön arasındaki karşıtlıkta insanın varlık amacı
yukarıya nispetle olduğu ölçüde anlam kazanır. Öyle ki, burada amaç,
insana, görünen âlemden var oluşun daha yüksek mertebelerine geçmek
ve bir merdiven vasıtası görerek insanı Mevlânâ’nın deyişiyle “âlemin
çatısı”na, hatta onun da ötesi olan ve bütün kozmik tezâhür sahalarını
aşan Kozmos-ötesi Hakikat’e ulaştıran bir ilimdir.9 Bu açıdan yukarıyla
ilişkinin aracı ise gönüldür:10
İki âlemden dahı nasîb ü hıssası var, ve iki tâife ile dahı
hikâyet ü kıssası var. Birine vâsıtası cân ü dilidir, ve birinin
âleti âb ü gilidir.
Öyle ki gönül dışındaki ırk ve cinsiyet gibi insanın maddesel yönünden gelen doğal ayrılıklar ontolojik bir değer taşımaz. Tam tersine madde
ve mânâ, zâhir ve bâtın, görünüş ve hakikat gibi ikili kavramlarla ifade
edilen aşağı ile yukarı arasında ayrım yaparak üstün olana yönelme insanî var oluşun temel özelliği olarak ortaya çıkmakta ve ontolojik açıdan
ayrım bu ilkeye göre yapılmaktadır:11
Bilal surette Habeşî ise, ma’nîde Kuşerîdir. İ’tibar
hükm-i diledir; binye-i gile değildir. Nazar bâtın-i sâlihadır; zâhir-i cevahire değildir.
Dahası gönlün ezeldeki ahdine sadık kalması, ondaki aşağıya yönelik
eğilimlerin neden olduğu engellerden, yani ontolojik bir değeri olmayan
maddî ve dünyevî ilgi ve bağlardan, Sinan Paşa’nın deyimiyle çerçöpten
temizlenmesi gerekir:12
Eğer pâk tutarsan, ka’be-i Rahmân olur ve eğer bî-pâk
olursan hâne-i şeytân olur.
Bu yüzden yakarış Allah’adır:13
İlâhî! Bu ten-i galîzın küdûretlerini rûh-ı latifin sefâsı
ile sen musaffa kıl, ve bu beden-i hâkînin kesâfetlerini cân-i
9
Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim, çev. İlhan Kutluer, (İstanbul: İnsan yayınları,
1989), s. 28.
10 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 115.
11 Age., s. 193.
12 Age., s. 569.
13 Age., s. 201.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 315
pâkin letâfeti ile sen müzekkâ kıl. Rûh-ı mücerredin işrâk u
ziyâsı ile beden milketini münevver et, ve cân-i mukaddesin
nesîm-i dil küşâsı ile ten havâsını muattar et. Bu hayât-i bedeniyyeden onu mutahher ü pâk kıl, ve bu alâyık-i heyûlâniyyeden onu âzâdü bî bâk kıl.
Aklın Değeri ve Yeri
Yukarıdaki belirlemelerden hareketle Sinan Paşa’nın insanı akılla tanımlayan klasik felsefe geleneğine bir muhalefet şerhi düştüğü söylenebilir. Bununla birlikte aklı yadsımak söz konusu değildir. Nitekim akıl
kavramı İslam düşüncesinde “özünde maddeden soyut, fiilinde ise maddeyle ilişkili bir töz olup her insanın “ben” sözüyle işaret ettiği “nefs-i
nâtıka” anlamına gelir. Bunun yanısıra “Allah’ın bedene bitişik olarak
yarattığı rûhanî töz”, “hakkı ve batılı bilen kalpteki nur”, “tedbîr ve tasarrufla ilişkili olarak bedene ilişmiş maddeden soyut töz” olarak da tanımlanır.14 Sinan Paşa da bu genel tanımlamaya bağlı kalarak varlığı anlamanın ve marifetullah’a ulaşmanın tüm insanlar için ortak olan ilkesi akıl
yetisi olduğunu düşünür. Bu bağlamda onun akla yönelik yüceltmesine
Tazarru‘-nâme’nin bütünü içinde birçok yerde karşılaşılır:15
Kimde ki akl oldu olur âdem ol
Olmaz-ise kimde ol hardan kem ol
Âdemî akl ile olur bil latîf
Ol sebebden cümle hayvândan şerîf
Akl kıldı bil müşerref âdemi
Âdemi kıldı Hudâ›nın mahremi
Akıl, Allah’ın nuru olarak nitelenirken âlemin onunla yetkinlik kazandığı ifade edilir. Çünkü insan ise akıl sayesinde en güzel biçime (ahsen-i takvîm) kavuşmuştur:16
14 Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitâbü’t-Ta’rîfât, (Beyrut: Mektebetü Lüb-
nan,1985), s. 157.
15 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 197.
16 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 107.
316 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Meşşâta-i kudretin bir katre âbdan bir arûs bezeyüp on
sekiz bin âleme cilve ettirdi ki onun hakkında hatîb-i ezel
minber-i ibdâda bir hutbe-i hamd etti ki: “Fe-tebâreka’llâhü ahsenü’l-hâlikîn”, ve muarrif-i ukûl mahfil-i Kerûbîn’de
bu faslı okudu ki: “Le-kad halakne’l-insâne fî ahseni takvîm.
Böylece Sinan Paşa, İbn Arabî’nin Tedbîrâtü’l- İlâhiyye adlı eserinde evrensel akıl (akl-ı küll) ile insanî akıl (akl-ı cüz) arasında kurduğu
benzerlikten yararlanır. Nitekim İbn Arabî’ye evrendeki güçleri yönetme
yetki ve yeterliliğinin akl-ı küll’de olması gibi insandaki güçleri yönetme
yetkisi de akl-ı cüz’dedir. Başka bir deyişle evrende akl-ı küll, insanda
ise akl-ı cüz gökyüzü; âlemde ve insandaki tüm diğer güçler yeryüzü
mesabesindedir.17 Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde de, evrenin bütününü akl-ı
küll’ün bir düşüncesinden ibaret görerek,18 “Allah’a ait, senin bu aklından başka akıllar var ki, semâvî şeyler onlarla idare edilirler.”19 sözüyle
benzer biçimde kurulan bu benzerlikten yola çıkarak Sinan Paşa, insanî
aklın evrensel akla bir ışık ve Hakk yolunda sürekli bir yolcu olduğunu
ifade eder:20
Akl-i küldür ki levh-i nefse yazar
Olmuş u olacakta her ne ki var
...
Akl-i cüz’ün o akla pertevdir
Râh-i Hakk’a hemîşe reh-revdir
Bu bağlamda akıl kavramı gönül kavramı ile ilişkilendirildiğinde bu
ikisi arasında bir karşıtlık ilişkisinin olduğunu söylemek zordur. Bilakis
insanın var oluş amacı, ulvî olana yükselmek suretiyle ezeldeki ahdine
sadık kalmak olduğuna göre ve bunun da aracı gönül olduğuna göre,
bu yolda akıl, gönül safında mücadele eden yardımcı bir yetidir. İnsanın
ontolojik yapısı gereği bunlar, aynı yönde mücadele eden güçler; ruhu
17 İbn Arabi, Ahmet Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa
Tahralı, (İstanbul: İz Yay., 2004), s. 2-3.
18 Mevlânâ Celaleddin Rumi, Mesnevi, Çev.: Veled İzbudak. İstanbul: MEB Yayınları, 1988), Cilt 2, Beyit 978
19 Age., Cilt 5, Beyit 3234.
20 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 139.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 317
hakikî Sevgili’den ayrı düşüren, aslını ve nereden geldiğini unutturan
varlık ise bedene bürünmekle insanda oluşan nefstir:21
Âh kim bu nefs-i mahcûb-i dagal
Etti câna hacb-i mahbûb-i ezel
Bu yüzden Sinan Paşa Tazarru‘-nâme’nin birçok yerinde aklın ve
gönlün karşısına nefsi koyar ve ona uyulmamasını öğütler. Burada nefs
kavramının aşağıya yönelik arzuları, gönül kavramının yukarıya yönelik
arzuları, akıl kavramının ise gönlün yanında nefsin arzularını dizginleyici aracı bir yetiye tekabül ettiği açıktır:22
Nefsi kahr eyle kim nefîs olasın
Ana uyar isen hasîs olasın
Sende hem dîv vardır hem de melek
Sendedir zemîn ü dâhı fesek
Uymaz isen dîve olasın melekî
Kadr ü rif’atte geçesin feleki
Nitekim gönlün fıtrat itibariyle yukarıya yönelmesi ile nefsin aşağıya yönelmesi arasındaki karşıtlık, ancak akıl yetisi sayesinde bedensel
yetilerin ve duyuların marifet, içsel yetilerin ise hikmetle yönetilmesiyle
aşılabilecektir. Bu yönde Sinan Paşa nefsin eğilimlerinin neden olduğu
aşağıya çekişin getirdiği kötülükten esirgeyici olan Allah’a yakarır:23
Bu kuvâ vü havâs kuşlarını ilm ü amel dâneleri ile
ma’rifet gülzârında besle, ve bu dil ü cân bülbüllerini hikmet kafesinde zâğ-i vesvâs-i nefis şerrinden sen sakla.
Bu bağlamda akıl insana kendini tanımasını ve dünyayı bayındır hale
getirmesini öğretir. İnsanı, kendindeki ve dünyadaki yüksek ve alçak olanı, yararlı ve zararlıyı, temiz ve kirliyi, güzeli ve çirkini ayırarak kaosu
kozmosa, nizamsızlığı düzen ve yetkinliğe dönüştürecek kutsal bir konuma getirir. Sinan Paşa’nın ifadesiyle Tanrı’nın ışığı olarak nitelenen akıl
kesin bilgi demektir ki, âlem onunla yetkinlik kazanır; gönül evini de
aydınlatarak onu canlı ve güzel bir gül bahçesine dönüştürür:24
21
22
23
24
Age., s. 435.
Age., s. 125.
Age.,s. 197.
Age., s. 109.
318 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Akldır bir nûr-ı zât-ı Zü’l-celâl
Âlem onunla bulur cümle kemâl
Şu’lesi dil hânesin rûsen kılur
Tâze vü hûb u gül ü gülşen olur
Akl-ı ferzâne çü ola hem-nişîn
Eksüg olmaz nükte-i ilmi’l-yakîn
Öyle ki akıl insanın doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, güzeli ve
çirkini ayırt etmesine yarayan bir yeti olmakla karanlığın karşısında yer
alır. Aklın işlevi hak ile batılı birbirinden ayırmak ve anlama yetisini
korumaktır. Akla sahip olan kişi karanlığı aydınlık kılan bir ışığa, rehber
ve kurtarıcıya sahiptir. Çünkü akıl sayesinde insan, kendisinden yukarılara bakma gücünü kazanır. Bu yüzden onun en büyük rakibi karanlıktır
(zulüm):25
Zulm eder binâ-yi milki harâb
Zulm hûrsîd-i akla mîg ü hicâb
Bu anlamda zulüm, nefsin neden olduğu dünyevî yönelişlerin karanlığında kaybolmaktır. Mevlânâ’nın benzetmesiyle “aklı ışık, nefsi ise zulüm”26 olarak görme noktasında Sinan Paşa sadece dünyevî problemlerin
çözümü için değil, din için de aklın gerekliliğine dikkat çeker. “Beyân-ı
Tevhîd” kısmında din yoluna girmek ve yol alabilmek için bu yolda rehber olarak dürüstlük (sıdk), binek olarak da kesin bilginin (yakîn) gerekliliği, akıl gözünü açarak önünü ardını gözetmesi öğütlenerek hikmet sahibi (ferzâne) olan aklın üstad olarak insana yeterli olduğu ifade edilir:27
Gel sefer kılmak dilersen râh-ı dîn
Sıdkı rehber merkebi eyle yakîn
Aç hıred çesmin nazar kıl pîş ü pes
Akl-ı ferzâne sana üstâd bes
Yukarıdaki tartışmadan açıktır ki, yararlı ile zararlı, sanı ile kesin bilgiyi birbirinden ayırmak aklın niteliğidir. Buna göre akıl, sadece teorik
bilgi ile kayıtlanmış değil, pratik etkinlikler ve dinin uygulaması için de
gereklidir; bu yüzden aklın sesine sahip olan kişi kutlu bir kişidir. Teori
25 Age., s. 129.
26 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Cilt I, beyit 2903.
27 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 63.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 319
ile pratik arasındaki ilişki hükümdar olarak gönlün aklı kendisine vezir
kılmasıyla yetkin bir şekilde kurulur. Bu bağlamda Sinan Paşa iyiliğin
sebebi olarak aklı devlet yönetimindeki yetkin bir vezirin konumuna
benzetir:28
Akl onun bir vezîr-i kâmilidür
Rûz ü şeb hayr işinde âmilidür
Bu anlamda akıl, yukarıya yönelme amacıyla gönülden gelen buyrukları diğer yetilere ulaştıran ve aşağıyı bu amaca göre düzenleyen ikinci
sıradaki yöneticidir (düstûr); beden ülkesinde duyu da onun hâcibidir:29
Akl düstûr ü his hâcibidir
Şehr-i tende debîr ü nâibidir
Duyuların aklın hâcibi olarak nitelenmesi, Sinan Paşa’nın epistemolojik açıdan Mâturîdî bir eğilime sahip olduğuna ve onları bilginin temel
kaynağı olarak kabul ettiğine işaret eder. Başka bir deyişle nasıl ki hâcibin işi, hükümdar ile halk arasında bir aracı ve perde olmakla halkın
isteklerini hükümdara iletmektir; benzer şekil de duyular da dış dünyayı
ve onun özelliklerini akla iletmekle vezirden sonra gelen bir konumda
bulunur. Nitekim Mâturîdî’ye göre idrak, duyular yoluyla oluşur ve bilginin temel aracıdır.30 Ancak bu yeterli değildir; insan yaratılmışları yönetme yeteneği ile sivrilmiş, bu uğurda güçlüklere göğüs germek, onlar
için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi ve güzel olanları tercih
edip bunlara aykırı düşünlerden sakınmakla mümtaz kılınmıştır ki, bu
hususları bilmenin yolu ise duyuların getirdiği bilgileri incelemek suretiyle aklı kullanmaktır.31
Bunu desteklemek üzere Sinan Paşa da, Tazarru‘-nâme’nin “ahsen-i
takvim” üzerine yaratılan insanın yetkinliği ve güzelliğinden söz edilen
bölümünde, aklı bir akdoğana benzetmiş ve duyu kuşlarının yani diğer
bilgi yetilerinin reisi olduğu ifade etmiştir:32
Bir seh-bâz-ı akıldır ki, havâs kuşlarına re’îs olmuş
Bir tûtî-yi cândır ki, ten kafesine enîs olmuş.
28 Age., s. 137.
29 Age.,s. 139.
30 Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, çev. Bekir Karlığa, (İstanbul İSAM Yayınları: 2014), s. 46.
31 Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 51
32 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 109.
320 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Bu yüzden “aşağı”ya yönelik nefs ve bedenden kaynaklanan arzularla
gönlün “yukarı”ya yönelik eğilimi arasındaki savaş durumu aklın vezir,
“ben”in de komutan olması, tüm ruhsal yetilerin de bu uğurda savaşan
emir erleri olmasıyla zaferle sonuçlanır:33
Vezîr et aklı beni mîr-i asker
Kuvâ-yi ruhu bize cümle leşker
Bu konuda Sinan Paşa’nın, önemli fikir kaynağının Mevlânâ ile birlikte İbn Arabî olduğu söylenebilir. Nitekim Mevlânâ’ya göre gönül padişah, akıl ise bu padişahın veziridir.34 İbn Arabî’ye göre de Allah, aklı
insanda vezir olarak yaratmış; cisim âleminde yürüttüğü ilâhî yönetimi
insan-kâmil aracılığıyla olduğu için de, onun aklını da kendine vezir
kılmıştır. Öyle ki akıl insan bedeninde vehim yetisi dışında diğer tüm
yetiler üzerinde hâkimdir ve tüm yetileri yönetir. Aklın hükmü ile eylemde bulunan insan çevresi için faydalı olur ki, bu kimseye insan-ı kamil
denilir. İnsan-ı kâmilin vehim yetisi aklına boyun eğmekle halîfe olma
niteliğine sahipken, vehim yetisi aklına hâkim olan insan-ı nâkıs tuğyan
ve hüsran içindedir. Nitekim şeriat tarafından belirlenmiş olan tüm yetilerin görevleriyle ilgili olarak akıl, bu mîzan-ı inkisâma riayet etmez ve
vehim yetisine tâbi olursa varlık memleketi bozularak çöküntüye uğrar.35
Aklın vezir olma durumu Tedbîrât-ı İlâhiyye’nin ilerleyen sayfalarında açıklanarak hükümdarın emrinin devlette ancak hükmeden ile hükmedilen arasında bir aracı sayesinde doğru bir biçimde süregitmesi gibi
ilâhî hitabın da akla yönelik olduğunu ve aklın Yüce Allah’tan kendisine
ilkâ olunan her bir şeyi taakkul etmekle varlık memleketinin yöneticisi
olduğunu ifade edilir. Nitekim aklın vezir olması, vezir kelimesinin etimolojik açıdan kökü olan “vizr” ya da “vezer” olmak üzere iki anlamına da uygundur. Eğer vezir kelimesinin “yük ve sikal” anlamına gelen
“vizr”den türemiş olduğu varsayılırsa, bu durumda akıl, insanî evrenin
tüm yükünü yüklenmesi bakımından vezirdir. Ve eğer “sığınak, barınak”
anlamına gelen “vezer” türemişse, yine bu durumda akıl, her konuda
kendisine sığınılan bir şey olması bakımından vezirdir.36
Bununla birlikte yönetme yetkisi bakımından aklın ikinci sırada gel33
34
35
36
Age.,, s. 217.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, c. I, b. 2371.
İbn Arabî, A. Avni Konuk, Tedbîrat-ı İlâhiyye, s. 7-8.
Age., s. 197-199.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 321
mesinin sebebi, aklın ancak hayat ile kaim olabilmesidir. Nitekim yönetme konusunda vezir olan “akıl”ın hükümdar olan “ruh”a nispeti ayın güneşe nispeti gibidir. Yani ayın ışığı yansıtma konusunda güneşe muhtaç
olması gibi, akıl da ışığı yansıtma konusunda ruha muhtaçtır. 37
Özce söylemek gerekirse, vezir olan aklın, padişah olan gönül ile hâcib olan duyular arasında aracı bir yeti olması nedeniyle iki yönlü işlevi
vardır. Birinci yönüyle, aşağıya ve dışarıya yönelerek onu anlamak ve
düzenlemek; oradan gelecek zararları ortadan kaldırarak hayata egemen
olmak ve dünyayı bayındır hale getirmektir. İkinci yönüyle ise, yukarıya
ve içe yönelerek elest bezminde verdiği sözü hatırlaması için gönle yardımcı olmaktır.
Dolayısıyla insan akılla kayıtlanmış değildir. Akıl gönül ikliminin
sadece bir parçasını oluşturur. Şöyle ki ruhun ezelî sevgilisinden ayrı
düşerek dünyaya gelmesi ve bedene bürünmesiyle ruhlar âlemindeki tanıklığına ancak akıl ve gönül birliğiyle yaklaşabileceğidir. Bu bağlamda
aklın ruh için mert ve kutsal bir önder olduğu menzilinin yeryüzünden
gökyüzüne doğru çıkacağı ifade edilir. Nitekim annesinden ayrı kaldığından dolayı ağlayan bir çocuğa benzetilen ruh, ezelî sevgilisinden ayrı
düşmesi, onun güzelliğinden uzak kalmanın hüznünü taşır. Beden kafesinden kurtulması ancak ilahî bir önder olan akla ve gönle yaklaşmasıyla
mümkündür. Bu yüzden akıl ve gönlün yıkılması, ruh için ezelî sevgilisine dönüş imkânının ortadan kalkması demektir. Burada insanın ilâhî
yönünü temsil eden akıl ve gönül, ruhun tinsel yetkinleşmesinde gerekli
olan birbirinden ayrılmaz iki kaynak olarak ortaya çıkmaktadır:38
Rûh evvel şâhid-i dîdâr idi
Vuslat-i yâr ile ber-hordâr idi
Çünkü bastı âlem-i sifle kadem
Eyledi mahbûs onu hükm-i kıdem
Ol sebepten tıfl anasından cüdâ
Kılsa kılar ol cüdâlıktan bükâ
37 Age, s. 199.
38 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 179.
322 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Ol bükâ te’sîr-i hüzn-i yârdır
Mâtem-i hicrân-i hüsn-i yârdır
Kaldı çün nâ-çâr-i habs-i âb ü gil
Oldu oldukça enîs-i akl ü dil
Gördü aklı dahı merd-i kudsîdir
Kendine eğlence onun ünsüdür
Her kime kim akl olur bil pişvâ
Menzîli olur zemînden âsümâ
Dil dahı bir hâne-i ma’mûr-i rûh
Kâbil-i işrâk-i aks-i nûr-i rûh
Mahzen-i esrâr-i Rabbânî dilin
Mazhâr-i envâr-i Sübhânî dilin
Vay sana vîrân edersen sen onu
Nice olur miskin rûhun meskeni
Dil harâb ü aklı mağlûb edesin
Bilmezem kim rûhuna sen nedesin
Tazarru‘-nâme’nin büyük evliya ve şeyhlerin övüldüğü kısmında da
gönül sarayını taht edinip can şehrinde otağ diken bu insanların akıl ve
kalp birliği ile nefsânî ve şeytânî güçleri mağlup ettiğinden söz edilir:39
Gönül sarayını tahtıgâh ve cân mısrında bârıgâh edinip;
rûh askerini Benî-İsrâîl-vâr hadem ve akıl kuvâsını kavm-i
Mûsâ gibi haşem eyleyip; nefs fir’avnını makhûr ve kalb
Mûsî’sini Mansûr, dalâlet Hâmân’ını zelîl ü nâ-be-kâr, hidâyet Hârûn’unu vezîr-i kâm-gâr edip; vesâvis-i nefsâniyye
leşkerini kıbtî-vâr ve evhâm-ı seytâniyye askerini matrûd ü
hâr fenâ bahrinde gark ve adem denizinde müstağrak kılıp;
“Mûtû kable en temûtû” hükmü ile kuvâ-yi hayvâniyyeyi
39 Age., s. 809-813.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 323
öldürüp ve merede-i nefsâniyyeyi sindirip... Hak gayretini
sürüp, gayrını dilden sürüp kevneyni na’al-vâr atıp, iki cihanı hiçe satıp; ten turuna tecellâye çıkıp, gönül sahrâsına temâşâya varıp; kuds milkine cevlân edip gayb âlemin
seyrân edip; Simurg iline per açıp, Ankâ gibi kâftan uçup;
Câbülkâyı yaylak edip Câbülsâyı kışlak kılıp; zâhir gözde
bu suret âleminden görünüp, mâ’nâ yüzünde gayb âleminde
bulunup; ricâl-i gayb ile hem-râz ve nüfus-i kuds ile demsâz olup; zâhirde fukara ve bâtında şahlar, surette reâyâ ve
ma’anîde pâdişâhlar-.
Kısacası, gönül ve aklın birlikteliği insanın tinsel yetkinleşmesinin
temelidir. Bu birlik olmadan ulûhiyet sahasına adım atılamaz.
Aklın Yetersizliği
Akla yönelik yüceltmesi ve akıl-gönül birliğinin öneminden bunca
söz etmesine karşın Sinan Paşa Tazarru‘-nâme’nin kimi bölümlerinde
bu övgüsünü keserek adeta bir yergiye dönüştürür. Aslında buna yergi
demek çok da uygun değildir. Daha ziyade metafizik bilginin imkânı açısından aklın bir sınırı olduğuna yönelik bir “had bildirme”dir. Kuşkusuz
akıl insanın yetkinleşmesinde sağlam bilginin kaynağı olması bakımından din ve dünya işlerinin düzenlenmesiyle ilgili her konuda söyleyecek
sözü olan yaşlı bir bilgeye (pîr) benzese de, ulûhiyet sahasında aslında
bildikleri bir bebeğin bilgisini aşmaz:40
Murğ-ı revân fâhte-i tavkıdır
Pîr-i hıred tıfl-ı reh-i şevkıdır
Bu bağlamda aklın bilme gücü bir bir hod-nümâyîlik”ten, bilgiçlik ve
gösterişten başka bir şey değildir. Aklın bildikleri karşısındaki konumu,
örümceğin kendince sağlam yuva yaptığı sanısından farksızdır:41
İlâhî! Bizim aklımız her ne mikdâr ki bilirse, bir ma‘rifet-i hôd-nümâyîdir; ankebût ne kadar muhkem yaparsa,
bir hâne-i hevâyîdir.
Bu nedenle akıl “eksik” (kasîr) olarak da nitelendirilir:42
40 Age., s. 59.
41 Age.,s. 155.
42 Age.,s. 157.
324 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Ben her ne öğer isem, akl-ı kasîrım erdiğincedir; ben
her ne söyler isem, fehm-i nâkısım yitiştiğincedir.
Açıkçası Sinan Paşa, aklın sınırlarını ifşa ederek kavramada yetersiz
olduğu bir alanın varlığına işaret eder:43
İlâhî! Her ne ki lafza ve ibârete sığar, harf ü isimdir,
sen ondan müberrâ; ve her ne ki mîzân-ı akla girer, âdet ü
resimdir, sen andan mu‘arrâ.
Bu bağlamda önceki bölümde ifade ettiğimiz gibi her ne kadar aklın
dünyevî ve dinî hayatın ikamesi için gerekli olduğu ölçüde üstünlük ve
yetkinliğe karşın, bilinemez bir alanın varlığı karşısındaki aczini teslim
etmek gerekir. Bu durum aklın etimolojik anlamıyla da ilişkilidir. Nitekim akıl kavramının, etimolojik açıdan “bağlamak”, “tutmak”, “engellemek”, “alıkoymak” gibi anlamlara gelen ‘akale kökünden gelmesi, bağımsız olmadığına işaret eder. İşte öncelikle etimolojik anlamıyla
bağlantılı olarak Sinan Paşa ilm-i ilâhînin aklın sınırlarını aştığını ifade
eder:44
Akl ‘ikâli ile kimse künhüne eremez; beden hicâbı ile
kimse vaslını bulamaz.
Bunun temel sebebi, aklın her şeyi ölçüp tartmasıdır. Bu bakımdan
bir tartıya (mizan) benzeyen akıl, varlığı ancak ölçü ve hesaba geldiği
oranda kavrar; ölçüp biçilemez olanın karşısında ise yetersiz ve acizdir.
Çünkü Allah tüm nitelemelerden ve niceliklerden uzaktır:45
İlâhî! Her ne ki lafza vü ibârete sığar, harf ü isimdir,
sen ondan müberrâ; ve her ne ki mîzân-ı akla girer, âdet ü
resimdir, sen ondan muarrâ.
Bu yüzden ki çıra ile güneşi aramak ve hakikati akıl yürütme yoluyla
bulmaya çalışmak arasında benzerlik kurulur:46
Akl ile Hak isteyen çırâg ile âfitâb arar; fikr ile bilmek
dileyen, yıldız ile mâhitâb arar.
Dolayısıyla Varlık aklın nesnelerinin ötesine uzanan bir genişliğe sahiptir. Hatta aklın nesnesi Varlığın sınırlı bir sahasını işgal eder. Bu sınırlı
43
44
45
46
Agy.
Agy.
Agy.
Age., s. 485.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 325
sahaya takılıp kalmak da aklın özelliğidir ki, bu noktada akıl bir “bağ”
ve hatta “hile” olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bu bağdan kurtulup aklın
yargılarını aşmak gerekir:47
Aklın sana bir akîledir bil
Anlamana bunda hîledir bil
Böylece Sinan Paşa, Gazâlî ve Mevlânâ’nın görüşüne katılarak, aklın
ilâhî hakikatlere ve vuslata ulaşmada aczini ve yetersizliğini defaatle dile
getirir:48
Akl-i dûr-bîn ufk-ı zirve-i kemâlini göremez; vehm-i tîzper dâmen-i sürâdıkı celâline eremez.
Bu bağlamda yürüyüşündeki zarafet ve süsüyle tâvus kuşuna benzetilen akıl gece gündüz melekût fezası ve ceberut sahrasında yürüse de,
ulûhiyyet sahasında bir adım bile atamaz. Öyle ki bu acziyet sadece bedenle bitişmiş olan insan aklı için değil, aynı zamanda yaratılmışların en
yetkini olan soyut (mufârık) akıllar49 için de geçerlidir:50
Tâvus-i akl u fikret-i âdemî -ki rûz u şeb fezâ-yi melekût
ve sahrâ-yi ceberûtta cilve eder- bir kadem ülûhiyyeti sâhasında seyâhat edemez... Ukûl-i müfârika -ki eltaf-ı mahlûkât
ve ekmel-i mevcûdâttır- lutf u kemâli sıfatlarının ihsâsında
mütehayyir u bî-hûş.
Nitekim Gazâlî’ye göre akıl, kendi hükümlerinin doğruluğunun ilkesi
olmayıp Allah’ın kalbe attığı nura muhtaç olduğu gibi, ulûhiyeti anlamada da yetersizdir.51 Bu yetersizlik, Mevlânâ’nın düşüncesinde de merkezi
47 Age.,, s. 393.
48 Age., s. 47.
49 Burada açımlayıcı olması bakımından şunu belirtmek gerekir ki “mufârık akıllar”,
Farabi ve İbn Sina’nın kozmolojisine göre Tanrı’dan ilk sudur eden varlık evrenine, yani rûhânî melekler basamağına karşılık gelir. Bunların ilki Akl-ı Evvel olarak
adlandırılırken onun Tanrı’yı düşünmesinden ikincisi, sonra ikinciden üçüncüsü
ve böylece her birinin Tanrı’yı düşünmesinden diğeri sudur ederek “semâvî akıllar” meydana gelir. Sonuncusu olan, ay feleğine özgü olup yeryüzündeki nesne
ve oluşumları yöneten akıl ise Faal Akıl adıyla anılır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Farabi, Kitâbü Ârâ-i Ehli Medineti’l-Fâzıla, neşr.: Albert Nasrî Nader, (Beyrut: Dârü’l-Meşrık, 1986), s. 61-62. İbn Sina, Kitâbü’n-Necât, neşr: Macid Fahri, Beyrut:
Dârü’l-Âfâkü’l-Cedîde, 1985), s. 334.
50 (s. 47)
51 Bkz. Gazâlî, el-Munkızu mine’d-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, (İstanbul: MEB Yay.,
1990), s. 20-21. Gazâlî, Cevâhirü’l-Kur’an, neşr. Ebul’l-ala M. Mustafa, (Mısır
326 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
konumdadır. Nitekim Mevlânâ’ya göre de “akıl onu ceht ile anlayamaz;
bununla beraber ceht göstermekten de geri kalmaz. Eğer cehdini terk
edecek olursa artık akıl sayılmaz. Akıl onu anlamaya imkânı olmamasına
rağmen gece gündüz, Yüce Allah’ı anlamak için düşüncelere dalan, çalışıp çabalayan, mustarip olan ve kararsız bir hale düşen şeydir.52
Akıl-Aşk Dikatomisi
Böylece aklın metafizik hakikatleri kavramada yetersiz olması nedeniyle Sinan Paşa, muhtemelen Aristotelesçi (meşşâî) filozofları (hukemâ) kastederek insanın her ne kadar yetkin olursa olsun akıl mertebesini geçerek mücerredât makamına ulaşamayacaklarına dair görüşlerini
bakış açılarının yetersizliği ve düşüncelerinin eksik olmasına bağlar.
Oysa gayb âleminin bilgisi, aklın dışında bir güçle kazanılabilir ki, işte
bu güç aşktır:53
Eğerçi zümre-i hükemânın i‘tikâdları budur kim beşer ukûl
mertebesinden geçemez ve insân her ne kadar kâmil olursa
mücerredât makâmına varamaz; lâkin bu kusûr-i nazarlarından ve noksân-ı fikirlerindendir ki, insânın mertebesini
ancak anladıkların bilirler ve kümmelin makâmların akl ile
varılan sanırlar. Andan haberleri yok kim, bunların hümâ-yı
dil-i arş-âşiyânlarının dâire-i akıldan hâric, fezâ-yı mukaddes-i âlem-i gayb-ı mutlakta tayerânları olur ve tâvus-ı gülzâr-ı bâg-ı revânlarının muhavvata-i fikirden taşra, gülüstân-i
safâ-yi hazret-i ehadiyyet-i Hak’ta cevelânları olur. Zümre-i
havâss-i mele-i a’lâ ve kümmel-i melâike-i ulâ hamele-i arş-i
sûret ise, bunlar hamele-i arş-i hakikattir ki: “Kalbü’l-mü’minü ‘arşü’r-Rahmân”; onlar Hak Teâlâ hazretinin birkaç sıfatına mazhar oldular ise, insân-i kâmil cemî-i esmâ-yi İlâhiyye’ye mazhardır ki: “İnne’llahe haleka âdeme ‘alâ sûretihi”.
Açıkçası filozoflar insanî var oluşu akılla kayıtladıkları için Allah’ın
bilinemez ve kavranamaz olduğunu teslim eden bir negatif teoloji geliştirmenin ötesine geçemezler. Nitekim akıl var olan her şeyin bir ilkesi1964), s. 28
52 Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîh-i mâ fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, (Konya:
Konya ve Mülhekatı Eski Eserler Sevenler Derneği Yayınları, 2006), s. 30.
53 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 116-117.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 327
nin olduğu, ancak bu İlk İlke’nin dile getirilemeyen aşılmaz bir sınırdan
başka bir şey olmadığı noktasında takılır kalır. Bununla birlikte Sinan
Paşa’nın aklın sınırlarına ve ulûhiyeti anlamadaki aczine yönelik ısrarı,
aklın yargılarını aşacak dünyevî nesne ve olaylara karşı bir kayıtsızlığı
açığa çıkaran başka tür bir bilgelik durumuna kapı aralar. Bu sebeple
aklın son noktada ilm-i ilâhîye ulaşmayacağını anlaması bir son değil,
aslında marifetu’llah ve nihayetinde fenâ fi’llah’ın başlangıcıdır.
Bu açıdan ilahî gerçeklik hem Bilgi, hem de Varlık olarak tezahür
eder. Hakk’a yaklaşmak isteyen yalnızca bilgisizlik ve gafleti değil,
tamamen kuramsal malumatlarla kurulan tahakkümü ve bu tür diğer
gerçek-dışı şeyleri de aşmak durumundadır. İşte bu nedenle yolun aklî
cephesi hem doktrinin incelenmesi, hem de bundan sonra keşif yoluyla,
doktrinin aşılmasından ibarettir.54
Daha açık bir ifade ile başlangıçta marifetin aleti olan akıl, sonrasında
yerini “hâlet”e bırakmak durumundadır. Bu bağlamda, “Akıl ma‘rifetin
âletidir; aşk yakînin hâletidir.”55 denilmiştir. Akıl, kesin bilgi anlamına
gelen yakînin aracı olmasına rağmen, bu bilgi insanın varoluşsal amacına ulaşması için yeterli değildir; Varlıkla bütünleşmek gereklidir ki “hâl”
adını alan bu durum aşk ile sağlanır. Ayrıca akıl, “kîl ü kâl” ile ilişkilendirilir ve hâli anlamada yetersizliğine değinilir:56
Akıl hâlinin halli kîl ü kâl ile olur; aşk derdini onun ile
bilmek muhâl olur. Akıl işleri bî-mesned olmaz; aşk hadîsleri müsned olmaz.
Kîl ü kâl, kelime karşılığı olarak “denildi ve dedi” anlamına gelen,
rivayet ya da kanıtlamaya dayalı ilimleri temsil eden bir tabirdir. Kîl ü
kâl ile, başkasının dedikleriyle ya da kanıtlama yoluyla Varlıkla birleşmek
mümkün değildir. Çünkü kavl (söz) Varlığa bir sınır koyar; mantıksal kanıtlama ise belirli öncüllerden hareket eder. Oysa Varlık sınırsızdır ve akılla kayıtlanması mümkün değildir. Bu yüzden Sinan Paşa’nın deyişiyle:57
Aşk kâl ile olmaz ona hâlet gerek; aşk rivâyet ile olmaz, âşıka âyet gerek. Aşk usulünü erbâb-ı vusûl bilir, erbâb-ı fusûl anlamaz. Aşk sırrına ashâb-ı küşûf gerek; ashâb-ı ukûl anlamaz.
54
55
56
57
Titus Burckhart, İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, s. 105.
Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 509.
Age., s. 511.
Age., s. 561.
328 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Başka bir ifadeyle akıldan geçerek aşka yönelim, aslında insanî var
oluşun ezeldeki ahdinin ikinci yönü olan Sevgilinin Cemâline duyulan
fıtrî arzunun formel bilgi ile tatmin edilemeyişinden kaynaklanır. Dünyaya dair tüm sorunlar akıl aracılığıyla kesin bir biçimde cevaplanmış
olsa da, Varlığa ilişkin temel sorun çözümlenmemiştir. Çünkü tüm aklî
araştırmalar, nihayetinde ölçüp biçilemeyen, dile getirilemeyen bir noktada bizi yalnız bırakır.
Bu itibarla aşk, “ölçüp biçilemeyen”, “ifade edilemeyen” ya da “dile
getirilemeyen”in remzi olan bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
konuda her şeyin ilk ilkesinin duyusal ya da aklî nesnelerden hiçbirinin olamayacağı, ancak tüm mümkün yüklemlerin olumsuzlanmasıyla
tanımlanabileceğini iddia eden bu tür bir negatif teolojinin ulaştığı sonuç
“dile getirilebilen”in karşısına “yaşanılabilir”i çıkarması ve akıl-üstü bir
deneyim kipini doğurmasıdır. Başka bir deyişle aklın nihayette ulaştığı
bilgi Sevgiliyi bilmenin hiçbir yolu olmadığıdır; bununla birlikte aşk,
Sevgili’nin evinde (kalpte) yaşadığını söyler. Aşkın doğru talebi gerçek
Sevgili dışındaki her şeyi terk etmek ve ona yaklaşmak için çalışmaktır.
Diğer yandan akıl her türlü konuda zararlı olandan uzaklaşmayı ve sadece yararlı olanı bulmak için çalışır. Aklın bir sınırı varken aşk sınır tanımaz. Bilge insan, her adımını aklın yönlendirmesi izleyerek atar. Âşık ise
aşkın ateşinde vuslata ermenin sarhoşluğu içindedir:58
Kim ki ol kadehten bî-hûş olur, cânı cânân ile hoş olur.
akıl o araya girmez, ve fikir o yöreye uğramaz.
Böylece mârifetu’llah’ın âleti olması bakımından aklın nihâî sınırı
her zaman aşkı doğurur. Burada aşka kapı aralayan durum ile vahyin içkin kaynağı arasında da bir ilişki kurmak da mümkündür. Nitekim tasavvuf düşüncesinde vahyin duyusal deneyim ve aklî çıkarımların ötesinde
bir bilgi formu olduğu düşünülmüştür. Vahiy kendi bağlamında insandan
ve insanî yetilerin tümünden bağımsız bir bilgi türüdür. Bu nedenle Allah’ı bilmek demek olan hakikî ilmin kazanımı akıl değil, vahiydir. İşte
bu durum İslam tasavvufunda aklın bilme gücünün ötesinde âşıkta peygamberdeki vahyin yerini tutan keşf ve ilham gibi yollarla elde edilen
başka bilgi formlarının olabileceği düşüncesini doğurur.
Dolayısıyla vahiy, aklî kesinliği de aşan bir bilgi sunuyor ise, tam da
58 Age., s. 509.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 329
bu anlamda âşığın da bu akıl-üstü bilgiye doğrudan ulaşma imkânının
olması arasında bir bağlantı kurulması söz konusudur. Bununla birlikte
aşkın amacı, aşkın bir bilgi öğretisi oluşturmak değil, bilinenle bir olmayı amaçlayan içkin bir yaşam tarzına geçmektir.
Bu bağlamda aşkın hâkim olduğu bir gönülde, artık aklın bir hükmü
kalmaz. Artık akıl ve aşk bir arada bulunamayan iki karşıt güç durumundadır. Şu var ki bu savaşımda aşk, akla galiptir. Nitekim aşk şehsüvârı,
askerlerini gönderdiğinde akıl ve fikri yanına köle olarak alır, esir eder:59
Seh-süvâr-ı aşk çün leşker çeker
Akl ü fikri yanına çâker çeker
Bu konuda ilgi çekici olan en önemli benzetme ise şehir kavramı ile
kurulur. Şehir, İslam düşüncesinde siyaset felsefesinin temel kavramlarından biri olup, kaynağını Farabi’den alan bir yorumla yöneticinin akıl
yetisiyle bağlantısı içinde düzen ve yetkin örgütlenmenin ilk ve temel basamağı olarak görülmüştür.60 Buna karşın gönül şehrine aşkın girmesiyle
düzen ve organizasyon ortadan kalkar:61
Her gâh ki leşker-i muhabbet talîası dil çâr-sûsının her
başından belirip yitişe ve her vakit ki sultân-ı aşk çavuşları
gönül şehrinde her cânibden çağrışa; bir taraftan aklı göresin ki ber-dâr olup asılmış ve bir cânibdan âfiyeti göresin ki
çâr-mîha gerilmiş. Selâmeti göresin ki hânümân terk etmiş,
gider; takvâyı göresin kitârâc ü tâlân olunmış, kaçar. Zühdü
esîr edip bağlamışlar; neng ü nâmı bî-nâm ü nişân eylemişler.
Sabr urulup bin pâre olmuş; fikr kovulup âvâre olmuş. Râhat
sarâyı yılıkmış, huzur köşkü yakılmış. Surûr câmları sınmış
işret hummu uşanmış. Safâ suffası bozulmuş; izzet kubbesi yıkılmış: İnnel’l-mülûke izâ dehalû karyaten efsedûhâ ve ce’alû
e’izzete ehlihâ ezilleten ve kezâlike yef’alûn” (Neml: 27/24)
Böylece zamanın, mekânın, nedenselliğin, yararlılığın ve amaçsallığın düşünülmediği bir “halet”e girilir. Artık insan, nesneleri kendine
göre değerlendirdiği bakış açısından ve bireyselliğinden kurtulup ezelî
ve ebedî Sevgilisi ile vuslata ermiştir. Bu da onun dünyevî olan ve hatta
59 Age., s. 523.
60 Farabi, Kitâbü Ârâ-i Ehl-i Medîneti’l-Fâzıla, neşr.: İbrahim Nasrî Nâder, (Beyrut:
Darül’l-Meşrik, 19991), 117-118.
61 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 337.
330 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
yaratılmış olan her şeyden ilgisinin kesilip tüm varlığıyla sadece Sevgili’ye yönelmesi demektir. Bu durum yine aşk kelimesinin etimolojik
açıdan “sarmaşık” anlamına gelen ‘aşeka köküyle yakından ilişkilidir ki,
buna göre sarmaşık, kuşattığı ağaca güneş ışığının gelmesini engelleyip
suyunu da emerek solmasına neden olduğu gibi, aşk da seveni sevdiğinin
dışındaki her şeyden ilgisini kestiği için soldurur.62
Yine burada Allah’ın hitabına mazhar olmakla ezelde tadılmış olan
aşkın sonsuza kadar sürmesi istenir. Bu bakımdan ezel, hakikî aşkın tadıldığı, ruhların hakikî yurdudur. Bununla birlikte maddî âleme gönderilmekle hakikî sevgiliden uzak kalan ruhlar için yapılabilecek tek şey
ezeldeki ahdini hatırlamak ve aşkını sonsuza değin uzatmaktır.63 Bu yüzden Sinan Paşa:64,
İlâhî! Çün evvel bizden (...)‘kâlû belâ’ ahdini alıp, tâc-i
‘le-kad kerremnâ’ ile müzeyyen ü mükerrem eyledin, gine o
lütf-i bî ivaz ve kerem-i bî-garazından bu mücrim âsîlerin
taksir ü küfrânü’n-ni’meleri sebebi ile kahr-i târâcını musallat edip îman tâcını başımızdan alma; şu şarâb-i ezelî
ki elest gününde içirdin ebedî eksik eyleme... İlâhî! Elest
mestliğini müdâm et; ilâhî ‘belî’ ahdini ber-devâm et.
diye yakarışta bulunur. Burada artık ezel ve ebed, başlangıç ya da
son bakımından sonsuz bir zaman olarak değil, zamansızlık olarak anlam
kazanır. Nitekim aklın düşünmesi, zamanı bir kategori olarak gerektirir.
Oysa bir sarhoşluk durumu olarak zamanı ortadan kaldırmakla ezelîlik
niteliğine sahip olan aşk ile mîsâkın ezeliliği birbiriyle örtüşür:65
Aşktır elest şarabından sarhoş eden; aşktır ezel kadehinden bî-hûş eden. Aşktır kıdem mey-hânesinden mest
eden; aşktır bunda dahı mey-perest eden.
Burada dikkat çekici olan husus aşk ile sarhoşluk arasında kurulan
bağlantıdır. Şarapla sembolize edilen ilâhi hitap, aşka neden olmakta;
62 Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yıl: 1991,
C. IV, s. 11.
63 Tasavvuf şiirinde aşkın ezeliliği ve mîsak konusu hakkında geniş bilgi için bkz.
Nasrullah Pürcevâdî, Can Esintisi- İslam’da Şiir Metafiziği, çev. Hicabi Kırlangıç,
(İstanbul: İnsan Yayınları, 1998), s. 375-386.
64 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 181, 403)
65 Age., s. 555.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 331
bu aşk ise insanı gerek bu dünya gerekse de öteki dünyaya kayıtsızlığı
içeren bir sarhoşluğu içermektedir:66
Aşk ezel kadehinden bî-hûşluktur; Aşk iki âlemi ferâmûşluktur.
Bu durumun yine tasavvufî düşüncenin önde gelen esaslarından biri
olan terk-i dünya, terki ukbâ, terk-i terk anlayışı ile ilişkili olduğu görülebilir. Öyle ki elest şarabından içmek, hakikî Sevgili dışındaki tüm varlıklardan yüz çevirmek demektir. Aşk yoluna giren kişi fenâfi’llah’a ulaşma
yolunda gerek bu dünya gerekse de öteki dünyadaki nimet ve faydaları
terk edecektir. Artık hesap-kitap yoktur; aklın hüküm sürdüğü sınırların
dışında aşkın sunduğu sarhoşluktan kaynaklanan varlıktan geçme ve nefsin arzularından tam anlamıyla kurtulup tabiaattan, toplumdan ve her iki
dünyaya da ait nefsânî isteklerden bağımsızlaşma söz konusudur:67
Elâ ey sâkî sun câm-i elesti
Yuyavuz dü cihânda tâ ki desti.
İlâhî! Şu aşkın mest ü hayrânları ademden vücuda hemîn
ser-hoş ü bâde-nûşân çıkmışlardır, ve şu muhabbetin âvâre
vü ser-gerdânları ezel ikliminden hemîn bî hûş ü destârkeşân gelmişlerdir, şevkın şarâbından -ki bülbüle-gerdân-i
mahabbet ve gulgule-endâz-ı meveddettir- ezel gününde
her kime içirdin-ise, şimdi o sarhoştur, ve mahabbetin bâdesinden -ki hayrân-kün-i âdem ve âvâre-sâz-ı âlemdirelest meclisinde her kime tadırdın ise, şimdi o bî-hûştur.
Burada zâhirî yorumuyla İslam’da yasaklanmış bir besin kaynağı olarak sarhoşluk verici şarabın tasavvufî ıstılahta batınî bir yorumla bezm-i
elset’te verilen söze atfen bir duygu ve coşku niteliği ve sıklıkla vecd halini sembolize eden olumlu bir anlama kavuşması söz konusudur. Ayrıca
aşkın da duygusal bir nitelik olmanın ötesinde ulvî olana yükselmenin aracı olarak manevi bir anlam kazandığını da eklemek gerekir. Nitekim bu
bağlamda aşk, nefsânî ya da bedenle ilgili bir şey olmaktan ziyade kozmik
bir işleve sahip olduğu gibi, sarhoşluk da hakikatten uzaklaştıran bir şey
olmaktan ziyade, gerçek Sevgili’yle bir olma durumuna karşılık gelir.68
66 Age., s. 507.
67 Age., s. 579, 357.
68 Frithjof Schuon, Kalp Gözü, çev.: Nebi Mehdiyev, (İstanbul: İnsan Yay., 2012), s.
97-98.
332 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Dolayısıyla aşağı ile yukarı arasında yukarıda ifade ettiğimiz karşıtlıkta yukarıya yönelme, akıl için olduğu gibi aşk için de geçerlidir. Öyle
ki nefsin arzusu aşağıya, yani bedene yöneliktir. Bu yüzden aşkın aşağıya hasredilmesi olumsuzlanır. Hatta ona aşk demek bilgisizlikten ileri
gelir. Çünkü bu tür bir aşk, ezelde gerçekleşmediği gibi ebede değin de
sürmez:69
Aşk ki tabîatten gele ona aşk dimek gey hayvanlık olur;
muhabbet ki şehvetten kopa, ona muhabbet demek nâdânlık
olur. Aşk ki bûy-i bahardan ola, bahar gidecek bî-bahâ ola,
suret bozulacak bî-safâ olur.
Platon’un Şölen (Symposion) adlı diyaloğunda da bu tür sevginin
“düşkünlük” olarak nitelendiği görülür: “Düşkün dediğimiz orta mallı
sevgiye düşen, candan çok bedeni seven adamdır. Bu sevgi uzun sürmez.
Çünkü sevilen şey sürekli değildir. Asıl sevdiği şey sevgilinin bedeni bir
çiçek gibi solar solmaz, sözler, antlarla birlikte sevgi de uçar gider.”70 Dahası Phaidros adlı diyaloğunda âşık olma halini bir coşkunluk hali olarak betimleyen Platon bu durumu ilâhî olanı arzulamanın sonucu oluşan
olumlu bir çılgınlık (mania) olarak görür.71 Aristoteles, Plotinus, Farabi
ve İbn Sina tarafından da sürdürülen ve aşkı, cinsiyetlerin birleşmesine
neden olan bedensel bir istek ya da tutku olmasının ötesinde kozmolojik
bir ilke olarak yorumlayan bu görüş Sinan Paşa tarafından da sürdürülür.
Bu bakış açısından Sinan Paşa duyusal güzelliklerin baharının hazanla
birlikte solması nedeniyle, hakikî aşkın nesnesinin kalıcı güzelliğe ya da
aklın baharına yönelik olduğunu ifade eder. Aşağı ile yukarı arasındaki
dikatomi bu kez “dünya bahçesi” ile “akıl bahçesi” arasında kurulur ve
aklın anlık dünya mutluluğuna özgü olmayıp hep aynı kalan sürekli ve
kesintisiz mutluluğa kaynaklık ettiği belirtilir:72
Gülsen-i dehri bilirsin bir dem ol
Gülsen-i ‘aklı gözet ki hurrem ol
Aldatmasın seni nevruz-i cihân
Pey-rev olmuştur baharına hazân
69 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 235.
70 Platon, Şölen, çev. Sabahattin Eyuboğu, Azra Erhat, (İstanbul: Türkiye İş Bankası
Yayınları, 2000), 183e.
71 Platon Phaidros, çev. Suut Kemal Yetkin, Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul: 1943.
72 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 429.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 333
Burada ele almadan geçemeyeceğimiz ve tasavvuf düşüncesinde önemli temalardan biri olan hakikî aşk ve mecâzî aşk kavram ikilisiyle ifade
edilen karşıtlık gündeme gelmektedir. İlk kez İbn Sina’nın İsbâtü’n-Nübüvvât adlı eserinde ortaya koyduğu ve Gazâlî’nin de Mişkâtü’l-Envâr adlı
eserinde tasavvufî bir yorumla yeniden ele aldığı “nur ayeti”73 bağlamında nur kavramının hakîkî ve macâzî anlamıyla ilişkili olarak, Platoncu ve
Yeni-Platoncu yorumuyla İslam düşüncesinde aşkın da hakîkî ve mecâzi
olmak üzere iki anlamda ele alındığı söylenebilir. Aslında hakikî anlam
özsel ve temel olmakla birlikte mecâzî anlam bundan kopuk değildir.
Nitekim nurun özsel anlamı İbn Sinâ’nın deyimiyle “aydınlık bir şeyin
aydınlık olduğunu söylediğimiz zaman kastedilen anlam”;74 Gazâlî’nin
deyimiyle ise halkın anladığı anlamda “güneş, ay, meşale ve lamba gibi
kendisi görünen ve başka nesneleri de gösteren şey”dir.75 Bunun yanısıra
tasavvuf ıstılahında hâkîkî anlam, varlık basamaklarıyla ilişkilendirilerek
ele alınmıştır. Mecâzî nur bilme yetilerinden duyuyla ilişkilendirilerek
gözle görülen ve nesnelerin görülmesini sağlayan nurdur; hakîkî nur ise,
aşkın âlemde ya da âlemlerdeki nur olup bununla görünüm kazanan ruhânî
âlemin gerçekleridir. Hakîkî nur, ayete göre Allah’tır.76
Bununla bağlantılı olarak hakiki aşk da ancak Allah’a duyulur. Yaratılmış olan tüm var olanlar Yaratanın mutlak güzelliğinin işaretlerini
taşıdığı gibi özüyle ona bağlı ve âşıktır. Güzellik, erdem ve yetkinlik
Yaratıcıdan yansıyan ilahî özelliklerdir. Bu bağlamda Allah her varlığa
kendinden bir işaret bırakan bir sanatçı, aşk ise tüm var olanların en güzel düzen (ahsene nizâm) oluşacak şekilde var olmalarının nedenidir. Bu
işareti görmek, her ne kadar zor ve meşakkatli olsa da, ilahi inayet ve
güzelliği görmek demektir:77
73 “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde kandil (misbah) bulunan mişkat gibidir. Kandil bir cam fânus (zücace) içindedir. Bu cam fânus sanki bir inci
yıldızdır ki, doğulu ve batılı olmayan mübarek zeytin ağacından tutuşur. Onun yağı
(zeyt) ateş (nâr) dokunmasa da neredeyse ışık verir. (Bu) nur üstüne nurdur. Allah dilediğine, kendi nuruna kavuşma yolu gösterir. Allah insanlara (böyle) birçok
temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nur Suresi, 35)
74 İbn Sina, “er-Risâle fî İsbâtü’n-Nübüvvât ve Te’vîli Rumûzihim ve Emsâlihim”,
Tis’u Resâil fi’l-hikmeti ve’t-tabi’iyyât içinde, (Kahire: Dârül-Arab, tarihsiz), s. 125
75 Gazâlî, “Mişkâtü’l-Envâr”, Mecmûatü Resâil-i İmam Gazâlî içinde, (Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1994), s. 4. Türkçesi için bkz. Nurlar Feneri, çev. Süleyman
Ateş, (İstanbul: Bedir Yayınları, 1994), s. 16.
76 Nasrulllah Pürcevâdî, Can Esintisi, s. 358.
77 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 487.
334 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Her mertebe kendinden yukarıya göre icmâl olur, ve her
makâm kendinden a’lâ makâmda hâl olur, Hak rûşendir,
ammâ biz göremeyiz; dost bizimledir ammâ biz bilemeyiz. Her yerde o peydadır, bizde nazar yok; her mevcûdâtta aşikâredir, bizde basar yok. Mâ’şuk her ne kadar ayân
olursa, âşık gözü dahı nigerân gerek; mahbûb ne kadar cezbe ederse, bu cânibde dahı meyelân gerek. Maksûd hâzır,
hemîn kâsıd-i çâlâk gerek. Matlûb müheyya, hemîn tâlib-i
çüstnâk gerek. Mahbûb peydâ, hemîn muhibb-i muvafık gerek. Ma’şûk hüveydâ, hemîn âşık-ı sâdık gerek. İlâhî! Her
yerde sen manzûrsun, hemîn nâzır gerek, ve her surette sen
gözükürsün hemîn bâsır gerek.
Bu durumu yine İbn Sina’nın sudûr teorisiyle ilişkilendirmek mümkündür. Buna göre var olanların İlk Varlıktan sudûru sürecinde ilkin
aşağıya doğru bir derecelenme söz konusu iken yeryüzündeki oluşumlar
yukarıya doğru seyreder. İlâhî güzellik ve cemal tüm var olanlara aksetmişse de aynı ölçüde değildir. İlahî güzellikten pay alma bakımından bir
basamaklanma söz konusudur. Bitkiler maden ve minerallerden, hayvanlarsa bitkilerden daha üstündür. İnsan ise diğer var olanlara göre ilahî
güzellikten daha fazla pay almıştır.78
Dahası İbn Sinâ, tasavvufî öğeler de içeren Risâle fi’l-Işk adlı eserinde bu sudûr sürecini aşk kavramı ile açıklayarak, aşka ontolojik bir
anlam yükler. Bu anlamda aşk, öncelikle var olan her nesnenin var edicisine olan bağlılığını ifade eder ve her tekil var olana sirayet ederek
birlik içinde tutar. “Aşk, hakikatinde, iyi, güzel ve cidden uygun olanı
güzel bulup, onu istemekten başka bir şey değildir. Bu ayrılan şeylerden
olursa, ayrı olduğu sırada, ona meyletmenin, var olduğu sırada onunla
bir olmanın ilkesidir.”79 İbn Sinâ’nın felsefesinde aşkın bu türden bir ontolojik anlama bürünmesinin temelinde ise Şifâ ve Necât adlı eserlerinde
Zorunlu Varlığın niteliklerinden söz ederken onun “aşk, âşık ve mâşuk”
olduğunu ifade etmesi yer alır. Bu bağlamda Zorunlu Varlık’ın güzellik
(cemâl) yetkinlik (kemâl) ve değerin (behâ) doruğunda yer alması bakı78 İbn Sina, Kitâbü’n-Necât, Neşr. Mâcid Fahri, (Beyrut: Dârü’l-Âfâki’l-Cedîde,
1985), s. 334; “er-Risâle fî İsbâtü’n-Nübüvvât...”, s. 123-124
79 İbn Sina, Risale fî Mahiyeti’l Işk, (Aşkın Asılları ile İlgili Makale) neşr: Ahmet
Ates, İstanbul 1973, s. 6
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 335
mından kendisin en büyük “sevgili”si (âşık) ve “sevilen”i (mâşuk); “haz
alıcı”sı (lâz) ve “haz alınan”ı (mültez) olduğunu ifade eder.80
İlk Varlığın her düzenin ilkesi olan kendi zâtına âşık olması, kendisinden çıkan iyilik düzeninin ona yönelmesinin ilkesidir.81 Risâle fî Mahiyeti’l-Işk özelde bu konuyla, yani cansız varlıklardan itibaren bitki, hayvan
ve insan olmak üzere her varlığın özünde Tanrı’ya duyduğu aşkla ilgilidir. Dolayısıyla aşkın ontolojisinden kastedilen anlam, sadece insana
özgü bir duygulanım olmanın ötesinde canlı ya da cansız, düşünen ya
da düşünmeyen tüm var olanlarda etkin bir nitelik olarak aşkın bizzat
varlıkla ilişkisidir. İbn Sina’ya göre her bir varlıkta yetkinliğine karşı doğal bir aşk vardır ve ondaki güzellik ve cemâl, Allah’a olan yakınlığının
göstergesidir. Güzel sûretlere vurgun olan âşıklar, bu sûretlere bakarak
aslında yetkinleşme yolunu kat etmiş olurlar. Bu yüzden “insanlardan
güzel görünümlü olana tutkunluk akıllı kimsenin şanındandır” denilmiştir.82 Bu bağlamda Sinan Paşa’nın Allah’a:83
Ey cilve-kün-i bahâr-ı handân
Bînâ-kün-i çesm-i hûsmendân
Gönül bâğını lütfun nesîmi ile ma’mur kıl, ve cân gülzârını mihrin havâsı ile pür-nûr kıl. Dil tıflına ezel mekteb-hânesinde verdiğin sebâkı dâimâ ezber ettir, ve Cân tûtîsine
kuds şekeristanında tattırdığın şekeri mükerrer ettir.
şeklindeki yakarışı baharın güzellik kazanması ile akıl sahiplerinin
gözünün açılması arasındaki bağı göstermesi açısından ilgi çekicidir. Bu
durumun aynı zamanda elest bezmi ile ilişkilendirilmesi ise akıl ile aşk
birlikteliğini ortaya koyan bir diğer örnektir. Nitekim güzellik her şeyden
önce duyusal bir niteliktir. Eğer bu duyusal özellikte takılıp kalınırsa,
aklın bâtına ve yukarıya yönelik arzularına yüz çevrilirse kolayca bu aşağı düzeyde içinde yitip gidilebilir. Oysa gönül, türlü güzelliklerle dolu
“Allah’ın bahçesi”ne, yani evrene akıl ve hikmetle bakan ve bu geçici
80 İbn Sina, Kitâbü’n-Necât, s. 281-282.
81 İbn Sina, Kitâbü’ş-Şifâ, Metafizik II, çev. Ekrem Demirli- Ömer Türker, (İstanbul:
Litera Yay.,2013), s. 109.
82 İbn Sina, Risale fî Mahiyeti’l Işk, s. 19
83 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 403.
336 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
güzellikler içinde tüm bunların yaratıcısı kadîm olan Allah’ın güzelliğine
olan aşkını dile getiren bir bülbüldür:84
Hüdhüd-i cân murğ-ı Süleymân’ıdır
Tûti-yi dil bülbül-i bustânıdır
Bununla birlikte tıpkı daha önce ilm-i ilâhî ile ilgili olarak aklın varacağı son noktanın bir negatif teoloji geliştirmenin ötesine geçememesi
gibi, evrene bu türden bir bakışın da (nazar) varacağı son nokta aşka kapı
açmaktır. Bu kapının ötesi bilimin ilerleyebileceği bir yol değildir:85
Şol kişi kim oldu ol ehl-i nazar
Akl ü fikr ile verir dâim haber
İlm dâniş ona ancak bu kadar
Düşmez ona ki kıla bundan güzer
Tabiattaki her şey âşık için artık aklın nesnel belirlemelerinin ve dünyevî bağlantılarıyla değil ilâhî özün taşıyıcısı olması bakımından sevilir.
O, evrendeki hiçbir şeyin gelişigüzel olmadığının farkında olduğu gibi
nedensel bağlantıların da ötesinde ilâhî yetkinliğin bir yansıması olduğunu bilir. Artık bundan sonrası Allah’tan başka bir varlığın görülmediği,
her neye bakılırsa onun görüldüğü, çokluğun (kesret) yerini birliğe (vahdet) bıraktığı, Allah’ın nurunun varoluşunu kapladığı, giderek bundan da
geçilip fenâfillah’a ulaşıldığı aşkın işidir:86
Kesret içinden bakar o vahdete
Kalmaz onun i’tibârı kesrete
Giderek ol sonda bundan da geçer
Murğ-ı cânı bu havâdan da uçar
Bahr-i vahdette dalıp fâni olur
Ol fenâ içinde hakkânî olur
Böylece aşkın ulaştığı son aşama, tüm ontolojik ayrımların aşıldığı,
iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış olmak üzere etik, estetik ve
epistemolojik tüm karşıtlıkların ortadan kalktığı ve Allah’ın yetkinliğin84 Age., s. 59.
85 Age., 69.
86 Age., s. 71.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 337
de yok olduğu fenâfi’llah aşamasıdır. Azîzüddîn Nesefî’nin deyimiyle,
bu aşamada artık, “doğan ve kuş beraberce yaşarlar. Ve kurt ile koyun
beraber bulunurlar. Gündüz ve gece, nûr ve zulmet, bir renge mâliktir.
Ezel ve ebed, dün, bugün ve yarın birdir. İblîs’in Âdem’e düşmanlığı
yoktur. Nemrûd, İbrâhîm ile sulh içindedir. Ve Firavun’un Mûsâ ile cengi
yoktur.”87
Bu durumun bezm-i elest ile ilişkilendirildiği bölümde ise Sinan Paşa,
yine “Nur âyeti”ne göndermede bulunarak aşkın ne doğulu ne batılı, ne
acemî ne de arabî olmayan ağaçtan sızdığı ifade ederek evrenselliğine
vurgular. Allah’ın nuru ile aşk arasında kurulan bu ilişki, aşkın kaynağını, varoluş sürecini ve amacını açığa çıkarır. Kökü ve gövdesi fenâ,
dalları ve budakları vefâ olan aşk ağacının meyvesi bekâdır. Fenâdan
bekâya, yokluktan dirliğe geçiş vefâ ile, yani insanın elest’te verdiği sözü
tutması ya da Rabliğine tanıklık ettiği Allah’a kavuşması ile olur:88
Aşk odur ki, onun kıblesine cihet olmaya; aşk odur ki,
onun tahayyülüne âlet olmaya. Aşk odur ki bir şecere-i mübârekeden sıza ki ne şarkî ola, ne garbî; ne Acemî ola ne
Arabî. Aşk odur ki dâim ola sende; mahbûb gerek Hıtâ’da
ola, gerek Huten’de. Aşk bir gevher-i tâbinâktir ki, onun
kânı ‘Kâne’llâhu ve lem yekün ma’ahu şey.’ Aşk bir çeşmesâr-i pâktir ki, onun menba’ı ‘Ve [ce’alnâ]mine’l-mâi
külle şey’in Hayy’ Aşk bir bahirdir ki, ka’rı ezeldir, sâhili
ebed; aşk bir deryadır ki, lüccesi vü kenârı sermed. Aşk-ı
hakîkî bir şeceredir ki, aslı fenâ olur, ve budakları vefâ olur,
ve yemişleri bekâ olur. Bekâ odur ki, kişi ona fenâdan erişe;
ve dirlik odur ki yokluk ağacından yetişe.
Tüm bu özellikleriyle ve evrensel niteliğiyle aşk aşağıya yönelik
eğilimlerin, yani maddesel ve dünyevî amaçların tuzağından bağımsızdır. Başka bir ifadeyle aşığın ben’i tüm güzelliklerin Neden’i olan ilâhî
Cemâl’i müşâhede etmekle aslına döner ve her türlü bağımlılıktan kurtulur. İnsanın doğayla ve birbirleriyle arasındaki kavgaların temel sebebi
dünyevî çıkarların çakışması olmasına karşın, âşığın ben’i ile bu ben’in
dışındaki şeyler arasında ayrımı tamamen yok etmesiyle aşk bu tuzakla87 Azîzüddîn Nesefî, İnsân-ı Kâmil, çev. Ahmet Avni Konuk, (İstanbul: Gelenek Yayınları, 2004), s. 170.
88 Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, s. 535.
338 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
rın ötesinde birlik ve dirliğin yegâne ilkesidir:89
Âşık olan daima yek-sû olur
Yek-dil ü yek-kıble ve yek-rû olur
Fuzûlî’nin ifadesiyle birlik vadisinden geçerken padişah ile dilenci
arasındaki ayrım yoktur. Her ikisi de aşk makamına ulaşmada aynı yolun
yolcusudur:90
Vâdî-i vahdet hakikatte makâm-ı ışkdur
Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultandan gedâ
Sonuç
Sinan Paşa’nın düşüncesi bir yandan Gazâlî, İbn Arabi ve Mevlânâ’nın
tasavvufu düşüncesini mezcederken diğer yandan da İbn Sina’nın Yeni-Platoncu-tasavvufî felsefesiyle de yakından ilgilidir. Bu çerçevede
Sinan Paşa Gazâlî’nin filozoflara yönelik eleştirisini takip eder. Bununla
birlikte akla yönelik eleştirisini akıl-aşk karşıtlığı biçiminde anlamaz. O,
zihin-üstünü tercihle zihinsel olanı yadsımaz. Bu ikisi arasında bir denge
durumu arar. Buna göre aşk ve akıl birbirinden ayrılmaz ve insan olmak
her ikisini de gerektirir. Aklın yolu ile aşkın yolu arasında bir kopukluk
ya da ayrılık yoktur. Akıl insanın var oluş düzleminde yeryüzündeki halifeliği ve yeryüzünü mamur etme yükümlüğü bağlamında, yukarı ile aşağı arasındaki dengeyi sağlayan yönetici ilkedir. Aşk ise her türlü rasyonel
düşünce ve formel bilginin üstüne çıkan, kategorik olmayan biçim-üstü
bilgi ve en yüksek var oluş düzeylerini karşılar.
Bu itibarla Sinan Paşa’nın düşüncesinde insan, gönülle tanımlanır ve
akıl da gönlün bir parçası olarak takdim edilir. Dolayısıyla apriori olarak
insan olmanın gereği sadece düşünmek değildir. Gönül insânî var oluşa
bütünsel olarak egemen olan ve aklın göreceli etkisiyle ulaşılamayacak
bir amaca, bezm-i elest’teki ahdine yönelir. Kuşkusuz akıl bir yandan
aşağıyı düzenlerken diğer yandan manevî düzlemde duyusal sınırları
aşarak yukarı için çıkış noktası oluşturur ve yol tayin eder. Ancak akıl,
tek başına, amaca ulaşmak için yeterli değildir. Çünkü o, mârifetu’llah’a
yönelse de mârifetu’llah’ın ulaşılamayacak bir şey olduğunu bilir ve bir
89 Age., s. 547.
90 Fuzûlî, Dîvân, Haz. Mehmet Kanar, (İstanbul Ayrıntı Yay., 2015), Gazel 1, b. 3.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 339
negatif teoloji geliştirmenin ötesine geçemez. Bununla birlikte kişiyi yukarı, Allah’ın katına çıkaran aşktır. Dolayısıyla aklın olanaksız olarak
gördüğü uğraşları aşk tarafından olanaklıya dönüşür. Başka bir deyişle
bezm-i elest’te başlayan Âşık ile Mâşuk arasındaki ilişkide akıl kişiyi
Sevgili’nin evinin eşiğine getirir; aşk ise içeri buyur eder. Bu sebeple
eşikten ötesinde tüm zihinsel kategoriler ve dahi toplumsal kural, sınır
ve ayrımlar ortadan kalkarak, tüm bunların ötesinde bir esenlik haline
ulaşılır.
Bu anlamda akıl aşka karşı değildir; ancak aşağıya yönelik nefsin arzularından kaynaklanan aşka karşıdır. Böylece akıl-aşk birlikteliğinin işlevi, öncelikle insanı dünyevî nesnelere ibret nazarıyla bakarak Tanrı’ya
yaklaştıran ve sonrasında Tanrı’yla bütünleştirerek elest bezmindeki ahdini hatırlamasına açık hale getirmektir. Sinan Paşa’nın Klasik Türk-İslam medeniyetinin ilim ve hikmet mirasından devşirip kimi zaman şiir
kimi zaman da nesirle takdim ettiği akıl ve aşk kavramları arasında kurduğu bu uyum, onun özgün şiirsel yakarışlarında ifadesini bulur.
340 Doç. Dr. Mustafa Yıldız
Kaynakça
Burckhard, Titus, İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş, çev. Fahreddin Arslan, (İstanbul: Ribat Yayınları, 1982).
Cürcânî, Seyyid Şerif, Kitâbü’t-Ta’rîfât, (Beyrut: Mektebetü Lübnan,1985).
Farabi, Kitâbü Ârâ-i Ehli Medineti’l-Fâzıla, neşr.: Albert Nasrî Nader, (Beyrut: Dârü’l-Meşrık, 1986).
Fuzûlî, Dîvân, Haz. Mehmet Kanar, (İstanbul: Ayrıntı Yay., 2015).
Gazâlî, “Mişkâtü’l-Envâr”, Mecmûatü Resâil-i İmam Gazâlî içinde, (Beyrut:
Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1994). Türkçesi: Nurlar Feneri, çev. Süleyman
Ateş, (İstanbul: Bedir Yayınları, 1994).
Gazâlî, el-Munkızu mine’d-Dalâl, çev. Hilmi Güngör, (İst.: MEB Yay., 1990).
Gazâlî, Meâricü’l- Kuds fî Medârici’n-Nefs, (Beyrut: Dârü’l- Kütübü’l-İlmiyye: Beyrut, Tarihsiz).
İbn Arabi, Ahmet Avni Konuk, Tedbîrâtül-İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz.
Mustafa Tahralı, (İstanbul: İz Yay., 2004).
İbn Sina, Kitâbü’n-Necât, neşr: Macid Fahri, (Beyrut: Dârü’l-Âfâkü’l-Cedîde), 1985.
İbn Sina, Kitâbü’ş-Şifâ, Metafizik II, çev. Ekrem Demirli- Ömer Türker, (İstanbul: Litera Yay.,2013).
Mâtürîdî, Ebû Mansur el-Kitâbü’t-Tevhîd, çev. Bekir Karlığa, (İstanbul İSAM
Yayınları: 2014).
Mevlâna Celâleddin Rûmî, Fîhi mâ Fîh, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, (Konya: Konya ve Mülhekatı Eski Eserler Sevenler Derneği Yayınları, 2006).
Mevlânâ Celaleddin Rumi, Mesnevi, Çev.: Veled İzbudak. İstanbul: MEB Yayınları, 1988)
Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam ve İlim, çev. İlhan Kutluer, (İst.: İnsan Yay., 1989).
Nesefî, Azîzüddîn, İnsân-ı Kâmil, çev. A.Avni Konuk, (İst.: Gelenek Yay., 2004).
Pürcevâdî, Nasrullah, Can Esintisi- İslam’da Şiir Metafiziği, çev. Hicabi Kırlangıç, (İstanbul: İnsan Yayınları, 1998).
Schuon, Frithjof, Kalp Gözü, çev.: Nebi Mehdiyev, (İst.: İnsan Yay., 2012).
Sinan Paşa, Tazarru‘-nâme, haz. Mertol Tulum, (İstanbul: Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığı Yay., 2014).
Uludağ, Süleyman, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Yıl:
1991, C. IV, s. 11-17.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 341
Tazarru‘-nâme’de Klasik Türk
Edebiyatı İle İlgili Kavramlar
Prof. Dr. Gencay Zavotçu
Kocaeli Üniversitesi
İlk İstanbul kadısı Hızır Bey’in oğlu olan ve 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Sinan Paşa, yazdığı eserler ve bu eserlerde izlediği alışılmışın dışında farklı ifâde tarzıyla Osmanlı coğrafyasında hoş bir sadâ
bırakmıştır. Onun, nesri nazma yaklaştıran farklı ifâde tarzı nesre şiirsel
bir hava vererek halkın beğenisini kazanmış ve eserlerinin zevkle okunmasını sağlamıştır. Paşa’nın nesir alanında verdiği eserleri erken açmış
çiçeklere benzeten Prof. Dr. Mustafa İsen, “Sinan Paşa fasılaları öylesine başarılı ve hemen hemen her kelimeyi bir diğeriyle ses bakımından
alâkalı kurar ki, böylesine başarılı kompozisyonlara çoğu kez şiirde bile
rastlamak mümkün değildir”1 cümlelerinde onun seci’li ifade tarzının
şiirsel havasına ve uyumlu kompozisyonuna dikkat çeker.
Yer yer manzûmelerle desteklenen ve Tazarru‘-nâme’de bâriz bir
biçimde hissedilen şiirsel ifâde tarzı kendisinden sonra pek çok yazara
örnek olmuş, Sinan Paşa’ya haklı bir şöhret kazandırmıştır. Esere genel
bir göz atış, işlediği konular ve bu konuların anlatımına zemin hazırlayan
formlarıyla Tazarru‘-nâme’nin çok amaçlı ve kapsamlı bir eser olduğu
fikrini verir. Farklı tür ve biçimlerle ilişkilendirilebilecek bu zengin ve
karmaşık yapı Tazarru‘-nâme’ye özellikli bir eser olma vasfı kazandırır.
1
Prof. Dr. Mustafa İsen; Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yay., C V, Ankara 2004, s. 219
342 Prof. Dr. Gencay Zavotcu
Tazarru‘-nâme’nin nesir-nazım karışık biçimsel yapısı Sinan Paşa’nın bilinçli sanatkâr kişiliği ile tam bir uyum içerisindedir. Eseri nesir-nazım karışık sunum tarzı, Paşa’nın sanatkâr kişiliğinin eserde ilk
göze çarpan ve hissedilen yansımasıdır demek yanlış olmaz. Bu ifadeyi
biraz daha açarsak, anlattığı konunun okuyucu tarafından anlaşılması hususunda ısrarcı olan Paşa, amacına ulaşabilmek için şeklin kuralları ile
kendini sınırlamaz, nesrin nispeten rahat ve kolay anlaşılabilir imkanlarından olabildiğince istifâde ederken yeri geldiğinde nazmı da ihmal etmez. Bir fırsatını düşürerek nazımdaki mahâretini de sergiler, böylelikle
nazm ya da şiirin ruhu kavrayan duygu yüklü havası ile sözcüklerinin
çok amaçlı ve çok anlamlı kullanımından yararlanma yoluna gider. Ancak, şunu özellikle vurgulamak gerekir ki Sinan Paşa’nın nesrinin diğer yazarların nesrinden ayrı bir havası, kendine özgü şiirsel bir doğası
vardır. Muhtemelen Kur’ân’ın nefis anlatım tarzından mülhem olmuş ve
ustaca kurgulanmış sec’ili cümle ya da cümlecikleri ile şiirsel bir anlatımı yakalayan Sinan Paşa, eserin nesir kısımlarında da okuyucuya nazmı
hissettirir. Sinan Paşa’yı kendine has anlatım tarzı ile süslü nesrin önemli
bir temsilcisi olarak sunan Prof. Dr. M. Fatih Köksal, nesri hakkında şu
cümleleri sarf eder: “Bu tarz nesri Sinan Paşa üslubu olarak kabul etmek
dahi mümkündür. Bir kısmı aşağıda seci bahsinde de görülebilecek örnekler dikkatle incelendiğinde Paşa’nın müsecca nesrinin nasıl farklı ve
özel bir tarz olduğu anlaşılacaktır.”2
Tazarru‘-nâme’de Eski Türk Edebiyatı ile ilgili öğe ve kavramları
biçim ve içerikle ilgili olanlar diye ikiye ayırmak ve akabinde eserde
Eski Türk Edebiyatı nazım ve nesrinde anlatım ya da sunum tarzı olarak
başvurulan biçimleri zikretmek uygun olacaktır.
Tazarru‘-nâme’de Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden ilk göze
çarpan mesnevîdir. Mesnevî nazım şeklinin örnekleri ise ya Ebyât başlığı
altında ya da dinî- tasavvufî içerikli farklı başlıklarla dikkatlere sunulur.
Paşa’nın eserde Mesnevî nazım şekli ile sunduğu manzûme sayısı 1’dir.3
Mesnevî nazım şekli ile yazılmış diğer manzûmelerin başlıkları ise muhteliftir. İşlenecek konunun habercisi olan bu başlıklar sırasıyla Beyân-ı
Tevhîd, İşâret-i Vücûb-ı Şeyh, İşâret-i Havf u Recâ, İşâret-i Zühd, İşâret-i
2
3
Prof. Dr. M. Fatih Köksal; “Nesir”, Klasik Dönem Osmanlı Nesri, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş Yeni Baskı, Kesit yay., İstanbul 2011, s. 18.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 206, 207.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 343
Vücûb-ı Tevbe, İşâret-i İslâm, İşâret-i Vuzû‘, İşâret-i Salât, İşâret-i Savm,
İşâret-i Hacc, İşâret-i İlm, Temsîl-i Münâsib, Tenbîh, Beyân-ı Rızâ, İşâret-i Sabr, İşâret-i Fakr, İşâret-i Ma‘rifet-i Nefs, Beyân-ı Tevekkül, İşâret-i Evsâf-ı ‘Işk v.d. şeklindedir.
Tazarru‘-nâme’de Eski Türk Edebiyatı nazım şekillerinden 2 gazel örneğine de tesadüf olunur. Bu gazellerden ilki Farsça, ikincisi Türkçe olarak yazılmıştır. Aşk ve aşk ateşini işleyen Farsça gazel fâ‘ilâtün, fâ‘ilâtün,
fâ‘ilâtün, fâ‘ilün; uşşâkuñ redifli Türkçe gazel ise genellikle mesnevîlerde tercih edilen fâ‘ilâtün, fâ‘ilâtün, fâ‘ilün vezniyle yazılmıştır.4
Tazarru‘-nâme’nin nesir kısımları süslü nesrin gerek söylem gerek
anlam bakımından az sayıdaki güzel örnekleri arasında gösterilir. Süslü
nesir yazarları arasında ayrı bir yeri olan Sinan Paşa için metnin sanatlı olması kadar anlamı da önemlidir. Bu bağlamda diyebiliriz ki Tazarru‘-nâme’de ilk sırada sanatlı bir eser ortaya koyma endişesi, ikinci sırada ise bu endişenin ardı sıra gelen anlaşılır olma düşüncesi sezilir. Hatta,
anlaşılır olma düşüncesinin sanatlı eser verme endişesiyle at başı gittiği
bile söylenebilir. Eserinden edindiğimiz bu izlenim iyi eğitimli, bilgili,
olgun ve yetkin bir kişiliğe sahip olan Paşa’nın düşüncelerini hem özgün,
süslü ve edebî bir dille ifade etme hem de anlaşılır olma kaygısının tezâhürü olarak algılanabilir.
Tazarru‘-nâme’de, Eski Türk Edebiyatı türlerinden örnekler de mevcuttur. “1. Bir şey istemek için kendini alçaltıp yalvararak yazılan tezkere, mektup, manzûme...”5 manasındaki adından da anlaşılacağı üzere
Tazarru‘-nâme’nin belli kısımları Allah’a yalvarma ve yakarış konulu
münâcât türüne örnek teşkil eder. Eseri bir gönül kitabı olarak niteleyen ve “Onda, korku ile ümîd arasında dolaşan bir kalbin feryâdları,
iniltileri, tevbe ve istiğfârları ile, varlığın künhüne erişmek, hakikatin
derinliğine ermek isteyen bir zekânın çâresizlikle gönle dönen zavallılığı ve âcizliğinin, bin isyan ve nisyânının mütemâdî çalkantısı görülür
ve hissedilir. Fakat yer yer kıssalar ve nasîhatlerle bezenmiş olup, aynı
zamanda tarîkat yolunun mâhiyetini de anlatır.”6 diyen Prof. Dr. Mertol
Tulum, Tazarru‘-nâme’nin biçim (dış yapı) bakımından iki ana bölüm4
5
6
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 206.
Ferit Devellioğlu; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Ktb., 25. bs., Ankara 2008, s. 1043.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 15.
344 Prof. Dr. Gencay Zavotcu
den oluştuğunu söyler. Sinan Paşa’dan aktardığı “Hak hazretinün nu‘ût-ı
kerîmesinün fehm-i nâkıs yitişdügünce olan işârâtında ve ol Cenâb-ı
Zü’l-celâl’ün hulûs-ı derûn-ile dinilen tazarru‘âtında...” cümlesine istinâden de ilk bölümün asıl tazarru‘ât kısmı olduğunu belirtir.7
Münâcât örneği olacak kısım ve bölümleri de bulunmasına rağmen
Tazarru‘-nâme’yi sadece münâcât türünde bir eser olarak nitelemek yanlış olur. Eserde ilk insan ve peygamber Âdem’den başlayarak sırasıyla
Nûh, İbrâhîm, Yûsuf, Mûsâ, Îsâ ve Hz. Muhammed övgüsünde yazılmış
na‘t türüne örnek teşkil edecek metinler vardır. Hatta, adı geçen peygamberler övgüsünde yazılan kısım ya da fasılların bazı yerleri peygamber
kıssalarına da yer veren Kısas-ı Enbiyâ türünden metinlerdir.
Sinan Paşa’yı, işlediği konularda yere, duruma ve konuya göre bir
bilgin (âlim), öğretmen, öğütçü, ahlak adamı, hukukçu, sosyolog, psikolog, kılavuz, v.b. sıfat ve kimliklerde görmek mümkündür. Bu yönleriyle
dîvân şairi için zikredebileceğimiz olumlu sıfatların çoğunu Sinan Paşa
için de zikredebiliriz. Paşa’nın bu sıfat ve kimliklerini aşağıda aktaracağımız örneklerde gözleyebiliriz. Paşa, aşk olgusunu işlediği İşâret-i
Evsâf-ı ‘Aşk başlıklı bölümde, aşk üzerine birbirinden güzel cümleler
sarf edip sayfalar dolusu sözler ettikten sonra nazım deryâsına dalar ve
merâmı nazm ile ifâde yoluna gider:
Her sa‘îd ü her şakî andan durur
Her bahîl ü her sahî andan durur 8
ve
Âlem-i sûret nedür bil güft ü gû
Âlem-i ma‘nî hemîşe şüst ü şû 9
beyitlerinde farklı tasavvufî konularda tanımlama ve açıklama yapan bir
öğretmen gibi davranır.
Gör î ten sen de kim bu ışk-bâzî
Nice olur imiş bu dil-nevâzî 10
7
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, M.E.B. yay., Ankara 2001, s.
15.
8 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 74.
9 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 86.
10 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 91.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 345
beytinde îkaz edici bir kılavuz,
Î dil gel-e sen kalenderî ol
Bu mihnet-i cismden berî ol 11
beytinde ise öğütçü olarak gözükür.
Tazarru‘-nâme’de Eski Türk Edebiyatı metinlerinde işlenen içerik ile
ilgili unsurların sayısı bir hayli fazladır. Kendisi de Eski Türk Edebiyatı
metinlerinin tasavvufî karakterli bir örneği olan Tazarru‘-nâme’de, bu
karakterine istinâden işlenen unsurların da genellikle dînî ve tasavvufî
yönüne vurgu yapılır. Sinan Paşa’nın bu unsurlardan söz ederken bilgin
bir tavır takındığı gözlerden kaçmaz. Bu tavrında – yukarıda da belirttiğimiz gibi- sanatlı bir metin ortaya koymanın yanında muhtemelen metni anlaşılır kılma endişesi, işlediği konuyu ve konu ile ilgili kavramları
okuyucuya öğretme düşüncesi etkili olur. Benzer tavrı, kurucusu ya da
önderi olduğu tarîkât şeyhlerinin eserleri ile dîvân şairlerinin şiir ve eserlerinde görmek mümkündür. Bu bağlamda, tarîkat şeylerinin “İşbu-uşbu
risâlenin terkîminden/ tastîrinden/ maksad sâliklere ... husus ya da hususlarda bilgi vermek ve bu hususlarda nasıl davranmaları gerektiğini
bildirmekdür/öğretmekdür” şeklindeki eser yazma sebebini belirtmeği
Tazarru‘-nâme’de de görürüz. İşlediği konu ya da kavram hakkındaki
bilgi ve görgüsünün yeterliliğinden emin bir bilgin ya da öğretmen edasıyla okura seslenen Paşa, bazen “Bizüm maksûdumuz zevki olana andurmadur, ve bizüm murâdumuz irâdet ehlini kandurmadur.”12 diyerek
eser yazmaktaki amacını belirtir bazen de herhangi bir ön açıklama yapmaksızın söze giriş yapar, üzerinde durduğu konu ya da kavramın tanıtım
ve öğretimine yoğunlaşır. Paşa, konu ya da kavramı sec‘ili, sanatlı ve
yer yer şiirle destekli belîğ bir ifade ile sunarken okuyucuyu da zevkle
okuttuğu metni anlamaya isteklendirir.
Dîvân şâir ve nâsirinin çokça işlediği bir kavram olan gönül bazen
bir kayık, bazen şişe bazen de Nef‘î’nin deyimiyle hem kadeh hem bâde
hem de sâkîdir.13 Ve, gönül daima sevgilinin hizmetine âmâdedir. Gönül bir ev olarak nitelendiğinde sevgili evin sâhibi, ülke olarak sunuldu11 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 97.
12 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 213.
13 Nef‘î Divanı; Haz.: Yrd. Doç. Dr. Metin Akkuş, Akçağ Yay., Ankara 1993, s. 316.
346 Prof. Dr. Gencay Zavotcu
ğunda ise tahtın sultanıdır. Tıpkı Tazarru‘-nâme’de olduğu gibi: “Gönül
kendü evündür, ağyârdan pâk idüp arıt; dil kendü haremündür, nâ-mahremlerden sen korut. Ev ıssı evini pâk bulmayıcak yıkmaz, arıdur; harem
sâhibi haremine tavar giricek bozmaz, korudur. Ev ıssı tururken evini
koñşı beklemek olmaz; hâne sâhibi var iken oğrıdan ayruk kişi saklamaz.
Çün gönüle evüm didün, hevâ düzdinden sen sakla; çün kalbi arş idindün, şeytân mekrinden sen bekle.”14
Gönül aşkın tecellî yeri olduğu için âşığın aşk usulünü iyi bilir. Aşk
hususunda şâir ve nâsirin vekili konumundadır. Aşka gedikli ve sevgiliye
istekli olması sebebiyle Tazarru‘-nâme’de çokça sözü edilen gönül senli-benli konuşulan, öğüt verilen, eylemlerinden bazen şikâyet edilen bazen
de övünülen ama daha çok aşk hususunda ısrarcı, uslanmaz ve söz dinlemez mizâcı ile işlenen bir kişiliktir. Eserinin İşâret-i Zühd başlıklı faslına
Î gönül düşmez sana îş ü tarab
Hakk’ı bilgil Hakk’ı kılgıl sen taleb
Hakk-ile ol sen nihân ü âşikâr
Bu durur şart-ı dil-i perhîz-kâr
Zâhid oldur kim ola şîrâne merd
İki âlemden kıla gönlünü serd 15
beyitleriyle başlayan Sinan Paşa, bu beyitlerde gönlü yiyip içip eğlenmeden, zevk ü safâdan uzak durması hususunda uyarır ve sofuluğun gereğinin bu olduğunu söyler. Zâhid (dindâr, sofu) olanın aslan gibi korkusuz
ve gözüpek olması, gönlünü dünya ve âhiret bağı ile sevdasından uzak
tutması gerektiğini belirtir.
Tevbe gerektiren hâllerin işlendiği İşâret-i Vücûb-ı Tevbe bahsinin
ilk beyitlerinde gönlüne seslenen Sinan Paşa, bu kez ona nefse kul olmaktan kurtulması ve vîrâne olan içini temizleyip ma‘mûr (bayındır)
hâle getirmesi tavsiyesinde bulunur:
14 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 176.
15 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 100.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 347
Î taşı ma‘mûr içi vîrân gönül
Nefse kul ve âleme sultân gönül
Zulmet-i cehl-ile tolmıştur içün
Bahr-i hayret kaplamış önün kıçun
Ger dilersen sen imâret olasın
Top tolu nûr-ı ibâdet olasın
Gel düzelt-gil bu tâ’at-hâneyi
Var imâret eyle bu vîrâneyi 16
Tazarru‘-nâme’de dünya ilgili fikir, görüş ve kanılara da yer verilir. Tasavvufî bakış açısıyla dünya değer verilecek, güzelliklerine aldanılacak,
mal-mülk ve varlığına güvenilecek bir mekân değil, geçici bir misâfirhânedir. Rûh bu sürgün yerinde gurbette, vatan özlemiyle (hubbü’l-vatan) yanıp
tutuşmakta, insanoğlu iki kapılı bu handa ağır bir sınavdan geçmektedir.
Güzeli ve güzelliği geçici, zevk ü safâsı tükenici, bitmek bilmeyen cefâsı
ise candan bezdiricidir: “ Dünyâ bir pîre-zen-i acûzedür ki, libâs-ı arâyis-i
duhterânda görünür, ve bir harâb-âbâd-ı vîrânedür ki, mahzar-ı âbâdânda
gözükür. Anun zevk ü safâsı vefâ-yı zenân ve ebr-i tâbistân gibi nâ-pâyidârdur, ve gussa vü cefâsı evrâk-ı eşcâr ve a‘dâd-ı rimâl gibi bî-şümârdır. (...)
Bu bir evdür ki, imâretleri harâb ve emelleri nâ-yâb, ve izzetleri tahkîr ve
ta‘zîmleri tasgîr, ve arsa-i âfât ve menzil-i beliyyâtdur. (...)
Ne hoş idi bu dehrün bûsitânı
Ger olmayaydı âsîb-i hazânı”17
Yaratılışının seebini idrak etmiş ve nefsini köreltmiş kişi dünya malı
ve mülküne bel bağlamaz, zenginliği ve servetiyle gururlanmaz. Dünya
malının dünyada kalacağını ve kimseye ebedî yâr olmayacağını bilir, bu
görünüş âlemine itibar etmez. Sinan Paşa’nın deyimiyle “Dünyâ sarâyına
gurûr, leme‘ân-ı serâba aldanmağa benzer, ve bu sûret âlâyişine iltifât,
nakş-ı âba inanmağa benzer. Cihân rengine gönül viren gönül jengin
16 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 104.
17 A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 120, 121.
348 Prof. Dr. Gencay Zavotcu
açamaz, ve dünyâ bûyına meyl eyleyen cân kokusın tuyamaz.”18
Klasik Türk Edebiyatının sürükleyici konusu aşktır. Sevgili-rakîb ve
âşık etrâfında dönen aşk olgusunda âşık her dâim cefâ çeken, sevgili cefâ
çektiren, rakîb ise aşkın nimetlerinden nasiplenen ve meclisin safâsını
sürendir. Âşık gönlün sabrı ve kararı, rahat bulduğu dâr u diyârı olmaz:
“Işk bir sultân-ı kâhir ü tîzdür ki alem çekicek, birbirine vurur vücûd ile
ademi; ışk bir bî-karâr u şûr-engîzdür ki kadem basıcak şûr u gavgâya
bırağur âlemi”19. Fakat, sevgiliden gelen hep cefâ olsa da âşık için aşk
cânın huzur ve emniyeti, cihânın ziynetidir. Sinan Paşa’nın deyimiyle
“Işk, âsâyiş-i cândur; ışk ârâyiş-i cihândur.”20 Âşıklık dünyâ ve âhiretten
fârig olma, dünyada vuslat talebinde bulunmama, aşk ateşiyle her dâim
yanma, dert ve cefâ çekmekle mutlu olma hâlidir.
“Âşıkun âh ü zârı lâzımıdur
Dürlü derd ü belâ mülâzımıdur
Renc-i âşık ki yok şümârı anun
Yok durur anda ihtiyârı anun”21
Aşkla birlikte işlenen konulardan biri de akıl ve gönül çatışmasıdır.
Kendini gönül temsilcisi rind, şeydâ, miskîn, ârif, âşık, divâne v.b. sıfatlarla sunan Sinân Paşa’nın akıl temsilcisi tipler karşısında dîvân şairi
yanında saf tuttuğu sezilir. Ancak, akıl taraftarı zâhid, vâiz, âkil, sûfî,
nâsıh, hâce v.b. tipleri önemsemeyip sık sık söz ve fikirleriyle alay eden
dîvân şâirine kıyasla Paşa’nın daha ılımlı davrandığı söylenebilir. Akıl
ve gönül mukâyesesini cümle cümle, mısra mısra ya da beyit beyit yapan Sinân Paşa önce aklı, akabinde de aşk hâliyle başı hoş olan gönlü
anarken bazen sadece mukayese yapar: “Akıl ma‘rifetün âletidür; yakînün hâletidür. Akıl bir rengdür ki, anda bûy-ı sır olmaz; ışk bir bûydur
ki,anda rengden eser olmaz. Akıl bir seng-i ma‘rifetdür ki, nemegi yok;
ışk bir nemeg-i hakîkatdür (ki) sengi yok.”22 Bazen de aklın aşka olan
bîgâneleğini işler, onun aşkı tatmadığını ve aşk hâlinden anlamadığını
18
19
20
21
22
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 123.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 188.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 187.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 189.
A. Mertol Tulum; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, s. 193.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 349
vurgular: “Kim ki ol kadehten bî-hûş olur, cânı cânân-ile hoş olur. Akl
ol araya girmez ve fikr ol yöreye uğramaz. (...) Akıl hâlinün halli kîl ü
kâl ile olur; ışk derdini anun-ile bilmek muhâl olur. Akıl işleri bî-mesned
olmaz; ışk hadîsleri müsned olmaz.”
Yukarıda kısaca değinilenlerin dışında Tazarru‘-nâme’de bahsi geçen Klasik Türk Edebiyatı kavram ve öğelerinin sayısı bir haylî fazladır.
Bu kavram ve öğelere bir göz atacak olursak: Gönül (dil, derûn, hâtır),
dünyânın fânîliği, aşk, akıl-gönül mukâyesesinin yanı sıra farklı din ve
inanç sistemleri, peygamberler, tevbe, saltanat, pâdişâh (pâdişeh, şâh,
şeh, sultân), Hakk, Rahmân, şeytân, dîdâr, sırr, esrâr, sâkî, zühd, takvâ,
zikr, fikr, tevhîd, tarîkat, şerî‘at, îmân, kader, kazâ, vuslat, fürkat, lutf,
şâhid, nigâr, ağyâr, rakîb, nakş, nakkâş, resim, hırs, hased, zemm, felek,
eflâk, sa‘âdet (mutluluk), şecâ‘at (yiğitlik), ilim, ululuk, güzellik (hüsn,
melâhat), tevâzu‘ v.b. pek çok öğe ve kavramın adını anmak gerekir.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Ansiklopedik bir eser görünümündeki Tazarru‘-nâme Eski Türk Edebiyatı biçim ve türleri bakımından zengin bir eser hüviyetindedir. Sinan Paşa bu eserinde Eski Türk
Edebiyatına ait biçim ve tür örneklerine yer verirken hedefinden asla
şaşmaz. Kendine has şiirsel nesriyle hem göz alıcı ve sanatlı ifade tarzını
gösterme imkanı bulur hem de farklı konulardaki dinî-tasavvufî bilgilerini okuyucuya aktarmayı ve okuyucuyu bilgilendirmeyi amaçlar. Diğer taraftan farklı ve yeni bir ifade tarzının ilk örneklerini vererek süslü,
sec‘ili ve sanatlı nesir geleneğini başlatmış olur.
350 Prof. Dr. Gencay Zavotcu
Kaynaklar
1.
İsen, Prof. Dr. Mustafa; Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yay., C V, Ankara 2004.
2.
Köksal, Prof. Dr. M. Fatih; “Nesir”, Klasik Dönem Osmanlı Nesri, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş Yeni Baskı, Kesit yay., İstanbul 2011.
3.
Devellioğlu, Ferit; Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Ktb.,
25. bs., Ankara 2008.
4.
Tulum, A. Mertol; Yusuf Sinan Paşa -Tazarru‘-nâme, M.E.B. yay., Ankara 2001.
5.
Nef‘î Divanı; Haz.: Yrd. Doç. Dr. Metin Akkuş, Akçağ Yay., Ankara
1993.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 351
NESİR
EDEBİYATI
352 Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 353
Anadolu’da Nesir Edebiyatı
1
Prof. Dr. Ahmet Kartal
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Anadolu Selçuklu Devleti Dönemi Mensur Eserleri2
Bugünkü bilgilere göre Anadolu’da telif edilen ilk mensur eser, Malazgirt Zaferi’nden 30 sene kadar sonra, Dânişmendoğulları’nın Kayseri Dizdarı olan İbnü’l-Kemâl İlyâs b. Ahmed’in Kayseri’de yazdığı ve
1
2
Bu çalışma “Anadolu’da Nesir Edebiyatı” (Klâsik Dönem Osmanlı Nesri, (Cihan Okuyucu- Ahmet Kartal - M. Fatih Köksal), Kriter Yay., 2009; 2. baskı, Kesit, İst. 2014, s.
39-119) başlıklı yazımızın yeniden ele alınıp hem güncellenmesi hem de genişletilmesiyle oluşturulmuştur.
Bu çalışma oluşturulurken, bu dönemlerde yazılan eserler üzerine yapılan çalışmaların, bunlar dipnotlarda gösterilmiştir, dışında şu kaynaklardan istifade edilmiştir: Ahmet Atillâ Şentürk-Ahmet Kartal, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, 10. baskı, İstanbul 2015; Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Bilimi Literatürü”, Osmanlı
Mede niyeti Tarihi, c. II, İstanbul 1999, s. 363-435; Mustafa İsen - Filiz Kılıç - İ.
Hakkı Aksoyak - Aysun Eyduran, Şâir Tezkireleri, Ankara 2002; Mustafa İsen,
“Başlangıçtan XVIII. Yüzyıla Kadar Türk Edebiyatı”, Türkler, c. XI, Ankara 2002,
s. 532-72; Melek Dosay Gökdoğan, “Osman Gazi’den Mehmed Vahideddin’e Osmanlı Bilimi ve Kültürü”, Türkler, c. XI, Ankara 2002, s. 175-209; aynı müellif,
“Osmanlılarda Matematik”, Türkler, c. XI, Ankara 2002, s. 267-76; Lütfi Göker,
Fen Bilimleri Tarihi ve Türk-İslâm Bilginlerinin Yeri, İstanbul 1998; Agâh Sırrı
Levend, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1988; Menderes Coşkun, “Geç Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, c. VI, Ankara 2004, s. 354-404; aynı
müellif, “Son Klâsik Dönem: Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, c. V, Ankara
2004, s. 552-90; Franz Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları Sözlüğü, terc. Coşkun
Üçok, Mersin 1992; Vasfi Mahir Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, Başlangıçtan
Bugüne Kadar Türk Edebiyatının Tarihi, Tahlili ve Tenkidi, Ankara 1970; Zebîhullah Safâ, İran Edebiyatı Tarihi, çev.: Hasan Almaz,
354 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Dânişmendoğulları Devleti’nin kurucusu Gümüş-Tigin Ahmed Gazi’ye
sunduğu Keşfü’l-akabe3 adlı astronomiye dair Farsça eserdir. Anadolu’da
yazılan ilk Türkçe mensur eser ise, Hekim Bereket tarafından kaleme alınmış, tıp ilmine dair Tuhfe-i Mübârizî4’dir. Mustafa Koç ise, “Anadolu’da
İlk Türkçe Telif Eser” isimli çalışmasında, yazarı ve telif tarihi bilinmeyen
Behcetü’l-Hada’ik’ın, Fahrüddîn bin Mahmûd ibni’l-Hüseyin ibni Mahmûd et-Tebrîzî tarafından 669/1270 tarihinde Kayseri’ye bağlı Karahisar-ı Develi (bugünkü Yeşilhisar ilçesi) ilçesinde yazılmaya başlandığını,
685/1286 tarihinde ise bitirildiğini tespit etmiştir. Bundan hareketle de;
“Anadolu sahasında yazıldığı tespit edilebilen en eski Türkçe eserin
Behcetü’l-hadâ’ik olduğu ve XIII. yüzyılın son çeyreğinde yazıldığı artık delilleriyle sabit olmaktadır.”
hükmüne varmıştır.5 Ancak Tuhfe-i Mübârîzî’nin XIII. asrın ilk yarısında
kaleme alınma ihtimali çok yüksektir.6 Bugünkü bilgilere göre, Tuhfe-i
Mübârizî ile başlayan Türkçe telif/tercüme eser verme geleneğinin Behcetü’l-hadâ’ık7 ile devam ettiği ifade edilebilir.
c. I, Ankara 2002; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “XII. ve XIII. Asırlarda Anadolu’daki
Fikir hareketleri ile İctimaî Müesseselere Bir Bakış”, III. Türk Tarih Kongresi,
Ankara 15-20 Kasım 1943, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1948, s. 287-306;
Meserret Diriöz, “Edebiyat Bilgi ve Teorileri I, Belâgât”, Türklük Bilimi Araştırmaları, Sayı: 11, Niğde 2002, s. 255-61.; Ahmet Kartal, “Anadolu Selçuklu Devleti
Döneminde Dil ve Edebiyat”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, 1, 2008, s.
95-168; Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, Ankara 2001.
3
4
5
6
7
Mikâil Bayram, Anadolu’da Telif Edilen İlk Eser: Keşfu’l-akabe, İbnu’l-Kemal
İlyas b. Ahmed, Konya 1981.
Binnur Erdağı Doğuer, Hekim Bereket, Tuhfe-i Mübârîzî [Metin-Sözlük], Ankara 2013; Adnan Derin, Tuhfe-i Mübârizî [Metin-Gramer Notları-Sözlük], Yüksek
lisans tezi, Gazi Üniversitesi, 1987; M. C. Şehâbeddîn Tekindağ, “İzzet Koyunoğlu Kütüphanesinde Bulunan Türkçe Yazmalar Üzerine Çalışmalar I”, Türkiyat
Mecmuası, XVI, 1971, s. 134-39; Mahmud Mes’ud Koman, “Tuhfe-i Mübârizî
[Lübâbü’n-nuhab tercümesi], İ.Ü. Tıp Fakültesi Mecmuası, 18/3, 1955; (2004),
Mikâil Bayram, Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Konya 2004, s. 110.
Mustafa Koç, “Anadolu’da İlk Türkçe Telif Eser”, bilig, sy. 57, s. 159-74.
bk. Ahmet Kartal, Şiraz’dan İstanbul’a: Türk-Fars Kültür Coğrafyası Üzerine
Araştırmalar, 3. baskı, İstanbul 2011, s. 342-43.
Sadettin Buluç, “Eski Bir Türk Dili Yadigârı Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik”, TDED, sy. 6, 1955, s. 119-31; aynı müellif; “Behcetü’l-hadâ’ık
fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’den Örnekler”, TDED, sy. 7/ 1-2, 1956, s. 16-37; aynı müellif, “Behcetü’l-hadâ’ık fî-Mev’ızeti’l-halâ’ik’ten Derlenmiş Koşuklar”, TDAY–
Belleten 1963, 1988, s. 161-201.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 355
I. Alaaddin Keykubâd’ın cülûsuna kadar olan zamanda (616/1220)
felsefe ile tabiî bilimlere ait eserlerin dinî ve tasavvufî eserlere nazaran daha çok kaleme alındığı dikkat çekmektedir. Nitekim yukarıda
belirttiğimiz gibi Anadolu’da telif edilen ilk eser olan Keşfü’l-akabe
astronomi ve felsefeye dairdir. Şihâbeddîn-i Sühreverdî’nin Berkyaruk
namına yazdığı Pertev-nâme’si de felsefeye aittir. Tiflisli Ebü’l-fazl Hüseyin Hubeyş b. İbrâhîm ibn-i Mehmed’in Arapçadan Farsçaya tercüme ettiği Usûlü’l-melâhim isimli fal kitabı, II. Kılıç Arslan adına yazdığı Kâmilü’t-ta’bîr isimli rüya tabirnamesi ile astronomi ile ilgili olan
Beyânu’n-nücûm isimli eserleri de gaybî ilimlere aittir. Tıbba dair ise
Sıhhatü’l-ebdân ile II. Kılıç Arslan’ın oğullarından Sivas valisi Kutbeddîn Melikşâh adına yazdığı Kifâyetü’t-tıbb isimli eserleri vardır. Ayrıca
Lügat ve emsile konusunda Kânûnu’l-edeb isminde bir eser daha kaleme
almıştır. Bu eserlerin daha çok geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmek
için yazılmış oldukları dikkat çekmektedir.
Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Farsça ve Arapça birçok eser kaleme almıştır. Arapça eserler içersinde en önemlileri, İşrâkî felsefesinin tam
bir dönemini ihtiva eden Hikmetü’l-işrâk, felsefe ve ilâhiyat ile ilgili
et-Telvîhât ile tamamen tasavvufî olan Heyâkilü’n-nûr8’dur. Sühreverdî,
felsefî konuları remiz ve işaretler yoluyla açıklayan Farsça mensur bazı
eserler de kaleme almıştır. Âvâz-i Per-i Cibrîl, Kayseri’de telif edilen
Bûstânu’l-kulûb, Erzincan veya Tokat’ta yazılıp Nasireddîn Berkyaruk’a
takdim ettiği Pertev-nâme, Risâle-i Lügat-i Mûrân, Risâle-i Sefîr-i Sîmurg, Mûnisu’l-uşşâk, Rûzî bâ Cemâ’at-i Sûfiyân, Risâle-i Akl-ı Sorh
bunlardandır. Bu eserlerin üslûbunun çok akıcı ve sade oluşu dikkat çekmektedir. Temsilî olan eserlerin ekseriyeti hikâyeler şeklinde olup soru
ve cevap ile birlikte ve basit bir tarzda yazılmıştır. Bunda hitap ettiği
kesimin göz önünde bulundurulmuş olması etken olmuştur9. Sühreverdî,
Arapça, özellikle de tasavvufî mahiyette yazdığı eserlerle bu dönemde
dikkat çeken müelliflerdendir.
Bu dönemde Muhammed b. Gazî-i Malatyavî tarafından yazılan ve
Marzubân-nâme’nin Farsçaya ilk tercümesi olan Ravzatü’l-ukûl, edebî
mahiyette bir eser olmakla dikkat çekmektedir. Türü içerisinde oldukça ba8
9
Sühreverdî, Nur Heykelleri, çev.: Saffet Yetkin, İstanbul, 1988.
Zebîhullah Safâ, İran Edebiyatı Tarihi, çev.: Hasan Almaz, c. I, Ankara 2002, s.
149; Ahmet Kartal, Şîrâz’dan İstanbul’a, s. 317.
356 Prof. Dr. Ahmet Kartal
şarılı bir şekilde yazılmış olan eser, Nasrullah b. Muhammed b. Hamîd’in
Kelîle ve Dimne’si ve Zahîreddîn Kâtib-i Semerkandî’nin Sinbâd-nâme’si
ile mukayese edildiğinde, onlardan hiç de geri olmadığı görülür. Ayrıca
Marzubân-nâme’nin ilk tercümesi olması bakımından da önemlidir. Yine
onun Berîdü’s-sa’âde’si üslûbunun güzelliği ve hikâyecilikteki başarısını
göstermektedir. Ravzatü’l-menâzır li’l-meliki’n-nâsır, Kemaleddin Ebu
Bekr b. Sâ’idü’r-râdî tarafından Farsça olarak Nasireddîn Berkyaruk namına yazılmıştır. Yirmi babdan oluşan eser, kelâma dairdir10.
Bu dönemde, Râvendî’nin 599/1203’te başlayıp 603/1206 yılında tamamlayarak Gıyaseddin Keyhüsrev’e ithaf ettiği, Büyük Selçuklular ile
İsfahan Selçukluları’ndan bahseden Râhatu’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr11
adlı tarihî eseri de dikkat çekmektedir. Fars nesrinin en güzel örneklerinden biri olan eser, hem sahip olduğu selaset hem de bir çok tarihî ve
sosyal olaydan bahsetmesinden dolayı, Moğol saldırısından önce, VII/
XIII. asrın en muteber kitaplarından sayılmaktadır.
I. Alâaddin Keykubâd’ın cülûsundan (616/1220) sonraki dönemde,
Anadolu Selçukluları zamanındaki bu fikrî ve ilmî gelişme Moğol istilâsının etkisiyle, özellikle de Moğollar’ın 640/1243 yılında Anadolu
Selçuklu Devleti’ni hakimiyetleri altına almalarından sonra, tedricen zayıflarken, dinî-tasavvufî düşünce ön plana çıkıp gelişmeye başlamıştır.
Bu devrede Anadolu’da ekseriyetle Farsça olmak üzere Farsça, Arapça
ve Türkçe yazılan dinî-tasavvufî-ahlâkî mensur eserlerin sayısında gözle
görünür bir artış vardır12.
Nitekim Farsça olarak kaleme alınan Bahâeddîn-i Veled’in Ma’ârif13,
Seyyid Burhâneddîn Muhakkık-i Tirmizî’nin Ma’ârif14, Şems-i Tebrizî’nin
10 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “XII. ve XIII. Asırlarda Anadolu’daki Fikir hareketleri
ile İctimaî Müesseselere Bir Bakış”, III. Türk Tarih Kongresi, Ankara 15-20 Kasım 1943, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara: TTK Yay.: 291-93; Ahmet Kartal,
Şîrâz’dan İstanbul’a, s. 317.
11 Necmüddîn Ebûbekr Muhammed bin Alî, Râhatu’s-sudûr (be-Tashîh: Muhammed
İkbâl), Tehrân 1333 [Ofset ez-Çâp-i 1921 Leiden]; Muhammed b. Ali b. Süleyman
er-Râvendî, Râhat-üs-sudûr ve Âyet-üs-sürûr [Gönüllerin Rahatı ve Sevinç Alâmeti], 2 cilt, (Muhammed İkbal’in 1921’de G.M.S., H’de bastırdığı Farsça metinden Türkçeye çeviren Ahmed Ateş), 2. Baskı, Ankara 1999.
12 bk. Mikail Bayram, Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Konya 2004, s. 134; Ahmet
Kartal, Şirâz'dan İstanbul'a, s. 317-18.
13 Bediu’z-zaman Furûzanfer, Bahâeddîn Veled, Ma’ârif I-II, Tehrân 1352.
14 Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî, Ma’ârif, çev.: A. Gölpınarlı, Ankara 1972;
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 357
Makâlât15, Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh16 ve Mecâlis-i Seb‘a17; Sultan Veled’in
Ma’ârif18; Baba İlyâs-ı Horasanî’nin Cihâd-nâme19, Necmeddîn-i Dâye’nin
Mirsâdü’l-ibâd mine’l-mebde’ ile’l-me’âd20 ve Sirâcu’l-kulûb, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye21, Sa’îdüddîn-i Ferganî’nin Menâhicü’l-‘ibâd ile’l-me’âd22 ve Şerh-i Kasîde-i Tâ’iye-i İbn-i
Fâriz23, Fahreddîn-i Irâkî’nin Lemeât24 ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî25, Sadreddîn-i Konevî’nin Tabsıratü’l-mübtedî ve Tezkiretü’l-müntehî26, Ahi Evren’in Metâli’ü’l-îmân27, Tabsıratu’l-mübtedî ve Tezkiretü’l-müntehî, Mürşidü’l-kifâye, Yezdân-şinaht, Menâhic-i Seyfî ve Âgâz u Encâm’ı, Arapça
olarak yazılan İbn Arabî’nin el-Fütûhatü’l-mekkiyye28, Fusûsü’l-hikem ve
Husûsü’l-kilem29, Fazl (Fezâ’il) Şehâdet el-Tevhîd ve vasf Tevhîd el-Mûkınî,
Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizî, Ma’ârif, terc.: A.R. Karabulut, Ankara 1995.
15 Şems-i Tebrîzî, Makâlât, nşr.: Ahmed-i Hoş-nuvîs, Tehrân 1369; Şems-i Tebrîzî,
Konuşmalar “Makâlât”, 2 cilt, çev.: M. Nuri Gençosman, İstanbul (1974-1975).
16 Muhammed Mîrzâ Haşim, Kitâb-i Fîhi Mâ Fih, Tehrân 1333; Bediu’z-zaman
Furûzanfer, Kitâb-i Fîhi Mâfîh ez-Guftâri Mevlânâ Celâle’d-dîn Muhammed Meşhûr bâ-Mevlevî, Çâp-i Şeşom, Tehrân 1369; Mevlânâ. Fîhi Mâfih, terc.: Meliha
Anbarcıoğlu, İstanbul 1990; Mevlânâ Celâleddin, Fîhi Mâ Fîh, terc.: Abdulbaki
Gölpınarlı, İstanbul 1959; A. Avni Konuk, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Fîhi Mâ Fîh,
hzr.: Selçuk Eraydın, İstanbul 1994.
17 H. Subhânî Tevfîk, Mecâlis-i Seb‘a, Tehrân 1365; Abdulbaki Gölpınarlı, Mecâlis-i
Seb’a [Yedi Meclis], Konya 1965.
18 Sultan Veled, Maârif, terc.: Meliha Anbarcıoğlu, İstanbul 1991.
19 Mikâil Bayram, Destursuz Bağdan Üzüm Yiyenler, Konya 2004, s. 67-72.
20 M. Emîn Riyâhî, Mukaddime ber Mirsâdu’l-ibâd-i Necm-i Râzî, Tehrân 1352.
21 Hacı Bektaş Veli, Makâlât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı Ayniyye, çev.: Davut Duman,
Ankara 2004.
22 Ahmed Ateş, “Hicrî VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”,
Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, Cüz: II, 1945, s. 114.
23 Ahmed Ateş, a.g.m., s. 115-16.
24 Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî, Külliyât-i Dîvân [Kasâyid, Gazeliyyât, Terci‘iyyât, Terkîbât, Mukatte‘ât, Musellesât, ‘Uşşâk-nâme yâ Deh-nâme, Rubâ‘iyyât,
Leme‘ât ve İstilâhât-i ‘İrfâni-yi ‘İrâkî], mukaddime: Sa‘îd-i Nefîsî, Tehrân 1373, s.
381-416; Fahrüddin Irâkî, Lemâat [Parıltılar], çev.: Saffet Yetkin, İstanbul 1988.
25 Şeyh Fahruddîn İbrahim-i Hemedânî, a.g.e., s. 417-32.
26 Ahmed Ateş, a.g.m., s. 113-14.
27 Mikâil Bayram, Ahi Evren (Şeyh Nasîrü’d-din Mahmud Al-Hoyi) İmânın
Boyutları (Metâli’ü’l-îmân), [Konya], 1996.
28 İbn Arabî, el-Fütûhatü’l-mekkiyye, tas.: Osman Yahya-İbrahim Medkûr, Cilt:
I-XIV, Kahire 1405; Selahattin Alpay, Fütûhât-ı Mekkiyye, İstanbul 1986; Erol
Kılıç, “el-Fütûhatü’l-mekkiyye” mad., TDV İA, c. 13, İstanbul 1996, s. 251-58.
29 A. Avni Konuk, Fusûsü’l-hikem Tercümesi ve Şerhi, Cilt: I-III, hzr.: M. Tahralı-S.
Eraydın, İstanbul 1990.
358 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Kitâb Hutbe fî-Keyfiyet Tertîb el-Âlem ve Şeklih, Kitâb Hilyet el-Abdâl,
Tâc el-Terâcim fî-İşârât el-İlm ve Letâ’if el-fehm, Kitâb el-Şevâhid, Kitâb
el-Celâle ve Huve Kelimât Allah30, Sadreddîn-i Konevî’nin İ’câzü’l-beyân
fî-Tefsîri Ümmi’l-kur’ân31, en-Nusûs fî-Tahkîki Tavri’l-mahsûs32, en-Nefâhatü’l-ilâhiyye33, el-Fükûk fî-Kelimâti Müstedinâti Fusûsi’l-hikem, Risâletü’l-vücûd, Şerhu Esmâillahi’l-hüsnâ, Miftâhu Gaybi’l-cem’ ve’l-vücûd34,
Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât35, Yûsuf b. Ebî Said Ahmed-i Sicistânî’nin
Münyetü’l-müftî ve Gunyetü’l-fukahâ36’sı ile Türkçe telif edilen Hacı Bektaş-ı Velî’nin Şerh-i Besmele37’si bunlardandır. Sipehsâlâr diye meşhur
Ferûdûn b. Ahmed’in Mevlânâ hakkında kaleme aldığı Risâle-i Sipehsâlâr
be-Menâkıb-i Hazret-i Hudâvendigâr38 isimli Farsça bir menkabesi vardır.
Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd-ı Hatîb, Farsça Fustâtü’l-adâle
fî-Kavâidi’s-saltana39, Ahmed b. Sa’d b. Mehdî b. Abdi’s-samed el-Osmânî ez-Zencânî, I. Alâaddîn Keykubâd adına Arapça el-Letâifü’l-‘alâiyye
fi’l-fedâili’s-seniyye40 isminde bir siyasetname kaleme almıştır. İbn Arabî,
eserlerinin daha iyi anlaşılması için Mu’cemü Istılâhâti’s-sûfiyye41 isimli
bir ıstılahlar sözlüğü de oluşturmuştur.
30 Ahmed Ateş, “Konya Kütüphanelerinde Bulunan Yazmalar”, Türk Tarih Kurumu
Belleten, sy. 61, 1952, s. 81-84.
31 Sadruddîn el-Konevî, İ’câzü’l-beyân fî-Tefsîri Ümmi’l-kur’ân, nşr. Celaleddin
el-Aştiyânî, Kum, 2008; Sadreddin Konevi, Fatiha Suresi Tefsiri, İ’câzü’l-beyân fîTe'vîli'l-kur’ân, çev. Ekrem Demirli, İstanbu, 2010.
32 Sadreddin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve Esasları, en-Nusûs fî-Tahkîki Tavri’l-mahsûs,
çev. Ekrem Demirli, 4. Bs., İstanbul, 2012.
33 Sadreddin Konevî, İlâhî Nefhalar, en-Nefâhatü’l-ilâhiyye, çev. Ekrem Demirli, 3.
Bs., İstanbul, 2012.
34 Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği [Miftâhu Gaybi’l-cem’ ve’l-vücûd],terc.:
Ekrem Demirli, 3. baskı, İstanbul 2009.
35 Hacı Bektaş Velî, Makâlât, (Prof. Dr. Esad Coşan’ın Tenkidli Basımından Sadeleştiren: Hüseyin Özbay), Ankara 1996.
36 Ahmet Özel, Hanefi Fıkıh Âlimleri, Ankara 1990, s. 64.
37 Hacı Bektaş-ı Velî, Şerh-i Besmele, hzr.: Rüştü Şardağ, Ankara 1989.
38 Feridûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddîn-i Mevlevî,
nşr.: Sa’îd-i Nefîsî, Tehrân 1325; Feridûn b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî, (terc.: Avni Konuk), İstanbul 1331; Feridûn b.
Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977.
39 Muhammed Emîn Riyâhî, a.g.e., s. 126-28.
40 Zencânî, Sultana Öğütler [Alâeddin Keykûbat’a Sunulan Siyasetnâme], hzr. H.
Hüseyin Adalıoğlu, İstanbul 2005.
41 İbn Arabî, Istılahâtü’ş-Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, tahkîk: Bessâm Abdü’l-vehhâb
el-Câbî, terc.: Hasan Şahin, Kayseri 1997.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 359
İnşa sanatı hakkında Hasan b. Abdü’l-mü’min-i Hoyî’nin Gunyetü’l-kâtib ve Münyetü’t-tâlib42 Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il43,
Nüzhetü’l-küttâb ve Tuhfetü’l-ahbâb, Kavâ’idü’r-resâ’il ve Ferâ’idü’l-fezâ’il44, Emîr Bedreddîn Yahyâ’nın ise Münşe’ât-ı Bedreddin Yahyâ45 isimli eserleri dikkat çekmektedir. Mevlânâ’nın mektupları, Mektûbât46, Ebu Bekir b. Zekî-i Konevî’ninkiler ise Ravzatü’l-küttâb47 başlığı
altında bir araya getirilmiştir.
Bu dönemde mantık ve hikmet alanında da eser verilmiştir. Mahmûd
b. Ebî Bekr b. Ahmed-i Urmevî’nin Letâ’ifü’l-hikme48 ve Metâli’u’l-envâr49 isimli eserleri bunlardandır. Muhammed b. el-Hüseyn el-Mu’înî de
Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırmak için yazdığı Beşâirü’n-nezâ’ir50
isimli bir sözlük hazırlamıştır. Nasireddin-i Sicistânî, gizli ilimlere dair
Dakâyiku’l-hakâyık51’ı, İbn Bîbî de Anadolu Selçukluları tarihi olan El
Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-name]52’yi kaleme almıştır.
Bu dönemde tabiî ilimlere ait bazı eserler de verilmeye devam edilmiştir.
1204-1234 tarihleri arasında Anadolu’da faaliyet gösteren ve Evhadiye tarikatının kurucusu olan Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî’nin hayatı
etrafında Farsça olarak oluşturulan menkabeleri53, XIII. asrın sonlarında
Gelibolulu Muhyiddin tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir54.
42 Adnan Erzi, Gunyetü’l-kâtib ve Münyetü’t-tâlib, Ankara 1963.
43 Adnan Erzi, Rüsûmü’r-resâ’il ve Nücûmü’l-fezâ’il, Ankara 1963.
44 Muhammed Emîn Riyâhî, a.g.e., s. 128-29; Muhammed Ali Terbiyet, Dânişmendân-i Âzerbaycan, Çâp-i Evvel, Tehrân 1314, s. 113.
45 Muhammed Emîn Riyâhî, a.g.e., s. 135-36.
46 Tevfîk H. Subhânî, Mektûbât, Tehrân 1371; Mektûbât-i Mevlânâ Celâle’d-dîn-i
Rûmî, Önsöz ve Ekler: Yûsuf Cemşîd Purgulâm Huseyn Emîn, Tehrân 1335; Mevlânânın Mektupları, mukaddime: Veled İzbudak, önsöz: Nafiz Uzluk, düzelten:
Ahmed Remzi Akyürek, İstanbul 1937; Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celaleddin
Rûmî Mektuplar, İstanbul 1963.
47 Ahmed Ateş, a.g.m., 1945, s. 120-22.
48 Gulâmhuseyn-i Yûsufî, Letâ’ifu’l-hime, Tehrân 1351.
49 Muhammed Emîn Riyâhî, a.g.e., s. 132-35; Muhammed Ali Terbiyet, a.g.e., s. 180.
50 Ahmed Ateş, a.g.m., 1945, s. 112-13.
51 Muhammed Emîn Riyâhî, a.g.e., s. 137.
52 İbn Bibi, El-Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’feri er-Rugadi, El Evamirü’l-ala’iye fi’l-umuri’l-ala’iye [Selçuk-name], çev.: Mürsel Öztürk, II Cilt, Ank.1996.
53 Bediu’z-zaman Furûzanfer, Menâkıbnâme-i Şeyh Evhadüddîn-i Kirmânî, Tehrân
1347; Şeyh Evhadü’d-din Hâmid el-Kirmânî ve Menâkıb-nâmesi, yazan ve tercüme eden: Mikâil Bayram, Konya 2005; Fahrettin Coşkuner, Şeyh Evhadüddin
Hamid el-Kirmânî’nin Menkıbeleri [İnceleme – Çeviri], Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1994.
54 İsmail Hakkı Mercan, Menâkıb-nâme-i Şeyh Evhadeddîn Kirmânî, Yüksek lisans
360 Prof. Dr. Ahmet Kartal
XIV. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
XIV. asırda, manzum eserlerde olduğu gibi mensur eserlerde de bir
artışın olduğu dikkat çekmektedir. Bu dönemde kaleme alınan eserlerin,
özellikle yeni bir medeniyete giren Türk halkının o medeniyeti öğrenmesi ve ona göre bir hayat nizamı oluşturması için dinî-ahlâkî ve tasavvufî hüviyete sahip olduğu görülmektedir. Nitekim başlangıçtan itibaren
kaleme alınan ilk mensur eserlerin Kur’ân’la ve onun tefsiriyle ilgili
olması bu minvalde dikkat çekmektedir. Bursa Yazma ve Eski Basma
Eserler Kütüphanesi’nde kayıtlı bulunan satır arası Kur’ân tercümesi55,
Cevâhirü’l-asdâf adlı Kur’an tercümesi56, Muhammed bin Mustafa’nın
Tebâreke Tefsîri57, Amme Cüz’ü Tefsîri58 ile İhlâs Sûresi Tefsîri59 bu tip
eserlerdendir. Akabinde İslâm dini için Kur’ân’dan sonra en önemli kaynak olan hadisler tercüme edilmiştir. Kadı Darîr’in Fazlullah bin
Nâsıru’l-gavri’l-imâdî’nin Tuhfetü’l-mekkiyye ve Ahbâru’n-nebeviyye
adlı eserinden faydalanarak yazdığı Yüz Hadis Tercümesi60 bu tarz eserlerdendir. Her hadisin altında, iyilik, güzellik, doğruluk gibi değerlerin
işlendiği bir hikâyenin anlatıldığı eserde, kısa ve devrik cümleler kullanılmıştır. İslâm dininin, kurallarını ihtiva eden ilmihaller, inançları ile
kulluk kurallarından bahseden akaid ve kelâm, İslâm hukukunun nazariye ve uygulamalarını içeren fıkıh ve tasavvufî metinler bu manada ilk
göze çarpanlardır. Bunların dışında menkıbevî hüviyete sahip olan İslâm
tarihleri, peygamberlerin hayatlarını anlatan siyer ve kısas-ı enbiyâlar,
tezi, Erciyes Üniversitesi, 1989.
55 Murat Küçük, Eski Anadolu Türkçesi Dönemine Ait Satır Arası İlk Kur’an Tercümesi, Ankara 2014.
56 Ahmet Topaloğlu, Cevâhirü’l-Asdâf: Giriş-Metin-Sözlük, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Doçentlik Tezi, 1982; aynı müel., “Kur’an-ı Kerim’in İlk Türkçe Tercümeleri ve Cevâhirü’l-Asdâf”, Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 27, 1983,
s. 58-66; aynı müel., “Cevâhirü’l-Asdâf Üzerinde Yapılan Çalışmalar ve Zajaczkowski’nin Eseri”, Türklük Araştırmaları Dergisi, sy. 2, 1987, s. 161-183.
57 Ulaş Yıldız, Muhammed Oğlu Mustafa’nın XIV. Yüzyılda Yazdığı Çağdaş Tefsirinin Dil Yorumu, Yüksek lisans tezi, 2004.
58 Özcan Tabaklar, Amme Cüz’ü Tefsîri Mustafa bin Muhammed [Varak no:
111b-121a/143a-154b], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1987; Ulya Nisar, Amme Cüz’ü Tefsîri Mustafa bin Muhammed [Varak no: 121b-143a], Yüksek
lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1987.
59 Yusuf Akçay, Mustafa bin Muhammed’in İhlâs Suresi Tefsiri [Giriş-İnceleme-Metin-Ekler Dizini-Sözlük-Tıpkıbasım], Yüksek lisans tezi, Dumlupınar Ünv., 2005.
60 Mustafa Erkan, Mustafa Darir, Yüz Hadîs ve Yüz Hikâye, Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1979
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 361
dinî-destânî özelliğe sahip metinler, çeşitli menkabeler de kaleme alınmıştır. Bu eserler, ekseriyetle Arapça ya da Farsçadan tercüme olmalarıyla dikkati çekmektedirler61.
Kul Mes’ûd, hayvan hikâyelerine dayanarak devlet idaresi ve ahlâkî
öğütleri ihtiva eden Kelile ve Dimne62’yi Aydınoğlu Umur Bey adına
Farsçadan Türkçeye tercüme etmiştir. Okuyucuya faydalı olma ve onları
bilgilendirme esas alındığı için tercümede sade ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır.
Bu asrın şâirlerinden Şeyhoğlu Mustafa, özellikle kaleme aldığı mensur eserleriyle dikkati çekmektedir. Bunlardan Marzuban-nâme63 olarak
bilinen, ancak gerçek adı Kitâb-ı Düstûr-ı Şâhî fî-Hikâyeti Pâdşâhî olan
ve Düstûr-ı Şâhî adıyla da şöhret bulan eser, Germiyan Beyi Süleyman
Şah’ın isteği üzerine Varavinî’nin metnine dayanılarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Siyasetname türünde ve didaktik mahiyette olan eserde,
fikirler bazen ayet ve hadislerle desteklenmiş, yer yer hayattan ve devlet
idaresinden bahsedilmiş, sultana devlet idaresine dair çeşitli nasihatlerde
bulunulmuştur. Ayrıca iyi bir yönetici ve fert olmak için gerekli olan hususlar üzerinde de durulmuştur. Farsça Marzubân-nâme isimli bir eserden muhtasar olarak tercüme edilen eser, 10 bab içersine yerleştirilmiş
didakdik hüviyette olan çeşitli hikâyelerden oluşmaktadır. Müellif onuncu babı kendisi ilâve etmiştir. Eserin tam olan nüshası Ramazan Duran
tarafından bulunup yayımlanmıştır64. Şeyhoğlu’nun yine Germiyan Beyi
Süleyman Şah’ın isteği üzerine Farsçadan tercüme ettiği diğer bir eseri
ise Kâbûs-nâme çevirisi65dir. Keykavus bin İskender’in eserinin muhtasar olarak tercümesinden ibaret olan eser, siyasetname-nasihatname hüviyetindedir. 44 bölümden oluşan eserde; satranç oynamak, yıkanmak,
av avlamak, çevgan oynamak, cariye ve köle almak, at cinsleri, tıp, astroloji, hendese gibi ilimlerle hayatta gerekli olan yararlı ve gerekli olan
61 Mustafa İsen-Osman Horata, “Tarihi Gelişim”, Eski Türk Edebiyatı El Kitabı, Ankara, 2002, s. 66-67.
62 Zehra Toska, Türk Edebiyatında Kelile ve Dimne Çevirileri ve Kul Mesud Çevirisi, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1989.
63 Zeynep Korkmaz, Sadru’d-din Şeyhoğlu, Marzuban-nâme Tercümesi [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], Ankara 1973.
64 Ramazan Duran, Şeyhoğlu Sadrüddin Mustafa, Kitâb-ı Düstûr-ı Şâhî fî-Hikâyet-i
Pâdişâhî [İnceleme-tenkitli Metin-Tıpkıbasım], İstanbul 2016.
65 Enfel Doğan, Şeyhoğlu Sadrüddin’in Kabus-nâme Tercümesi [Metin-SözlükDizin-Notlar-Tıpkıbasım], İstanbul 2011.
362 Prof. Dr. Ahmet Kartal
bazı bilgiler hakkında bilgi verilmiştir. Şeyhoğlu Mustafa’nın benzer türdeki önemli diğer bir eseri de, Necmüddîn Dâye’nin Mirsâdü’l-ibâd’ından serbest bir tercüme olan Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l-ulemâ66 isimli
çalışmasıdır. Geniş bir devlet tecrübesine dayanan eser, Türkçe’de Kutadgu Bilig’den sonra devlet idaresi ve cemiyet işlerini ele alan ikinci eser
olarak kabul edilmektedir. Başta sultan olmak üzere devlet adamlarına
devlet yönetimi ile ilgili tavsiyelerde bulunulan eser, Yıldırım Bâyezîd
dönemi devlet adamlarından Paşa Ağa bin Hoca Paşa’ya takdim edilmiştir. Şeyhoğlu Mustafa’nın ayrıca Taberî Tarihi Tercümesi de bulunmaktadır. Bu asırda Kâbûs-nâme’nin, Mütercimi Bilinmeyen İlk Çevirisi67
ile Akkadıoğlu tarafından Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Emîr Süleyman’ın
veziri Hamza Bey adına yapılan tercümesi de bulunmaktadır.
Kadı Darîr bu asırda yazmış olduğu dinî ve tarihî mahiyetteki mensur eserleriyle dikkati çekmektedir. Kadı Darîr’in Hz. Peygamber’in hayat ve faaliyetlerinin anlatıldığı Sîretü’n-nebî68 isimli eseri, türünün ilk
örneği olması bakımından oldukça önemlidir. Ebu’l-Hasan Ahmed bin
Abdullah el-Bekrî’nin el-Envâr ve Miftâhü’s-sürûr ve’l-Efkâr fî Mevlidi’n-nebiyyi’l-muhtâr adlı Arapça eserinin tercümesi olan eser, beş cilt
olup sade dili, tabiî söyleyişi ve içindeki lirik manzum parçalarla dikkati çekmektedir. 795/1392-93’te tamamlanarak Halep Emiri Çolpan’a
takdim edilen Fütûhu’ş-şâm Tercümesi69, Arap tarihçisi Ebû Abdullah
Muhammed bin Ömer bin Vâkıd el-Vâkıdî’nin aynı adlı eserinin tercümesidir. Eserde Suriye’nin Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethi anlatılmaktadır. Kadı Darîr’in diğer bir mensur
66 Kemal Yavuz, Şeyhoğlu, Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l-ulemâ [İnceleme-Metinİndeks], Ankara 1991; aynı müel., aynı müel. Şeyhoğlu Mustafa, Kenzü’l-küberâ
ve Mehekkü’l-ulemâ Büyüklerin Hazinesi Âlimlerin Mihenk Taşı [İncelemeGünümüz Türkçesi-Metin-Tıpkıbasım], İstanbul 2013.
67 Eleazar Birnbaum, “The Lifemanship Manual: The Earliest Turkish Version of the
Kabusname?”, Journal of Turkish Studies, I,Harvard University, 1977, s. 1-64; Fatih Deniz Akyüz, “Eski Anadolu Türkçesi Döneminde Kaleme Alınmış Mütercimi
Bilinmeyen İkinci Kabus-Nâme Tercümesi Üzerine”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 8, sy. 39, 2015, s. 26-38.
68 Mustafa Erkan, Sîretü’n-nebî [Tercümetü’z-Zarîr], Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 1986; M. Faruk Gürtunca, Kitab-ı Siyer-i Nebî, 3 c., İstanbul 1977; Zeren
Tanındı, Siyer-i Nebî, İstanbul 1984.
69 Önal Kaya, Fütûhu’ş-şâm Tercümesi, Yüksek Lisans tezi, Ankara Üniversitesi,
1981; Mehmet Yiğit, Fütûhu’ş-şâm Tercümesi, Yüksek Lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1980-1981.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 363
eseri ise, Fazlullah bin Nâsıru’l-gavri’l-imâdî’nin Tuhfetü’l-mekkiyye ve
Ahbâru’n-nebeviyye70 adlı eserinden faydalanılarak kaleme alınan Yüz
Hadis Tercümesi’dir. Eserde, her hadisin altında, iyilik, güzellik, doğruluk gibi değerlerin işlendiği bir hikâye anlatılmıştır.
Bu asırda kaleme alınan dinî eserlerden Nazmü’l-hilâfiyyât Tercümesi , Ebû Hafs Ömer bin Muhammed en-Nesefî’nin fıkıh sahasının ilk
manzum eseri olan Arapça Manzûmetü’n-nesefî fi’l-hilâf (el-Manzûmetü’n-nesefiyye fi’l-hilâfiyyât)’ının tercümesidir. Dört büyük mezhebin ve
onların imamlarının birbirinden farklı olan görüşlerinin anlatıldığı eser,
Oğuz Türkçesi ile İbrâhîm bin Mustafa bin Alişîr tarafından 732/1332
tarihinde Hama’da yazılmıştır. Mukaddime-i Kutbuddîn olarak da anılan
Râhatu’l-kulûb, Kutbuddîn-i İznikî tarafından âyet-i kerime ve hadis-i
şeriflerin ışığı altında her “âkil ve bâliğ” tarafından bilinmesi farz olan
İslâm dininin vaz’ ettiği esasları beyan etmek ve her “âkil ve bâliğ”in bu
yoldaki azmini kuvvetlendirmek üzere kaleme alınmıştır. Beş bölümden
oluşan eserde, “iman”, “namaz”, “zekat”, “oruç”, “hac ve umre” konuları
hakkında bilgi verilmiştir72. Mehmed bin Bâlî, Ebû Nasr bin Tâhir bin
Muhammed es-Serahsî tarafından kaleme alınan ilmihal hüviyetindeki
Kitâb-ı Güzîde isimli eserini Türkçeye tercüme etmiştir.73 Sirâcü’l-kulûb,
Hz. Peygamber’in Mekke’den Medîne’ye hicretiyle başlayan süreçte
özellikle Musevî ve Hristiyanların, İslâm dinini kabul edenlerin sayısının
giderek artmasından endişe ederek Hz. Peygamber’in peygamberliğini
hükümsüz kılabilmek için İncil ve Tevrat’ta geçen bazı zor meseleleri ona sormaya karar vermeleriyle ortaya çıkan sorularla, Hz. Peygamber’in o sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır.74
71
Bu asırda Sa’lebî’nin kısaca Kısas-ı Enbiyâ olarak bilinen ve orijinal
adı Kitâbu Arâisi’l-mecâlis fî Kasasi’l-enbiyâ isimli eserinin Türkçeye
tercümeleri yapılmıştır. Bunlardan Türkçeye çevirileri içinde en eskisi
70 Mustafa Erkan, Mustafa Darir, Yüz Hadîs ve Yüz Hikâye, Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1979; Mustafa Sarı, Erzurumlu Darir, Yüz Hadis Yüz Hikâye,
Türk Dilinde Art Zamanlı Değişmeler, Ankara 2016.
71 Azmi Bilgin, Nazmü’l-hilâfiyyât Tercümesi, Ankara 1996.
72 Kerime Üstünova, Kutbe’d-dîn İznikî, Mukaddime, Bursa 2003; Ahmet Kartal,
“Kutbuddîn b. Muhammed İznikî (?-821 H.), Râhatu’l-kulûb (Mukaddime-i kutbuddîn) İsimli Eseri”, Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, nr. 1, 1996, s. 161-71
73 Serhat Küçük, Kitâb-ı Güzîde, Akâidü’l-islâm, İstanbul 2014.
74 Yakup Karasoy, Sirâcü’l-kulûb [Gönüllerin Işığı], Ankara 2013.
364 Prof. Dr. Ahmet Kartal
olduğu tahmin edileninin nüshası Türk Dil Kurumu Kütüphanesi (nu.
298)’nde yer almaktadır75. Yine bunlardan bir diğerinin nüshası Bursa
Eski Eserler ve Yazmalar Kütüphanesi (nu. 141)’nde bulunmaktadır. Yazarı bilinmeyen eser, sade diliyle dikkat çekmektedir76. Ayrıca bu asırda
Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ’sının çevirileriyle de karşılaşılmaktadır. XIII.
asrın ikinci yarısı ile XIV. asrın ilk yıllarında yazıldığı tahmin edilen
ve Topkapı Müzesi Kütüphanesi, Koğuşlar 1004 numarada kayıtlı olan
eser77 bunlardandır. Yirmi veliye yer verilen eser, folklorik üslûbu ve
sade diliyle dikkat çekmektedir.
Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin Hz. Peygamber’in amcası Hz.
Hamza’nın kişiliği etrafında oluşturup onun kahramanlıklarını anlattığı
Hamza-nâme78 de, bu asrın dinî-destanî mahiyette olan mensur eserlerindendir. Hamzavî’nin ayrıca mensur olarak yazdığı bir İskender-nâme’si
de vardır. Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn79 isimli eserini Ulu Ârif Çelebi’nin
isteği üzerine otuz altı yılda Farsça olarak kaleme alınmıştır. Özellikle Mevlevîlik tarihi açısından önemli olan eserde, başta Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî olmak üzere diğer Mevlevî büyükleri ve Mevlevî tarikatı
hakkında bilgiler verilmektedir. Ayrıca eser Anadolu’nun XIII-XIV. yüzyıllardaki dinî, tarihî, sosyal ve kültürel yapısı hakkında önemli bilgileri
bünyesinde barındırması bakımından oldukça önemlidir.
Bu asırda dinî eserlerin yanında tıpla ilgili eserlerin de yazıldığı görülmektedir. Anadolu’da yazılmış bilinen en eski Türkçe tıp kitabı, Aydınoğlu Umur Bey (1340-1348) adına, İbni Baytar’ın Kitâbü’l-câmii fi’l-edviyetü’l-müfrede adlı eserinden, ismi bilinmeyen bir şahıs tarafından
Müfredât-ı İbni Baytar Tercümesi adıyla yapılan tercümedir. Bilinen ilk
75 Emine Yılmaz, Nurettin Demir ve Murat Küçük, Kısas-ı Enbiya, Ankara 2013.
76 İsmet Cemiloğlu, 14. Yüzyıla Ait Bir Kısas-ı Enbiyâ Nüshası Üzerinde Sentaks
İncelemesi, Ankara 1994.
77 Orhan Yavuz, Tezkiretü’l-evliyâ, Ankara 1988.
78 Sibel Üst, Hamza-nâme [İnceleme-Metin], İzmir 2014; Aysun Akyol, Hamzavî,
Kıssa-i İskender [Metin-Sözlüğü ve Dilbilgisi Özellikleri], Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1990; Adem Balaban, Hamza-nâme’de Geçen Zarf-Fiil Yapılı
Cümleler [1-88 varak], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi 2003.
79 Tahsin Yazıcı, Şams Al-Dîn Ahmed Al-Aflâkî Al-Ârifî, Manâkib Al-Ârifîn
[Metin], 2 c., 2. baskı, Ankara 1976-1980; aynı müellif, Ahmet Eflâkî, Âriflerin
Menkıbeleri I-II, İstanbul 1989; Aydın Taneri, “Türkiye Selçukluları’nın Kültür
tarihi Kaynağı Olarak Âriflerin Menkıbeleri, Eflâkî ve Eseri Hakkında”, İran
Şehinşahlığının 2500. Kuruluş Yıldönümüne Armağan, İstanbul 1971, s. 413-64.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 365
telif tıp kitabı ise, 1390 yılında, İshak bin Murad tarafından Gerede yöresinde yazılmış olan Edviye-i Müfrede80 adlı eserdir. Bu asrın önemli tıp
kitaplarından biri de, Ali bin Abbâs el-Mecûsî’nin Kâmilü’s-sınâtü’t-tıbbiye adlı eserinin bir bölümünün Kâmilü’s-sınâ’a adıyla Türkçeye yapılan çevirisidir. Hacı Paşa diye meşhur olan Celâlüddin Hızır’ın muhtasar
olarak Türkçe kaleme aldığı Müntahab-ı Şifâ81 da bu asrın önemli tıp kitaplarındandır. Cerrahî konulardan bahsedilen ve müellifi belli olmayan
Cerrâh-nâme82’de, özellikle ilaç yapımı ve ilaçların uygulanması hususunda da bilgiler verilmiştir. Halkın istifade edip yararlanması için kaleme alınan bu tıp eserlerinde daima sade bir dil ve üslup kullanılmıştır.
Anadolunun Türkleşmesi ve İslâmlaşması döneminde Seyyid Battâl
Gazi ile Dânişmend Ahmed Gazi’nin kahramanlıkları etrafında yazılan
Battâl-nâme83 ve Dânişmend-nâme84’yi de burada zikretmek gerekmektedir. Ayrıca Hz. Ali’nin kahramanlıklarının anlatıldığı hikâyelerden oluşan Hâverân-nâme85’nin bu asırda yazıldığı tahmin edilmektedir.
Bu asırda Geredeli İshak b. Murad tarafından 777/1376-77 tarihinde
kaleme alınan ed-Dürretü’l-mudiyye fi’l-lugati’t-turkiyye86, Oğuz Türkçesinin grameri hakkında bilgi alınabilecek en eski kaynaklardan biri olması
bakımından oldukça önemlidir. Arapçanın gramerini öğretmek amacıyla
yazıldığı anlaşılan eserde, Türkçe örnekler de yeri geldikçe sıralanmıştır.
Eserde yer alan Türkçe kelimeler, gramer bilgileri ve cümle örnekleri o
80 Mustafa Canpolat, “XIV. Yüzyılda Yazılmış Değerli Bir Tıp Eseri: Edviye-i Müfrede”, Türkoloji Dergisi, c. V, nr. 1, Ankara 1973, s. 21-47.
81 Zafer Önler, Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntahab-ı Şifâ I [Giriş-Metin], Ankara 1990.
82 Serdar Yavuz, Cerrâh-nâme [İnceleme-Metin-Dizin-Tıpkıbasım], İstanbul 2013.
83 Yorgos Dedes, Battalname (Part 1: Introduction and English Translation, Part 2:
Turkish Transcription and Commentary), Harvard 1996; Hasan Köksal, Battal
Gazi Destanı, Ankara 2003; Burhan Paçacıoğlu, Battâlnâme, Doktora tezi, Erciyes
Üniversitesi, 1993; Yağmur Say, Türk İslam Tarihinde ve Geleneğinde Seyyid Battal Gazi ve Battalname, Ankara 2009.
84 Şükrü Akkaya, Kitâb-ı Melik Dânişmend Gazi: Eine Türkische Historischer Heldenroman aus der Mitte des 13. Jahrhunderts, Ank. 1954; Irène Mélikoff, La Geste de
Melik Dânişmend: Etude Crituque du Dânişmendnâme, c. I: Introduction et Traduction, Paris 1960; c. II: Edition Critique, Paris 1960; Necati Demir, Dânişmend-nâme
(dört bölüm), Critical Edition, Turkish Translation, Linguistic Analysis, Glossary,
Harvard 2002; Mehmet Sert-Bekir Biçer, Dânişmend Gazi Destanı, İst. 2007.
85 M. Fatih Alkayış, Hâverân-nâme [İnceleme-Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], İst. 2013.
86 Bilgehan A. Gökdağ – Seyfullah Türkmen, İshak Bin Murad ed-Dürretü’l-mudiyye
fi’l-Lugati’t-türkiyye, Ankara 2004.
366 Prof. Dr. Ahmet Kartal
dönemin gramer yapısıyla ilgili bilgiler vermektedir. Anadolu merkezli
Batı Türkçesinin ilk sözlüklerinden olması ve içerisinde bazı nadir Türkçe kelimeleri ihtiva etmesi, eserin önemini daha da arttırmaktadır.
Ahmedî’nin Bedâyi’u’s-sihr fî-Sanâyi’i’ş-şi’r87 adlı eseri, Farsça mensur-manzum karışık bir risale olup Reşîdüddîn-i Vatvât’ın (ö. 573/1177-78)
Hadâ‘iku’s-sihr fî-Dekâ’iki’ş-şi’r adlı eserinin, edebî sanatlara ait açıklamalarının özetlenip Farsça örnekleri arttırılarak meydana getirilmiştir.
XV. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
XV. asır, XIV. asırda kazanılan birikimle daha gelişmiş nesir örneklerinin verilmeye başlandığı bir dönemdir. Geçen yüzyıldaki konuşma
dilinin bir adım önünde kısa cümleler, tercüme özelliği gösteren bir ifade ve sade bir üslupla basit nesir örnekleri olarak değerlendirilebilecek
metinler, XV. asırda da bir taraftan dillendirilen özelliklerini sürdürmüş
diğer taraftan farklı türlerde ilmî ve bediî üslupla kaleme alınan estetik
nesrin ilk ürünleri verilmeye başlanmıştır88.
Anadolu Türk edebiyatının öncü isimlerinden olan Ahmed-i Dâ’î,
manzum eserlerinin yanında mensur eserleriyle de dikkat çekmektedir.
Arapçadan Türkçeye tercüme edilen Miftâhu’l-cenne89, bir akaid kitabıdır. Ebi Bekr bin Abdullah el-Vâsıtî’ye ait rüya tabirlerinden bahseden
Tercüme-i Ta’bîr-nâme, Germiyanoğlu II. Yakub Bey adına çevrilmiştir. Konusu astronomi ve astroloji olan Tercüme-i Eşkâl-i Nâsır-ı Tûsî,
Nâsır-ı Tûsî’nin Sî-Fasl adlı eserinden tercümedir. Karaca Bey’in isteği
üzerine II. Murad adına Attâr’dan çevrilen Tercüme-i Tezkiretü’l-evliyâ,
türünün ilk örneklerindendir. Sağlığın korunmasıyla ilgili hadisleri ihtiva eden Tercüme-i Tıbb-ı Nebevî90, Ebu Nuaym Hâfız-ı Isfahânî’nin
Kitâbu’ş-şifâ fî Ehâdisi’l-Mustafa adlı eserinin Ahmed b. Yûsuf et87 Ali Temizel, Ahmedî’nin Farsça Eserleri [Tenkitli Metin-İnceleme-Tercüme ve İndeks], Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 2002, s. 38-202.
88 Mustafa İsen, “Nesir (erken Dönem)”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, c. 5, 2004, s.
211.
89 Gürer Gülsevin, Ahmed-i Dâ’î, Miftâhu’l-cenne [Dil Özellikleri-Metin-Söz Dizini], Doktora tezi, İnönü Üniversitesi, 1989; Kemal Kahramanoğlu, Ahmed-i Dâ’î,
Miftâhu’l-cenne [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 1989.
90 Önder Çağıran, Ahmed-i Dâ’i, Tıbb-ı Nebevî [İmlâ-Fonetik-Morfoloji-Karşılaştırmalı Metin-İndeks ve Sözlük], Doktora tezi, İnönü Üniversitesi, 1992; aynı müellif, Tıbb-ı Nebevî [Türkiye Türkçesi ile Metin], İstanbul, 1996.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 367
Tıfâşî tarafından meydana getirilen muhtasarının, Umur Bey’in isteği
üzerine Türkçeye yapılan tercümesidir. Vesîletü’l-mülûk li-Ehli Sülûk,
Âyet’el-kürsî’nin tefsiri ile Esmâ-yı Hüsnâ’yı açıklayan bir çeviridir.
Müfredât91, Farsçayı doğru öğretmek amacıyla yazılmıştır. Ahmed-i
Dâ’î’nin nesir tarihimiz açısından son derece önemli olan asıl eseri ise
Teressül92’dür. Sanatkârane bir üslûpla kaleme alınan eserde, mektuplaşma türleri ve kompozisyon kuralları hakkında bilgi verilmiştir. Bu
türün bu asırda yazılan diğer örnekleri Yahyâ bin Mehmed el-Kâtib’in
Menâhicü’l-inşâ93’sı, Şeyh Mahmud bin Edhem’in Gülşen-i İnşâ’sı ve
Mesîhî’nin Gül-i Sad-berg94’idir.
Bu asırda Türk nesir tarihi için önemli olan isimlerden biri de Mahmûd-ı Şîrvânî’dir. Osmanlı hükümdarı II. Murâd’a takdim edilen ve asıl
konusunu değerli taşlar, güzel kokular ve cinsel gücü artıran nesnelerin
oluşturduğu Tuhfe-i Murâdî95, ansiklopedik mahiyette bir eserdir. Otuz
iki bölümden oluşan eserin her bölümünde farklı bir cevher ele alınıp değerlendirilmiştir. Mahmûd-ı Şîrvânî’ye atfedilen eserler arasında gösterilen ve Kemâl-nâme olarak da anılan Kemâliyye96, ilaç yapımı ve kullanımı hakkındadır. Şirvanlı Mahmûd’un tıbba dair İlyâsiyye, Sultâniyye97
ve Mürşid98 isimli eserleri de bulunmaktadır. Kitâbu’t-tabîh99, Muham91 Abdulbaki Çetin, Ahmed-i Dâî, Müfredât [Giriş-İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin-Tıpkıbasım], Erzurum 2008; Chetin A.-Moghadam Ali Reza, “Mofradat: The
Oldest Persian Grammar in Anatolia (A Work On The Proper Metod Of Teaching
Persian)”, History Of Literature (Journal Of Human Sciences) [ISSN: 2008-7349],
volume 60/3, pp. 53-72, Tehran, spring 2009.].
92 İ. Çetin Derdiyok, “Ahmed Dâî’nin Teressülü”, Toplumsal Tarih, c. I, nr. 6, 1994,
s. 56-59.
93 Fahri Unan, 15. yy. Yazarlarından Yahya b. Mehmed el-Kâtibî’nin Menâhicü’l-inşâ’sı [İnceleme-metin], Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1986; Fahri Unan,
Yahyâ bin Mehmed el-Kâtib Menâhicü’l-inşâ, Ankara 2014.
94 İ. Çetin Derdiyok, XV. Yüzyıl Şâirlerinden Mesîhî’nin Gül-i Sad-berg’i, Doktora
tezi, Çukurova Üniversitesi, 2004.
95 Mustafa Argunşah, Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî [İnceleme-Metin-Dizin], Ankara 1999; Muhammed Şîrvânî, Tuhfe-i Murâdî [Cevher-nâme] Tıpkıbasım, hzr. Mustafa Argunşah, İstanbul 2012.
96 Şirvanlı Mahmud, Kemâliyye, haz. Muhammed Yelten, İstanbul 1993.
97 Ferhat Kurban, Şîrvânî Mahmud, Sultâniyye [Giriş-Metin-Sözlük], Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi, 1990.
98 Ali Haydar Bayat - Necdet Okumuş, Muhammed bin Mahmûd-ı Şirvanî, Mürşid
[Göz Hastalıkları], Ankara 2004.
99 Sami Türk, Şirvanlı Mahmûd’un Kitâbü’t-tabih Tercümesi, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1999.
368 Prof. Dr. Ahmet Kartal
med bin Hasan bin Muhammed bin el-Kerim el-Bagdâdî’nin 1226 yılında yazdığı aynı adlı Arapça eserinden Türkçeye tercüme edilmiş bir
yemek kitabıdır. Târîh-i İbni Kesîr Tercümesi100 ise, umumî tarih kitabı
olan el-Bidâye ve’n-nihâye’nin çevirisidir. II. Murâd’a takdim edilen bu
eser de, Şirvanlı Mahmûd’a atfedilen eserler arasında zikredilmektedir.
Matematik ve kelâma ait eserlerinin yanında dil ile ilgili çalışmalarıyla da tanınan Ali Kuşçu, Şerhu’t-tecrîd isimli eserinde önermenin dilsel
özellikleri, Şerhu Risâleti’l-vad’iyye’de dilin ontolojisi ve Risâle fi’l-isti’âre101’de ise dilin delâlet yönünden özellikleri üzerinde durmuştur.
Alî b. Hüseyin Hüsâmeddîn Amasî ise Risâletün mine’l-arûz ve Istılâhi’ş-şi’r102 isimli risalesinde bazı edebî terim ve sanatlara yer verilmiştir.
Osmanlı tarihçiliğinin önemli kolu olan “tevârîh-i Âl-i Osmân”ların
ilk mensur örneği Âşıkpaşa-zâde tarafından 1484’te yazılmıştır. Âşık Paşa’nın torunlarından olan müellif, eserini yazarken Yahşı Fakih’in evinde
okuduğu bir kitabı kaynak olarak almış, Murad II ve Mehmed II devirlerine ait bölümleri ise kendi görüşlerine göre oluşturmuştur. Menâkıb
üslûbuyla yazılan Tevârîh-i Âl-i Osmân103, özellikle askerler ile halkın
psikolojisini yansıtması bakımından önemlidir. Türün diğer önemli eseri Oruç Bey tarafından kaleme alınan Oruç Bey Tarihi104’dir. Konusu100 Muhammed Yelten, Şirvanlı Mahmud, Târîh-i İbn-i Kesîr Tercümesi [Girişİnceleme-Metin-Sözlük], Ankara 1998; Arslan Tekin, Şirvanlı Mahmud, Târîh-i
İbn-i Kesîr Tercümesi (4. Cilt, 1. Kısım) [Dil Özellikleri-Metin-Sözlük], Ankara 1998; Mehdi Ergüzel, Şirvanlı Mahmud, Târîh-i İbn-i Kesîr Tercümesi [Dil
Özellikleri-Metin-Sözlük-Dizin], Ankara 1999; Abdurrahman Özkan, Şirvanlı
Mahmûd, Târîh-i İbn-i Kesîr Tercümesi, Ankara 2009.
101 Bk. Musa Yıldız, Bir Dilci Olarak Ali Kuşçu ve Risâle fi’l-isti’âre’si, Ankara 2002.
102 Menderes Coşkun, “Edebî Terimler ve Aruzla İlgili Bir Eser: Alî b. Hüseyinn
Hüsâmeddîn Amasî’nin Risâletün Mine’l-’arûz ve Istılâhı’ş-şi’r’i”, Türk Kültürü
İncelemeleri, sy. 8, İstanbul 2003, s. 97-130.
103 Âlî Bey, Âşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân, İstanbul 1332; Friedrich Giese ve
Atsız, Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, Tevârîh-i Âl-i Osmân, İstanbul 1949; Atsız,
Âşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul 2016; Kemal Yavuz – M. A. Yekta Saraç, Aşıkpaşazâde, Osmanoğullarının Tarihi, İstanbul 2003; Derviş Ahmed Âşıkî, Aşıkpaşazade Tarihi: Osmanlı Hakkında Yazılan İlk Tarih Kitabı, ed. Kürşat Kadir Ürün, Erdal Özkan, İstanbul 2013.
104 F. Babinger, Oruc b. Âdil el-kazâz Kâtibü’l-Edrenevî, Tevârîh-i Âl-i Osmân, Hannover 1925; Atsız, Oruç Beğ Tarihi, İstanbul 1972; Atsız, Üç Osmanlı Tarihi:
Oruç Beğ Tarihi-Ahmedî: Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân-Şükrüllah:
Behcetü’t-tevârîh, İstanbul 2016; Oruç Beğ Tarihi [Osmanlı Tarihi (1288-1502)]
Çevri metin – Tıpkıbasım, hzr. Necdet Öztürk, İstanbul 2014.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 369
nu sadece Osmanlı tarihinin teşkil ettiği ilk mensur tarihler arasında yer
alan eser, 1467 yılına kadar gelmektedir. II. Bâyezîd devri tarihçilerinden
olan Neşrî, Cihân-nümâ veya Tevârîh-i Âl-i Osmân yahut da Neşrî Tarihi105 olarak anılan Türkçe umumî bir dünya tarihi kaleme almıştır. Eserin sadece Osmanlı tarihini konu alan altıncı kısmı günümüze ulaşmıştır.
Özellikle dili ve üslûbu ile farklılık gösteren Târîh-i Ebu’l-feth (Tursun
Bey Tarihi)106, anonim tarihlere nazaran bediî üslûbun ilk örneklerini
bünyesinde barındırmasıyla dikkat çekmektedir. Eser, İstanbul’un fethi,
Fâtih’in diğer seferleri ile II. Bâyezîd’in ilk yıllarını ihtiva etmektedir.
Bu asırda ilk Osmanlı tarihini kaleme alan kişi Yahşı Fakih’tir. Ancak bu
eser kayıptır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin başlangıcından 1490 yılına kadar vuku bulan olayları ihtiva eden anonim Tevârîh-i Âl-i Osmânlardan
biri de Zikr-i Mülûk-i Âl-i Osmân107’dır. Osmanlı Devleti’nin, özellikle
ilk iki asrının hem siyasî hem de kültür tarihi için oldukça önemli bir kaynak hüviyetinde olan Anonim Osmanlı Kroniği108’ni de burada belirtelim.
1299 yılından başlanarak 1512 yılına kadar olan çeşitli olayları ihtiva
etmektedir. Ayrıca eserde, bazı doğal afetler, güneş ve ay tutulması gibi
astronomik olaylar da kronolojik ayrıntıları ile birlikte verilmiştir. Yazıcızâde Alî tarafından Sultan II. Murâd’ın isteği üzerine kaleme alınıp
Oğuz-nâme ve Tevârîh-i Âl-i Selçuk olarak da isimlendirilen Selçuk-nâme109 ise, İslâm öncesi dönemden başlayarak Osmanlılara kadar süredeki
Türk tarihini ihtiva etmektedir. Eser, Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı110’ndan, Reşîdüddîn Fazlullah-i Hemedânî’nin Câmi’u’t-tevârîh111’in105 Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihânnümâ Neşrî Tarihi, Ankara 1949-1957; Mevlânâ
Mehmed Neşrî, Cihânnümâ [Osmanlı Tarihi (1288-1425)], hzr. Necdet Öztürk, İstanbul 2014; Mehmed Neşrî, Aşiretten İmparatorluğa Osmanlı Tarihi (1288-1425),
hzr. Necdet Öztürk, İstanbul 2011.
106 Tursun Bey, Târîh-i Ebu’l-feth, İstanbul 1330; Mertol Tulum, Tursun Bey, Târîh-i
Ebu’l-feth, İstanbul 1977; aynı müellif, Fetih Babası, Fâtih’in Tarihi, Kapı Yay.,
İstanbul 2013; Ahmet Tezbaşer, Fatih’in Tarihi, Târîh-i Ebu’l-feth Tursun Bey,
Tercüman Yayınları 1001 Temel Eser, İstanbul trhs.
107 Meral Pekmezci, Zikr-i Mülûk-i Âl-i Osmân [Anonim], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 1988.
108 Necdet Öztürk, Anonim Osmanlı Kroniği [Osmanlı Tarihi (1299-1512)], İstanbul
2015.
109 Abdullah Bakır, Selçuk-nâme [İndeksli Tıpkı Basım], Yazıcı-zâde Alî, Ankara
2014.
110 Ferruh Ağca, Uygur Harfli Oğuz Kağan Destanı (Metin-Aktarma-notlar-Dizin-tıpkıbasım), Ankara 2016.
111 Reşîdüddîn Fazlullah, Câmiu`t-Tevârîh (İlhanlılar Kısmı), çev. İsmail Aka, Meh-
370 Prof. Dr. Ahmet Kartal
den ve İbn Bîbî’nin Selçuk-nâme’sinden istifade ederek oluşturulmuştur.
Bu dönemde özellikle zikredilmesi gereken eserlerden birisi de Dede
Korkud Kitabı112’dır. Türk kültürünün en temel eserlerinden olan ve Türk
milletinin ictimaî muhayyilesinden süzülerek gelen Dede Korkut Kitabı,
Türk içtimai ve millî hayatının bir aynası hükmündedir. Destanî hüviyete
sahip Oğuz hikâyelerinin bir araya getirildiği bu eser, XV. asrın sonları
ile XVI. asrın başlarında yazıya geçirilmiştir. Bu eser özellikle eski tarihlere uzanan tabiî Türk nesrinin kendi çağındaki bir devamı niteliğinde olup, aynı zamanda sözlü edebî dilin gelişerek yazıya dökülmüş bir
örneğidir. Günümüzde halk anlatısı olarak karşımıza çıkan Şâh-mârân
Hikâyesi113 ise, Ahmed tarafından Abdî Mûsâ’nın Câmâsb-nâme’nin
düzyazıya özetlenerek geçirilmesinden oluşmaktadır.
Bu asırda Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin tefsiri Mûsâ-yı İznikî tarafından Enfesu’l-cevahir adıyla Türkçeye tercüme edilmiş ve Umur Beğ’e
ithaf edilmiştir. Ahmed-i Dâ’î’ye atfedilen bu eserin114 Mûsâ-yı İznikî tarafından tercüme edildiği Abdülbaki Çetin tarafından yazılan bir yazıyla
ortaya konulmuştur115 Eserde yer alan sorular ve bu sorulara “bu fakîr dâ‘î
met Ersan, Ahmad Hesamipour Khelejani, Ankara 2013.
112 Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, İstanbul 1973; Semih Tezcan –
Hendrik Boeschoten, Dede Korkut Oğuznameleri, İstanbul 2001; Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I [Giriş-Metin-Faksimile], Ankara 1997; aynı müellif,
Dede Korkut Kitabı [Metin-Sözlük], İstanbul 1986; İlhan Genç, Atabey Kılıç, İ.
Hakkı Aksoyak, Dede Korkut Kitabı han’ım hey, 2 c., Ankara 2014; Mertol Tulum
– Mehmet Mahur Tulum, Dede Korkut Oğuznameler Oğuz Beylerinin Hikayeleri,
Ankara 2016; Salahaddin Bekki, Dedem Korkut Kitabı Bibliyografyası Üzerine
Bir Deneme, Ankara 2015.
113 Sibel Üst, Fikret Uslucan, Mehmet Dursun Erdem, Eski Türkiye Türkçesi Şâhmârân Hikâyesi, İstanbul 2009.
114 Mustafa Özkan, “Ahmed-i Dâî’nin Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys es-Semerkandî
Mukaddimesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, sy. 29, 2000, s. 117-88; Ali Çiçek,
Ebü’l-leys es-Semerkandî Tefsiri Tercümesi İlk Üç Surenin Dil Özellikleri [İnceleme-Metin-Dizin], Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, 2003; Yasemin Özdemir,
Ahmed-i Dâ’î, Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys-i Semerkandî [1a-44a] [Giriş-Metin-Sözlük], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2002; Aslı Budak, Ahmed-i
Dâ’î, Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys-i Semerkandî [45b-91a] [Giriş-Metin-Dizin],
Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2002; Ayşe Nur Alakese, Ahmed-i
Dâ’î’nin Ebu’l-leys Tefsiri Tercümesi (197b/231b yaprakları arası) Mâ’ide Suresi
[Dilin İncelenmesi-Metin-Dizin], Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Üniversitesi,
2002; Elif Topaloğlu, Ahmed-i Dâ’î, Tercüme-i Tefsîr-i Ebu’l-leys es-Semerkandî
Nisâ Süresi, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2003.
115 . Abdülbaki Çetin, “Ebu’l-Leys Semerkandî Tefsiri’nin Türkçe Tercümesi Üzeri-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 371
eyle cevâb virür ki...” diye başlayan kısımlar başta olmak üzere İznikî
tercümeye birçok eklemede bulunmuştur. 809/1406 tarihinde manzum ve
mensur olarak kaleme alınan Cevâhirü’l-ma’ânî ise dinî-ahlâkî hüviyete
sahip olup beş bölümden oluşmaktadır. Ahmed-i Dâ’î’ye atfedilen116 bu
eser de, Hızır bin Ya’kûb el-Hatîb tarafından kaleme alınmıştır.117
Tasavvufî eserlerin bu asırda önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Bu türün en dikkate değer olanlarını Kaygusuz Abdal kaleme almıştır.
Tabiî Türkçenin örnekleri olan bu eserler Budala-nâme, Kitâb-ı Miglâte ve Vücûd-nâme118’dir. Bu türün önde gelenlerinden biri de Ahmed-i
Bîcân’ın Envârü’l-âşıkîn119’idir. Çeşitli dinî ve tasavvufî konulara yer
verilen bu eser, ağabeyi Yazıcıoğlu Mehmed’in Arapça kaleme aldığı
Megâribü’z-zemân adlı eserinin Türkçe tercümesidir. Ahmed-i Bîcân’ın
eserlerinden bir diğeri ise, dinî, tasavvufî ve efsanevî hüviyete sahip
Dürr-i Meknûn120’dur. Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-nüfûs121’u da bu
tip eserlerdendir. Ayrıca halka mal olmuş anonim bir Tezkiretü’l-evliyâ
tercümesi122 de dikkat çekmektedir. Hurûfîliğin Anadolu coğrafyasındaki en önemli isimnlerinden biri olan Abdülmecîd b. Ferişte İzzeddîn’in
Anadolu Hurûfîliğinin temel kaynaklarından olan Hidâyet-nâme123 isimli
eserini de burada zikredelim. Kâsım b. Mahmûd-ı Karahisârî’nin tasavvufî hüviyette olan İrşâdü’l-mürîd ile’l-murâd fî Tercemeti Mirsâdi’l-ibâd124 isimli eserinde insanın kurtuluşa ermesi için yapması gereken
ne”, S.Ü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, nr. 22, 2007, s. 53-101.
116 Zeki Kaymaz, “Ahmed-i Dâ’î’nin Bilinmeyen Bir Eseri: Cevâhirü’l-ma’ânî”
TDAY-Belleten 2003/2, s. -107-17.
117 Abdülbaki Çetin, “Ahmed-i Dâ’î’ye Atfedilen Bir Eser: Cevâhiru’l-ma’ânî”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, nr. s. 309-22.
118 Abdurrahman Güzel, “Kaygusuz Abdal’ın Vücûdnâme’si Üzerine”, Türk Kültürü,
nr. 197, 1979, s. 276-82.
119 Yazıcıoğlu Ahmed Bican, Envâru’l-âşıkîn [Aşıkların Nurları], Sadeleştiren: Mehmet Faruk Gürtunca, 2. baskı, İstanbul 2005; Aynur Koçak, Ahmet Bîcân’ın Eserleri Üzerine Bir İnceleme, İstanbul 2003.
120 Ahmet Demirtaş, Dürr-i Meknûn [İnceleme-Çeviriyazı-Dizin-Tıpkıbasım], Doktora tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, 2003.
121 Abdullah Uçman, Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-nüfûs, İst. 1996; Abdullah Bağdemir, Müzekki’n-nüfûs [Giriş-Metin-Sözlük], Doktora tezi, Ank. Üniv., 1997.
122 Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, İstanbul 1984.
123 Özer Şenödeyici, “Hurûfîliği Ön Yargıdan Arındırmak Bağlamında Ferişteoğlu’nun
Hidayetnâmesi’nin Tetkiki ve Neşri”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 3,
İst.2009, 87-146; Özer Şenödeyici, Nesîmî ve Hurufilik Kitabı, İst. 2015, s. 115-82.
124 Ahmet Çal, “Kasım bin Mahmud Karahisarî’nin İrşadü’l-mürîd ile’l-murâd fî Ter-
372 Prof. Dr. Ahmet Kartal
hususlardan bahsedilmiştir. Eserde bahsedilen hususların daha iyi anlaşılması için yer yer çeşitli hikâyelere yer verilmiş ve Kur’ân-ı Kerîm’de
geçen bazı âyetler iktibas edilmiştir. Meleklerden, insanlardan, hayvanlardan ve şeytanlardan bahsedilen eserde, insanın diğer varlıklardan üstün olmasının nedeni açıklanmıştır. Şeytanın Allah’ın huzurundan niçin
kovulduğu, özellikle insanı aldatma konusunda çok usta olduğu, verdiği vesvese ve yaptığı hilelerle insanları rahatlıkla doğru yoldan çıkarabileceği açık bir şekilde anlatılmış, insanların şeytanın hilelerine karşı
dikkatli olmaları gerektiği hasetsen vurgulanmıştır. Ayrıca kâinatın yaratılışı hakkında da bilgi verilmiştir. Ahmed Bin Hüsameddin Amâsî’nin
Mirâtu’l-Mülûk125’ü ise Türkçe olarak kaleme alınmış en eski siyasetnamelerden biri olmasıyla dikkat çekmektedir.
Bu dönemde çeşitli menâkıb-nâmelerin de yazıldığı görülmektedir.
Yazarı bilinmeyen Hacı Baktaş-ı Velî Velâyet-nâmesi, Küçük Abdal’ın
Velâyet-nâme-i Otman Baba126’sı, Eşrefoğlu Abdullah Rûmî’nin hayatını ve kerametlerini anlatan Eşrefoğlu Menâkıb-nâmesi ve Fâtih’in veziri Mahmud Paşa’nın menkabevî hayatını anlatan Menâkıb-ı Mahmûd
Paşa127 bunlardandır.
Bu asırda, tıp alanında Türkçeye tercüme edilen veya telif edilen eserler de bulunmaktadır. Sinoplu Mukbil-zâde Mü’min’in göz hastalıklarını
ayrıntılarıyla anlattığı Miftâhu’n-nûr ve Hazâ’inü’s-surûr128’u, ile Zeynüddîn bin İsmail el-Cürcânî’nin Zâhire-i Hârezmşâhî adlı Arapça eserinden faydalanarak yazdığı Zahîre-i Murâdiyye129’si, yazarı bilinmeyen
125
126
127
128
129
cemeti Mirsâdi’l-ibâd”, Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 10/12, 2015, p. 233-248.
Mehmet Şakir Yılmaz, Sultanların Aynası, Ahmed Bin Hüsameddin Amâsî ve Eseri Mirâtu’l-Mülûk, İstanbul 2016.
Velâyet-nâme-i Otman Baba, Cebeci İl Halk Kütüphanesi, nr. 495; Hasan Fehmi,
“Otman Baba Vilâyetnâmesi”, Türk Yurdu, c. 5, nr. 27, 1927, s. 239-44; Otman
Baba ve Velâyetnâmesi, Türkçeye hazırlayan ve düzenleyen: Hakkı Saygı, İstanbul 1996; Kem al Üçüncü, “Sözlü Kültür / Tarih Bağlamında Edebî Bir Metin Olarak Otman Baba Vilâyetnâmesi”, bilig, 28, 2004, s. 1-29; Nejat Birdoğan, “Otman
Baba ve Velâyet-nâmesi”, Folklor/Edebiyat, 16, 1998, s. 22-32.
Neşe Çelik, Menâkıb-ı Mahmûd Paşa, Yüksek lisans tezi, Mimar Sinan Üniv., 1998.
Mehmet Şahin, Mü’min bin Mukbil, Miftâhu’n-nûr ve Hazâinü’s-surûr [Dil Özellikleri-Metin-Söz Dizini], Doktora tezi, İnönü Üniversitesi, 1994.
Hüseyin Demir, Zahîre-i Murâdiyye, Mü’min b. Mukbil Sinâbî [İnceleme-Metin:
1-8 varaklar Arası-Dizin], Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 2002.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 373
Kitâbü’l-mühimmât130, Hekim Eşref bin Muhammed’in Hazâinü’s-sa’âdât131’ı, Musa bin Mesud’un Farsçadan tercüme ettiği Bâh-nâme, Muhammed bin Hamza’nın Mâidetü’l-hayât’ı, Cerrah Mesud’un tercüme
ettiği Hulâsa132, Sabuncuoğlu Şerefeddin’in Akrabadin Tercümesi, Cerrâhiyyetü’l-hâniyye133, Abdulvehhâb bin Yûsuf’un Müntahab fi’t-tıb134
ile Mücerreb-nâme135 isimli eserleri bunlardandır. Genellikle Türkçe
tıp terimlerinin kullanıldığı bu tip eserlerin Anadolu’da bir bilim dilinin
oluşmasına katkı sağladığı görülmektedir.
Eşref-zâde İznikî, bu dönemde kimya sahasında Türkçe kaleme aldığı dört eseriyle dikkat çekmektedir. Bunlardan Mecmû’atü’l-mücerrebât
fi’l-kimyâ, kimya ile ilgili tecrübeleri ihtiva etmektedir. Diğer üç eseri ise, küçük risaleler olup dönemin kimyasının değişik problemleri ile
ilgilidir. Eşref-zâde, bu eserleri ile Âşıkpaşa-zâde’nin başlattığı Türkçe
kimya kitabı yazma geleneğini devam ettirmiştir. Muhammed bin Mahmûd et-Tûsî es-Selmânî’nin Farsça eserinden tercüme edilen, ancak mütercimi bilinmeyen ‘Acâyibü’l-Mahlûkât ve Garâyibü’l-Mevcûdât136 ise,
ilahiyat, astronomi, botanik, zooloji gibi çeşitli bilimlere ait birçok farklı
konuyu ihtiva etmektedir.
Kasım b. Mehmed tarafından kaleme alınan ve insanın ölümle yüzyüze kalacak şekilde bir musibete uğradıktan sonra, rahata, huzura ve ferahlığa kavuşmasını konu alan 42 hikâyeden oluşan el-Ferec Ba’de’ş-şidde137’de, hikâyeler iç içe anlatılmıştır. Bu hikâyelerde, Türk gelenek ve
görenekleri ile sosyal hayatından izler yer almaktadır. XIV-XV. asırlar130 Sadettin Özçelik, Kitâbü’l-mühimmât, Ankara 2001.
131 Nadir İlhan, Eşref b. Muhammed, Hazâ’inü’s-sa’âdât [İnceleme-Metin-Dizin-Sözlük], Malatya 2009.
132 İlhan Uçar, Cerrah Mesud Hâzâ Kitâb-ı Hulâsa-ı Tıb, Doktora tezi, Sakarya Üniv. 2009.
133 Şerefeddin Sabuncuoğlu, Cerrâhiyyetü’l-hâniyye I-II, hzr. İlter Uzel, Ankara 1992.
134 Meriç Güven, Abdulvehhâb bin Yusuf’un Müntahab-ı fi’t-tıbb’ı [Dil İncelemesi-Metin Dizin], Doktora tezi, Pamukkale Üniversitesi, 2005.
135 Şerefeddin Sabuncuoğlu, Mücerreb-nâme [İlk Türkçe Deneysel Tıp Eseri-1468],
hazr. İlter Uzel – Kenan Süveren, Ankara 1999.
136 Acâibü’l-mahlûkât, hzr. Günay Kut, İstanbul 2010; ‘Acâyibü’l-Mahlûkât [Tıpkıbasım], hzr. Günay Kut, İstanbul 2012.
137 Hasan Kavruk - Süleyman Çaldak - Kâzım Yoldaş, el-Ferec Ba’de’ş-şidde [Karşılaştırmalı Metin], 2 c., Malatya 2000; Bilge Seyidoğlu – Orhan Yavuz, Ferec
Ba’de’ş-şidde Hikâyeleri, Güçlükten kolaylığa Kederden Sevince, İstanbul 2000;
Osman Erciyas, Eski Anadolu Türkçesi Metinlerinden Ferec Ba’de’ş-şidde’nin
Söz Varlığı, İstanbul 2015.
374 Prof. Dr. Ahmet Kartal
da Lüm’atü’s-sirâc Li Hazreti’t-tâc138’dan tercüme edilerek oluşturulan
Bahtiyâr-nâme139, bizim edebiyatımızda daha çok On Vezir Hikâyesi
adıyla bilinmektedir. Eserin Farsça aslı ile Türkçe tercümesi arasında,
teknik yapı ve muhteva yönünden tam bir uyum olmakla birlikte, çeviri esnasında birçok yerde ekleme, çıkartma ve değiştirme yapılmıştır.
Herkesin anlayabileceği bir dille kaleme alınan eser, bir çerçeve hikâyeye bağlı dokuz müstakil ana hikâyeden oluşmaktadır. Arapça aslı bugün
kayıp olan Hikâyet-i Erba’în-i Subh u Mesâ adlı eserden Ahmed-i Mısrî
tarafından tercüme edilen Kırk Vezir Hikâyeleri140, Sultan II. Murâd’a
takdim edilmiştir. Daha sonra Şeyhzâde tarafından tekrar yazılan eser,
hem Sultan II. Murâd’a hem de II. Mehmed’e sunulmuştur. Eser, üvey
annesi tarafından iftira atılan masum bir şehzadenin babası tarafından
ölüme mahkûm edilmesi, şehzadenin masum olduğuna inanan saraydaki
vezirlerin, şehzadeyi kurtarmak için kırk gün boyunca verdikleri mücadeleyi ihtiva etmektedir. Mercimek Ahmed, II. Murâd’ın isteği üzerine
Keykâvus’un Kâbûs-nâme isimli eserini Türkçeye tercüme etmiştir141.
Arapça Elfü Leyletin ve Leyle, Farsça Hezâr Efsâne ya da Kıssa-i Hezâr
ü Yek Şeb olarak isimlendirilen Binbir Gece Masalları142’nın bu asırda
Türkçeye tercüme edildiği düşünülen bir nüshası, Bursa Yazma ve Eski
Basma Eserler Kütüphanesi’nde (Genel Böl. Nr. 1217) bulunmaktadır.
Bu nüshanın, eserin Türkçeye yapılan en eski tercümesi olduğu düşünülmektedir. Güzel, akıcı ve sade bir Türkçe ile kaleme alınan eserde,
56 tane hikâye yer almaktadır. Bu da, eserin oldukça eksik bir tercüme
olduğunu göstermektedir. Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan’ın dinî, tasavvufî
ve efsanevî bir nitelik taşıyan Dürr-i Meknûn143 isimli eserinde, çeşitli
ayet, hadis ve hikâyelerin ışığı altında dünyanın yaratılışı, yeryüzü ve
gökyüzü, bazı peygamber kıssaları ve kıyamet alametleri hakkında bilgi
138 Lüm’atü’s-sirâc li Hazreti’t-tâc [Bahtiyâr-nâme], nşr. Muhammed Rûşen, çev. Abdüsselam Bilgen-Betül Bilgen, Ankara 1994.
139 Hasan Kavruk, Bahtiyâr-nâme [İnceleme-Metin], Malatya 1998.
140 Ünal Zal, Kırk Vezir Hikâyeleri, Gün Förlag, Sweden, 2015; Mübeccel Kızıltan,
Kırk Vezir Hikâyeleri, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1991; Aziz Birinci, Kırk
Vezir Hikayeleri (İnceleme-Metin-Sözlük), Doktora tezi, İstanbul Ünv., 2012.
141 Orhan Şaik Gökyay, Kabusname, İstanbul 1944; İlyasoğlu Mercimek Ahmet,
Kâbusname, hazırlayan ve sadeleştiren: Atillâ Özkırımlı, 2 c., [İstanbul], trhs.
142 Elfü Leyletin ve Leyle Hikâyeleri: Binbir Gece Masalları, bursa Nüshası, hzr. Sadettin Eğri, Bursa 2016.
143 Ahmet Demirtaş, Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan, Dürr-I Meknûn (Tıpkıbasım) [İnceleme-Çeviriyazı-Dizin], İstanbul 2009.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 375
verilmiştir. Sirâc bin Abdullah’ın Mecma’u’l-letâyif144’i Kur’ân-ı Kerîm,
İncîl, Zebûr ve Tevrât’ta geçen bazı kıssalardan, peygamber kıssalarından ve Hıristiyan ile Yahudilerin Hz. Peygamber ve İslâm dini hakkında
söyledikleri sözlere müellifin vermiş olduğu cevaplardan oluşmaktadır.
XV. asrın mensur eserleri arasında Hasan Bayâtî’nin Câm-ı Cem-Âyin ’i, Alî el-Amasî’nin Tarîkü’l-edeb146’i, Kâsım bin Seydî el-hâfız
Ankaravî’nin siyaset-nâme türünde olan Enîsü’l-celîs147’i, Türk musikisi
nazariyatı ile ilgili Hızır b. Abdullâh’ın Kitâbü’l-edvâr148’ı ile Kırşehirli Yûsuf’un Risâle-i Mûsîkîsi149’ni, Cemâl-i Halvetî’nin tasavvuf adabını anlatan
Âdâbu’t-tâlibîn’i, Ârif Ali’nin Dânişmend-nâme’si, Firdevsî-i Rûmî’nin Süleymân-nâme150, Da’vet-nâme151, Şatranç-nâme152, Terceme-i Câmeşûy-nâme153, Hayât u Memât, Vilâyet-nâme [Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî]154 ve
Şeyh Abdullah-ı İlâhî Menâkıbı ile Defterdar Haydar Bey’in Sultan Cem’in
145
144 Sirâc bin Abdullah, Mecma’i’l-letâyif [İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük-Tıpkıbasım], hzr. Ahmet Naim Çiçekler, İstanbul 2016.
145 “Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, Câm-ı Cem-Âyîn, sadeleştiren: Kırzıoğlu Fahreddin”, Atsız, Osmanlı Tarihleri I, Osmanlı Tarihinin Anakaynakları Olan Eserlerin,
Mütehassıslar Tarafından Hazırlanan Metin, Tercüme veya Sadeleştirilmiş Şekilleri Külliyatı, İstanbul 1925-1949, s. 371-403.
146 Mehmet Şeker, Ali b. Hüseyin el-Amâsî ve Tarîku’l-edeb’i, Ankara 2002; Halil
Çeçen, Ali bin Hüseyin el-Amâsî, Tarîku’l-edeb [Metin-Sözlük], Ankara 2010;
Orhan Şen, Alî el-Amasî, Tarîkü’l-edeb Üzerine İnceleme, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 2002.
147 A. Azmi Bilgin, Kâsım bin Seydî el-hâfız Ankarî, Enîsü’l-celîs, İstanbul 2009.
148 Binnaz Başar Çelik, Hızır bin Abdullah’ın Kitâbu’l-edvâr’ı ve Makamların İncelenmesi, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi, 2001; M. Sadreddin Özçimi, Hızır
bin Abdullah, Kitâbu’l-edvâr, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 1989.
149 Ramazan Kâmiloğlu, Şehrî Kırşehrî el-Mevlevî Yusuf ibn Nizameddin ibn Yusuf
Rumî’nin Risâle-i Musikî’sinin Transkribe ve Değerlendirmesi, Yüksek lisans
tezi, İnönü Üniversitesi, 1998.
150 M. Atâ Çatıkkaş, Firdevsî-i Rûmî, Süleymân-nâme-i Kebîr, Ankara 2009; Asuman
Akay, Firdevsî: Süleymân-nâme [44. cilt] [Metin ve Fiiller Üzerine Bir İncelem],
Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1990.
151 Fatma Büyükkarcı, Firdevsî-i Tavîl ve Da’vet-nâme’si, Harvard Üniv., 1995.
152 M. Atâ Çatıkkaş, Firdevsî-i Rûmî, Şatranç-nâme-i Kebîr [İnceleme-Metin-Dizin],
Ankara2015; aynı müellif, “Firdevsî-i Rûmî’nin Satranc-nâme-i Firdevsî’si”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, nr. 37, 1985, s. 186-98.
153 Sezer Özyaşamış Şakar, “Firdevsî-i Rûmî ve Terceme-i Câmeşûy-nâme”, Turkish
Studies, nr. 2/4, 2007, s. 723-30.
154 Firdevsî-i Rûmî, Vilâyetnâme, Menâkıb-ı Hacı Bektaş Velî, hzr. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958.
376 Prof. Dr. Ahmet Kartal
hayatını konu ediden Gurbet-nâme-i Sultân Cem155’i yer almaktadır. Burada
Lutfullah b. Ebû Yûsuf el-Halîmî tarafından 882/1477-78 tarihinde Fâtih
Sultan Mehmed’e takdim edilen Lügat-i Halîmî156 isimli Farsça-Türkçe sözlük ile Mekke, Medîne ve Kudüs’ün faziletlerini ihtiva eden Kitâbu Fezâ’ili’l - Mekke ve’l - Medine ve’l - Kudüs157’ü de zikredelim.
Bu asrın en sanatlı ve daha sonraları bu vadide yazılacak eserlere
örnek oluşturan nesir örneklerini Sinan Paşa’da görmekteyiz. Onun Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ158 adlı eserinin tercümesi ile ahlâkî konuları ele
aldığı Ma‘ârif-nâme159 adlı eseri, dinî ve tasavvufî konuları lirik tarzda
işlediği eserlerdir. Sinan Paşa bu eserleriyle Türk edebî dilinin lügatini
hayli genişletmiştir. Paşa’nın en dikkat çekici eseri, süslü ve sanatkârane nesrin en güzel örneği olarak kabul edilen Tazarru-nâme160’dir. Yüce
yaratanı, peygamberleri ve din ulularını tebcil etmek ve övmek amacıyla
kaleme alınmıştır. Dinî-tasavvufî olan eserde Farsça, Arapça kelimeler
kullanılmakla birlikte, Türkçenin de bütün ifade gücünden istifade edilmiştir. İlâhî aşkın esaslarının işlendiği eser, kimi zaman düz, bazen de
devrik, kısa cümleler, cümle sonlarında kullanılan secilerle âhenkli, kıvrak bir nesirle yazılmıştır. Sinan Paşa bu eserinde Yaratıcı’ya yöneltilebilecek birbirinden güzel yakarış örnekleri sergilemekte, bu arada onun
yücelik, kudret ve güzelliklerini yüzlerce farklı kelime ve tamlamalarla
ifade ederek akla durgunluk verecek dil oyunları göstermektedir.
XVI. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
Bu asırdaki nesir dili ve üslûbu, XVII ve XVIII. yüzyıllardaki gibi
ağır ve ağdalı değildir. Hemen bütün eserlerin giriş kısımlarında yer alan
155 Kenan Beşirov, Gurbet-nâme-i Sultan Cem, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniv., 2001.
156 Lutfullah b. Ebu Yususf el-Halîmî, Lügat-i Halîmî, hzr. Adem Uzun, Ankara 2013.
157 Fatih Özek, Kitâbu Fezâ’ili’l - Mekke ve’l - Medine ve’l – Kudüs [İnceleme - Metin - Dizin Tıpkıbasım], İstanbul 2016.
158 Emine Gürsoy Naskali, Sinan Paşa Tezkiretü’l-evliyâ, Ankara 1987.
159 İ. Hikmet Ertaylan, Maârifnâme, İstanbul 1961; Mertol Tulum, Sinan Paşa Ma‘ârif-nâme, Özlü Sözler Öğütler Kitabı, Ankara 2013.
160 Mertol Tulum, Sinan Paşa Tazarru-nâme, İstanbul 1971, Ankara 2001; Esma Şahin, Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’sindeki Benzetme Unsurları ve Edebî Tasvirler,
Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 2005; M. Fatih Köksal, “Sinan Paşa’nın
Nesri ve Nesir Üslûbu”, Doğu Akdeniz, 1, 1998, s. 83-97; Mehmet Gümüşkılıç,
“Sinan Paşa’nın Tazarruʿ-nâme’sinin Vatikan Nüshası”, Turkish Studies International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol.
10/12, 2015, p. 449-456.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 377
“hamdele” ve “salvele” bölümleri ile başlayan giriş yahut “mukaddime”
olarak isimlendirilebilecek başlangıç bölümleri dışında; çoğu zaman
sade ve akıcı bir dil tercih edilmiştir. Nesir dilinde sanatlı ve secili bir üslûp oluşturma amacıyla, Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin kullanımı bu
yüzyılda bir öncekine nazaran daha artmış görünmektedir. Düz yazıyla
her konuda irili ufaklı eserin kaleme alındığı bu dönemin nesir ürünlerini, ana hatlarıyla şöylece gözden geçirebiliriz:
Tarihler
XV. asırda ilk örnekleri verilmeye başlanan tarih yazıcılığı bu yüzyılda
artış göstermeye başlamış, nihayet II. Bâyezîd, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük hükümdarların teşvikiyle parlak bir dönem yaşamakla kalmamış hacimli ve mükemmel örnekler verilmiştir. Rûhî
Çelebi’nin Sultan II. Bâyezîd devrinde kaleme aldığı ve Rûhî Tarihi olarak
da bilinen Tevârîh-i Âl-i Osmân161, Osmanlı devletinin kuruluşundan 1511
yılına kadar vuku bulan olayları ihtiva etmektedir. “Giriş” bölümü sanatkârane bir üslûpla kaleme alınan eserin, tarihî olayların anlatıldığı bölümlerinde daha sade bir dil kullanılmıştır. Kemâl Paşa-zâde tarafından yazılan
Tevârîh-i Âl-i Osmân162’da Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan başlanarak
1533 yılına kadar gelen olaylar “defter” adı verilen on bölüm hâlinde anlatılmıştır. Süslü bir dille yazılan eser, menkıbe ve rivayetlerin süslediği
ilk dönem tarihlerinden sonra, usta bir üslûp ve kayıtlara sadakatle kaleme
alınmasıyla dikkat çekmektedir. Kanunî Sultan Süleyman devri sadrazamlarından Lütfî Paşa’nın bu asrın sanatlı nesir özelliklerini gösteren Tevârîh-i
Âl-i Osmân163’ı 961/1553 yılına kadar olan olayları ihtiva etmektedir. Lütfî
Paşa’nın, devlet adamının özelliklerinin anlatıldığı ve “sadrazamlık kitabı”
161 Rûhî Târîhi, yayına hzr. Halil Erdoğan Cengiz – Yaşar Yücel, Belgeler [Türk Tarih
Belgeleri Dergisi], XIV/18, Ankara 1992 [Ayrı basım].
162 Pavet de Corteille, Histoire de La Campagne de Mohacz, Paris 1859; Şerafettin
Turan, İbn Kemâl Tevârîh-i Âl-i Osmân, Ankara 1954, 1957, 1983, 1991; İbn-i
Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osmân [I. Defter], hzr. Şerafettin Turan, Ankara 1991; Kemâl
Paşa Oğlu Şemsüddin Ahmed, İbn-i Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osmân [II. Defter], hzr.
Şerafettin Turan, Ankara 1991; Kemalpaşazâde (İbn Kemâl), Tevârîh-i Âl-i Osmân
[III. Defter], hzr. Abdullah Satun, İstanbul 2015; İbn Kemâl [Kemalpaşazade],
Tevârîh-i Âl-i Osmân [IV. Defter], hzr. Koji İmazawa, Ankara 2000; İbn-i Kemâl,
Tevârîh-i Âl-i Osmân [VII. Defter], hzr. Şerafettin Turan, Ankara 1991; İbn-i
Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osmân [VIII. Defter], hzr. Ahmet Uğur, Ankara 1997.
163 Kayahan Atik, Lütfi Paşa ve Tevârîh-i Âl-i Osmân, Ankara 2001.
378 Prof. Dr. Ahmet Kartal
anlamına gelen Âsaf-nâme164 isimli bir eseri daha vardır. Koca Nişancı lakabıyla tanınan Celâl-zâde Mustafa Çelebi’nin Tabakatü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik165 isimli tarihi, Kanunî dönemi olaylarını ihtiva etmektedir.
30 tabaka ve 365 derece’ye bölünmüş olan bu eserin sadece 30. tabakası
yazılmıştır. Eserde olaylar anlatılmakla kalınmamış, Osmanlı toplumsal
yapısı hakkında da bilgiler verilmiştir. Küçük Nişancı Mehmed Paşa bin
Ramazan Çelebi’nin Kanunî’nin teşvikiyle kaleme aldığı ve Târîh-i Ramazan-zâde yahut Târîh-i Nişancı diye de tanınan Siyer-i Enbiyâ-i İzâm ve Ahvâl-i Hulefâ-i Kirâm ve Menâkıb-ı Selâtîn-i Âl-i Osmân166’da kısa bir dünya
tarihinden sonra Osman Gazi’den başlayarak Kanunî Sultan Süleyman’a
kadar (969/1561) geçen olaylar anlatılmaktadır. Eserde yer yer veliler, şâirler, bilginler, binalar ve sultanlar hakkında da çeşitli bilgiler verilmiştir.
Hoca Sadeddin bin Mehemmed bin Hasan Can tarafından kaleme alınan
Tâcü’t-tevârîh167, hem bu asrın hem de bütün Osmanlı tarihçiliğinin önemli
eserlerinden kabul edilmektedir. Hoca Tarihi diye de anılan eserde, Osmanlı
Devleti’nin başlangıcından Sultan II. Selim devri sonu olan 1574’e kadar
geçen olaylar anlatılmıştır. Bu asrın tarihçilerinden olan Selânikli Mustafa Efendi’nin, Selânikî Tarihi adıyla da anılan Tevârîh-i Âl-i Osmân168’ı
1563-1600 yılları arasında meydana gelen olayları günü gününe takip etmesiyle dikkat çekmektedir. Bu dönemin hiç şüphesiz en büyük tarihçilerinden olan Gelibolulu Âlî’nin Künhü’l-ahbâr169’ı, dört “rükn” üzerine tertip
164 Bekir Kütükoğlu, Âsaf-nâme, İstanbul 1991.
165 P. Kappert, Celâl-zâde Mustafa, Tabakatü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik, Wiesbaden 1981; Funda Demirtaş, Celâl-zâde Mustafa, Tabakatü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik, Doktora tezi, Erciyes Üniversitesi, 2009.
166 Matbaa-i Âmire, İstanbul 1279, 1290; Mehmet Yastı, Nişancı Mehmet Paşa,
Tevârîh-i Âl-i Osmân [1b-120a] Metin-Dil Özellikleri-Sözlük, Yüksek lisans tezi,
Selçuk Üniversitesi, 2005.
167 Hoca Sadeddîn Mehmed ibn Hasancan, Tâcü’t-tevârîh, 2 c., Tabhâne-i Âmire, İstanbul 1279; İsmet Parmaksızoğlu, Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-tevarih V c., 3.
baskı, Eskişehir 1992; Mehmet Yıldırım, Hoca Sa’deddin Efendi ve Tarihçiliği,
Doktora tezi, Erciyes Üniversitesi, 1997.
168 Mehmet İpşirli, Selanikî Tarihi, Ankara 1989.
169 M. Hüdai Şentürk, Künhü’l-ahbâr c. II [Fâtih Sultân Mehmed Devri (1451-1481)],
İstanbul 2003; Faris Çerçi, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Künhü’l-ahbâr’ında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet Devirleri (1-3 cilt), Kayseri 2000; Gelibolulu Mustafa Ali, Künhü’l-Ahbar Dördüncü Rükn Osmanlı Tarihi, c. 2 – İndeks, hzr. Ahmet
Uğur – Ali Çavuşoğlu, Ankara 2014; Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-ahbâr, 4.
rükn: Osmanlı Tarihi, Ankara 2009; Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbar Cilt:
1 Dördüncü Rükn: Osmanlı Tarihi, İstanbul 2009.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 379
olunmuş umumî bir dünya tarihidir. Eserde yer alan ilk üç rüknde, Osmanlı’ya gelinceye kadar umumî tarihî bilgiler verilmiştir. Özellikle Osmanlı
tarihine ayrılmış olan dördüncü rüknde, devletin kuruluşu olan 1299’dan
1589 tarihine kadar meydana gelen olaylardan, padişahların saltanat süreleri esas alınarak bahsedilmiştir. Gelibolulu Âlî, Fusûlü’l-halli ve’l-akd ve
Usûli’l-harci ve’n-nakd170’ında ise İslâm devletlerinin yükseliş ve çöküş
sebepleri üzerinde durmuştur. İki bölümden oluşan Nusret-nâme171’de ise
Âlî, ilk önce Osmanlı-Safevî ilişkilerinin tarihi süreci ele almış, akabinde
ise 1579’da Osmanlı ordusunun Kars’a gelmesiyle birlikte burada vuku bulan diplomatik kayıtları değerlendirmiştir. Matrakçı Nasuh, Tarih sahasında
Mecma’ü’t-tevârîh, Beyan-ı Menazil-i Sefer-i ‘Irâkeyn172, Fetih-nâme-i Karabuğdan, Selîm-nâme, Târîh-i Sultân Bâyezîd173 ve Târîh-i Feth-i Sikloş ve
Estergon ve İstunibelgrad adlı Türkçe eserler kaleme almıştır. Bâkî, Mekke
tarihinden ve Osmanlı sultanlarının orada yaptırdığı eserlerden bahseden
Kutbeddin Muhammed b. Ahmed-i Mekkî’nin el’İ‘lâm fî Ahvâli Beledi’llâhi’l-harâm’ını Fezâil-i Mekke adıyla tercüme etmiştir. Behiştî’nin özellikle
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemine ait önemli bilgileri ihtiva eden Vâridât-ı
Sübhânî ve Fütûhât-ı Osmânî174 isimli eseri ile Şikârî’nin Karamanoğulları
Beyliği’nin kuruluşundan yıkılışına kadarki süredeki hüviyetini ihtiva eden
Karaman-nâme175’sini de burada zikredelim.
Yavuz Sultan Selim adına birçok “Selimnâme” yazılmıştır. Bunlar
Yavuz’un Trabzon’daki valiliğinden başlayarak onun Gürcülerle, babası
ve kardeşleri ile yaptığı mücadeleleri, tahta cülusundan sonra İran ve
170 Ebubekir Yücel, Fusûlü’l-halli ve’l-akd ve Usûli’l-harci ve’n-nakd, Yüksek lisans
tezi, Erciyes Üniversitesi, 1990.
171 Gelibolulu Mustafa Âlî, Nusret-nâme, hzr. H. Mustafa Eravcı, Ankara 2014.
172 Hüseyin G. Yurdaydın, Nasuhü`s-Silâhî (Matrakçı), Beyan-ı Menazil-i Sefer-i
‘Irâkeyn, Ankara 2014.
173 Matrakçı Nasuh, Tarih-i Sultan Bayezid [Sultan II. Bayezid Tarihi], hzr. Reha Bilge, klasik Türkçeden aktaran: Mertol Tulum, İstanbul 2012.
174 Müjgân Çakır-Fatma Kaytaz, “Behiştî Ahmed Çelebi’nin Yazdığı Osmanlı
Tarihi’nin (Vâridât-ı Sübhânî ve Fütûhât-ı Osmânî) Bilinmeyen Eksik Kısmına
Dair”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic, vol. 8/11, 2013, p. 99-112; Fatma Kaytaz, Behiştî Tarihi, (791-907/1389-1502), Doktora tezi, Marmara Üniversitesi 2011; Fatma
Kaytaz, Tarih-i Behişti: Varidat-ı Sübhani ve Fütuhat-ı Osmani (791-907/13891502) II, Ankara 2016.
175 Şikârî, Karaman-nâme [Zamanın Kahramanı Karamanîler’in Tarihi], hzr. Metin
Sözen – Necdet Sakaoğlu, Ankara 2011.
380 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Memlûklularla yaptığı savaşları anlatan manzum ve mensur eserlerdir.
İdrîs-i Bidlîsî’nin Selîm Şâh-nâme176’sinden başka Yavuz için “selimname” yazan müellifler şunlardır: İshak Çelebi177, Sücûdî178, Kemâl Paşa-zâde179, Keşfî180, Celâl-zâde Nişancı Koca Mustafa Çelebi181, Süheylî,
Şeyhülislâm Hoca Sadeddîn Efendi182, Sa’dî bin Abdü’l-müte’âl, Muhyî,
Edâî183. Bunlar dışında özellikle Yavuz’un İran ve Mısır üzerine yaptığı
seferleri anlatan eserler de yazılmıştır.
Biyografi Eserleri
XVI. asırda biyografi alanında da önemli eserler kaleme alınmıştır.
Taşköprî-zâde Ebulhayr İsâmeddin Ahmed’in gözleri görmediği için
başkasına yazdırarak hazırladığı Şakaiku’n-nu’mâniyye fî Ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye184, Osman Gazi’den başlayarak 965/1558 yılına kadar
yetişen Osmanlı bilgin ve sûfîlerinin biyografilerinden oluşmaktadır. Padişahların sayısına göre on tabaka olarak tertip edilen eserde, 371’i bilgin,
150’si sûfî olmak üzere toplam 521 kişinin biyografisi yer almaktadır.
Yazılışını müteakip büyük bir ilgiyle karşılanan Şakaiku’n-nu’mâniyye, müellifinin izniyle Muhtesib-zâde Mehmed Hâkî tarafından Hadâiku’r-reyhân; Derviş Ahmed Efendi tarafından ed-Devhatü’l-irfâniyye
fî-Ravzati’l-Osmâniyye ve Mehmed bin Sinânüddîn Yûsuf tarafından
Menâkıbu’l-ulemâ adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Seyyid Mustafa, Hadâiku’l-beyân fî Tercemeti Şakaikı’n-nu’mân; Amasyalı İbrahim
176 Hicabi Kırlangıç, İdris-i Bidlisî, Selimşah-nâme, Ankara 2001.
177 Hamdi Savaş, İshak Çelebi ve Selim-namesi, Doktora tezi, Erciyes Üniv. 1986.
178 İbrahim Hakkı Çuhadar, Sücûdî’nin Selim-nâmesi, Yüksek lisans tezi, Erciyes
Üniversitesi, 1988.
179 Ali Kökoğlu, Kemal Paşa-zâde’nin Selim-namesi, Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, 1994.
180 Şefaettin Severcan, Keşfî ve Selîm-nâmesi, Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniv., 1995.
181 Ahmet Uğur - Mustafa Çuhadar, Celâl-zâde Mustafa, Selim-nâme, İstanbul 1997.
182 Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-tevarih c. IV, haz. İsmet Parmaksızoğlu, Eskişehir
1992, s. 122-367.
183 Abdüsselam Bilgen, Adâ’î-yi Şîrâzî ve Selîm-nâmesi [Araştırma, Metin ve Çeviri], Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 1987; Abdüsselam Bilgen, Adâ’i-yi Şîrâzâ
ve Selîm-nâmesi (İnceleme-Metin-Çeviri), Ankara, 2007.
184 A. Suphi Furat, Taşköprülüzâde Ahmed Efendi, Eş-Şakaiku’n-nu’mâniyye fî
Ulemâi’d-devleti’l-osmâniyye, İstanbul 1985; Muharrem Tan, Taşköprülüzâde,
Osmanlı Bilginleri [Şakaiku’n-nu’mâniyye fî Ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye], İstanbul 2007.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 381
bin Ahmed de el-Hadâik adıyla eseri Türkçeye çevirmişlerdir. Şakaiku’n-nu’mâniyye’nin Türkçe en tanınmış tercümesi ise Edirneli Mehmed Mecdî’nin Hadâiku’ş-şakaik185’idir. Müellif eseri tercüme ederken
daha sonra Şakaik’a yapılan ilâveleri göz önünde bulundurmuş, kendisi
de bazı eklemeler yapmıştır.
Şakaik’i, müellifinin izniyle çevirip zeyil yazanlardan biri de öğrencisi Tezkire sahibi Âşık Çelebi’dir. Daha sonra Şakaik’a hem Türkçe hem
de Arapça ilâvelerde bulunan Âşık Çelebi, Tetimmetü’ş-şakâik’ın-nu‘mâniyye adıyla Arapça zeylini Sokullu Mehmed Paşa’ya, Türkçe zeylini ise
II. Selim’e sunmuştur. Ali bin Bâlî ise Şakaik’a, el-Ikdü’l-manzûm fî-Zikri Efâdıli’r-Rûm isimli Arapça bir zeyil yazmıştır. Yazar, Taşköprülü-zâde’nin bıraktığı yerden başlayarak 991/1583 yılına kadar yetişenlerin
biyografileri hakkında bilgi vermiştir.
Mahfî-i Gîlânî tarafından Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmek
üzere 965/1557-1558 tarihinden sonra kaleme alındığı tahmin edilen ve
otobiyografik bir hüviyete sahip olan Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî186,
bir şikâyet mektubudur. Diğer taraftan eser, Mahfî’nin İstanbul’da kaldığı
yaklaşık 7-8 yıllık dönem ile Osmanlı Devleti’ne sığınmadan önceki hayatına dair bilgileri ihtiva etmesiyle dikkat çekmektedir. Hacı Ahmed Efendi’nin Sergüzeşt187’i, daha gençlik döneminde başlayan manevî tecrübelerini ve çok renkli hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde ihtiva etmektedir.
Şuara Tezkireleri
Müellif ve eseri hakkında yapılan araştırmalarda başvurulan kaynaklar arasında hiç şüphesiz tezkireler ilk sırada yer alırlar. Garîbî tarafından XVI. Asrın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen Tezkire-i Mecâlis-i
Şu’arâ-yı Rum188, XIII. asır ile XVI. asrın ilk yarısında yaşayan ya da
o dönemde hayatta olan 54 şairin biyografisini ihtiva etmektedir. Eser,
Türk edebiyatında Osmanlı sahası şairleri hakkında yazılan ilk tezkire
185 Abdülkadir Özcan, Mecdî Mehmed Efendi, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri,
Hadaiku’ş-şakaik, İstanbul 1989.
186 Gülşah Taşkın, “On Altıncı Yüzyıla Ait Otobiyografik Bir Eser: Arz-ı Hâl ü Sergüzeşt-i Gilanî”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 8/4 2013, s. 1339-1350.
187 Hacı Ahmed Efendi, Sergüzeşt: XVI. Yüzyılda Bir Otobiyografi Ravzatü’t-tevhîd:
Zeynîlik Tarihine Işık Tutan Sembolik Bir Eser, hzr. Mertol Tulum, İstanbul 2012.
188 İsrafil Babacan, Tezkire-i Mecâlis-i Şu’arâ-yı Rum [Garîbî Tezkiresi], Ank.2010.
382 Prof. Dr. Ahmet Kartal
olarak bilinen Sehî Bey’in Heşt-behişt’inden önce veya aynı dönemde
ondan habersiz olarak kaleme alınmıştır. Eserde, şairlerin memleketleri,
soyu, akrabalık ilişkileri, ilim tahsilleri, hangi ilimlerde başarılı oldukları, sosyal statüleri ve inanç özellikleri üzerinde önemle durulmuştur.
Sade bir dil ile üsluba sahip olan eser, özellikle Ahmed Paşa, Süleyman
Çelebi, Necâtî Bey ve diğer bazı erken dönem Osmanlı şairleri hakkında
vermiş olduğu yeni bilgiler bakımından dikkat çekmektedir.
Anadolu’da yazılan ilk, Osmanlı şâirleri için yazılan ikinci tezkire
ise Sehî Bey’in Edirne’de 945/1538 tarihinde tamamlayıp devrin hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’a takdim ettiği Heşt-Bihişt189’tir.
Tezkire-i Sehî olarak da bilinen eser bir önsöz, her birine “bihişt (cennet)” adı verilen sekiz tabaka ve bir hâtimeden oluşmaktadır. Sehî Bey
tezkiresini yazarken Molla Câmî’nin Bahâristan’ından ve Devletşah’ın
Tezkiretü’ş-şu’arâ’sından etkilenmekle birlikte, asıl model olarak Ali Şîr
Nevâyî’nin Mecâlisü’n-nefâyis’ini almış ve bunu eserinin önsözünde
açıklamıştır. Sade ve açık bir dille kaleme alınan eserde, 241 şâir hakkında kısa bilgi verilmiştir. Şairlerin sanatları ve şiir özellekleri hakkında yüzeysel değerlendirmelerde bulunulmuştur. Klâsik edebiyatın ilk
devirlerinde Anadolu’da yetişen şâirlerin çoğu hakkında bilgi veren tek
kaynak olan eser, bu coğrafi sahada şuarâ tezkireciliğini başlatmış ve
kendisinden sonra gelen tezkire yazanlara model olmuştur.
Anadolu’da yazılan ikinci tezkire olan Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratu’n-nuzemâ190, Latîfî tarafından 953/1546 yılında tamamlanarak Kanunî
Sultan Süleyman’a sunulmuştur. Latîfî Tezkiresi olarak da anılan eser, bir
mukaddime, üç fasıl ve bir hâtimeden oluşmaktadır. Tezkire yazılırken
Molla Câmî’nin Bahâristân’ı Ali Şîr Nevâî’nin Mecâlisü’n-nefâyis’i ve
189 Mehmed Şükrî, Âsâr-ı Eslâftan Tezkire-i Sehî, İstanbul 1325; O. Reşer – Necati Lugal, Türkische Dichterbiographien I. Sehi’s Tezkere, Tübingen 1941; Günay
Kut, Heşt Bihişt, The Tezkire by Sehî Beg, Harvard 1978; Mustafa İsen, Sehi Bey
Tezkiresi, Heşt Bihişt, İstanbul 1980, Ankara 1998.
190 Ahmed Cevdet, Tezkire-i Latîfî, İstanbul 1314; V. Chabert, Latifi, oder Biographische Nachrichten von Vorzüglichen Turkischen Dichtern, nebst einer Blumenlese aus ihren Werke, Zürih 1800; O. Rescher, Turkische Dichterbiographien II,
Latifi’s Tezkere, Tübingen 1950; Walter Guilford Andrews, The Tezkere-i Şuara
of Latifi as A Source for The Critical Evaluation of Ottoman Poetry, The Universty
of Michigan, 1970; Mustafa İsen, Latîfî Tezkiresi, Ankara 1990, 1998; Rıdvan Canım, Latîfî, Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsıratü’n-nuzemâ [İnceleme-Metin], Ankara
2000.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 383
Sehî Bey’in Heşt-Bihişt’i model alınmakla birlikte, onlardaki kronolojik tasnife karşılık, alfabetik sıra tercih edilmiştir. Müellif, tezkiresinin
mukaddime kısmında şiirin özellikleri, şâirlerin şiir söyleme sebepleri,
şâirlerin tezkireye alınırken göz önünde bulundurulan ölçütler ve eserin
yazılma sebebi üzerinde durmuştur. Eserin bundan sonraki kısmı üç fasıl
hâlinde şâirlere ayrılmıştır.
Birinci fasılda, Osmanlı ülkesinde yetişmiş veya buraya gelip Rûmîlikle şöhret kazanmış 13 şeyh şâir; ikinci fasılda Osmanlı ülkesinde şiir
söyleyen 7 hükümdar şâir; üçüncü fasılda ise Osmanlı ülkesi içinde şiirleriyle şöhret kazanan 314 şâirin hayatı, eserleri ve şiirleri hakkında bilgi
verilip çeşitli değerlendirmelerde bulunulmuştur. Sade bir dil ve akıcı
bir üslûpla yazılan tezkire, şâirler hakkında isabetli eleştiri ve değerlendirmeleri ihtiva etmesinin yanında, verdiği doğru bilgiler bakımından da
oldukça önemlidir. Şimdiye kadar Latîfî tezkiresine yapılan en önemli
eleştiri, birçok şâiri Kastamonulu göstermesi olmuş, ancak bu eleştiride
ona haksızlık yapıldığı anlaşılmıştır.
Ahdî tarafından 971/1564-1002/1593 yılları arasında şehzade Sultan
Selim adına yazılan Gülşen-i Şu’arâ191, Anadolu’da yazılan üçüncü tezkiredir. Ahdî Tezkiresi olarak da anılan eser, bir mukaddime, “ravza” adı
verilen üç bölüm ve bir hâtime olarak tertip edilmiştir. Ancak Ahdî eserine sonradan sancak beyleri ve defterdar şâirleri içine alan bir bölüm daha
ekleyerek eserini dört “ravza”ya çıkarmıştır. Ayrıca diğer “ravza”lara da
yeni bazı şâirler eklemiştir. Eserin birinci “ravza”sında başta devrin padişahı olmak üzere Şehzade Sultan Selim ve diğer şehzadeleri (17 şâir),
ikinci “ravza”da devrin ileri gelen devlet adamlarını (14 şâir), üçüncü
“ravza”da ulema ve müderrisleri (25 şâir), son olarak dördüncü “ravza”da alfabetik olarak dönemin şâirleri (325 şâir) hakkında bilgi verip çeşitli
değerlendirmelerde bulunmuştur. Eserde dil ve üslûbun anlatılan şâirin
sosyal statüsüyle orantılı olarak değiştiği görülmektedir. Eserine aldığı
şâirlerin ekseriyetini aşırı sözlerle öven Ahdî, hem iyi hem de kötü şâirler
hakkında doğru bir değerlendirme yapamamıştır. Daha önceki devirlerde
yaşayan şâirleri eserine almayan Ahdî, sadece kendi çağdaşı olan şâirlere
yer vermiştir. Gülşen-i Şu’arâ’nın en önemli özelliği, çoğunluğu Osmanlı Devleti’nin doğu bölgesindeki şâirleri ihtiva etmesi ve bunlar hakkında
bilgi veren ilk ve tek kaynak olmasıdır.
191 Süleyman Solmaz, Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı [İnceleme-Metin], Ankara 2005.
384 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Âşık Çelebi tarafından 976/1568’de yazılan Meşâ’irü’ş-şu’arâ192,
devrin padişahı II. Selim’e sunulmuştur. Tezkire bir giriş ve şâir biyografileri olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Müellif eserinin giriş kısmında sözden hareketle şiirin manasını, iç ve dış unsurlarını, Araplarda
ve Osmanlı’daki tarihî gelişimini başka kaynaklardan aldığı bilgilerle anlatmış ve söylediklerini Arapça ve Farsça şiirlerle, ayet, hadis ve kelâm-ı
kibarlarla desteklemiştir. Burada tezkirenin yazıldığı tarihe kadar tahta
çıkan Osmanlı sultanlarının şâirlik yönleri ile edebiyata gösterdikleri ilgi
ve yakınlık üzerinde de durulmuştur. Tezkirenin asıl metin kısmında 427
şâirin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilip çeşitli değerlendirmelerde
bulunulmuştur. Eserde yer alan şâirler alfabetik sıraya göre değil de “ebced” sırasına göre dizildikleri için, bu sıralamayı bilmeyenlerce kullanımı
zor olan eserin en önemli tarafı, Âşık Çelebi’nin bizzat şâirlerin kendisinden öğrendiği veya yakınlarından duyduğu en doğru ve en geniş bilgiyi
vermesi, bir psikolog gibi hem şâirleri hem de olayları yorumlamasıdır.
Yer yer çevre ve mekân hakkında da bilgi veren müellif, dönemin sosyal
yapısı ile gelenek ve göreneklerine dair önemli bilgiler de vermiştir.
Hasan Çelebi tarafından 994/1586 yılında kaleme alınan ve daha çok
Kınalı-zâde Tezkiresi193 olarak anılan eser, bir mukaddime, sultan şâirler,
şehzade şâirler ve asıl şâirler olmak üzere üç fasıl hâlinde tertip edilmiştir. Birinci ve ikinci fasılda yer alan padişah (6 şâir) ve şehzadeler (5 şâir)
kronolojik, üçüncü fasılda yer alan şâirler (627 şâir) ise alfabetik olarak
sıralanmıştır. Müellif, devrin sultanı III. Murad ile tezkirenin adandığı
Hoca Sadeddin Efendi’nin biyografisini ana bölümlere almamış, onlara
mukaddime kısmında yer vermiştir. Hasan Çelebi, tezkiresine ekseriyetle ilmiye sınıfına mensup şâirleri almış; meşhur şâirler ile bizzat tanışıp
görüştüğü şâirlerin biyografilerini geniş tutmuş; yeni yetişen ve fazla
tanınmayanların hayat hikâyelerini ise kısaca yazmıştır. Ağır bir dil ve
sanatkârane bir üslûpla yazılan eserde, şâirlerin doğum ve yerleşim yerleriyle ilgili yapılan tarif ve tavsiflerle XVI. asır Osmanlı Devleti’nin
kültür ve sanat coğrafyası gözler önüne serilmiştir.
192 Meredith Owens, Meşâiru’ş-şuara or Tezkire of Âşık Çelebi, London 1971; Filiz Kılıç, Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-şu’ara [İnceleme-Tenkitli Metin], 3 c., İstanbul
2010; Âşık Çelebi ve Şairler Tezkiresi Üzerine Yazılanlar, derleyenler: Hatice Aynur-Aslı Niyazioğlu, İstanbul 2011.
193 Kınalı-zade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şuarâ, haz. İbrahim Kutluk, 2 c., 2. baskı,
Ankara 1989; Aysun Sungurhan, Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-şu’arâ [İnceleme-Tenkitli Metin], 2 c., Doktora tezi, Gazi Üniversitesi, 1999.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 385
Beyânî tarafından 1006/1597-98 tarihinde yazılan ve Beyânî Tezkiresi194 olarak da bilinen bir diğer şuarâ tezkiresi, Hasan Çelebi Tezkiresi’nin özeti mahiyetindedir. Tezkire bir mukaddime ve iki bölüm hâlinde
tertip edilmiştir. Mukaddime kısmında, şiir ve şâir hakkında bilgi verilip
tezkire kelimesinin anlamı üzerinde durulmuştur. Tezkirenin birinci bölümünde 5 sultan, 4 şehzade şâir, ikinci ve asıl bölümünde ise 368 şâirin
biyografisi verilmiştir.
Künhü’l-ahbâr’da her padişah devrinden sonra tanınmış şeyhler, ilim
adamları ve şâirlerin hayat hikâyeleri ve eserleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Bu önemli tarih kitabının şâirlerin biyografilerini konu edinen
bölümü Mustafa İsen tarafından yayımlanmıştır195.
Şerhler ve Lügatler
Bu dönemde Fars edebiyatının en çok okunan eserleri olan Gülistân,
Bostân ve Hâfız Divanı ile Mevlânâ’nın Mesnevî’sine birçok şerh yazıldığı görülmektedir. Gülistân’a bu asırda Şâhidî, Lâmi‘î Çelebi, Rüşdî,
Sûdî196, Şem‘î197, Hevâyi-i Bursevî ve Hüseyin el-Kefevî198 Türkçe şerhler yazmışlardır. Bunlardan Rüşdî199 ile Lâmi’î200’ninki Gülistân’ın önsözünün şerhidir201. Sûdî ise Gülistân Şerhi’ni yazmadan önce, Sa’dî’nin
Gülistân isimli eserinin dîbâcesinde geçen bir beytin şerhini ihtiva eden
bir risale de kaleme almıştır.202 Yakûb İbni Seyyid Ali ile Sürûrî diye
194 Beyânî Mustafa bin Carullah, Tezkiretü’ş-şuarâ, hzr.: İbrahim Kutluk, Ankara
1997; Aysun Sungurhan, Beyânî Tezkiresi [İnceleme-Tenkitli Metin], Yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi, 1994.
195 Künhü’l-ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Ankara 1994.
196 Ozan Yılmaz, Gülistân Şerhi [Sûdî-i Bosnevî], İstanbul 2012; Ozan Yılmaz, Sadî
ile Sûdî Arasında Gülistan Şerhi’nden Seçmeler, İstanbul 2011.
197 Seyhan Dündar, Şem’î Şem’ullah’ın Şerh-i Gülistân’ı, Yüksek lisans tezi, Ege
Üniversitesi, 1998
198 Bu eser üzerine Gözde Özcanar tarafından doktora tezi (Hüseyin Kefevî ve
“Bûstân-efrûz-ı Cinân Der-Şerh-i Gülistân”ı (İnceleme-Tenkitli metin) hazırlanmaktadır.
199 Şükrü Baştürk, “Rüşdî’nin Şerh-i Dîbâce-i Gülistân’ında XVI. Yüzyıl Türkçesinin
Söz Varlığı”, Turkish Studies, 4/6, 2009, s. 22-38.
200 İbrahim İmran Öztahtalı, Lâmi’î Çelebi, Şerh-i Dîbâce-i Gülistân [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Uludağ Üniversitesi, 1997.
201 Hülya Canpolat, Sa’dî’nin Gülistân Önsözüne Yapılan Türkçe Şerhlerin Karşılaştırmalı İncelenmesi, Doktora tezi, Ege Üniversitesi, 2006.
202 Nazif M. Hoca, Sûdî, Hayatı, Eserleri ve İki Risalesinin Metni, İstanbul 1980, s.
386 Prof. Dr. Ahmet Kartal
meşhur Mustafa bin Şa’bân ise Arapça olarak şerh etmişlerdir. Ayrıca bu
asırda Gülistân’nın okuyucular tarafından daha iyi ve kolay bir şekilde
anlaşılabilmesini sağlamak için iki tane sözlük hazırlanmıştır. Bunlardan kim tarafından telif edildiği bilinmeyen Kitâb-ı Lûgat-ı Gülistân,
Gülistân’da geçen Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe karşılıklarını
vermek amacıyla hazırlanmış olup Arapça ve Farsça olarak yaklaşık 350
civarında madde içermektedir. Yine müellifi belli olmayan Müşkilât-ı
Gülistân, Gülistân’dan derlenen Arapça ve Farsça kelimeler muhtemelen Gülistân’ın metni takip edilerek ve ona bağlı kalarak tertip edilmiş
olup yaklaşık bin civarında madde ihtiva etmektedir. Kemâl Paşa-zâde
ise, Gülistân’a Nigâristân ismiyle bir nazire yazmıştır. Eser Gülistân gibi
1 mukaddime ve 8 bölümden ibaret olup her iki eserin bâblarında işlenen
konular da paralellik göstermektedir203.
Bostân’a Sürûrî, Şem‘î, Sûdî ve Hevâyî-i Bursevî birer şerh yazmışlardır. Bunlar içerisinde en tanınmış ve en meşhuru Sûdî’nin şerhidir.
Nitekim Kâtib Çelebi Keşfu’z-zunûn isimli eserinde, Sûdî’nin şerhinin,
şerhlerin en güzeli, en basiti ve gerçeğe en yakını olduğunu ifade etmiştir. Bu asırda Sa’dî’nin Bostân isimli eseri için Lugat-ı Bostân-ı Şeyh
Sa’dî-i Şîrâzî isimli bir sözlük de tertip edilmiştir. Müellifi belli olmayan
sözlükte, Arapça ve Farsça yaklaşık 1200 kelimenin Türkçe karşılığı verilmiştir.204
Bu asırda Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’neviyye’sine de çeşitli şerhlerin
yazıldığı görülmektedir. Bunlardan Sûdî’nin şerhinin tam nüshası henüz
bulunamamıştır. Ancak bugün VI. cildinin bir bölümünün Türkçe şerhini
ihtiva eden eksik bir nüsha205 eldedir. Kaynaklarda hakkında herhangi bir
bilgi tespit edilemeyen Ebu’s-Su’ûd b. Sa’dullâh b. Lutfullâh b. İbrahîm
el-Hüseynî el-Kayserî’nin Mesnevî Şerhi, Mevlânâ’nın eserinin birinci
cildinin mensur Türkçe şerhidir. Hacı Pîrî Efendi’nin İntihâb-ı Şerh-i
Mesnevî’si, Mesnevî’nin birinci cildinden seçme, mensur Türkçe tercüme ve şerhtir. Şem’î’nin Şerh-i Mesnevî206’si, bu asırda Mesnevî’nin altı
44-62 [metin].
203 bk. Ahmet Kartal, “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Gülistân İsimli Eseri’nin Türkçe Tercümeleri”, Bilig, nr. 16, Ankara 2001, s. 109-18.
204 Ahmet Kartal, “Sa’dî-i Şîrâzî’nin Bostan İsimli Eserinin Türkçe Tercüme ve Şerhleri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, nr. 5, İstanbul 2001, s. 115-19.
205 İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Belediye nr. 451, Film nr. 189.
206 Şeyda Öztürk, Şem’î’nin Mesnevî Şerhi, Doktora tezi, Marmara Üniversitesi,
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 387
cildine tam olarak yapılan tek mensur tercüme ve şerhtir. Esrâr Dede, her
ne kadar bu Türkçe şerhin pek meşhur olduğunu ve her Mevlevî dervişinin hücresinde birkaç formasının bulunduğunu belirtse de, Şem‘î’nin
pek çok yerde yanıldığı aynen Hâfız şerhinde olduğu gibi bu şerhinin de
baştan sona hatalarla dolu olduğu belirtilmektedir. Nev’î’nin, Mesnevî’de
geçen iki beyti şerhettiği Şerh-i Du Beyt-i Mesnevî isimli eseri bugün
için kayıptır. Yûsuf-ı Sîneçâk’ın Mesnevî’den aralarında anlam bütünlüğü olan 366 beyti seçerek oluşturduğu Cezîre-i Mesnevî’yi, Bağdat’ta
bulunan Dervîş İlmî adında bir Mevlevî dedesi Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
ismiyle Türkçe olarak şerh etmiştir. Sürûrî ise Mesnevî’ye Farsça bir şerh
yazmıştır. Zarîfî Hasan Çelebi’nin Keşfü’l-esrâr ve Matla’u’l-envâr’ı,
Mesnevî’in birinci cildinden seçilen bazı beyitlerin Farsça şerhinden ibarettir. Mesnevî’nin okuyucular tarafından daha iyi ve kolay bir şekilde
anlaşılabilmesi için Mesnevî sözlüklerinin yazıldığı görülmektedir. Bu
tür sözlüklerden XVI. asrın sonuna kadar sadece yazarı bilinmeyen ve
Mesnevî’nin beyitlerinde geçen, ancak pek tanınmayan kelimelerin izah
edilerek beyitlerin daha iyi anlaşılması amacıyla hazırlanan Müşkilât-ı
Mesnevî207 ile karşılaşmaktayız. Ayrıca Sûdî, Mesnevî’de geçen bazı
ıstılahları ve anlaşılması güç kelimeleri açıklamak için Farsça olarak
Risâle-i Müşkilât ve Istılâhat-ı Mesnevî208 isminde bir eser yazmıştır. Bu
dönemde Sürûrî209, Sûdî210 ve Şem’î ayrıca Hâfız Dîvânı’na da şerhler
yazmışlardır. Bunlar içersinde, Hâfız’ı en iyi şekilde anlayan, çeviren ve
yorumlayanın Sûdî olduğu ifade edilmektedir. Zâhid bin Muhammed de
1005/1597 tarihinde Sürûrî’nin Hâfız’ın şiirlerini tasavvufî olarak şerh
207
208
209
210
2003; Abdülkadir Dağlar, Şem’î Şem’ullâh Şerh-i Mesnevî I. Cilt, Doktora tezi,
Erciyes Üniversitesi, 2009.
Cesur Sultanoğlu, Mesnevî Sözlüklerinden Müşkilât-ı Mesnevî [İnceleme-Tercüme-Sözlük], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 2001.
Çorum Umumî (İl Halk) Kütüphanesi, nr. 1873/3.
Ahmet Faruk Çelik, Sürurî’nin Hâfız Dîvânı Şerhi’nin İncelenmesi, Yüksek lisans
tezi, Selçuk Üniversitesi, 1996; Meral Oğuz (Ortaç), Sürûrî’nin Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’ı [15 Varağının Transkripsiyonu], Yüksek lisans tezi, Ege Üniversitesi, 1998.
Sûdî, Şerh-I Dîvân-I Hâfız, 3 c., Bulak 1250; Yasemin (Ertek) Morkoç, Sûdî-i Bosnavî’nin Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’ı, Yüksek lisans tezi, Ege Üniversitesi, 1994; Adnan
Şimşek, Sûdî’nin Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’ının I. Cildinde Klâsik Türk Edebiyatı İle İlgili Kavramlar, Kırıkkale Üniversitesi, 2004; Hacer Aslan, Sûdî’nin Şerh-i Dîvân-ı
Hâfız’ının II. Cildinde Klâsik Türk Edebiyatı İle İlgili Kavramlar, Kırıkkale Üniversitesi, 2004; Ahmet Yaman, Sûdî’nin Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’ının III. Cildinde Klâsik Türk Edebiyatı İle İlgili Kavramlar, Kırıkkale Üniversitesi, 2004.
388 Prof. Dr. Ahmet Kartal
ettiğini, Şem’î’nin ise bu açıklamayı reddettiğini görünce, her beyit için
önce Sürûrî’nin açıklamasını özetlemiş, daha sonra Şem’î’ninkine yer
vererek iki şerhin bir arada görülebileceği ve metnin daha iyi ve rahat
bir şekilde anlaşılabileceği bir eser211 kaleme almıştır. Şem’î’nin Mantıku’t-tayr şerhini burada zikredelim.212
İbn-i Kemâl, Dakâyıkü’l-hakâyık213 adındaki eserinde, Farsça 423 eşanlamlı kelimeyi ele alarak aralarındaki mana farklarını incelemiştir. Niyâzî,
1544 tarihinde el-Lugâtu’n-nevâ’iyye ve’l-İstişhâdâtu’l-cagatâ’iyye214
isimli Çağatay Türkçesinden Osmanlı Türkçesine bir sözlük kaleme almıştır. Ni’metullah Ahmed tarafından 947/1541’de kaleme alınan Lügat-i
Ni’metu’llâh215, yazıldığı tarihe kadar Anadolu sahasında Farsça-Türkçe
olarak oluşturulmuş en kapsamlı sözlüktür. 1545 yılında Muslihiddîn Mustafâ el-Karahisârî tarafından telif edilen Ahter-i Kebîr216, Arapça-Türkçe
bir sözlüktür. Çeşitli Arapça sözlüklerden hareketle oluşturulan Ahter-i
Kebîr’de yaklaşık 25.000 madde başı kelime yer almaktadır.
Diğer Mensur Eserler
Bu asırda kaleme alınan ilmî eserlere de rastlanmaktadır. Gelibolulu
Mustafa Sürûrî’nin Bahrü’l-ma’ârif217’i, bizde edebiyat hakkında çeşitli
bilgiler veren ilk çalışmalardandır. İhtiva ettiği gerek belâgat ve fesahat konularındaki ayrıntılı açıklamalar, gerekse konuların geniş anlatımı
ve Türkçe şiir örneklerinin çokluğuyla dikkati çeken Şerîfî’’nin Hadîkatü’l-Fünûn218’u, Türkçe bir belâgat kitabı görünümündedir. Eserde
211 Nuruosmaniye Kütüphanesi, nr. 3962.
212 Muhittin Turan, Şem’î, Şerh-i Mantıku’t-Tayr, İstanbul 2015.
213 Abdullah Karaca, Kemal Paşazâde’nin Dekâyıku’l-hakâyık’ı [Metin-İndeks],
Yüksek lisans tezi, Kırıkkale Üniversitesi, 2002.
214 Mustafa Kaçalin, Niyâzî Nevâyî’nin Sözleri ve Çağatayca Tanıkları el-Lugâtu’n-nevâ’iyye ve’l-İstişhâdâtu’l-cagatâ’iyye, Ankara 2011.
215 Ni’metullâh Ahmed, Lügat-i Ni’metu’llâh, hzr. Adnan İnce, Ankara 2016.
216 Ahterî Mustafa Efendi, Ahter-i Kebîr, hzr. Ahmet Kırkkılıç – Yusuf Sancak, Ankara 2009.
217 Yakup Şafak, Sürûrî’nin Bahrü’l-ma’ârif’i ve Enîsü’l-uşşâk İle Mukayesesi, Doktora tezi, Atatürk Üniversitesi, 1991; İsmail Güleç, Bahrü’l-ma’ârif’te Geçen Edebiyat Terimleri, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1997; H. İbrahim Okatan, Sürûrî’nin Bahrü’l-ma’ârif’i [İnceleme ve Mukaddime Metni], Yüksek lisans
tezi, Ege Üniversitesi, 1986.
218 Mücahit Kaçar, Hadîkatü’l-fünûn, Türkçe Te’lif Edilmiş Bir Belagat Kitabı, İstanbul 2013; aynı müellif, “Türkçe Te’lîf Edilmiş Bir Belâgat Kitabı: Şerîfî’nin
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 389
bahsedilen konulara verilen Türkçe örneklerin Şerîfî’nin kendi Türkçe
şiirlerinden seçildiği görülmektedir. Ancak eserde zikredilen Arapça ve
Farsça beyitlerin sayısı kadar Türkçe beytin yer aldığı müşahede edilmektedir. Eserde yer alan bütün konulara Türkçe, Arapça ve Farsça beyitlerden örnekler sunan Şerîfî, özellikle muamma ve lügaz konusunda verdiği örneklerinin çoğunluğunu Türkçe vermiştir. Şerîfî, eserinde
klasik belâgat geleneğini doğrudan yansıtmak yerine, yanlış ve yetersiz
bulduğu görüşleri eleştirmiş, tartışmalı meselelerde kendi görüşlerini
belirtmiştir. Muhyî’nin kafiye sanatı hakkında olan Bünyâd-ı Şi’r-ı Ârif
(Risâle-i Kâfiye)219 isimli eseri, 1004/1595-96 tarihinde Mısır kadısı Bâkî
Efendinin isteği üzerine kaleme alınmıştır. Kafiye ile ilgile her hususun
en ince ayrıntısına kadar incelendiği eserde, redifin de ele alındığı dikkat
çekmektedir. Kafiye konusunda Kemâl Paşa-zâde’nin Kâfiye Risâlesi220
isimli bir risalesi vardır. Bu dönemde ayrıca Lâmi’î Çelebi’nin Lem’î
mahlaslı oğlu Dervîş Mehmed’in de Kâfiye Risâlesi (Risâletü’l-kâfiyeti’l-vâfiye)221 isimli bir eseri bulunmaktadır. Zâtî’nin devrin ileri gelen
şahsiyetleri ve şâirleri ile arasında geçen nükteleri derlediği ve bazı meslek erbabını birer cümle ile tanıttığı Letâif222’i nefistir. Lâmi’î Çelebi’den
oğlu Abdullah Çelebi’ye tevarüs eden Letâ’if-i Lâmi’î223 ise, Abdullah
Çelebi tarafından yapılan ilavelerle genişletilmiştir. Burada yer alan latifeler, gerçek olaylardan hareketle oluşturulmasıyla dikkat çekmektedir.
Kınalı-zâde Hasan Çelebi’nin babası Kınalı-zâde Ali Çelebi’nin Ahlâk-ı
Nâsırî’den istifade ederek 1564’te yazdığı Ahlâk-ı Alâî224, uzun müddet
medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu asırda kaleme alınan
Hadîkatü’l-Fünûn İsimli Eseri”, Türkiyat Mecmuası, c. 21, sy. 2, 2011, s. 211-37.
219 Murat Aşıcı, Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif [Transkripsiyon-Gramer İncelemesi], Yüksek
lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1989.
220 M.A. Yekta Saraç-Mustafa Çiçekler, “Kemalpaşazâde’nin Kâfiye Risâlesi” İÜEF
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, nr. XXVIII, 1998, s. 445-77.
221 Abdulkadir Gürer, “Lem’î’nin Kafiye Risâlesi: “Risâletü’l-kâfiyeti’l-vâfiye”, Türk
Dilleri Araştırmaları, nr. 17, 2007, s. 133-76.
222 Mehmed Çavuşoğlu, “Zâtî’nin Letâifi I”, TDED, c. XVIII, İstanbul 1970, s. 25-51;
“Zâtî’nin Letâifi II”, Türk Dili, c. XXIV, nr. 237 Ankara 1971, s. 211-212.
223 Yaşar Çalışkan, Lâmi’î Çelebi, Latîfeler Kitabı - Letâif-i Lâmi’î, İstanbul 2015.
224 Kınalızâde Ali Çelebi, Ahlâk-ı Alâ’î, hzr. Mustafa Koç, ikinci baskı, İstanbul 2012;
Fahri Unan, Ahlak-ı Alâ-î (Çeviriyazı Metin), Kınalı-zade Ali ÇELEBİ, Ankara
2014; Enfel Doğan, Ahlâk-ı Alâî [Metin-Sözlük-Sentaks İncelemesi], Doktora
tezi, İstanbul Üniversitesi, 2006; Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk [Ahlâk-ı Alâ’î],
haz. Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
390 Prof. Dr. Ahmet Kartal
diğer ahlâk kitabı ise Muhyî-i Gülşenî’nin Ahlâk-ı Kirâm225’ıdır. Venedik
baylosu Marino de Cavalli tarafından uyarlanan Cicero’nun De Senectute adlı Latince eseri, Murâd Beg tarafından 1559 tarihinde Der-Medh-i
Pîrî226 adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Yaşlılığın felsefî yorumundan ibaret
olan eser, Fâtih Sultân Mehmed’in babasına yaşlılık konusunda sorduğu
sorular ile babası II. Murâd’ın tıpkı Cicero’nun eserindeki yaşlı Cato gibi
bu sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Nev’î’nin 1596 yılında
Cigalazâde Yûsuf Sinân Paşa adına kaleme aldığı Fezâ’ilü’l-vüzerâ ve
Hasâ’ilü’l-ümerâ227 isimli eseri, vezirlerin hem sultanlar hem de devlet
işlerinin idaresi için gerekli olduğunu ihtiva etmektedir.
Tefsîr ve hadisteki derin bilgisiyle sadece Osmanlı ülkesinde değil,
bütün İslâm dünyasında tanınan ve saygı gören Ebussuud Efendi’nin en
tanınmış eseri, İrşâdü’l-aklı’s-selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-azîm228 isimli tefsiridir. Yûnus bin Halîl’in Mi’yâru’l-esrâr’ı ve Rumelili Za’îfî’nin
Gülşen-i Mülûk229’u bu dönemde yazılan ahlâkî ve didaktik mahiyetteki eserlerdendir. Şiirlerinde Gazâlî mahlasını kullanan Deli Birader’in
“bâh-nâme” tarzında yazmış olduğu ve devrinde de tartışmalar yaratan
eseri Dâfi’u’l-gumûm Râfi’u’l-hümûm230 türünün ilginç örneklerindendir.
Bu asırda geçen asırlarda olduğu gibi sade bir dil ve açık bir üslûpla
kaleme alınan dinî-ahlâkî-tasavvufî eserlerle de karşılaşmaktayız. Birgili
Mehmed Efendi’nin Vasiyyet-nâme231’si, Sofyalı Bâlî’nin Etvâr-ı Seb’a’sı,
Karamanlı Abdüllatif bin Durmuş’un Âdâb-ı Menâzil’i, Âbidî’nin Ravza-
225 Abdullah Tümsek, Muhyî-i Gülşenî ve Ahlâk-ı Kirâm İsimli Eseri, Doktora tezi,
Marmara Üniversitesi, 1995.
226 Mehmet Aydın, Marino de Cavalli, Yaşlılığa Övgü [Der-Medh-I Pîrî], çev. Murad
Beg, Ankara 2007; Abdullah Uçman, Fatih Sultan Mehmed’e Nasihatlar, Sultan
Murad Han, İstanbul 2007.
227 Fatih Koyuncu, “Nev˘î’nin Siyâsetnâme Türündeki Eseri: Fezâ’ilü’l-Vüzerâ ve
Hasâ’ilü’l-Ümerâ”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 17, İstanbul 2016,
s. 215-242.
228 Ebu’s-Suud Muhammed b. Muhammed el-İmadî, İrşâdu’l-aklı’s-selîm ilâ
mezâya’l-Kur’ani’l-Kerim, 6 cilt, Kahire, trhs.
229 Vedat Ali Tok, Mustafa Zaîfî, Gülşen-i Mülûk [Siyâset-nâme], Kayseri 2004; Abdulhakim Koçin, Za’îfî, Gülşen-i Mülûk, Ankara 2005.
230 Selim S. Kuru, A Sixteenth Century Scholar: Deli Birader and His Dâfi ü’l-gumûm
vr Râfi ü’l-humûm, Ph. D. diss. Harvard Universty, 2000.
231 Musa Duman, Birgili Muhammed Efendi, Vasiyyet-nâme [Dil İncelemesi-Metin-Sözlük-Ekler İndeksi ve Tıpkıbasım], İstanbul 2000.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 391
tü’l-islâm232’ı bu tarz eserlerdendir. Ayrıca bazı tarikat şeyhlerinin menkıbelerinin anlatıldığı müellifi bilinmeyen Tezkiretü’l-evliyâ Tercümesi,233
Abdülkerim bin Şeyh Musa’nın Menâkıb-ı Seyyid Harun234’u, Enîsî’nin
Menâkıb-ı Akşemseddîn235’i, Şefik Efendi’nin Cevâhirü’l-menâkıb’ı,
Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Menâkıb-ı Şeyh Mehmed ed-Dagî’si, Yahyâ bin Bahşî’nin Emîr Sultan hakkındaki Menâkıb-ı Cevâhir’i, Muhyî-i
Gülşenî’nin Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî236’si, Lâmi’î Çelebi’nin Menâkıb-ı Veyse’l-karanî’si, Şevkî Mehmed bin Ahmed Efendi’nin Menâkıb-ı
Emîr Sultan237’ı ve İlyas İbn Akhisârî’nin Menâkıb-ı Şeyh Mecdüddin’i,
Mesnevî-hân Mahmûd Dede’nin Mevlânâ’nın halifelerinden Konyalı
Mevlevî şeyhi ve mesnevî-hân Sinan Dede ile Mevlânâ hakkındaki Mürşidü’t-tâlibîn238’i, özellikle kelâm ve tasavvuf ilmi ile bunlarla uğraşanların hâllerinden bahseden, ancak müellifi belli olmayan Mehekkü’l-ilm
ve’l-ulemâ239 da bu bağlamda değerlendirilebilecek eserlerdendir. Nakşibendiyye tarikatının ilk dönem şeyhlerinin menkabelerini ihtiva eden
Ali b. Hüseyn Sâfî’nin Farsça Reşehât-ı Aynü’l-hayât isimli eserini, Trabzonlu Mehmed Ma’rûf Türkçeye tercüme ederek240 III. Murâd’a takdim
etmiştir. Bu asırda Reşehât-ı Aynü’l-hayât’ı tercüme eden şahsiyetlerden
bir diğeri de Muhyî-i Gülşenî’dir241. Muhyî’nin marifet dairelerini ihtiva eden ve açıklayan iki eseri vardır. Bunlardan Devâirü’l-ma’ârif242’te
cihân-nümâ, vücûd, rûh, kalb, nefs, zikr ve mezheb daireleri izah edilmiştir. Üzerine Cüveyri İltuş tarafında yüksek lisans tezi hazırlanan ve
adı Cihân-nümâ olarak isimlendirilen eserin, aslında Devâirü’l-ma’ârif
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
Âbidî, Hayat Kitabı [Ravzatü’l-islâm], İstanbul 2016.
Serhat Küçük, XVI. Yüzyıla Ait Bir Tezkiretü’l-evliyâ Tercümesi, İstanbul 2013.
Cemal Kurnaz, Makâlât-ı Seyyid Harun, Ankara 1991.
Bilal Aktan - Mustafa Güneş, Menakıb-ı Akşemseddîn, Ankara 2011.
Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî, hzr. Mustafa Koç, İstanbul 2014.
Mustafa Okan Baba, Menâkıb-ı Emîr Sultân [Metin-İnceleme-Gramer-Dizin],
Doktora tezi, Marmara Üniversitesi, 1991.
Celal Demir, Mesnevî-hân Mahmûd Dede Mürşidü’t-tâlibîn, Uşak 2008.
Abdurrahman Özkan, Mehekkü’l-ilm ve’l-ulemâ [Giriş-İnceleme-Metin-Dizinler-Tıpkıbasım], Isparta 2009.
Şeyh Safiyyüddin Ali, Reşehât-ı Aynü’l-hayât, terc.: Mehmed Ma’rûf Efendi, İstanbul 1291; Ali bin el-Hüseyin el-Kâşifî, Reşehât Ayn el-Hayât [Can Damlaları],
sadeleştiren: N. Fazıl Kısakürek, İstanbul 1978.
Muhyî-i Gülşenî, Reşehât-ı Muhyî: Reşehât-ı Aynu’l-hayât Tercümesi, hzr. Mustafa Koç, İstanbul 2014.
Cüveyriye İltuş, Muhyî ve Cihân-nümâsı [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi,
Çukurova Üniversitesi, 2010.
392 Prof. Dr. Ahmet Kartal
olduğu İdris Kadıoğlu tarfından tespit edilmiştir.243 Muhyî’nin bu konudaki ikinci eseri ise Temsîl-i Şecer244’dir. Manzum ve mensur olarak
oluşturulan eserde, özgün dairevî şekiller dikkat çekmektedir. Yavuz Sultan Selîm’n menkıbelerini ihtiva eden Harem-i Hümâyûn245 on iki anekdot ile hâtime ve duadan oluşmaktadır. Yavuz Sultan Selîm’in başından
geçen bazı esrarlı olaylar, sultanın vezirlerinden Hasan Can’ın olayları
oğlu Sadeddîn Efendi’ye aktarması yoluyla anlatılmıştır. Bu olayların
bir yönüyle velayet menkabelerini hatırlattığı müşahede edilmektedir.
Vâhidî’nin Kitâb-ı Hâce Cihân ve Netîce-i Cân246’ında Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Bektaşîler, Mevlevîler, Edhemîler, Câmîler ve
Haydarîler gibi ekseriyeti kalenderî eğilimli çeşitli tarikat ve zümreler
hakkında bilgi verilmiştir. Bu asrın konusu itibariyle dikkati çeken eserlerinden olan Hazînî’nin Cevâhiru’l-ebrâr min-Emvâci’l-bihâr247’ı Yesevî
adabı ile Yesevî büyüklerinin menkabelerinden oluşmaktadır. Hazînî’nin
III. Murâd’a sunulmak üzere 1586 yılında İstanbul’da Türkçe olarak kaleme aldığı, özellikle Yesevîlik ve tarikatler tarihi bakımından son derece
önemli olan Menba’u’l-ebhâr fî-Riyâzi’l-ebrâr248 isimli başka bir eseri
daha vardır. Gelibolulu Âlî’nin Hilyetü’r-ricâl249’i tasavvufî-didaktik bir
hüviyete sahiptir. Eserde doğrudan Hz. Peygamber değil, başka kişilerin
hilyelerine yer verilmiştir. Nitekim gayp erenlerinden söz edilen eserde,
onların fizikî özelliklerinden çok makam ve mevkileri ile görevleri üzerinde durulmuştur. En geç bu asırda yazıldığı tahmin edilen Menâkıb-ı Ahi
Cihân-ı Nasreddîn Ahi Evran250, Ahi Evran’ın menkabevî hayatını ihtiva
243 Muhyî, Temsîl-i Şecer, hzr. İdris Kadıoğlu, Ankara 2016, s. 15.
244 Muhyî, Temsîl-i Şecer, hzr. İdris Kadıoğlu, Ankara 2016.
245 Ünal Zal, Harem-i Hümâyûn [İnceleme-Metin-Tıpkıbasım], Gün Förlag Sweden
2015.
246 Vâhidî, Hâce Cihân ve Netîce-i Cân, hzr.: Ahmet T. Karamustafa, Harvard University 1993.
247 Cihan Okuyucu, Hazînî, Cevâhiru’l-ebrâr min-Emvâci’l-bihâr [Yesevî Menâkıbnâmesi], Kayseri 1995; Cihan Okuyucu ve Mücahit Kaçar, İyilerin Dalgalı
Denizlerden Çıkardığı İnciler - Cevâhirü›l-Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr - Yesevîlik
Âdâbı ve Menâkıbnâmesi, Hazînî, İstanbul 2014.
248 Mehmet Mâhur Tulum, Hazînî, Menba’u’l-ebhâr fî-Riyâzi’l-ebrâr “İyilerin Bahçelerindeki Suların Kaynağı” [Giriş-Dil Notları-Özet-Faksimile-Transkripsiyonlu
Metin-Özel Adlar İndeksi], İstanbul 2009.
249 Muna Yüceol Özezen, Gelibolulu Mustafa Ali, Hilyetü’r-ricâl ve Söz Varlığı, Ankara 2011.
250 M. Fatih Köksal, Ana Kaynaklarıyla Türk Ahiliği, Ahilik – Fütüvvet Yazıları, İstanbul 2015, s. 43-71.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 393
etmektedir. Bugün için bilinen tek nüshası Yapı Kredi Bankası Sermet
Çifter Kütüphanesi (nr. 919, v. 83a-91a)’nde bulunmaktadır. Eserin en
önemli yönü, zikredilen 17 menkabeden 10 kadarının başka hiçbir kaynakta bulunmamasıdır. Akhisarlı Nasûh Nevâlî’nin siyasetname türünde
olan Ferruh-nâme251 isimli eseri, Aristo’nun Kitâbu’r-Riyâse ve’s-Siyâse
adıyla Arapçaya tercüme edilen eserinin Türkçeye uyarlanmasından oluşmaktadır. “Dîbâce/Giriş” kısmının haricinde 16 bölümden oluşan eserde;
iman, ihlas, emanet, haya ve edep, tevekkül, sabır, tevazu, şükür, cömertlik, adalet, bağışlama, merhamet, arkadaşlık, danışmanın gerekliliği gibi
konular hakkında bilgi verilmiştir.
Âşık Çelebi’nin Ravzatü’ş-şühedâ Tercümesi252, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Kerbela olayını merkeze alarak kaleme aldığı Ravzatü’ş-Şühedâ’sınının tercümesidir. Eser, her ne kadar şekil olarak kaynak metne
bağlı kalınarak tercüme edilse de, muhteva bakımından çeşitli tasarruflarda bulunularak eserin telifî bir hüviyete sahip olması sağlanmıştır. Âşık
Çelebi tarafından yirmi yedi yaşındayken tercüme edilen eser, kırk yaşında tekrar ele alarak düzenlenmiştir. Kâşifî’nin eserinde Şia mezhebine
ait inançlar her ne kadar belirgin bir şekilde görülmese de, Âşık Çelebi
kendi mezhebi olan Ehl-i Sünnete ve içersinde bulunduğu siyasî ortama
uygun görmediği bazı kısımları eserine almamıştır. Âşık Çelebi’nin bilgi
birikimi ile sanat icra etmedeki hünerini sergilediği Ravzatü’ş-Şühedâ
Tercümesi, oldukça sanatlı ve yer yer anlaşılması zor bir üsluba sahiptir.
Özellikle üslubundaki bu zorluk vesilesiyle fazla tanınmamıştır.
İbrâhîm İbn Hızr es-Sirozî’nin 918/1512-13 tarihinde kaleme aldığı Alâ’imü’n-nübüvve253 isimli eseri, Molla Câmî’nin Hz. Peygamber’in
nübüvvet delillerini anlattığı Şevâhidü’n-nübüvve li-Takviyeti Yakîn
Ehli’l-fütüvve isimli eserinin Türkçe tercümesidir. Dervîş Külhenî’nin
Kitâb-ı Sırr-ı Kalbî254 isimli risalesi, Bayramiyye tarikatıyla ilgilidir.
251 Özlem Akbulak, “ 16. Yüzyıl Siyasetnamelerinden Ferruhnâme’nin Söz Varlığı”,
Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 9/3, 2014, p. 23-42.
252 Kenan Özçelik, Âşık Çelebi, Ravzatü’ş-şühedâ Tercümesi (İnceleme‐Metin),
İstanbul 2016.
253 Erdem Can Öztürk, “Molla Câmî’den Kaynaklarda Zikredilmeyen Bir Tercüme:
İbrahim İbn Hızır es-Sirozî’nin ‘Alâ’imü’n-nübüvve’si”, Sûfî Araştırmaları, c. 6,
sy. 11, 2015, s. 15-30.
254 Muhammed Özdemir, “Tarîkat-ı Bayramiyye’ye Dair Yeni Bir Yazma Eser: Dervîş Külhenî ve Kitâb-I Sırr-I Kalbî Adlı Risalesi”, Sûfî Araştırmaları, c. 6, sy. 11,
394 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Eserde, seyr ü sülûk ve mükâşefe ekseninde tasavvufî birçok konuya değinilip açıklamalar getirilmiştir.
Lâmi’î Çelebi’nin, kış ve bahar sultanlarının Uludağ’da yaptıkları mücadelelerini masal havası içerisinde anlattığı Münâzâra-i Sultân-ı Bahâr
bâ-Şehriyâr-ı Şitâ255 isimli eseri, alegorik mahiyette olup, sanatının zenginliklerini sergilediği efsanevî unsurları ihtiva etmektedir. Ladikli Mehmed
Çelebi’nin Zübdetü’l-beyân256’ı Türkçe kaleme alınan ilk mantık kitabı
olması bakımından önemlidir. Lâmi’î’nin Molla Câmî’den tercüme olarak hazırladığı Şevâhidü’n-nübüvve257 (tlf. 915/1509) adlı bir siyer kitabı
vardır. Kanunî’nin saltanat yıllarında, Molla Câmî’nin Nefahâtü’l-üns adlı
sûfîlerin hâl tercümelerinden bahseden eserini Anadolu’da yetişen sûfîlerin
hayat hikâyelerini de ilâve ederek tercüme etmiştir258.
Bu asırda çeşitli cevâhir-nâmeler de kaleme alınmıştır. Bunlardan Yahyâ bin Muhammed el-Gaffârî, Yâkût fî-Cevheri’l-cevâhiri’l-ma’âdin259 adını verdiği eserini 917/1511’de Piyâle Bey’in isteğiyle Şehzade Korkud adına, Tensûk-nâme-i İlhânî ile Cevher-nâme-i Cedîd’deki bilgileri aktararak
hazırlamıştır. Bu asra ait cevâhir-nâmelerden biri de Za’îfî’nin Farsça bir
eserin tercümesi olan Risâle-i Cevâhir-nâme260’sidir.
Gelibolulu Mustafa Âlî tarafından muhtemelen 996/1587-88 tarihinde tertip edilen ve beş bölümden oluşan Menşeü’l-inşâ261, bazı devlet
büyükleri ile Âlî’nin bizzat kendisi için yazdığı 79 mektuptan oluşmaktadır. Gelibolulu Âlî, Menâkıb-ı Hünerverân262 isimli eserinde meşhur
hattat, müzehhib, mücellit, nakkaş ve ressamların tercüme-i hâllerinden
2015, s. 165-189.
255 Sadettin Eğri, Lâmi’î Çelebi, Bir Bursa Efsanesi [Münâzâra-i Sultân-ı Bahâr
bâ-Şehriyâr-ı Şitâ], İstanbul 2001.
256 Muhsin Korkmaz, Zübdetü’l-beyân, Yüksek lisans tezi, İstanbul Ünv., 2001.
257 Mevlânâ Abdurrahmân Câmî, Şevâhidü’n-nübüvve [Peygamberlik Müjdeleri],
terc. Eden: Mahmûd bin Osmân Lâmiî Çelebi, İstanbul 2011.
258 Abdurrahmân-ı Câmî, Nefehâtu’l-üns min-Hazarâti’l-kuds, terc. ve şerh: Lâmi’î
Çelebi; nşr. Süleyman Uludağ, İstanbul 1993.
259 Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. Hırka-i Sa’âdet nr. 340; İstanbul Üniv. Ktp. Yıldız,
Tabiiye nr. 183; Leipzig Ktp. Doğu Yazmaları CC, LXV, Nuruosmaniye Ktp. nr.
3762.
260 Fatma Sabiha Kutlar, Klâsik Dönem Metinlerinde Değerli Taşlar ve Risâle-i Cevâhir-nâme, Ankara 2005.
261 İsmail Hakkı Aksoyak, Gelibolulu Mustafa Âlî, Menşeü’l-inşâ, Ankara 2007.
262 Müjgan Cunbur, Âlî Hattatların ve Kitap Sanatçılarının Destanları [Menâkıb-ı
Hünerverân], Ankara 1982.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 395
bahsetmiştir. Gelibolulu Mustafa Âlî, Dânişmend-nâme’yi de Mirkâtü’lcihâd263 adıyla yeniden düzenlemiştir.
Bergamalı Kadrî, Türk dilinin grameri olan Müyessiretü’l-ulûm264’unu, 1527’de Veziriazam İbrahim Paşa’ya takdim etmiştir. Muhyî Lisânü’l-muhyî olarak da anılan Bâleybelen265 isimli eseriyle yapma dil, kusursuz dil, ortak dil ve kaynak dil çalışmalarının bilinen ilk müşahhas
örneğini vermiştir. Eser “elsine-i selâse” olarak anılan Türkçe, Arapça ve
Farsçanın imkânlarıyla sufî tecrübenin harmanlandığı eşsiz bir metindir.
Aynı zamanda XIX. asrın medeniyetler ve kültürler Babilinde ortak dil
oluşturma hamlelerinin ilk müjdecisidir. Ayrıca Osmanlı kültür hayatında müspet akisler bırakan; devlet ricali, ilmiye sınıfı ve sufî muhitlerin
ilgisini çeken Bâleybelen, Osmanlı medeniyet tarihinin orijinal bir yüzü
olmakla kalmaz, bilim tarihinde ilk inşa edilen dil olarak da yerini almıştır. Eserde yaklaşık 10000 madde başı kelime yer almaktadır. Cevherî’nin es-Sıhâh adlı meşhur Arapça sözlüğünü Vankulu Mehmed Efendi Vankulu Lügati266 adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. 28 bâbdan, her
bâbın ise 28 fasıldan oluştuğu sözlüğün en önemli yönlerinden biri, bir
Osmanlı müellifinin kaleminden çıkıp da matbaada basılan ilk kitap olmasıdır. Nitekim eser, İbrahim Müteferrika tarafından 31 Ocak 1729 / 1
Recep 1141 tarihinde yayımlanmıştır. Lügatte yer alan kelimeler asıllarının son harflerine göre tertip edilmiş ve karşılıkları verilmiştir. Pîrî Reis,
denizcilik ve coğrafyaya dair olan Kitâb-ı Bahriyye267’sini İbrahim Paşa
aracılığıyla 1525’te Kanunî’ye takdim etmiştir. Seydî Ali Reis, Mısır donanması kaptanlığına tayininden Hindistan yolculuğuna ve oradan Bağdat’a dönünceye kadar başından geçen bazı olayları, giriştiği savaşları,
geçirdiği fırtınaları, gördüğü memleketleri, görüştüğü hükümdarları anlattığı bir seyahat ve hatıra kitabı olan Mir’âtü’l-memâlik268’i, Edirne’de
Kanunîye sunmuştur. Seydî Ali Reis’in Muhît adı ile tanınan Kitâbü’l263 Gelibolulu Mustafa Âlî, Mirkatü’l-Cihâd: Cihadın Basamakları [Dil İncelemesi –
Metin - Dizin], hzr. Ali Akar, İstanbul 2016.
264 Bergamalı Kadri, Müyessiretü’l-ulûm, haz. Esra Karabacak, Ankara 2002.
265 Mustafa Koç, Bâleybelen [İlk Yapma Dil], Muhyî-i Gülşenî, ikinci baskı, İstanbul
2011.
266 Vankulu Mehmed Efendi, Vankulu Lügati, hzr. Mustafa Koç – Eyüp Tanrıverdi, 2
cilt, İstanbul 2014.
267 Pîrî Reis, Kitâb-ı Bahriyye, 4 c., Ankara 1988.
268 Seydi Ali Reis, Mir’âtü’l-memâlik [İnceleme-Metin-İndeks], haz. Mehmet Kiremit, Ankara 1999.
396 Prof. Dr. Ahmet Kartal
muhît fî İlmi’l-eflâk ve’l-ebhur isimli eseri, Hint Okyanusu, deniz astronomisi ve fizikî coğrafya ile ilgilidir. Seydi Ali Reis’in astronomi ve
denizcilikle ilgili diğer bir eseri ise Mir’ât-ı Kâ’inât’tır. Âşık Mehmed’in
Menâzırü’l-avâlim269’i de coğrafya ile ilgilidir. Sultan Selim Camii muvakkiti Mustafa ibn Aliyü’l-muvakkit, Çin ile Fas arasındaki yüz kadar
önemli şehrin İstanbul’dan uzaklıklarının gösterildiği İ’lâmü’l-ibâd fî
A’lâmi’l-bilâd isimli eserini yine Kanunî’ye takdim etmiştir. Bir minyatür ustası ve ressam olan Matrakçı Nasuh, Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i
Irâkeyn adlı eserinde relief tipi kara haritası çizmiştir. Emîr Mehmed ibn
Emîr, 1583’te Amerika hakkında elde edilen bilgileri ihtiva eden Kitâb-ı
İklîm-i Cedîd adıyla bir eser kaleme almıştır. Latince’den tercüme edilen eser, İbrahim Müteferrika tarafından yazar ismi verilmeden Târîh-i
Hind-i Garbî adıyla 1732’de İstanbul’da basılmıştır.
Matrakçı Nasuh, matematik sahasında, daha çok Divan kâtipleri ve
devlet muhasiplerini gözeterek iki Türkçe eser kaleme almıştır. Bunlardan ilki olan Cemâlü’l-küttâb ve Kemâlü’l-hüssâb, 923/1517’de tamamlanarak Yavuz’a ithaf edilmiştir. İkincisi olan Umdetü’l-hisâb ise, ilkinin
genişletilmiş şeklidir. Bu iki eser, Osmanlılar’daki muhasebe matematiğinin incelenmesi açısından oldukça önemlidir. Edirneli şâir Emrî Çelebi, misâha (pratik geometri) hakkında Mecma’ü’l-garâ’ib fi’l-misâha
adlı Türkçe bir eser yazmıştır. Türünde yazılan ilk Türkçe eser olması
bakımından önemlidir. Kanunî dönemi divan muhasiplerinden Yûsuf bin
Kemâl el-Bursevî, divan muhasipleri için Türkçe olarak telif ettiği Câmi’u’l-hisâb adlı eserini Kanunî’ye ithaf etmiştir.
Yavuz’un Mısır’ı fethi sırasında orada bulunup, Osmanlı ordusunda çalışan Ahmed bin Alî Zünbülî er-Remmâl adında bir yazar, Kanûn
fi’d-dünyâ adıyla Arapça bir eser yazmıştır. Bu eser daha sonra III.
Murâd’ın emriyle Kadı Abdurrahman tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Bu eserin Arapçasında yazarın resmi ile eski meşhur hekimlerin ve bilginlerin resimleri olduğu gibi, tarihî hikâyelere de birer resim uydurulmuştur. Türkçe tercümesinde bu resimler yoktur. Eser coğrafya, memleketlerin acayip ve garayibi, efsaneler, astronomi, astroloji, remil ve cifir
konularını ihtiva etmektedir.
269 Âşık Mehmed, Menâzırü’l-avâlim, 3 c., hzr. Mahmut Ak, Ankara 2007.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 397
Kadı Abdurrahman tarih, astronomi ve coğrafyadan bahseden Müneccim Ahmed ibn Ali’nin Kanûn fi’d-dünyâ isimli eserini, III. Murad’ın
şehzadeliği dönemindeki emriyle tercümeye başlamış, 1579’da Acâyib-i
Uzmâ adıyla çeviriyi tamamlamıştır. İstanbul kadılarından Dukakin-zâde Osman Bey, İmam Suyûtî’nin el-Vesâil isimli eserini bazı eklemelerle Türkçeye tercüme etmiştir. Muhammed bin Ali Sipâhî-zâde el-Bursevî, Evzahü’l-mesâlik fî Ma’rifeti’l-buldân ve’l-memâlik adlı eserini
985/1577-78 yılında III. Murad’a ithafen kaleme almış, aynı eseri Esâmiü’l-buldân ismiyle Türkçeye de aktarmıştır. Bedîüzzamân Ebü’l-İzz
İsmâîl b. er-Rezzâz el-Cezerî’nin el-Câmi‘ Beyne’l-ilm ve’l-‘Ameli’n-nâfi‘ fî Sınâ‘ât’il-hiyel adlı eseri, XVI. asrın sonlarında Tercüme-i el-Câmi‘ Beyne’l-ilm ve’l-‘Ameli’n-nâfi‘ fî Sınâ‘ât’il-hiyel270 adıyla Türkçeye
tercüme edilmiştir. Makine/mekanikle ilgili olan eserde, her aletin şekli
verilip nasıl çalıştığı ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Ayrıca alete ait olan
parçaların yapımı ve montajı teker teker anlatılmıştır.
Cerrâhiye ile ilgili olan ve Cerrâh-nâme olarak da anılan Alâ’im-i Cerrâhîn271, İbrâhîm bin Abdullah tarafından kaleme alınmıştır. Eser, Çindâr adlı Süryanice-Yunanca bir tıp kitabından hareketle oluşturulmuştur.
Eserde, Platon, Hipokrat, Galen gibi antik dönem, İbn Sînâ, Muhammed
bin Zekeriyyâ er-Râzî, Zeynüddîn İsmâîl bin Hasen el-Cürcânî gibi İslâmî dönem ve Hekim Şirvânî, Hacı Paşa, Akşemseddîn ve Sabuncuoğlu
Şerefeddîn gibi Osmanlı dönemi tıbbının ünlü isimlerinin tavsiyeleri ile
ilaç terkiplerine de yer verilmiştir. Eser, özellikle hem ateşli silah yaralanmalarından hem de frengi hastalığı ile tedavisinden ilk defa bahsedilmesi bakımından önemlidir. 22 bölümden oluşan eserde, ayrıca çeşitli
yaralanmalar, kırık ve çıkıklar, apseler, tümörler, fıtıklar, dolamalar gibi
rahatsızlıklar ile tedavilerinden de söz edilmektedir.
Nev’î bu asırda yazdığı mensur eserlerle dikkat çekmektedir. Şeyhi
Şâban Efendi’nin yönlendirmesiyle Muhyiddin-i Arabî’nin Füsûsü’l-hikem’ini Keşfü’l-hicâb min Vechi’l-kitâb adıyla tercüme etmiştir. Cenedî, Dâvûd-ı Kayserî ve Molla Câmî’nin şerhlerinden istifade edilerek
yazılan eser, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar gelen yirmi yedi
270 Ebu’l-izz el-Cezerî, Tercüme-i Hiyel: Mekanik Tercümesi [Anonim tercüme (XVI.
yy)], hzr. İhsan Fazlıoğlu – Mustafa Koç, İstanbul 2014.
271 İbrahim bin Abdullah, Alâ’im-i Cerrâhîn: Cerrâh-nâme, hzr. Mehmet Gürlek, İstanbul 2016.
398 Prof. Dr. Ahmet Kartal
peygamberden dolayı 27 fasıl olarak düzenlenmiştir. Tasavvufun en
ihtilaflı ve en karışık meselelerinin gayet açık bir dille anlatıldığı eser,
yer yer güzel şiirlerle süslenmiştir. Onun en çok tanınmış eseri Sultan
III. Murad’a ithaf edilen tarih, hikmet, astronomi, kelâm, fıkıh usûlü,
cedel, tefsir, tasavvuf, rüya tabiri, remil, tılsımlar, tıp, gemicilik, yıldız
bilimi ve faldan bahseden Netâyicü’l-fünûn ve Mehâsinü’lmütûn272 adlı
ansiklopedik kitabıdır. Gazzâlî’ye atfolunan Yevâkîtü’l-ulûm, Abdurrahmân-ı Bistâmî’nin Fevâih-i Miskiyye’si ve Lutfî-i Tokadî’nin Mevzûatü’l-ulûm’u gibi muteber kaynaklardan yararlanılarak yazılan eserde
yer alan ilimler önce tarif edilmiş, sonra mevzu ve gaye olarak tanıtılmış ve ardından örnek üç mesele ortaya konularak cevaplandırılmıştır.
Nev’î’nin önemli mensur eserlerinden olan Nevâ-yı Uşşâk273, Sinan Paşa’nın Tazarru-nâme’de kullandığı üslûba yakın bir üslûpla yazılmış
olup manzum parçalarla süslenmiştir. Münacatla başlayıp devam eden
eser, yine münacatla bitmektedir.
Bâkî, Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle Arapçadan, cihadın faziletlerine dair olan Ahmed b. İbrahim’in Meşâ’irü’l-eşvâk ilâ Mesâri’i’l-uşşâk’ını Fezâilü’l-cihâd274 adıyla tercüme etmiştir. Matrakçı
Nasuh, Harp sanatı ile ilgili olarak ise Tuhfetü’l-guzât isimli bir eser
yazmıştır. Bâkî, İmâm Şihâbüddîn Ahmed b. Hatîbi’l-kastalânî’nin siyere dair olan el-Mevâhibü’l-ledünniyye bi’l-minâhi’l-Ahmediyye’sini
Meâlimü’l-yakîn fî-Sîreti Seyyidi’l-mürselîn275 adıyla türkçeye tercüme
etmiştir.
272 Nev’î Efendi, İlimlerin Özü [Netâyic el-Fünûn], haz. Ömer Tolgay, İstanbul 1995;
Nadir İlhan, Netâyicü’l-fünûn ve Mehâsinü’l-mütûn [Giriş-Metin-Dizinler], Yüksek lisans tezi, Fırat Üniversitesi, 1992.
273 Semra Köse, Nev’î’nin Nevâ-yı Uşşâk, Terceme-i Hadîs-i Erba’în ve Faslün fî
Fazîleti’l-ışk Adlı Eserleri [Metin-İnceleme], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2001.
274 Cevdet Dadaş, Bâkî, Fezâilü’l-cihâd [Metin-Değerlendirme-İndeks], Doktora tezi,
Trakya Üniversitesi, 1995.
275 Mustafa Uluçay, Bâkî, Me’âlimü’l-yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-mürselîn (Mekke Dönemi) [Giriş-İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1999; İsmail Hakkı Turhan, Bâkî’nin Mevâhibü’l-ledünniye Tercümesinde Karmaşık Birleşik Cümle Tipleri, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1992; Ruşen Deniz,
Meâlimü’l-yakîn fî-Sîreti Seyyidi’l-mürselîn Adlı Eserindeki Tümleme Birleşik
Cümleler, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1993.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 399
Hâlâtü’l-kâhire Mine’l-âdâti’z-zâhire276, Mısır’a iki kez giden Gelibolulu Âlî’nin bu yöreye ait gözlemleri ile hatıralarından oluşmaktadır.
Âlî’nin Mevâidü’n-nefâis Fî-Kavâ’idi’l-mecâlis277’i ise bir âdâb-ı mu’âşeret kitabıdır. Medhî’nin Şîr-i Dilîr bâ-Mihr-i Münîr278 isimli aşk ve macera konulu hikâyesi, bu asrın ilginç eserlerindendir. Sade ve akıcı bir dil
ve üslupla kaleme alınan hikâyede, Şîr-i Dilîr ile Mihr-i Münîr arasındaki
aşk konu edilmiştir. Muhyî, Fettâh-i Nîşâbûrî’nin temsilî/alegorik mesnevîsi Hüsn ü Dil’i mensur olarak tercüme etmiştir.279 Medhî’nin Esrâr-ı
Hikmet280 isimli eseri, İbni Sînâ ile kardeşi Ebu’l-hâris’in halk muhayyilesinin oluşturduğu maceraları ihtiva etmektedir. Akhisarlı Şeyh İsâ’nın
menkabelerinden oluşan menakıpnamesi281 de, bu asırda kaleme alınan
mensur eserlerdendir.
Mustafa bin Bâlî’nin “firâset ilmi”yle ilgili bilgileri toplayarak oluşturduğu İlm-i Firâset282’i, Türkçe olarak kaleme alınan eserlerin türü içersinde en dikkate değeri ve önemlisidir. Ta’lîkîzâde Mehmed Subhî’nin
Firâset-nâme283’si, kişilerin neseplerinden, yaşadıkları yerlerden, cinsiyetlerinden, vücutlarındaki azaların hüviyetinden vb. hareketle kişilik analizlerinin nasıl yapılması gerekliliği hususunu ihtiva etmektedir. Yine bu
konuyla ilgili olarak Mustafa İbn-i Evrenos’un Haza Kitab-ı Firasetname
ve Kıyafetname284 isminde yarım kaldığı anlaşılan bir eseri vardır. Bâlî
276 Gelibolulu Mustafa Ali, Hâlâtü’l-kâhire Mine’l-âdâti’z-zâhire, sadeleştiren: Orhan
Şaik Gökyay, Ankara 1984.
277 Gelibolulu Mustafa Âlî, Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları
[Mevâidü’n-nefâis Fî-Kavâ’idi’l-mecâlis], hzr.: Orhan Şaik Gökyay, 2 c., İst. 1978.
278 XVI. Yüzyıldan Bir Aşk Hikâyesi, Medhî’nin Şîr-i Dilîr bâ-Mihr-i Münîr’i, hzr.:
Müjgân Çakır-Hanife Koncu, İstanbul 2010.
279 Berat Açıl, Muhyi’s Hüsn ü Dil: An Allegorical Work, Doktora tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2010.
280 Vahit Türk, Esrâr-ı Hikmet [İbni Sînâ’nın Maceraları], İstanbul 2014.
281 Ramazan Muslu - Sezai Küçük, Akhisarlı Şeyh İsâ Menâkıbnâmesi XVI. Yüzyıl, Sakarya 2003; Kenan Erdoğan, “Akhisarlı Şeyh İsâ Menâkıbnâmesi”nin Neşri
Münâsebetiyle, Sosyal Bilimler, 3/2, 2005, 89-95.
282 Ramazan Sarıçiçek, Mustafa bin Bâlî, İlm-i Firâset [İnceleme-Metin-Sözlük], Malatya 2013; aynı müellif, Mustafa bin Bâlî, Risâle-i Kiyâset-i Firâset/İlm-i Firâset:
Yüzler Hâli Söyler [İnceleme-Sadeleştirme-Metin Tıpkıbasım], İstanbul 2014.
283 Mehmet Gürbüz, Ta’likîzâde Mehmed Subhî Firâset-nâme, Ankara 2016.
284 Melike Gökcan Türkdoğan, “Kıyâfet ve Firâset Bağlamında Mustafa Bin Evrenos’un “Hâzâ Kitab-I Firâsetnâme ve Kıyâfetnâme”si, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 7, sy. 34, s. 172-195.
400 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Efendi’nin Terceme-i Aynü’l-hayât285 isimli tıbbî eseri ise birçok hekimden alıntılanan bilgiler ve tecrübelerden oluşmaktadır. Ancak eserde daha
çok geleneksel ve büyüsel uygulamaların bulunduğu dikkat çekmektedir.
Halk hekimliği kitabı hüviyetine sahip olan eserdeki uygulamaların bir
kısmı tedavi amacı güderken bir kısmı da tedavi etme maksadı dışındadır.
Tedavi amaçlı uygulamalar genellikle hayvansal ürünler, bitkiler ve insan
organları ile hazırlanan tedavi yöntemlerinden oluşmaktadır. Tedavi amacı
dışında olan uygulamalar ise nazara karşı koruyucu, aşk ve muhabbeti arttırıcı, savaşta ve ikili ilişkilerde üstün gelmekgibi çeşitli konularla ilgilidir.
Bu asırda Nasreddîn Hoca’ya ait bazı fıkraların, Nûşirevân’a ait bazı
kıssaların, Şeyh Sa’dî’nin didaktik bazı şiirlerinin, ayrı kalınan sultana
kavuşmanın dile getirildiği parçaların vb. da aralara serpiştirilmesiyle
oluşan Hüsam-ı Sahravî’nin har-nâme hüviyetindeki Tuhfeten li-Hazreti’l-Aliyye286 isimli eseri hüviyeti itibariyle dikkat çeken eserlerdendir.
Bu asırda yazıldığı dönemin içtimaî, kültürel ve folklorik hayatına
dair önemli bilgileri bünyesinde barındıran bazı sûr-nâmelerin de kaleme
alındığı müşahede edilmektedir. Bunlardan Ferâhî’nin Sûr-nâme287’si,
1582 Şenliği’ni anlatan ilk müstakil eser olması bakımından önemlidir.
Sultan III. Murâd’ın oğlu Şehzâde Mehmed için 1582 yılında tertip ettiği
sünnet düğününü ihtiva etmektedir. Bu şenliğin anlatıldığı diğer bir eser
ise, İntizâmî’nin Sûr-nâme288’sidir.
XVII. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
Tezkireler, Biyografik ve Bibliyografik Eserler
XVII. asırda biyografi ve bibliyografyaya dair önemli eserler kaleme
alınmıştır. Bir önceki asırda Garîbî ve Sehî Bey’le başlayan, özellikle
Latîfî ve Âşık Çelebi eliyle mükemmel örnekleri yazılan “şuarâ tezkireleri”, bu asırda da yazılmaya devam edilmiştir. XVI. yüzyıl tezkirecile285 Sibel Murad, “Terceme-i Aynü’l-Hayat’ta Halk Hekimliğine Dair Bulgular”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, yıl: 2, sy. 4,
2014, s. 296-307.
286 Osman Kemal Kayra, Hüsam-ı Sahravî Tuhfeten li-Hazreti’l-Aliyye [Metin-İmlâFonoloji-İndeks], Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1991.
287 Mehmet Özdemir, Ferâhî, Sûrnâme Bir Özge Âlem Osmanlı Pâyıtahtında 1582
Şenliği, Ankara 2016.
288 Mehmet Arslan, Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri 2: İntizâmî Surnâmesi,
İstanbul 2009.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 401
rinin ele aldıkları şâirlerin çoğu kendi dönemlerinden önce yaşadıkları
için, onlar hakkında edinilen bilgilerin hemen tamamı biyografiye girmiştir. Bu sebeple tezkirelerde şâirlerin hayat ve sanatları ile ilgili bölümler, eserlerinden verilen örneklere nazaran daha uzun tutulmuştur.
XVII. asır tezkirecileri ise bunun aksine eserlerinde daha çok çağdaşları
olan şâirlere yer vermişler, muhtemelen bilgi tekrarına düşmemek için
biyografileri kısa tutup örnekleri artırmışlardır. Bu dönemde yazılan tezkireler şunlardır:
Riyâzü’ş-şu’arâ289, Tezkire-i Rızâ ile birlikte XVI. asrın biyografi
ağırlıklı tezkireleri ile XVII. asrın antoloji nitelikli tezkireleri arasındaki geçiş dönemi eserlerindendir. 1016/1607’de yazılmaya başlanıp
1018/1609’da tamamlanan ve bu asrın en dikkate değer tezkiresi olan
Riyâzü’ş-şu’arâ, Sultan I. Ahmed’e ithaf edilmiştir. Eserini yazarken
kendisinden önceki tezkirelerden de istifade eden Riyâzî, 1586’da yazılan Hasan Çelebi Tezkiresi’nden sonra yetişen şâirleri ise kendi topladığı bilgilere dayanarak yazmıştır. Bir önsöz ve “ravza” adı verilen iki
bölümden oluşan tezkirede, toplam 424 şâir hakkında bilgi verilmiştir.
Eserde, şâirlerin hayatı ve sanatı hakkındaki bilgiler kısa tutulurken, şiirlerinden seçilen örneklere geniş yer verilmiştir. Riyâzî, eserine aldığı
şâirler hakkında ciddî değerlendirmelerde bulunmuştur. Eser, hemen bütün şâirlerin ölüm tarihlerinin verilmesi ve şâirlerin ölüm yerlerine dair
verilen tartışmalı bilgiler ile sahibi şüpheli şiirlerin asıl sahiplerinin tespit edilmesi açısından önemlidir. Sade bir dille kaleme alınan eserde, yer
yer şâirlerin makamına ve sosyal statüsüne göre süslü ve ağır bir dil de
kullanılmıştır.
Kaf-zâde Fâizî tarafından 1621 tarihinde kaleme alınan Zübdetü’l-eş’âr290, antoloji niteliğindeki ilk tezkiredir. Eserde XV. asrın ortalarından yazıldığı 1621 yılına kadar yaşamış 14’ü kadın olmak üzere
toplam 515 şâir alfabetik olarak verilmiştir. Bu şâirlerden 57 tanesi sadece Zübdetü’l-eş’âr’da geçmektedir. Özellikle şâirlerin ölüm tarihlerini
vermeye özen gösteren Fâizî, şâirlerin hayatı hakkında bir iki cümle bilgi
vermekle yetinmiş, şiirlerinden bolca örneklere yer vermiştir.
289 Namık Açıkgöz, Riyâzü’ş-şu’arâ, Riyâzî Mehmed Efendi [Metin-Dizin], Yüksek
lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 1982.
290 Bekir Kayabaşı, Kafzade Fâizî’nin Zübdetü’l-eş’âr’ı, Doktora tezi, İnönü Üniversitesi, 1996.
402 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Tezkire-i Rızâ291, 1050/1640 yılında tamamlanarak dönemin padişahı Sultan İbrahim’e sunulmuştur. Eserde, 1000/1591-1050/1640 yılları
arasında ölmüş olan şâirler hakkında bilgi verilmektedir. Eser, kısa bir
önsöz ile iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde on şâir padişaha,
ikinci bölümde ise, 1591-1640 yılları arasında yaşayan 250 şâire yer verilmiştir. Rızâ, şâirlerin hayatına dair Riyâzî’ye göre biraz daha az bilgi
vermiştir. Rızâ, çok tanınmış şâirler hakkında edebî değerlendirmelerde
bulunup sanatları hakkında fikirlerini beyan etmiş, bunların dışındakiler
için ise, çok genel sözler söylemiştir.
Yümnî Tezkiresi292, Kaf-zâde Fâizî’nin Zübdetü’l-eş’âr’ına zeyil olarak kaleme alınmıştır. Zübdetü’l-eş’âr’ın kaldığı 1621’den sonra başlayan tezkire, müellifin 1622 tarihinde ölümüyle yarım kalmıştır. Yümnî,
tezkiresinde çağdaşı olan 29 şâir hakkında bir iki satırlık kısa bilgiler
vermiş, şiirlerinden ise iki beyitle üç gazel arasında örnekler seçmiştir.
Bu şâirlerden 11 tanesi hakkında diğer kaynaklarda bilgi yoktur. Yümnî
Tezkiresi, müellifin ölümüyle yarım kalan eserin müsveddelerini bulan
Ali Emîrî tarafından sonuna Şeyhî’de geçen Yümnî ile ilgili bilgi de eklenerek kitap hâline getirilmiştir.
Âsım tarafından Kaf-zâde Fâizî’nin eserine zeyil olarak kaleme alınan
Zeyl-i Zübdetü’l-eş’âr293 da, antoloji mahiyetindedir. Eserde 1030/1620
tarihinden başlanarak Âsım’ın ölümüne (1086/1675) kadar geçen dönem
içerisinde yer alan 123 şâir bulunmaktadır. Âsım’ın ölüm tarihinden sonra ölen 15 şâirin, esere sonradan eklendiği anlaşılmaktadır. Zeyl-i Zübdetü’l-eş’âr, antoloji niteliğindeki tezkireler içinde en az bilgi veren ve
en çok örnek gösteren tezkire olarak dikkat çekmektedir. Bu asır tezkirelerinden biri de Güftî tarafından mesnevî nazım şekliyle kaleme alınan
Teşrîfâtu’ş-şu’arâ’dır.
Afşar Türklerinden olan Sâdıkî-i Kitâbdâr, bu dönemde Anadolu dışında tezkire yazan ikinci kişidir. Çağatay Türkçesiyle yazılan ve Şâh
291 Ahmed Cevdet Paşa, Tezkire-i Rızâ, İkdam Matbaası, İstanbul 1316; Gencay Zavotcu, Rıza Tezkiresi [İnceleme-Metin], İstanbul 2009.
292 M. Salih Yümnî, Tezkire-i Şu’arâ-i Yümnî (İnceleme-Tenkidli Metin-İndeksli Tıpkıbasım), hzr. Sadık Erdem, Ankara 2013; Sadık Erdem, “Mehmed Sâlih Yümnî,
Tezkire-i Şu’arâ-i Yümnî”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, nr. LV, İstanbul
1988, s. 85-112.
293 Ali Osman Coşkun, Seyrek-zâde Mehmed Âsım’ın Hayatı ve Zeyli Zübdetü’l-eş’âr
Adlı Eseri, Yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi, 1985.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 403
İsmail I devrinin başlangıcından, yazıldığı dönemin sonuna kadarki
zaman dilimi içerisinde yer alan İran ve Türk asıllı şâirleri kapsayan
Mecma’u’l-havâs294, bir önsöz, Mecâlisü’n-nefâis’teki usule ve tertibe
uyularak sekiz mecma’a (tabaka) ve bir hâtimeden oluşmaktadır. Sâdıkî, eserinde Orta Asyalı Türk şâirlerin yanında Anadolulu şâirlere de
yer vermiştir. Sâdıkî-i Afşar’ın Külliyât’ında yer alan Mecma’u’l-havâs
isimli tezkiresinin “altıncı mecma’”ının sonunda geçen Mîr Sadrüddîn
Muhammed’in biyografisinden sonra ve Mevlânâ Tab’î-i Yezdî’nin biyografisinden ise önce, Mecma’u’l-havâs’ın içeriğiyle örtüşmeyen 138
Osmanlı şairi hakkında kısa bilgiler ile eserlerinden örneklerin yer aldığı
müstakil bir tezkire295 bulunmaktadır. Sadıkî-i Afşar’a ait olmayan ve
kim tarafından tertip edildiği bilinmeyen tezkirede zikredilen şairlerin
XVI. ve XVII. yüzyıllarda yaşadıkları dikkat çekmektedir. Bu şairlerden
17’si Sehî Bey, 34’ü Latîfî, 69’u Âşık Çelebi, 55’i Ahdî-i Bağdâdî, 77’si
Kınalızâde Hasan Çelebi, 56’sı Beyânî, 87’si Riyâzî ve 112’si Fâizî tezkirelerinde yer almaktadır. Antoloji niteliğinde olan, “mukaddime” ve
“hâtime” kısımları olmayan bu tezkirede yer alan şairlerin biyografileri
çok kısa tutulmuştur. Tezkire yazarı, çoğu zaman şairin sadece mahlasını
zikretmiş, ismini ise açıklamamıştır. Daha sonra ise şairin hangi şehirden veya bölgeden olduğunu, sanatını ve mesleğini belirtmiştir. Şairlerin
şiirlerinden iki ila on beyit arasında örnekler verilmiştir. Tezkirede yer
alan bir çok şairin Rûmî nisbesiyle anılması, eserin Rum yani Anadolu
dışında yazıldığını düşündürtmektedir. Ayrıca eserde özellikle Vardarlı
şairlere geniş yer verilmesi dikkat çekmektedir.
Bu yüzyılda tezkirelerin dışında “biyografi”ye dair eserlerin yazıldığı da görülmektedir. Bu tip eserlerin başında Nev’î-zâde Atâ’î’nin Mecdî’nin Şakâyıku’n-nu’mâniyye tercümesi Hadâiku’l-hakâyık’ına zeyli
olan Hadâiku’l-hakâyık fî Tekmileti’ş-şakâyık296 isimli eseri gelir. Atâ’î
294 Tezkire-i Mecma‘u’l-havâs be-Zebân-i Turki-yi Çagatay, nşr. Abdurresûl Hayyâmpûr,
Tebrîz 1327; Ahmet Kartal, “Sadîkî-i Kitâbdâr’ın Mecma’u’l-havâs İsimli Tezkiresi
ve Onda Yer Alan Anadolulu Şâirler”, Türk Kültürü, nr. 440, s. 42-50
295 Vüsale Musalı, “Türk Tezkireciliğinin Araştırılmamış Bir Sayfası”, bilig, sy. 72,
2015, s. 73-92.
296 Abdulkadir Özcan, Nev’îzâde Atâ’î, Hadâ’iku’l-hakâyık fî-Tekmileti’ş-şakâyık,
Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, c. II İstanbul 1989; Adnan R. Karabeyoğlu,
Nev’î-zâde Atâ’î’nin Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’ş-şakâik İsimli Eserinde Geçen
Yabancı Kelime Grupları ve Yapılarına Göre Türkçe Cümle Türleri, Yüksek lisans
tezi, İstanbul Üniversitesi, 1996)..
404 Prof. Dr. Ahmet Kartal
eserini Mecdî’nin çevirisi ile kendisinden önce yapılan ekleri göz önünde
tutarak hazırlamıştır. Tertip olarak Taşköprî-zâde’ye uyan Atâ’î, her padişah dönemine bir tabaka tahsis etmiş ve 1044/1634-35 tarihine kadar
yetişen 1000 civarında âlim ve şeyhin biyografisini vermiştir. Atâ’î zeyli,
özellikle her padişah devrinin tarihî hadiselerini de kısaca ihtiva etmesiyle
Mecdî’nin eserinden ayrılır. Eser, mufassal oluşu, 78 yıl gibi uzunca bir
devreyi içine alması ve özellikle sıhhati bakımından aynı dönemleri kısmen alan öteki zeyillerden üstündür. Ali bin Bâlî ise, Taşköprî-zâde’nin
Eş-Şakaiku’n-nu’mâniyye fî Ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye isimli eserine,
el-Ikdü’l-manzûm fî Zikri Efâdıli’r-Rûm297 adıyla Arapça bir zeyil yazmıştır. Müellif, Taşköprî-zâde’nin bıraktığı yerden III. Murad devrine kadar
yetişen âlim ve şeyhlerin biyografisi hakkında bilgi vermiştir. Kâtib Çelebi’nin Arapça kaleme aldığı Süllemü’l-vusûl ilâ Tabakâti’l-fuhûl’u da,
alfabetik olarak tertip edilmiş bir biyografi kitabıdır. İki bölüm olan eserin, birinci bölümünde, kendi isimleriyle tanınmış meşhur olanlar, ikinci
bölümünde ise, nesep, künye ve lakaplarıyla tanınan kişiler sıralanmıştır.
Oldukça sade bir dille yazılan eser, Keşfü’z-zünûn’da adı geçen kitapların
yazarlarına ait bir indeks görünümündedir. Baldır-zâde Selîsî Şeyh Mehmed tarafından 1059/1649’da kaleme alınan Ravza-i Evliyâ298 da biyografik bir eserdir. Târîh-i Vefeyât veya sadece Vefeyât diye de anılan eserde,
Bursa’da gömülü 256 velinin hayatı anlatılmaktadır. Hulvîzâde Mahmûd
Cemâleddîn’in Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye299’si, Halvetiyye
tarikatı şeyhleri ile halifeleri hakkında bilgi veren önemli bir kaynaktır.
Bu asırda “bibliyografya”ya dair Kâtib Çelebi tarafından Arapça olarak Keşfü’z-zünûn an Esâmi’l-kütübi ve’l-fünûn300 adıyla çok önemli bir
çalışma kaleme alınmıştır. Eser, İslâm dünyasında kendi dönemine kadar
297 Eser Mısır Bulak’ta 1299 ve 1310 tarihlerinde basılmıştır. O. Rescher tarafından
ise Almancaya çevrilerek yayımlanmıştır (Stutgart 1934).
298 Mefail Hızlı, Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed, Ravza-ı Evliyâ, Bursa 2000.
299 Hulvîzâde, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemezât-ı Ulviyye [Büyük Velilerin Tatlı Halleri], hzr.: M. Serhan Tayşi, İstanbul 1993.
300 Gustav Leberecht Flügel, Lexicon Bibliographicum et Encyclopaedicum a Mustafa ben Abdallah Kâtip Jelebi dicto et nomine Haji Khalfa celebrato, I-VII, London
1835-1838; Şerafettin Yaltkaya, Min-Kitâbi Keşfi’z-zunûn ‘An-Esâmî’l-Kütübi
ve’l-Funûn, 2 c., İstanbul 1971; Şerafettin Yaltkaya - Kilisli Rıfat Bilge, Keşf-elZunun, Kâtib Çelebi I -II. Cilt (Takım), Ankara 2014; Rüştü Balcı, Keşfü’z-zünûn
an Esâmi’l-kütübi ve’l-fünûn [Kitapların ve İlimlerin İsimlerinden Şüphelerin Giderilmesi] Türkçe Çeviri, Kâtip Çelebi, c. 1-5, İstanbul 2007.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 405
her konuda yazılmış eserler ve bunların yazarları hakkında kısa bilgiler
veren büyük bir bibliyografya sözlüğüdür. Kâtib Çelebi, yirmi bir yılda
tamamladığı eserinde gerek kendisinin doğrudan okuduğu gerekse sahaflarda ve kütüphanelerde gördüğü 14500 kadar kitap ve risaleyi tanıtmıştır. 10000 kadar yazar adının geçtiği eserin çeşitli bölümlere ayrılmış
olan giriş kısmında, ilmin önemi, değeri, taksimi ve tarihi üzerinde durulmuş, bütün ilimlerin adları, tarifleri ve konuları verilmiştir.
Tarihler
Bu yüzyıl, gerek önceki gerekse sonraki asırlarda olduğu gibi tarih yazıcılığı bakımından oldukça zengindir. Tarih yazıcılığının, önünde geçmiş
asırların birikimi olduğu için, oldukça başarılı örnekleri verilmiştir. Hasan
Bey-zâde Ahmed, Târîh-i Âl-i Osmân301 adlı eserinde önce Tâcü’t-tevârîh’i,
dilini biraz sadeleştirerek özetlemiş, daha sonra onun bıraktığı yerden Sultan I. Ahmed zamanı sonlarına, 1032/1622 yılına kadar devam eden olayları almıştır. Bu asrın tarih alanındaki isimlerinden olan İbrahim Peçevî’nin
eseri302, 926/1520 tarihinden 1049/1639 yılına kadar meydana gelen olayları kapsamaktadır. Peçevî, döneminde vuku bulan olayları, kendi müşahedelerine göre kaleme almıştır. Eserinde sosyal ve kültürel olaylara da
kısaca değinen yazar, padişahlar döneminde yetişen vezirlerin, defterdar ve
nişancıların, ümeranın, bilginlerin ve şeyhlerin biyografilerini de vermiştir. Nihâdî’nin Tevârîh-i Âl-i Osmân geleneğine uygun bir şekilde kaleme
aldığı Târîh-i Nihâdî303 isimli eserinde Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan
1097/1685 yılına kadar vuku bulan olaylar anlatılmıştır.
Karaçelebi-zâde Abdülaziz Efendi’nin Ravzatü’l-ebrâr304’ı genel bir
301 Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Hasan Bey-zâde Târîhi (Tahlil - Kaynak Tenkidi), 3
c., hzr. Şevki Nezihi Aykut, Ankara 2004.
302 Târîh-i Peçevî, c. I, İstanbul 1281, c. II, İstanbul 1283; Bekir Sıtkı Baykal, Peçevi
İbrahim Efendi Peçevi Tarihi, II c., Mersin 1992; Hamdi Şimşek, Peçevî Tarihi
[355b-364b, Zeyl 365a-393a Metin, Dizin, Özel Adlar Sözlüğü], Yüksek lisans
tezi, Marmara Üniversitesi, 2005.
303 Hasine Biga, Târîh-i Nihâdî [1b-80a] Transkripsiyon ve Değerlendirme, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2004; Satiye Büşra Uysal, Târîh-i Nihâdî
[80b-152a] Transkripsiyon ve Değerlendirme, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2004; Nalan Özkasap, Târîh-i Nihâdî [152b-233a] Transkripsiyon ve Değerlendirme, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2004.
304 Ravzatü’l-ebrâr, Bulak 1248; Kara Çelebi-zâde Abdulazîz Efendi, Ravzatü`l-Ebrâr
Zeyli (Tahlil ve Metin) 1732, hzr. Nevzat Kaya, Ankara 2003.
406 Prof. Dr. Ahmet Kartal
dünya tarihi olup Sultan İbrahim’e ithaf edilmiştir. Yaratılıştan 1056/1646
yılına kadar gelen ve dört bölümden oluşan eserin, sadece dördüncü bölümü Osmanlı tarihiyle ilgilidir. Müellifin Tâcü’t-tevârîh’e zeyil olarak
kaleme aldığı Süleymân-nâme305, Kanunî Sultan Süleyman dönemi tarihini ihtiva etmektedir. Karaçelebi-zâde’nin Târîh-i Feth-i Revân ve Bagdâd diye de isimlendirilen Zafer-nâme’sinde Revan ve Bağdat’ın kuşatılması ve fethedilmesi anlatılmıştır. İçinde peygamberlerden bahsettiği
Mir’âtü’s-safâ adlı eseri de tanınmıştır.
Bu dönem tarihçileri içerisinde dikkat çekenlerden birisi de Naîmâ’dır
(ö. 1716). Osmanlı Devleti’nde ilk vak’anüvis306 olması ona ayrı bir özellik kazandırmıştır. Naîmâ Tarihi diye anılan ve tam adı Ravzatü’l-hüseyn
fî Hulâsâti Ahbâri’l-hafikayn307 olan eser, 1000/1591’den 1070/1659 yılına kadar gerçekleşen olayları ihtiva etmektedir. 1700 yılında telifine
başlanan eserde III. Murad, III. Mehmed ve I. Ahmed zamanlarından
sonra vezirlerin, âlimlerin ve şeyhlerin biyografileri verilmiş, bundan
sonra ölenlerin biyografileri ise “vefeyât” başlıkları altında gösterilmiştir. Bu asırda yazdığı tarihî eserlerle dikkat çekenlerden biri de Kâtib
Çelebi’dir. Türkçe Fezleke308’de 1000/1591’den 1065/1654-55 tarihine
kadar geçen tarihî olaylara yer verilmiştir. Yıllara göre tertip edilen eserde, her yılın sonunda o yıl içinde ölen devlet adamlarıyla bilgin, şâir,
şeyh ve başka kimselerin hayatları ve eserlerinden kısaca bahsedilmiştir. Tuhfetü’l-kibâr fî Esfâri’l-bihâr309, 1055/1645-46’da başlayan Girit
Seferi dolayısıyla yazılmış bir denizcilik tarihidir. Takvîmu’t-tevârîh310,
Hz. Âdem’in yeryüzüne inmesinden 1058/1648 tarihine kadar geçen zamanda, tarihlerin yazdığı olaylar ve daha önce kendisinin yazdığı tarih
kitaplarının özellikle de Arapça Fezleke’sinin kronolojisi mahiyetinde305 Süleymân-nâme, Bulak 1248.
306 Tarihî hadiselerin kayıt ve zaptı için tayin olunan resmî memurun unvanı.
307 Târîh-i Na’îmâ, 6 c., Matbaa-i Âmire, İstanbul 1280-1281; Zuhûrî Danışman,
Târîh-i Na’îmâ, 6 c., İstanbul 1967-1969; Zeki Arslantürk, Nâîmâ’ya Göre Osmanlı Devleti’nin Çöküş Sebepleri, Ankara 1989.
308 Kâtib Çelebi, Fezleketü Akvâli’l-Ahyâr fî ‘İlmi’t-târîh ve’l-Ahbâr (Fezleketü’t-tevârîh), Seyyid Muhammed es-Seyyid (Takdim, İnceleme ve Lahikaları
Terc.), Ankara 2009.
309 Orhan Şaik Gökyay, Tuhfetü’l-kibâr fî Esfâri’l-bihâr [Deniz Savaşları Hakkında
Büyüklere Armağan], 2 c., İstanbul 1980.
310 Kâtip Çelebi, Takvimü’t-Tevarih (İndeksli Tıpkı Basım). hzr. Semiha Nurdan, Ankara 2009.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 407
dir. Târîh-i Frengi Tercümesi311, Johan Carion’un Chronik adlı eserinin
çevirisi olup, Şinasî, Tasvîr-i Efkâr gazetesinde tefrika olarak bu eserden
parçalar yayımlamıştır. Mîzânü’l-hakk’ta kısaca Revnaku’s-saltana (Kostantıniyye Tarihi) diye zikredilen Târîh-i Kostantıniyye ve Kayâsire’de
1577 tarihine kadar gelen olaylar bir Kitâb-ı Kebîr’den çevirme ve seçme yoluyla anlatılmıştır. Kâtib Çelebi’nin bu alanda yazdığı Kanun-nâme ve İrşâdu’l-hayârâ ilâ Târîh-i Yunan ve’n-nasârâ isimli eserleri de bulunmaktadır.312 Solak-zâde Mehmed Hemdemî’nin Solak-zâde Tarihi313,
Nâbî’nin Fetih-nâme-i Kamaniçe314, Abdî’nin Abdî Tarihi315, Silahdar
Fındıklılı Mehmed Ağa’nın Silahdar Tarihi ve Nusret-nâme’si, Edirneli Abdurrahman Hıbrî’nin Defter-i Ahbâr316’ı, Kaf-zâde Fâizî’nin Hasenât-ı Hasen’i, Şeyhülislâm Mehmed Efendi’nin İbtihâcü’t-tevârîh317’i,
Ahmed bin Lütfullah’ın Câmi’ü’d-düvel318’i, Mustafa Sâfî’nin Zübdetü’t-tevârîh319’i, Sultan II. Osman’ın şehit edilmesini ihtiva eden Hüseyin
Tûgî’nin Musîbet-nâme320’si bu asırda yazılan diğer tarihlerdir.
İlmî Eserler
Bu asırda yetişen büyük ilim adamlarından olan Kâtib Çelebi’nin,
eserlerini belgelere ve kaynaklara dayandırması ve objektif davranmasıyla çağından oldukça ileri bir seviyede olduğu görülmektedir. Bu alandaki
eserlerinden Düstûrü’l-amel fî Islâhi’l-halel321, Kâtib Çelebi’nin devlet
311 Kâtip Çelebi, Târîh-i Frengi Tercümesi, hzr. İbrahim Solak, Konya 2010.
312 Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, 2. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları,
trhs.; aynı müellif, Kâtip Çelebi, Ankara 1986.
313 Solak-zâde, Muhammed Hemdemî Çelebi, Târîh-i Solak-zâde [Târîh-i Osmânî],
İstanbul 1297.
314 Şerife Yalçınkaya, Nâbî’nin Nâsirliği ve Kamaniçe Fetih-nâmesi, İzmir 2012; Hüseyin Yüksel, Gazavatnameler ve Nâbî’nin Fetih-nâme-i Kamaniçe Adlı Eserinin
Metni, Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 1997.
315 Faik Reşit Unat, 1730 Patrona İhtilali Hakkında Bir Eser Abdî Tarihi, Ank. 1943.
316 Muhittin Aykun, Abdurrahman Hibrî Efendi, Defter-i Ahbâr [Transkripsiyonu ve
Değerlendirme], Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2004.
317 Muhittin Kapanşahin, Mehmed Efendi ve “İbtihâcü’t-tevârîh” Adlı Eserinin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi, Yüksek lisans tezi, Erciyes Ünv. 1998.
318 Ahmed Ağırakça, Camiü’d-düvel Osmanlı Tarihi (1299-1481), Müceccimbaşı Ahmed b. Lutfullah, İstanbul 1995.
319 Mustafa Sâfî’nin Zübdetü’t-Tevârih’i, 2 c., hzr. İbrahim Hakkı Çuhadar, Ank.2003.
320 Hüseyin Tugi, Musîbetnâme (Tahlil-Metin ve İndeks), hzr. Şevki Nezihi Aykut,
Ankara 2010.
321 Kâtib Çelebi, Siyaset Nazariyesi: Düstûrü’l-amel fî Islâhi’l-halel, hzr. Ensar Köse,
408 Prof. Dr. Ahmet Kartal
felsefesine dair düşüncelerinin bir özeti mahiyetindedir. Osmanlı Devleti’nin bozulan bütçesinin düzeltilmesi için oluşturulan kurulda yer alan
Kâtib Çelebi, görüşlerini bu eserinde dile getirmiştir. Bir mukaddime, üç
fasıl ve bir sonuçtan oluşan eserde yazar, Kanunî döneminden itibaren
başlayan malî ve siyasî bozulmaların düzeltilmesi için bazı tedbirler ile
çözümler önermiştir. Bu tip eserlerden olan Mîzânü’l-hakk fî İhtiyâri’l-ehakk322, Kâtib Çelebi’nin son eseridir. Mîzânü’l-hakk, devrinde şiddetli
tartışmalara sebep olan raks, devir, tütün, afyon, kahve, tegannî, bidat, rüşvet, Firavun’un imanı gibi birtakım meseleler üzerinde müspet fikirler ileri
sürerek bunların niteliğini ortaya koymak ve kuru kavgaları önlemek için
1067/1656’da kaleme alınmıştır. Bu türden değerlendirilebilecek diğer bir
eser ise, Osmanlı ülkelerinin ilk sistematik coğrafya kitabı olan Cihânnümâ323’dır. Kâtib Çelebi bu eserinde kendisinden önce yazılmış Arapça,
Farsça ve Türkçe eserler ile Batılı yazarların coğrafya kitaplarından yararlanarak dünya coğrafyası ile ilgili çeşitli tespitlerde bulunmuştur.324
XVII. asırda “matematik” sahasında yetişen yaklaşık otuz müellif
tarafından 42’si Arapça, 4’ü Türkçe olmak üzere 46 eser kaleme alınmıştır. Matematik alanında Farsça eser yazılmaması dikkat çekmektedir.
Bu asırda daha önceki dönemlerde Osmanlı medreselerinde okutulan Ali
Kuşçu’nun (ö. 879/1474-75) el-Muhammediye fi’l-hisâb adlı eserinin yerine Bahâeddin el-Âmulî (ö. 1031/ 1621-22)’nin Risâle-i Bahâiyye olarak
tanınan Hulâsatü’l-hisâb’ı okutulmaya başlanmıştır. Ayrıca bu dönemde
telif edilen bazı önemli matematik kitaplarının Risâle-i Bahâiyye’ye şerh
olarak yazıldığı görülmektedir.
Bu asırda “astronomi” sahasında yaklaşık 111 müellif tarafından yine
İstanbul 2016; Ayrıca Orhan Şaik Gökyay tarafından da sadeleştirilerek yayımlanan
eser (Ank. 1982), W. F. A. Behrnauer tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
322 Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-hakk fî İhtiyâri’l-ehakk [En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi], İst. 1980; Kâtib Çelebi, Mizanül-Hakk Fi İhtiyari’l
Ehakk, En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi, Türkçesi: Orhan Şaik Gökyay, En
Doğru Olanı Tercih Konusunda Hak Terazisi, Türkçesi: Süleyman Uludağ, İst. 2007.
323 Kâtib Çelebi, Cihân-nümâ, İstanbul 1145 Füsun Savcı, Cihannüma: 360 Yıllık Bir
Öykü [The Book of Cihannuma: A 360 Year Old Story] Katip Çelebi, edi. Bülent
Özükan, Text/Yazılar: İbrahim Müteferrika, Orhan Koloğlu, Mustafa Kaçar, İstanbul 2008; Katip Çelebi, Cihannüma, editör: Prof. Dr. Said Öztürk, 2 c., Medam,
İstanbul 2013; Fikret Sarıcaoğlu, Kitâb-ı Cihânnümâ li-Kâtip Çelebi Cilt II: Giriş
Kâtip Çelebi ve Cihânnümâ: Dizin, Ankara 2013.
324 Orhan Şaik Gökyay, Kâtip Çelebi, 2. baskı, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları,
trhs.; aynı müellif, Kâtip Çelebi, Ankara 1986.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 409
yaklaşık olarak 146’sı Arapça, 46’sı Türkçe ve 1’i Farsça olmak üzere
193 eser yazılmıştır. Bu dönemde Osmanlı astronomisi Batı astronomisi
ile temasa geçmiş, Zîc ve bazı coğrafya kitaplarının tercüme edilmesiyle
Avrupa’da gelişen yeni astronomi kavramları ile tanışılmaya başlanmıştır. Tezkireci Köse İbrahim Efendi el-Zigetvârî, Latinceden Türkçeye tercüme hareketinin öncü ismidir. Tezkireci, Noel Duret’in Zîc’ini Türkçeye
Secencenü’l-eflâk fî Gâyeti’il-idrâk adı ile Latinceden tercüme etmiştir.
Copernicus astronomisi ile modern astronomi kavramlarını ilk defa Osmanlı bilim literatürüne sokan bu eser, astronomik cetveller konusunda
Türkçeye aktarılan bilinen ilk kitaptır. Ayrıca Mısır’da yaşayan astronom
ve müderrislerden Abdurrahman b. Osman, Uluğ Bey Zîci’ni Türkçeye
tercüme ederek Semerkand astronomi okulunun en önemli eserini Türkçeye kazandırmıştır. Tunus’ta yaşayan ve Sancaktar lakabıyla tanınan
Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Şerif Uluğ Bey Zîci’nin Tunus boylamına göre Arapça yeni bir tertibini yapmıştır. Özellikle coğrafya
sahasında önemli eserler verdiği için Coğrafyacı Ebû Bekir Efendi diye
tanınan Ebû Bekr b. Behrâm b. Abdullah ed-Dımaşkî, Sultan IV. Mehmed’in emriyle Janszoon Blaeu’nun Latince yazılmış olan 11 ciltlik Atlas
Major’unu, Nusretü’l-İslâm ve’s-sürûr fî Tahrîri Atlas Major adıyla Türkçeye tercüme etti. Genel olarak bir coğrafya kitabı olmasına rağmen, Copernicus ve modern astronomi kavramlarından da bahsedilmektedir. Osmanlı biliminde Copernicus astronomisinden bahseden ikinci eserdir.325
Bu dönemde “tıp” sahasında birçok ünlü tabip yetişmiş ve önemli
eserler telif edilmiştir.326 Bundan dolayı bu yüzyılın Osmanlı tıbbının en
olgun çağı olduğu söylenmiştir. Bu dönemde bazı Türkçe tıp lügatleri
de telif edilmiştir. Bu konuda Lârendeli Siyâhî-zâde Derviş, hazırladığı
Lügat-i Müşkilât-ı Eczâ isimli eseriyle başta gelmektedir. Lügatte verilen droglar Türkçe, Arapça, Farsça, Rumca ve Berberîceden hangisiyle
meşhur olmuşsa önce o dilde verilmiş, daha sonra Türkçe karşılığı yazılarak hastalıklardaki ve tedavilerdeki rolü belirtilmiştir. Üsküdarlı Mustafa Efendi, bu eseri Terceme-i Molla Siyâhî Müntehabât-ı İhtiyârât-ı
Şifâ der-Beyân-ı İlm-i Tıb veya Mecmûatu’t-tıb adıyla manzum olarak
yeniden tertip etmiştir. Eserde, mevsimlerin tıbbî tesiri, kan alma, na325 Geniş bilgi için bk. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Bilimi Literatürü”, Osmanlı
Medeniyeti Tarihi, c. II, İstanbul 1999, s. 363-435.
326 Geniş bilgi için bk. Ekmeleddin İhsanoğlu, “Osmanlı Bilimi Literatürü”, Osmanlı
Medeniyeti Tarihi, c. II, İstanbul 1999, s. 363-435.
410 Prof. Dr. Ahmet Kartal
bız ve idrar gibi konular ele alınmış, hastalık ve ilaçların tarifleri verilmiştir. Şirvanlı Şemseddin el-İtâkî, Emîr Çelebi ile Osmanlı tıbbına
bazı yenilikler getirmiştir. Şemseddin el-İtâkî, Teşrîhü’l-ebdân ve Tercemân-ı Kıbâle-i Feylesûfân327 adlı bol resimli ve açıklamalı tıp eserinde,
Türk-İslâm geleneğini sürdürmekle birlikte, Vesailus ve bunun dışındaki
bazı Batı kaynaklarından da istifade etmiştir. Emîr Çelebi’nin Türkçe
olarak telif ettiği Enmûzecü’t-tıb bu dönemin en önemli eseridir. Müellif
eserinin sonunda özellikle anatominin önemine değinerek, hekimlerin
mutlaka anatomi öğrenmelerini, bunun için de hayvanların hatta savaşta
ölen askerlerin cesetleri üzerinde çalışmalarını tavsiye etmiştir. Eserine
kendi tecrübelerini de eklemiştir. Bu devirde Rönesans’ın hekim-filozofu Paracelsus’un eserlerinin Türkçeye tercüme edilmeye başlanmasıyla
Osmanlı hekimleri arasında “tıbb-ı cedîd” veya “tıbb-ı kîmyâ” adlarıyla yeni bir akım başlamıştır. Bu akımın başlamasına, Sâlih b. Nasrullah
b. Sellum öncülük etmiştir. Eserlerinde Paracelsus’un fikirlerini ele almış, hem kendi tecrübelerini hem de İslâm tıbbını da katarak yeni tedavi yöntemleri geliştirmeye çalışmıştır. Mehmed b. Ahmed b. İbrahîm
Edirnevî tarafından İbn-i Baytar’dan tercüme edilerek oluşturulan Levâzımü’l-hikmet328’te ise, çeşitli hastalıklarla ve onların tedavileriyle ilgili
bilgi verilmiştir. Ayrıca çeşitli bitkilerden nasıl ilaç yapılacağı da açıklanmıştır. Hekim şairlerden Şuʻûrî Hasan Efendi’nin Osmanlı vezirlerinden Mustafa Paşa’ya sunduğu Ta’dîlü’l Emzice329 ise, hijyen ile ilgilidir. Eser, çeşitli tıbbî kitaplardaki bilgilerden hareketle oluşturulmuştur.
Eserde mesken, yiyecekler, içecekler, iklim, giyecekler, hareket, sükûn
ve hamam gibi konularda tafsilatlı bilgiler verilmiştir. Çalışmada dikkat
çeken nokta, musikinin tabâbette faydalı olduğuna dikkat çekilmesidir.
Nitekim hangi makamın hangi mizaç ve hastalığa uygun geldiği birer
beyitle izah edilmiştir.
327 Esin Kahya, Şemseddîn-i İtâkî’nin Resimli Anatomi Kitabı, Ankara 1996.
328 Gürkan Gümüşatam, “Edirnevî’nin “Levâzımü’l-Hikmet”i ve Kıbrıs’ta Tıp Konulu Yazma Eserler”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 8/9, 2013, p. 1571-1583.
329 Ahmet Hakkı Turabi, Hekim Şuûrî Hasan Efendi ve Ta’dîlü’l Emzice Adlı Eserinde Müzikle Tedavi Bölümü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy.
40, 2011/1, s. 153-66; Murat Güler, Şuʻûrî Hasan Efendi Divanı (Metin-İnceleme),
Yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi, 2017, s. 7-8.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 411
Veysî ve Nergisî’nin Eserleri
Bu asrın mensur ürünleri arasında Veysî ile Nergisî’nin eserleri önemli bir yere sahiptir. Bunlardan Veysî’nin Hâb-nâme330’si, Sultan I. Ahmed
ile Büyük İskender’in rüyada karşılıklı konuşmaları üzerine kurulmuş
olup Hz. Âdem’den itibaren dünyada olan kötülükler çeşitli hikâyelerle
anlatılmıştır. Veysî, bir siyasetname özelliğine sahip bu eseriyle, devlet
memurluklarına liyakatli ve ehliyetli kişiler getirilmediği sürece dünyanın kötülüklerden kurtulamayacağını anlatmak istemiştir. Veysî’nin bu
eserinin dışında Hz. Peygamber’in hayatını anlatan Siyer-i Veysî331; dinî
konuları ve menkıbeleri ihtiva eden Düstûru’l-amel; Amr b. Âs’ın Mısır’ı
fethini anlatan Risâle-i Amr b. el-Âs; Mısır tarihiyle ilgili olup tamamlanamayan Futûh-ı Mısr; Zeyniye tarikatının piri Zeynüddîn-i Hâfî’nin
hikmet ve sözlerini ihtiva eden Tevbe-nâme; Asr Suresi’nin tefsiri olan
Gurretü’l-asr fî Tefsîri Sûreti’l-asr; ahlâka dair Hediyyetü’l-muhlisîn
ve Tezkiretü’l-muhsinîn ve Veysî’nin Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi’nin
şeyhülislâmlığı, Cemâlî-zâde’ye mansıb tevcihi dolayısıyla yazdığı
tebrikler ve istidanamesi, şâir Nergisî-zâde ile mektuplaşmaları, yakın
dostlarına gönderdiği mektuplar, Şeyhülislâm Mehmed Efendi’ye bayram tebriki, Sünbül Ali Efendi’ye yazdığı af mektuplarının bulunduğu
Münşeât isimli eserleri de vardır. Nâbî tarafından Siyer-i Veysî’ye zeyil
yazılmıştır. Mekke-i Mükerreme’nin fethiyle sona eren eserin üslûbu oldukça külfetlidir.
Bu türden değerlendirilebilecek diğer bir eser ise Nergisî’nin “hamse”sidir. Hamse şu eserlerden oluşmaktadır. Nihâlistân332: Başlangıçta
sadece aşk ile ilgili hikâyelerin yer aldığı eser, 1042/1632-34 tarihinde
Manastır’da değişik konularda hikâyelerin eklenmesiyle yeniden oluşturulmuştur. Konularına göre beş ayrı bölümde toplanmış 25 hikâyeden
oluşan eserde, ahlâkî öğütler verme amacıyla bazı olaylar anlatılmıştır.
İksîr-i Sa’âdet333: İmâm-ı Gazzâlî’nin meşhur İhyâ-yı Ulûm adlı eserinden hareketle muhtasar olarak ve Farsça yazdığı Kîmyâ-yı Sa’âdet’in
330 Hâb-nâme, Bulak 1252; İstanbul 1263, 1293; Mustafa Altun, Hâb-nâme-i Veysî,
İstanbul 2011; Nuran Yılmaz, “Hâb-nâme-i Veysî” Bir -Prof. Dr. Kemal Eraslan
Armağan Sayısı-, sy. 9-10, 1998, s. 651-69.
331 Nuran Öztürk, Siyer Türü ve Siyer-i Veysî [Dürretü’t-tâc fî Sîreti Sâhibi’l-mi’râc],
Doktora tezi, Erciyes Üniversitesi, 1997.
332 Süleyman Çaldak, Nergisî ve Nihâlistân’ı Malatya 2004, İstanbul 2010.
333 Nergisî, Muhammed bin Ahmed, İksîr-i Sa’âdet, İstanbul 1285.
412 Prof. Dr. Ahmet Kartal
dördüncü kısmı olan Rükn-i Mu’âmelât’ın Türkçeye çevirisidir. Meşâkku’l-uşşâk334: Uzun bir “dîbâce” ile, biri bizzat Nergisî’nin başından geçen 10 gerçekçi aşk hikâyesinden oluşan eser, hem dil, hem üslup hem de
muhteva bakımından orijinaldir. Kânûnu’r-reşâd335: İlhanlı hükümdarlarından Sultan Mehemmed Hüdâbende için kaleme alınan Ahlâku’s-saltana ismindeki eserden 1033/1623/24’te tercüme edilerek Sultan IV. Murad’a ithaf edilmiştir. Eserine Osmanlı toplum hayatından alınmış hoş
hikâyeler ile bizzat şahit olduğu bazı olayları ilâve eden Nergisî, Kânûnu’r-reşâd’ın telifî bir mahiyet arz ettiğini belirtmiştir. Gazavât-ı Mesleme336 (El-Akvâlü’l-müselleme fî Gazavâti’l-Mesleme): Bu eser İbn-i
Arabî’nin Muhâzarâtu’l-abrâr ve Musamârâtu’l-ahyâr’ın bir bölümünün 1030/1620-21’de yapılan tercümesidir. Eserde, Emevî kumandanı
Mesleme bin Abdü’l-melik’in Bizanslılara karşı yaptığı savaşlar ile İstanbul’un beşinci muhasarası anlatılmıştır. Nergisî’nin ayrıca 1031/1622
yılında tertip edip uzun bir mukaddime ile Şeyhülislâm Yahya Efendi’ye
ithaf ettiği Münşeât337’ı da bulunmaktadır. Eserde çoğu kazasker, kadı ve
müderris gibi şahsiyetlere yazılmış mektuplar yer almaktadır.
Seyahatnameler
XVII. asırda “seyahat-nâme” türünün en büyük temsilcisi Evliya Çelebi yetişmiştir. Seyâhat-nâme-i Evliya Çelebi yahut Evliya Çelebi Seyâhat-nâmesi338 adlarıyla bilinen ve Evliya Çelebi’nin elli yıl boyunca gezip
334 Bahir Selçuk, Nergisî, Meşâkku’l-uşşâk [İnceleme-Metin], Erzurum 2009.
335 Nergisî, Muhammed bin Ahmed, Kânûnu’r-reşâd, İstanbul 1285; Nergisî, Kânûnu’r-reşâd [Ahlâku’s-saltana Çevirisi], hzr. Bahir Selçuk, İstanbul 2012.
336 Nergisî, Muhammed bin Ahmed, Gazavât-ı Mesleme, İstanbul 1285.
337 H. İbrahim Haksever, Eski Türk Edebiyatında Münşeâtlar ve Nergisî’nin Münşeât’ı, Doktora tezi, İnönü Üniversitesi, 1995.
338 Müntehabât-ı Evliya Çelebi, Bulak 1848; nşr. Reşat Ekrem Koçu, Evliya Çelebi
Seyahatnamesi, 5 c., 1943-1951; nşr. Zuhuri Danışman, Mehmed Zıllîoğlu Evliyâ
Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 15 c., 1969-1971; nşr. Atsız, Evliya Çelebi
Seyahatnamesi’nden Seçmeler, 2 c., 1970-1971; Robert Dankoff, Evliya Çelebi in
Bitlis, Leiden 1990; Robert Dankoff, Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü [Seyahatname’deki Eskicil, Yöresel, Yabancı Kelimeler, Deyimler], (Katkılarla
İngilizceden çev. Semih Tezcan), İst. 2004; Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi b.
Derviş Muhammed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi Topkapı Sarayı Bağdat 304
Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini, Yapı Kredi Yay., İst. 1996; Yücel Dağlı-Seyit
Ali Karaman, Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: İst., c. I, 1-2.
kitap, İst. 2003; Günümüz Türkçesiyle Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi: Bursa-Bo-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 413
gördüğü başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere, Ortadoğu, İran, Mısır,
Balkanlar, Kırım, Orta Avrupa, Rusya gibi yerler ile şahit olduğu olayları
ihtiva eden on ciltlik eserde, tarih, coğrafya, musikî, folklor, etnografya,
mimarî gibi alanlarda önemli bilgiler bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin üslûbu, secilerle süslü olmasına rağmen, güçlü tasvir ve mizah gücüyle canlı
bir anlatım kazanmıştır. Özellikle dili kullanmadaki başarısı ve söz oyunlarına düşkünlüğü onun en belirgin özelliği olarak dikkat çekmektedir.
Bu türden diğer bir eser ise Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyn339’idir. Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınan “hac seyahat-nâmeleri”nin en edebîsi
olan eser, tarihî, sosyolojik, coğrafik ve otobiyografik bilgiler ihtiva etmesiyle de dikkat çekmektedir. Nâbî, bu eserinde hac yolculuğuna İstanbul’da nasıl başladığını, konakladığı menzilleri, memleketi Urfa’ya
varışını, Suriye, Filistin, Mısır ve Mekke’ye gidişini ayrıntılı olarak anlatmış, seyahati esnasında başından geçen olaylara da yer vermiştir.
Şerhler ve Diğer Mensur Eserler
XVII. asırda Mevlânâ’nın Mesnevî’sine çeşitli şerhlerin yazıldığı görülmektedir. Ankaralı İsmail Rüsûhî Efendi, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin yedinci cildi olduğu iddia edilen cildiyle beraber tamamını
şerh etmeye 1030/1620-21’de başlamış ve 1036/1626’da tamamlamıştır. Fâtihu’l-ebyât340 isminin verildiği şerh, Mesnevî şerhleri içerisinde
en büyüğü ve en mükemmeli olarak kabul edilmiş ve şarihine “Hazret-i
Şârih” unvanının verilmesini sağlamıştır. Dervîş Muhammed Şifâyî’nin
lu-Trabzon-Erzurum-Arezbaycan-Kafkasya-Kırım-Girit, c. II, 1-2. kitap, İst. 2005;
Mümin Çevik, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, 10 c., İst. 2014 ; Münteha Gül, Evliya
Çelebi Seyahatnamesi’nde Başkasına Ait Söz ve Düşünce Aktarımı, Doktora tezi,
Ondokuz Mayıs Ünv., 2009; Evliya Çelebi Atlası, editor: Coşkun Yılmaz, İst. 2012;
Ülkü Çevik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ank. 2011; Evliyâ Çelebi, Seyehatname,
(İndeksli Tıpkıbasım), c. 6, hzr. Seyit Ali Kahraman, Ank. 2013; Muhammed Tayyib
Kılıç, “Evliya Çelebi ve Seyahatname ile İlgili Türkçe Bir Bibliyografya Denemesi”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, c. 4, sy. 1, 2015, s. 245-282.
339 Menderes Coşkun, Manzum ve Mensur Osmanlı Hac Seyahatnameleri ve Nâbî’nin
Tuhfetü’l-haremeyn’i, Ankara 2002; Selami Turan, Nâbî, Tuhfetü’l-haremeyn [İnceleme-Metin], Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, 1995; Muhsin Kalkışım,
Nâbî’nin Tuhfetü’l-haremeyn’i [Dil İncelemesi-Transkripsiyonlu Metin-İndeks],
Yüksek lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, 1982.
340 Semih Ceyhan, İsmaîl Ankaravî ve Mesnevî Şerhi, Doktora tezi, Uludağ Üniversitesi, 2005; Ömer Bektaş, Rusûhî İsmail Efendi ve Mesnevî-i Şerif Şerhi, Yüksek
lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 1993.
414 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Eş-Şerhu’l-kitâbi’l-Mesneviyyi’l-ma’neviyyi’l-muhtasar’341ı, Mesnevî-i
Ma’nevî’nin ilk iki cildinin şerhinden oluşmaktadır. Şârih, eserinin “mukaddime”sinde vurguladığı gibi sözü fazla uzatmadan beyitlerin ihtiva
ettiği temel düşünceye yer vermiş, “tâlibe” verilmek istenen düşünceyi
kısaca aktarmıştır. Sarı Abdullah Efendi’nin Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî342 adını verdiği eseri, Mesnevî’nin birinci cildinin beş cilt hâlindeki
şerhidir. 1035/1625’te başlanıp 1041/1631’de tamamlanan eser, sadece
bir şerh değil, aynı zamanda bir tasavvuf ansiklopedisi mahiyetine sahiptir. Sarı Abdullah’ın 1033/1624’te kaleme aldığı Semerâtü’l-fu’âd
fi’l-mebde’ ve’l-me’âd343 isimli eseri ise, girift bazı tasavvufî konulara
açıklık getirmek amacıyla yazılmıştır. Semerâtü’l-fu’âd, Osmanlı döneminde yaşayan bazı mutasavvıflarla ilgili değerli bilgiler vermekle
birlikte, tasavvuf tarihinden ziyade, tasavvuf edebiyatı açısından oldukça zengin bir eserdir. Bu asırda yazılan önemli şerhlerden biri de, Abdullah-ı Bosnevî’nin Fusûsü’l-hikem Şerhi’dir. Abdullah-ı Bosnevî’nin
“Şârihu’l-fusûs” lakabıyla tanınmasına sebep olan eserden Kâtib Çelebi
başta olmak üzere birçok âlim övgüyle bahsetmiştir. Tam adı Tecelliyâtü
Arâ’isi’n-nüsûs fî Manassâti Hikemi’l-fusûs344 olan bu şerhte, “vahdet-i
vücûd” düşüncesinin temel ıstılahları ele alınarak on iki bâb hâlinde
incelenmiştir. Neşâtî, Şerh-i Müşkilât-ı ‘Urfî345 isimli eserinde, meşhur
İran şâiri ve “Sebk-i Hindî” akımının önde gelen temsilcilerinden Örfî-i
Şîrâzî’nin bazı güç beyitlerini şerhetmiştir. Cemâleddîn Mahmûd-ı Hulvî’nin Câm-ı Dil-nüvâz’ı346, Lâhîcî’nin Mefâtîhu’l-i’câz fî-Şerhi Gülşen-i
341 Mehmed Özdemir, Dervîş Muhammed Şifâyî, Eş-Şerhu’l-kitâbi’l-Mesneviyyi’l-ma’neviyyi’l-muhtasar, İstanbul 2016.
342 Ülker Aytekin, Sarı Abdullah Efendi ve Mesnevî Şerhi, Doktora tezi, Marmara
Üniversitesi, 2001; Selahattin Durgun, Sarı Abdullah Efendi ve Şerh-i Mesnevî
[Cevâhir-i Bevâhir-i Mesnevî], Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 1993.
343 Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fu’âd fi’l-mebdei ve’l-me’âd, Matbaa-i Âmire,
İstanbul 1288; Sarı Abdullah Efendi, Semerâtü’l-fu’âd, sadeleştiren: Y. Kenan Necefzâde, İstanbul 1967.
344 Abdullah-ı Bosnevî, Tecelliyâtü Arâ’isi’n-nüsûs fî Manassâti Hikemi’l-fusûs, Bulak 1252, İstanbul 1290.
345 Turgut Karabey- Mehmet Atalay, Neşâtî Şerh-i Ba’z-ı Kasâ’id-i ‘Urfî, Erzurum
1998; Süleyman Çaldak – Kazım Yoldaş, Şerh-i Müşkilât-ı Ba’z-ı Ebyât-ı Urfî,
Malatya 2000; Şengül Toprak, Neşâtî’nin Şerh-i Kasâid-i Örfî’si, Yüksek lisans
tezi, Ege Üniversitesi, 1999.
346 Sait Okumuş, Câm-ı Dil-nüvâz, Gülşen-i Râz Şerhi, Cemâleddîn Mahmûd Hulvî,
İstanbul 2012.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 415
Râz isimli eserinin çeşitli ekleme, kısaltma ve yorumlarla Osmanlı Türkçesine aktarılmasından oluşmaktadır. Altıparmak Mehmet Efendi’nin (ö.
1033/1623-4) Telhîs Tercümesi347, mevcut bilgilere göre belâgat alanında
önemli ve tanınmış Arapça bir eser olan Telhîsü’l-miftâh’ın Anadolu’da
Türkçe ilk tercümelerindendir. Kazvînî’nin eseri olan Telhîsü’l-miftâh,
Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun üçüncü bölümü olan ma’ânî, beyân
ve bedî’ konularının özetlenip örneklendirilerek açıklandığı bir eserdir.
Belâgat ilminin Anadolu’da ve Osmanlı coğrafyasında öğrenilmesi, yaygınlaşması ve gelenek oluşması bakımından büyük önem taşıyan, uzun
yıllar medreselerde temel ders kitabı olarak okutulan Telhîsü’l-miftâh’ta
ele alınan konuların yer yer şerhi yapılmışsa da, eser genel olarak tercüme özelliği taşımaktadır. Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının manzum ve
mensur Türkçe tercümesi ve şerhi de bu asırda dikkat çeken eserlerdendir. Kütüphanelerde ve çeşitli yayımlarda, Yûsuf u Züleyhâ’nın Şem’î’ye
ait gösterilen iki Türkçe şerhinin Şem’î’nin olmadığı; bu şerhlerden
Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Ef. No: 2829’da kayıtlı olanın (tlf.
1240/1824) Hâcibî’ye, İstanbul Üniversitesi TY., No: 3516’da kayıtlı
olanın ise (telf. 1030/1620) Ömer el-Halvetî el-Manisavî’ye ait olduğunu tespit edilmiştir348.
Vanî Mehmed Efendi’nin Münşeât349’ı en üst düzeydeki irili ufaklı
250 adet resmî mektuptan ibaret olması bakımından türünün en önemli
örneklerinden biridir. Çünkü bu mektupların çoğu, Sultan IV. Mehmed
ve Sadrazam Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’yla ilgili veya onlara ait olmak
üzere, Osmanlı Devleti’nin zirvesinde teati edilen mektuplardır. Abdulkerim Çelebi’nin Münşeât’ı ise onun ölümünden sonra tertip edilmiştir.350 Şeyhülislâm Yahyâ, Kemâl Paşa-zâde’nin Gülistân’a nazire olarak
yazdığı Nigâristân351’ını Türkçeye tercüme etmiştir. İsmâîl-i Ankaravî,
347 İsmet Şanlı, Muhammed bin Muhammed Altıparmak Telhîs Tercümesi (Tenkitli
Metin), Ankara 2010.
348 Bak. İsmet Şanlı, “Molla Câmî’nin Yûsuf u Züleyhâ’sının Bilinmeyen İki Türkçe
Şerhi”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Volume 5/1 Winter 2010,s. 1328-1345.
349 Mehmet Yalar, Münşeât, Vanî Mehmed Efendi, Bursa trhs.
350 Ahmet Kılıç, “Unutulmuş Bir Münşî, Akhisarî Abdülkerîm Çelebi, Münşeâtı Ve
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye Bayram Tebriği Vesilesiyle Gönderdiği Mektubu”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 8, sy. 40, 2015, s. 102-111.
351 Çimen Özçam, “Şeyhülislâm Yahya’nın Nigâristân Tercümesi”, Türk Kültürü, yıl
38, sy. 449, 2000, s. 538-43.
416 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Minhâcü’l-fukarâ352 isimli eserinde, çeşitli tasavvufî konularla birlikte,
dervişlerin hallerinden ve süluk mertebelerinden bahsetmiştir. Halvetiyyenin Rûşeniyye şubesinin Gülşeniyye koluna ait olup, özellikle tekke
içindeki âdâbı konu edinen Şîve-i Tarîkat-i Mevleviyye353, Şemleli-zâde
Ahmed Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Nâbî ise Veysî’nin Hz. Muhammed’in doğumundan Bedir Gazvesi’ne kadar yazdığı siyerine ek olmak üzere Zeyl-i Siyer-i Veysî354’yi kaleme almıştır. Nev’î-zâde Atâyî’nin
de Siyer-i Veysî355’ye zeyl yazdığını burada belirtelim.
Bu asırda dikkat çeken eserlerden biri de Koçi Bey Risâlesi356’dir. Sultan IV. Murad ve Sultan İbrahim ile yakın ilişkileri bulunan Koçi Bey, her
iki sultana da Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı olumsuzlukları bildiren
risale yazmıştır. Sultan Murad’a takdim olunan risale iki bölümde incelenebilir. İlk bölümde devlet teşkilatındaki bozukluklar açıklanmıştır. Koçi
Bey bu bölümde hükümdarlık makamını tenkit etmekten çekinmemiştir.
İkinci bölümde ise, belirtilen bütün bozuklukların düzeltilebilmesi için
alınması gereken tedbirler belirtilmiştir. Hâletî’nin dönemindeki bazı
kişilere yazdığı mektuplarını toplandığı Münşeât’ı, özellikle onun inşâ
sanatındaki ustalığını göstermesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda
iyi bir nesir yazarı ve münşî olan Ganî-zâde Nâdirî de, 20 kadar mektuptan oluşan denemelerini bir Münşeât kitabında toplamıştır. Nev’î-zâde
Atâyî’nin ise, sekiz mektuptan oluşan bir Münşeât’ı bulunmaktadır.
Yazarı belli olmayan ve bu asırda yazıldığı tahmin edilen Leke-nâme357’de, insanların gündelik hayatlarında sıkça karşılaştıkları kumaş,
elbise, deri gibi eşyalara sıkça bulaşan lekelerin nasıl çıkartılacağı anlatılmıştır. Ayrıca eserin sonunda şehvet arttırma, gülü taze olarak saklama,
pire ısırığından korunma gibi çeşitli hususlara da birer ikişer cümle ile
352 İsmâîl Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Kahire [Bulak], 1256; İsmail Ankaravî, Minhâcu’l-fukarâ, hzr.: Saadettin Ekici, İstanbul 1996.
353 Tahsin Yazıcı, Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî ve Şemlelizâde Ahmed Efendi, Şîve-i
Tarîkat-ı Gülşeniyye, Ankara 1992.
354 Nâbî, Zeyl-i Siyer-i Nebevî, hzr. Hasan Gültekin, İstanbul 2013.
355 Suat Donuk, “Siyer-i Veysî’ye Yazılan Zeyiller ve Nev’î-zâde Atâyî’nin Zeyl-i Siyer-i eysî’si”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 8, sy. 38, 2015, s. 103-41.
356 Ali Kemâlî Aksüt, Koçi Bey Risâlesi, İst. 1939; Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Ankara 1985; Yılmaz Kurt, Göriceli Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Ank.1994.
357 Feryal Korkmaz, “Osmanlı Nesrinden Bir Lekenâme Metni”, Türkiyat Mecmuası,
c. 24, sy, 22, 2014, s. 121-31.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 417
yer verilmiştir. Fasîh’in Tenbâkû-nâme358 isimli eseri konusu itibariyle
dikkat çekmektedir. Tömbekinin özellikle bireyselleşmenin, kendi olmanın, huzurun, uyanıklığın bir sembolü olarak görüldüğü eserde, tömbekiyi oluşturan araç ve gereçlerin, özellikle de tömbekinin ana muhteviyatını oluşturan tütünün ve suyun; dumanın, tömbekiye katılan koku verici
unsurların imgesel açılımları yapılmıştır. Şarap ve tömbekinin karşılaştırıldığı eserde, tömbeki/nargile şaraba tercih edilmiş ve tömbekinin üstün
özellikleri açıklanmıştır.
Bu asırda dikkat çeken eserlerden bir diğeri ise Kefeli Hüseyin’in
ekseriyetle Hâfız Dîvânı’ndan fal açmayla ilgili zarif hikâyelerden ibaret
Râz-nâme359 isimli eseridir. Giriş ve hikâyeler olmak üzere başlıca iki
bölümden oluşan eserde, toplam 192 hikâyeye yer verilmiştir. Tezkire ve
latife türü içerisinde değerlendirilen eser aslında şahısların başlarından
geçen ilginç hikâyeleri ve bunlara uygun olarak Kur’ân-ı Kerîm, Mesnevî ve özellikle Dîvân-ı Hâfız’dan bakılan falları toplayan ve bilindiği
kadarıyla türünün tek örneği olarak görünen bir “falnâme”dir. Bir avcı
kuşlar kitabı olan Kitâb-ı Bâz-nâme-ı Pâdişâhî360’de başta doğan ve şahin
olmak üzere alıcı kuşların yakalanması, büyütülüp yetiştirilmesi, bakımı,
hastalıkları ve tedavisi ile ilgili bilgiler verilmiştir. Bu asırda avcılık ve
avda yardımcı hayvan yetiştirme ve tedavisiyle ilgili kaleme alınan diğer
bir eser ise, İbn-i Nasuh’un Yemenî’den tercüme ettiği Pars-nâme361’dir.
İlimlerin tasnifi konusunda temel ilkelerin ele alındığı Saçaklı-zâde Muhammed b. Ebîbekr’in Arapça olarak kaleme aldığı Tertîbü’l-ulûm362’u
da, bu dönemin dikkat çeken eserlerindendir. Eserde H. I. asırdan XIII.
asra kadar olan dönemdeki İslâm düşüncesi ile ilgili konular ele alınmış,
değişik bilim dallarına ait ders hazırlamada eğitim metotları da ortaya
konulmuştur. Ayrıca değişik bilim dallarının öğrenimi konusuyla ilgili
şer’î hükümlerin açıklanması konusunda müstakil bir bölüm oluşturulmuştur. Eser, müslüman âlimlerin, ilimlerin tasnif ve tertibi konusunda
358 Ahmet İçli, “Fasîh’in Tenbâkû-nâmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
c. 7, sy. 31, s. 149-57.
359 İsmail Hakkı Aksoyak, Kefeli Hüseyin Râznâme (Süleymaniye, Hekimoğlu Ali
Paşa No. 539), Harvard University 2004.
360 M. Mehdi Ergüzel, Kitâb-ı Bâz-nâme-ı Pâdişâhî, Ankara 2009.
361 M. Mehdi Ergüzel, İbn-i Nasuh Paşa, Pârs-nâme, Ankara 2009.
362 Zekeriya Pak-M. Akif Özdoğan, Saçaklızâde (Eş-Şeyh Muhammed b. Ebî Bekr
El-Mer’aşî), Tertîbü’l-ulûm, Kahramanmaraş 2009.
418 Prof. Dr. Ahmet Kartal
yaptıkları çalışmaları tamamlaması yönüyle dikkat çekicidir. Bu asırda
bir segir-nâme ile de karşılaşmaktayız. Hâzâ Kitâbu Segir-nâme363 başlığını taşıyan ve müellifi belli olmayan eser, 1090/1679 tarihinde kaleme
alınmıştır. Eserde bir insanın baştan ayağa kadar herhangi bir organının
seğirmesiyle ilgili yorumlar yapılmıştır. Neşâtî’nin Kavâ‘id-i Deriyye yahut bazı nüshalarda Kavâ‘id-i Fürs adıyla zikredilen eseri, Farsça dilbilgisi kaidelerini ihtiva etmektedir. Fehîm-i Kadîm’in Tercüme-i Letâ’if-i
Kümmelîn’i büyüklerin söylediği, saçma gibi görünen, ancak ibret verici
mahiyette olan seksenden fazla lâtifeden oluşmaktadır. Ömer Fuâdî’nin
Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân-ı Velî364’si, Abdülmecîd-i Sivâsî’nin ise Mevlânâ’nın Mesnevî’si için hazırladığı bir sözlüğü365 bulunmaktadır.
Bu asırda bazı şükûfe-nâmelerin de kaleme alındığı görülmektedir.
Bunlardan 1667 tarihinde telif edilen Şükûfe-nâme-i Alî Çelebi366, dört
makaleden oluşmaktadır. Lâle, sümbül ve gül hakkında çeşitli bilgileri
ihtiva etmektedir. Ubeydullah Efendi tarafından 1689’ta yazılan Tezkire-i Şükûfeciyân (Netâyicü’l-ezhâr)367 ise 202 çiçek yetiştiricisi hakkında
geniş bilgi içermektedir.
Sıdkî Paşa’nın Sultan IV. Murâd’a takdim edilen Berf u Bahar368’ı,
içerisinde yer yer manzum parçaların da yer aldığı, temsilî/alegorik bir
hikâyedir. Eser, “Bahar” ve “Kar”ın yaptıkları savaşı ve birbirlerinin
yerine geçme mücadelesini ihtiva etmektedir. Dört mevsimin de geçtiği
eserde, özellikle “Kış” ve “Bahar” üzerinde durulmuştur. Rusûhî-i İsmâîl-i Ankarevî’nin mantıkla ilgili olan Kitâbu İstılâhâtı’l-mantık369’ı
363 Recep Karaatlı, “Türkçe Bir Segir-nâme Üzerine” TDAY-Belleten 1999/I-II, 2003,
sy. 42, s. 89-126.
364 Ali Okumuş, Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân-ı Velî, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 1998.
365 İbrahim Kunt, Abdülmecid Sivasî’nin Mesnevî Sözlüğü [İnceleme-Metin-İndeks],
Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 2006.
366 Şükûfenâme: Osmanlı Dönemi Çiçek Kitapları, hzr. Seyit Ali Kahraman, İstanbul
2015, s. 22-55.
367 Şükûfenâme: Osmanlı Dönemi Çiçek Kitapları, hzr. Seyit Ali Kahraman, İstanbul
2015, s. 56-105.
368 Mehtap Erdoğan, “Sıdkî Pasa’nın Alegorik Bir Eseri: Berf ü Bahâr”, Turkish Studies,International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish
or Turkic, vol. 4/2, 2009, s. 393-438.
369 Şamil ÖÇAL, “Rusûhî İsmail Ankaravî’nin Mantıkla İlgili Bilinmeyen Bir Eseri:
“Kitâbu Istılâhâti’l-Mantık”, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sy. 2, 2010, 85-104.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 419
konusu itibariyle dikkat çekmektedir. Bu asrın önemli mutasavvıflarından Niyâzî-i Mısrî’nin birçok tasavvufî ve tarihî meseleyi ihtiva eden
Hatıraları370 vardır. Bostan-zâde Yahyâ’nın Gül-i Sad-berg371’i ise Hz.
Muhammed’in mucizelerini ihtiva etmektedir.
XVIII. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
Tezkireler, Biyografik ve Bibliyografik Eserler
Diyarbakırlı Mustafa Mucîb tarafından 1122/1710 tarihinde kaleme
alınan Tezkire-i Mucîb372’de, XVI. asrın sonlarından başlayarak yazıldığı
döneme kadar yetişen 107 şâirin biyografisi hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Rızâ Tezkiresi’ni inceleyen Mucîb, onun Hasan Çelebi ve Riyâzî
tezkirelerinde geçen şâirlerin bir kısmını alıp bazılarını almadığını tespit
etmiş ve sadece Rızâ Tezkiresi’ndeki şâirler arasında bir seçim yaparak
eserini Riyâzî’ye zeyil olarak yazmıştır. IV. Murad’ın biyografisiyle başlayan eserde yer alan diğer şâirler alfabetik olarak verilmiştir. Şâirlerin
hayatları hakkında verilen bilgilerdeki yanlışlıkların azımsanamayacak
oranda olduğu dikkat çekmektedir. Eserde şairlerin sanatları hakkında
birkaç söz söyledikten sonra şiirlerinden en az bir beyit en fazla iki gazel
örnek vermiştir. Sade bir dille yazılan tezkirede, Hasan Çelebi, Riyâzî ve
Rızâ tezkirelerinde bulunmayan 2 şâir yer almaktadır.
Safâyî tarafından 1132/1720 tarihinde yazılan Nuhbetü’l-âsâr min
Fevâ’idi’l-eş’âr373, daha çok Safâyî Tezkiresi olarak anılmaktadır. Bir
önsöz, on sekiz takriz ve alfabe sırasına göre tertip edilmiş 484 şâirden
oluşan tezkire, Damad İbrahim Paşa’ya takdim edilmiştir. 1050/1640 tarihinde kaleme alınan Tezkire-i Rızâ’ya zeyil olarak yazılan eser, başında
yer alan takrizlerden dolayı şekil olarak diğer tezkirelerden ayrılmaktadır. Şâirler adlarının üçüncü harfine kadar alfabetik olarak sıralanmıştır.
Aynı ismi taşıyan şâirlerin sıralanmasında ise, ölüm tarihleri esas alın370 Halil Çeçen, Niyâzî-i Mısrî’nin Hatıraları, İstanbul 2006.
371 Ferudun Hakan Özkan, Bostanzade Yahya, Gül-i Sad-berg [İnceleme-Tenkitli Metin], Doktora tezi, Gazi Üniversitesi, 2011.
372 Kudret Altun, Tezkire-i Mucîb [İnceleme-Tenkidli Metin-Dizin-Sözlük], Ankara
1997; Kenan Özçelik, “Mücîb Tezkiresi’nin Orijinalliği Üzerine”, TÜBAR, sy. 32,
2012, s. 247-55.
373 Pervin Çapan, Mustafa Safâyî Efendi, Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-âsâr min
Fevâ’idi’l-eş’âr) [İnceleme-Metin İndeks], Ankara 2005; Nuran Altuner, Safâyî
Tezkiresi, Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1989.
420 Prof. Dr. Ahmet Kartal
mıştır. Oldukça süslü ve ağdalı bir dille yazılan eserde yer alan şâirlerin
hayatları hakkında geniş bilgi verilmiş, çoğunun ölüm tarihleri belirtilmiş; edebî şahsiyetleri hakkında isabetli değerlendirmelerde bulunulmuş
ve şiirleri titizlikle seçilmiştir. Safâyî Tezkiresi, özellikle Lâle Devri’nde
yaşayan şâirler hakkında bilgi vermesi bakımından dikkat çekicidir.
Sâlim’in 1134/1722 tarihinde tamamlayarak dönemin sadrazamı Damad İbrahim Paşa’ya takdim ettiği Tezkire-i Şu’arâ374, giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde III. Ahmed (Necîb) ile II. Mustafa
(İkbâlî)’dan söz edilmiş, ikinci bölümde ise alfabe sırasına göre tertip
edilmiş 423 şâire yer verilmiştir. Aynı isimli şâirler, Sâfâyî gibi ölüm
tarihlerine göre sıralanmış, hayatları hakkında geniş bilgi verilmiş, sanatları ve eserleri üzerine isabetli fikirler ileri sürülüp değerlendirmelerde
bulunulmuştur. Müellif bazı şâirlerin sosyal hayatlarına değinip onların
çeşitli maceraları ile lâtifelerine de yer vermiştir. Kendisi gibi hattat ve
ilmiye mesleğinden olan şâirlere daha çok yer verip onları aşırı şekilde
övdüğü için tarafsızlığını belirli ölçüde kaybetmiştir. Muhteva ve üslûp
bakımından asrın en dikkat çeken tezkiresi olan eser, sanatkârane bir üslûpla kaleme alınmıştır.
Nuhbetü’l-âsâr li-Zeyli Zübdeti’l-eş’âr375, Bursalı Belîğ tarafından
1139/1727 tarihinde, Kâf-zâde Fâ’izî’nin 1031/1622’de bitirdiği Zübdetü’l-eş’âr’ına zeyil olarak kaleme alınmıştır. Antoloji mahiyetinde olan
eserde, Necîb mahlasıyla şiirler söyleyen III. Ahmed’den sonra 413 şâir
alfabetik olarak sıralanmıştır. Şâirlerin hayatları hakkında çok kısa bilgi
verilmiş, ölüm tarihleri büyük bir titizlikle belirtilmiş ve şâirlerin şiirlerinden bir ile 157 beyit arasında örnekler verilmiştir. Bu örnek şiirler
müellif tarafından şâirlerin divanları baştan sona dikkatle okunup incelendikten sonra seçilerek esere alınmıştır. Tezkire Abdulkerim Abdulkadiroğlu tarafından yayımlanmıştır.
Râmiz tarafından 1198/1784 yılında tamamlanan ve Sâlim’in Tezkiretü’ş-şu’arâ’sına zeyil olan Âdâb-ı Zurefâ376’da, 1132/1720’den başlayarak 1198/1784’e kadar geçen 64 senelik dönemde yetişmiş 375 şâirin
374 Adnan İnce, Tezkiretü’ş-şu’arâ, Sâlim Efendi, Ankara 2005.
375 Abdulkerim Abdulkadiroğlu, İsmail Beliğ, Nuhbetü’l-âsâr li-Zeyli Zübdeti’l-eş’âr,
Ankara 1985, 1999.
376 Sadık Erdem, Râmiz ve Âdâb-ı Zurefâ’sı [İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük], Ankara 1994.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 421
biyografisine yer verilmiştir. Alfabetik olarak sıralanan şâirlerin hayatları hakkında ayrıntılı bilgi verilmiş, ölüm tarihleri titizlikle belirtilmiş,
şiirleri ve sanatları hakkında doğru değerlendirmelerde bulunulmuştur.
Eserde bazı şâirlerin hâl tercümelerinin tamamlanması için boş sayfaların bırakılması, bazı şâirlerin ya sadece isimlerinin yazılması ya da
haklarında eksik bilgi verilmesi, hatta bazı cümlelerin birbirine bağlanmayarak yarım bırakılması Âdâb-ı Zurefâ’nın tamamlanamadığını göstermektedir. Sanatkârane bir üslûpla yazılan eser, Safâyî ve Sâlim tezkirelerinde bulunmayan ve Lâle Devri’nden sonra şöhret bulan şâirleri
alması bakımından oldukça önemlidir.
Silâhdâr-zâde Mehmed Emîn tarafından 1204/1790’da tamamlanan
ve Belîğ’in tezkiresine zeyil olmak üzere yazılan Tezkire-i Şu’arâ377,
1164/1751-1204/1790 yılları arasında yetişen 125 şâirin biyografisini ihtiva eder. Edebiyat tarihi için fazla önemli bir kaynak olarak kabul edilmeyen ve müellifinin adıyla da anılan eserde, her şâir hakkında çok kısa
bilgi verilirken, bazen de sadece isimleri veya ölüm tarihleri belirtilmiş,
şiirlerinden ise çok sayıda örnek verilmiştir.
Silâhdâr-zâde’nin tezkiresi gibi edebiyat tarihi açısından fazla bir önemi olmayan Nuhbetü’l-âsâr fî-Fevâ’idi’l-eş’âr, müellifi Mustafa Safvet
Efendi’nin ifadesine göre yazarın birkaç günlüğüne ödünç aldığı Safâyî
tezkiresinden seçtiği 326 şâirin biyografilerini kısaltmasıyla oluşmuştur.
1197/1783 tarihinde kaleme alınan eserde Safvet, Safâyî’nin bazı yanlışlarını düzeltmiş ve hatıra başlığı altında yer yer fıkralar eklemiştir.
Esrâr Dede tarafından kaleme alınan ve Esrâr Dede Tezkiresi olarak
da anılan Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye378, Mevlânâ’dan başlayarak yazıldığı 1211/1796 tarihine kadar yaşayan Mevlevî şâirler hakkında bilgi
vermektedir. Eserin yazılmasında Şeyh Gâlib’in önemli bir yeri vardır.
Çünkü Gâlib, Mevlânâ’dan başlayarak tanınmış 209 Mevlevî şâirinin beğendiği şiirlerini seçerek bir mecmuada toplamış ve bazı şâirler hakkında
da kısa bilgiler vermiş, daha sonra da oluşturduğu bu mecmuayı, tezkire hâline dönüştürmesi için Esrâr Dede’ye vermiştir. Esrâr Dede şiirleri
düzenleyip şâirleri hakkında bilgi toplamış ve alfabe sırasına göre tertip
ederek tezkiresini oluşturmuştur. Divan sahibi ve üstat olan şâirleri ese377 Ramazan Duran - Halil Çeçen, Silâhdâr-zâde Mehmed Emîn Efendi, Tezkire-i
Silâhdâr-zâde [İnceleme-Tenkitli Metin-Dizin], İstanbul 2016.
378 İlhan Genç, Esrar Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, Ankara 2000.
422 Prof. Dr. Ahmet Kartal
rine alan Esrâr Dede, Şeyh Gâlib’in vermiş olduğu mecmuada yer alan
30 kadar şâiri çıkarmış, kendisi 33 şâir eklemiştir. Böylece tezkirede 212
şâirin hâl tercümesi yer almıştır. İki ay gibi kısa bir sürede tertip edilen
tezkire yazılırken başta Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Nefîse’si olmak üzere Şâhidî Dede’nin Gülşen-i Esrâr’ı, Nâyî Osman Dede’nin Mecmû’a’sı, Âşık
Çelebi’nin Meşâ’irü’ş-şu’arâ’sı, Hasan Çelebi’nin Tezkiretü’ş-şu’arâ’sı,
Safâyî Tezkiresi ile diğer şâir tezkirelerinden istifade etmiştir. Esrâr Dede’nin, şifahî bilgilere dayanarak bazı şâirleri olmadıkları hâlde Mevlevî
göstermesi, bazı tanınmış Mevlevî şeyhlerini ise mübalağalı bir şekilde
övmesi eleştirilmiştir. Özellikle Mevlevî şâirleri bir araya toplaması bakımından önemli olan eser, ağır ve sanatkârane bir üslûpla kaleme alınmıştır. Eserde yer alan şâirlerin hayatları hakkında geniş bilgilere yer
verilmiş, büyük dedelerin bazı menkıbe ve kerametleri anlatılmış, sanatları ve şiirleri değerlendirilmiştir. Eserde bütün şâirler hakkında övücü
ve olumlu ifadelerin kullanılması dikkat çekmektedir. Ali Enver, Esrâr
Dede Tezkiresi’nden seçtiği bazı şâirlerin biyografilerinde kısaltma ve
ekleme yaparak oluşturmuş olduğu tezkiresini Semâhâne-i Edeb379 adıyla yayımlamıştır. Mevlevîlik ve Mevlevî şeyhleri ile ilgili en geniş kaynaklardan biri de Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân380’ıdır.
Enderunlu Âkif Bey’in Kiler-i Hâssa’da çalıştığı sırada 1211/1797
tarihinde kaleme aldığı ve Enderunlu Âkif Bey Tezkiresi diye de anılan
Mir’ât-ı Şi’r381, bir önsöz, dört bölüm ve bir hâtimeden oluşmaktadır.
Kendisiyle birlikte 24 şâirin biyografisini içeren tezkirenin birinci bölümünde Hâne-i Hassa’dan 6, ikinci bölümde Hazîne-i Hümâyûn’dan 8,
üçüncü bölümde Kilâr-i Hassa’dan 7, dördüncü bölümde Seferli Koğuşu’ndan 2 şâirin biyografisi hakkında bilgi verilmiştir. Sadece Enderun
şâirlerinin yer aldığı tezkire oldukça özentili bir dille ve sanatkârane bir
üslûpla yazılmıştır.
75 şâirin biyografisini ihtiva eden Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ , Mehmed Sirâceddin tarafından 1325/1907 tarihinde Hammer’in
382
379 Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, İstanbul 1309; Alî Enver, Semâ-hâne-i Edeb, hzr.
Sadık Erdem, Ankara 2013.
380 Sâkıb Mustafa Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân, 3 c., Matbaa-i Vehbiyye, Kahire 1283.
381 Mehmet Kılcı, Enderunlu Âkif’in Mir’ât-ı Şi’r’i, Yüksek lisans tezi, Çukurova
Üniversitesi, 2001.
382 Mehmet Arslan, Mehmed Sirâceddin Mecma’-ı Şu’arâ ve Tezkire-i Üdebâ, Sivas 1994.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 423
Osmanlı Şiir Sanatı Tarihi adıyla bilinen dört ciltlik eserinin dördüncü
cildinin Almanca aslındaki bazı eksiklikler ile yanlışlıkların düzeltilmesi
amacıyla tercüme edilerek oluşturulmuştur.
Nûrî Osmân-ı Hanyevî tarafından kaleme alınan Tezkire-i Şu’arâ-yı
Cezîre-i Girid383, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan III. Ahmed
devrine kadar Girit adasında yetişen 20 şâirin biyografisinden oluşmaktadır. Eser, başka biyografik eserlerde yer almayan bazı şâirleri ihtiva
etmesi bakımından önemlidir.
Şehrîzâde Muhammed Said Vahdetî’nin kaleme aldığı Mahzenü’s-Safâ Kenz-i Dürer-i Zikr-i Şuarâ384 adlı tezkiresinin sadece şair padişahlarla ilgili kısmı elimizde bulunmaktadır. “Dîbâce”sinden üç bölüm
olarak tertip edildiği anlaşılan eserin birinci bölümde “padişahlar”, ikinci
bölümünde “şair şehzadeler”, üçüncü bölümünde ise “Osmanlı topraklarında şöhret bulan şairler” hakkında bilgi verildiği anlaşılmaktadır. Tezkirenin dikkat çeken en önemli özelliği, kendisinden önce yazılan tezkirelerde yer alan ve müellifin tespit ettiği hata ve yanlışlıklara değinilip
onların düzeltilmesidir.
Bu asırda da Taşköprî-zâde İsameddin Ahmed’in eş-Şakaiku’n-nu’mâniyye fî-Ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye isimli biyografik eserine zeyiller yazılmıştır. Bunlardan ilki Uşşâkî-zâde Seyyid İbrahim Hasib’e aittir. Hasib’in
bu eserini okuyup inceleyen Şeyhî, onu tertip bakımından hatalı, bilgi bakımından eksik ve itinadan yoksun bulduğu için, Atâ’î’nin Şaka’ik Zeyli’ne
Vakâyi’ü’l-fuzalâ385 adında yeni bir zeyil yazmıştır. Atâ’î’nin bıraktığı yerden
başlayan eser, üç cilt olup birinci ciltte 1043/1633-1098/1687 yani kısmen
IV. Murad, Sultan İbrahim, IV. Mehmed; ikinci ciltte 1098/1687-1130/1718
yani II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa ve kısmen III. Ahmed; üçüncü
ciltte ise 1130/1718’den III. Ahmed döneminin sonuna kadar (1143/1730)
yaşamış olan âlimler, şeyhler ve şâirlerin hayatları hakkında bilgi verilmiş383 Orhan Kurtoğlu, Nurî Osman Hanyevî, Girit Şâirleri [Tezkire-i Şu’arâ-yı Cezîre-i
Girid], Ankara 2006.
384 Ersen Ersoy, “Şehrîzâde Muhammed Saîd Vahdetî’nin (ö.1764/65) Şairler Tezkiresi Mahzenü’s- Safâ Kenz-i Dürer-i Zikr-i Şu‘arâ Üzerine”, Divan Edebiyatı
Araştırmaları Dergisi 7, İstanbul 2011, 45-56.
385 Abdülkadir Özcan, Şakaik-ı Nu’mâniyye ve Zeyilleri, Vakâyi’ü’l-fuzalâ I-II-III,
Şeyhî Mehmed Efendi, c. 2-3, İstanbul 1989; İsmail Kayacıoğlu, Şaka’iku’nnu’mâniyye Zeyillerinden Vekâyi’u’l-fudalâ’daki Şâir Biyografileri, Yüksek lisans tezi, Gazi Üniversitesi, 1998.
424 Prof. Dr. Ahmet Kartal
tir. Esere IV. Mehmed’den itibaren veziriazamların biyografileri de eklenmiştir. Müellifin sağlığında tamamlanan ilk iki cilt Damad İbrahim Paşa’ya
sunulmuştur. Şeyhî’nin ölümü üzerine müsvedde hâlinde kalan üçüncü cilt,
Hekimoğlu Ali Paşa’nın emriyle oğlu tarafından temize çekilmiş ve dönemin padişahı I. Mahmud’a takdim edilmiştir. Eserde her padişah dönemine
bir tabaka tahsis edilmiş, şahıslar ölüm tarihlerine göre sıralanmıştır. Râmiz,
Şeyhî’nin üslûbunun inşâ güzelliklerinden mahrum olduğunu söyler.
Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin’in Kâtib Çelebi’nin Süllemü’l-vusûl ilâ-Tabakâti’l-fuhûl’üne zeyil olarak yazdığı Mecelletü’n-nisâb fi’n-nisbi ve’l-künâ ve’l-elkâb386’ında İslâm âleminde yetişen
tanınmış kişilerin lâkap, künye, nisbet ve mahlasları belirtilmiş ve kısaca biyografileri verilmiştir. Müstakim-zâde, Kâtib Çelebi’nin bıraktığı
yerden başlayarak kendi dönemine kadar getirdiği eserini alfabe sırasına göre tertip etmiştir. Müstakim-zâde’nin Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye-i Şuttâriyye387’si Hacı Bayram-ı Velî halifelerinin biyografileri
ile menkıbelerinden oluşmaktadır. Meşâyih-nâme-i İslâm’da ise, cenaze
namazları şeyhülislâmlar tarafından kıldırılmış 19 büyük Türk şeyhinin
biyogrofilerine yer verilmiştir. Mesnevî şarihi Sarı Abdullah Efendi’nin
torununun oğlu Bayramî Melâmîlerinden La’lî-zâde Abdulbâkî Efendi,
Bayramî-Melâmî şeyhlerinin biyografileri ve menkıbelerinden oluşan
Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayrâmiyye388 isimli bir eser kaleme almıştır.
Abdürrezzak Efendi’nin Tuhfetü’l-ahbâb adıyla da anılan Menâkıb-ı
Şeyh Vefâ389’sı, Zeyniye tarikatının XV. Asırdaki en önemli temsilcisi
olan Şeyh Vefâ’nın hayatı ve kerametleri ile ilgilidir.
Bu asırda yazılan “biyografiler” arasında inceleyebileceğimiz eserler386 Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin Efendi, Mecelletü’n-nisâb [Tıpkıbasım], Ankara 2000; Ahmet Yılmaz, Müstakim-zâde Süleyman Sadedin Hayatı, Eserleri
ve Mecelletü’n-nisâb’ı, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 1991; İman Mohamed
Issa, Müstakim-zâde Süleyman Sa’dü’d-dîn Efendi, Mecelletü’n-nisâb [kişi-eseryer adları açıklamalı dizin], Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 1995.
387 Müstakîm-zâde, Menâkıb-ı Melâmiyye-i Şuttariyye-i Bayrâmiyye, Süleymaniye
Kütüphanesi, Nafiz Paşa Böl. nr. 1164; Efkan Vural, Müstakîm-zâde Süleyman
Sa’deddîn Efendi Hayatı, Eserleri ve Risâle-i Melâmiye-i Bayramiye’si, Yüksek
lisans tezi, Uludağ Üniversitesi, 1998; Abdürrezzak Tek, “Müstakîmzâde ( ö. 1202
h.)’nin Risâle-i Melâmiyye-i Bayramiyye Adlı Eseri ile İlgili Bir İnceleme”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, nr. 7, 2001, s. 249-68.
388 La’lî-zâde, Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayrâmiyye, İstanbul 1156.
389 Abdürrezzak Efendi, Menâkıb-ı Şeyh Vefâ, Süleymaniye Kütüphanesi,Esad Efendi bölümü, nr. 3622/1.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 425
den biri de “vefeyât-nâme”lerdir. Meşhur kişilerin sadece ölüm tarihlerini vermeyi amaç edinen, bazen söz konusu edilen şahsın ölüm tarihiyle
beraber “nasb, nakil, azil ve te’dîb” yıllarını çok kısa hâl tercümeleriyle
beraber veren bu türün ilk örneği, bugünkü bilgilerimize göre Alaybeyi-zâde Mehmed Emin tarafından 1077/1667’de kaleme alınan Vefeyât-ı
Pür-iber li-Uli’l-elbâbı men Ihteber’dir. Eserde İslâm tarihine ait yedi
bine yakın önemli kişinin ya sadece ölüm tarihleri kaydedilmiş yahut da
kısaca biyografileri verilmiştir. Nakşî şeyhi Seyyid Hasib-i Üsküdârî’nin
Vefeyât-ı Ekâbir-i İslâmiyye adlı eserinde Hz. Âdem’den başlayarak
peygamberlerin ve halifelerin adları, Kocamustafapaşa ve Üsküdar’da
bulunan Hüdâyî tekkelerindeki şeyhler, İslâm tarihine ait büyük kişiler,
Osmanlı padişahları, şehzadeler, valide sultanlar, darüssaade ağaları,
sadrazamlar, şeyhülislâmlar, nakibler, kazaskerler, Rumeli ve Anadolu
kazaskerleri, İstanbul kadıları, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları cetvel hâlinde sıralanarak adları, görev ve ölüm tarihleri gösterilmiştir. Belli bir
şehirde vefat eden kişilerin konu edinildiği vefeyât-nâmeler de kaleme
alınmıştır. Bu tip eserlerden olan Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî’nin Vefeyât-ı Selâtîn ve Meşâhîr-i Ricâl390’i dört bölüm olarak tertip edilmiştir.
Birinci bölümde Osman Gazi’den I. Abdülhamid’e kadar gelen 27 Osmanlı padişahının doğum, cülus ve vefatlarına düşürülen tarihler kaydedilmiştir. Eserin asıl kısmını ihtiva eden ikinci bölümde “İstanbul ve havalisinde medfun ricâl”, üçüncü bölümde “Hayrâtı İstanbul’da, medfeni
başka yerde ricâl”, dördüncü ve son bölümde “Hayrâtı ve medfeni İstanbul dışında olan ricâl”in biyografisine ait kısa bilgiler verilmiş, özellikle
ölüm tarihleri kaydedilmiştir. Müellif, vezirler tarafından yapılan hayratı
da öğrenebildiği oranda eserine eklemiştir.
Özellikle Bursa şehri üzerine birçok vefeyât-nâmenin yazılması dikkat çekmektedir. Bunlar içerisinde en meşhuru Bursalı İsmail Belîğ’in
Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân391’ıdır.
Baldır-zâde Selîsî Şeyh Mehmed’in Ravza-i Evliyâ’sına zeyil olarak
1133/1721’de yazılmaya başlanan eser, 1135/1722’de tamamlanmış ve
1141/ 1728’de Damad İbrahim Paşa’ya sunulmuştur. Bursa’nın özellikle
kültür tarihi için oldukça önemli bir kaynak olup, bir mukaddime ve beş
390 Fahri Ç. Derin, Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Selâtîn ve Meşâhîr-i Ricâl,
İstanbul 1978.
391 Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı
Nâdiredân [İsmail Beliğ], Ankara 1998.
426 Prof. Dr. Ahmet Kartal
“gülbün” adı verilen bölümden oluşmaktadır. Birinci gülbünde 6 sultan,
25 şehzade, 10 vezir; ikinci gülbünde 154 şeyh ve derviş; üçüncü gülbünde 218 âlim; dördüncü gülbünde 57 şâir; beşinci gülbünde 21 hüner
sahibi (musikîşinas, hattat, nakkaş, meddah ve tabip) olmak üzere eserde
toplam 491 kişinin biyografisi verilmiştir. Güldeste-i Riyâz-ı İrfân’a bu
asırda Eşref-zâde Şeyh Ahmed Ziyâeddin tarafından Gülzâr-ı Sulehâ ve
Vefeyât-ı Urefâ adıyla tahminen 1196/1782 tarihinde bir zeyil yazılmıştır. Beş gülbün ve beş fasla ayrılan eserde, 1135/1723-1196/1782 yılları
arasında Bursa’da vefat eden şeyh, vaiz, vali, müderris, dede, şâir ve hattattan oluşan 261 kişinin hayatı hakkında bilgi verilmektedir. Bu asırda
kaleme alınan vefeyât-nâmelerden bir diğeri ise Tezkire-i Ayvansarâyî
olarak da anılan Vefeyât-ı Ayvansarâyî’392dir. Şiirle iştigal etmiş 291 kişinin biyografisini ihtiva eden eserde, 286 şahsın şiirlerinden de örnekler
verilmiştir. Müellifin şairlerin şiirlerinden örnekler verirken aynı ifadeleri kullanmamaya çalışması dikkat çekmektedir. Eserde yer alan şahsiyetlerin ekseriyetinin şeyh ve mutasavvıf olması, esere Tercüme-i Meşâyih
adının yakıştırılmasına vesile olmuştur. Özellikle Ayvansarâyî’nin şiir
seçimindeki tercihleri, esere bir na’t antolojisi hüviyeti kazandırmıştır.
XVIII. asırda vak’anüvîsler tarafından devleti ilgilendiren olayların yıl yıl kaleme alınması gibi, “devlet erkânının biyografileri”ni makam ve mevkilerine göre tasnif eden eserler de kaleme alınmıştır. Osman-zâde Ahmed Tâib’in Hadîkatü’l-mülûk393 adlı eseri Osman Gazi’den
1115/1703’teki Edirne Vak’ası üzerine tahttan indirilen II. Mustafa’ya
kadar tahtta bulunan 22 Osmanlı sultanının doğum, cülûs ve ölüm tarihleriyle yaptıkları savaş ve hayırlardan bahsedilmektedir. Damad İbrahim
Paşa’ya takdim edilen esere, bu asır müelliflerinden Şehrî-zâde Mehmed
Said, Gülşen-i Mülûk adıyla bir zeyil yazmıştır. Eserde II. Mustafa’dan
sonra tahta çıkan III. Ahmed’in hayatı, saltanatı, yaptığı savaş ve hayır işleri ile başarılarından bahsedilmektedir. Osman-zâde Ahmed Tâib’in, Hadîkatü’l-vüzerâ394’sında Osman Gazi’nin oğlu ilk vezir Alâeddin Paşa’dan
II. Mustafa’nın son sadrazamı Râmî Paşa’ya kadar olan dönem içerisinde
392 Hâfız Hüseyin Ayvansarâyî, Vefeyât-ı Ayvansarâyî [İnceleme-Tenkitli Metin], hzr.
Ramazan Ekinci, İzmir 2012.
393 Hadîkatü’l-mülûk, zeyilleriyle birlikte önce İstanbul’da (1271), daha sonra D. Robischon tarafından Freiburg’da (1969) eski harfli olarak basılmıştır.
394 Ahmet Çoban, Hadîkatü’l-vüzerâ Adlı Eserin Tenkitli Transkripsiyonu, Yüksek
lisans tezi, Atatürk Üniversitesi, 2005.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 427
sadarette bulunan 108 kişinin biyografisi yer almaktadır. Dilâver Ağa-zâde Ömer Vahîd, Osman-zâde Tâib’e yazdığı zeyilde 1115/1703-1143/1730
yılları arasında III. Ahmed döneminde görevde bulunan 13 sadrazamın
hayatını anlatmıştır. Şehrî-zâde Mehmed Said de Tâib’in eserine bir zeyil
yazmıştır. Gül-i Zîbâ adını verdiği eserinde 1115/1703-1170/1756 yılları
arasında görev yapan 30 sadrazamın hayatı hakkında bilgi vermiştir. Cavid Ahmed ise Verd-i Mutarrâ isimli eserinde Şehrî-zâde Mehmed Saîd’in
bıraktığı yerden itibaren 1170/1756’dan 1220/1805’e kadar olan dönem
içerisinde sadarette bulunan kişilerin biyografilerini vermiştir. Ahmed
Resmî, Hadîkatü’l-vüzerâ’yı örnek alarak yazdığı Halîkatü’r-rüesâ395
isimli eserinde, 931/1524-25’te ilk defa bu göreve getirilen Koca Nişancı
Celâl-zâde Mustafa Çelebi’den başlayarak 1157/1744’te bu görevden ayrılan Râgıb Paşa’ya kadar gelen 64 reisülküttabın hâl tercümelerine yer
vermiştir. Eser Râgıb Paşa’ya sunulmuş olup onun tavsiyesi üzerine daha
çok Sefînetü’r-rüesâ adıyla anılmaya başlanmıştır.
Ahmed Resmî’nin Hamîletü’l-küberâ396 isimli eseri ise kızlarağası da
denilen darüssaade ağalarının biyografilerinden oluşmaktadır. Kendi türünün ilk ve bir bakıma tek örneği olarak kabul edilen eserde III. Murad
devrinde ilk defa bu göreve getirilen Mehmed Ağa’dan eserin yazıldığında hâlâ bu görevi sürdüren Beşir Ağa’ya kadar 37 ağanın biyografisine
yer verilmiştir. Müstakîm-zâde Süleyman Sadeddin, Devhatü’l-meşâyih
isimli eserinde ilk şeyhülislâm Molla Fenârî’den başlayarak Feyzullah
Efendi-zâde Seyyid Mustafa’ya kadar meşihat makamında bulunan kişilerin hâl tercümesine yer vermiştir. Daha sonra eserine iki defa zeyil
yazan Müstakîm-zâde, birinci zeyline 13, ikinci zeyline 12 kişinin biyografisini eklemiştir. Devhatü’l-meşâyih’e Antepli Mehmed Münîb iki
zeyil yazmış, bunlardan birincisine 8, ikincisine 3 şeyhülislâmın hâl tercümesi eklenmiştir.397
395 Ahmed Resmî tarafından 1178/1764-65’e kadar ilâveler yapılan eser, Süleyman
Fâik Efendi’nin Reisülküttâb Mehmed Sâdık Efendi’ye kadar gelen zeyliyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1269). Bu baskıda eserin isminde yer alan “Halîka”
kelimesinin yanlışlıkla “Halîfe” şeklinde yazılması, eserin günümüze kadar Halîfetü’r-rüesâ diye yanlış adlandırılmasına sebep olmuştur.
396 Ahmet Nezihi Turan, Ahmed Resmî Efendi, Hamîletü’l-küberâ, İstanbul 2000.
397 Müstakîmzâde Süleymân Sadeddîn Efendi, Devhatü’l-meşâyih Ma’a Zeyl, İstanbul 1978.
428 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Bu dönemde “hattatların biyografileri”ne dair eserler de kaleme
alınmıştır. Bunlardan Devhatü’l-küttâb398, Suyolcu-zâde Mehmed Necib tarafından yazılmıştır. Üç makale olarak tertip edilen eserin birinci
makalesinde I. Mahmud’a kadar güzel yazı yazan 7 Osmanlı padişahının biyografisine yer verilmiş; ikinci makalede yazı hakkında âyetler ve
hadisler belirtilip yazı hakkında bilgi verilmiş; üçüncü makalede ise, İbn
Mukle’den III. Mehmed devri hattatlarından Yümnî Mehmed’e kadar
yetişen 410 hattatın hâl tercümesi anlatılmıştır. Müstakim-zâde Süleyman Sadeddin ise Devhatü’l-küttâb’dan istifade ederek 1173/1759-60 yılında tamamladığı Tuhfe-i Hattâtîn399 isimli eserinde sülüs, nesih, celi ve
talik hatlarında üstat olmuş 1650 civarında Türk, Arap ve Acem hattatın
biyografisi hakkında bilgi vermiştir.
Vâsıf’ın musikîde Fârâbî’ye, nesirde Veysî’ye, nazımda ise Nâbî’ye
benzettiği Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin Atrabü’l-âsâr fî Tezkireti
Urefâ’i’l-edvâr400 adlı eserinde, XVII. yüzyıldan XVIII. asrın ilk çeyreğine kadar yetişen yaklaşık yüz musikîşinas tanıtılmış ve eserlerinden
örnekler verilmiştir. Türünün ilk örneği kabul edilen ve oldukça süslü bir
dille kaleme alınan eser, Tezkire-i Hânendegân ve Tezkire-i Mûsikîşinâsân
isimleriyle de anılmakta olup Damad İbrahim Paşa’ya sunulmuştur.
Tarihler
XVIII. yüzyıl Osmanlı tarih yazıcılığında yeni gelişmelerin, kurumların ve anlayışların ortaya çıktığı bir devri ifade eder. Ne zaman ihdas
edildiği tartışma konusu olan saray vak’anüvisliğinin XVII. asrın sonunda sarih bir şekilde devletin resmî kurumları arasında yer aldığı görülür.
Dîvân-ı Hümâyûn kalemleri arasında yer alan vak’anüvislik müessesesinde görevli kimselerin daha çok şiir ve inşâ sanatlarında yetenekli olmaları gerekiyordu. Vak’anüvis olanların hayatları ve özellikleri dikkate
alındığında, bunların ekseriyetle hacegânlık rütbesine ulaşmış kimseler
oldukları görülür.
398 Kilisli Rifat, Devhatü’l-küttâb, İstanbul 1942.
399 Müstakîmzâde Süleymân Sadeddîn Efendi, Tuhfe-i Hattâtîn, Devlet Matbaası, İstanbul 1928; Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn. hzr. Mustafa Koç, İstanbul 2014.
400 Zeynep Sema Yüceışık, Şeyhülislâm Esat Efendi, Atrabü’l-âsâr fî Tezkireti
Urefâi’l-edvâr [Giriş-Metin-Tercüme-Terimler-Dil Notları], Doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 1990 ; Hakkı Tekin, Şeyhülislâm Esat Efendi ve Atrabü’l-âsâr fî
Tezkireti Urefâi’l-edvâr, Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, 1993.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 429
Osmanlı tarihinde ilk “vak’anüvis” Mustafa Naîmâ’dır. Vak’anüvisliği sırasında kaleme aldığı iki ciltlik Târîh-i Naîmâ (Ravzatü’l-Hüseyn
fî Hülâsati Ahbâri’l-hâfikayn) 1592-1659 yılları arasında meydana gelen olayların hülasasıdır. 1703-1713 yılları arasında vak’anüvisliğe tayin
edilen ikinci isim, Dîvân-ı Hümâyûn kâtiplerinden Musarrıfzâde Mustafa Şefik’tir. Şefiknâme401 isimli eserinde 1702-1703 yılları arasında vuku
bulan Edirne Vak’ası’nı anlatır. Ancak korkusundan dolayı eserini kapalı
bir üslûpla kaleme almıştır. Bundan başka 1693-1694 yılları arasında
geçen olayları anlatan yazma hâlinde bir Osmanlı Tarihi vardır. Edirne
vakasını ihtiva eden diğer bir eser ise Mü’min-zâde Seyyid Ahmed Hasîb
Efendi’nin Ravzatü’l-küberâ402’sıdır. 1713-1722 yılları arasında Râşid
Mehmed Paşa vak’anüvislik yapmıştır. Bir bakıma Naîmâ Tarihi’nin devamı niteliğinde olan Târîh-i Râşid403 isimli eserinde, 1659-1722 yılları
arasında meydana gelen olayları ağır bir üslûpla anlatmıştır. 1722-1730
yılları arasında Küçük Çelebi-zâde İsmail Âsım vak’anüvis tayin edildi.
Râşid tarihinin devamı olan Âsım Tarihi404 adlı eserinde 1722-1730 yılları arasında vuku bulan olayları anlatır. 1730 yılında vak’anüvislik makamına getirilen Arpaemini-zâde Mustafa Sâmî, bu göreve üç yıl devam etmiştir. Sâmî’den sonra sırasıyla Hüseyin Şâkir (1733-1739) ve Mehmed
Subhî (1739-1744) bu makama atandılar. Bu üç vak’anüvisin tarihleri bir
arada ve Târîh-i Sâmî, Şâkir ve Subhî adı ile basılmıştır.405 Eserde, 17301744 yılları arasında geçen olaylar anlatılmıştır. 1744-1752 yılları arasında vak’anüvislik yapan Süleyman İzzî, eseri Târîh-i İzzî406’de 1744-1752
yılları arasında geçen tarihî olayları ağır bir üslûpla anlatır. 1752-1766
yılları arasında vak’anüvislik yapan Seyyid Mehmed Hâkim’in eseri Hâkim Tarihi, 1752-1758 yılları arasında geçen olayları ağır bir dil ile anlatır. 1766 yılından bu makama Çeşmî-zâde Mustafa Reşid getirildi. İki yıl
401 Turgut Koçoğlu, Şefîk-nâme, Şefîk-nâme Şerhi ve Edhem ü Hümâ Mecmuası
[İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük-Tıpkı Basım], Yüksek lisans tezi, Erciye Üniversitesi, 2004.
402 Mü’min-zâde Seyyid Ahmed Hasîb Efendi, Ravzatü’l-küberâ (Tahlil ve Metin),
hzr. Mesut Aydıner, Ankara 2003.
403 Mehmed Râşid (Vak’a-nüvîs), Târîh-i Râşid, 3 c., İstanbul 1153 (H.) [İbrahim Müteferrika baskısı].
404 Çelebi-zâde İsmail Âsım Efendi, Târîh-i Çelebi-zâde, İstanbul 1153 (H.) [İbrahim
Müteferrika baskısı].
405 Subhî Mehmed b. Halîl (Vak’a-nüvîs), Târih-i Subhî, İstanbul 1198 (H.). Bu eserin
üçüncü yaprağının başında “Târîh-i Sâmî, Şâkir ve Subhî” İbaresi bulunmaktadır.
406 Süleymân İzzî, Târîh-i İzzî, 2 c., İstanbul 1199 (H.).
430 Prof. Dr. Ahmet Kartal
vak’anüvislik yapan Çeşmî-zâde 1766-1768 yılları arasında geçen tarihî
olayları Çeşmî-zâde Tarihi adlı eserinde anlatır. 1768’de vak’anüvislik
makamına Müneccimbaşı Musa-zâde Mehmed Abdullah getirildi. İki yıl
vak’anüvislik yapan Musa-zâde, 1768-1770 yılları arasında geçen olayları kaleme almıştır. Eseri Vâsıf Tarihi’ne eklenmiştir. 1770-1792 yılları arasında dört kez vak’anüvislik makamına getirilen Enverî Sadullah,
1768-1792 yılları arasında geçen tarihî hadiseleri, Târîh-i Enverî isimli
dört ciltlik eserinde anlatır. Vâsıf Tarihi’ne kaynaklık eden bu eser, yazma hâlindedir. 1771-1773 yılları arasında vak’anüvis tayin edilen Seyyid
İbrahim Behçetî, Köprülü ailesinin tarihini yazmakla görevlendirilmiştir. Kaleme aldığı Tarîh-i Sülâle-i Köprülü yazma hâlindedir. 1773-1774
yıları arasında vak’anüvislik yapan Hâfız Süleyman Molla, bu görevde
iken olayları yanlış yazdığı için Sadrazam Derviş Mehmed Paşa tarafından azledilmiştir. Vakâyi-nâme isimli eserinde, 1773-1774 yılları arasında geçen olayları anlatmıştır. Eseri, düzeltmeler yapılarak Sadullah Enverî’nin Enverî Tarihi’ne eklenmiştir. Vak’anüvîs Halîl Nûrî Bey, 6 cilt
hâlinde düzenleyip III. Selim’e sunduğu eserinde 1794-1799 yıllarındaki
olaylara yer vermiştir407. Râgıb Paşa, Osmanlı heyetindeki görevi vesilesiyle Avusturya ve Rusya ile yapılan müzakerelerde şahit olduğu olayları Fethiye-i Belgrad408 isimli eserinde anlatmıştır. Mustafa Kesbî’nin
İbret-nümâ-yı Devlet409’i, 1768’de başlayan Osmanlı-Rus savaşını ihtiva
etmektedir. Abbdülgaffâr-ı Kırımî’nin ise Umdetü’l-ahbâr410 isimli bir
tarihi bulunmaktadır. Nazmî-zâde Murtezâ’nın Gülşen-i Hulefâ411’sı ise,
Osmanlı Devleti döneminde Bağdat tarihiyle ilgili yazılmış yegâne eser
olmasıyla dikkat çekmektedir. Bağdat’ın 145/762 yılında Abbâsî Halifesi
Mansûr tarafından kuruluşundan Abbâsîlerin 1258 tarihinde yıkılmasına
kadar geçen süredeki Abbâsî tarihi için önemli olan eser, Bağdat’ın 1534
407 Seydi Vakkas Toprak, Vak’anüvîs Halîl Nûrî Bey Nûrî Tarihi, Ankara 2015.
408 Fatma Çiğdem Uzun, Belgrad Hakkında Râgıb Paşa’ya Ait Bir Risale: Fethiye-i
Belgrad (1739), Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2000.
409 Mustafa Kesbî, İbretnümâ-yı Devlet (Tahlil ve Tenkitli Metin), hzr. Ahmet Öğreten, Ankara 2002.
410 Derya Derin, Abdülgaffâr Kırımî’nin Umdetü’l-ahbâr’ına [Umdetü’t-tevârîh]
Göre Kırım Tarihi, Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi, 2003 ; Ersen Ersoy-Uğur Öztürk, “Umdetü’l-ahbâr’da Şair Biyografileri”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 5, İstanbul 2010, s. 101-120.
411 Mehmet Karataş, Nazmi-zâde Murteza, Gülşen-i Hulefa: Bağdat Tarihi 762-1717,
Ankara 2014.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 431
yılında Osmanlı Devleti hâkimiyetine girmesinden, özellikle 1638’de
Sultan IV. Murâd’ın Bağdat’ı ikinci defa fethedip Osmanlı idaresine almasından ve 1717 yılına kadar bu şehre tayin olunan valiler ve bunların
yaptıkları faaliyetleri ihtiva etmektedir.
Surnameler
Bu dönemde sultan çocuklarının doğumu, sünneti ve evlenmeleri dolayısıyla tertip edilen şenliklerin anlatıldığı bir hayli “sûr-nâme” kaleme
alınmıştır. Bu eserlerde şâirler sarayı ilgilendiren bir olayı kendi gözlemlerine dayanarak tasvir ettikleri için, bunlar hem tarihî hem edebî hem
de otobiyografik bir mahiyet gösterirler. Mehmet Arslan’ın tespit ettiği
13 mensur sûr-nâmenin 8’i bu asırda yapılan sünnet ve evlilik düğünlerini tasvir etmek için kaleme alınmıştır412. Bunların 4’ünün müellifi belli
değildir. Müellifi belli olmayan sûr-nâmelerin ilkinde II. Mustafa’nın
kızları Emine Sultan ile Ayşe Sultan’ın III. Ahmed tarafından 1120/1708
yılında yaptırılan düğünleri; ikincisinde III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan’ın 1121/1709 yılında Silahdar Ali Paşa ile evlenmesi dolayısıyla yapılan düğünü ile diğer kızı Ümmü Gülsüm Sultan’ın nişan töreni; üçüncüsünde II. Mustafa’nın kızı Safiye Sultan’ın 1122/1710 yılında maktul
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın oğlu Ali Paşa ile evlenmesi sebebiyle
yapılan düğünü; dördüncüsünde ise III. Ahmed’in kızları Ümmü Gülsüm’ün Ali Paşa; Hatice Sultan’ın Ahmed Paşa; Atika Sultan’ın Mehmed Paşa ile evlenmeleri vesilesiyle yapılan düğünleri konu edinilmiştir.
Müellifi belli olan sûr-nâmeler ise Seyyid Vehbî413, Hazîn, Haşmet ve
Melek İbrahim tarafından kaleme alınmıştır. Gerek Seyyid Vehbî gerekse Hazîn, sûr-nâmelerinde III. Ahmed’in şehzadeleri Süleyman, Mustafa, Mehmed ve Bâyezîd‘in sünnet düğünleri ile II. Mustafa’nın kızları
Ayşe Sultan ile Emetullah Sultan’ın 1720’de yapılan düğünleri hakkında
bilgi vermişlerdir. Özellikle Seyyid Vehbî’nin eseri hem o dönemdeki
kıyafetler, gösteriler, esnaf alayları, eğlenceler ve hediyelerin anlatılması hem de nüshalarının çokluğu bakımından diğer sûr-nâmelerden daha
önemlidir. Haşmet de Vilâdet-nâme-i Hümâyûn414 adlı sûr-nâmesini III.
412 bk. Mehmet Arslan, Türk Edebiyatında Manzum Surnameler [Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri], Ankara 1999, s. 47-71.
413 Ahsen Tuba Kaynarca, Seyyid Vehbî’nin Sûrnâmesi [İnceleme-Metin], Yüksek
lisans tezi, Dumlupınar Üniversitesi, 2000.
414 bk. Mehmet Arslan - İ. Hakkı Aksoyak, Haşmet Külliyâtı, Sivas 1994, s. 426-54.
432 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Mustafa’nın kızı Hibetullah Sultan’ın 1172/1759 yılındaki doğumu ile ilgili yapılan hazırlık ve kutlamaları anlatmak üzere Koca Râgıb Paşa’nın
emriyle kaleme almıştır. Altı makale hâlinde tertip edilen eser, süslü bir
dille kaleme alınmıştır. Melek İbrahim ise Vilâdet-nâme-i Hadîce Sultan
adlı sûr-nâmesinde I. Abdülhamid’in kızı Hatice Sultan’ın 1189/1776 tarihinde doğumu üzerine yapılan şenlikleri anlatmıştır.
Mahzenî’nin Damad İbrahim Paşa’nın isteği üzerine kaleme aldığı
Tuhfe-i Çerâgân415’ı, 1723 yılının Şaban ayında yapılan ve şehzadelerin
de katıldığı çerâgân yani lâle şenliklerini ihtiva etmektedir.
Sefaretnameler
Osmanlı Devleti’nde özellikle XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren diğer devletlere yeni sultanın tahta çıkışını bildirmek, diğer devletlerde tahta çıkan hükümdarı tebrik etmek, siyasî görüş ve kararları diğer
devletlere haber vermek, dostluk kurarak ilişkileri geliştirmek, çeşitli
konularda antlaşmalar yapmak gibi sebeplerle büyük elçi, orta elçi veya
maslahatgüzar unvanıyla kısa süreli elçiler gönderilmiş ve kendilerinden yolculuklarını rapor etmeleri istenmiştir. Önem verilen bu raporlar,
daha sonra yazılan resmî tarihlerde vesika olarak da kullanılmıştır. Elçiler tarafından kaleme alınan ve takrîr adı verilen bu raporların bir kısmı
meraklı, zeki ve üslûp sahibi sefirlerin elinden çıkmış ve “sefâret-nâme”
hüviyeti kazanmıştır. Bu sefâret-nâmelerin bir kısmı bizzat elçiler tarafından yazılırken bir kısmı da görevli elçinin maiyetinde bulunan edip
veya şâir tarafından kaleme alınmıştır. Nitekim Hacı Ahmed’in İran sefareti Kırımlı şâir Rahmî; Mustafa Râsih’ın Rusya sefareti Seyyid Abdullah Efendi; Silahdar Mehmed Ağa’nın Hindistan sefareti ise Mehmed
Emîn tarafından edebî bir üslûpla yazılmıştır. Bazı sefirler yolculuklarını
basit bir raporla bildirirken, bazılarının raporlarında yolculukları sırasında gözlem ve mukayese yeteneklerini kullanarak ulaştıkları sonuçlara,
Osmanlı yönetimi için yararlı olabileceği düşüncesiyle, yer verdikleri
de görülmektedir. Meselâ Ahmed Resmî Efendi Berlin Sefaret-nâmesi416’nde yolu üzerindeki Romanya, Polonya ve Prusya şehirleri, Büyük
Friedrich’in faaliyetleri ve ülkesi hakkındaki görüşlerine yer vermiştir.
415 Neslihan Koç Keskin, Osmanlı Lâle Şenlikleri, Çerâgân, Ankara 2014.
416 Ahmed Resmî Efendi’nin Viyana ve Berlin Sefaretnameleri, sadeleştiren: Bedriye
Atsız, İstanbul 1980.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 433
Yine Viyana elçiliğinden dönüşte Avusturya’nın devlet idaresi ve politikası ile Viyana’nın durumu ve halkının yaşayışını rapor etmiştir. Ebû
Sehl Nu’mân Efendi’nin üç otobiyografik makaleden oluşan Tedbîrât-ı
Pesendîde417 adlı eseri hem sefâret-nâme hem de siyasetname özelliği
göstermektedir. Yazar birinci makalede 1737’de kazasker olarak Kırım’a
tayin edilişi, Kırım yolculuğu, Kırım’da gözlemlediği olayları, oradaki bozuk idarî yapı ile kendi çözüm önerileri; ikinci makalede Osmanlı
Devleti’nin Mehmed Merâmî Efendi vasıtasıyla 1740’ta Avusturya ile
yaptığı sınır görüşmeleri; üçüncü makalede de Osmanlı Devleti’nin İran
ile yaptığı barış antlaşmasının tasdik edilmiş metnini Nâdir Şah’a götüren Kesriyeli Ahmed Paşa’nın sefareti hakkında bilgi vermiştir.
Yirmisekiz Çelebi Mehmed tarafından kaleme alınıp III. Ahmed ve
Sadrazam Damad İbrahim Paşa’ya sunulan Fransa Sefâret-nâmesi418,
hem Osmanlı Devleti’nin hem de bir devlet mensubunun savaş haricinde
Batı ile temasının ilk ürünü olmasından dolayı önemlidir. 1720 tarihinde Fransa devletiyle ilişkileri geliştirmek ve muhtemelen bir saldırmazlık
antlaşması imzalamak üzere Paris’e gönderilen yazar karşılanışını; gezip
gördüğü opera, hayvanat bahçeleri, askerî hastahane, eczane, rasathane,
boblin halı imalathanesi, ayna atölyesi gibi yerler hakkındaki gözlem ve
izlenimlerini kendine has zarif ve orijinal bir üslûpla anlatmıştır. Ziştovi
Antlaşması’nda yer alan “karşılıklı elçi bulundurma” maddesi gereğince
Avusturya’ya elçi olarak gönderilen Râtib Efendi, yaklaşık yedi buçuk ay
süren yolculuğunu kaleme aldığı Nemçe Sefaret-nâmesi’nde anlatmıştır.
Bu asırda Osmanlı Devleti sürekli olarak Rusya ile çeşitli sorunlar yaşadığı için bunları çözmek maksadıyla Rusya’ya birçok elçi gönderilmiştir.
1722’de “ittifak teklifi” için gönderilen Nişli Mehmed Ağa’nın sefaretnamesi “hatırat” şeklindedir. 1740 tarihinde savaş sonrası ilişkileri geliştirmek için gönderilen Mehmed Emnî, yolculuğunu Rusya Sefaret-nâmesi’nde ağır bir üslûpla anlatmıştır. 1755’te III. Osman’ın tahta çıkışını haber
vermek için gönderilen Derviş Mehmed Efendi, yolculuğunu sade bir dille
Rusya Sefaret-nâmesi’nde hikaye etmiştir. Küçük Kaynarca Antlaşması’nı
imzalamak üzere Rusya’ya giden Mustafa Râsih’in yolculuğu, maiyetinde bulunan Kethüdâ Seyyid Abdullah tarafından çok terkipli ve musallah
417 A. İbrahim Savaş, Ebû Sehl Nu’mân Efendi, Tedbîrât-ı Pesendîde [Beğenilmiş
Tedbirler], Ankara 1999.
418 Abdullah Uçman, 28 Çelebi Mehmed Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, Tercüman
1001 Temel Eser: 82, trhs.
434 Prof. Dr. Ahmet Kartal
bir üslûpla yazılmıştır. Tarihî ve siyasî bazı önemli bilgileri ihtiva eden
Sefaret-nâme-i Necâtî ise Kırım’da Ruslara esir düşen Silahdar İbrahim
Paşa’nın esaret hayatının Necâtî Efendi tarafından kaleme alınmasıyla
oluşmuştur. Bu asırda dikkat çeken sefaretnamelerden biri de Dürrî Ahmed Efendi’nin İran Sefaret-nâmesi419’dir. Bir rapor özelliği taşıyan eserde, yazar kendi yolculuğu, yaptığı temaslar ve göreviyle ilgili konuların
yanında İran’ın iç siyasî durumu, halkı, şehir ve kasabaları, askerî gücü,
idarî yapısı, cemaatleri ve şahın sarayı hakkında geniş bilgiler vermiştir.
Mustafa Hattî Efendi’nin ise Viyana Sefaret-nâmesi 420bulunmaktadır.
Seyahatnameler
Bu dönemde “seyahat-nâme” türü içerisine dahil edebileceğimiz yapılan hac yolculuğundan bahseden eserler de kaleme alınmıştır. Bunlardan Hâsıl-ı Hacc-ı Şerîf li-Menâzili’l-Harameyn’de İbrahim Hanîf’in
1201/1786-87 yılında yaptığı hac yolculuğu anlatılmaktadır. Mehmed
Edîb, 1193/1779 yılında yaptığı hac yolculuğu neticesinde kaleme aldığı
Nehcetü’l-menâzil421 adlı eserinde, İstanbul’dan Mekke’ye gidecek olan
bir hacının güzergâhı boyunca uğrayacağı konaklar ile haccederken uyması gereken kuralları anlatmıştır. Orhan Şaik Gökyay’ın seyahatname
türü içinde incelenmesi gerektiğini söylediği Hadîkatü’l-cevâmi’422, Hâfız Hüseyn-i Ayvansarâyî tarafından Müstakîm-zâde’nin teşvikiyle kaleme alınmıştır. Yazar Üsküdar ve Boğaziçi semtlerinde bulunan camiler
ile mescitleri alfabe sırasıyla eserine almış, bunları yaptıranlar hakkında kısa bilgiler vermiş, bu cami ve mescitlerin mezarlıklarında gömülü
olanları, bunların türbelerini, tekke ve zaviyeleri, bu tekkelerin şeyhlerini, medreseleri, mektepleri, çeşmeleri ve şadırvanlarını tanıtmıştır.
419 Râşid Tarihi içinde yayımlanan eser, 1820’de Paris’te eski harfli olarak basılmış,
1810’da da Fransızcaya, 1733’te Polonyalı Krusinski tarafından Latinceye tercüme
edilmiştir. Ayrıca bk. Ayhan Ürkündağ, Ahmed Dürrî Efendi’nin İran Sefaretnamesi, Yüksek lisans tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, 2006.
420 Ali İbrahim Savaş, Mustafa Hattî Efendi, Viyana Sefâretnâmesi, Ankara 1999.
421 Mehmed Edîb, Nehcetü’l-menâzil, İstanbul 1232 ; M. Bianchi, Itinerare de Constantinople a la Mecque, Paris 1825.
422 Ayşe Gül Başaran, Osmanlı Mimarisi İçin Kaynak Hadîkatü’l-cevâmi’ (II. Cilt)
İncelemeli Metin Çevirisi, Yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi, 2001; Ali
Satı’nın ilâveleri ile birlikte iki cilt olarak basılan (İstanbul 1281) esere daha sonra
Selim Besim tarafından bir zeyil yazılmıştır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 435
Münşeât Mecmuaları
Bilindiği gibi resmî ve özel her türlü konuda belâgat ve fesahat kurallarına uygun olarak kaleme alınan yazılara “inşâ”, inşâ yazana “münşî” ve
inşâlardan meydana gelen mecmualara da “münşeât” adı verilmektedir. Bu
devirdeki en meşhur münşeat mecmualarından biri Koca Râgıb Paşa’ya
aittir. Telhîsât olarak da isimlendirilen eser, Râgıb Paşa’nın I. Mahmud
döneminde reîsü’l-küttâb iken hazırladığı telhislere daha sonra yazdıklarının da eklenmesi ile Ahmed Nüzhet Efendi tarafından tertip edilmiştir.
Mecmuada günlük hayatın hemen her safhasına ait resmî ve hususî hayat
konuları ile ilgili türünün en başarılı örnekleri olarak kabul edilmiş birçok
mektup bulunmaktadır. Kânî’nin Münşeât’ı da türünün önemli örneklerindendir. Kânî’nin asıl şöhretini sağlayan mecmuada tebrik, arzuhâl, tavsiye
gibi konularda yazılmış 120 mektup bulunmaktadır. Osman-zâde Tâib’in
elliye yakın mektubundan oluşan Münşeât’ı da türünün önemli örneklerindendir. Âsım Efendi’nin de 234 yazısından oluşan bir Münşeât423’ı vardır.
Bu yazıların ekseriyeti bizzat Âsım Efendi tarafından kaleme alınmış, Lutfullah Efendi’nin yazdığı anlaşılan bir kısmını da tashih etmiştir. Râşid,
Nevres-i Kadîm, Âkif Mehmed Bey ve İki Bayraklı-zâde Seyyid Mehmed
Nesîb bu asrın diğer Münşeât sahibi simalarındandır.
Şiir ve Şair Hakkında Eserler
Bu devirde “şiir ve şâir” hakkında çeşitli değerlendirmelerin yapıldığı iki eserle karşılaşmaktayız. Bunlardan ilki Haşmet’in Senedü’ş-şu’arâ424’sıdır. Haşmet Sadrazam Koca Râgıb Paşa’ya sunduğu eserinde bütün sanat gücünü ve hünerini göstermiş, Arap dili ve edebiyatı ile
dinî ilimler, özellikle tefsir, hadis konusundaki bilgilerini ortaya koymuş,
aruz vezni ve belâgat konusundaki derin bilgisini göstermiştir. Müellif
dört “fıkra” ve bir “hâtime”den oluşan eserin birinci fıkrasında, şiirin
fazileti ile meşruiyetini aklî ve naklî delillerle vermeye çalışmış, fesahat
ve belâgatın Arap diline mahsus olduğunu belirttikten sonra, Arapçadan
sonra en fasih dilin Farsça olduğunu belirtmiştir. İkinci fıkrada aruz veznine uyan âyet ve hadislerden örnekler verilmiştir. Üçüncü fıkrada Hz.
Peygamber’in, etrafında bulunan Nâbiga, Ka’b bin Züheyr gibi şâirlere
423 Küçük Çelebi-zâde İsmâ’îl Âsım Efendi, Münşe’ât-ı Âsım, hzr. Fahri Unan, Ankara 2013.
424 Bk. Mehmet Arslan - İ. Hakkı Aksoyak, Haşmet Külliyâtı, Sivas 1994, s. 365-425.
436 Prof. Dr. Ahmet Kartal
verdiği önem ve ettiği iltifatlardan söz edilmiştir. Dördüncü fıkrada Hulefâ-i Râşidîn’in yanı sıra Hz. Fâtıma, Hz. Âişe, Hz. Hüseyin, Hz. Abbas,
sahabelerden Ebu’d-derdâ ve Bilâl-i Habeşî ile dört mezhep imamlarının
şiir yazdıkları delilleriyle belirtilmiştir. “Hâtime”de yine şiirin önemini
vurgulayan şâir, devlet idarecilerinin şâirlere câize vermelerini, aralarından “sultanu’ş-şu’arâ” seçmelerini söylemiş, padişahların isimlerinin
kıyamete kadar anılmasının ancak şâirlerle mümkün olduğuna dikkat
çekmiştir. Müstakim-zâde ise, Istılâhâtü’ş-şi’riyye adlı risalesinde İslâm
akidesinde şiir ve şâirin konumu hakkında bilgi verdikten sonra Aruz,
îhâm, cinas, tecnis, tahmis, kafiye, kaside, takti, terci-bend gibi 59 edebî
terimin tarifini yapmıştır. Bu manada dikkat çeken eserlerden biri de,
Salâhaddîn-i Uşşâkî’nin Türk edebiyatında sık görülmeyen « bedîiyyât »
türünün örneklerinden sayılan çalışmasıdır425. Makâmât-ı Hamidiyye’nin
girişi kabilinden olan eser, günümüzde edebî sanatlar olarak adlandırılan
sözü süsleyen üslûp özelliklerini ait olduğu zeminde ele almakta ve bedî
ilmini kendi bakış açısıyla sunmaktadır. Eserde yer alan birçok terime,
neşri yapılanlar göz önüne alındığında, kendisinden önceki ve sonraki
eserlerde rastlanmaması dikkat çekmektedir.
Siyasetnameler
Bu dönemde yazılan “siyasetname” türündeki eserlerin en ünlüsü
Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın yüksek makamlarda bulunanlara rehber
olması temennisiyle 1126/1714-1130/1717 yılları arasında kaleme aldığı
ve Osmanlı devlet yönetiminde meydana gelen aksaklıklar hakkındaki
görüşlerini belirttiği Nesâyihu’l-vüzerâ ve’l-ümerâ426’dır. İbrahim Müteferrika’nın devlet yöneticilerini Avrupa’da uygulanan düzenin orduya ve
devşirmelere uygulanması için ikna etmek ve coğrafya ilmini öğrenmenin lüzumu ve faydalarını anlatmak amacıyla kaleme aldığı Usûlü’l-hikem fî-Nizâmi’l-ümem427’i de bu tip eserlerdendir. O dönemde Osmanlı
Devleti’nin en fazla sıkıntılı olduğu konuların başında askerî teşkilattaki
425 M. A. Yekta Saraç, “Salâhaddîn-i Uşşakî’nin Belâgat ile İlgili Eseri ve Bu Eserdeki
Edebî Terimler”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, nr. XXXI, 2004, s. 281-318.
426 Hüseyin Ragıp Uğural, Defterdâr Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler,
İzmir 1990.
427 Adil Şen, İbrahim Müteferrika ve Usûlü’l-hikem fî-Nizâmi’l-ümem, Ankara 1995;
Baron Reviczki, Traité de la Tactique ou Méthode Artificielle pour Ordonnance
des Troupes, Vienne 1769.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 437
bozukluklar olduğu için eserin büyük kısmı askerî konulardan oluşmaktadır. Müellif burada ordunun modernleşmesinin gerekliliğini sebepleriyle
belirtmiş ve iyi disiplin edilmiş bir ordu ile dine bağımlılığın Osmanlı’yı
Batı karşısında yeniden üstün duruma getireceğini vurgulamıştır. Koca
Sekbanbaşı da sade bir dille kaleme aldığı Hülâsatü’l-kelâm fî-Reddi’lavâm428 adlı eserinde ordunun teknik, teçhizat gibi konularda modernleşmesini savunmuş, karşı düşüncede olanların sorabileceği pek çok soruya cevap vermiştir. Canikli Ali Paşa’nın 1188/1774 yılında Kırım’dan
döndükten sonra yazmaya başlayıp 1190/1776 tarihinde bitirdiği Tedbîr-i
Cedîd-i Nâdir ve Tedbîr-i Nâdir adlarıyla da anılan Tedâbîrü’l-gazavât’ı
“nasihatname” türündedir. Müellif eserinde III. Mustafa ve I. Abdülhamid
dönemi olayları ile müesseselerini tenkit ederek yapılan hataları gözler
önüne sermiş; bozuklukların düzeltilmesi için alınması gereken tedbirleri
belirtmiş; iktisadî, içtimaî, idarî ve askerî konulara değinerek arazî sistemiyle askerlik düzeninin ıslahını savunmuştur. Hulâsatü’l-i’tibâr’da, Ahmed Resmî Efendi kendisinin de hazır bulunduğu 1768-1774 Osmanlı Rus
Savaşı hakkındaki görüş ve intibalarını tenkidî bir yaklaşımla ifade etmiştir. Sosyal problemleri ironik dille sıralayan bir eser de, yazarı bilinmeyen
Risâle-i Garibe429’dir. Nahîfî Süleyman Efendi’nin “rüşvet, yol emniyeti,
anarşi, bidat, narh, sikke, asker” gibi konulara değindiği Nasîhatü’l-vüzerâ an Nahîfî Efendi’si, İsmail Hakkî-i Bursevî’nin Sülûku’l-mülûk’u,
Akovalı-zâde’nin Minhâcü’l-ümerâ fî-Ahvâli Selâtîn ve’l-ümerâ’sı ile İshak Efendi’nin Risâle fî-Âdâbı Hizmet’i bu asırda yazılan diğer “nasihatname” türündeki eserlerdir.
Dinî, Tasavvufî Ahlâkî Eserler
Bu dönemde burada sayılamayacak miktarda “dinî, ahlâkî ve tasavvufî eser” kaleme alınmıştır. Bunların önemli bir kısmı tercüme, şerh,
derleme ve telhis [= özetleme] yoluyla meydana getirilmiştir. Müstakim-zâde Süleyman Sededdin İmâm-ı Azam’ın Arapça kaleme aldığı
Fıkh-ı Ekber’ini, Ali el-Kârî’nin el-Hizbü’l-a’zam ve’l-Virdü’l-efham’ını, Kutbuddîn-i İznikî’nin Mürşidü’l-müteehhilîn’ini, Abdulganî-i Nablusî’nin el-Ukûdü’l-lü’lüiyye fî-Tarîki’s-sa’âdeti’l-Mevleviyye’sini, Abdülkerim-i Cîlî’nin Hakîkatü’l-yakîn’ini, İmâm-ı Rabbânî’nin Farsça
428 Abdullah Uçman, Hülâsatü’l-kelâm fî-Reddi’l-avâm, İstanbul 1975.
429 Hayati Develi, XVIII. yy İstanbul’a Dair Bir Risale-i Garibe, İstanbul 1998.
438 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Mektûbât-ı Kudsiyye’sini ve Ebu’l-fazl Hubeyş et-Tıflisî’nin Elsine-i
Selâse’sini; Şeyhülislâm İshak Efendi Kadı Iyâz’ın meşhur hadis kitabı Şifâ’yı, Ebu’l-leys es-Semerkandî’nin Bûstânu’l-ârifîn’ini Türkçeye
çevirmiştir. Abdullah Salahaddin-i Uşşâkî’nin Tuhfetü’l-uşşâkiyye430’si
Uşşâkiyye tarikatına ait âdâbdan bahsetmektedir. Celvetî meşayihinden
Ya’kûb-ı Afvî ise, Celvetî tarikatı âdâbıyla ilgili Hediyyetü’s-sâlikîn431
isimli bir eser kaleme almıştır.
Manzum ve mensur on beş eseri olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
en meşhur eseri, oğlu Seyyid Ahmed Naîmî için 1170/1757 tarihinde tamamladığı Ma’rifet-nâme432’dir. Çeşitli konuları ihtiva eden ansiklopedik bir eser olan Ma’rifet-nâme, bir mukaddime, üç fen ve bir hâtimeden
oluşmaktadır. Eser, ilâve edilen bâb, fasıl ve nevi’lerle genişletilmiştir.
Eserde kâinatın yaratılışı, astronomi, coğrafya, hikmet, felsefe, tasavvuf,
ahlâk ve muaşeret, musikî, tıp, matematik ilm-i kıyâfet gibi konulara değinilerek kişinin çeşitli ilimleri öğrenip hem kendini hem de yaratıcısını
daha iyi tanıyabileceği fikri vurgulanmıştır.
Bu dönemde yazmış olduğu eserlerle şöhret bulan kişilerden biri de
günümüzde adından daha çok Bursalı İsmail Hakkı olarak bahsedilen İsmil Hakkî-i Bursevî’dir. Türkçe, Arapça ve Farsça kaleme aldığı irili ufaklı yüz yirmi civarında eseri bulunmaktadır. Bunlar içerisinde şüphesiz en
meşhuru Rûhu’l-beyân433 isimli tefsiridir. İsmail Hakkı eserini Bursa Ulu
Camii’nde verdiği vaazlarda tefsir ettiği ayetlerin notlarından hareketle
23 yılda tamamlamıştır. Müellif ayetleri tefsir ederken bazı mutasavvıfların söz ve görüşlerinden istifade etmiş, Arapça ve Farsça birçok şiire
yer vermiştir. Tefsir olmanın yanında “mev’ize” hüviyeti de taşıyan eser,
yazıldığı günden beri vaizlerin en çok kullandıkları kaynak konumundadır. Eser yakın bir geçmişte bir heyet tarafından yayımlanmıştır. La’lî-zâde Abdülbâkî’nin manzum-mensur olarak kaleme aldığı Gıdâ-yı Rûh434
430 Abdullah Salâhaddîn-i Uşşâkî, Tuhfetü’l-uşşâkiyye, terc.: Abdurrahman Sami,
İstanbul 1343; Abdullah Salâhaddîn-i Uşşâkî, Uşşâkî Sâliklerin Adâbı [Tuhfetü’l-uşşâkiyye], sadeleştiren: Mahmut E. Kılıç, İstanbul 1998.
431 Ya’kûb-ı Afvî, Hediyyetü’s-sâlikîn, İstanbul 1331.
432 Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Ma’rifet-nâme, el-Matba‘atü’l-kübrâ, Bulak 1257; Marifetname, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, tetkik ve takdim: Ahmet Davudoğlu, sadeleştirenler: Durali Yılmaz-Hüsnü Kılıç, 3 c., 4. baskı, İstanbul 1993.
433 İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l-beyân Tefsiri, c. I-X, İstanbul 1995.
434 Muhammed Özdemir, “Bir İntihâb-ı Mesnevî Örneği: La’lîzâde Abdülbâkî ve Gıdâ-yı Rûh Adlı Eseri”, Sûfî Araştırmaları, c. 3, sy. 5, 2012, s. 73-106.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 439
isimli eseri, 21’i Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sinden, 48’i ise çeşitli
tasavvufî eserlerden alınmış mensur hikâye ile Mesnevî-i Ma’nevî’den
seçilerek alınmış 477 beyitten oluşmaktadır. Seyyid Hüseyin Ârif’in Ahsenü’l-kasas435’ı ise Yusuf kıssasını ihtiva etmektedir.
Şerhler ve Lügatler
Bu dönemde özellikle Mevlânâ, Molla Câmî, Feridüddin-i Attâr
gibi mutasavvıfların eserlerine çeşitli “şerhler”in yazıldığı görülmektedir. Şeyh Gâlib’in 1789 tarihinde sanatkârane bir üslûpla kaleme aldığı
Şerh-i Cezîre-i Mesnevî436 adlı eseri, Yûsuf-ı Sîneçâk’ın Mesnevî’den
aralarında anlam bütünlüğü olan 366 beyti seçerek tertip ettiği Cezîre-i
Mesnevî’sinin şerh edilmesiyle oluşmuştur. Müellif beyitleri kelime veya
terkip hâlinde tercüme ettikten sonra açıklamasını vermiştir. Şeyh Gâlib, şerh esnasında âyet ve hadislerden, Arapça, Farsça ve Türkçe bazı
manzum ve mensur ibarelerle tasavvufî kıssalardan da istifade etmiştir.
Hoca Neş’et’in Terceme-i Şerh-i Du Beyt-i Molla Câmî adlı eseri, Molla
Câmî’nin Risâle-i Şerh-i Bostân-ı Mesnevî-i Mevlevî’sinin tercümesidir.
Hoca Neş’et, sanatkârane bir üslûpla kaleme aldığı eserinde, tasavvuf ve
tarikatlar hakkındaki görüşlerine, ahlâkî hikâyeler ve fıkralara ve bazı
şiirlere yer vermiştir. XVI. asır şâirlerinden Şâhidî’nin manzum Farsça-Türkçe sözlüğü Tuhfe-i Şâhidî’ye bu asırda 15 tane şerh yazılmıştır437.
Bu asırda şerh yoluyla meydana getirilmiş eserler arasında Kâmî’nin
Şerh-i Hicv-i Şifâî’si, Abdurrahman Şeref Efendi’nin Şerh-i Mu’ammâ-yı
Sagîr li-Mevlânâ Câmî’si, Hâtem’in Elfâz-ı Küfr Risâlesi Şerhi, Mültekâ
Şerhi ve Şerhu’l-lem’a’sı, İsmail Hakkî-i Bursevî’nin Şerh-i Pend-i Attâr438’ı ile Mesnevî’nin şerhi olan Rûhu’l-Mesnevî’si ve Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’sinin şerhi olan Ferâhu’r-rûh439’u sayılabilir. İs435 Ferudun Hakan Özkan, Seyyid Hüseyin Ârif Ahsenü’l-kasas, Ankara 2016.
436 Turgut Karabey - Mehmet Vanlıoğlu - Mehmet Atalay, Şeyh Gâlib, Şerh-i Cezîre-i
Mesnevî, Erzurum 1996; Mehmet Atalay-Turgut Karabey, Şeyh Galip, Şerh-i
Cezire-i Mesnevî, Konya 2007; Mahmut Aslantürk, Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
[İnceleme-Transkripsiyonlu Metin-İndeks], Yüksek lisans tezi, Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi, 1996.
437 bk. Yusuf Öz, Tuhfe-i Şâhidî Şerhleri, Konya 1999, s. 46-77.
438 Rafiye Duru, İsmail Hakkı el-Bursevî’nin Şerh-i Pend-i Attâr’ı, Yüksek lisans tezi,
Ege Üniversitesi, 1998.
439 Mustafa Utku, İsmail Hakkı Bursevî, Ferahu’r-rûh Muhammediyye Şerhi I, İstanbul 2010. Murat Karavelioğlu, İsmail Hakkı-i Bursevî’nin Muhammediyye
440 Prof. Dr. Ahmet Kartal
mail Hakkî-i Bursevî’nin bunların dışında bazı edebî metinlere yapmış
olduğu şerhler de bulunmaktadır440. Dilkesîr Şahin-zâde-i Mar’aşî’nin ise
Tuhfetü’l-vüzerâ441 isimli Tuhfe-i Şâhidî şerhi bulunmaktadır.
Bu asırda çeşitli “lügatler” de kaleme alınmıştır. Şeyhülislâm Esad
Efendi tarafından 1725-1732 yılları arasında hazırlanarak I. Mahmud’a
takdim edilen Lehcetü’l-lugât, Türkçeden Arapça ve Farsçaya bir sözlüktür. İlk devirlerde yazılan Dîvânu Lugati’t-türk ve Terceman gibi sözlüklerden sonra Türkçe kelimeleri esas alan ilk Türkçe sözlüktür. Esere
madde başı olarak sadece Türkçe veya Türkçeleşmiş kelimeler alınmıştır.
Muteber birçok Arapça ve Farsça eserden istifade edilerek yazılan eserde
23 harf, hareke bakımından 68 bâba, bu bâblar da kelimenin ikinci harfinin harekelerine göre 674 fasla ayrılmıştır. Eserde yaklaşık madde başı
olarak 3700 kelime bulunmaktadır. Esrâr Dede, derviş arkadaşlarından
birinin İtalyan ve Lâtin dillerini bilmenin faydasına temas ederek kendisinden bir İtalyan sözlüğünü Türkçeye tercüme etmesini istemesi üzerine
Lügat-i Talyân442’ı yazmaya başlamıştır. Ancak daha sonra Şeyh Gâlib’le
birlikte, İtalyanca-Rumca olarak hazırlanmış bir lügatin tercüme edilmesini ve yer yer Lâtincelerinin yazılmasını da kararlaştırmışlardır. İtalyanca ve Lâtincenin bazı gramer kurallarının anlatıldığı bir “mukaddime”yle
başlayan eser, dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde birden on
bine kadar olan sayıların tercümesi; ikinci bölümde İtalyanca ve Lâtince
sayıların tercümesi; üçüncü bölümde İtalyanca ay, gün ve hafta isimlerinin tercümesi; dördüncü bölümde ise alfabetik sırayla lügat kısmının
çevirisi verilmiştir. Daha sonra yer alan on fasıllık zeyil kısmında ağaç,
silah, yıldız çeşitleriyle, bazı “anâsır” ve “ibârât”tan bahsedilmiştir.
Bu devirde Sa’dî’nin Gülistân’ı için de bazı lügatlerin hazırlandığı
görülmektedir. Bunlardan Miftâh-ı Gülistân, Ali b. Hacı Osman tarafından dostlarının kendisinden Gülistân’ın zor kelime, tabir ve beyitlerinin
anlaşılmazlığını giderici bir sözlük yazması ricası üzerine kaleme alınŞerhi [Birinci Cilt] Ferahu’r-rûh, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 1999;
Muhammed Ali Eşmeli, İsmail Hakkı Bursevî’nin Muhammediyye Şerhi [II. Cilt]
Ferahu’r-rûh, Yüksek lisans tezi, İstanbul Üniversitesi, 2001.
440 bk. Ahmet Taştan, Bir Şârih Olarak İsmâîl Hakkî Bursevî ve Edebî Şerhleri, Yüksek lisans tezi, Uludağ Üniversitesi, 1999.
441 Dilkesîr Şahinzâde el-Mar’aşî, Tuhfetü’l-vüzerâ, Kahramanmaraş 2015.
442 Osman Horata, Esrâr Dede’nin Lügat-i Talyan Tercümesi, Türkbilig : Türkoloji
Araştırmaları, nr. 1, Nisan, 2000, s. 73-80.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 441
mıştır. Bu tip lügatlerin ikincisi ise müellifi belli olmayan ve bu asırda
yazıldığı tahmin edilen Lügat-i Gülistân-ı Sa’dî’dir. “Hâzâ Lügat-i Gülistân-ı Sa’dî” ibaresiyle başlayan ve yanlışlıkla Cifr el-İmâm Alî adına
kayıtlı olan bu sözlük risalesi, dört bâbdan oluşmaktadır.
Müstakîmzâde Süleyman Efendi’nin Fatiha tefsiri443 ile Âtıf’ın Mi’yâru’l-kelâm ve Hikâye-i Zen-dost ve Telhisler’i ile Tâib’in III. Ahmed’in
hastalığı sebebiyle manzum-mensur şekilde kaleme aldığı Sıhhat-âbâd
isimli kırk hadis tercümesini de burada belirtmek gerekmektedir.
İlmî Eserler
Bu asırda Osmanlı “matematiği” büyük oranda klâsik matematik
geleneğine bağlı kalmıştır. Modern matematiğin kavram ve yöntemleri
ancak yüzyılın sonuna doğru Osmanlı matematiğindeki yerini almaya
başlamıştır. Bu dönemde matematik sahasında yaklaşık 55 müellif 94
eser kaleme almıştır. Bunlardan 81’i Arapça, 13’ü ise Türkçedir. Dönemin tanınan geometri bilginlerinden Bedreddin Muhammed b. Es’ad
el-Yanyavî’nin 1142/ 1729-30 tarihinde yazıldığı tahmin edilen Şerhü
Ba’di’l-makâlâti’l-öklidisiyye isimli eseri, Euclides geometrisinin bazı
meselelerinin şerhinden ibarettir. Abdurrahman b. Ebî Bekr b. Süleyman
el-Maraşî, Bahâeddin el-Âmilî’nin Hulâsatü’l-hisâb’ına bir şerh yazmıştır. Bu şerh, Osmanlı medreselerinde rağbet görerek ders kitabı olarak da
okutulmuştur. Hulâsatü’l-hisâb’a dikkate değer bir şerh de Abdurrahman
b. Abdullah b. Muhammed b. İbrahim el-Çûlî tarafından Tuhfetü’l-tullâb
fî Halli Hulâsati’l-hisâb adıyla 1186/1772-73’te yazılmıştır. Asrın önemli matematikçilerinden Şeker-zâde olarak da tanınan Feyzullah Sermed
b. Muhammed b. Abdurrahman el-İstanbulî’nin matematik alanında üç
eseri vardır. Bunlar arasında en önemlisi logaritma alanında Türkçe ilk
müstakil eserlerden olan el-Maksadeyn fî Halli’l-nisbeteyn’dir. Bir diğer
matematikçi ise, astronomi üzerine de yoğunlaşan Halîl Fâ’iz Efendi’dir.
Onun en önemli eseri Türkçe olarak kaleme aldığı Fezleketü’l-hisâb’dır.
Devrin ilginç matematikçilerinden olan Ebû Sehl Nu’mân b. Sâlih el-Eginî, 1741’de yazdığı Tebyînü A’mâli’l-misâha adlı teorik ve pratik geometri kitabında Avrupa’da geliştirilen geometri bilgilerini kullanarak
443 Müstakîmzâde Süleymân Efendi, Fâtiha Sûresi Tefsiri: Tefsîru Sûreti’l Fâtihâ, derleyen: Uğur İncebilir, İstanbul 2016.
442 Prof. Dr. Ahmet Kartal
bunların önemini vurgulamıştır. Eser muhteva olarak ölçme bilimi, ilgili
terimler, uzunlukların ve genişliklerin ölçülmesi, haritalar, ölçeksiz haritalara ölçek bulma ve ölçme işlemlerinde kullanılacak aletlerden oluşmaktadır. Bu asrın, belki de klâsik Osmanlı matematik geleneğinin son
temsilcisi Gelenbevî İsmail Efendi olarak tanınan İsmail b. Mustafa b.
Mahmud el-Gelenbevî’dir. Aklî ve naklî ilimlerin hemen hepsinde maharet sahibi olup özellikle mantıkçı ve matematikçi olarak tanınmıştır.
Hesap, cebir, geometri, astronomi, mantık, belâgat ve kelâm konularında
Türkçe ve Arapça 35 eser kaleme almıştır. Matematikle ilgili üçü Türkçe biri Arapça olmak üzere dört eseri vardır. Bunlardan Türkçe Adlâ-i
Müsellesât Risâlesi, bir üçgenin elemanları, özellikle açıları ve kenarları
arasında mevcut bağıntıların hesap açısından incelenmesine; bu bağıntıların üçgeni belirlemeye yeterli sayıda elemandan hareket ederek, bir
üçgenin elemanlarının hesabına uygulanmasına dairdir. Trigonometri
sahasında Osmanlılarda yazılan nadir müstakil eserlerden olması sebebiyle ayrıca önemlidir. Türkçe yazılan Hisâbü’l-küsûr aritmetik ve cebir
işlemlerinden bahseden son derli toplu eserdir. Beş bölüm olarak tertip
edilen eserin birinci bölümü giriş niteliğinde olup kesir hesaplarıyla ilgilidir. İkinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerde çeşitli aritmetik kuralları
anlatılmıştır. Eserin asıl önemli kısmını oluşturan beşinci bölümde cebir
yoluyla bilinmeyenlerin nasıl elde edileceğinden bahsedilmiştir. Gelenbevî İsmail, modern matematiğin konularından olan logaritma sahasında
da Şerh-i Cedâvil-i Ensâb adlı bir eser kaleme almıştır. Şerh-i Logaritma
olarak da anılan eser, akıcı bir Türkçe ile kaleme alınmış olup logaritma
cetvellerinin çıkarılması ve kullanılmasına dairdir.
Bu dönemde Osmanlılarda “astronomi” sahasında yaklaşık olarak
374 eser kaleme alınmıştır. Bunlardan 248’i Arapça, 116’sı Türkçe ve
3’ü Farsçadır. Geri kalan 7 eser ise bu üç dille karışık olarak yazılmıştır. Dönemin ilk büyük astronomu Mısır’da doğan ve Rıdvân el-Felekî
olarak da tanınan Rıdvân b. Abdullah el-Razzâz el-Felekî’dir. Astronomi
aletleri imal etmede döneminin en tanınmış bilgini olup astronomi ile
ilgili 17 eseri vardır. İbn el-Şâtır metodunu takip ederek yazdığı Kırânü’l-ulviyyeyn Zuhal ve’l-müşterî bi Vasati’l-mesîr’de Zühal ile Müşteri
yıldızlarının yörüngeleri ortasında birbirine yaklaşmalarını incelemiştir. Uluğ Bey Zîc’ini, el-Dürrü’l-ferîd ale’r-rasadi’l-cedîd adıyla şerh
eden el-Felekî’nin vakit tayini ile ilgili olan Düstûrü Usûli İlmi’l-mi-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 443
kat ve Netîcetü’n-nazar fî Tahrîri’l-evkat isimli eseri de dikkate değer
mahiyettedir. Müneccimbaşılık görevinde de bulunan Mustafa Zeki
el-İstanbulî, Gıyâseddin Cemşîd el-Kâşî’nin astronomi sahasındaki eseri Süllemü’s-semâ’yı hem Mirkatü’l-ûlâ fî Şerhi Süllemi’s-semâ ismiyle
şerh, hem de Tuhfetü’l-vüzerâ fî Tercemeti Süllemi’s-semâ adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Semerkand astronomi okuluna bağlı olarak astronomik çalışmalar yapan Ramazan b. Sâlih b. Ömer b. Hicâzî b. Ömer
el-Hanekî’nin astronomi alanında irili ufaklı 25 eseri bulunmaktadır.
Bunların bir çoğu zîc şeklinde olup düzen olarak Uluğ Bey Zîci’ne dayanmaktadır. Eserleri arasında en dikkate değer olanları Keşfü’l-gayâhib
an Müşkilâti Ameli’l-kevâkib, astronomik hesaplama usullerini ele alan
Metâli’ü’l-büdur fi’l-darb ve’l-kısme ve’l-cüzur ile Uluğ Bey Zîci’ne
göre tertip ettiği el-Zîc’dir. III. Mustafa devrinde İstanbul’da yetişen şâir,
hekim, hattat ve astronom olan Abbas Vesim Efendi b. Abdurrahman b.
Abdullah’ın astronomi alanında üç Türkçe eseri vardır. Bunlardan Nehcü’l-bulûğ fî Şerhi Zîci Uluğ, Uluğ Bey Zîci’nin Türkçeye tercüme ve
şerhidir. Bu dönemde İstanbul’da yaşayan astronomlardan Sâlih Efendi el-İslâmbolî’nin 5’i Arapça, 3’ü Türkçe olmak üzere toplam 8 eseri vardır. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni 1189/1775-76’da tamamlanan ve David King’in “büyük astronomi cetveller mecmuası” dediği
el-Cedvelü’l-kebîr bi Tarîki’l-ceyb’dir. Eserde yer alan tablolar hem her
derecenin güneş meridyenini ve güneş enleminin saat açılarını hem de
güneş ekvator dairesinde iken doğuda ve batıda güneşin irtifa vakitlerini
vermektedir. Sadık el-Cihangirî tarafından bu tabloların daha sonra yapılan muhtasar tercümesinde güneşin batı ve doğudaki en yüksek irtifalar
arasındaki değerleri de verilmiştir. Bu dönemin klâsik astronomi geleneğinin önemli temsilcilerinden olan Bedreddin Hasan b. Burhaneddin
İbrahim el-Cebertî’nin astronomi alanında Arapça 19 eseri bulunmaktadır. Bu eserlerin çoğu cedveller şeklinde tertip edilmiş olup vakit tayini
ile ilgilidir. Bunlardan astronomide kullanılan hesaplama usullerinden
bahseden Hakâikü’l-dekâik alâ Dekâiki’l-hakâik ile Kadı-zâde’nin Şerhü’l-mulahhas fi’l-hey’e’sine yazdığı Hâşiye önemlidir. İstanbul’da yetişen astronomlardan Halîfe-zâde olarak tanınan Çinârî Mehmed Efendi
astronomi ile ilgili telif tercüme ondan fazla eser kaleme almıştır. Halîfe-zâde Fransız astronomlardan Clairaut’un Théorite de la Lune adlı
zîcini 1181/1767-68’de Terceme-i Zîc-i Clairaut; J. Cassini’nin Tables
444 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Astronomiques isimli zîcini ise 1186/1772-73’te Tuhfe-i Behic-i Rasinî
Terceme-i Zîc-i Kasini adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Kasini Zîci Tercümesi 1204/1790’da Divan kâtiplerinden Süleyman Makamî tarafından
Zîc-i Cedîd Hulâsa-i Garrâ adıyla İstanbul enlemine ve hicrî senelere
göre yeniden düzenlenmiştir.
Bu devirde “tıp” alanında da önemli hekimler yetişmiştir. Bunlardan Yıldırım Bâyezîd Dârü’ş-şifâsı’nda başhekimlik görevinde bulunan
Derviş Ömer Şifâî b. Hasan el-Bursevî’nin Osmanlı tıbbını etkileyen üç
önemli Türkçe eseri vardır. Bu eserlerden Osmanlı tıbbında önemli bir
yeniliğin başlangıcını oluşturan Cevherü’l-ferîd fi’t-tıbbi’l-cedîd, müfred ve mürekkep ilaçlar ile bunların hazırlanış ve tesirlerinden bahseden
farmakolojik bir eserdir. Minhâcü’ş-şifâî fî Tıbbi’l-kîmyâî, Sâlih b. Nasrullah’ın Paracelsus’un Tıbbü’l-kîmyâî adıyla Arapçaya tercüme ettiği
eserin bazı eklemelerle Türkçeye yapılan tercümesidir. Ömer Şifâî’nin
sahasında öncü olan eserlerinden bir diğeri de Kitâb-ı Tıb’dır. Dönemin
ünlü hekimlerinden olan Ali Münşî, pratik tıp çalışmalarının yanında tıbbî eserler de yazmıştır. Bunlardan 1731 tarihinde kaleme alarak I. Mahmud’a takdim ettiği Türkçe Bidâatü’l-mübtedî, ilâç isimlerinin alfabetik
olarak verildiği bir Akrabadin’dir. İncelenen konularda klâsik geleneğin
esas alınmasına rağmen Paracelsus’un etkisinin görüldüğü Cerrâh-nâme’de anatomi ile ilgili bilgilerin yanında çeşitli cerrahî tedavilerden de
bahsedilmiştir. Helvetius’un İpecacuanha adlı eserini Altınotu Risalesi
adıyla Türkçeye tercüme etmiştir. Diğer tercüme eseri Michael Ettmüller’den yaptığı Kurazât-ı Kîmyâ’dır. Ayrıca Adrian von Mynsicht’ten bir
Akrabadin tercüme etmiştir. Bu tercümeler Ali Münşî’nin Avrupa’daki
tıbbî gelişmeleri takip ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Klâsik
Osmanlı tıbbının bu yüzyıldaki önemli temsilcilerinden olan Abbas Vesim b. Abdurrahman’ın en önemli eseri iki cilt olarak Türkçe kaleme
alınan Düstûrü’l-vesîm fi’t-tıbbi’l-cedîd ve’l-kadîm’dir. Eser tıbbî temel
konuların anlatıldığı bir mukaddimeden sonra gelen birinci kitapta uzvî
hastalıklar, ikinci kitapta kadın ve çocuk hastalıkları, üçüncü kitapta şişler ve ülserler, dördüncü kitapta müfred ve mürekkep ilâçlardan bahsedilmiştir. Hâtime bölümünde ise bazı tıbbî nasihatlerde bulunulmuştur.
Etiyolojiye önem veren, tedavinin semptomatik olmasının gerekliliğine
inanan, iyi bir gözlemci ve klinikçi olan Abbas Vesim’in Vesîletü’l-metâlib fî İlmi’l-terâkib ile Tıbb-ı Kîmyâ-yı Cedîd isimlerinde Türkçe eser-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 445
leri de vardır. Klâsik Osmanlı tıbbının son büyük temsilcilerinden olan
Gevrek-zâde Hâfız Hasan Efendi, tıp sahasında telif tercüme birçok
eser kaleme almıştır. Bunlardan gebelik, çocuk sağlığı ve hastalıklarını
konu alan ve Türkçe olan en-Netîcetü’l-fikriyye fî Tedbîri Vilâdeti’l-bikriyye’de özellikle çocuk hastalıklarına dair orijinal klinik bulgulara yer
vermiştir. Bu klinik bulguları ihtiva eden Risâle-i Tıbbiyye, Türkçe olup
kafa travmaları hakkındadır. Diğer Türkçe eseri olan Risâle-i Nikris
ise gut ile alâkalıdır. Gevrek-zâde, Sâlih b. Nasrullah’ın Paracelsus’tan
Arapçaya tercüme ettiği Tıbb-ı Cedîdi’l-kîmyâî’yi Mürşîdü’l-etibbâ fî
Tercemet-i İspagiriya, Ebû Mansur Hasan b. Nuh’un Gınâ ve Menâ’sını
Dürretü’l-mensûriyye fî Tercemeti’l-mansûriyye adlarıyla Türkçeye çevirmiştir. Bu dönemde Osmanlı tıbbı için önemli olan olaylardan biri,
şüphesiz çiçekli bir adamdan alınan cerahatle yapılan çiçek aşısıdır.
Bu yüzyılda “fizik” ile ilgili bazı eserler de yazılmıştır. İbrahim
Müteferrika Batı’da yazılmış çeşitli eserlerden derleyerek mıknatıs ile
pusulanın faydaları ve nasıl kullanıldığı üzerine bir eser kaleme almış ve
Füyûzât-ı Mıknatısıye adını vermiştir. Lâle Devri’nin önemli kişilerinden
Yirmisekiz Mehmed Çelebi, Şehrezurî’nin el-Şeceretü’l-İlâhiyye adlı
fizik kitabının dördüncü bölümünü Türkçeye tercüme etmiştir. Beyşehir
Müftüsü Hacı Mahmud-zâde, iki şeyin arasındaki mesafeyi yakınlarına
gidilmeden ölçülmesi için keşfettiği ve “Rub-i Müceyyeb-i Zülkayseyen”
adını verdiği âletle ilgili bir risale kaleme almıştır. Aynı dönemde Petros
Baronian, Jacques Robbs’un La Méthode Pour Appendre Facilement La
Géoprahie adlı coğrafya eserini Risâle-i Coğrafya (Fen-nümâ-yı Câm-ı
Cem ez-Fenn-i Coğrafya) adıyla Türkçeye tercüme ederken, Şehrî-zâde
Said de Kâtib Çelebi’nin Cihân-nümâ’sına Ravzatü’l-enfüs ismiyle bir
zeyil kaleme almıştır. Osman b. Abdü’l-mennân ise Bernhard Varennius’un
coğrafya ile ilgili eseri Geographic Generalis’i Almancadan Türkçeye
tercüme etmiştir. Humbaracı kâtipliği görevinde bulunan Mustafâ ibn-i
İbrâhîm’in humbara ve havan teknolojisi ile ilgili olan Fenn-i Humbara
ve Sanâyi‘-i Âteş-bâzî444 adlı eseri, konusu itibariyle dikkat çekmektedir.
Barutun icadı ve Humbaracı Ocağı hakkında bilgi verilen eserde, ayrıca
çeşitli ecza listeleri, hesaplamaları ve muhtelif ateşli silah çizimlerine
yer verilerek XVIII. asır Osmanlı askerî sanayiinin bir panoramasını
444 Mustafâ ibn İbrâhîm, Fenn-i Humbara: Humbara ve Ateşli Silahlar, hzr. Salim Aydüz - Şamil Çan, İstanbul 2015.
446 Prof. Dr. Ahmet Kartal
oluşturulmuştur. Humbaracı Ocağının ikinci halifesi olan Bayramoğlu
Ali Ağa tarafından kaleme alınan Ümmü’l-gazâ445 ise, Osmanlılarda
ateşli silahlar üzerine yazılmış ilk eser olmasıyla dikkat çekmektedir.
Ateşli silahlara ait olan resimler, silahların hüviyetini ortaya koymaktadır.
Ayrıca eserde, Osmanlı harp teknikleriyle ilgili bilgiler de yer almaktadır.
İbrahim Müteferrika’nın modern ilmî düşünceyle oluşturduğu Usûlü’l-hikem fî-Nizâmi’l-ümem isimli eserinde hukukî, siyasî ve askerî konular işlenmiştir. Koca Sekbanbaşı, Hulâsatü’l-kelâm fî-Reddi’l-avâm’da
Nizâm-ı Cedîd’i savunmuştur. Sultan III. Ahmed ve Sadrazam Damad
İbrâhîm Paşa döneminde ser-şükûfeci yani baş çiçekçi olan Mehmed
Efendi’nin Tezkire-i Şükûfeciyân, Mîzânü’l-ezhâr446’ı ise, lâlenin çeşitli
özellikleri ile yetiştirilmesine dairdir. Hızır Ağa’nın ise Türk musikisi
nazariyatı ile ilgili bir risalesi bulunmaktadır447.
Nevres-i Kadîm, Babür Devleti hükümdarlarından Cihângîr Şah unvanıyla meşhur olan Nûreddîn Selîm Şah’ın Cihangir-nâme ve Tüzük-i
Cihângîrî448 adlarıyla bilinen Farsça hatıratını, Sultan III. Mustafâ’nın
talebi üzerine Türkçeye tercüme etmiştir. Bu asırda konusu itibariyle
dikkat çeken eserlerden olan Melekşâh u Gülrû449, Nazîf mahlasını kullanan Mîr Mehmed b. Hüseyin Paşa tarafından kaleme alınmıştır. Eser,
aynı adlı Farsça manzum bir eserden Türkçeye tercüme edilmiştir. Manzum-mensur karışık bir hüviyete sahip olan eserde, Melekşâh ve Gülrû
adlarında iki kahramanın başından geçen aşk hikâyesi konu edilmiştir.
Eserin siyasetname özelliği taşıması da dikkat çekmektedir. Son olarak,
bu asırda Nâbî’nin Hayr-âbâd’ının Seyyid Vehbî tarafından kaleme alındığı tahmin edilen nesre çevirisini de belirtelim450.
445 Bayramoğlu Ali Ağa, Ümmü’l-gazâ: Harp Sanatı ve Aletleri, hzr. Salim Aydüz –
Şamil Çam, İstanbul 2013.
446 Şükûfenâme: Osmanlı Dönemi Çiçek Kitapları, hzr. Seyit Ali Kahraman, İstanbul
2015, s. 106-15.
447 Abdülkadir Tekin, Hızır Ağa’nın “Musikî Risâlesi” İsimli Yazma Eserinin Transkripsiyonu ve Dönemin Edvârları ile Mukayesesi, Yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül
Üniversitesi, 2003.
448 Nûrü’d-dîn Cihângîr Şah, Târîh-i Selîm Şâh: IV. Babürlü Hükümdarı Cihângîr
Şah’ın Hatıratı, ter. Nevres-i Kadîm, hzr. Fahri Unan, Ankara 2013.
449 Sadık Yazar - Murat Karavelioğlu, “Nazîf’in Çift Kahramanlı Aşk Hikâyesi: Melekşâh u Gülrû”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, vol. 5/3, 2010, s. 612-90.
450 Esin Gün Gürer, Mensur Hayr-âbâd, Yüksek lisans tezi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, 2010.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 447
XIX. Yüzyıl Osmanlı Sahası Mensur Eserleri
Bütün dünyada olduğu gibi Osmanlı’da da siyaset, edebiyat ve kültür ilişkisinin XIX. yüzyılda önceki dönemlerden daha güçlü hissedildiği görülmektedir. Önceleri edebiyatı, ekseriyetle okumuş ve medrese
çevresine mensup şâir ve yazarların tavrı belirlerken bu asırda üst düzey
devlet erkânının temsil etmesi ve dinî, siyasî ve ırkî farklara sahip kişilerin değişik amaçlarla eserler kaleme almaları dikkat çekmektedir. Bu
durum XIX. yüzyılda dönem yazar ve eser ilişkisinin önceki asırlarla
kıyaslanamayacak ölçüde önemli tutulmasına sebep olmuştur.
Bu dönem mensur eserlerinde hitap edilen kesimin hüviyeti ve eserin
türü ile bağlantılı olarak sade, edebî/resmî ve süslü nesir üslûplarının kullanıldıkları görülmektedir. Nitekim Şinasî’nin Paris’ten annesine yazdığı
mektupta kullandığı dille Tasvîr-i Efkâr gazetesine yazdığı mukaddimedeki üslûbu arasında, Namık Kemâl’in Cevdet Paşa’ya yazdığı mektupla
damadına yazdığı mektubun dili arasında görülen farklar bunun güzel
birer örneğidir. Bu asırda süslü nesir üslûbunun daha anlaşılır bir dille
ifade edilmesi gerektiği ısrarla vurgulanmıştır. Eski nesir üslûbunun kısmen de olsa devam ettiğini gösteren bu eleştiri ve temennilerin en anlamlısı, inşâ ilmine başlayanlar için hazırlanan Münşeât-ı Azîziyye fî Âsâr-ı
Osmâniyye adlı eserde yer alan “Fenn-i Kitâbete Dâir Ba‘z-ı Ma‘lûmât”
(s. 144) başlıklı kısımda sözün gereksiz yere uzatılmaması ve herkesin
bildiği kelimelerin kullanılması yolundaki tavsiyedir. Dilin sadeleşmesinde Tanzimat’ın meşhur edip ve şâirlerinin yanı sıra Mütercim Âsım,
Sadık Rıfat Paşa, Âkif Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Hayrullah Efendi ve
Ahmed Vefik Paşa gibi yazarların dil ve edebiyatı duygu ve düşüncelerin
etkili olarak ifade edildiği bir iletişim aracı olarak görmelerinin, Takvim-i
Vekâyi, Cerîde-i Havâdis ve Tercümân-ı Ahvâl gibi gazetelerde gündelik
olayların halkın anlayabileceği bir üslûpla anlatılmasının, Tercüme Odası’nın faaliyetlerinin, şiir ve roman çevirilerinin, Reşid, Âlî, Fuad ve Said
Paşaların tavsiye ve resmî girişimlerinin önemli etkileri olmuştur. Buna
rağmen edebî nesir üslûbu bu dönemde de kullanılmaya devam etmiştir.
Münşeat mecmularında, Âsım ve Ahmed Cevdet’inki hariç vak’anüvis
tarihlerinde, Mustafa Nurî’nin Netâyicü’l-Vukû’ât’ı gibi bazı özel tarihlerde, bazı tezkire ve sefaretnamelerde geleneksel edebî nesir üslûbu tercih edilmiştir. Tabii ki bu tavrın birçok sebebi vardır. Bunlar, eski türlerin
devamı olarak yazılan eserlerde tür üslûbunun devam ettirilmesi ve o
448 Prof. Dr. Ahmet Kartal
türün eski temsilcilerinin model olarak kabul edilmesi, muhatabı saray
olan eserlerde resmî üslûbun kullanılmasının bir gelenek hâline gelmesi,
eski eğitim sisteminin devam etmesi, yani kâtip adaylarının kalemlerde
ve mekteplerde, ilmiye sınıfının da medreselerde inşâ ilmini öğrenmeleri, Arapça ve Farsça öğretiminin Abdülhamid dönemine kadar öneminden bir şey kaybetmeden sürmesi, memuriyete girişte inşâ yeteneğinin
hâlâ önemli bir kıstas olarak yerini koruması gibi sebepler sayılabilir
(geniş bilgi için bk. Menderes Coşkun, “Geç Dönem Nesir”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, c. VI, Ankara, s. 364-65).
Şuara Tezkireleri
Bilindiği üzere önceki asırlarda yazılan tezkirelerin ekseriyetinde şâir
ve edipler hakkında doğum, eğitim, atama, azil, ölüm ve bazı eserlerinin
adları gibi ansiklopedik bilgiler klişe ifade kalıplarıyla süslenerek verilmiştir. Bu dönem tezkirelerinde yer alan bilgiler ise, ya çok az yahut
da bazı isimleri sıralamaktan ibaret olarak kendisini göstermektedir. Bu
dönemde yazılan tezkirelerin çoğu geçmişe nazaran hem nitelik hem de
nicelik bakımından eksik ve yetersizdirler. Bununla beraber Mehmed
Süreyya gibi bazı biyografi yazarları, eserlerini resmî kayıtlardan, kütüphane ve mezar taşlarından istifade ederek oluşturmuşlardır. Meselâ
Fatîn Efendi, tezkiresini kaleme alırken yaptığı yazışmalar ve gazete yoluyla yeni bilgilere ulaşma gayretleriyle dikkat çekmektedir. Son Asır
Türk Şâirleri müellifi İbnülemin Mahmud Kemâl, bilgi toplamanın zorluklarına değindiği mukaddimesindeki ifadelerine göre, tezkiresinde çoğunluğu itibariyle tanımadığı şâir ve edipleri anlatmıştır.
Şefkat, antolojik mahiyetteki tezkiresini, Vezir Yahya Paşa-zâde Ali
Bey’in bir toplantıda kendisinden 1206/1792 tarihinde ölen Enderunlu
İbrahim Nâşid’in topladığı Müntehabât-ı Eş’âr’daki eserlerin şâirleri hakkında bilgi vermesini istemesi üzerine kaleme almıştır. Tezkiretü’ş-şu’arâ451’da 1730’dan 1814’e kadar geçen dönem içerisinde yaşayan
125 şâir, alfabetik sıralamayla yer almaktadır. Tezkirede şâirlere ait çok
kısaca verilen bilgiler Şefkat’e, geniş olarak yer alan şiirler ise Nâşid’e
aittir. Sanatkârane bir üslûpla kaleme alınan eser, Belîğ Tezkiresi’ne ze451 Murat Önder, Şefkat ve Tezkiretü’ş-şu’arâsı, Yüksek lisans tezi, Afyon Kocatepe
Üniversitesi, 2006.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 449
yil sayılabilir. Basılmayan tezkirenin son yıllarda istinsah edilmiş birkaç
nüshası bulunmaktadır.
Esad Mehmed Efendi’nin Esad Efendi Tezkiresi olarak da anılan
Bâğçe-i Safâ-endûz452’u, 1135/1722-1251/1835 yılları arasında yetişen
209 şâirin hâl tercümesini ihtiva etmektedir. Bu şâirler içerisinde Arap
ve İranlı onlar da bulunmaktadır. İsmi, yazılış tarihi olan 1251/1835’i
veren eser, Sâlim Tezkiresi’ne zeyil olarak yazılmıştır. Alfabetik olarak
düzenlenmek istenen eserde, bu sıraya tam uyulmamış, şâirler hakkında söylenenler bazen üst üste karalanarak çeşitli düzeltmeler yapılmıştır.
Ayrıca hem yeni şâirler ve şiirler hem de yapılacak düzeltmeler için ise
boşluklar bırakılmıştır. Örnek şiirlerin büyük oranda Sâlim ve Fâtin’den
alındığı eserde, şâirler hakkında verilen bilgiler bir iki cümle veya kelimeyle ifade edilmiştir. Verilen bilgilerin bir kısmının eksik ve yanlış
olmasından dolayı eserin fazla önemi yoktur.
Ârif Hikmet’in kendi adıyla anılan eserinde453, 1000/1592-1252/1837
yılları arasında yetişen 203 şâirin hâl tercümesi ile şiirlerinden bazı örneklere yer verilmiştir. Alfabetik tertip edilen eserde yer alan şâirlerin
bazıları hakkında geniş bilgi verilirken, bazılarından bir iki satırla bahsedilmiş, hatta bazı şâirlerin hayatları hakkında bilgi verildikten sonra
şiirlerinden örnekler verilmeyerek boş bırakılmıştır. Ârif Hikmet Tezkires’nini önemli yönü, Anadolu ve Rumeli dışında Buhara, Besni, Dağıstan, Dehlev, Hârizm, Kâbil, Kerkük, Senandec gibi geniş bir coğrafyada
yetişen 132 Azerî, İranlı ve Buharalı şâire yer verilmesidir.
Fatîn Efendi, Hâtimetü’l-eş’âr454 ismini verdiği tezkiresinde, Sâlim
Tezkiresi’nin bıraktığı 1134/1721 yılından 1269/1853’e kadar yetişen
672 şâir hakkında bilgi vermiştir. Fatîn, tezkiresinin şâir çerçevesini çok
geniş tutmuş, tek beytini gördüklerini dahi eserine almıştır. Bu şâirler
içerisinde “ashâb-ı ma’ârif ve belâgat-pîrâ” diye tavsif edilen şâirlerin
yanında “herze-tırâz” olarak nitelendiren müteşâirler de vardır. Hayatta
olan şâirlerin doğum tarihleri tespit edilmiş, çoğu tarihlerde yılların yanı
sıra ay ve gün de kaydedilmiştir. Şâirlerin ölüm tarihlerinde de aynı titiz452 Rıza Oğraş, Esad Mehmed Efendi ve Bâğçe-i Safâ-Endûz’u [İnceleme-Tenkitli
Metin-Dizin], Burdur 2001.
453 Sadık Erdem, Tezkire-i Şu`ara (İnceleme-Çevri-İndeksli Tıpkıbasım), Ârif Hikmet, Ankara 2014; M. Nuri Çınarcı, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in Tezkiretü’şşu’arâ’sı Transkripsiyonlu Metni, Yüksek lisans tezi, Gaziantep Üniversitesi, 2007.
454 Ömer Çiftçi, Fatîn’in Hâtimetü’l-eş’âr’ı, Yüksek lisans tezi, İnönü Ünv., 1997.
450 Prof. Dr. Ahmet Kartal
liği gösteren Fatîn, sadece 15 şâirin ölüm tarihini belirtmemiştir. Sâlim
Tezkiresi’ne zeyil olarak yazılan Hâtimetü’l-eş’âr, şâir sayısı bakımından en geniş tezkire olma hüviyetine sahiptir. Eserde, Âdâb-ı Zurefâ’daki şâir kadrosunun boşlukları tamamlanarak, Sâlim’in bıraktığı yerden
Fatîn’e kadar yetişen klâsik şiirin 130 yıllık şâir envanteri verilmiştir.
Eserde başka kaynaklarda zikredilmeyen Mısır ve Trakya havalisinde
yetişmiş şâirlerin biyografileri de bulunmaktadır. Mehmed Tevfik’in
Mecmuatü’t-terâcim455’inde 1000/1595’ten yazıldığı 1276/1859-60 tarihine kadar yetişen 542 kişinin hayatı hakkında bilgi verilmiştir. Belli bir
tertip ve düzen bulunmayan eserde şâirlerin dışında başka şahıslara da
yer verilmiştir. Ayrıca eserde Arap ve Acem şâirler de bulunmaktadır.
Çaylak Tevfik yahut Çopur Tevfik diye de anılan Mehmed Tevfik’in
Kâfile-i Şu’arâ456’sı, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan başlanarak
1290/1873 yılına kadar yetişen şâirleri bir araya toplamak amacıyla kaleme alınmıştır. Daha önce yazılan tezkirelerden istifade edilerek kaleme
alınan, ancak tamamlanamayan eserin “d” harfi ortalarına kadar olan kısmı basılmıştır. Eserin başında Osman Gazi’den başlanarak 12 padişah, 5
şehzade, daha sonra sırasıyla 264 şâir hakkında bilgi verilmiştir.
Hatîbî’nin Tezkire-i Şu’arâ-yı Bağdâd457’ı, Bağdad valileri Süleymân
Paşa (öl. 1810), Abdullâh Paşa (öl. 1813), Said Paşa (öl. 1816) ve Dâvûd
Paşa (öl. 1851) dönemlerinde Bağdad, Musul, Kerkük, Erbil v.b. yerleşim alanlarında yaşayan 75 şâirin hayatı ve eserlerini ihtiva etmektedir.
Fehîm Süleymân ise Devletşâh tarafından kaleme alınan ve Devletşâh
Tezkiresi diye tanınan Tezkiretü’ş-şu’arâ’yı Sefînetü’ş-şu’arâ adıyla Alî
Şîr Nevâî’nin Mecâlisü’n-nefâ’is’inden, Sâm Mîrzâ’nın Tezkire-i Tuhfe-i
Sâmî’sinden, Mîrek-i Taşkendî’nin Mecmûa-i Şehrî vü Gülî’sinden ve
çeşitli tarih kitaplarından istifade edip genişleterek Sefînetü’ş-şu’arâ458
adıyla Türkçeye tercüme etmiştir.
Bu asırda Türkçeye tercüme edildiği tahmin edilen Farsça tezkirelerden bir diğeri ise Âzer-i Bîgdilî’nin 1193/1779’da kaleme aldığı Âteş-ge455 Ruhsar Zübeyiroğlu, Mecmuatü’t-terâcim, Doktora tezi, İstanbul Ünv., 1989.
456 Mehmed Tevfik, Kâfile-i Şu’arâ, hzrlr. Fatma Sabiha Kutlar Oğuz-Müjgân Çakır-Hanife Koncu, İstanbul 2012.
457 Mehmet Akkuş, “Şâir Hatîbî ve Tezkire-i Şu’arâ-yı Bağdad’ı”, TTK Belleten, nr.
226, 1996, s. 621-42.
458 Bilal Şahin, Fehim Süleyman’ın Sefînetü’ş-şu’arâsı [Transkribe Metin-İnceleme],
Yüksek lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, 1996.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 451
de’dir. Farsça şiir yazan Türk asıllı şairlerin biyografilerini ihtiva etmesi
bakımından önemli olan ve Âteş-gede-i Muntafî459 adıyla tercüme edilen
eserin mütercimi ve tercüme tarihi hakkında bir bilgibulunmamaktadır.
Eserin başında kısa bir mukaddime yer almaktadır. Daha sonra Âzer’in
Âteş-gede’sindeki tertip özellikleri korunarak 847 şairin hem biyografisine hem de şiirlerinden çeşitli örneklere yer verilmiştir.
Biyografi Eserleri
Bu devirde de daha önceki dönemlerde yazılan bazı biyografi eserlerini tamamlamak üzere çeşitli zeyillerin kaleme alındığı görülmektedir.
Bu zeyil yazarlarından Ahmed Rıf’at, Müstakim-zâde Süleyman Efendi’nin Osmanlı şeyhülislâmlarının hâl tercümelerine dair yazdığı Devhatü’l-meşâyih’ine Ayntablı Mehmed Münîb, Süleyman Faik ve Abdülaziz
Mektûbî-zâde’den sonra son zeyli yazmıştır. Ahmed Rıf’at eserini 108.
Şeyhülislâm Ömer Hüsâmeddîn’e kadar tertip etmiştir. Ahmed Rıf’at’ın
Verdü’l-hakâ’ik460’ı ise Osman-zâde Tâ’ib’in Osmanlı sadrazamlarının
hâl tercümelerinin yer aldığı Hadîkatü’l-vüzerâ’sının üçüncü zeylidir.
Yûsuf Paşa’nın ikinci sadaretinden Yûsuf Kâmil Paşa’ya kadar yer alan
24 sadrazamın biyografisine yer verilmiştir. Ravzatü’l-azîziye, Ahmed
Rıf’at’ın Hz. Peygamber’in ailesinden başlanarak önemli İslâm hükümdar sülâleleri ile hicrî 13. asrın 80. yıllarına kadar gelen Osmanlı rütbe
sahiplerinin kronoloji sırasına göre dizilmiş listeleri ve Osmanlı sultanları, sadrazamları, şeyhülislâmları, kaptan paşaları ile Mısır hidivlerinin kısa biyografilerinden oluşan eseridir. Ahmed Rıf’at diğer bir eseri
olan Devhatü’n-nukabâ461’da 900/1494-95’te nakîbü’l-eşrâf olan Seyyid
Mahmud Efendi’den başlayarak 1278/1861 tarihinde bu göreve getirilen Seyyid Mehmed İlmî Efendi’ye kadar 62 kişinin hâl tercümesine yer
vermiştir. Ahmed Rıf’at, Ahmed Nazîf’in Seyyid Mahmud Efendi’den
1250/1834 tarihine kadar bu göreve getirilen 56 kişinin biyografisini veren Riyâzu’n-nukabâ isimli eserindeki 56 kişiye 6 kişi daha ilâve etmiştir. Ancak bunlar hakkında verdiği bilgilerin Riyâzu’n-nukabâ’dan ziya459 Muhammed Nalbat, “Âteş-gede-i Muntafî’de Yer Alan Şairler”, Rumelide Dil ve
Edebiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 1, 2014, s. 26-37.
460 Ahmed Rif’at, Verdü’l-hakâ’ik, İstanbul 1283.
461 Hasan Yüksel-M. Fatih Köksal, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm ve Nakibüleşrâflar, Ahmet Rıf’at Devhatü’n-nukabâ, Sivas 1998.
452 Prof. Dr. Ahmet Kartal
de başka kaynaklara dayandığı görülmektedir. Ayntablı Mehmed Münîb
Devhatü’l-meşâyih’e birinde 8, diğerinde 3 biyografinin yer aldığı iki
zeyil yazmıştır. Süleyman Faik ise Münîb’in eserini zeyletmiştir. Eserde
Şeyhülislâm Şerîf-zâde Ataullah Efendi’den Kadı-zâde Mehmed Tâhir
Efendi’ye kadar yer alan 10 kişinin hâl tercümesi verilmiştir. Mehmed
Hafid’in Sefînetü’l-vüzerâ462’sı Fâtih’in İstanbul’u muhasara ettiğinde
kaptanıderya olan Baltaoğlu Süleyman Bey’den 1206/1792’de bu göreve
getirilen Küçük Hüseyin Paşa’ya kadar gelen vezirlerin biyografisinden
oluşmaktadır. Mehmed İzzet ise Harîta-i Kapudan-ı Deryâ463 isimli eserine Baltaoğlu Süleyman Bey’den Abdülmecid’in tahta çıktığı sırada görevinden alınan Said Paşa’ya kadar kaptanıderya görevinde bulunanları
almıştır. Süleyman Fâik, Resmî Ahmed’in Halîfetü’r-rüesâ isimli eserine iki zeyil yazmıştır. Birincide 32, ikincide ise 15 reisülküttaplık görevinde bulunan kişinin biyografisine yer vermiştir. Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Keşfu’z-zunûn’a “c” harfine kadar bir zeyil kaleme almıştır. Ayrıca
kendisine isnat edilen Arapça Mecmûatü’t-terâcim isimli alfabetik olarak
düzenlenmiş ulema tarikat şeyhleri ve şâirlerin hayatları hakkında bilgi
verilen başka bir eseri daha vardır. İranlı Habîb ise Tuhfe-i Hattâtîn’in
bıraktığı 1202/1787 tarihinden sonra yetişen hattatları topladığı Hat ve
Hattâtân464 isimli eserinde hat sanatı hakkında bilgi verdikten sonra hattatların şeceresini çıkarmış, özellikle İranlı hattatlardan talik yazanların,
Türk hattatlardan da nesih ve sülüs yazanların biyografilerini vermiştir.
Mektûbî-zâde Abdülaziz, Taşköprî-zâde’nin Şaka’ıku’n-nu’mâniyye
isimli eserini zeyilleriyle birlikte Tabakât-i Terâcim veya Terâcim-i Ahvâl-i Ulemâ ve Meşâyıh adıyla özetlemiştir. Eser, Osman Gazi’den başlayarak III. Murad dönemine kadar geçen sürede yetişen bilginler ile şeyhlerin kısa biyografilerini kapsar. Fındıklılı İsmet ise Şeyhî Mehmed’in
Şakâik-ı Nu’mâniyye’nin zeylinin zeyli olan Vekâyiü’l-fuzalâ’sına
Tekmiletü’ş-şakâik fî Hakkı ehli’l-hakâik465 isminde bir zeyil yazmıştır.
462
463
464
465
İsmet Parmaksızoğlu, Sefînetü’l-vüzerâ, İstanbul 1952.
İstanbul 1258.
İstanbul 1305.
Abdülkadir Özcan, Fındıklılı İsmet Efendi Tekmiletü’ş-şakâik fî Hakkı ehli’l-hakâik, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, c. V, İstanbul 1989; İsmail Yıldırım,
“Fındıklılı İsmet Efendi’nin Tekmîletü’ş-şakâ’ik Fî Hakkı Ehli’l-Hakā’ik’ı Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Osmanlı Mirası Araştırmaları Dergisi (OMAD), c. 2,
sy. 4, 2015, s. 11-29.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 453
1143/1730-1314/1896 yılları arasında yaşamış olan ulema ve meşayihin
biyografilerini ihtiva eden eser sekiz cilt hâlinde kaleme alınmıştır. Maalesef eserin Abdülhamid’e sunulan ilk iki cildinin dışındakiler, 1896’daki
Fındıklı yangınında yanarak kül olmuştur. Bunun üzerine müellif daha
sonra hatırladığı âlim ve şeyhlerin biyografilerini dört ciltte toplamıştır. Eserin saraya sunulmuş formaları İbnülemin tarafından Yıldız Sarayı
Kütüphanesi’nde ve Yıldız Sarayı evrakı içinde bulunarak yeniden düzenlenip kitap hâline getirilmiştir. Bazı varakların sonradan doldurulmak
üzere boş bırakıldığı eserde, günümüz ansiklopedik madde yazımı anlayışına uygun olarak biyografisi verilen şahısların hayatına birer takdim
cümlesiyle başlanılması dikkat çekmektedir.
Mehmed Süreyya, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan 1899’a kadar
yaşamış olan hemen her meslekten tanınmış ve devletin çeşitli kademelerinde görev almış kişilerin biyografilerini alfabetik olarak Sicill-i
Osmânî yahud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye466 isimli dört ciltlik eserinde toplamıştır. Ayrıca müellif, 1247/1831-1292/1875 yılları arasında göreve gelmiş olan devlet adamlarının atama, azil ve vefat yıllarını
Nuhbetü’l-vekâyi isimli eserinde bir araya getirmiştir. Selânik kadılığı ve
Takvîm-i Vekâyi müsahhihliği yapan Karslı-zâde Mehmed Cemâleddin
Efendi 1259/1843’te Sultan Abdülmecid’in emriyle kaleme aldığı Âyîne-i Zurefâ467 isimli eserinde Kemâl Paşa-zâde’den Es’ad Efendi’ye kadar resmî ve özel Osmanlı tarihçilerini eserleriyle birlikte tanıtmıştır.468
Enderun’da yetişen Tayyar-zâde Atâ, 1876’da kaleme aldığı Târîh-i
Atâ469’da saray âdetlerinin dışında Enderun’da yetişmiş önemli devlet
erkânı, âlimler ve sanatkârların biyografileri hakkında da bilgi vermiştir. Hafız Hızır İlyas da Enderun tarihine dair olan Vekâyi-i Letâ’if-i Enderûn’unun dördüncü ve beşinci ciltlerinde sultanlar, şehzadeler ve En466 Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, 4 c., Matbaa-i Âmire, İstanbul 1308-1311; Nuri
Akbayar – Seyit Ali Kahraman, Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî [Eski Yazıdan
Yeni Yazıya Osmanlı Ünlüleri], 6 c., İstanbul 1996; Mehmet Zeki Pakalın, Sicill-i
Osmânî Zeyli, 19 c., Ankara 2008.
467 Mehmet Arslan, Mehmed Cemâleddin, Osmanlı Tarih ve Müverrihleri -Âyîne-i
Zurefâ-, İstanbul 2003.
468 İkdam matbaası sahibi Ahmed Cevdet, 46 müellif ile 40 eser hakkında bilgi verilen
Âyîne-i Zurefâ’ya Es’ad Efendi’den itibaren 11 tarihçinin ayrıntılı biyografisini
ekleyerek eseri 1314/1896’da yayımlamıştır.
469 Atâ Bey, Târîh-i Atâ [Târîh-i Enderûn], 5 c., İstanbul 1293. Özellikle Enderun’da
yetişen şairlerin biyografileri 4. ve 5. ciltlerde yer almaktadır.
454 Prof. Dr. Ahmet Kartal
derun şâirlerinin şiir ve nesirlerinden örnekler vermiştir. Eserin bu kısmı
hüviyeti itibariyle antolojik tezkireleri andırmaktadır. Hacı Mehmed Zihnî Efendi, kız öğretmen mektebinde (Darülmuallimât) okutulmak üzere
kaleme aldığı Meşâhîrü’n-nisâ470 adlı eserinde çeşitli yönleriyle şöhret
kazanan ve daha çok başka bölgelerde yetişen Müslüman kadınları tanıtmıştır. Halim Giray tarafından 1226/1811 tarihinde kaleme alınan Gülbün-i Hânân471, Hacı Giray ile Fatih Sultan Mehmed zamanında Osmanlı
Devleti’ne bağlı olarak 871/1466’da Kırım Hanı olan Mengli Giray’dan
başlayarak 1215/1800’de ölen son Kırım Hanı Baht Giray Han’a kadar
44 hanın biyografisini ihtiva etmektedir. Mollâzâde Şeyhî Süleymân-ı
Köstendilî’nin Bahru’l-velâye472’sinde ise İmâm Ca’fer-i Sâdık’tan başlayarak 1014 velinin kısa biyografilerine yer verilmiştir.
Recaî-zâde Mahmud Ekrem’in Kudemâdan Birkaç Şâir473’i, Muallim
Nâcî’nin Osmanlı Şâirleri474 ve Esâmî475’si, Faik Reşad’ın Eslâf476’ı ve
Terâcim-i Ahvâl477’i, Hacıbey-zâde Ahmed Muhtar’ın Şâir Hanımlarımız478’ı, Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri479, Alî Emîrî’nin
Mir’âtü’l-fevâid fî-Terâcimi Meşâhiri Amid480’i ve Kırım Müellifleri481
bu devre ait biyografik eserlerdendir.
470 Mehmed Zihnî, Meşâhirü’n-nisâ, c. I, İstanbul 1294, c. II, İstanbul 1295; Bedrettin
Çetiner, Mehmed Zihnî, Meşâhirü’n-nisâ, İstanbul 1982.
471 M. Sadi Çöğenli-Recep Toparlı, Halim Giray Sultan, Gülbün-i Hânân, Erzurum
1990.
472 Ali Yılmaz, Mollâ-zâde Süleyman Şeyhî-i Köstendilî’nin Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bahru’l-velâye’si, Doktora tezi, Ankara Üniversitesi, 1985; aynı müellif,
Köstendilli Süleyman Şeyhî, İstanbul 1989.
473 İstanbul 1305; Recâî-zâde Mahmûd Ekrem, Kudemâdan Birkaç Şâir, Eskilerden
Birkaç Şair, hzr. Adem Ceyhan - Halil Sercan Koşik, İstanbul 2014.
474 İstanbul 1307; Muallim Nâci, Osmanlı Şairleri, hzr.: Cemâl Kurnaz, Ankara 1986.
475 İstanbul 1308 ; Muallim Nâci, Osmanlı Şairleri, hzr.: Cemâl Kurnaz, Ankara 1986.
476 c. I, İstanbul 1311, c. II, İstanbul 1312; Faik Reşat, Eslâf, nşr. Şemsettin Kutlu,
İstanbul 1975.
477 İstanbul 1313.
478 Ahmed Muhtâr Hacıbey-zâde, Şâir Hanımlarımız, Matbaa-i Safâ ve Enver, İstanbul 1311.
479 Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri I-II-III ve Ahmed Remzî Akyürek
Miftâhu’l-kütüb ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi, hzr.: Mustafa Tatcı-Cemâl Kurnaz,
Ankara 2000.
480 Alî Emîrî, Mir’âtü’l-Fevâid Fî-Terâcimi Meşâhiri Amid: Diyarbakır ulemâ ve Eşrâfı, 2 c., hzr. Günay Kut – Mesut Öğmen – Abdullah Demir, İstanbul 2014.
481 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlılar Zamanında Yetişen Kırım Müellifleri, hzr. Mehmet Sarı, Ankara 1990.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 455
Osmân-zâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliyâ482 isimli eseri, Esmâr-ı
Esrâr’ın genişletilmiş şerhinden oluşmaktadır. Geniş çaplı bir sûfîler ansiklopedisi hüviyetinde olan eserde yaklaşok 2000 şahsiyetin hayâtına
yer verilmiştir. Bunların ekseriyeti Anadolu’da yetişmiş olup, hayâtları
hakkında başka bir kaynakta bilgi bulmak zordur. Eser Mehmet Akkuş
ve Ali Yılmaz tarafından yayımlanmıştır
Tarihler
Bu asırda da “vak’anüvis tarihleri” kaleme alınmaya devam edilmiştir. Yüzyılın başında XVIII. asır tarihçisi Vâsıf Efendi hâlâ görevdedir.
Ondan sonra 1220/1805 tarihinde vak’anüvis olan Mehmed Pertev Efendi, 1222/1807’de ölünceye kadar bu görevde kalmıştır. Mehmed Pertev
Efendi’den sonra Ömer Âmir Bey kısa bir süre orduda vak’anüvislik
görevinde bulunmuştur. Gerek Pertev gerekse Âmir’den fihrist şeklinde
ve birkaç defter büyüklüğünde olan notlar kalmıştır. Mütercim Ahmed
Âsım, vak’anüvislik görevine gelince selefleri Pertev ve Âmir’in dağınık
notlarını sadaretten alarak 1218-1221 yılları arasındaki vak’aları kaleme
almıştır. Yazdıkları II. Mahmud tarafından beğenilen Âsım, daha sonra 1221-1222 yıllarını ve 1222/1806’dan II. Mahmud’un 1808’de tahta
çıkışına kadar geçen süreyi iki cilt hâlinde yazmıştır483. Halefine 12 yıllık Zabıt Müsveddeleri bırakan Âsım’ın en belirgin özelliği tenkitçiliğidir. Âsım’dan sonra Şanî-zâde Mehmed Ataullah Efendi vak’anüvis
tayin edilmiştir. 1223/1808-1236/1821 yılları arasındaki olayları edebî
bir üslûpla anlatan Şanî-zâde, Bektaşîliğe yakınlığı sebebiyle bu görevinden azledilip Tire’ye sürülmüştür. 1241/1826 yılında Şanî-zâde’nin
yerine vak’anüvis olarak görevlendirilen Sahhaflar Şeyhi-zâde Mehmed
Es’ad Efendi ömrünün sonuna kadar bu görevini başka vazifelerle birlikte devam ettirmiştir. 1828 yılında Ruslara karşı gönderilen orduda kadı
sıfatıyla bulunan Esad Efendi, ordunun İstanbul’dan Şumnu’ya kadar
hareketini kaleme almış, sonra yerine Çerkeşî Mehmed Efendi’nin tayin
edilmesi üzerine İstanbul’a dönerek vak’anüvislik görevini sürdürmüş482 Mehmet Akkuş – Ali Yılmaz, Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, 5 c., İstanbul 2005.
483 Ahmed Âsım (Mütercim), Târîh-i Âsım, 2 c., Cerîde-i Havadis Matbaası, İstanbul; Mütercim Ahmed Âsım Efendi, Âsım Efendi Tarihi, Osmanlı Tarihi 12181824/1804-1809, hzr. Ziya Yılmazer, 2 cilt, İstanbul 2015.
456 Prof. Dr. Ahmet Kartal
tür. Es’ad Efendi iki ciltlik tarihinin birinci cildinde Şanî-zâde’nin yazamadığı 1237/1821-1240/1824 yıllarını, ikinci cildinde ise 1241/1826
yılını konu edinmiştir. Es’ad Efendi, 1241/1826 yılında Vak’a-i Hayriyye olarak da isimlendirilen yeniçeriliğin kaldırılması olayını II. Mahmud’un isteği üzerine Üss-i Zafer484 adlı eserinde de anlatmıştır. Es’ad,
1241/1826’dan sonraki olayları diğer önemli görevlerinden dolayı yazamamıştır. Es’ad Efendi’nin ölümü üzerine 1264/1848 tarihinde Mehmed Şakir Recaî Efendi hem vak’anüvisliğe getirilmiş hem de Tabhâne-i
Âmire müdürü olmuştur. İçkiye olan düşkünlüğünden dolayı görevinden
azledildiği söylendiği gibi, azledildiği için kendisini içkiye verdiği de
rivayet edilmektedir. Recaî Efendi’den sonra vak’anüvisliğe “Adem Kasidesi” şâiri Âkif Paşa’nın oğlu Nâil Bey getirilmiştir. Tabhâne-i Âmire
müdürlüğü de yapan Nâil Bey, muhtemelen vaktinin darlığı sebebiyle
“bir gün” sonra vak’anüvislikten ayrılmıştır. Bu asrın gerek resmî gerekse özel tarihçileri arasında en dikkate değer isim kuşkusuz Ahmet Cevdet
Paşa’dır. Onun tarihle ilgili en önemli eseri, Hammer’in tarihine zeyil
olarak otuz yılda kaleme aldığı on iki ciltlik Târîh-i Cevdet485’tir. Cevdet
Paşa, başta vak’anüvis tarihleri, özel tarihçilerin eserleri ve resmî evraklar olmak üzere oldukça zengin bir bibliyografya kullanarak kaleme aldığı eserinde, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan başlayarak 1826’da
yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar olan dönemi kendi üslûp ve bakış
açısıyla anlatmıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın Halep valiliğine atanması
üzerine, yerine 1282/1865’te Ahmed Lûtfî Efendi vak’anüvislik görevine getirilmiştir. Aynı zamanda şâir olan Ahmed Lûtfî, 41 yıl bu görevde
kalmıştır. Müellif, Es’ad Efendi ve Ahmed Cevdet Paşa’nın bıraktıkları
1241/1825’ten 1296/1879’a kadar olan dönemin resmî tarihini sade ve
resmî bir üslûpla kaleme almıştır486.
484 İstanbul’da 1243/1827’de basılan eser, 1833’te Fransızcaya, 1871’de ise Rumcaya
çevrilmiştir.
485 Târîh-i Cevdet’in çeşitli tertip ve baskıları bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, ilk
üç cildi 1270/1854-1273/1857’de basılmış ve 1301/1884’te tamamlanmıştır. İkincisi, Cevdet Paşa’nın eser üzerinde yaptığı bazı ekleme ve düzeltmelerden sonra
Matbaa-i Âmire’de basılmıştır (İstanbul 1309/1891). Bu baskıya tertîb-i cedîd ismi
verilmiştir. Ayrıca bk. Ahmed Cevdet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 2 c.,
İstanbul 2008.
486 Vak’anüvîs Ahmed Lûtfî Efendi Tarihi, nşr. Ahmet Hezarfen, Yücel Demirel, Tamer Erdoğan, İstanbul 1999.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 457
Bu vak’anüvis tarihlerinin dışında özel Osmanlı tarihleri de kaleme
alınmıştır. Ahmed Vefik Paşa, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan
Abdülaziz’e kadar olan dönemin askerî, siyasî, içtimaî ve kültürel boyutlarını altı bölüm hâlinde Târîh-i Osmânî adlı eserinde anlatmıştır. Eser
daha sonra müellifi tarafından içindeki bazı baskı ve ifade hataları düzeltilerek Fezleke-i Târîh-i Osmânî487 adıyla yeniden yayımlanmıştır. Meşhur
şâir Abdülhak Hâmid Tarhan’ın babası Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târîhi488’nde Osmanlıların atalarından başlayıp Sultan I.
Ahmed’e kadar geçen dönemi Batı kaynaklarını da göz önünde bulundurarak ve objektif bakış açısıyla değerlendirmiştir. Ali Şevki Bey, müellifin
ölümüyle yarım kalan esere kısa bir zeyil yazmıştır. Said Efendi, Comte
de Ségur ve Graf von Mantecuccoli gibi Batılı yazarların eserlerinden yararlanarak meydana getirdiği küçük tarih kitabında Osmanlı Devleti’nin
yükseliş ve çöküş sebepleri hakkında bilgi vermiştir. Maraşlı Mehmed
Fevzî başlangıçtan II. Selim’e kadar olan dönemi içine alan beş ciltlik
bir Osmanlı Tarihi kaleme almıştır. Mehmed Şâkir Paşa Yeni Osmanlı
Târîhi adlı eserinin ilk iki cildinde Osmanlı Devleti’nin başlangıcından
İstanbul’un fethine kadar olan döneme yer vermiştir. Ayrıca Ali Cevad’ın
Mükemmel Osmanlı Târîhi, Ferâizci-zâde Mehmed Sa’id’in Gülşen-i
Ma’ârif489, Tayyâr-zâde Atâ’nın Enderun Tarihi olarak da anılan Târîh-i
Atâ490’sı, Mustafa Nûrî Paşa’nın Netâyicü’l-vukû’ât491 ve Mehmed Tevfik
Paşa’nın Telhîs-i Târîh-i Osmânî isimli tarihleri vardır. Ömer Efendi’nin
ise Câbî Tarihi492 adıyla şöhret bulan vekâyi’-nâmesi bulunmaktadır.
Sefaretnameler
Devletler arasındaki siyasî ilişkilerin önceki asırlara göre iyice arttığı bu dönemde Osmanlı Devleti hem batıya hem de doğuya birçok elçi
göndermiştir. En fazla elçinin batıda kültür ve medeniyetin o gün için
487 İstanbul 1286.
488 Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Târîhi, 5 c., Matbaa-i Âmire, İstanbul.
489 Sa’îd, Târîh-i Gülşen-i Ma’ârif, İstanbul 1202 (H.).
490 Atâ Bey, Târîh-i Atâ [Târîh-i Enderûn], 5 c., İstanbul 1293.
491 Mustafa Nuri Paşa, Netayicü`l-vukû`ât I-IV [İndeksli Tıpkıbasım], hzr. Yılmaz
Kurt, Ankara 2014; Mustafa Nuri Paşa, Netâyicü’l-vukuat, 4 c., hzr. Neşet Çağatay, Ankara 1992.
492 Câbî Ömer Efendi, Câbî Tarihi: Târîh-i Sultan Selîm-i Sâlis ve Mahmûd-ı Sânî, 2
c., hzr. Mehmet Ali Beyhan, Ankara 2003.
458 Prof. Dr. Ahmet Kartal
en önemli temsilcisi olarak görülen Fransa’ya, doğuda ise İran’a gittiği görülmektedir. Mehmed Said Gâlib, Seyyid Mehmed Emin Vahid
Efendi, Panayotaki Efendi, Nikolaki Mano Efendi, Namık Paşa, Mustafa Reşid, Nuri Efendi, Fethi Paşa, Tevfik Efendi, Süleyman Paşa, Nafi
Efendi ve Süleyman Refet Paşa bu dönemde Fransa’ya; Seyyid Mehmed
Refi Efendi, Celâleddin Efendi, Süleyman Hadi Efendi, Necib Efendi,
Sahaflar Şeyhi-zâde Es’ad Efendi, Tayyibî Efendi, İbrahim Sarım Paşa,
Namık Efendi ve Sami Efendi ise İran’a gönderilen sefirlerdendir. Bu
sefirlerden ancak bir kısmı yolculuklarının not ve raporlarını hazırlayarak “sefaretnâme” hâline getirmişlerdir. Bunlardan Fransa’ya gönderilen
Abdurrahim Muhib Efendi’nin biri büyük ve diğeri küçük iki sefaretnâmesi, Mehmed Emin Vahid Paşa’nın Sefâretnâme-i Fransa’sı, Paris’e
giden Mustafa Sami Efendi’nin Avrupa Risâlesi, Londra’ya giden Mehmed Namık’ın takrirleri, İtalya’ya gönderilen Mehmed Sadık Rıfat Paşa’nın İtalya Seyâhatnâmesi ile Abdürrezzak Bahir Efendi’nin Risâle-i
Sagîre’si vardır. Ayrıca İran’a giden Seyyid Mehmed Refi’in İran Sefaretnâmesi493, Yasinci-zâde Seyyid Abdülvehhab Efendi’nin, maiyetinde
bulunan tercüman Bozoklu Osman Şakir tarafından kaleme alınan, Musavver İran Sefaretnâmesi isimli raporu bulunmaktadır.
Seyahatnameler
Bu devirde çeşitli sebeplerle düzenlenen “seyahatler”i anlatan eserlerle de karşılaşmaktayız. Bunlardan Sefernâme-i Hayr494, Sahaflar Şeyhi-zâde Es’ad’ın yeğeni Ahmet Nazif’in tuttuğu notlarından hareketle
Sultan II. Mahmud’un 1247/1831 tarihinde Çanakkale Boğazı ve Edirne’ye yaptığı yolculuğu kapsamaktadır. Es’ad Efendi’nin Âyâtü’l-hayr
adlı eserinde de Sultan II. Mahmud’un 1253/1837 yılında Tuna’ya yaptığı 40 günlük gezi anlatılmıştır. Bu gezinin özeti Takvîm-i Vekâyi’de yer
almaktadır. Ömer Faiz, Sultan Abdülaziz’in Avrupa’ya yaptığı seyahatini “rûzname” tarzında kaleme almıştır495. Derviş Paşa’nın başkanlığında oluşturulan bir heyetin Doğu Anadolu ve Irak’ta yaptığı incelemeleri
ise heyet içerisinde kâtip sıfatıyla bulunan Mehmed Hurşid Seyahatnâ493 Mehmed Refi, İrân Sefâretnâmesi, İstanbul 1333.
494 Eser, Ahmed Nazif tarafından Seferü’l-mevdûd fî Seferi’l-âlî es-Sultân Mahmûd
adıyla Arapçaya tercüme edilmiştir.
495 Cemal Kutay, Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati, İstanbul 1991.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 459
me-i Hudûd496 adlı eserinde dile getirmiştir. Kostantin Dimitrievich Nosilov’un seyahat ettiği Merv ile ilgili intibalarını ihtiva eden eserini497,
Sultan II. Abdulhamîd Han saray mütercimlerinden Ahmed Nermî’ye
Rusçadan Türkçeye tercüme ettirmiştir.
Münşeât Mecmuaları
Bu dönemde de “münşeat mecmuaları” tertip edilmeye devam edilmiştir. Hacı Nurî Efendi’nin Münşeât-ı Azîziyye fi Âsâri Osmâniyye’si,
Ziya’nın Güzîde-i Münşeât’ı, Numan Mahir’in Münşeât-ı Nu’mân Mâhir
Beyefendi’si, Hasan Hıfzı’nın Münşeât-ı Hukûk’u, Rifat’ın Nüzhetü’l-münşeât’ı ve Abdurrahman Sâmî Paşa’nın İnşâ-yı Sâmî’si bunlardandır.
Lügatler
Bu asırda Mütercim Âsım özellikle lügatleriyle dikkat çekmektedir.
Onun Farsçadan çevirdiği Tıbyân-ı Nâfi der-Terceme-i Burhân-ı Kâtı498
ve Arapçadan tercüme ettiği el-Okyanusü’l-basît fî-Tercemeti’l-kâmûsi’l-muhît499 ve Tuhfe-i Lügat-i Arabiyye adlı önemli sözlükleri vardır.
Yenişehirli Avnî’nin birçok ilme ait ıstılahları alfabetik olarak tertip ederek verdiği yarım kalmış Istılâhât Lügati, Hayrullah Efendi’nin Lügat-ı
Tıbbıyye’si, Hüseyin Remzî’nin Lügat-i Remzî500’si, Mehmed Salâhî’nin
Kâmûs-ı Osmânî501’si, Ahmed Vefîk Paşa’nın Lehçe-i Osmânî502’si, Sey496 Seyâhatnâme-i Hudûd, nşr. Alâattin Eser, İstanbul 1997.
497 Kostantin Dimitrievich Nosilov, Merv Seyahatnâmesi: Ahmed Nermî Tercümesi,
hzr. Mehmet Mahfuz Söylemez, İstanbul 2015.
498 Ahmed Âsım Efendi b. Cenânî Gaziantepli, Tıbyân-ı Nâfi der-Terceme-i Burhân-ı
Kâtı, Matbaa-i âmire, İstanbul 1287; Mütercim Âsım Efendi, Burhân-ı Katı, nşr.
Mürsel Öztürk - Derya Örs, Ankara 2000.
499 Mütercim Âsım, el-Okyanusü’l-basît fî-Tercemeti’l-kâmûsi’l-muhît, 3 c., İstanbul
1305; Mütercim Âsım Efendi, el-Okyanusu’l-basît fî-Tercemeti’l-kâmûsi’l-muhît
[Kâmûsu’l-Muhît Tercümesi], yayına hazırlayan: Mustafa Koç, Eyüp Tanrıverdi,
6.c. İstanbul 2014; Numan Yazıcı, Mütercim Âsım ve Kâmûs Tercümesi [Hadis
İlimleri Yönünden Değerlendirme], Yüksek lisans tezi, Sakarya Üniversitesi,
1999; Kemal Güler, Kâmûsul-muhît Tercümesi’ndeki Türkçe Hayvan İsimleri,
Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 1988; Emin Ali Turhan, Kâmûs-ı Okyanus’ta Nebât Adları, Yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi, 1988.
500 Doktor Hüseyin Remzî, Lügat-i Remzî, 2 c., İstanbul 1305.
501 Mehmed Salâhî, Kâmûs-ı Osmânî, nşr. Ahmed Muzafferüddîn, İstanbul c. I, II, III
1313, c. IV 1322.
502 Ahmed Vefîk Paşa, Lehçe-i Osmânî, hzr. Recep Toparlı, Ankara 2000.
460 Prof. Dr. Ahmet Kartal
yid Muhammed Şevket’in Eser-i Şevket503’i, Muallim Nâcî’nin Lügat-i
Nâcî504’si, James W. Redhouse’nin Müntahabât-ı Lügât-ı Osmâniyye505’si
ile Şemseddin Sâmî’nin Kâmûs-ı Türkî506’si bulunmaktadır. Arap imlalı
olarak yazılan son sözlük ise Raif Necdet Kestelli’nin Resimli Türkçe
Kamus507’udur. Alî Seydî’nin Defter-i Galatât508’ı, yaklaşık 1500 galat
kelimenin hem aslını hem de doğru ve yanlış kullanımını ihtiva etmektedir. Ayrıca eserde, 700 civarındaki müteşaâbih ve müteradif kelimenin
imlaları ile anlam farklılıkları üzerinde durulmuştur.
Hasîrîzâde Tekkesi şeyhi Mehmed Elîf Efendi’nin en-Nûru’l-Furkan
fî Şerhi Lugati’l-Kur’ân isimli Kur’ân lügati, birçok tefsir ve lügatten
istifade ederek oluşturulmuş özgün bir eserdir. Yaklaşık üç bin kelimenin
madde başı yapıldığı eserde, yine yaklaşık dört bin âyete atıf yapılmıştır.
Kur’ân’daki kelimelerin anlamının kavranmasını sağlayan eserde, yer
yer kıraat farklılıklarına temas edilmiş ve farklı kıraatlere göre kelime ve
âyetlerin manaları verilmiştir. Kelimelerin Kur’ân’da geçtiği şekliyle ve
ilk harflerine göre alfabetik bir tertiple verildiği eserin kullanımı oldukça
kolaydır.509
Şemseddin Samî’nin Bouillet’nin Dictionnaire Universel d’Histoire
et de Géographie adlı eserini örnek alarak hazırladığı altı ciltlik Kâmûsu’l-a’lâm510’ı genel bir tarih, coğrafya ve meşhur adamlar ansiklopedisi
özelliğine sahiptir. Tarih ve coğrafyaya ait birçok kavram ve ismin açıklandığı eserde, dünyada çeşitli hususiyetleri ile temayüz etmiş kişilerin
hâl tercümelerine de yer verilmiştir. Ali Suavî’nin Kâmûsu’l-ulûm ve’l503 Es-Seyyid Mehmed Şevket Efendi, Eser-i Şevket [Tıpkıbasım], nşr. Yaşar Alparslan – Lütfi Alıcı, Kahramanmaraş 2015.
504 Muallim Nâcî, Lügat-i Nâcî, nşr. Kirkor, Çağrı yay., İstanbul 1987; Ahmet Kartal,
Lügat-i Nâcî, Muallim Nâcî, Ankara 2009.
505 James W. Redhouse, Müntahabât-ı Lügât-ı Osmâniyye, hzr. Recep Toparlı-Betül
Eyövge Yılmaz-Yaşar Yılmaz, Ankara 2009.
506 Ş. Sâmî, Kâmûs-ı Türkî, nşr. Ahmed Cevdet, İstanbul 1317; Enderun Kitabevi, İstanbul 1989; Şemseddîn Ssâmî, Kamus-ı Türkî, hzr. Paşa Yavuzarslan, Ank. 2010.
507 Raif Necdet Kestelli, Resimli Türkçe Kamus, hzr. Canan Selvi Kanoğlu, Belgin
Tezcan Aksu, Recep Toparlı, Seyfullah Türkmen, Ankara 2000.
508 Alî Seydî, Defter-i Galatât, hzr. Orhan Fatih Kuşdemir, Ankara 2012.
509 Mustafa Koç ve Eyyüp Tanrıverdi, en-Nûru’l-Furkân fî Şerhi Lugati’l-Kur’ân, Kuran Lügati, Hasîrîzâde Elîf Efendi, 2 c., İstanbul 2015.
510 Şemseddîn Sâmî, Kâmûsu’l-a’lâm, 6 c., İstanbul 1306-1316; Şemsettin Sâmî,
Kâmûsu’l-a’lâm, 6 c., tıpkıbasım, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 461
ma’ârîf’i ile Ahmed Rifat’in Lugat-ı Târîhiyye ve Coğrâfiyye511 isimli
eserleri de tarih ve coğrafya terimleriyle ilgili olarak hazırlanmışlardır.
Bunlardan 80 sayfalık 5 forması yayımlanan Kâmûsu’l-ulûm ve’l-ma’ârîf
tamamlanamamıştır. Lugat-ı Târîhiyye ve Coğrâfiyye’de çeşitli bilim
dalları ile biyografilere de yer verilmiştir. Ahmed Ziyâeddîn-i Gümüşhanevî ise, tasavvufî kavramları ve ıstılahları açıklayan Câmi’u’l-usûl512
adında bir sözlük kaleme almıştır.
Diğer Mensur Eserler
Ahmed Cevdet Paşa, hayatının sonlarına doğru Hz. Âdem’den başlayarak Hz. Peygamber’e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarını, çehâr-yâr-i güzîn diye isimlendirilen dört halife ile birlikte Emevî
ve Abbasî halifelerini, Türk-İslâm devletleri ile Osmanlı tarihinin bir
kısmını kapsayan Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ513 isimli bir eser
kaleme almıştır. Süleymân Tevfîk, Fuzûlî’nin türünün en önemli mesnevîsi olan Leylâ vü Mecnûn514’u nesir olarak kaleme almıştır. Konu her
ne kadar Fuzûlî’ye ait olsa da, anlatım Süleymân Tevfîk’e ait olup orijinaldir. Es’ad Efendi’nin Teşrîfât-ı Kadîme515’si, hem çeşitli merasimlerin yapılışı hakkında bilgi veren hem de bu bu merasimlere katılanları
tanıtan önemli bir eserdir. Ali Sedâd’ın Mizânu’l-ukûl fi’l-Mantık ve’lUsûl516 adlı eseri, Avrupa’da gelişen mantık akımlarıyla ilgili kendi alanında yazılan ilk telif eser olmasıyla dikkat çekmektedir. Ayrıca Osmanlı
Devleti döneminde cebirsel mantığa ve metodolojiye yer veren kendi
türünün ilk orijinal eseri olma hüviyetine de sahiptir. Şeyh Mehmed Sâdık Şihâbî el-Kâdirî’nin Farsça olarak kaleme aldığı, ancak daha sonra
Arapçaya tercüme edilen Abdulkadir-i Geylânî menakıbnamesi, Hâfız
Mehmed Ziyâeddîn Efendi tarafından Türkçeye Tenşîtü’l-hâtır Nebze
511 Ahmed Rifat Efendi, Lügat-i Târîhiyye ve Coğrâfiyye, 7 c., İstanbul 1299-1300.
512 Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî, Câmi’u’l-usûl, Kahire 1298; Ahmed Ziyâeddîn
Gümüşhânevî, Velîler ve Tarikatlarda Usûl [Câmi’u’l-usûl], terc.: Rahmi Serin,
İstanbul 1970.
513 Ahmed Cevdet, Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ, hzr.: Mahir İz, 6 c., İst.1972.
514 Süleyman Tevfîk, Leylâ ile Mecnûn, hzr. Kemal Yavuz, İstanbul 2016.
515 Es’ad Efendi, Teşrîfât-ı Kadîme, Cahid Baltacı’nın önsözüyle, İstanbul 1979.
516 Ali Sedâd, Mîzânu’l-ukûl [Mantık ve Metodoloji], hzr. İbrahim Çapak - Harun
Kuşlu - Metin Aydan, İstanbul 2015.
462 Prof. Dr. Ahmet Kartal
min-Menâkıbı’l-gavsî Abdilkâdir517 adıyla çevrilmiştir. Mehmed Murâd
Nakşibendî ise Feridüddîn-i Attâr’ın Pen-nâme’sini şerhetmiştir518. Cabbâr-zâde Mehmed Ârif Bey, Süleyman Çelebi’nin meşhur eseri Vesîletü’n-necât’ı Îzâhü’l-merâm alâ-Vilâdeti Seyyidi’l-enâm519 adıyla 1906
tarihinde şerhetmiştir. Hâşim Velî de, Mevlid’i Esrâr-ı Mevlidü’n-neb520î
adıyla şerhetmiştir. Yahyâ Âgâh Efendi’nin Mecmû’atü’z-zarâ’if Sandûkatü’l-ma’ârif521 isimli eseri, muhteva olarak dikkat çekmektedir. Eserde,
tarikatlerin edep ve usul anlayışları, tarikatlere ait tabirler ve semboller
ile tarikat erbabının kullandığı kıyafetler ve eşyalar ele alınmaktadır. Ayrıca tarikatlerin kıyafetlerine, eşyalarına ve sembollerine ait çizimlere de
yer verilmesi eserin değerini daha da artırmaktadır. Bu asrın dikkat çeken eserlerinden olan Menâkıb-nâme-i Hüseyin Hüsnü Bey522 adlı eserde,
Halvetî şeyhi Hüseyin Hüsnü Bey’in 1295 /1878 senesinin sonunda Gaziantep’e gittiği yıllarda çevresinde bulunan müritlerin rüya vasıtasıyla
gördükleri kerametleri içermektedir. Yaklaşık 250 civarındaki zuhuratta,
“aziz” sıfatıyla anılan Hüseyin Hüsnü Bey’in ihvanının halkasından olan
Antepli ihvandan birinin rabıtası veya rüyası anlatılmaktadır.
Bu dönemde idadîler ile Dâru’l-funûn’un edebiyat şubelerinde okutulmak üzere bazı edebiyat tarihlerinin kaleme alındığı görülmektedir.
Abdülhalîm Memdûh’un Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye523’si, Menemenli-zâde Tâhir’in Osmanlı Edebiyyâtı524, Şehâbeddîn Süleyman’ın
517 Hâfız Mehmed Ziyâeddîn, Tenşîtü’l-hâtır Nebze min-Menâkıbı’l-gavsî Abdilkâdir, İstanbul 1312.
518 Mehmed Murad Nakşibendî, Pendnâme-i Attâr Şerhi [Kitâb-ı Mâ-Hazar Şerh-i
Alâ Pend-i Attâr], hzr. Muhammed Altaytaş-Emir Hüseyin Yiğit, İstanbul 2012.
519 Ozan Yılmaz, Cabbarzade Mehmed Ârif Bey Mevlid Şerhi Îzâhü’l-merâm
alâ-Vilâdeti Seyyidi’l-enâm, İstanbul 2011.
520 Orhan Kaplan, “Son Dönem Osmanlı Müelliflerinden Roma Sefareti İmamı Hâşim
Veli’nin Mevlid Şerhi: “Esrâr-ı Mevlidü’n-Nebî”, Divan Edebiyatı Araştırmaları
Dergisi 9, İstanbul 2012, 111-138.
521 Yahyâ Âgâh Efendi, Mecmû’atü’z-zarâ’if Sandûkatü’l-ma’ârif, hzr. Mehmed Serhan Tayşî, İstanbul 2014.
522 Bu eser, İsmail Hakkı Aksoyak tarafından yayıma hazırlanmıştır. Menâkıb-ı Hüseyin Hüsnü Bey veya Zuhurât-ı İhvân, [Derleyen ve Yazıya Aktaran] Mevlevî Hafız
Vehbî Dede, hzr. İ. Hakkı Aksoyak.
523 Abdülhalîm Memdûh, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, İstanbul 1306; Abdülhalîm
Memdûh, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, hzr. Özcan Aygün, İst. 2013, Edirne 2014.
524 Menemenli-zâde Tâhir, Osmanlı Edebiyâtı, İstanbul 1314; Menemenlizâde Mehmet Tâhir, Osmanlı Edebiyatı –Belâgat-, hzr. M. Fatih Köksal – Vedat Ali Tok,
Ankara 2013.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 463
Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye525’si, Fâik Reşâd’ın Târîh-i Edebiyyât-ı
Osmâniyye526’si, Köprülüzâde Mehmed Fuâd’ın Türk Târîh-i Edebiyyâtı
Dersleri527, Köprülüzâde Mehmed Fuâd ile Şehâbeddin Süleyman’ın
birlikte hazırladıkları Yeni Osmanlı Târîh-i Edebiyyâtı528, Mehmed Hayreddîn’in Târîh-i Edebiyyât Dersleri529, Muhyiddîn’in Yeni Edebiyyât530,
İbrahim Necmi’nin Târîh-i Edebiyyât Dersleri531, Ali Ekrem’in Türk
Edebiyat Tarihi532, İsmail Habib Sevük’ün Türk Teceddüd Edebiyatı
Tarihi533, Köprülüzâde Mehmed Fuâd’ın Türk Edebiyatı Tarihi534 bu tip
eserlerdendir.
Bu asırda Arapça ve Farsça kaynakların yanında, Fransızca retorik
kitaplarından da istifade edilerek yeni açılmış olan askerî - sivil mekteplerde okuyan öğrencilere güzel ve doğru yazmanın, hitabetin yollarını
öğretmek amacıyla şiir ve edebiyat sanatları üzerine bazı eserlerin yazıldığı görülmektedir. Kâimmakam Seyyid Süleyman Hüsnî (Süleyman
Paşa)’nin Mebâni’l-inşâ535’sı, Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmâniye536’si, Diyarbakırlı Sa’îd Paşa ‘nın Mîzânü’l-edeb537’i, Mehmed
Celâl’in Osmanlı Edebiyatı Numuneleri538, Muallim Nâcî’nin Istılâhât-ı
Edebiyye539’si, Menemenlizâde Tâhir’in Osmanlı Edebiyatı540 bu tip
525 Şehâbeddîn Süleyman, Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye, Sancakcıyan Matbaası,
İstanbul 1328.
526 Reşâd, Târîh-i Edebiyât-ı Osmâniyye, Birinci Cild, Zarâfet Matbaası, İst. trhs.
527 Köprülüzâde Mehmed Fuâd, Türk Târîh-i Edebiyyâtı Dersleri, İstanbul 1329.
528 Köprülüzâde Mehmed Fuâd - Şehâbeddin Süleyman, Osmânlı Târîh-i Edebiyyâtı,
- Menşe’lerden Nevşehirli İbrahim Paşa Sadâretine Kadar-, Birinci Cild, İst.1332.
529 Mehmed Hayreddîn, Târîh-i Edebiyyât Dersleri, Vilâyet Matbaası, Konya 1330.
530 Muhyiddîn, Yeni Edebiyyât, ikinci tab’, İstanbul 1335.
531 İbrahim Necmi, Târîh-i Edebiyyât Dersleri, 2 c., Matbaa-i Âmire, İstanbul 1338.
532 Ali Ekrem, Türk Edebiyat Tarihi [Devr-i Cedîd], Dâru’l-funûn Matbaası, İstanbul
1339-1340.
533 İsmail Habib Sevük, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Âmire, İst. 1340.
534 Köprülüzâde Mehmed Fuâd, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1926; M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 4. Basım, İstanbul 1986.
535 Süleyman Bey, Mebâni’l-inşâ, 2 c., İstanbul 1288-1289.
536 Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1311; Ahmed Cevdet Paşa,
Belâgat-ı Osmâniye, hzr. Turgut Karabey, Mehmet Atalay, Anakara 2000.
537 Diyarbekirli Sa’îd Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305.
538 Mehmed Celâl, Osmanlı Edebiyâtı Nümûneleri, İstanbul 1312.
539 Muallim Nâcî, Istılahât-ı Edebiyye, İstanbul 1314; Muallim Nâcî, Edebiyat Terimleri [Istılâhât-ı Edebiyye], hzr.: M. A. Yekta Saraç, İstanbul 1996.
540 Menemenli-zâde Tâhir, Osmanlı Edebiyâtı, İst. 1314; Menemenlizâde Mehmet
Tâhir, Osmanlı Edebiyatı -Belâgat-, hzr. M. Fatih Köksal-V.Ali Tok, Ank. 2013.
464 Prof. Dr. Ahmet Kartal
eserlerden bazılarıdır. Bunlar arasında Manastırlı Mehmed Rifat’ın Mecâmi’ü’l-edeb541 adlı on kitaptan oluşan 3 ciltlik eserinin ayrı bir önemi
vardır. Müellif her ne kadar yeni kaynaklardan da istifade ettiğini ifade
etse de, onun özellikle edebî sanatların tasnifinde hemen hemen El-Mutavvel, Hadâiku’s-sihr gibi eski eserlerin sisteminden ayrılmadığı görülmektedir. Bu arada Ta’lîm-i Edebiyat542 adlı eseriyle edebî sanatlara farklı
açıdan bakan Recaizade Mahmud Ekrem, edebî sanatlarla insan düşünce
ve psikolojisi arasında bir bağ kurmuş, böylece Avrupaî Türk edebiyatının ruhuna uygun yeni bir yol takip etmiştir. Süleyman Fehmî’nin Edebiyat543 ve Reşîd’in Nazariyyât-ı Edebiyye544 adlı eserleri Ta’lîm-i Edebiyat yolunda yazılmış olup özellikle belâgat yönünden Servet-i Fünun
edebiyatını ideal gösteren yayımlardandır. Burada Alî Nazîf’in, Vahîd-i
Tebrîzî’nin sadece bedî’ ilmini konu edindiği Miftâhü’l-bedâyi’ isimli
eserinin Türkçeye tercümesi olan Zînetü’l-kelâm545’ını da zikredelim.
Tıpla ilgili kaleme aldığı eserlerle Türk tıbbının yenileşmesine katkı
sağlayan Şânî-zâde’nin eserleri, aynı zamanda doğu toplumlarında da tanınmıştır. İç hastalıklarla ilgili olan Miyârü’l-etibbâ, İtalyancadan tercüme
edilmiştir. Mir’âtü’l-ebdân fî-Teşrîhi Azâü’l-insân anatomi, Usûlü’t-tabî’a
fizyoloji, Kânûnü’l-cerrâhîn cerrahi, Mîzânü’l-edviye ise farmakolijiye
aittir. Mustafa Behcet’in, İtalyancadan tercüme ettiği Fizyoloji isimli eserinin yanında Buffon’un jeoloji ve hayvanlara ait eserini de Türkçeye çevirmiştir. Behcet’in bunların dışında Çiçek Aşısı Risalesi, Rûhiye, Kolera
Risalesi, Frengi Risalesi isimlerinde kısmen telif ve tercüme olan eserleri
de vardır. Hoca İshak’ın ise, matematik, fizik, kimya ve astronomi ile ilgili
dört ciltlik Mecmû’a-i Ulûm-ı Riyâziye, savaş ilmi ve istihkama ait olup
batı kaynaklarından istifade ederek oluşturulan Nasbü’l-hıyâm, Tuhfetü’l-ümerâ, Usûlü’s-siyâga, Usûl-i İstihkâmât adlı eserleri bulunmaktadır.
Seyyid Ali Paşa ise Ali Kuşçu’nun astronomi ile ilgili olan Fethiyye isimli
eserini Mir’âtü’l-âlem546 adıyla Türkçeye tercüme etmiştir.
541 Mehmed Rif’at, Mecâmi’ü’l-edeb, İstanbul 1308.
542 Mahmûd Ekrem, Ta’lîm-i Edebiyât, Kısm-ı Evvel, İstanbul 1299; Recâîzâde Mahmûd Ekrem, Ta’lîm-i Edebiyyât, hzr. Furkan Öztürk, İstanbul 2016.
543 Süleyman Fehmî, Edebiyyât, İstanbul 1325.
544 Reşîd, Nazariyyât-ı Edebiyye, 2 c., İstanbul 1328.
545 Kadim Polat, Alî Nazîf’in Zînetü’l-Kelâm’ı ve Türk Belâgatindeki Yeri, Yüksek
lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi, 2016.
546 Seyyid Ali Paşa, Mir’âtü’l-‘Âlem [Evrenin Aynası], hzr.: Yavuz Unat, Ank.2001.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 465
Sâlim Sıdkî-i Silistrevî, Ebi Abdillâh bin Muḥammed ibni Tâlibü’l-ensârî ed-Dımışkî’nin Arapça Kitâbü’l-âdâb ve’s-siyâset fî İlmi’n-nazar ve’l-Ferâset adlı eserini Kıyâfet-nâme547 adıyla 1874 tarihinde Türkçeye tercüme etmiştir. Eserde, hem insanın hâl ve hareketleri ile
fizikî özelliklerinden hareketle karakter tahlili yapılmış hem de tabiatta
var olan çeşitli canlı türlerinin sahip olduğu nitelikler göz önünde bulundurularak çeşitli yorumlara yer verilmiştir.
İbn Haldûn’un tarih ve toplumla ilgili olan Mukaddime isimli eserinin
XVIII. yüzyılda Şeyhülislâm Pîrî-zâde Mehmed Sâhib tarafından başlanan tercümesi XIX. asırda Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır548. Tercüme, mütercimlerin çeşitli tasarrufları vesilesiyle Osmanlı
bilim insanlarının derinliğini ve bakış açısını yansıtması bakımından
dikkat çekmektedir. Tırnakçı-zâde Mehmed Sa‘îd Zîver Bey tarafından
kaleme alınan Şitâiyye549, mensur olması dolayısıyla dikkat çekmektedir.
Bu hüviyetiyle şu anki bilgilere göre türünün ilk ve tek örneği olma vasfına sahiptir. Eserde, 19. asırda Bolu vilayetinde oldukça soğuk geçtiği
anlaşılan kış mevsimi süslü ve sanatlı bir üslûpla anlatılmıştır. Bu asırda
Muhammed Kâmil tarafından kaleme alınan Kitâbu’t-tabbâhî550 isimli
yemek kitabını da burada zikredelim.
547 Bahadır Güneş, “Arapçadan Türkçeye Tercüme Edilen Bir Kıyafetname Metni
Üzerine”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature
and History of Turkish or Turkic, vol. 10/8, 2015, p. 1259-1274.
548 Tercüme-i Mukaddime-i İbn Haldûn: Mukaddime Tercümesi, 3 c., Çev. Pîrî-zâde
Mehmed Sâhib – Ahmed Cevdet, hzr. Yavuz Yıldırım – Sami Erdem – Halit Özkan – Cüneyt Kaya, İstanbul 2015.
549 Hakan Yekbaş, “Tırnakçı-zâde Mehmed Sa‘îd Zîver Bey ve Mensur Şitâiyyesi”,
Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, sy. 3, 2009, s. 147-184.
550 Osman Güldemir, Bir Osmanlı Yemek Yazması Kitabüt Tabbahin [Muhammed
Kâmil], 2 c., İstanbul 2015; Mehmed Kâmil, Melceü’t-tabbâhîn: Aşçıların Sığınağı, hzr. Günay Kut – Turgut Kut, İstanbul 2015.
466 Prof. Dr. Ahmet Kartal
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 467
Klasik Arap Edebiyatında
Nesir
Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
İnönü Üniversitesi
Sözlükte “yayma, saçma, dağıtma” anlamına gelen “nesir”in kavram
anlamı; “manzum olmayan söz ve yazı”dır. Daha geniş biçimde tanımlamak gerekirse nesir, herhangi bir duygu düşünce, olay vb. şeylerin, dilin
doğal yapısına, gramer kaidelerine uygun bir biçimde ve düz cümleler
halinde yazılı veya sözlü olarak ifadesidir. Bu ifade tarzı, Arap edebiyatında çok eskiye dayanır. Başka bir ifadeyle Arap edebiyatında nesrin
varlığı Cahiliye dönemine kadar uzanır. Çeşitli nesir türlerinin intikali
bu dönemle başlar. Bu dönem klasik Arap edebiyatının ilk evresini teşkil
eder. Klasik edebiyatın ikinci evresini oluşturan İslami dönemde nesir,
üslup ve muhteva olarak farklı bir boyuta ulaşmıştır. Arap nesrinin gelişmesi ve edebi şekil kazanmasının ilk hamleleri Emeviler döneminde
başlar. Arap edebiyatında klasik dönemin son evresi olan Abbasiler döneminde nesir, her açıdan zenginleşmiş, büyük bir değişim geçirmiştir.
Hem ilmî nesir hem de fenni/sanatsal nesir, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde temelleri sağlamlaştırılan fenni nesir, ileride Müslüman
ulusların edebiyatlarındaki nesir sanatına büyük etki edecek ve yazılan
nesir türlerine kaynak ve model olacaktır.
1. Cahiliye Döneminde Nesir
Arap edebiyatı tarihinde edebiyat, şiir ve nesir olmak üzere iki kısma
ayrılır. Şiir, manzum ve kafiyeli olan söz, nesir ise nazım ve kafiyenin
468 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
olmadığı sözün ve manzum olmayan her çeşit ürünün adıdır (Hüseyin
1982: 573). Nesir, Arapça bir kelime olup “yaymak, dağıtmak, saçmak”
anlamına gelir (Anandrâc 136: VII/3). Araplar arasında şiirin yanında
nesir de bir sanat olarak benimsenmiş ve çok eskiden beri işlenmesine
rağmen şiire göre Arap nesrinden çok az şey kalmıştır. Cahiliye döneminden edebî nitelik taşıyan ve günümüze kadar gelebilen nesir örnekleri az da olsa vardır. Tıpkı cahiliye şiiri gibi bunlarında güvenilirliği hep
sorgulanmış, farklı kabul ve retler ortaya konulmuştur. Bu bilgiler, hem
Arap edebiyat tarihi yazanlar tarafından, hem de müsteşrikler tarafından
ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Fakat Cahiliye döneminde Arapların
nesri yazıya geçirdiklerine dair herhangi bir kayıt yoktur ve bu nesrin
intikali, eski Arap şiirinde olduğu gibi uzun zaman belleğe dayanan sözlü söylence şeklinde olmuş ve bu döneme nispet edilen nesir örnekleri
Emeviler döneminin sonları ile Abbasiler döneminin ilk yıllarında çöllere yolculuk yapan ve buralarda temas ettikleri bedevilerden Arapların ahbar, eyyam, adet, gelenek ve şiirlerini derleyen bilginlerce yazıya geçirilmiştir (Demirayak 2009: I/231). Cahiliye döneminden günümüze kadar
geldiği söylenen ve kaynaklarda ayrıntılı bilgiler verilen nesir örnekleri;
hutbeler, kitabeler, vasiyetler, meseller, hikmetli sözler, hikâyeler ve kâhinlerin sözlerinden oluşmaktadır. Bu nesir türleri içerisinde hutbeler ve
kâhinlerin sözleri önemli örnekler olarak öne çıkar.
Hitabet
Konuşma sanatı olarak adlandırılan hitabet, nesrin fazla olmadığı
Arap edebiyatının en eski örneklerindendir. Cahiliye döneminde Araplar,
bazen belagatli bir sözün uyandırdığı gurur ve çoşma tesiri ile aralarında
cereyan eden mücadeleler, birbirlerine karşı rekabet ve büyüklenmeyi
gerektirdiğinden, beliğ sözlerle hasmı ikna etmek ve taraftar kazanmak
için hitabete ihtiyaç duymuşlardı. Kabileler arası mücadeleler, bir savaşa teşvik, çevre hükümdarlarla kurulan ilişkiler, beşeri münasebetler vb.
gibi hususlarda sözlü bir nesir türü olan hitabetin bir vasıta olarak kullanılması, hitabetin revaç kazanmasını ve gelişmesini sağlamıştır (Demirayak 2009: I/244). Cahiliye devrinde hemen hemen her kabilenin bir hatibi vardı. Onun en mühim vazifeleri bir temsilci heyetinin başında, kabile
temsilciliği ile kabileler arasındaki övünme yarışlarında sözcü olmaktı.
Kabilenin asıl vasıflarını, parlak başarılarını belagatla dile getirir, bunla-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 469
rı her hangi bir sıkılganlık göstermeden ifade ederdi.Bu devirde kabile
reisinin aynı zamanda hatip olması büyük bir meziyetti (Furat 1996: 96).
Cahiliye hutbeleri genellikle kaynaklarda kabile iç yönetimi, kabileler arasındaki iletişim, savaş, barış gibi durumlarda söylenen siyasi hitabet ( İbn Abdirabbihî 1384: II/11, 24-25; Safvet 1352: I/37, 56, 76-77;
Kâlî tsz: I/169), çeşitli din ve inanç sahibi olan ve hac için Mekke’ye
gelen Cahiliye Araplarına yapılan konuşmaları içeren dini söylem (Câhız
1395: I/308-309; Safvet 1352: I/38-40; Kâlî tsz: I/273), doğum, ölüm,
nişan, düğün, evlenme, övgü, taziye ve benzeri toplumsal konularda söylenmiş sosyal konuşmalar (İbn Abdirabbahî 1384: III/307-308; Savfet
1352: I/37-38, 77; Osman Ali 1403: 214) olarak yer almaktadır.
Kaynaklar eldeki örneklerden hareket ederek hitabetin bazı özellikler
gösterdiğini söylemişlerdir. Bunlar içerisinde kısa cümlelerden oluşması,
icazın egemen olması ve seci sanatına yer verilmesi öne çıkar. Konuşmanın tesirli olabilmesi için etkili ve güzel kelimeler seçilmiştir. Konuşmalar doğaçlama olduğundan ifade derinliği, sanatsal örüntü söz konusu
değildir. Hutbeler son derece basit, sade, anlaşılır ve abartıdan oldukça
uzaktır. Yer yer konuşmanın etkili olabilmesi için hutbeler, hikmet kokan
ifadelerle, atasözleriyle az da olsa şiirle harmanlaşarak inşat edilmiştir
(Câhiz 1395: I/360; Dayf 1960: 33; Dayf 1326: 410; Zeydân tsz: I/167;
Hatîbî 1386: 94). Hutbelerin yüksek bir yerde okunması, hitap esnasında
bir kılıç veya bastona dayanılması, topluluğun karşısına düzgün bir kıyafetle çıkılması, başa sarık sarılması ve giriş cümlesinde “ammâ ba’du”
ibaresine yer verilmesi Cahiliye hitabetinin bir özelliğidir ve bu geleneği
ilk defa Kus b. Sâ’îde el- İyâdî başlatmıştır (Demirayak 2009: I/257).
Vasiyyetler
Özel konularda söylenmiş sözlerin ağır bastığı bir türdür. Örneğin
öleceğini hisseden kişinin çevresine konuşması, birinin seyahata karar
vereceğini yakınlarına bildirmesi, kabile reisinin genel anlamda kabilesine, özel anlamda ailesine veya birebir oğluna, kızına, eşine söylediği,
öğütler verdiği vasiyetler bunlardan bazılarıdır (Osmân Ali 1403: 216;
Savfet 1352: I/120, 126, 145-146; İbn Abdirabbih 1384: VI/83; Demirayak 2009: I/260). Etik konuların dile getirildiği vasiyetnamelerde görülen özelliklerin hutbelerden farklı olmadığı kaynaklarda belirtilir.
470 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Meseller
Örnek alınsın diye öğüt verici nitelikte söylenmiş kısa ve öz sözler
alarak algılanan ve genel anlamda “atasözü” diyebileceğimiz meseller,
bir edebî değer olarak hitabetten sonra Cahiliyeden günümüze kadar gelen en güvenilir nesir örnekleridir. Toplumun sosyal, ruhsal, kültürel vb.
bütün yönlerini yansıtan meseller, o toplumun sahip olduğu özellikleri
yansıtan ayna konumundadır. Arap kabile hayatı ve bu hayatın bir parçası olan deve, at ve çöl birçok mesel için uygun bir ortam olmuştur. Eldeki
‘emsâl’e bakıldığı zaman bunlarda günlük bedevî hayatın hemen hemen
her yönünün akislerini bulmak mümkündür. Bireysel ve toplumsal kabile
hayatının tecrübeleri, kendilerinden ibret alınacak hikmetli sözlere dönmüş gibidir (Furat 1996: 103). Meseller, Cahiliye Araplarının hem edebî
hem de tarihi değerlerini yansıtır. Söylenme nedenleri oldukça değişkendir. İlk kullanımları önemli olup hangi koşullar altında söylendiği meselin orjinliğini gösterir. İlk şeklini koruduğu gibi, anlam kayması yaşadığı
da olmuştur (Dayf 1960: 21; Suyûtî tsz: I/487-488).
Mesellerin bazılarının tarihi olaylara veya önemli kişiliklere bağlı
olarak doğmuş olması, bir kısmının basit günlük yaşama bağlı olmakla beraber sürekli karşılaşabilecek hadiseleri veya karakterleri mizah ve
hiciv unsurlarıyla yahut da ibret ve nasihat telkin edici hikemi bir eda
ile ifade etmeleri sebebiyle dil, edebiyat ve tarih bilginlerinin dikkatini
çekmiştir (Çetin 1978: Fasikül II/146). Arap edebiyatında birçok kimse
tanınmış özellikleriyle mesellere konu olmuştur. Örneğin edebiyatımızda cömertlik için kullandığımız simge isim Hâtim et-Tâ’î, bize Cahiliye
mesellerinde kullanılan ve “ecvedu min Hâtimin/ Hâtim’den daha cömert” olarak ifade edilen sözden alıntıdır. Ayrıca şiirlerimizde de belirgin
özellikleriyle anıla gelen arslan-cesaret, tilki-kurnaz, yılan-kötü, karınca-çalışkan, deve-kin gibi hayvanlara ait vasıflar da Cahiliye mesellerinde çok kulanılmıştır (Demirayak 2009: I/270; Furat 1996: 104).
Bu dönemdeki mesellerin en önemli özelliği icaz yüklü oluşu ve
başta teşbih olmak üzere istiare, kinaye ve seci’ gibi pek çok sanatı
bünyesinde barındırmasıdır. Bu özellikleriyle yoğrulan mesellerde anlam kapalılığı vardır ve kapalılığın giderilmesi için izaha, açıklanmaya gereksinim duyulur. Burada meselin açıklanmasının birincil özelliği,
söylenmesine neden olayın bilinmesidir. Söylenmiş bir meselin; zamir
değişikliği, müennes-müzekker dönüşümü, tekilin tesniye veya cem’ ya-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 471
pılması gibi gramatikal değişimle istenilen anlam yüklenmesi, bir başka
özelliktir. Kapalı oluşlarının yanında çoğu kez son derece açık olmaları,
anlamsal kapsamı geniş ve hikmetler içermesi, kısa, öz oluşu, dinleyen
üzerinde etki bırakması, Arap sözlük ve gramer bilimi açısından zengin
malzeme barındırması, mesellerin diğer önemli özelliklerindendir (Ebû
Hilâl el-Askerî 1384: 5; Şevkî Dayf 1960: 21; Şevkî Dayf 1426: 404410; Katâmiş 1408: 201; Demirayak 2009: 1/265-274; Durmuş 2004:
XXIX/293-297; Furat 1996: 103-104).
Cahiliye döneminde mesellerden başka, bir nesir çeşidi olarak bilgece
söylenmiş ve hikmet olarak adlandırılan veciz sözler de vardır. Hikmet
ile, hayatta edinilmiş deneyimleri açıklayan ve amacı genellikle öğüt ve
nasihat olan sözler anlaşılır. Hikmetli sözler, mesellere çok benzer. Hikmetli sözlerde vurgu çok önemlidir. Mesellere göre hikmetlerde cümleler
biraz daha uzundur. Hikmetin amacı öğüt ve uyarıdır. Hikmetli sözler,
bilge ve seçkin kişilere; mesel ise topluma aittir. En önemli ortak noktaları, her ikisi de topluma ait olduğundan birbiriyle kaynaşmış ve iç içe
geçmiş; çoğu kez hikmetler, meseller arasında yer almıştır (Demirayak
2009: I/274).
Kâhinlerin Sözleri
İlkel toplumlarda olduğu gibi Cahiliye toplumunda da kâhin denilen
ve doğaüstü yollardan gizli, bilinmeyen şeyleri, geleceği bilme iddiasında bulunan kimseler vardı. Kâhinler, Cahilî Arapların her katmandaki
gereksinimlerini karşıladıkları için toplumda oldukça saygın bir konuma sahiptiler. Bunlar, genellikle putların koruduğu yerleşkelerde ve ayin
yapılan yerlerde otururlardı. Erkeklerin yanında, kadın kâhinlerin varlığı da bilinmektedir (Câhız 1395: I/290). Kehanet sahibi olarak görüldüğünden, göstermiş oldukları kehanetler ve ileriye dönük öngörüleri,
sonu olumsuz olacak birçok olayların başlamamasına neden olmuş ve bu
olaylar kaynakların bir çoğunda anlatılmıştır. Yine kabilesel veya bireysel başvurularda o, söylemleriyle üzerine düşeni yapmış ve olaylar onun
dediği şekliyle birebir gerçekleşmiştir. Bunlar da kaynaklarda ayrıntılı
bir biçimde gözler önüne serilmiştir (Kâlî tsz: I/121,126; Safvet 1352:
78-80, 103-104,111, 113).
472 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Araplar, kâhinlerin mutlak güç sahibi birisi olduğuna inandığından,
onların sözlerini de kutsal olarak görmüşlerdir. Kaynakların birçoğunda,
kâhinlerin sözlerinde hâkim unsurun seci’ olduğu kayıtlıdır. Bu sebeple putperest kâhinlerin, kehanette bulunduklarında, beddua ettiklerinde,
büyü yaptıklarında ve benzer konumlarda söyledikleri sözlere “kelâm
musecca’/secili söz” denilmiştir (Goldzıher 2012: 21). Sec’ veya Türkçe
söylemle seci, “kumru, güvercin gibi kuşların ard arda ahenkle ötmesi”
veya “birbirine benzemek” anlamına gelir (İbn Manzûr tsz: III/1944).
Seci, edebiyatta “nesirdeki kafiye”, “kafiyeli düzyazı” ya da “ cümle sonunda veya cümle içinde düzenli aralıklarla tekrarlanan kafiye” olarak
bilinmiştir. Seciden hareketle Arap şiirinin doğuşu ve gelişimi nesre bağlanmış, nesrin şiirden önce geldiği benimsenmiş ve Arap şiirinin ilkel
şekli olarak seci görülmüştür ( İbn Reşîk 1401: 1/20; Zeyyât 2000: 25).
Kâhinlerin sözlerinin tamamında seci hâkimdir ve secilerde de bir
zorluk/tekellüf görülür. Kâhinler, söylenenlerin dinleyenlerin kendi seviye ve anlayışına göre yorumlanması için müphem ve manası zor anlaşılan lafızlar seçmişlerdir. Bu itibarla kâhinlerin sözlerinde sembol ve ima
hâkimdir. Kâhinlerin, konuşma sırasında yıldız, rüzgâr, karanlık gece,
aydınlatan sabah, ağaç, deniz ve kuş gibi varlıklara yemin ettikleri görülür. Bu durum, onların, bu varlıklarda gizli bir güç ve ruhun varlığına
inandıklarını göstermektedir. Sözler genellikle kısa cümlelerden oluşur
ve cümleler arasında uzunluk açısından bir denge mevcuttur (Demirayak
2009: 1/281).
Cahiliye dönemi Arap kâhinlerinin seci içerikli konuşmaları oldukça çok olup kaynaklarda kayıtlıdır. Kâhin eş-Şa’sa’ya ait olduğu söylenilen secili sözler şöyledir: “...isme’ uhburke anhum, hum icvetun ve
kulluhum esvetun, ...fe-‘Âsımun seyyidun nâ’imun, celdun sârimun,
ubeyyun hâzimun, ceyşuhu ğanimun ve cârihu sâlimun...” (Safvet
1352: I/103-104). Selîme el- Huzâ’î isimli kâhine ait sözler de şöyledir:
“ve’l-kâmeri’l-bâhiri ve’l-kevkebi’z-zâhiri ve’l-ğamâmi’l-mâtıri ve
mâ bi’l’cevvi tâiri...” (Savfet 1352: I/78).
Sadru’l-İslâm Dönemi
Arap edebiyat tarihlerinde Kur’an ayetlerinin inmeye başladığı yıl
olan 610 ile Emevi devletinin kurulduğu yıl olan 661 tarihleri arasındaki
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 473
döneme Sadru’l-İslâm/İslâmi dönem denir. Başka bir ifadeyle, Peygamberin İslâm dinini tebliğ etmeye başladığı dönemden (610) son halifenin öldürülmesine (661) kadar geçen süreç İslâmi dönem olarak bilinir.
Kur’an ayetlerinin inmesiyle Arap edebiyatında yeni bir dönem başlamış, Cahiliye dönemi geride kalmış, Kur’ân-ı Kerim’in değerleriyle örtüşen yeni bir edebî anlayış belirmiştir. Kur’an hem Arap diline hem de
Arap edebiyatına etki etmiştir.
Arap lehçelerinin birleştirilmesi, Arapçanın dil olarak süreklilik kazanması, Arap dilinin anlaşma ve eğitim-öğretim dili olması, Arapça sözcüklerin yeni boyutlara taşınarak, semantik anlam değişikliği kazanarak,
manasal çoğalma ve dil zenginliği kazanması gibi özellikler Kur’ân-ı
Kerim’in Arap diline etkisini gösterir. Kur’an’ın edebiyata etkisi daha
çok söylem ve içerikte kendini göstermiştir. Bunun sonucunda da edebiyatta üslup değişikliği gerçekleşmiştir. Üslup değişikliği beraberinde
başta belagat olmak üzere yeni birtakım edebî ve dil bilimlerinin oluşumunu sağlamıştır. Kur’an, bir taraftan bazı edebi tür ve konuların nasıl
yazılıp söylenmesine örnek olup yol gösterirken, diğer taraftan da Cahiliye dönemi manzum ve mensur eserlerin derlenmesinde önemli işlevsel
rol oynamıştır (Dayf 1960: 42-44; Zeyyât 2000: 86-95; Demirayak 2009:
II/201-204; İpek 2014: 83). Sadrul İslâm döneminde nesir, farklı bir boyuta taşınmış, bir önceki döneme göre ilerleme kaydetmiştir. Bu değişimi Kur’ân-ı Kerim sağlamıştır. Bu sebeple Kur’an, bu dönem nesrini
farklı bir yöne sevk etmiş, akışını değiştirmiş ve içeriğini belirlemiştir.
Sadru’l-İslâm Dönemi Nesrinin Genel Özellikleri
Yaşamın tüm aşamasının Kur’an’a göre dizayn edildiği bir ortamda,
nesir türünün de buna göre tanzim edilmesi son derece doğaldı. Başka bir
ifade ile nesir konuları tek bir kaynaktan beslenmişti; bu kaynak da İslam
dini ve onun kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim’di. Dolayısıyla nesir türlerinin
bütününde İslam ve öğretileri konu olarak işlenmiş, cahiliyenin profan
nesri de dinsel bir boyut kazanmıştır. Bu dönem nesri, sanatsal amaçtan
çok, araçsal bir işlev yüklenmiştir. İslam dini öğretileri söyleminde ve
bu dinin yayılmasında nesir, araç olarak kullanılmıştır. Cahiliyede, Arap
yaşam ve kültürel birikime göre söylenmiş nesir, bu dönemde az da olsa
seviye yükseltmiştir. Bu durum muhteva zenginliğini, söylemlerin daha
oturaklı oluşunu, düşüncede derinliği ve olgunluğu, etkileyici kelimele-
474 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
rin seçiciliğini, Cahiliye döneminde görülmeyen anlam değişikliğini de
beraberinde getirmiştir. Böylece Cahiliyenin yüzeysel ve sade olan nesri
değişime uğramış; İslami dönem kendi nesrinin özelliğini yerleştirmiştir.
Bu dönem nesri, büyük oranda Kur’an’ın üslubundan etkilenmesine
rağmen, Cahiliye dönemi nesir özelliklerini de barındırmıştır. İslami dönemden günümüze kadar gelebilen metin örneklerine baktığımız zaman
konuya göre ya ‘icaz’a ya da ‘itnab’a yer verildiği gibi her ikisinin de
bir arada kullanıldığı da görülmüştür. Seci, bu dönem nesir örneklerinde
kullanılmamıştır. Metinlerde yer alan seci örnekleri, istem dışı ve söz
akışı gereği düşünülmeden ve de tesadüfî kullanılmıştır. Cahiliyede kullanılan mukabele, tıbak ve cinas sanatları bu dönem nesrinde de yer almıştır. Söylemler, doğrudan anlatım yoluyla ifade edildiğinden, hayal ve
duygusallık düşünülmemiş, sadece gerçekler öne çıkarılmıştır.
Arap nesir tarihinde ilk kez sunum yapılan bir konuda, sunumun güçlendirilmesi için Kur’an ayetlerinden kanıt getirme/istişhad yolu denenmiş ve bu özellik kalıcı olmuş, gelecek nesillere taşınmıştır. Ayetlerin
yanında şiir istişhadleri, nesir içerisine serpiştirilmiş ve sunum, şiirle
desteklenmiştir. Sunuma ve yazılı bir metne ‘besmele’ ile başlamak, Allah’a ‘hamd’ ve ‘sena’da bulunmak, elçisine ‘salat ve selam’ getirmek,
ardından ‘ammâ ba’d’ ifadesini kullanmak, sözü ve yazıyı ‘selam’ ile
bitirmek de ilk kez bu dönem nesirlerinde görülmüştür. Bu kullanım bir
üslup olarak, sonraki dönemlere aktarılmış ve gelenek haline getirilmiştir (Osmân Alî 1406: 302-309 ; Kehhâle 1392: 176-180 ; Mubârek 1407:
I/68; Demirayak 2009a: II/205-207 ; İpek 2014: 89-90).
Nesir Türleri
Hitabet
Cahiliye dönemi nesrinin parlak örneklerinde olan hitabet, İslami
dönemde de bu özelliğini koruması yanında, nitelik ve nicelik yönüyle büyük bir gelişme göstererek, zengin birikimiyle tarihinin en parlak
dönemini yaşamıştır. Sosyal, siyasi, özellikle de dinî değişimlerin sonucu hitabete gereksinim duyulması, bu nesir türünü ön plana çıkarmıştır.
Başka bir ifadeyle, Hz. Peygamber’in İslam dinini yaymada ve de İslam
dinini savunanlarla, karşıt topluluk arasında çıkan tartışmalarda bu sanata gereksinim duyulması hitabetin öne çıkmasının ve gelişme gösterme-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 475
sinin temel nedenlerindendir. Dinî ve fikrî mücadelenin yapılmasında,
karşıtları ikna etmede önemli bir araç olması da hitabetin önünü açmış,
gelişmesine büyük bir ivme kazandırmıştır. Yazının fazla yaygın olmaması konuşmanın, sunumun, söylemin öne çıkmasına neden olmuş, sonuçta hitabet büyük bir önem kazanmıştır ( Fâhûrî 1986: 335 ; Osmân Alî
1403: 236 ; Demirayak 2009a: I/208 ; İpek 2014: 100). İslami dönemde
hitabet, Arap edebiyat tarihlerinde dinî, siyasî ve sosyal olmak üzere üç
başlık altında ele alınıp incelenmiştir.
Dinî Hitabet/ Hutbeler
Bu nesir türü, adında anlaşılacağı gibi dine dayalı hutbelerden oluşur.
İslamı tebliğ etmek, İslam dini ve öğretisi hakkında bilgi vermek amacıyla söylenmiş hutbelerdir. Bu hutbeler ilk kez Peygamber tarafından,
sonra da Müslüman olmuş hatipler tarafından söylenmiştir. İnsanların
dünyevî ve uhrevî yaşamlarının dinin prensiplerine göre anlatılmasında,
bu hutbeler araç olarak kullanılmıştır. Cuma ve bayram günlerinde, özel
günlerde okunun hutbelerin tümü dinî hutbeler grubuna girer. Peygamber’in 9 Zilhicce 10/8 Mart 632 tarihinde Cuma günü zevalden sonra
Kasvâ adlı devesinin üzerinden, Arafat vadisinin ortasında yaptığı ve
“veda haccı” olarak bilinen hitabeti, bu türün en güzel örneklerindendir
(Demirayak 2009a: II/210 ; İbn Hişam 1985: IV/345-346 ; Dayf 1960:
53). Hz. Peygamber, Veda Hutbesi ile dinî hutbenin usul ve esaslarını,
metodunu ve içeriğini belirlemiş, temellerini atmış ve onun güzel örneklerini vermiştir. Kendisinden sonra Müslümanların yönetimininden
sorumlu olan raşid halifeler de hitabet sanatında Peygamberin metodunu
örnek almışlardır (İpek 2014: 113).
Siyasî Hitabet
Siyasi hutbeler, Hz. Peygamber’in henüz Müslüman olmamış kabilelerle görüşmeleri, Müslüman olmak üzere Kendisine gelen heyetlerle
görüşmeleri esnasında okunan hutbeler ile dört halifenin devlet sistemi
ve yönetimle ilgili olarak halka okudukları hutbeler siyasî içerikli hutbelerdir (Demirayak 2009a: II/215). Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde
meydana gelen siyasî karışıklıklarla birlikte bu tür hutbelerin miktarı artmıştır. Siyasî alanda devlet teşekkülünü oluşturmasıyla meşhur olan Hz.
476 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Ömer, siyasî hitabetin önde gelen isimlerindendir. O, hutbelerini askerleri cihada teşvikte etkin bir araç olarak kullanmıştır (İpek 2014: 118).
Devri birçok iç savaşa sahne olmuş Hz. Ali de hutbelerinde kuvvetli bir
hatip olduğunu göstermiştir. O, kendi taraftarlarını, ordularını teşcî için
pek tesirli hutbeler irat etmiştir. Dört yüze yakın hutbesinde onun bu sahada büyük bir kudrete sahip olduğu hemen fark edilir (Furat 1996: 113).
Sosyal Hitabet
Sosyal hitabet, işlevsel olarak çok amaçlı bir tür olarak bu dönemde
kendini göstermiştir. Cahiliyede görülen derin kabilecilik, İslâmiyetin gelmesiyle birlikte gittikçe etkisini kaybetmeye başlamış ve yerini, nesebe
değil İslâm kardeşliğine dayanan ilişkilere bırakmıştır. Bu seçkin ilişkiler,
sosyal hitabetin öne çıkmasını sağlamıştır. Cahiliye döneminde de var olan
bazı sosyal davranış biçimleri, İslâmî döneme aktarılıp işlenerek geliştirilmiştir, İslâm’ın ruhuyla yoğrulmuş ve kutsal değerleri özüne almıştır. Her
ne kadar şekil aynı kalsa da içerik ve amaçları değişmiştir. Bu hutbeler,
tür oarak heyetlerin irad ettikleri hutbeleri, tebrik ve taziyeleri konu edinen hutbeleri ve nikâh vesilesiyle irad edilen hutbeleri içermektedir (İpek
2014: 122). Sosyal hitabet, İslâmiyet’in getirdiği toplumsal kurallar dahilinde İslâmî dönemde farklı bir mecraya girmiş, üslup ve içerik farklı bir
boyut kazanmıştır. Kur’an ayetlerinin ve hadislerin bu alanda teşvik eden
ifadeleri bu türün daha da sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamış,
gelişimine ciddi bir katkıda bulunmuştur ( İpek 2014: 127).
Hitabetin Özellikleri
İslâm dininin ifade edilmesi, anlatılması ve yayılmasında bir araç olarak kullanılan hitabetin en önemli özelliği dinsel bir kimliğe bürünmesidir. Bu kimlik, İslâmın devletleşip, kurumsallaşmasıyla siyasî bir boyuta
taşınır ve siyasî hitabet önem kazanır. Bu hitabet, dinî argümanları içinde
barındırdığından, dinî ve siyasî hutbelerle iç içe geçmiştir. İslâmi dönem hutbeleri, anlaşılması kolay kelimelerden oluştuğundan, cümlelerde
anlam zorluğu söz konusu olmadığı için sanatsal bir özellik arz etmez.
Amaç, hedef kitleye onların anlayacağı bir dille hitap etmek olduğundan
bu dönem hitabeti, tekellüf ve tasannudan oldukça uzak, sade ve basittir.
Bu dönem hitabetinde Kur’an üslubu egemendir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 477
Bu üsluptan etkilenen hutbelerde, daha zarif ve anlam ile uyumlu
kelimeler kullanılmıştır. Hemen hemen tüm söylemlerde Kur’an’dan
alıntılar yapılmıştır. Alıntısız hutbeler çirkin ve yakışıksız/şevhâ olarak
adlandırılmış, besmele ve hamdele ile başlamayan hutbeler de noksan,
eksik/betrâ olarak isimlendirilmiştir. Hutbeler etkileyici olması için sık
sık kasemle/yeminle pekiştirilmiş, kişilerin duygularını coşturmak için
cennetle terğîb/istek uyandırma, içinde bulunduklar durumu yansıtmak
için de terhîb/korkutma duygularıyla hutbeler sonlandırılmıştır. Cümle
kısalığı, icaza yer verilmesi seciye önem verilmeyip neredeyse hiç kullanılmaması, duyguların samimi ifadesi, hitabetin diğer özellikleri olarak
karşımıza çıkar. İslâmi dönem nesrinin en temel söylem biçimi olan ve
daha sonra tüm İslâmi edebiyatlarında bir özellik olarak yer alan hutbeye hamd ve salât ile başlamak, ammâ ba’d ifadesine yer vermek, sözü
Allah’a şükür ve dua ile bitirmek ilk kez hitabet türünde kullanılmıştır
(Osman Alî 1406: 236 ; Fâhûrî 1986: 338 ; Dayf 1960: 63 ; Demirayak
2009a: I/225 ; İpek 2014: 104 ; Elmalı 1998: XVIII/160).
Kitâbet
Cahiliye döneminde sadece siyasî ve ticarî amaçlarla kullanılan ve
edebî değeri fazla olmayan kitabet, İslâmî dönemle birlikte yeni bir aşamaya girerek, değişik alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kur’an’ın
yazıya geçirilmesi, okuma ve yazmanın yayılması gibi etkenler bu sanatın gelişmesinde rol oynamıştır. Kitabet türünün ilk örnekleri, Hz. Peygamber tarafından kabile ve devlet başkanlarına gönderilen mektuplar
ve müşriklerle yapılan antlaşmalardır (Demirayak 2009a: II/227; İpek
2014: 130). Bunlardan birinci gruba girenler dinî, ikinci gruba girenler
de siyasî risalelerdir. Siyasî risaleler, Hz. Ömer zamanında devlet işlerinin yürütülmesinde kullanılan temel vasıtalardan biri olmuş (Demirayak
2009a: II/228), Hz. Ali döneminde de dönemsel özelliklerden dolayı artış
göstermiştir (Safvet 1352: I/257). Müslümanların Habeşistan’a göç etme
isteğini dile getirmek için Necaşi’ye yazılan kitabe (Safvet 1352: I/40),
bu türün en eski örneğidir. Kureyş ile yapılan Hudeybiye (Taberî 1967:
II/634) antlaşması bir diğer ilk kitabet örneklerindendir.
478 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Kitâbetin Özellikleri
Bu tür en önemli özelliği, edebî tür olarak ilk kez Sadrul İslâm dönemde görülmüş olmasıdır. İçeriği, başlangıçta İslâm’a davetle ilgiliyken, gelişen olaylardan dolayı siyasî, idarî, ekonomik, sosyal alanlara
kaymıştır. Hz. Peygamber, şekil ve içerik olarak bu üslubun kurucusudur. Peygamber’in üslubu bu dönemden itibaren katip ve yazarlar için
birer örnek teşkil etmiştir. Kitabet, besmele ve “ilâ fulânin” veya “hazâ
kitâbun Muhammedin resûlu’llahi ilâ fulanin” gibi cümlelerle başlar.
Risalenin yazıldığı kişi Müslüman ise “selâmun aleyke” Müslüman
olmamışsa “es-selâmu ‘alâ meni’t-tebe’a’l-hüdâ” ve benzeri cümleler
yer alır. Sonra Allah’a hamd edilir ve daha sonra ‘ammâ ba’d’ ifadesi
kullanılarak ana konuya geçilir. Kitabetin sonu Müslüman’sa “es-selâmu
ve rahmetu’llahi yağfere’llahu leke”, değil ise “ve’s-selâmu aleykum in
eta’tum” selam ve dua cümleleriyle biterdi. Baş kısımlarda gönderenin
adı, son kısımlarda gönderilen kişinin ismine yer verilirdi. Halifeler döneminde risaleyi yazan kâtibin ismi ve yazım tarihi de kitabetin sonuna
eklenmiştir. Risalenin resmi kimliğini ön plana çıkarmak için de mühür
kullanılmıştır. Uygulama, gümüş üzerine “Muhammedun resûlu’llah”
yazılı bir mühürle Hz. Peygamber tarafından başlatılmıştır.
Bu dönem kitabetin dili, son derece sade, basit, anlaşılır ve konuşma diline yakındır. Şekli özellikler bir tarafa bırakıldığında belirlenmiş
kurallar yerine, amaç öne çıkarılmıştır. İcaz, bu sanatın en ayırt edici
özelliklerindendir. Kur’an iktibasları, şiir örnekleri yazının içerisine serpiştirilmiştir. Kitabeler, tarihî birer vesika, dinî bir kaynak ve seviyeli
birer edebî metin olma özelliği de taşımaktadır (Osmâ Alî 1406: 281 ;
Fâhûrî 1986: 324 ; Dayf 1426: 129 ; Talîmât 2007: 428 ; Demirayak
2009a: I/235 ; İpek 2014: 138).
Tevki’ât
Sözlükte “imzalamak, imza atmak, kaydetmek, yerine getirmek” anlamına gelen “veka’a” kökünden türetilen tevkî’, halife, sultan ve emirlere
gönderilen taleplere verilen cevapları veya sorunların çözümüne ilişkin
değerlendirmeleri içeren, metnin alt kısmına düşülen kısa ve özlü sözlerdir (İpek 2014: 149). Dilekçe veya yazının takdim edildiği devlet adamı, bu yazı üzerine yazdığı tevkî’ ile bir mesele hakkındaki olumlu veya
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 479
olumsuz görüşünü belirtir (Demirayak 2009a: II/242). Daha çok ‘tevkî’ât’
şeklinde çoğul olarak kullanılan bu kavram, kitabet sanatının gelişmesine paralel olarak ortaya çıkmış, İslâm devletinin kurumsallaşmasıyla da
büyük bir gelişme göstermiştir (İpek 2014: 149). Tevkî’ sanatında göze
çarpan en belirgin husus bunların bir ayet, bir hadis, bir hikmetli söz, bir
şiir beyiti veya bir meselden ibaret veciz ve etkileyici bir cümle oluşudur.
Bazı tevkî’lerin bir veya iki kelimeden oluşması bu sanatta anlaşılırlık
veya icaza önem verildiğini göstermektedir (Demirayak 2009a: I/243).
Vasiyetler
Cahiliye döneminde de var olan bu tür, İslâmî dönemle değişime
uğrar ve içerik olarak dinî renklere boyanır; Kur’an üslubunun etkisine
girer (Talîmât 2007: 323). Hitabete yakın bir tür olması nedeniyle şekil
olarak onun aynısıdır ve hitabetin söylem ve yazım biçimiyle hemen hemen benzerlik gösterir. Vasiyetler, besmele, hamdele, salât u selâm ile
başlayıp devam eder, vasiyet eden ve vasiyet edilen kişinin adı belirtilir,
daha sonra edilecek vasiyet dile getirilir, sonunda da tekrar Allah’a hamd
edilir veya İslamî duygularla örülmüş ifadeler kullanılarak bitirilir (İpek
2014: 92; Demirayak 2009a: I/237).
Kısa cümlelerden oluşan vasiyetlerde seciye yer verilmemiştir. Anlatımda sadelik ve anlaşılırlılık kendisini hissettirir. Amaçları bakımından
dini vasiyetler önceliklidir; ardından etik/ahlakî vasiyetler gelir. Devletin oluşum ve kurumsallaşmasına paralel olarak siyasî vasiyetler kendini
hemen gösterir. Sosyal yaşamın gelişmesi ve toplumsal bilinçlenme ile
birlikte sosyal vasiyetler öne çıkar. Emir ve ordu komutanlarının atanması esnasında onlara yönelik söylem ve yazılar da amaçsal olarak idarî
ve askerî vasiyetler olarak karşımıza çıkar ve yaşamın her alanını kuşatır
( Talîmât 2007: 323-326). Vasiyetler daha çok erkek çocuklara yapıldığı
için “yâ beniyye” (Kâlî trz. : II/60) veya “yâ buneyye” (Şerîf er-Radî
1403: 572) hitabıyla söze başlanır. Kız çocuğuna yapılan vasiyetlerde de
“ yâ ibneti” ya da “yâ beniyyete” (Talîmât 2007: 330) hitabına yer verilir.
Emeviler Dönemi
Arap edebiyat tarihlerinde Emeviler dönemi (661-750) siyasî, sosyal
ve edebî alanlarda değişimin başlangıcı sayılmıştır. Çöl şehirle birleşmiş,
480 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
halkın refah seviyesi yükselmiş, buna paralel olarak da eğlence kültürü ve
sektörü oluşmuştur. Arap olmayan fakat Müslüman olan diğer topluluklar
vasıtasıyla Arap edebiyatına önceki kültür ve medeniyetlerden yeni mefhumlar girmiş edebî hayatın çehresi değişmeye başlamıştır (Ferrûh 1968:
I/367). Edebiyat, her zaman devrinin siyasî ve kültürel olaylarıyla iç içe
olduğundan (Furat 1996: 136), Arap edebiyatı tarihlerinde dönem-edebiyat
birlikteliği görülmediği kadar Emeviler zamanında iç içe girmiş; dönem
edebiyatın, edebiyat da dönemin ayrılmaz, kopmaz bir parçası olmuştur.
Emeviler, şair ve yazarlara olduğundan çok maddî destek sağlayarak edebiyatın gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Bu gerçeğin altında
kendi siyasal manifestolarının desteklenmesi yattığından hem şiir hem
de nesir bir amaç değil, bir araç olarak görülmüş ve edebiyat ilk kez otoritenin ve devletin egemenliğine girmiştir. Otoritenin söylemlerine, karşı
söylemlerle karşı çıkılmış ve devletin yanında ona muhalefet eden diğer
güçler de edebiyatı kendi ideolojilerinin doğrultusunda bir araç olarak
kullanarak edebiyatın farklı kulvarlarda gelişmesine ve zenginleşmesine
katkıda bulunmuşlardır. Başka bir ifade ile adı geçen dönemde Emevilerin ve karşıtlarının oluşturduğu iki boyutlu bir edebiyat vardı. Bu iki
edebiyatın ortak yönü de ‘siyasal’ oluşudur. Denilebilir ki, siyasal şiir ve
siyasal nesir: eşittir=Emevi edebiyatı.
Bu dönem edebiyatında erkin, gücün veya iktidarın yanında yer alanlar, Emevi şair ve yazarlar olarak bilindiler ve onların siyasal düşüncelerini manzum ve mensur eserlerde dile getirdiler. Emevilerin muhalifleri
de Hâricî, Şiî ve Zubeyrî şair ve yazar olarak tanındılar ve anıldıkları
grupla şöhret oldular. Onlar da kendi siyasal düşünceleri doğrultusunda
eserler verdiler (Dayf 1987: 83-89; Şâyib 1963: 166-168, 195-196, 206211, 238-240; Osmân Alî 1403: 332-336, 341-344, 397-404; Hüseyin
1986: 98, 100-106,109, 111-114; Dayf 1426: 290-340).
Emevî Dönemi Nesrinin Genel Özellikleri
Arap edebiyat tarihinin en zengin nesir örnekleri ilk kez Emevîler
döneminde karşımıza çıkar. Bu dönem nesri; Emevîler, Hâricîler, Şiîler
ve Zubeyrîler olarak adlandırılan grupların eliyle dört parçaya bölünmüş
bir görünüm sergiler ve bu görünümün altında dönemin kültürel, siyasal
ve dinsel algılanış biçimi yatar. Bu algı, bir taraftan hem Emevî dönemi
nesrini oluşturur, hem de dönem nesrinin karakteristik özelliğini yansıtır;
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 481
diğer taraftan da nesir türünün çeşitlenip zengin bir görünüme kavuşmasına neden olur (Hafâcî 1410: 386).
Dinsel anlamlar ile siyasal unsurların iç içe olması, Emevî nesrini
diğer dönem nesirlerinden ayıran bir özelliktir. Bu özellik, hemen hemen
tüm nesir türlerinde kendini gösterir. Bundan dolayı bu dönem nesri, ya
siyasi ya da dinî özelikler taşır. Bu iki özelliği taşıyan nesre, başka bir
ifade ile dönem nesrine Kur’an ve hadisin etkisi oldukça çoktur. Bu etkiyi bütün nesir türlerinde görebiliriz. Ayrıca, Emevi döneminde ortaya
çıkan tüm gruplar, Kur’an ve Peygamber sözlerinden yararlanmış, kendi
söylemlerini bu iki kaynağa dayandırmışlardır.
Bilimlerin çeşitlenmesi bu dönem nesrini de etkilemiştir. Beyan ve
belagat biliminin kuralları, ilk kez bu dönem nesrinde kendini göstermiştir. Siyasi karışıklıklar Emevi nesrine yansımış, uyarı, tehdit, hakaret,
aşağılanma, düşmanlık, ölüm, kılıç, kan, hiciv gibi unsurlar nesirde yer
bulmuş, telmih ve imalarda bulunmalar görülmüştür. Arapların dışındaki
İslam dinini benimsemiş farklı sosyal gruplara veya halka dini tebliğin
yapılması nesir cümlelerinin uzamasına sebep olmuş, uzayan cümlelerde
aynı anlam ve konuyu ifade etmek için farklı cümleler de kullanılmıştır.
Cahiliye asabiyetinin önde gelen konularından biri olan övünme nesirde
kullanım alanı bulmuştur. Seci ve izdivac, tıbak, beliğ teşbih ve cinas
sanatlarının bol kullanımı yanında, mecazlarla örülmüş ifadelere yer verilmesi sonucu ilk kez hayal nesirde yer almış; bununla da muhatapları duygusal etkileme yoluna gidilmiştir (Hafâcî 1410: 386; Ebû Ziyâb
1426: 333; Demirayak 2012: 268; İpek 2014: 158).
Nesir Türleri
Hitabet
Emevi dönemi nesrinin en seçkin örnekleri hitabet alanında görülmektedir. Hitabetin gelişmesi dönemin sosyal, siyasal ve dini olaylarıyla yakından ilintilidir. Bu konuların sunumları hitabetin eşsiz ve renkli
örneklerini ortaya koymuştur (Dayf 1960: 63 ; Ferrûh 1968: I/317). Bu
dönemde hitabetin içeriği, sosyal gruplara göre çeşitlilik arz etmiştir (
Dayf 1960: 67). Siyasal olayların ortaya çıkardığı siyasî hitabet bunların
başında gelir. İmamet, özellikle de hilafet söylemleri bu türün beslendiği
kaynakların başında gelir. Emevi döneminin ortaya çıkardığı sosyal ta-
482 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
bakalar/gruplar, hitabetin içeriğini belirlemiş, kendi özel nesir türlerini
ortaya koymuşlardır. Emevi hatipleri, hilafetin kendilerine ait olduğunu söylerken, Şîa hutbelerinde bu makamın Ali’ye onun şahsında ehl-i
beyte aitliğini öne çıkmıştır. Harici söylemciler, dini bir bütün olan her
müminin bu hakka sahip olabileceğini dillendirirken, Zubeyrî’ler halifenin Kureyş’ten olması düşüncesini benimsemişlerdir (Fâhûrî 1986: 35).
Siyasal hutbelerden sonra öne çıkan hitabet türü, dini hitabettir. İslam
dini ekseninde gelişen bir tür olduğu için tüm grupların söylemlerinde yer
almıştır. Başta halifeler ve valiler olmak üzere toplumun her katmanlarındaki hatipler tarafından oluşturulmuştur. Allah’a itaat etmek, haramlardan
uzaklaşmak, dünyaya bağlanmamak, ölümü hatırlamak, ahiret, cennet
ve cehennem olgusunu düşünmek, güzel ve erdemli davranış biçimleri
sergilemek ve benzeri duygular dini hitabetin kapsama alanına girmiştir
(Demirayak 2112: 299; İpek 2114: 177). Cihat düşüncesini canlı tutmak,
cihada özendirmek de dini hitabetin seçkin örnekleri olarak karşımıza çıkar. İspanya’yı 711 yılında ele geçirmek için Tarık b. Ziyad’ın ordusuna
yaptığı hitabet (Safvet 1352: II/314)bu türün en güzel örneklerindendir.
Dini hitabet, ya bireysel söylemler içerisinde dillendirilmiş, ya da siyasal
konuşmalara karıştırılarak söylenmiştir (Dayf 1960: 74).
Sosyal hitabet de Emeviler döneminde görülen bir başka hitabet türüdür. Bu tür, içerik olarak hükümdarların hilafete geçmelerini, valilerin
atanmalarını, onların evliliklerini kutlama ve tebrik etme amacıyla söylenmiş hutbeler oluşturduğu gibi, kabileler arasında barış sağlamak amacıyla söylenen hutbeler de oluşturmuştur. Baş sağlığı dileme, öğüt verme,
toplumun sorunlarıyla veya işleriyle ilgili söylenmiş hutbeler de sosyal
hitabetin içeriğini oluşturur (Demirayak 2112: 306 ; İpek 2114: 163).
Hitabetin Genel Özellikleri
Dönemin dini ve siyasi etkenlerinden dolayı hitabet, bir araç olarak
kullanılmıştır. Tüm gruplar, hitabeti kendi amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. İslam dini, hitabetin gelişmesinde etkin bir rol oynamıştır.
Dolayısıyla hitabet, dini bir içerik kazanmıştır. Bundan dolayı hatip, hitabete hamdele, salvele ve sena ile başlamıştır. Hitabet, ayet ve hadisler
ile zenginleştirilmiş ve şiirlerin istişhad edilmesi yaygınlaşmıştır. Her
açıdan karşıt grupları eleştirmek hitabetin vazgeçilmez özelliklerinden
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 483
biridir. Seci sanatına yer verilmemiş, anlaşılır bir dille ifade edilmiştir.
Hikmet içeren sözler oldukça çoktur. Dinleyicileri etkileme temel alınmıştır (Mahfuz 1983: 30).
Farklı toplumların Araplara karışması ve birlikte yaşamaları sonucu
bu dönemin hutbeleri uzatılmış, ayrıntıya girilmiş ve açıklayıcı cümlelere yer verilmiştir. Tevhit cümleleri başta olmak üzere uyarıcı cümleler
hitabetlerde sıkça yer almıştır. Tehditler bazen telmih bazen de ima yoluyla ifade edilmiştir. Ağır hakaret ve yergilere yer verilmiştir. Hitabelerde övünme/fahr sıkça kullanılmıştır (Demirayak, 2012: 271-272.).
Kitâbet
Kitabetle kastedilen, katiplerin içerisinde tüm yeteneklerini sergiledikleri ve okuyanı büyüleyen nesir türüdür. Kitabenin gelişimi yazının kullanımı ve geliştirilmesi ile yakından ilintilidir. Cahiliye döneminde kullanılmayan yazı, İslamiyetle beraber kullanılmaya başlanmış ve yaygınlık
kazanmıştır (Dayf 1426: 451; Zeyyat 2000: 196). İslam dininin yayılma
alanı genişlediğinde merkezi yönetimle iletişim sağlanması yazı ile gerçekleşti (Dayf 1960: 91). Böylece kitabetin önemi de arttı. Hz. Ebu Bekir’in çevre ülke yöneticileriyle yazışması, zekat vermeyenlere mektuplar
göndermesi (Savfet, 1352:109, 111.) ve Hz. Ömer döneminde ise kitabetin
devlet işlerinin yürütülmesi kullanılan temel vasıtalardan biri olmuş, Hz.
Ali döneminde yaşanan karışıklıklar karşılıklı yazışmaları artırmıştır. Bu
da kitabet sanatının gelişmesini sağlamıştır(Demirayak, 2012:316.).
Emeviler zamanında hızlanan siyasi hayat, kitabet sanatının önem
kazanmasına vesile olmuş, bu amaçla yazışmaları sağlamak için Divânü’r-Resâ’il oluşturulmuştur (Demirayak, 2012: 317). Emeviler döneminde kitabet edebi anlamda halife Hişam’ın mevlası ve Divânü’r-Resâil
başkanlığında bulunan Salim b. Abdillah ve öğrencisi Abdulhamid b.
Yahya el-Katibî (ö. 750) elinde gelişmiştir (İpek 2012: 182). Bu iki Fars
asıllı kâtip, kitabet sanatının edebî bir tür oluşunun öncülerindendir.
Özellikle Abdulhamid b. Yahya el-Katibî, kitabetin kurucusu olarak görülmüştür. Zira o, yazı yazmada uyulması gereken ilke ve kuralları belirlemiş ve bunu uygulamalı olarak göstermiştir (İpek, 2012: 243).
Şevki Dayf, Abbasiler zamanında sosyal, siyasal ve dini olmak üzere
üç çeşit kitabet zikreder. Halife, vali ve onların siyasi rakiplerinin di-
484 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
vanlarından çıkan siyasi risaleler, insanların güncel konular hakkında
yazdığı sosyal içerikli risaleler ve vaaz ya da tartışma diye adlandırılan
dini içerikli risaleler (Dayf 1426: 102-103). Bu kitabelerin en önemli
özellikleri icaz, açıklık, sadelik, sanat ve tekellüfün az olmasıdır. Ancak halife Velid’den itibaren sanatsal bir şekle bürünmüştür. Özellikle
dönemin başlangıcındaki kitabet örnekleri, daha çok Asr-ı Saadet’teki
kitabetin bir devamı niteliğinde olmuştur. Yazıda amaç, maksadı açık bir
şekilde en kısa yoldan dile getirmektir. Bundan dolayı kitabelerde icaz ve
veciz ifadeler hakimdir. Dönemin sonlarına doğru metinler şekil ve üslup bakımından farklılık arz etmeye başlamıştır. Dil artık sıradan bir dil
olmaktan çıkmış, süslü ifadelerin kullanılmaya başlandığı bir dil haline
gelmeye başlamıştır (İpek 2012: 187).
Tevkî’ât
Emeviler döneminde görülen bir nesir türü de tevkî’âttır. Sadr-ı İslam
döneminde ortaya çıkmıştır. Tevkî’ât, halife veya valilerin kendilerine
iletilen istek ve şikayet içeren yazıların altına yazılan kısa ve özlü ifadelerdir (İpek, 2014:196). Tevkî’ât, en büyük gelişmeyi Abbasiler döneminde yaşamadan önce Emeviler döneminde ilerleme kaydetmiştir.
Dönemin sosyal olayları bu türün gelişmesinde önemli rol oynamıştır
(Fahurî, 1986: 371). Tevkî’ât, mana yüklü, dakik ve söz konusu risale veya şikayet konusuna mesaj veren kısa ve veciz ifadelerden oluşur.
Tevkî’ât, içerik bakımından risale ile ilişkisi bulunan bir nesir türüdür.
Zira risale içeriğinin tahkik edilmesi istenen bir türdür. Tevkî’ât da kısa
ve veciz olmakla birlikte risaleye verilen cevap konumundadır (İpek
2014: 197). Tevkî’ât, içerisinde icaz barındırması onun en önemli özellikleridir. Belagat kaidelerini içermesi de onun özelliklerindendir. Katip
yazdığı konuda mana birliği sağlaması gerekir. Bu da tevkî’âtın başka
bir özelliğidir. Katip, okuyanı kalben mutmain etmesi gerekir. Tevkî’âtın
önemli özelliklerinden biri de budur (Fahurî 1986: 371).
Tevkî’ât, söz konusu risale için bir cevap niteliğindedir. Tekellüften
oldukça uzaktır. Tevki olumlu cevap alabileceği gibi ret, azar, inkar, soru,
açıklama gibi değişik anlamda da olabilir. Bu durum konunun daha çabuk ve daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağladığı gibi edebi ve sanat
özelliğini de taşımaktadır. Tevkî’âtlar genelde amir ile memur arasında
olmuştur (İpek 2014: 201).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 485
Abbasiler Dönemi
Arap dilli edebiyatının en parlak ve görkemli dönemi Abbasiler zamanındadır. Abbasi edebiyatı, tarihsel süreç içinde Arap dilli edebiyatın
en görkemli ve parlak edebiyatıdır. Bu edebiyat beş asırlık bir zaman
dilimini kapsar. Genel kanı bu dönemin Emevi devletinin yıkılmasıyla
başladığı (750) ve Moğolların Bağdat’ı ele geçirdikleri yıl olan 1258’e
kadar devam ettiğidir.
Abbasiler dönemi siyasi, sosyal ve edebi alanlarda büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdir. Abbasi edebiyatının önemli özelliklerinden
biri, Abbasi devletinin gelişmesi ve bunun sonucunda değişik milletlerin
karşımasıyla dili Arapça olan, ancak kendi milli özelliklerini de koruyan,
değişik formlar ve üsluplar içeren bir İslam edebiyatının ortaya çıkmasıdır (Aytaç 1981: 1). Başka bir deyişle Arap ırkına dayalı bir edebiyat
yerini, farklı ırkların oluşturduğu bir edebiyata bırakır. Bu ırkların başında Arapların yanında Farslar ve Türkler gelir. Bu edebiyatın temelini
atanlar farklı ırklardan oluşan kimseler olduğundan bu edebiyata el-Edebül Muvelled de denilmiştir (Ferruh 1968:II/39). Büyük oranda klasik edebiyat konularının yerine oluşturan Abbasi medeniyetinin ruhuna
uygun konular şiirlerde ele alınıp işlendiğinden bu dönem edebiyatına
el-Edebu’l-Muhdes de denilmiştir (Ferruh 1968: II/39).
Abbasiler zamanda bilimde, edebiyatta ve sosyal hayatta önemli değişiklikler olmuştur. Bu değişikliklerden en büyük payı edebiyat almıştır.
Dolayısıyla her dönemde olduğu gibi bu dönemde de edebiyat, dönemin
siyasal, sosyal ve kültürel hayatın bir aynası olarak gelişmiştir. Bu itibarla farklı milletlere ve ırklara mensup birçok dil ve kültürün Araplarla
beraber yaşaması sonucu, bu dönem Arap edebiyatının altın çağı olarak
kabul edilmiştir (İpek 2014: 213). Altın çağını yaşayan Arap edebiyatı
şiirde olduğuı kadar nesirde de büyük bir gelişme göstermiştir. Şiirle paralel olarak nesir de bir ırkın Yani Arap ırkının ruhunu yansıtmaktan çok
yeni edebiyat ve değişimin ruhunu yansıtmaktadır (Ferruh 1968: II/40).
Abbasi Nesrinin Genel Özellikleri
Siyasal, sosyal ve kültürel değişim Abbasi nesrini de etkilemiş ve bu
dönemde nesir, değişim ve dönüşüm süreci yaşamıştır. Bunu sağlayan
etkenler çok çeşitlidir. Bunların başında farklı ulus kültürlerinin nesre
486 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
yansımasıdır (Dayf 1966: 441). Bu yansıma tercüme etkinliklerinden ve
farklı dillerde yazılan eserlerin Arapçaya aktarılması yani nakilde kendini göstermesidir (Zeydan tsz: II/129). Bunun sonucunda da nesirde yeni
bir üslup, yani muvelled bir üslup ortaya çıktı (Dayf 1966: 443; Dayf
1960: 124) ve içerikte, üslupta ve lafızda kendisini gösterdi.
Muvelled üslup beraberinde kelime seçimini de getirmiştir. Bedevi
kelimeleri kullanılmaktan çekinmiş, Cahiliyenin kaba ve anlaşılması güç
olan kelimelerin yerine medeniyetin ruhuna uygun güzel ve zarif kelimeler tercih edilmiştir. Bunun sonucu bir taraftan belagat kurallarına uygun
bir nesir öne çıkmış, diğer taraftan da okuyucu hem estetik hem de sanat
değeri yüksek olan nesir metinleriyle karşılaşmıştır (Dayf, 1960: 124,
Anad Gazvan 1394:308)). Böylece I. Abbasi asrından itibaren nesirde sanatlı bir üslup kabul görmüş ve yaygınlık kazanmıştır (İpek 2014: 228).
Edebi nesir aynı zamanda edebi sanatların da yaygın bir şekilde kullanılmasını beraberinde getirdi. Daha önce de varlığını Arap edebiyatında
sürdüren bu sanatlar, Abbasi edebiyatı mensur eserlerinde daha yoğun
bir şekilde kullanıldı. Mecaz, teşbih, istiare ve kinaye duygu ve düşüncelerin ifadesinde en çok başvurulan edebi sanatlar oldu. Başka bir ifadeyle
adı geçen sanatlar I. Abbasi asrından başlamak üzere IV. Abbasi asrının
sonlarına kadar yazılan tüm mensur eserlerde varlığını sürdürdü. Öyle
ki edipler bu sanatları kullanmaya çalışırken esas manayı kaybedecek
derecede aşırıya gitmişlerdir (Demirayak 1998: 137).
Abbasi nesrinde görülen en önemli özelliklerden biri de nesirde ortaya çıkan türlerdir. Bunlardan biri inşa sanatıdır. Bir yazım sanatı olan
inşa II. Abbasi asrında bir tür haline gelmiştir. Cahız, bu edebi türün en
güzel örneklerini veren bir üstat olarak karşımıza çıkar. Cahız, bu alanda
kendisinden sonrakilerin takip edecekleri bir üslup ortaya koymuştur. Bu
secili kafiyesiz ve vezinsiz ifadelere dayalı bir üsluptur. Burada amaç,
şekilden çok anlamı öne çıkarmaktır (İpek 2014: 252).
Bir başka edebi tür de makamedir. Secili küçük bir hikaye türü olan
makamede hayali bir anlatıcı ve hayali bir kahraman bulunur. Olaylar bu
kahramanın etrafında cereyan eder. Eğitici ve öğretici yönü ağır basan bu
dilde belagat unsurları yoğun bir şekilde kendini gösterir (Brockelman
1988: VII/197-201,Salih 2006; 167). Makame, Bediüzzaman Hemedani
tarafından geliştirilip işlenerek gerçek anlamda edebi bir tür halini almıştır (Ferruh 1968: 111/46).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 487
Nesir türleri üslupların ortaya çıkışını sağlamıştır. Abbasi nesrinde
genel kanı üç üslubun orataya çıkmasıdır. Bu üsluplardan biri fennî/sanatsal üsluptur. Söz sanatlarının doğal şeklinde kullanımı, aşırıya kaçılmadan edebi sanatlara gereği kadar yer vermek (İpek 2014: 574) bu üslubun özelliklerindendir. İbn Mukaffa (ö.762), Cahiz (ö.869) İbn Kuteybe
(ö.889) fenni/sanatsal nesrin önde gelen yazararıdır.
Tasni üslup; secinin ağır bastığı bir üsluptur. İfadeler uzatılmış, çeşitli sanatlarla süslenmiş ve ibareler kusursuz bir şekilde dizilmiş olan bu
üslupta amaç metinlerin sağlamlığıdır (Dayf 1960: 235). Tasannu üslup;
manadan çok şeklin öne çıktığı kelime seçiminin önem kazandığı seçilen
kelimelerle gösteriş yapmanın hedeflendiği sanat ve kelime oyunlarının
yapıldığı bir üsluptur. Bu üslupta amaç, sağlam bir metin ortaya sunmak
değil, nasirin edebi yeteneğini göstermektir. Bundan dolayı bu üslupla
yazılan metinler anlaşılmaz bir hale gelir (Dayf 1960: 236).
Her ne kadar üç üslup mensur eserlerde ağır basmış olsa da şahsi
üslupların oluştuğunu da ifade etmek gerekir. Her yazar kendi şahsi üslubunu oluştururken, başkaların üsluplarından da yararlanmıştır. Tek bir
üsluba bağlı kalmayıp değişik üslupları metinlere aktaranlar da olmuştur.
Nesir üslupları, nesir alanında ekollerin oluşmasını sağlamıştır. Abbasi
nesrinde oluşan ekoller şöyle sıralanabilir:
I. Ekol: İbnü’l Mukaffa’nın temsil ettiği ekoldür. Cümleler kısa olup
aynı zamanda sadedir. Seci sanatının yer almadığı bu üslupta icaza oldukça fazla yer verilmiştir.
II. Ekol: Cahız’ın öncülük ettiği ekoldür. Cümleler, açık, sade ve anlaşılırdır. Metinler secili ya da secisiz olmak üzere değişik şekillerde işlenmiştir. İtabın ağır bastığı bu üslupta konu atlamaları oldukça çoktur.
III. Ekol: Ebu’l-Faz İbnü’l-Amid (öl. 970)’in başını çektiği bir ekoldür. Bu ekolde kısa ve secili cümlelere yer verilmiştir. Teşbih sanatı ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Hayale yer verilmiş, şevahidlikte aşırıya
gidilmiştir. Tarihsel bilgiler metinlerde yer almıştır.
IV. Ekol: Kadı el-Fadıl (ö.1199)’ın öncülük ettiği ekoldür. Kelime
oyunlarına başvurarak mananın anlaşılmamasını sağlamıştır. Her çeşit
sanata başvurmuşlar, tevriye ve cinası öne çıkarmışlardır (Zeyyat, tsz:
217; Hafâcî 1412: 135; İpek 2014: 329)
Abbasi nesri muhteva olarak çok çeşitlidir. Bu dönemde nesirde sos-
488 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
yal, siyasal, ahlaki, kültürel, bilimsel ve bu dönemin medeni hayatı ve
Arapların yeni tanıdıkları kültür ve medeniyetlerin gerektirdiği birçok
konuyu ele alınmıştır.
Abbasi Edebiyatında Nesir Türleri
Abbasi edebiyatında nesir türleri önceki dönemlere göre oldukça zengindir. Edebiyatın zenginleşmesi, farklı kültürlerin bir arada bulunması,
bu kültürlerin sahip olduğu edebi değerlerin tercüme edilerek Arapçaya
kazandırılması Arapların felsefeyle tanışması ve dini bilimlerin yanında
felsefi bilimlerin de edebiyata yansıması, Abbasi devletinin kurumsallaşması başta olmak üzere birçok etken Abbasi nesrinin gelişmesinde
önemli rol oynamıştır. Renkli desenli ve çok boyutlu Abbasi edebiyatında nesir türleri şu başlık altında sıralanabilir.
Hitabet
Emevi devletinin yıkılışı ve Abbasi devletinin kuruluşu hitabeti öne
çıkarmıştır. Abbasiler iktidara yürüdüklerinde amaçlarının ne olduğunu
halka anlatmak zorundaydılar. Hem Emevi devletinin yıkılışının gerçekleşmesi hem de kurulacak yeni devletin halk tarafından benimsenmesi
için hatiplere ihtiyaç duyulmuştur. Bu da hitabeti öne çıkaran en önemli
unsurlardan biri olmuştur. Abbasi hatipleri halka hitap edecek bir ortam
bulduklarında bunu güzel bir şekilde değerlendirip belagat değeri yüksek
hutbeler söylemişlerdir (Hafâcî, 1412: 284). Başka bir ifadeyle Abbasi
devletinin kuruluşuyla beraber hitabet de öne çıkmıştır. Halifeler ve devlet adamları en etkin söylemlerini bu sanattan yararlanarak inşad etmişlerdir (Dayf 1966: 443).
Abbasi devletinin kuruluş aşamasında ve kurulmasında çok önemli
rol oynayan hitabet sanatı, varlığını tüm Abbasi asırlarında sürdürememiştir. Daha I. Abbasi asrının (750-847) sonlarında hitabet önemini kaybetmiştir. Bunun nedenleri oldukça fazladır. Arap edebiyatı kitaplarında
öne çıkan sebepler şöyledir: Var olan fikri ve siyasi mücadelenin ortadan kalkması, istikrarın sağlanması sonucu halifenin saraya çekilmesi
ve halkla iletişiminin azalması, devlet içi çekişmelerin bitme noktasına
gelmesi, halifenin bayramlar dışında hutbe irad etmemeler... Böylece hitabet yerini kaleme ve kitabete bırakmıştır (Hafâcî, 1412: 286-287; Dayf
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 489
1966: 450-452; Zeyyat, tsz:219; Fâhûrî 1986: 528). Abbasi nesrinde üç
çeşit hitabet şekli görülmüştür.
Siyasi Hitabet
Siyasi hitabet konuşma sanatıdır. Bu hitabet Abbasiler zamanında
önem arz etmiştir. Onlar iktidarını pekiştirmek ve halkı yanlarına çekebilmek için bu sanattan oldukça yararlanmışlardır. Siyasi ve dini mücadeleler, siyasi hitabetin canlı kalmasını sağlamıştır.
Abbasiler siyasi hitabeti bir propaganda aracı olarak görmüşlerdir. Bu
dönemde halka irad edilen hutbeler, siyasi muhtevalıdır. Halife iktidarını
sağlamlaştırmak için siyasi hutbelerde bol miktardan Kuran-ı Kerim’den
ayetler iktibas etmişlerdir. Siyasi hitabet, Abbasilerin yönetime gelmesinden sonra yaklaşık bir asır önemini korumuştur. Halife Memun döneminden itibaren zayıflamaya ve eski geçerliliğini yitirmeye başlamıştır (Salih
2006: 14; Dayf 1966: 448-450; Demirayak 1998:147; İpek 2014: 312).
Dinî Hitabet
Abbasiler döneminde siyasi ve dini grupların başvurduğu bir hitabet
türüdür. Bu hitabet, bir propaganda aracı olarak benimsenmiştir. Amaç
dini duyguları sağlamlaştırmak, Abbasi devletinin dini temeller üzerine
kurulduğunu belirtmektir. Kuran ayetleri, hadis ve sahabe sözleriyle örülen dini hitabet, mescid ve mescid dışında bol miktarda irad edilmiştir.
Dini hitabet, I. Abbasi asrının sonlarına doğru zayıflamış, varlığını ve
önemini sadece dini münazaralarda koruyabilmiştir (Dayf 1966: 453;
Demirayak 1998: 145; İpek 2014: 312).
Sosyal Hitabet
II. Abbasi asrında hitabet sadece siyasi ve dini alan ile kuşatılmamıştı, sosyal alanlarda da varlığını hissettirmişti. Bu bağlamda Abbasiler
döneminde sosyal hitabet övme, yerme, af dileme, ihsan isteme, nasihat, ta’ziye, kutlama gibi sosyal ilişkilerin ifadesi için kullanılmış, bu tür
duygu ve dilekleri ifade etmede bir vasita olarak değerlendirilimiştir. I.
Abbasi asrının başlarında oldukça yaygın olan sosyal hitabet, bu asrın
sonlarına doğru genel olarak hitabetin zayıflamasına neden olan amillere
490 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
bağlı olarak zayıflamaya yüz tutmuştur (Dayf 1966: 450-451; Demirayak
1998: 147: İpek 2014: 306).
Hitabetin Özellikleri
Abbasiler döneminde hitabet, dini bir içerik kazanmıştır. Burada en büyük etken, irad edilen hutbelerde bol miktarda ayet ve hadise yer verilmesidir (Beyyûmî 1376: III/79). Cümleler uyumludur ve birbirleriyle bağlantılıdır (Beyyûmî 1376: III/81). Seci çok az kullanılmıştır. Hem icaz hem
de itnab hitabette yer almıştır. Konu gereği bazen icaz, bazen de itnab öne
çıkmıştır (Demirayak 1998: 150). Abbasiler döneminde medeniyetin geniş
bir perspektif kazanması nedeniyle hitabet, zengin manalar, geniş konular,
ince üsluplar, yumuşak lafızlar kazanmıştır. Bu da hitabetin etkisini kat kat
artırdığı gibi ona güzellik ve görkem katmıştır (İpek 2014: 304).
Kitâbet
Kitabet, okuyan kişinin kalbinde, ruhunda güzellik ve hayranlık
uyandıran, edebi açıdan kusursuzca yazılan bir sanattır. Bu sanatı icra
edenler katiplerdir. Katipler bu sanatta bütün yeteneklerini göstermeye
çalışmışlardır (Hafâcî 1412: 465). Kitabet sanatı, edebiyat tarihinde Kitabetü’l-İnşaniyye, Kitabetü’l-Fenniyye ve Kitabetü’l-Edebiyye olarak
da isimlendirilmiştir (Hafâcî 1412: 465).
I. Abbasi asrından itibaren devleti yöneten halifeler, daha önceden var
olan divanlara ilaveten yeni divanlar oluşturmuşlardır. Bu oluşumun pek
çok nedeni vardır. Bunların başında imparatorluk sınırlarının genişlemesi sonucu devlet işlerinin derinleşmesi ve Fars unsurunun yönetimde öne
çıkması gelir. Bu divanlarda görev yapanlar, kitabet sanatının oluşmasını
sağlayan kişilerdir. Bu makama gelenlerin birçok yeteneğe sahip olması
gerekiyordu. Edebi yetenek, bunların başında geliyordu. Katip, yazdıklarını devlet adına kaleme aldığı için bu yeteneğini sergilemek zorundaydı.
Ayrıca pek çok bilim dalından geniş bir bilgiyi hafızasında saklaması gerekiyordu. Belagat onun vazgeçemeyeceği bilgilerin başında geliyordu
(Hafaci 1412: 308; Beyyumi 1376: III/171).
Emeviler döneminde büyük bir önem arz eden kitabet, Abbasiler döneminde en doruk noktaya ulaştı ve Memun zamanında zirveye çıktı. Pek
çok ünlü edip ve katip bu dönemde yetişmiştir (Hafâcî 1412: 311). Öyle
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 491
ki bunlar hakkında kitaplar yazılmış, eserler kaleme alınmıştır. Bu da
bize kitabet sanatının ne denli önemli olduğunu gösterir. Aslında kitabeti
önemli kılan onu kaleme alan katiple doğrudan doğruyabaglantılıdır. Kalkaşendî, ünlü eseri Subhu’l-A’şâ fi Sınâatü’l-İnşâ’da katibin üzerinde barındırması gereken özellikleri ayrıntılı bir şekilde yazmış ve onların devletin konuşan dili, yazan eli olarak görmüştür ( Kalkaşendî 1922: I/98).
Abbasiler döneminde kitabetin birçok türü mevcuttur. Bunlardan biri
arkadaşlar arasında yazılan “ihvân risaleleri”dir. Kutlama, taziye, teşekkür, kınama, serzeniş, iğneleme ya da şefaat gibi konularda yazılan ve
oldukça yaygınlaşan bu risaleler, büyüleyici, ifadeleri tatlı, kalbin duygu
ve düşüncelerini en güzel şekilde ifade edebildiği bir yazı türü olmuştur.
Devlet işleri ile ilgili kaleme alınan divan risaleleri ise üslubun hassas ve
ifadelerin güzel olduğu risalelerdir (İpek 2014: 405).
Halifelerin komutanlarına ya da propagandacılara yazdığı siyasi risaleler ile amacı daha çok bilgiye ve ilmi hususlara vakıf olmak, Müslümanlara nasihat etmek, siyasi ve felsefi amaçlar doğrultusunda insanları irşad etmek olan İhvan-ı Safâ Risaleleri de bu türden risalelerdendir
(İpek 2014: 405).
Abbasi döneminde kitabetin ana hatlarıyla özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Bazen icaz, bazen itnab öne çıkmıştır. Konular oldukça çeşitlenmiştir. Hem kelimeye hem de manaya önem verilmiştir. Edebi sanatlarla
örülmesine rağmen anlaşılır ifadeler kullanılmıştır. Bu ifadelerde bazen
mübalağalı söylemler öne çıkmıştır. Kuran ayetlerinden, hadislerden,
klasik Arap şairlerin yanında Muhdes şairlerden de alıntılar yapılmıştır.
Yazılan kitabelerde konu ne olursa olsun okuyan için estetik ve sanat öne
çıkarılmıştır. Bundan dolayı kelime seçimine özen gösterilmiştir. Kulağı
tırmalayan hiçbir lafza yer verilmemiştir. Medeniyetin etkisiyle ilimlerin
çeşitlenmesi ve bu dönemin kitabet türlerine yansıması neticesinde kitabet
sanatında farklı üsluplar ortaya çıkmıştır. Kitabet girişlerinde lakap çokluğu kendini göstermiştir (Hâfâcî 1412: 312-313; Beyyûmî 1376: III/126129; Mübârek 1427: I/127 Demirayak 1998: 163; İpek 2014: 402).
Tevki’ât
İslami döneminde ortaya çıkan ve ilk kez Hz. Ömer’in yazdığı tevki’
(Zeydân tsz: II/131), halife, sultan ve emirlere gönderilen yazılara veri-
492 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
len cevaplardır (Hâfâcî 1412: 320). Bir nesir türü olan tevki’âtın İslam
öncesi Fars hükümdar ve vezirler tarafından kullanıldığı, Abbasi halifelerinin bu geleneği devam ettirdiği yaygın bir kanaattır (Dayf 1966: 489).
Bu tür, Abbasi devletinin kurulmasıyla birlikte büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişmeyi, Fars kökenli katipler sağlamıştır. Tevki’nin önem
kazanması sonucu zaman içersinde “Divanü’t-Tevki’ adıyla bir oluşuma
gidilmiş ve kurumsallaşmıştır (Emin 1933: I/188).
Tevki’, devlet yetkililerine sunulan bir arzuhal/dilekçe olduğundan
verilen cevap da bir devlet yetkilisine yakışır şekilde olmalıdır. Katipler
burada önemli bir rol oynar. Bu bilinçte olan katipler, kendisine verilen
görevi en güzel şekilde yerine getirmeye çalışırlar. En güzel ifadeyi en
kısa şekilde verme yarışına girmişlerdir. (İpek 2014: 545).
Abbasi dönemi bir nesir türü olan tevki’nin en önemli özelliği icaz
güzelliğidir. Verilen cevabın kısa, öz ve anlaşılır olmasından ileri gelir.
Abbasi devletinin kuruluşundan itibaren tevki’ler icazla süslenmiştir.
Kısa olan tevki’ler halife Memun döneminden itibaren uzatılmıştır. Böylece tevkilerde icaz yerini itnaba bırakmıştır (Beyyûmî 1376: III/178).
Tevki’nin en önemli özelliği verilen cevaplarda etkileme gücünün çok
yüksek olmasıdır. Tevki’lerde belagat vazgeçilmez bir unsurdur. İfade
gücü üst seviyededir (Hâfâcî 1412: 321). Hikmet ifade eden sözler, yeri
geldiğinde mesellere başvurma, dini terminolojinin fazlaca kullanılması,
cevapların ayet ve hadislerce desteklenmesi, çeşitli şairlerin şiirlerinden
konu gereği yapılan iktibaslar, anlatımlarda tasvirel bir inceliğin sezilmesi, bu dönemin tevki’lerinde görülen diğer özelliklerdendir (Hâfâcî
1412: 321; Demirayak 1998: 172; İpek 2014: 550).
Vasiyetler
Abbasi edebiyatında görülen bir diğer nesir türü de vasiyetlerdir. Cahiliye döneminden itibaren Arap edebiyatında var olan bir türdür. Abbasi
asrındaki değişimlere paralel olarak vasiyetler de bir değişim geçirerek
dönemin edebî hayatına ayak uydurmuştur. Abbasi dönemindeki vesayetlerin çeşitli yabancı dillerden yapılan tercümelerin büyük etkisi olmuştur. Vasiyetler, içerisinde eğitici öğretici yönü ağır basan ifadelerin
yer aldığı, kişileri erdemli olmaya ve güzel davranışlara yönlendirmek
maksadıyla yazılmış yazılardır(Salih 2006: 33).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 493
Vasiyetlerin en önemli özellikleri anlaşılır, sade ve açık olmasıdır. Bir
diğer önemli özelliği de icazın ağır basmasıdır. Konuda yoğunlaşma ve
konu dışına taşmama vasiyetlerin önemli özelliklerindendir. Vasiyetler,
akla ve mantığa hitap eder. Külfetli sözleri içinde barındırmayan vasiyetlerde emir ve nehiy kipleri fazlaca kullanılmıştır (Salih 2006: 39).
Vasiyetler, ince ve zarif bir dille irad edilmiştir. Kelimeler ile mana arasında uyum söz konusudur. Manayı bozacak hiçbir kelimeye yer verilmemiştir. Bediî sanatına neredeyse hiç yer verilmemiştir. Bundan dolayı
sanat amacıyla değil, birtakım kural ve kaideler oluşturulması amacıyla
söylenmiş veya kaleme alınmıştır. Vasiyetler içerisine Kuran’dan ayetler,
hadisler ve şiir de yerleştirilmiştir (Demirayak 1998: 183).
Abbasiler döneminde vasiyetler çok yönlü ve farklı amaçlara yönelik
söylendiğinden çeşitlilik arz etmiştir. Zira vasiyetler, halifelerden veliahtlara, vezirlere veya vali ve ordu komutanlarına yahut kendi oğullarına yönelik olarak yazılmıştır. Bunun yanında fikir ve din adamlarınca
kaleme alınan dini ve fikri vasiyetler de mevcuttur. Ayrıca veliahdların
ve daha sonra devlet kademelerini işgal edecek önemli kişilerin yetiştirilmesi, katiplik mesleğinin ahlakî yönünü ve bu mesleğin sistemi ile
yazıda gereken temel kuralları ifade eden vasiyet türleri de vardır (İpek
2014: 535).
Dostluk ve kardeşlik üzerine yazılmış, kişilerin yaşadığı toplum ile
ilişkilerini, kendi hayat sistemlerini ve toplumdaki fertlerle ilişkilerini
belirleyen sosyal içerikli vasiyetler de Abbasiler döneminde göze çarpmaktadır (Demirayak 1998: 173; İpek 2014: 535).
Makâmeler
Makâme, “bir araya gelmiş insan topluluğu, bunların bir araya geldiği
veya oturduğu yer” anlamına gelir (İbn Manzur tsz: V/3738). Makâme
kelimesi, Cahiliye döneminde kabile toplantısı anlamında kullanılmıştır.
Emeviler zamanında halifeler, vezirler ve valiler gibi üst düzey kişilerin
huzurunda yapılan zühd ve takva hitabeleri olarak “huzurda duruş, huzur
konuşması” anlamını kazanmıştır. İlk devir Abbasi halifeleri zamanında
halifelerin dindar kişilerin ağzından dini ve ahlaki hikayeler dinlemek için
yaptıkları toplantıları karşılamak için kullanılmıştır. Daha sonra bu kelime
“sözlü hikaye” anlamına gelmiştir (Ayyıldız 2003, 27/417; Aytaç 1981: 5).
494 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Makâme terimi üzerinde tam bir görüş birliği sağlanmamış, farklı
algılamalar yapılmış olmasına rağmen yapılan tarifler; edebi dil, nükteli anlatım, hikaye anlatımı ve eğitsel amaç etrafında toplanmıştır (Dayf
1980: 9-10; Mübarek 1427: 242; Yâgî 1969: 57) Makâmat, Abbasi döneminde ortaya çıkan bir türdür. Yazarın eğitici öğretici bir amaçla ve
ağırlıklı olarak dönemin sosyal kokuşmuşluğunu doğrudan ya da dolaylı
değindiği, ayet, hadis ve darbımesellerle desteklediği müseccâ nesir ve
şiirden oluşan edebi bir türdür (Güllüce 2000: 184; Sâlih 2006: 167).
Makâme, Bedîüzzaman Hemedânî (ö.1008) tarafından geliştirilip işlenerek gerçek bir edebi tür halini almıştır. Kaynaklarda makâme sanatının kapısını açan ilk kişi olarak zikredilir (Kalkâşendî 1922: 14/110).
Hemedânî, Nişebur’da yazdığı makâmeleri Makâmat adı altında toplamış ve Sicistan hükümdarı Halef b. Ahmed’e sunmuştur. Makâmelerin
çoğunda Ebu’l-Feth el-İskenderî adında bir kahramana yer verilmiştir
(Fâhûrî 1986: I/625; Dayf 1980: 17).
Bedîüzzaman Hemedânî’nin makâmelerini; bir ayet etrafında şekillenme, hayali bir ravisi, bilgisi ve güzel konuşmasıyla herkesi hayran
bırakan dilenci hüviyetinde hayali bir kahramanı bulunması, dilin inceliklerini, özellikle dildeki garip kelimeleri öğretmeyi hedefleme, nahiv
bilmecelerinden, edebi inceliklerden, Arap atasözlerinden örnek verme
suretiyle okuyucuları eğitmek ve hoşça vakit geçirmelerini amaçlama biçiminde özetlemek mümkündür (Ayyıldız 2003: 27/418).
Makâmeyi Arap edebiyatına ilk kazandıran Hemedânî kabul edilse de onu geliştiren ve bu geleneğin ikinci isim Ebu’l-Kasım el Harîrî
(ö.1122)’dir. Yazar Makâmatü’l-Harîrî adlı eserinde toplumdaki çelişkilere ve çarpıklıklara dikkat çekmek için hayali kahraman Ebu Zeyd
es-Sarâcî’nin maceralarını, Haris b. Hemmâm’ın dilinden akıcı bir üslupla anlatmıştır (Ayyıldız 2003: 27/417).
Harîrî’nin makâmeleri hadese: anlattı, haka: hikaye etti, revâ: rivayette bulundu, ahbere: haber verdi, kâle: dedi, fiillerinden biri ile başlar ve
ravisi Haris b. Hemmâm’a isnat ettiği hikayeleri giriş, gelişme ve sonuç
diyebileceğimiz üç bölümden meydana gelir. Giriş bölümünde genellikle el-Haris’in duygu ve gözlemlerini, gelişme bölümünde Ebu Zeyd ile
buluşması ve beraberlikleri, sonuç bölümünde ise Ebu Zeyd’in kendisini
fark etmesi yer alır (Fâhûrî 1986: 740; Güllüce 2000: 192). Makâmelerin
yazılışının amacı toplumu eğitmek, doğruya rehberliktir. Üslubu sağlam-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 495
dır, garip lafızlar bol miktarda kullanılmıştır. Atasözü ve deyimlere yer
verilmiştir (Sâlih 2006: 167).
Makâme Türünün Özellikleri
Makâmeler, giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur. Olaylar,
bir seyahat ekseninde anlatılır. Olayın geçtiği yer bellidir. Anlatıcı birinci
tekil şahıs yerine üçüncü tekil şahıs zamirini kullanır. Tahkiye üslubu
ağır basar. Müseccâ ifadeler oldukça çoktur. Garip ve nadir kelimeler
ağırlıklıdır. Edebi sanatların her çeşidi kullanılmıştır. İfade oldukça kısa
ve özlüdür. Eğitmek ve öğüt vermek esastır. Didaktik bir tarzda yazıldığından temel amaçlarından biri de bilgi vermek ve bilgilendirmektir.
Eğlendirmek, öğüt vermek amaç olmasına rağmen yazarlar, eserlerini
yetenek göstermek ve sanat yapmak amacıyla yazmışlardır. Makameler,
üç sac ayağı üzerinde kurulmuştur: Olay, kahraman ve sanat. Kahramanlar derin bir bilgi birikimine sahiptir (Mirtâd 1980: 186, 190-191,199;
Sâlih 2006: 167; Fâhûrî 1986: 622).
496 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Kaynakça
Anandrâc, Ferheng-i Câmi’-i Farsî (1363 hş.), Kitâbforûşî Hayyâm, Tahran.
Anad Gazvan, İsmail vd. (1394), El-Edebu’l-Arabi, Bağdad.
Aytaç, Bedrettin (1981), “Abbasi Devrinde Nesir ve Al-Harîrî” AÜ Dil ve
Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XXV, sa. 1, Ankara.
Ayyıldız, Erol (2003), “Makâme”, DİA, İstanbul.
Beyyûmî, Sibâ’i (1376), Târîhü’l-Edebi’l-Arabî, Kahire.
Brockelman, Carl (1988), “Makâme”, İA, MEB, İstanbul.
Câhiz Ebû Osmân Amr b. Bahr 1395, el-Beyân ve’t- Tebyîn (nşr. M. Abdusselâm Hârûn), Mısır.
Çetin, Nihad (1978), “Arabistan”, Küçük Türk İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Dayf, Şevkî (1966), el-Asru’l-Abbasiyye’l-Evvel, Daru’l-Ma’ârif, Kahire.
Dayf, Şevkî (1960), el- Fen ve Mezâhibuh fi’n- Nesri’l-Arabî, Dâru’l-Ma’ârif
Kahire.
Dayf, Şevkî (1987), et-Tatavvur ve’t-Tecdîd fî’ş-Şi’ri’l-Emevî, Dâru’l-Ma’ârif,
Kahire.
Dayf, Şevkî (1426), Târîhu’l-Edebi’l-Arabî ‘el-Asru’l-İslâmî, Zevî’l-Kurbâ,
Kahire.
Dayf, Şevkî (1426), Târîhu’l-Edebi’l-Arabî (el-Asru’l-Câhilî), Kahire.
Dayf, Şevkî (1980), Makâme, Dâru’l-Ma’ârif, Kahire.
Demirayak, Kenan (2009), Arap Edebiyatı Tarihi I “Cahiliye Dönemi”, Erzurum.
Demirayak, K., (2009a), Arap Edebiyatı Tarihi II “Sadrul İslam Dönemi”,
Erzurum.
Demirayak, K., (1998), Arap Edebiyatı Tarihi, Şafak Yayınları, Erzurum.
Demirayak, K., (2012), Arap Edebiyatı Tarihi III “Emeviler Dönemi”, Erzurum.
Durmuş, İsmail (2004), “Mesel”, DİA, Ankara.
Ebû Hilâl el-Askerî, Hasn b. Abdillah (1384), Cemhertu’l-Emsâl (nşr. Ebû’lFadl İbrâhîm-Abdulmecîd Katâmiş), Kahire.
Ebû Ziyâb, Halîl (1426), el-Edebu’l- Emevî, Dâr İmâr, Ummân.
Elmalı, Hüseyin (1998), “Hitabet (Arap Edebiyatı)”, DİA, İstanbul.
Emin, Ahmed (1933), Duhâ’l-İslâm, Beyrut.
Fâhûrî, Hannâ (1986), el-Câmi’ fî’l-Târîhi’l-Edebi’l-Arabî “Edebu’l-Kadîm”,
Dâru’l-Cîl, Beyrut.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 497
Ferrûh (1968), Ömer, Târîhu’l-Edebi’l- Arabî, Dâru’l-İlm, Beyrut.
Furat, Ahmed (1996), Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul
Goldzıher, Ignace (2012), Klasik Arap Literatürü (nşr. Rahni Er- Azmi Yüksel), Vadi Yayınları, Ankara.
Güllüce, Sıtkı (2000), “Arap Edebiyatında Makame”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sy: 2, Yıl: 2000, İstanbul.
Hafâcî, M. Abdu’n-Na’im (1410), el-Hayâtu’l-Edebiyye Ba’de Zuhûru’l-İslâm, Dârul-Cîl, Beyrut.
Hafâcî, M. Abdu’n-Na’im (1412), el-Edebü’l-Arabiyye fî’l-Asrî’l Abbasiyyi’l-Evvel, Darü’l-Cîl, Beyrut.
Hatîbî, Hüseyin (1386 hş.), Nesr-i Fen der-Edeb-i Fârsî, İntişârât-ı Zevvâr,
Tahran.
Hüseyin, Abdurrezzâk (1986), Şi’ru’l-Hevâric, Ummân.
Hüseyin, Taha (1982), Min Hadîsi’ş-Şi’r ve’n-Nesr, Kahire.
İbn Hişâm (1985), Sîret-i İbn-i Hişâm (ter. Hasan Ege), Kahraman Yayınları,
İstanbul
İbn Abdirabbihî, Ebû Ömer (1384), el-İkdu’l-Ferîd (nşr. Ahmed Emîn ve diğerleri), Kahire
İbn Manzûr, Cemâlu’d-Dîn tsz, Lisânu’l-Arab (nşr. Abdullah Alî el-Kebîr ve
diğerleri), Dâru’l- Ma’ârif, Kahire.
İbn Reşîk Ebû Alî Hasan el-Kayrevânî, 1401, el- Umde fî Mehâsini’ş-Şi’ri ve
Âdâbihi ve Nakdihi (nşr. M. Muhyiddîn Abdulhamîd), Beyrut.
İpek, Muhammed Selim (2014), Klasik Dönem Arap Edebiyatında Nesir, Gece
Kitaplığı, Ankara.
Kâlî Ebû Ali İsmâîl tsz, Emâlî, Beyrut.
Kalkeşândî (1922), Subhu’l-A’şâ, Daru’l-Kutubi’l-Mısriyye, Kahire.
Katâmiş, Abdu’l-Mecîd (1408), Emsâlu’l-Arabiyye, Dımaşk
Kehhâle, Ömer Rızâ (1392), Edebu’l-Arabî fî’l-Cahiliyye ve’l- İslamiyye, Dımaşk.
Mahfûz, Ali (1983), Fennu’l-Hitabe, Kahire.
Mirtad, Abdulmelik (1980), Fennu’l-Makamat Fi’l-Edebi’l-Arabi
Mubârek, Zekî (1427), Nesru’l-Fennî Fî’l-Karni’r-Rabi’ el-Hicrî, Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut.
Osmân Alî, Muhammed (1403), Fî Edebi’l-İslâm, Beyrut.
498 Yrd. Doç. Dr. Sadık Armutlu
Sâlih, Mahmûd Abdurrahîm (2006), Funûnu’n-Nesr Fî Edebi’l-Abbasî, Dâr
Cerîr, Ürdün.
Safvet, Ahmed Zeki (1352), Cemhertu Hutabi’l- Arab, Beyrut.
Suyûtî Celâlu’d-Dîn Abdrrâhmân tsz, el-Muzhir (nşr. M. A. Câdel Mevlâ vd.),
Kahire.
Şâyib, Ahmed (1963), Târîhu’ş-Şi’ri’s-Siyâsî, Kahire.
Şerîf er-Radî, Ebû’l-Hasan Muhammed (1403), Nehcu’l-Belâğa (nşr. Abdulazîz Seyyidulehl), Beyrut.
Taberî Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (1967), Târîhu’r-Rusul ve’l-Melik (neş.
M. Ebû’l Fadl İbrâhîm), Kahire.
Talîmât Gâzî vd. (2007), Nesru fî Asri’n-Nubuvve ve’l-Hulefâi’r-Râşide, Dımaşk,
Yâgî, Abdurrahman (1969), Re’yun Fî’l-Makâmat, Menşûrâtu’l-Mektebi’t-Ticârî, Beyrut.
Zeydân, Corci, tsz., Târîhu Âdâbi’l- Lugati’l-Arabiyye (nşr. Şevkî Dayf), Kahire.
Zeyyât, Ahmed Hasan (2000), Târîhu’l- Edebi’l-Arabî, Dâru’l- Ma’ârif, Beyrut.
Zeyyât, Ahmed Hasan ts., Târîhu’l- Edebi’l-Arabî, Dâru’l-Nahdetî, Kahire.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 499
Fars Edebiyatında Nesir
Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Fars Dili Tarihi
İran dilleri, “Âryâ/Aryenne (Hint-İran/İndo-İranienne)” dillerinin
kollarından, Hint-Avrupa büyük dil ailesinin en eski dilleri arasında yer
alır. Âryâlar, MÖ. II. bin yılında iki büyük kola ayrılarak bir grup, günümüzde Afganistan olarak bilinen bölgeden geçip Hindistan’ın kuzeybatısına (Pencap ve çevresindeki bölgeler) giderek daha sonraları da zamanla
diğer bölgelere dağıldı. Bir diğer grup da, aşamalı olarak İran platosuna
gidip değişik bölgelerde yerleşmeğe başladı. O zamandan itibaren “Âryâ
Dili”, “Hint” ve “İran” dilleri olmak üzere iki ana kola ayrıldı
Elde bulunan belgelere göre, alfabe ve içerik bakımından İran dilleri,
üç ana gruba ve üç devreye ayrılır:
I. Fârsî-yi Bâstân: Eski Farsça: Başlangıçtan, Ahâmeniş İmparatorluğu’nun yıkılışına (MÖ. 330) kadar geçen süre “Eski Farsça” ve “Avestâ Dili”
II. Fârsî-yi Miyâne: Orta Farsça: İslamiyet’in kabulüne kadar olan
dönem. “Pehlevî-i Parsî” veya “Pehlevi-i Sâsânî” adı da verilir. Ahameniş ve Sâsânî dönemini kapsayan devir.
III.
Fârsî-yi Nev/Derî: Yeni Farsça dönemi, Sâsânî döneminin bitişi ve İslamiyet’in başlangıcından günümüze kadar olan dönem. Türk
devletlerinin İran coğrafyasında kullandığı Fars dili. 1
1
Peviz Natık Hanleri, Tarih-i Zeban-ı Farsi, Neşr-i Nev, Tahran, 1365 /1987, C. I, s. 158
500 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
Eski Farsça: Eski İran dilleri arasından, yazılı eserler olarak sadece
“Eski Farsça” ve “Avestâ Dili”nden metinler günümüze kadar gelebilmiştir. Bu dönemlere ait diğer dillerden önemsenecek miktarda yazılı
metin kalmamıştır2
Eski İran dillerinden “Avestâ Dili”, Zerdüşt’ün ünlü kutsal kitabı
Avestâ’nın yazılmış olduğu dildir. Zerdüşt bağlılarının inanışlarına göre;
Ahâmenişler zamanında Avestâ, altın suyuyla 12.000 sığır derisi üzerine
yazılmış, ancak İskender’in İran’a saldırısı ve ardından Ahâmeniş devletinin yıkılışıyla birlikte bu kutsal metin ortadan kaybolmuştur.
İran’ın doğu bölgelerinde belli yerleşim birimlerinde konuşulan bir
dil olan Avestâ Dili’nin kesin olarak hangi bölgenin dili olduğu konusunda bilgimiz yoktur. Aynı zamanda bu dilin ne zaman kullanımdan kalktığı konusunda da kesin bilgi bulunmamaktadır. Bu dilde yazılmış ve
günümüze kadar ulaşabilmiş olan tek eser, Zerdüşt dininin kutsal kitabı
Avestâ’dır.
Eski Farsçanın yazıldığı alfabe, “çivi yazısı” adı verilen bir alfabedir.
Bu yazıya çivi yazısı adı verilmesinin gerekçesi de, harflerinin çiviye
benzemesindendir. Elamlılar ve Babilliler arasında yaygın olarak kullanılan çivi yazısı, sağdan sola doğru yazılmaktadır.
Eski İran’da iki türlü nesir bulunmaktadır:
1. Tarihî yazılar
2. İdarî yazılar
Kitabeler sade ve açık bir dille yazılmasına rağmen, dinî ve bilimsel
yazılarda özel bir üslup kullanılmıştır. Bu üslup genel şekliyle dinî kitaplarda ahd-i Atik /Tevrat’ta ve Kuran’da gördüğümüz üsluptur. Cümlelerin sonu bir birine benzer. Bir kelimenin, bir tamlamanın veya bir
cümlenin tekrarı ondan uyum ve ahenk meydana getirir. Bu eserlerde
destanlara ve kimi terimlere işaret edilmektedir.3
Farsî-i Miyâne: Veya Pehlevîce yazılan en eski eser Sâsânî dönemine aittir. Hamza bin Hasan İsfahanî gibi İslamiyet sonrası tarihçiler,
Pehlevî, Farsî ve Derî dillerinden bahsederken üç ayrı dil olarak nite2
3
a.g.y., s.12.
Muhammed İstilami, Berresi-i Edebiyat-ı Emruz-ı İran (Çağdaş İran Edebiyatı
Hakkında Bir İnceleme), Çev: Mehmet Kanar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1981, s. 5.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 501
lendirmişlerdir.4 Hicri ilk üç- dört yüzyılda mantık, tıp, tarih, astronomi,
matematik, milli hikayeler, öykü, anlatı vb. konulardaki Pehlevîce birçok
kitap Arapçaya tercüme edildi. Pehlevî dili veya Derî Farsçası, İslamiyet’in kabulüyle birlikte birden bire yok olmadığı kanaatindeyiz. Fakat
İslamiyet’in İran’a girdiği yüzyıla ait hiçbir eser bulunmamaktadır. Bu
tarihten sonra “İslamî İran edebiyatı” Horasan’da doğmuştur ve Horasan’da ortaya çıkan Fars dili resmî saray dili olarak kabul edilmiştir.
Fârsî-yi Nev/Derî: Fars edebiyatında nesir, genel olarak sade nesir ve
sanatlı nesir olmak üzere iki bölümde ele alınır. Sade nesir, konuşma
nesri, hitabet nesri, mürsel nesir gibi kollara ayrılır. Konuşma nesrinde
verilecek mesajın muhataba doğrudan doğruya iletilmesi amaçlanır;
seci ve müzikal ahenkten yararlanılmadığı gibi yabancı ve karmaşık
kelimelere de yer verilmez; ayrıca dil bilgisi kurallarına da özen gösterilmez. Hitabet nesrinde muhatabın kavrayış gücü göz önünde bulundurularak ele alınan konu en fasih ve ahenkli şekilde dile getirilir. Fars
edebiyatında en çok kullanılan nesir türü olan mürsel nesirde, bu tür
kavramlar ve manalar kelime oyunlarından, çapraşık ifadelerden uzak
bir dil ve mantıklı bir ahenk içinde ele alınır. Dil bilgisi kurallarına tam
anlamıyla uyulur, okuyucu dilden çok metnin içeriğine yönlendirilir.
Lafız mâna ile tam bir uyum halindedir. Îcâz veya itnâb denilen söz sanatlarına ihtiyaç duyulmaz. Mürsel nesir, sanatlı nesirle konuşma nesri
arasında bir yerde olup içeriğe göre sanatlı nesre veya konuşma nesrine yönelir. Sanatlı nesre yöneldiğinde yüksek mürsel nesir, konuşma
nesrine yöneldiğinde sade mürsel nesir adını alır. Sanatlı nesirde söze
ve ifadenin süslenmesine önem verilir; itnâb ve seciden yararlanılarak
ifade mümkün olduğu kadar uzun tutulur; eş anlamlı kelimeler sıkça
kullanılır. Bu da cümlenin anlaşılmasını güçleştirir.5
İslamiyet Sonrası Fars Dili
İran, İslam’ın bu topraklara girişinden, İran Meşrutiyet Devrimi’ne
kadar olan yaklaşık 1400 yıl boyunca Türk devletleri tarafından yöne4
5
Peviz Natık Hanleri, Tarih-i Zeban-ı Farsi, Neşr-i Nev, Tahran, 1365 /1987, C.1, s.
273.
Mehmet Kanar, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul,
2007, C. 33, s. 8-9.
502 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
tilmiştir. Sâsânî hükümdarlarından sonra İslam’ın başlangıcında Emeviler (651-745), Abbasiler (749-809), Tahiriler (785-836), Sâmâniler
(866-968), Gazneliler (967-1134), Selçuklular (1055-1194), Harezmşahlar (1094-1231), Moğollar (1259-1335), Timurlular (1384-1500),
Safevîler (1501-1735), Afşarlar (1736-1796), Zendler (1751-1794),
Kaçarlar (1794-1925) dönemleri olarak bilinmektedir. Adlarını zikrettiğimiz tüm devletlerde siyasî yapının başında emirler ve sultanlar
vardı ve onların yanında vezirler bulunmaktaydı. İslamiyet’in kabulünden Sâmânlı devletinin kuruluşuna kadar olan yaklaşık üç yüz
yıl boyunca “Yeni Farsça” Arapçayla uzun bir mücadeleye girmiştir.
Resmî dil, Sâmânîler, Gazneliler ve Selçuklular dönemindeki neticesiz kalan birkaç teşebbüse rağmen Arapça olarak devam etmiştir.6
İran kaynakları Samanî devletini, Sâsânîlerin devamı niteliğinde olduğunu gösterirken yeni araştırmalar bu iddianın tersini ispat etmektedir. Sâmânîlerin menşeine bakılırsa, Horasan ve Maveraünnehir’de
hüküm süren Sâmânî devletinin Türk asıllı olduğu şecere araştırmalarından ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Sâmânîlerin menşei konusunda ünlü
İlhanlı veziri Reşideddin Fazlullah’ın eserinde, ailenin soyu ile ilgili
olarak “Oğuzlar hükümdarları Dokuz Yavku’nun ölümünden sonra
asilzade Samân Yavku’yu Maveraünnehir’de hükümdarlığı yükseltmişlerdi. Araplar ise ona Samân-hûdat adını vermişlerdir.” der.7
Sâmânilerden sonra İran coğrafyasında kullanılan dile Farsî-i Derî,
bu edebiyata da edebiyatı-i Derî adı verilmiştir. Zira sarayda, devlet
kademesinde ve padişahlık merkezinde kullanılan dile Derî denilmesi eskiden beri yaygındı. Türk soylu bir devlet, sarayda farklı bir dil
ve edebiyat kullanırsa halkın kullandığı dil ve sarayda kullanılan dil
arasındaki farkı bu şekilde belirlemesi çok doğaldır.
Fars dilinin gelişim sürecine bakıldığı zaman, Fars şiirine Farsça şiir
denilmesinin daha uygun olduğu görülmektedir.8 Biz de burada Fars
nesri yerine Farsça nesir tabirini kullanmayı daha doğru bulmakta6
7
8
bkz. Ahmet Kartal, Türk Fars Edebî İlişkileri Hakikate Düşen Gölge,
Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 17-22.
Aydın Usta, Türklerin İslamlaşma Serüveni Sâmânîler, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2013, s. 55-72.
Ahmet Kartal, Türk Fars Edebî İlişkileri Hakikate Düşen Gölge, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 104.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 503
yız. Çünkü bu dönemlerde oluşan edebî zevke, Türk edebî zevkinin
sirayet ettiği görülecek ve bu edebî zevkin oluşmasında da Farsça şiir
söyleyen Türk asıllı şairlerin büyük bir rolünün olduğu anlaşılacaktır. Hatta bu şiirin özünde Türk millî hissi ile Türk sanat anlayışının
bulunduğu; Türk renginin ve kokusunun yer aldığı; Türk örf, âdet,
gelenek ve inançlarının önemli bir yere sahip olduğu müşahede edilecektir. Nitekim Şibli-i Nu’manî’nin, Şi’rü’l-acem isimli eserinde yer
alan, şiir ve şairliğin temelinin Sâmânîler devrinde atıldığı, Gazneliler döneminde ise gelişerek tekâmül noktasına ulaştığı; bu hanedanların/devletlerin başkentlerinin Buhârâ ve Hazneyn/Gazne olduğu;
buralarda yaşayan halkın yerli, dillerinin Türkçe veya Afganca, neşv
ü nemâ bulan şairlerin ekseriyetinin ise bu yöreler ile civarlarından
olduğu, Selçukluların Nişabur’u başkent yapmasıyla şiirin ve edebiyatın bu muhitten yayılmaya başladığı; özellikle Buhara, Semerkand
ve diğer yörelerde Türklerin yerleşik olarak yaşadıkları ve burada yaşayan şairlerin ise genellikle Türk asıllı oldukları, bu şehirler ile yörelerin şairlerinin şiirleriyle, Şiraz ve İsfahanlı şairlerin şiirleri arasında,
ırkî özelliklerinde olduğu gibi, çeşitli farklıkların “olduğu” şeklindeki
ifadeler bu hususa ışık tutacak mahiyettedir.9
Ayrıca İslamiyet sonrası ortaya çıkan Fars dili, yapı, şekil ve özellikleri bakımından Hint-Avrupa dil ailesine bağlı olan bir dilin yapısıyla
farklılıklar göstermektedir. Farsça, tarihi süreç içerisinde, Türkçe ve
Arapçayla iç içe yaşamış, gelişmiş ve var olmuştur. İran kaynakları,
İslamiyet’in kabulünden sonraki süreçte, Arapçanın Farsçayı şekil,
yapı ve sözcük kullanımı açısından ve bu iki dilin bir birine etkilerinden bahsederken Fars edebiyatını var eden Türk devletlerinin ve
Türk yazarlarının varlığını göz ardı etmişlerdir. Farsçayı, cümle ögeleri ve bu ögelerin sıralanışı bakımından değerlendirirsek Farsçanın
yapı özellikleri, Türkçenin dil özelliklerine olan benzerliğini ve tarihi
süreç içerisindeki gelişimini, görmemiz zor olmayacaktır. Örneğin:
حسن امروز با مادرش به مدرسه رفت10
Farsçada پاسخ دادن، فرمودن، گفتن، پرسيدن11 fiillerinden başka hiçbir
fiil cümle başında gelmez. Fakat Pehlevî dönemi yazılarında fiil hep
9 a.g.e, s. 104-106.
10 Hasan bugün annesiyle okula gitti.
11 Cevap vermek, buyurmak, söylemek, soru sormak
504 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
cümlenin başında gelmiştir. XII. yüzyıldan başlayarak gerçekleşen bu
değişiminin başka bir nedeni olmayacaktır. Farsçanın fiil yapısındaki bu
etkileşimin Arapçadan olmayacağının bir diğer nedeni, karşılaştırmalı
dilbilim esaslarına dayanarak ‘hiçbir dil başka bir dilden fiil almaz ve
başka bir dile fiil vermez’ kuralıdır. Karşılıklı etkileşim ancak cümlenin
diğer ögelerinde olabilir. Morfolojik bakımdan eklemeli iki dil olan Fars
dili ve Türk dili, çekimli olan Arapça dilinden etkilenemez; özellikle fiil
yapısından etkilenmeleri de mümkün olmayacaktır.
Özellikle Farsça nesirde ortaya çıkan değişim, Sâmâlılar ve Gazneli
döneminden başlayarak divan ve ihvan risalelerinde ve daha sonra sufilerin münşeatında görülmüştür.12 Bu etkileşim ve yapı özelliği İlhanlı
devletinde de görülmekte; Safevî devleti döneminde ise Farsçada bulunan Türk dili özellikleri daha da netlik kazanmaktadır.
Farsça Nesir Devreleri
İslamiyet’in kabulünden sonra Farsça Nesir beş devreye ayrılmıştır:
1. Birinci devre: İslamiyet’in kabulüyle birlikte başlayan dönem. X.
yüzyılın başları ve Sâmaâlı Nuh bin Mansur’un padişahlığı dönemi. Tarihî veya bilimsel eserlerin bulunmadığı bir dönem olarak farz edilse de
dinî eserlerin yazıldığı bir dönemdir. İmam Muhammed Gazâlî’nin ihtiyaç ve istek üzerine çevirdiği “İhyaü’l-ulûm” ve kaleme aldığı “Kimiya-yı Saadet” adlı eserler bu dönemin örnekleridir.
Bu devirin nesri çok sadedir. İlk devrelerde cümleler çok kısa, dil
akıcı, kapalılık ve karışıklıktan uzaktır.
Arapça kelimeler yok denilecek kadar azdır. Salât, ezan, hac, zekat,
hums gibi Farsçada olmayan dinî özelliği olan sözcüklerin sayısı 5-10
taneyi geçmemektedir. Cümleler icaz ve muhtasar şeklindedir. Bu dönem
nesrinde anlaşılması zor olan Arapça kelimeler, Arapça atasözleri veya
Arapça şiirlere yer verilmemiştir.
“İdun” sözcüğü “çenin” ve “ider” sözcüğü “inca” yerine kullanılmıştır.
“fera-”, “feraz-”, “füru-”, “baz-”, “ber-”, “ender-”, “hemi-”, “ha-”,
“â-” öneklerinin fiillerde kullanımı yaygındır.
Arapça sözcükleri Farsça yapıya göre çoğul yapmak alışkanlığı var12 Zebihullah Safa, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Firdevs Yay., 1380 /2002, C. 1, s. 332.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 505
dır: عالمان، وزيرانgibi
Bazı Farsça fiillerin meçhul یile kullanımı görülmektedir.
-i hali olan راgünümüz anlamının dışındaki kullanımı görülmektedir:
قضا راtesadüfen anlamında
Sade nesir, bu devirde, ilmî eserlerin yazılışında kendi özelliğini korumuştur. Bunun sebebi, konusu zor olan ilmî nesirlerin, fennî nesirle bir
kat daha zorlaştırılmamasıdır. Bu devri, Fars edebiyatında destan devri
olarak adlandırabiliriz.
X. yüzyılda en eski Farsça metin olan ve 346 hk/ 957 İslam öncesi
İran tarihiyle ilgili bilgi içeren “Şahname önsözü”dür. Bu eserin yazarı
bilinmemektedir. Daha sonra bu önsöz “Mukaddime-i Şahnâme-i Ebumansurî” adıyla Firdevsi’nin Şahnamesi’ne eklenmiştir.13 Bu devirde
yazılan mensur şahnamelerden, “Şahneme-i Ebü’l-müeyyid Belhî”dir.
352 hk/ 963’te yazılan Tarih-i Bel’amî’de Şahneme-i Ebü’l-müeyyid
Belhî’den bahsedilmiştir.14
X. yüzyılda Farsça nesir örneklerinden şöyle bahsedebiliriz:
a. Acâyibu’ul-berr Ve’l-bahr vaya Acayibu’l-buldan: Ebu’l-büeyyed-i Belhî’ye ait olup özellikle İran’ın çeşitli bölgeleri konusunda çok
değerli bilgiler içermiştir.
b. Hudûdu’l-âlem Mine’l-maşrik İle’l-mağrib: yazarı bilinmemektedir. Ancak mukaddimesinde zikredildiği üzere 983 yılında telif edilmiştir.
c. El-ebniye an Hakayikü’l-edviye: Ebu Mansur Muvaffak-ı Herevî’ye ait olup eczacılıkla ilgilidir. Bu eserin şairi Esedî-yi Tusî hattıyla
telif edilmiş bir nüshası elde mevcuttur.
ç. Tercüme-i Tarih-i Taberî veya Tarih-i Bel’amî: Aslı Arapça olup
Muhammed Cerir-i Taberî’ye ait Tarihü’r-rusul ve’l-mülûk adlı eserin
tercümesidir.
d. Tercüme-i Tefsir-i Taberî: Muhammed Bin Cerir-i Taberi’nin Tefsir-i Kebir diye tanınan Cami’ül-beyan’ın tercümesi olup Ebu Salih
Mansur Bin Nuh’un emriyle Horasan ve Maveraünnehir fakihleri tarafından tercüme edilmiştir.
13 Tarih-i Nazm ve Nesr Der Eebiyat-ı Farsî, Said-i Nefisi, Fürugî Yayınevi, Tahran,
1344 /1966, C. 1, s. 28
14 Zebihullah Safa, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Firdevs Yayınevi, 1380/2002, Tahran, C.
1, s. 139.
506 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
e. Keşfü’l-mahcub: 951 yılında Ebu Yakub Segzî tarafından İsmailiye
inancıyla ilgili yazılan eserdir.
f. Tefsir-i Kebir: Muhammed bin Cerir binYezid Taberî tarafından
Sâmânlı padişahı döneminde yazılan eserdir.
h. Danişname-i Alayî, Risale-yi der Şinahten-i Nabız, Risale-i der
Mahiyet-i Nefs, Zafer-name: Bu dört eser Âl-i Buveyh padişahı Alaü’d-din Kakuye (1008-1042) isteğiyle yazılan ve İbn-i Sina’ya istinat
edilen önemli eserlerdendir. 15
2. İkinci devre: XI.-XII. yüzyılda başlayan ve XIII. -XIV. yüzyıla
kadar devem eden dönem olarak adlandırdığımız ikinci devre Kelile ve
Dimne ile başlar. Bu dönemde iki kol paralel olarak Farsça nesirde görülür. Birincisi sade veya mürsel nesir adını verdiğimiz ve en belirgin örneği Sadî’nin “Gülistan” adlı eseridir. Diğeri ise fennî veya sanatlı nesir
olarak bilinen nesir dönemidir. Gülistan’dan sonra Fars nesrinde secili ve
tekellüflü eserleri görmekteyiz. “Makamat-ı Hamidi” ve “Tarih-i Vassaf”
bunun açık örnekleridir. “makâmât-ı Hamidî’nin adından da belli olduğu
gibi “makame”16 türü Arap edebiyatının etkisiyle Farsça nesire geçmiş
ve bu dönemde yaygınlaşmıştır.
Sadî, “Gülistan” adlı eseriyle bir diğer tür temsilcisi olmuştur. Sadî
bu eserinde Arapça kelimeleri ve Kur’an âyetlerini kullanmıştır. Gülistan
bu yönüyle daha sonraki şairlere önderlik etmiştir. Bu eserlerin en önemlileri, Molla Cami’nin “Baharistan” ve Kaçar hükümdarı Nasır’üd-din
Şah zamanında yaşayan (XIX. yüzyıl) ünlü şair Kaâni’nin “Perişan” adlı
eseridir. 17
“XII. yüzyılda Farsçadaki Arapça kelimelerin sayısı büyük artış
göstermiştir. İslâmiyet’i daha iyi tanıyabilmek; Kuran’ı ve hadisleri anlayabilmek için Arapça öğrenimine ihtiyaç duyulması; İslâmî ilimlerin
15 Muhammed İstilami, Berresi-i Edebiyat-ı Emruz-ı İran (Çağdaş İran Edebiyatı Hakkında Bir İnceleme), Çev: Mehmet Kanar, s. 9 ; Sebkşinasi, Muhammed
Taki Bahar, Sebk Şinasi ya Tarih-i Tetavvür-i Nesr-i Farsî, İntişârât-ı Zavvar,
1386/2008, C. I, s. 28-30.
16 Makame, belağat yönleri ağır basan eğitici ve öğretici küçük hikaye türüdür.
17 Saadettin Kocatürk, “Fars Dili ve Edebiyatında Nesir Türleri ve Üslup Özellikleri”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi Cumhuriyet’in 60. Yılı Armağanı,
Ankara, 1987, s.263-291.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 507
okutulması; Arap dilinde oluşan terimler, Yunanca, Pehlevîce, Süryânîce
ve Hintçeden yapılan çeviriler sonucu Arap edebiyatının zenginleşmesi
zorunlu olarak İran dili ve edebiyatını etkilemiştir.”18
Bu devirde, mensur eserlerde, sayı ve çeşitlik açısından hiçbir dönemle
kıyaslanamayacak ölçüde bir artış vardır. Ayrıca Selçuklu devleti ve yazarları tarafından Arapça mektup, berat veya ferman yazılmamaktadır.
XI. yüzyılın ünlü yazarlarından biri diğeri, Sultan Mahmut ve evlatlarının meşhur katiplerinden Ebu’l-fazl Beyhakî (995-1078) dir. Tarih-i
Beyhakî, Selçukluların ortaya çıkışını, Horasan ve Irak üzerine hakimiyet kurmalarını içermektedir. “Bu eserin üslubu ve yazılış tarzı, Farsça
nesir üsluplarının en iyilerinden biridir.”19 Tarih-i Beyhakî nesri, itnab,
tasvirlerin bolluğu, cümlelere şahit getirmek, Arapça yeni sözcüklerin
Farsçaya geçmesi, Farsçanın gramer özelliklerine karşıt olarak fiilin başta gelmesi gibi yenilikler ve farklılıklarla bilinir.
XI. yüzyılın sonlarının büyük yazarlarından biri de Selçuklu Alparslan ve Melikşah’ın veziri, Hace Nizamü’l-mülk’ün kaleme aldığı
Siyer’ül-mülûk veya Siyaset-name’dir. Bu eserin önemi sade ve akıcı
oluşudur.20
Bu eserde, kinaye, istiare ve emsâl gibi belagat sanatları bir sonraki
dönem kadar olmasa da görülmektedir. طبل زير گليم زدن
Yeni Arapça sözcüklerin Farsçaya girmesine. اعتقاد بطالتgibi
Olumsuz şimdiki zaman kullanımının olumsuz emir yerine kullanımı
görülmüştür. örneğin مروyerine نرویkullanımıştır.
Bu dönemin önemli eserlerinden bir diğeri, Ali bin Osman Cüllabî-i
Gazneli Hücvirî’nin yazdığı “Keşfü’l-Mahcup” tur. Bu eser tasavvuf
esaslarını açıklayan en eski kaynaklardan biri olarak bilinmektedir. Bu
eser de sade bir Farsça ile yazılmış fakat bu devrin diğer örneklerine göre
Arapça sözcükler daha çok kullanılmaktadır.21
Farsça nesir yazarları, her ne kadar ağdalı yazılara karşı olsalar da XI.
yüzyılın sonları ve XII. yüzyılın başlarından itibaren sanatlı üslubu eserle18 Mehmet Kanar, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007, C.
33, s. 8-9.
19 Zebihullah-i Safa, İran Edebiyat Tarihine Genel Bir Bakış, Çev: Hasan Almaz,
Nüsha Yayınları, Ankara, 2003, s. 22
20 Zebihullah-i Safa, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Koknus Yayınevi, 1.C, s. 330.
21 a.g.e, s. 339.
508 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
rinde kullanmışlardır. Eserlerinde seci kullanan ilk yazar, Hace Abdullah
Ensârî’dir (ö.1088). Hace Abdullah Ensarî, Kenz’üs-salikîn, Heft Hisar
ve Münacat-name adlı eserlerinde hep basit secileri kullanmayı tercih etmiş; fakat bu üslûp onun eserini sade yazıdan ağdalı yazıya kaydırmıştır.
Cengiz Han Saldırıları ve İlhanlılar Dönemi
1219 Cengiz Han Moğol’un ve 1253-1258 yılları arasındaki Hulagu’nun saldırıları sonrasında İran’daki son güç merkezleri ortadan kalkıp
yerine İlhanlı devleti kurulmuştur. Bu süreç içerisinde Fars edebiyatı bir
duraklama dönemi yaşamış; Fars edebiyatı saraydan ve hükumet merkezinden çıkmış; dilde ve edebiyatta değişiklikler yaşanmıştır.
XIII-XIV. yüzyıllarda her iki nesir türüyle eser yazılmıştır. Dinî,
siyasî, edebî ve ilmî bir merkez olan Bağdat, Cengiz ve Timur istilalarının devam ettiği bu yüzyıllarda önemini yavaş yavaş yitirmeye; Arapça
yavaş yavaş terkedilerek Farsça, edebiyat ve bilim dili olarak birinci sıraya almaya başlamıştır. 22
Bu dönem nesir üslubu, Selçuklu dönemi sonu ve Harezmşahlar dönemi nesrinin üslubu ektisi altındadır. Bunun temel sebebi, bu dönem
yazarlığının büyük öncüleri, ya XIII. yüzyılın başlarında Moğol saldırılarından sonra kalem ehli arasında yer almış ve o dönemin üslubuyla
tanınmış olan kimselerdi ya da o dönem yazarlarının eli altında büyümüş
ve daha sonra da diğer yazarların örnek aldıkları olan kimselerdir.
Bu dönem resmi yazışmalar ve mektuplarda sade ve gösterişsiz bir
nesir üslubu kullanılmıştır. “Cihangüşay”da özellikle lakap ve unvanlar konusunda “han veya kaan yazılması yeterlidir, fazlası yazılmasın
ve oğulları ve kardeşleri de bu isimle hitap etsinler” kaydı düşmüştür. 23
Cengiz Han döneminin bir diğer özelliği tarih eserlerinin yazılmasıdır. Tabakât-ı Nasırî, Reşidî’nin Camiut-tavarih, Tecaribu’s-selef ve Tarih-i Güzide gibi güzel örneklerdir.
İlhanlı hükümdarlarından Reşidi’d-din, bir medrese, dar’üş-şifa ve
kütüphaneden oluşan ve Reb’-i Reşidi adlı verilen bir eğitim ve kültür
22 Mehmet Kanar, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007, C.
33, s. 8-9.
23 Sebkşinasi, Muhammed Taki Bahar, Sebk-şinasi ya Tarih-i Tetavvür-i Nesr-i Farsî,
İntişarât-ı Emir Kebir, 1355/1977, C. 3, s. 167.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 509
merkezi açarak birçok önemli tarih ve edebiyat eserleri telif ettirmiş veya
çevirtmiştir.
Timurlular döneminde, Farsça nesirde üç ana ekol görülür:
a. Kadim ekol (Eski ekol): Fasih, sade, akıcı yazılan eserler ve bu
devrin özelliklerine uymayan eserlerdir. Mecmelü’l-hikmet ve Ahavanü’s-safa gibi eserler buna örnektir.
b. Beynabeyn ekol (Ara ekol): sade ve akıcılık yönüyle eski döneme
ve konunun anlaşılırlığı açısından önem kazanmaktadır. Bu ekol eserlerinden “Danişname-i Cihan”ı örnek verebiliriz.
c. Yeni ekol: Bilimsel ve çevirilerde kullanılan yazı üslubu.
Farsça nesir, Timur’un 1380-1381’de Horasan ve Sîstan’da ayaklanması ile başlayıp Şah İsmâil’e kadar gelen dönemde aynı özelliklerini sürdürmüştür. Hükümdarların Türk olması, idarî ve askerî teşkilâtta Türklerin bulunması sebebiyle Farsçaya Türkçe kelimelerin girdiği, hatta Türkçe
eserlerin kaleme alındığı bu dönemde yazılan eserlerin dilinin genellikle
sade ve akıcı olduğu görülmektedir. 24
Sâmânlılar döneminden itibaren Farsça nesire bir etkileşim unsuru
olarak dahil olan ve İranlı araştırmacıları tarafından birçok kaynakta
“na-menus /alışık olmayan sözcükler” olarak nitelendirilen sözcüklerin
Türkçe olduğunu, Türk devletleri ve yazarları tarafından Farsçaya dahil
olduğu; bu dönemde bu tür sözcüklerin arttığı kaçınılmazdır. Bu sözcükler, Timurlular döneminde Alişir Nevayi’nin etkisiyle Çağatayca’dan
Farsçaya geçmiştir. Örneğin: Yayla, kışla, nöker, kömek, cilo, kenkaş,
koşun, yürüş, kayçı, kamçı, kadagan, aga, hanım, begim, darga, çapavıl,
azık, burak, bölük, kapıcı, yurt, toğuz, kecim, ilcar, şılan, kıyma, kavurma, kuuluk, dustah, daş ve dadaş, başlık, ninni
3.Üçüncü devre: tasavvufi nesir devri
Şiirde özellikle XII. yüzyılda sıklıkla görünen konulardan biri tasavvuftur. Tasavvuf inancı XII. yüzyıldan başlayarak XIII ve XIV. yüzyılın
ilk yarısında İran’da varlığını göstermiştir. Keşfü’l-mahcub’un yazarı Ali bin Osman Cellabî-i Hucvirî, Tabakâtü’l-sufiye’nin yazarı Hoca
Abdullah Ansarî, Sevanihü’l-uşşak’ın yazarı Muhammed Gazalî-i Tusî
Tezkiretü’l-evliya’nın yazarı Şeyh Attar-i Nişaburî bu dönemin önem24 Mehmet Kanar, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007, C.
33, s. 8-9.
510 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
li yazarlarından birkaçıdır. Nesir ve nazım arasındaki temel farkları bir
kenara bırakırsak, tasavvufi nazımla tasavvufi nesir arasında farklılıklar
vardır. Tasavvuf şiirinde, Şems-i Tebrizî’nin gazellerinde olduğu gibi heyecan ve coşku ön plandadır. Fakat Tasavvufi nesirde amaç, bu inancın
erkanı, kuralları veya öncüleri hakkında bilgi aktarmaktır. Hoca Abdullah
Ansari’nin “Tabakatü’l-Sufiye ve Menazilü’s-sairin” secili nesir türü olarak karşımıza çıkar.25
Timurlu dönemi ve arkasından Safevî döneminde tasavvufî konulu nesirler içerik ve biçim açısından daha da zenginleşmiştir. Camî’nin
“Nefehatü’l-üns Min Hazerâtü’l-akdes” adlı eseri, dönemin 614 tasavvuf
şeyhi hakkında bilgi içeren bir eser olarak bu dönemde karşımıza çıkar.
Fahrü’d-din Safî de Camî’den etkilenerek “Reşehât ‘Aynü’l-hayat” adlı
eserinde Nakşibendi şeyleri hakkında bilgi verir.
•
Bu devrin kayda değer tasavvufi eserlerinden:
•
Kemal-i Hücendî’nin Cevahirü’l-Esrâr adlı eseri, Mevlânâ’nın
Mesnevî şehri olup tasavvuf ehli ve terimleri hakkında bilgi içermektedir.
•
Şah Nimetullah Veli’nin risaleleri, sülük, tevekkül, tevhid ve halvet konularını içermektedir.
Nurbahşiye tarikatından olan Şeyh Şemsü’d-Din Lahicî’nin Gülşen-i
Raz Şerhi
Selçuklu devleti döneminde Farsça birçok eser ortaya çıkmıştır. Farsça yazılan eserlerde mükerrer seciler, lafzi sanatlar teşbih, istiare ve buna
benzer edebî sanatlar fazladır.
Farsça sözcükler Arap dili gramerine göre çoğul yapılmıştır. اساتيد
Sıfat ve sıfat tamlaması Arapçaya göre şekillenmiştir. ممالک محروسه
4. Dördüncü devre: XVI. yüzyıl, Safevî devletinin Türk diline gösterdiği ilgi ve verdiği önemle bilinir. Bu dönemde divan, saray ve askerî
kavramların büyük bir çoğunluğu Türkçeydi. Edebî nesirler ise lakaplar, iltifatlar, soğuk gösterişli sözler ve yersiz eşanlamlı kelimelerle doluydu. Bu üslup bazen esas konuyu unutturmaya ve metni anlaşılmaz
bir hale sokmaya yeterliydi. Bu dönemde Hindistan’da yaygın olan ve
25 Menuçehr Danişpejuh, Karn-ı Şeşüm devran-ı Evc ve Kemal-i nesri Farsî, Mecmua-i Makalat-ı Pencümin Hemayiş-i Salane-i Zeban ve Edebiyat-ı Farsî, s. 29-35.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 511
“Hint ekolü” olarak tanımladığımız nesir türü için de geçerliydi. Sanatlı,
tekellüflü, secili Fars nesri olarak bilinen bu devrede, Farsça yazarlar,
Arapça yazarlarla sanatlı yazı yazma konusunda yarışmışlardır. Arapça
sözcüklerin kullanımı sanatsal başarı gösterisi olarak her iki dilin yazarları tarafından kullanılmıştır. Bu dönemde Farsça sade nesir, Farsça süslü
nesirle birlikte devam ettiği, bu dönemin kayda değer özelliklerinden biri
olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanatlı nesir veya ağdalı üsluptan amaç,
seci, cinas veya diğer söz sanatlarının bolca kullanıldığı bir metin. Bu
üsluba sahip olan bir yazar, daha çok kelimenin görünüşüne önem verir
ve metninin en önemli unsuru söz sanatlarıdır. Fars edebiyatındaki secili
nesir Arap edebiyatından etkilenerek ortaya çıkmıştır.
Safevî dönemi sanatlı üslupla yazılan mektuplardan biri Mirza Tahir-i
Vahid-i Kazvinî olup II. Şah Abbas sarayının katibi ve tarihçisi, Şah Süleyman’ın da veziriydi.
Yazarlar, özellikle mektuplar, menşurlar ve tarihî eserlerde söz sanatlarına önem vermişlerdir. Bazı yazarlar ise sadece eserin önsözünde sanatlı üslubu tercih edip metin bölümünü sade ve sanatsız üslupla devam
etmişlerdir.26
Bu dönem nesrinde dikkate değer önemli konulardan bir diğeri, mensur hikayelerin yazılmış olmasıdır. XI. yüzyılda akıcı bir nesirle yazılmış
olan İskender hikayesi, Bahtiyar-name, Noh Manzar, Ebu Müslim-name,
Dârâb-name, Semek-i Ayyar, Hüsn ü Dil hikayeleri buna örnektir.
Tekellüflü nesir, XVI.-XVIII. yüzyılları arasında İran coğrafyasıyla
birlikte Türkistan, Hindistan ve Osmanlı nesirlerinde de revaçtaydı. Şeref’ed-din Ali Yezdî’nin Timur tarihini anlatan“Zafer-name” adlı eseri;
Mirza Tahir Vahid Tebrizi’nin kaleme aldığı İkinci Şah Abbas dönemi
tarihi olan “Dürre-i Nadire”; Mirza Mehdi Han Münşi’nin “Cihangüşa”sı
ve Mirza Sadık Nami’nin “Gitîgüşa”sı bu dönemin bilinen eserleridirler.
Bu dönemde İran ve Hindistan’da yaygın olan nesir üsluplarını şöyle
ayırabiliriz:
a. Münşiyane nesir: Timurlular dönemi ve ondan sonraki yıllarda
yaygınlaşan sade yazarlığın tersine münşilerin kullandığı fennî nesir, Safevî dönemi İran ve Hint yazarları tarafından benimsenmiştir. Kapalılık,
cümlelerdeki seciler, aferinler, övgüler ve ona benzer anlamı zorlaştıran
26 Zebihullah Safa, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Firdevs Yay., 1380, Tahran, C. 3, s. 202.
512 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
yapılar bu nesrin özelliğidir.
b. Beynabeyn (ara nesir): Fenni nesir ve sade nesir özelliklerine sahip
olan bu tür için en iyi örnek “Tarih-i Beyhakî”dir.
c. Hindi nesir: Hint üslubunu savunan ve Safevî döneminde Hindistan’da Farsça nesir yazan yazarların, manadan çok sanatsal yazı yazma kaygıları taşıyan yazarların eserleridir. Hindistan’da yazılan Farsça
nesrin eksikliklerini anlayan ilk yazar Şeyh Ebülfazl (958-1013) Deri
Farsçasını yeniden canlandırmak için Farsça sözlük hazırlamıştır. Şeyh
Ebülfazl’ın amacı Arapça sözcükleri Farsçadan arındırmaktı. Ayîn-i Ekberî bu yazar tarafından kaleme alınan en değerli eserlerden biridir. Bu
tarihten sonra Cemalü’d-din Hüseyin İncu’nun yazdığı “Ferheng-i Cehangirî”, Abdü’r-reşid Hüseynî’nin “Ferheng-i Reşidî” ve Muhammed
Hüseyin Tebrizî, Bürhan-ı Katı’ adlı sözlükleri yazarak bu alanda söz
sahibi olmuşlardır.
d. Bilimsel nesir: Bu tür nesrin en önemli özelliği cümle yapısının
tamamen Arapça olmasıdır. Örneğin Şeyh-i Bahayi’nin mezheple ilgili
yazıları
5. Beşinci devre olarak bilinen “Geri dönüş devresi”. Hem nazım hem
nesirde değişiklikler görünmektedir. Nazımda Irak ekolü tekrar gündeme
gelirken, nesir daha geç ve yavaş değişecektir. Farsça nesir, Afşarlardan
sonra zayıflıktan uzaklaşıp sade, doğal, tekellüften uzak bir üsluba doğru
gelişmekteydi. Tatlı seciler, doğal edebî sanatlar anlamı güçlendirmek
için kullanmaya başlanmıştı.
Nadir Şah Avşar’ın yazarlarından olan Mirza Mehdi Han Esterabadi’nin “Münşeat”ı bu devir nesir türünde önde gelen eserlerden sayılır.
Bu münşeatı üç grupta değerlendirmek mümkündür:
a. Cüveynî ve Vassaf’ın nesirlerinin bir taklidi olarak bilinen karmaşık ve tekellüflü nesir türü. Dürre-i Nadiri bunun açık örneğidir.
b. Yine Vassaf’ın taklidi olarak bilinen ve orta nesir türü adlandırılan
münşeat. Nadir Şah dönemi tarihini anlatan “Cihangüşa-i Nadiri” orta
nesir türünün açık örneğidir.
c. İnce ve sade nesir özelliği taşıyan münşeatta ise ağır ve tekrarlı cümlelere ihtiyaç duyulmamış ve doğal bir şekilde müraat-ı nazir ve bunun gibi
edebi sanatlar kullanılmıştır. Nadir Şah’ın oğluna yazılan “Sefine-i Şahzade Rızagulu Mirza”nın dibace kısmı, bu tür nesirin açık örnenğidir.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 513
XVIII. yüzyılda Sanayileşme ile birlikte basın ve tercüme faaliyetlerinin başlaması dilde ve edebiyatta da yeni bir dönemin başlangıcıydı.
Fars şiirinde, modernleşme ve sadeleşme sürecinin çok yavaş ilerlediğini görmekteyiz. Buna karşılık Farsça nesir edebiyatta ortaya çıkan yeni
türler sayesinde hızla sadeleşmeye doğru gitmiştir. Gazete, roman ve
modern hikayelerde sanatsal ve secili yazı, yerini sade ve tekellüfsüz
nesire bırakmıştır. Fars dili gramerinde hikaye ve roman türü için –miş’li
geçmiş zaman ve –miş’li geçmiş zaman hikayesi zamanları türetilmiştir.
Arapçadan ve Türkçeden Farsçaya giren kelimelerle birlikte Fransızcadan da yeni sözcükler Farsçaya dahil olmuştur.
Ebülfazl dekeni, Şeyh Feyzi Dekenî, şeyh Muhammed Ali Hazin,
Mirza Mehdi Münşi, Mirza sadık Nami, Abdü’r-Razak Dünbüli, Neşat,
Kayimmakam, Sipehr, Hidayet, Melkum Han, Talibof, Mirza Aga Han
Kirmani gibi yazarlar bu devrin önde gelen isimlerindendir.
514 Yrd. Doç. Dr. Farzaneh Doulatabadi
Kaynakça
Ahmet Kartal, Türk Fars Edebî İlişkileri Hakikate Düşen Gölge, Doğu Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, 2016.
Aydın Usta, Türklerin İslamlaşma Serüveni Sâmânîler, Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2013.
Kerim Keşaverz, Hezar Sal Nesr-i Parsî, İntişarat-ı Amuzeş, Tahran, 1371/1993.
Mehmet Kanar, İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 2007,
C. 33, s. 8-9.
Menuçehr Danişpejuh, Karn-ı Şeşüm devran-ı Evc ve Kemal-i Nesr-i Farsî,
Mecmua-i Makâlât-ı Pencümin Hemayiş-i Salane-i Zeban ve Edebiyat-ı
Farsî, s. 29-35.
Meryem Derber, “Redebendi ve Asib-şinasî-i Pejuheşha-yi Sebk-şinasi-i Farsî
ve Rah-i Halha ve Pişnahandha”, Fünûn-ü Edebî dergisi, Danişgah-i İsfahan, Yıl: 6, S.1, 1393/2015, s.131-142.
Muhammed İstilami, Berresi-i Edebiyat-ı Emruz-ı İran (Çağdaş İran Edebiyatı Hakkında Bir İnceleme), Çev: Mehmet Kanar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.
Muhammed Taki Bahar, Sebk Şinasi ya Tarih-i Tetavvür-i Nesr-i Farsî, İntişârât-ı Zavvar, 1386/2008.
Perviz Natel Hanleri, Tarih-i Zeban-ı Farsî, Neşr-i Nev, Tahran, 1365 /1987.
Saadettin Kocatürk, “Fars Dili ve Edebiyatında Nesir Türleri ve Üslup Özellikleri”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi Cumhuriyet’in 60. Yılı
Armağanı, Ankara, 1987, s. 263-291.
Said-i Nefisi, Tarih-i Nazm ve Nesr Der Edebiyat-ı Farsî, Fürugî Yayınevi,
Tahran, 3 Cilt, 1344/1966.
Sirus Şemisa, Sebk-şinasi-i Nesr, Mitra Yayınevi, Tahran, 3 Cilt, 1380 /2002.
Zebihullah-i Safa, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Firdevs Yayınevi, Tahran, 3 Cilt,
1380/2002.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 515
Anadolu’da Yazılan İlk Tıp Eserlerinin
Türk Nesir Dilinin Oluşumuna Etkisi
Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Erciyes Üniversitesi
Giriş
Oğuz Türkçesi ilk defa 13. yüzyılda Anadolu’da bağımsızlığını ilan
etmiş, bu yüzyıldan itibaren dinî, edebî, tıbbi vb. çok sayıda Türkçe eser
telif edilmiş veya Arapça-Farsçadan çevrilmiş ve dilimiz bu coğrafyada
güçlü bir yazı dili hâline gelmiştir. Bu gelişmede Türkçenin kendi gücü
yanında Anadolu beyliklerinin başında bulunan Türkmen beylerinin katkıları da önemlidir. Başta Menteşeoğulları, Danişmendoğulları, Aydınoğulları olmak üzere Türkmen beyleri bilmedikleri Arapça ve Farsça
yerine Türkçeye ve kendi bölge ağızlarına önem vermişler, Türkçe yazan
şair ve yazarları korumuşlar, hatta teşvik etmişlerdir. Onların teşvikleriyle Türkçe hızlı bir gelişme göstermiştir. Selçuklu dönemindeki geleneğe
uyarak kendilerine Arapça ve Farsça eserler sunan yazarlardan eserlerini
Türkçeye çevirmelerini istemişler, böylece bu dönemde Türkçe eser sayısında hızlı bir artış meydana gelmiştir. Bazı yazarların dönem Türkçesinin yüksek Türk-İslam kültürünü bütün yönleriyle yansıtacak durumda olmadığını ifade etmelerine rağmen 14-15. yüzyılda dilimiz gittikçe
zenginleşmiş ve büyük eserler verecek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönem
eserleri arasında tıp kitapları önemli bir yer tutar.
516 Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Arapça ve Farsçadan Türkçe eserlere yöneliş
Anadolu’da yazılan ilk Türkçe eser konusunda epey tartışma olmuştur. Önceleri Ahmet Fakih, sonraları Tuhfe-i Mübarizi (Tekindağ 1971:
134-139) ve en son Behcetü’l-Hadayık (Koç 2011: 201-225) ilk eser olarak gösterilmiştir.
Anadolu’da yazılan Türkçe ilk tıp kitabı Tuhfe-i Mübarizî’dir. Bir
nüshası Konya İzzet Koyunoğlu Kütüphanesi 12049 numarada kayıtlı
bulunan Tuhfe-i Mübarizî, Hekim Bereket tarafından 13. yüzyılın ilk yarısında (1230’lar ?) yazılmıştır. Yazar, önce İbn-i Sînâ’nın Kanun fi’t-Tıb
adlı kitabından seçmeler yaparak Lübabü’n-nühâb adını verdiği Arapça
bir tıp kitabı yazmıştır. Bir gün Amasya Emiri Hüdavendigâr Melikü’l-ümera Mübarizü’d-Devletü ve’d-Dîn’in (Mübarizü’d-din Halifet Gazi)
huzurunda sohbetteyken emir kendisinin tıp ilminden bir kitaba ihtiyaç
duyduğunu, Lübabü’n-nühab’ı görüp beğendiğini söylemiş ve bu kitabı Türçeye çevirmesini istemiştir. Fakat Hekim Bereket, Arapça kitabı
doğrudan Türkçeye çevirmek yerine önce Farsçaya çevirmiş ve Tuhfe-i
Mübarizî diye ad vermiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur:
Amasya Emiri Mübarizü’d-din Halifet Gazi Hekim Bereket’ten kitabı
Türkçeye çevirmesini istediği hâlde yazar onu önce Farsçaya çeviriyor.
O yıllarda Eski Oğuz Türkçesiyle henüz Türkçe kitap yazma geleneği
yok. Yazar belki de cesaret edemiyor. Sonra Farsça kitabı gören beyin
mutlaka “Türkçeye çevir” emrinden cesaret alan yazar eseri Türkçeye
çevirmiştir. Yazar kitabında bunu “Hüdavendigâr işaretiyle Parsîden
Türkçeye döndürdüm” (Doğruer 2013: 22-23) diyerek ifade etmiştir.
Hekim Bereket’in sunuş yazısında da söylediği gibi, hükümdarlara
verilecek en iyi hediye onlar adına yazılan kitaplardır. Beyler ve hükümdarlar Türkçe eser yazmayı teşvik etmekte, yazarlar da onlara eserler
sunmaktadırlar. Bu yüzyıllarda birçok örneğiyle karşılaşmaktayız. Mesela, 15. yüzyılın ilk yarısında Anadolu coğrafyasında adını duyurmuş,
meşhur bir hekim olan Muhammed Şirvanî, Menteşeoğlu İlyas Bey’e
(1403-1421), Germiyanoğlu Yakup Bey’e (1402-1429), Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmed’e (1413-1421), Timurtaş Paşaoğlu Umur Bey’e
(öl.1461), Osmanlı Sultanı II. Murat’a (1421-1451) ve onun kazaskeri Veliyüddin Efendi’ye tıp kitapları sunmuştur. Şirvanî’nin Cevhername’yi yazma hikâyesi de Hekim Bereket’inkine benzemektedir. Yazar,
H. 831 yılı rebiülevvel ayının başında (20 Aralık 1427) bir gün Timurtaş
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 517
Beyoğlu Umur Çelebi’nin huzurunda sohbet ederken söz cevherden açılır. Hükümdar ondan elindeki Tigaşi’nin Arapça Cevhername’sini Türkçeye çevirmesini ister. Kitabı inceleyen Şirvanî, eserde birçok tekrarlar
ve faydasız bilgiler görür. Bunları çıkararak yerine kendi tecrübelerini
ve muteber kitaplardan aldığı bilgileri ekleyerek Umur Çelebi adına
Türkçe bir eser yazar (Argunşah 1999: 1314). Bu dönemde başka benzer
hikâyeler de vardır. Şirvanî, Menteşeoğlu İlyas Bey adına Arapça olarak
İlyâsiyye adlı bir kitap yazmış, İlyas Bey kitabı alınca yazarından bunu
Türkçeye çevirmesini istemiştir. Çünkü beyler ilmî ve edebî ilgilerine
rağmen Arapça ve Farsçayı yeterli derecede bilmediklerinden eserlerin
Türkçe yazılmasını yahut Türkçeye çevrilmesini istiyorlardı (Wittek
1986: 115-116).
Bu kitapların yazılma sebebi halkın faydalanmasını sağlamaktır. O
yüzyıllarda halk Türkçe konuşmakta ve ana dilinden başka dil bilmemektedir. Mevcut tıp kitapları ise Arapça veya Farsçadır. Bunu gören
tabipler bir taraftan beylerin teşvikiyle diğer taraftan kendi kararlarıyla Türkçe kitaplar yazma gayreti içine girmişlerdir. Mesela, Müntehab
adlı eserini Çelebi Mehmet’e sunan Abdulvehhap adlı yazar, eserinin ön
sözünde, hassaten Memalik-i Rum’da [Anadolu’da] hazık tabiplerin az
kaldığını, var olan muteber tıp kitaplarının hepsinin Arapça ve Farsça
olduğunu, Müslümanların faydalanabilmesi için Türkçe bir kitap bulunmadığını belirtir. Kendisi Arapça ve Farsça kaynaklardan araştırma yapıp tespit ettiği bilgileri “Türkî dilince tercüme” ederek Müntehab adını
verir (Bayat 2005: 32-33).
14-15. yüzyılın ünlü hekimi Hacı Paşa Müntehab-ı Şifa adlı kitabından kısaltarak hazırladığı Teshil’in ön sözünde, eserini halk için yazdığını, eğer hekim bulunmazsa insanların bu kitaba bakarak hastaları tedavi
etmelerini; bu yüzden hastalık teşhisi ve ilaçların yapım şekillerini elden
geldiğince kolaylaştırdığını, halkın çoğu faydalansın diye kitabını Türkçe yazdığını belirtmektedir:
“Diledim ki tıp ilminden bir muhtasar [kitap] tasnif edem, tâ ki sıhhati hıfz etmek tarîkin bildirem ve şol marazlar kim çok ola, sebeplerin ve alâmetlerin [belirtilerini] ve muâlecelerin [ilaçlarını] beyan eyleyem. Her kaçan kim, tabip bulunmaya, bu muhtasar ile amel edeler.
Hak Ta’alâ kendi fazlından sıhhat rûzî kıla ve bu kitaba TESHİL diye ad
verdim. Zirâ ki teşhîs-i emrâz ve tarîk-i ilâcı elden geldikçe âsân kıldım.
518 Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Türkî ibâret ile dile getirdim, ta ki ekser-i halâyık mütefid olup bu zaîfi
duadan unutmayalar...”
Hacı Paşa’nın kitabının ön sözünde kimi Farsça tamlamalar varsa da
tıbbi bölümler daha sadedir. Yazarın aynı zamanda ulemadan olduğu, bu
eseri 15. yüzyılın başlarında yazdığı unutulmamalıdır.
Tıp kitaplarının dili
Anadolu’da 13-15. yüzyıllar arasında elliye yakın tıp kitabı yazılmıştır. Bunların büyük bölümü mensurdur. Ahmedî’nin Tervîhü’l-ervâh’ı
başta olmak üzere birkaç manzum eser de bulunmaktadır. Öncelikle şunu
belirtmek gerekir ki, didaktik eserlerin dili her zaman edebî eserlerin dilinden daha sadedir. Çünkü bu eserlerde amaç öğretmedir. Yukarıda da
görüldüğü gibi, tıpla ilgili kitap yazanların hedef kitlesi yalnız hekimler
değildir. Bu kitabı okuyan herkes bundan faydalanabilmelidir. Amaç bu
olunca da eserin dili ortalama halkın günlük kullandığı dile oldukça yaklaşmaktadır. Metnin içerisinde rastlanılan alıntı kelimeler ise ya günlük
dilde kullanılmakta ve herkes tarafından anlaşılmakta ya da Türkçe karşılığı bulunmayan bir terim olmaktadır. Bu dönem metinlerinde yazarlar
kullandıkları Arapça ve az da olsa Farsça terimlerin anlamlarını da cümle
içerisinde ya doğrudan ya da “yani” ibaresinden sonra vermeyi tercih
etmişlerdir.
Türk tabipler tıp metinlerini sade bir dille yazarak tıp biliminden herkesin kolayca faydalanmasını sağlamışlar, bilimi âdeta halka indirmişlerdir. Özellikle Arapça ve Farsçadan yapılan çevirilerde Türkçe önemli bir
sınav vermiştir. İlk dönem metinlerinde bilinçli yazarlar bütün kelime ve
terimleri Türkçeye çevirmeye çalışmışlardır. Buna rağmen günlük dile
girmiş Arapça-Farsça kelimelerle zaman zaman Türkçede tam karşılığı
bulunamayan kelime ve terimler metinlerde yer almıştır. Bunların oranı
ilk metinlerde azken daha sonra gittikçe çoğalmıştır. İlk tıp kitabı olan
Tuhfe-i Mübarizî’nin ön sözü de içi kadar sade iken sonraki eserlerin
giriş bölümlerinde daha sanatlı bir dil kullanılmaya başlanmıştır. Yine
de tıp kitaplarının dili aynı dönemin edebî eserlerine göre daha sadedir.
Aşağıda bu dönem nesir dilinin sadeliğini ve basitliğini göstermek için
örnek metinler verilmiştir:
1. “Üçünci asıl sağlık saklamak ahvâlin bildürür. Anuŋ içinde birkaç fa-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 519
sıl yazılmışdur. Evvelki sağlık kaç bahşdur, anı bildürür. Sağlık üçdür. Birisi tamam sağlıkdur. Ol oldur kim endâmlar işinden hiçbir iş eksük olmaya.
Meselâ, gözüŋ işi görmekdür. Kulağuŋ işi işitmekdür. Kalan endâmlar dahı
bu düzene. Pes bunuŋ gibi sağlığı saklamak şol altı sebebi muʽtedil kılmağıla olur. Tâ kim ol sağlık ömrüŋ âhirine degin dölek ola, hîç ırılmaya.
İkinci sağlık oldur kim tamâmlıkdan birez ayrılmış ola. Bir hılt yâ iki hılt
gâlib olmak sebebiyle ol hılt yâ kan yâ safra yâ dahı ayruğıdur. Pes bunuŋ
gibi sağlık sağlamak evvel ol hılt kim tende çok olmışdur. Yâ kan almağıla
yâ kusmağıla yâ ishâl birle gidermekdür.” (Erdağı 2013: 72-73).
2. “Ve ammâ iki ayagdagı altmış pâre süŋügüŋ her otuzı bir ayagdadur ve bu otuzun biri ayak süŋügidür ve bedende bundan büyük süŋük
yokdur ve ikisi baldırdadur ve biri topukda ve birisi ökçede ve birisi ökçe
altında ve ana zevrakî dėrler, zirâ zevraka beŋzer ve rusgada yaʽni ökçeyle tarak ortasında üç pâre süŋük vardur ve beyni ayag tarikindedür ve on
ikisi dört barmakda, her barmakda üçer pâre ve ikisi baş barmakdadur ve
ikisi iki dizdedür.” (Bayat 2005: 55).
3. “Kimsenüŋ başı ya şakakları ağrısa, kara eşek südin bir gėce yâ bir
gün dürtse andan yusa ağrısın hemân gidere, baş ağrısına ki ıssıdan olan,
hayy-ı âlem -uruz otı dahı dėrler- suyın alup gül yağına katup dürtseler
ağrısı sâkin ola. Gelincik çiçeği tîz otdur, arıdıcıdur, anuŋ dibin çeyneseler, başda ne ki nâzle varısa çeke indüre, eger suyın burnına dürtseler
burundagı illetleri çeke indüre...” (Önler 1990: 47).
4. “Sığır kuyruğu issidür, kurudur, nıkrısa ve bendükşeler ağrısına
nâfiʽdür ve yėlleri sürer çıkarur gevdeden. Ve sovukdan olan bėl ağrısına
müfîddür. Ve eger suya vuralar ne kadar balık varısa bîhod olup su üzerine gelür. Ve anuŋ fâyidelü nesnesi kabıdur.” (Canpolat-Önler 2007: 39).
Yukarıda alıntı yaptığım, günümüzden altı-yedi yüzyıl önce yazılmış
tıp kitaplarının dilinin sadeliği dikkat çekicidir. Bu dönemde yazılan tıp
kitaplarında hastalık tedavisi için önerilen ilaçların hazırlanması ve kullanılmasında kullanılan dil de halk tarafından rahatlıkla anlaşılacak kadar sadedir. Aşağıda 14-15. yüzyıl tıp metinlerinden seçilen ilaç yapımı
ve kullanımıyla ilgili örnekler verilmiştir:
1. “Afyon su’ûtu kim katı baş ağrısına ve göz sançmasına ve gözde bulunan başa barta ve cerâhatı bulunanlara yarar. Sanʽatı oldur kim,
alalar döğülmüş ve elenmiş tabarzad şekeri ve zaʽferan ve tabâşir, her
520 Prof. Dr. Mustafa Argunşah
birinden bir dirhem, afyon iki dirhem, hepisi dört otdur, birbirine karışdurular, yoğuralar, kız emzürür avratuŋ südüylen ve benefşe yağıylan
ezeler, burunlarına suʽût edineler.” (Bayat-Okumuş 2004: 374).
2. “sufûf kim mücerrebdür, kasukında yėl olan kişilere vėresin, fâyide ėde inşallahu taʽâlâ, alasın soğan tohmın, tâze yağla kavurasın ve
döğesin, birez ak şeker katasın, alîle acla vėresin içe, bir nice gün yiye”
(Küçüker 2010: 55).
3. “sıfat-ı maʽcûn-ı müshil: Alasın sünbül, darçinî, cevz-i bevvâ,
karanfil, her birinden altı dirhem, türbüt on beş dirhem, aftimon on beş
dirhem, sakamonya dört dirhem, bu edviyeleri ayru ayru döğesin ve eleyesin, bu edviyeler miktârı bir buçuk şeker ve bir buçuk bal ile maʽcûn
ėdesin, şerbeti iki dirhem her sabah ak karına vėresin, fâyide ėde inşallahu taʽâlâ.” (Uzel-Süveren 1999: 156).
Türkçenin 14-15. yüzyıllarda ne kadar sade bir dille tıp metinleri
meydana getirebildiğini daha iyi anlayabilmek için günümüz ilaç prospektüslerinin diline bakmak gerekir. Asırlar öncesinde Türkçe ile her
türlü bilimsel kitap yazılmaktayken günümüz bilim dilinde terimlerin
Latince vb. Batı dillerinden alındığı ve bunların halk tarafından anlaşılmadığı görülür. Günümüzde ilaç kutularından birisinden çıkan prospektüsteki bir bölüm şöyledir:
“Hipokalsemia nedeni ile Metiler drajeye yanıt vermeyen hastalarda (önceden digitalis almamış olmak koşulu ile) kalsiyum tuzlarının
intravenöz uygulanması, oksitosik eylemi yenileyebilir. Eğer ergotism
belirtileri ortaya çıkarsa metiler draje verilmesi derhal kesilmelidir.”
(Bölükbaş 2009: 860).
Metinde koyu olarak dizilen kelimeleri tıp eğitimi almamış herhangi
bir vatandaşın anlaması ve o bilgiler ışığında hareket etmesi oldukça zordur. Bu prospektüslere bakınca Eski Anadolu Türkçesi döneminde yazılan tıp eserlerin dilinin sadeliği ve güzelliği daha kolay anlaşılmaktadır.
Anadolu’da yazılan Türkçe tıp kitaplarının kaynaklarının çoklukla
Arapça kitaplar olduğu bilinmektedir. Bu yüzden Selçukluda tıp bilimi
Arapça yapıldığı için ilk eserlerde görülen Türkçe terimlerin geçmişi
yoktur. Yazarlar kullandıkları terimlerin bir bölümünü halk dilinden alırken bir bölümünü de Arapçadan birebir Türkçeye çevirmişlerdir. Bu dönemde birçok yeni terim türetilmiştir. Bu ilk kitaplarda türetilen terimler
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 521
dile yerleşmiş ve sonraki dönem eserlerinde de kullanılmış, hatta halkın
diline kadar inmiştir. Bu metinlerde dilimize çok sayıda bitki, hayvan,
yiyecek, hastalık ve insan vücudu ile ilgili kelime ve terim kazandırılmıştır. Ayrıca madde başı olan birçok kelimenin yanına terimin yaşamakta olan ya da o bölgede bilinen yerel karşılığı da yazılmıştır. Bunlar dil
araştırmaları bakımından son derece önemli malzemedir.
Örnek vermek gerekirse; Hekim Abdulvehhab, Müntehab’da 323 kez
“yani” diyerek Arapça terimlerin Türkçesini vermiş, birçok terimi Türkçenin imkânlarını kullanarak ilk defa burada çeviri yoluyla türetmiştir
(Bayat 2005: 15). Birkaç örnek: aʽsâb-ı râciʽe alâ fevk “yukarı dönen
sinirler”, ʽasebü’s-sem’ “işitmek sinirleri”, ʽazmü’l-cebhe “alın süŋügi”, dâü’l-fîl “fil hastalığı”, dâü’s-saʽleb “dilkü renci”, esnâ aşerî “on
iki parmak (bağırsağı)”, fıtık “kasuk sökügi”, habbü’l-nîl “çivit tohumı”,
lihyetü’s-teys “tekesakalı (bitki)”, meʽa-ı dıkak “ince bağarsuk”, mesâne
“kavuk”, rahim “oğul yeri”, ciğer “bağır”, veba “ölet” vb.
İshâk bin Murad tarafından M. 1389-1390 (H. 792) yılında yazılmış
olan Edviye-i Müfrede’nin mukaddimesinde yazar eserini Türkçe yazma
sebebi olarak kolay kullanmayı göstermiştir. Yazar birçok kitabın tersine Türkçe terimleri madde başı yapmış, Farsça ve Arapça karşılıklarını daha sonra vermeyi tercih etmiştir. Fakat bu açıklamaları yaparken
Farsçanın “ki” bağlacını kullanarak oluşturulan birleşik cümleleri çokça
kullanmıştır. Örnek cümleler:
Dilkü üzümi ki Pârsice adı engûr-ı rûbâh ve ʽArabca ʽınebü’s-saʽlebdür. (Canpolat-Önler 2007: 17)
İt boncugı ki aŋa Pârsice sipîd mühre ve ʽArabca varaʽ dėrler. (Canpolat-Önler 2007: 17)
Teke sakalı ki ʽArabca lihyetü’s-teys, (...) Rûmca kostundus dėrler.
(Canpolat-Önler 2007: 27).
Yazar kitabının sonuna eklediği hastalık adları listesini Farsça-Arapça
ve Türkçe olarak sıralamıştır. Bu listede bugün bile Arapça veya Latincelerini kullandığımız birçok hastalık adının Türkçe olarak verildiği görülür. Bunların bir bölümü daha önce kullanılırken bir bölümü de Arapça
veya Farsçasından birebir tercüme edilmiştir: mide “taam duracak yer”,
rahim “oğlan yeri”, mak’ad “oturacak yer”, cenîn “karındagı oğlan”,
bâlig “erişmiş oğlan”, kâbûs “uykuda ağır basmak”, menî “erüŋ suyu”,
522 Prof. Dr. Mustafa Argunşah
mesâne “kavuk”, hançere “boğazlagu” (Canpolat-Önler 2007: 83-92).
Tıp kitaplarının en önemli özelliklerinden birisi Türkçe bitki adlarının
birçoğunun ilk defa bu metinlerde tespit ediliyor olmasıdır. Hastalıkların
tedavisinde bitkilerden faydalanılması sebebiyle sık sık bunlardan yapılan ilaç terkiplerine yer verilmiştir. Hatta sonraki yüzyıllarda bu konuda
yalnız bitkileri konu edinen kitaplar da yazılmıştır. Mehmed bin Ali tarafından 1690 yılında yazılan bir eserde 91 adet bitkinin resmi, Frenkçe, Arapça ve Türkçe adları, özellileri ile tedavi amaçlı kullanımına dair
bilgiler verilmiştir (Özaltay-Köşe 2006: 3). “Hekimlerin bitkilerin farklı
dillerdeki adlarını aynı eserde kullanması ve hatta aynı satırda diğer dillerdeki adını vermesi bitkiyi belirginleştirme düşüncesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Hekimler bu eserleri okuyacak, bunlardan faydalanacak
kişilerin bitkinin bir dildeki adını bilemeyeceği düşüncesinden hareketle
farklı dillerdeki adlarını da vermiş olmalıdır.” (Doğan 2010: 323),
İlk dönem tıp eserlerinin söz dağarcığı üzerinde yapılan istatistiki çalışmalarda % 50’nin üzerinde Türkçe kökenli kelime kullanıldığı tespit
edilmiştir. Hazâ Kitâb-ı Hulâsa-i Tıbb, Kitâbu‟l Müntahab fi‟t Tıbb,
Hazâinü’s-Saâdât, Müntahab-ı Şifa gibi eserlerin kelime dağarcığı üzerinde yapılan istatistiki çalışmalarda Türkçe kelimelerin oranı %50 ve
üzerindedir (Güven 2011: 847). Türkçeden sonra Arapça, Farsça ve Latince gelmektedir. Türkçe kelime kullanma oranı yıllar geçtikçe Arapça
karşısında gerilemiştir.
Her biri ele aldığı konuya uygun içerik ve söz hazinesine sahip bu dönem tıp yazmaları, Türkçenin soyut kavramlardaki zenginlik, anlamdaşlık, çok anlamlılık, üslup ve anlatım özellikleri gibi ölçütler bakımından
zengin bir dil ve yüzlerce yıl önce bile bir bilim dili olduğunu, Türkçe ile
bilim yapılabildiğini göstermektedir (Güven 2011: 847). Türkler bundan
yüzyıllarca önce kendi tıp dillerini oluşturmuş ve bu dille onlarca eser
yazmışlardır. 13.-14. yüzyıllarda ilk örneklerini gördüğümüz Anadolu
Türkçesi bir bilim dili olarak ortaya çıkarken, sonraki yüzyıllarda gelişen şartlara göre bilim terimleri türetemediğimiz gibi millî bir bilim dili
de oluşturamamışız.
Tıp kitaplarının cümle yapısı
Bu dönem kitaplarının en önemli özelliği, üslubun sade, açık ve anlaşılır olmasıyla basit cümlelerin tercih edilmesidir. Bu, herkesin anla-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 523
yacağı bir dildir. Başka bir söyleyişle, 13-14. yüzyıl yazarları eserlerini
konuşma diline oldukça yakın bir dille oluşturmuşlardır. Bu yalın dil dönemin yazı dili olarak genelleşmiş, zaman içinde yazarlar daha sağlam
bir üsluba sahip olmuşlardır. Oğuz Türkçesi ilk defa Anadolu’da yazı
dili olmaya başlamasına rağmen, bu dönem eserleri, “cümlelerdeki sebep-sonuç ilişkisi, cümleleri oluşturan ögeler arasındaki düzenli, kurallı
ve tutarlı örgü ve fikirlerin bilimsel eserlerdeki düzenlemeye (kompozisyona) uygun (lojik=mantıkî) sıralanış gibi yönlerden başarılı” (Güven
2011: 847) bir görünüm arz etmektedir.
Bu dönem tıp yazmalarında ağırlıklı olarak basit cümleler kullanılmış, “eserin içeriği ve yazarın (müellif ya da müstensihin) dile hâkimiyeti ölçüsünde gittikçe artan bir sıklık ve yoğunlukta birleşik cümlelere de
yer verilmiştir” (Güven 2011: 847). Az da olsa birbirinden farklı birleşik
cümle biçimlerinin denendiği olmuştur. Başta şartlı birleşik cümleler olmak üzere başında bulundukları cümleleri “ve, çünki, fakat, mademki,
kaçan kim, kaçan ki, tâ kim, tâ ki...” gibi cümle başı edatlarıyla sonraki
cümleye zaman ve sebep ifadesiyle bağlayan bağlı birleşik cümleler ve
Türkçe “kim” ve Farsça “ki” edatı ile kurulmuş ki’li birleşik cümleler
birbirinden farklı örnekleriyle sıklıkla kullanılmıştır (Güven 2011: 847).
Sonuç
On üçüncü yüzyılda Oğuz Türkçesinin yazı dili olarak ortaya çıkmasıyla Türkçe eser yazma düşüncesi de artmış, Arapça-Farsça kitapların
yerini Türkçe kitaplar almaya başlamıştır. Bu dönemde Anadolu Türk
beylerinin her türlü ilim faaliyetini destekleme, ilim adamlarını himaye
ve gerektiğinde taltif etmelerine bağlı olarak çok sayıda Türkçe tıp kitabı
yazılmıştır. Türk hekimleri kendi tıp terminolojilerini oluşturmuş; yazdıkları eserlerle, yaşadıkları çağın bilim hayatına ışık tutan ve günümüz
bilim hayatına zengin ve orijinal bilgiler kazandıran verimli bir Türkçe
tıp dönemi yaratmışlardır. Bu dönem eserleri çoklukla nesirle yazılmış,
halka yönelik olarak kaleme alınmaları dolayısıyla anlaşılırlık önde tutulmuş, bu sebeple sade ve yalın bir üslup ile basit bir dil tercih edilmiştir. Böylece Türkçenin Anadolu’da güçlü bir nesir dili oluşturmasına
katkıda bulunmuşlardır. Bu eserlerde türetilen birçok terim ve kelime
sonraki yüzyıllarda da dilimizde kullanılmaya devam etmiştir.
524 Prof. Dr. Mustafa Argunşah
Kaynakça
Argunşah, Mustafa (1999), Muhammed b. Mahmûd-ı Şirvânî, Tuhfe-i Murâdî
(İnceleme-Metin-Dizin), TDK Yay., Ankara.
Bayat, Ali Haydar - Okumuş Necdet (2004), Muhammed bin Mahmûd-ı Şirvânî,
Mürşid [Göz Hastalıkları], Atatürk Kültür Merkezi Başk. Yay., Ankara.
Bayat, Ali Haydar (2005), Abdülvehhâb bin Yûsuf ibn-i Ahmed el-Mârdânî,
Kitâbu’l-Müntehab fî’t-Tıb (823 / 1420) (İnceleme-Metin-Dizin-Sadeleştirme-Tıpkıbasım), Merkezefendi Geleneksel Tıp Derneği Yay., İst.
Bölükbaş, Serpil (2009), Prospektüslerde Dil Kullanımı, Erciyes Üniv. Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2 C., Kayseri.
Canpolat, Mustafa - Önler, Zafer (2007), İshâk bin Murâd Edviye-i Müfrede,
TDK Yay., Ankara.
Doğan, Şaban (2010), “Eski Oğuz Türkçesinde Tıp Dilinin Oluşumu ve Özellikleri, Turkish Studies, Volume 5/1 Winter 2010, s. 313-373.
Doğruer, Binnur Erdağı (2013), Hekim Bereket, Tuḥfe-i Mübārizī (Metin-Sözlük), TDK Yay., Ankara.
Güven, Meriç (2011), “Türk Dili ve Kültürü Açısından XIV-XV. Yüzyıl Eski
Anadolu Türkçesi Türkçe Tıp Yazmalarına Eleştirel Bir Bakış”, Turkish
Studies, Volume 6/3 Summer, s. 843-850.
Koç, Mustafa (2011), “Anadolu’da İlk Türkçe Telif Eser”, Bilig, S. 57, 201-225.
Küçüker, Paki (2010), Şerefeddin Sabuncuoğlu, Mücerreb-nâme, Kültür Ajans
Yay., Ankara.
Önler, Zafer (1990), Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntehab-ı Şifâ I (Giriş Metin), TDK Yay., Ankara.
Özaltay, Bülent -Köşe, Abdullah (2006), Mehmed bin Ali, Terceme-i Cedîde
fî’l-Havâssi’l-Müfrede (1102-1690) (Metinler - Bitkiler - Sözlük - Sadeleştirilmiş Metin - Tıpkıbasım), Merkez Efendi Geleneksel Tıp Derneği
Yay., İstanbul.
Tekindağ, Şahabettin (1971), “İzzet Koyunoğlu Kütüphanesinde Bulunan
Türkçe Yazmalar”, Türkiyat Mecmuası, S. XVI, İstanbul, s. 134-139.
Uzel, İlter - Süveren, Kenan (1999), Şerefeddin Sabuncuoğlu, Mücerreb-nāme
(İlk Türkçe Deneysel Tıp Eseri-1486), Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ank.
Wittek, Paul (1986), Menteşe Beyliği 13-15 inci Asırda Garbî Küçük Asya Tarihine Ait Tetkik, (çev. Orhan Şaik Gökyay), TTK Yay., Ank., s.115-116.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 525
Dede Korkut Kitabındaki
Sentaktik Stratejiler Üzerine
1
Prof. Dr. Ferruh Ağca
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi
Türk dilinin de ait olduğu Altay dil ailesinin üyelerinde şiirsel ifadelerin yaygın olduğu, etkili söz söylemek adına uyaklı söz dizgelerinden
istifade edildiği gibi hususlar Türklük Bilimi araştırmalarının öteden beri
bildiği bir gerçekliktir. Dahası, Türk dilinin hem ilk mensur eserlerinde hem de telif olan sonraki zamanlara ait metinlerinde özlü ve uyaklı
ifadeler fazlasıyla yer bulmuş, atasözleri ve deyimler buna göre tanzim
edilmiştir, denilebilir. Bu çerçevede Türk dilinin bugün itibariyle bilinen
ilk metinleri olan 7/8. yüzyıllardan kalan Türk runik harfli yazıtlar, Türk
nesir türünün ilk örnekleri olarak kabul edilse de, ses tekrarlarından ya
da uyaklı ifadelerden dolayı aynı zamanda şiirsel bir yapıyı da gözler
önüne serer (Doerfer 1996: 57-67). Diğer taraftan belli konuları ele almış
olması ve daha çok bozkır yaşam biçiminin zorunlu kıldığı kısa ancak
özlü cümle yapısını kullanmış olmasından dolayı, yazıtların Türk sentaks yapısını tümüyle yansıttığı söylenemez. Bununla birlikte Türk runik harfli yazıtlar, sıklıkla rastlanılan ses tekrarları ile manzum eserlerin
özelliği olan uyaklı söyleyiş tarzına dair barındırdığı çok sayıdaki örnek
1
Bu yazı, 14 Aralık 2012 tarihinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü tarafından düzenlenen “Anadolu’da Türk Nesir Dilinin Oluşumu ve Sinan Paşa Bilgi Şöleni” adlı sempozyumda sunulan “Dede Korkut Hikâyelerinin Dili Üzerine” adlı bildirinin gözden geçirilmiş hâlidir.
526 Prof. Dr. Ferruh Ağca
ile, Türk nesir dilinin genel karakteri hakkında ipuçları barındırır. Bu çerçevede yazıtların, aynı zamanda manzum eserler olarak kabul edilmesi
gerektiğini ifade eden araştırmacılar da olmuştur.
Tarihsel Türk dilinin Maniheist-Budist çevrelerine ait metinler içinde
mensur eserler büyük bir yer tutar. Ne var ki bu çevrede yazılmış mensur eserlerin neredeyse tamamının Toharca, Çince, Soğdca, Tibetçe gibi
dillerden tercüme edilmiş olması, bu dönemdeki Türk sentaksı hakkında
sağlıklı bilgi edinmemizi kısıtlar. Öte yandan bu çevrelere ait mensur
eserlerin sentaktik yapı bakımından sağlam ve Türk dilinin bilinen cümle
kurgusuna uygun olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Türklerin İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte 11/12. yüzyıllarda
yarattıkları ilk İslamî Türkçe metinler de büyük ölçüde nazma dayanmaktadır. Bu çevrede yazılmış Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakayık adlı
eserler nazım halinde yazılmış, Arapça kaleme alınmış olan Divanü Lugati’t-Türk ise manzum parçaları ihtiva etmekle birlikte, herhangi bir
kuralı ya da sözcüğü tanıklamak üzere verilen cümleleri de barındırır.
Ancak DLT’teki cümleler, Türk nesir dilinin temel yapısını barıdırmakla birlikte Türk dilinin cümle çeşitleri hakkında bilgi sahibi olmamıza
engeldir. Zira Kâşgarlı’nın eserinde sözcükleri tanıklamak üzere verdiği
cümleler, genellikle teklik 3. Şahsa ait kısa cümlelerdir.
Benzer bir şekilde Türk dilinin İslamî çevrede yazılmış Harezm-Altın
Ordu sahasına ait metinler içinde mensur yapıda olan metinler de genellikle çeviridir. Bu metinlerin de çeviri olmaları sebebiyle Türk sentaktik
yapısını tam anlamıyla yansıttığı söylenemez. Bununla birlikte herhangi bir dile ait metnin Türk dilinin gramatikal özelliklerine uygun olarak
aktarılması, Türk dilinin yeterliliği ve kendisine ait karakteri yansıtabilmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Zira İslamiyetin kabulü ile
birlikte Türk diline çevrilmeye başlanan satır arası Kur’an çevirileri, her
bir sözcüğün ve gramer şeklinin Türk dilinin kendi imkânları ile ifade
edilebildiğini göstermektedir. Diğer taraftan gerek Maniheist-Budist
çevrede gerekse İslamî çevrede başka dillerden çevrilmiş metinlerin sentaktik kurgusu Türk dilinin yapısına uygun olmakla birlikte, satır arası
Kur’an çevirilerinin sentaktik kurgusu, her bir sözcüğün ya da söz öbeğinin birebir karşılığı verildiği için Arapça ya da Farsça cümle kurgusuna
göredir. Ancak Kur’an’ın tefsire dayalı çevirilerinde Türk sentaktik yapısının korunduğu görülmektedir. Keza Farsça/Arapçadan çevrilmiş olan
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 527
peygamber kıssaları ve kırk hadis türündeki eserlerde de Türk sentaktik
yapısının kaynak dillerden bağımsız olarak korunduğu söylenmelidir.
Eski Oğuz Türkçesi ile yazılmış ilk metinler arasında manzum eserler fazla yer tutmakla birlikte, bu dönemde kaleme alınmış dinî ve halk
sağlığı başta olmak üzere din dışı mensur eserler de bulunmaktadır. Bu
mensur eserler içerisinde yazıya geçirilmiş Dede Korkut Kitabının özel
bir yeri vardır. Peki, Dede Korkut Kitabının (DKK) Türk nesir dilinin
oluşumundaki yeri ve katkısı nedir, bu metinler neden önemlidir?
DKK, Anadolu’da Oğuz Türkleri tarafından yazıya geçirilmiş olsa
da, İslamiyet’ten önceki Türk sözlü edebiyat geleneğini temsil etmesi bakımından Türk sentaks çalışmaları için özel bir yere sahiptir. Her şeyden
önce başka bir dilden tercüme edilmemiş olması, telif bir eser olması,
metni zamanının diğer mensur eserlerinden farklı kılmaktadır. Bu bağlamda DKK, Türklerin başka bir dil ile yazılmış herhangi bir metne bağlı
kalmaksızın kendilerinin yarattıkları bir metin olduğu için, yazıldığı yüzyılda Türk sentaktik özelliklerinin belirlenmesi için en uygun eserlerden
biri olduğu söylenebilir.
DKK’nın ayırt edici özelliklerinden biri de, hikâyelerin bir kısmının
İslamlıktan önceki zamana ait olmasıdır. Başka bir deyişle, DKK’ndaki hikâyelerin Türk kültür çevresinin farklı zamanlarında yaratıldıkları,
katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Bu çerçevede Oğuz Kağan
Destanı ile DKK arasında bir ilginin olduğu, bu hikâyelerden bir kısmının Oğuz Kağan Destanı’nın parçası olduğu açıktır (Ercilasun 1994: 6989; Ağca 2016: 3-5). Bu bağlamda hikâyelerde yer alan bilhassa atalar
sözü ve sanki manzum bir parçadan bozulmuş gibi görünen uyaklı ifadeler, Türk sentaksı hakkında ipuçları vermektedir. Manzum destan geleneğinin devamı olduğunu, bu uyaklı yapılardan çıkarabildiğimiz metin,
aynı zamanda destanın yaratıldığı zamandan yazıldığı zamana kadarki
çeşitli söz katmanlarını da ifade eder. Dolayısıyla DKK’nda belki de en
erken zamanlardan 15/16. yüzyıla kadar olan zaman dilimine ait çeşitli
katmanları tespit etmek mümkündür.
DKK’ndaki cümlelerde leksik birimlerin morfo-sentaktik kurgu içinde nasıl sıralandıkları ve nasıl bir üslup meydana getirdikleri ile ilgili,
temel olarak iki ana başlıktan söz edebiliriz. Bunlardan biri, Türk anlatı
geleneğinden gelen, ilk yazılı metinlerden itibaren tanık olunan ve daha
çok konuşma üslubunun hâkim olduğu sentaktik kurgu, diğeri de dilin
528 Prof. Dr. Ferruh Ağca
zaman içinde değişim/gelişimine bağlı olarak daha fazla sözcük/söz öbeğini barındıran birleşik/karmaşık sentaktik kurgudur:
1. Türk Anlatı Geleneğinden Gelen Cümle Tipleri
DKK’nda atasözleri, kısa ve özlü ifadeler ile anlatı geleneğine bağlı
söyleyişler geniş yer tutar. Metindeki bu karaktere uygun söyleyiş biçimlerini ana hatlarıyla şöyle sıralamak mümkünüdür:
1.a. DKK’nı meydana getiren cümleler arasında atasözleri önemli bir
yer tutar. Metinde karşılaşılan her yeni durum ve olay karşısında atasözlerinin ardı ardına sıralanması, ifadeyi daha etkili kılmıştır. Diğer taraftan DKK’nda atasözlerine sıklıkla rastlanılması, metinlerin sözlü kültür
geleneğinden intikal ettiğine de işaret etmektedir:
(Dede Korkut soylamış:)
Allah Allah dimeyinçe işler oňmaz, kādir Taňrı virmeyinçe er bayımaz.
Ezelden yazılmasa kul başına kaza gelmez.
Ecel va’de irmeyinçe kimse ölmez.
Ölen adam dirilmez, çıḫan cān girü gelmez.
Bir yigidüň kara tag yumrısınça malı olsa yıgar direr taleb eyler, nasibinden artugın yiye bilmez.
Urlaşuban sular taşsa deňiz tolmaz.
Tekebbürlike yleyeni Taňrı sevmez.
Köňlin yüce tutan erde devlet olmaz.
Yad ogulı saklamag-ıla ogul olmaz, böyüyende Salur gider, gördüm dimez.
Kül depeçük olmaz, güyegü ogul olmaz. (2, 11 – 3, 6)2
1.b. Dede Korkut Kitabının sözlü/anlatı geleneğinden geldiğinin
önemli işaretlerinden biri de, konuşma diline ait cümle tipleridir:
Meger sultanum, gine yazın bugayı saraydan çıkardılar. Üç kişi sag
yanından üç kişi sol yanından demür zincir-ile bugayı tutmışlar-idi. Gelüp meydan ortasında koyu virdiler (16, 1-2), Vardı bu kırk yigidüň yigirmisi bir yaňa yigirmisi daḫı bir yaňa oldı (19,1) vb. gibi.
1.c. Türk dilinde isim-fiil, sıfat-fiil ve zarf-fiil ekleriyle ana yapıya
2
Makalede yer alan DKK’ndaki örnekler, Ergin (1994) yayımından alınmıştır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 529
bağlanan söz öbeklerinin meydana getirdiği karmaşık cümle tipinin,
DKK’nda yerini zaman zaman iki ayrı cümle halinde ifade edilen kısa
ve basit cümle tiplerine bıraktığı görülmektedir. Mesela DKK’nda, görür-misin Dirse Han neler oldı (19, 2) cümlesi, aynı zamanda Dirse Han
neler oldugını görür-misin şeklinde birleşik/karmaşık yapı ile tek cümle
halinde de ifade edilebilir. Bu ve buna benzer cümleler, bize, DKK’nda
anlaşılması daha kolay, basit ve konuşma diline yakın cümlelerin varlığını göstermektedir.
1.ç. DKK’nda kahramanların karşılıklı konuşmalarını barındıran
cümleler, Türk sentaksının standardize olmuş şeklini değil; doğrudan
konuşma dili hüviyetini yansıtır. Mesela Bamsı Beyrek ile Banı Hatun
arasında geçen şu diyalog, konuşma dilinin DKK’ndaki en iyi temsillerinden biridir.
(Banı Çiçek aydur) - Yigit gelişüñ kandan?
(Beyrek aydur) - İç Oguzdan.
-
İç Oguzda kimüñ nesisin didi.
-
Bay Büre Big oglı Bamsı Beyrek didükleri menem didi.
(kız aydur) - Ya ne maslahata geldüñ yigit didi.
(Beyrek aydur) - Bay Biçen Bigüñ bir kızı var-imiş, anı görmege geldüm
didi (78, 4-7).
Yukarıdaki karşılıklı konuşmada, cümlelerin kısa olmalarının yanı
sıra sözdiziminden ayrı olarak sadece soruya verilen cevaptan ibaret olması, Türk anlatı geleneğindeki cümle yapılarının bozulmadan yazı dilinde kendisine yer bulduğunu gösterir.
DKK’nda konuşma dilinin özelliklerini, karşılıklı konuşmaların dışında başka anlatımlarda da görürüz. Mesela, Nagahandan Oguzuñ üzerine bir süri geyik geldi. Bamsı Beyrek birini kova gitdi. Kova kova bir
yere geldi, ne gördi? Sultanum gördi gök çayıruñ üzerine bir kırmızı otag
dikilmiş (76, 2-5) örneğinde geçen ne gördi ifadesi, anlatıcının sanki karşısında bulunan kişi/kişilere hitap ediyormuş hissini uyandırmaktadır.
1.d. Dede Korkut Kitabında dikkati çeken bir başka özellik ise, ifadeyi daha güçlü ve etkili kılmak adına ses, sözcük ve söz öbeklerinin
530 Prof. Dr. Ferruh Ağca
tekrar edilişidir. Mesela aşağıdaki örnekte aynı ses, aynı cümle ya da söz
öbeğinde tekrar edilerek ifadeyi daha güçlü hâle getirmiştir. Aynı ya da
benzer sesin tekrar edilmesiyle ortaya konulan ifade şekilleri, aslında
Türk dilinin bütün kültürel çevrelerinde tanık olunan bir durumdur. Türk
runik harfli metinlerde, Türk Maniheist ve Budist çevrelere ait manzum
parçalarda, atalar sözü ve başka kalıp sözlerde de görülen ses, hece ya da
sözcük tekrarları, sözün daha etkili söylenme şekillerindendir. Kimi araştırmacılar (Zieme 1991; Doerfer 1996) tarafından “Altay Aliterasyonu”
olarak da adlandırılan bu tür tekrarlar, Türk dilinin yanı sıra Moğolcada
da rastlanılan bir durumdur. Mesela DKK’nda geçen Delü Dumrulun görür gözi görmez oldı tutar elleri tutmaz oldı (157, 5-6) ifadesi, bir taraftan
söz öbeklerinin uyaklı tekrarıyla ifadeyi etkili hâle getirirken, diğer taraftan Türk runik harfli Köl Tigin yazıtında geçen körür közüm körmez teg
bilir biligim bilmez teg boltı (KT K 10) cümlesiyle neredeyse aynı olması,
Türk nesir dilinin hangi esaslar doğrultusunda ilerlediğinin önemli göstergelerinden biridir. Yine DKK’ndan alınan aşağıdaki örnek, söz başında
aynı sesin ya da sözcüğün tekrar edilmesi bakımından eski Türk yazı dilindeki söz başı uyak düzenini yansıtıyor olması bakımından önemlidir:
Ol taglarumuzda baglarumuz olur
Ol baglarun kara salkumlu üzümi olur
Ol üzümi sıkarlar al şarab olur
Ol şarabdan içen esrük olur (160, 6-9).
Bu örnekte, aynı kavram alanı içindeki en genel ifadeden (bag) en
özele (şarab) doğru kademeli geçişin aktarımı da ayrıca dikkati çeken bir
husustur. DKK’nda hem manzum hem de mensur yerlerde sıkça rastladığımız ses ya da sözcük tekrarları, söz sonlarında daha sıktır:
Egnümüzden kaftanumuz aldugı yok
Başumuzdan giceligümüz aldugı yok
Buynuzı burma koçlarumuz aldugı yok (106, 13 – 107, 2).
DKK’na ait aşağıdaki örnekte ise, her bir dizede belirli seslerin tekrar
edildiği görülmektedir:
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 531
Urdugın ulıtmayan ulu Tanrı
Basdugın belürtmeyen bellü Tanrı
Götürdügin göge yetüren görklü Tanrı (210, 6-8).
Diğer taraftan aynı sözcüklerin ya da söz öbeklerinin cümlenin başında, ortasında ve sonunda tekrar edilmesiyle de etkili ifadenin sağlandığı
örnekler de bulunmaktadır:
Baba men yirümden turmadın ol turmış ola
Men kara koç atuma binmedin ol binmiş ola
Men kanlu kâfir iline varmadın ol varmış maňa baş getirmiş ola
(170, 13 – 171, 3).
Tekrarlara ve uyaklara dayalı ifade biçimlerini DKK’nın mensur kısımlarında da görmek mümkündür. Mesela;
(Han Kazan)
niçe aglamayayın
niçe buzlamayayın
ogulda ortacum yok
kardaşda kaderüm yok (68, 1-2).
örneğinde, sıralı söz öbekleri birbiriyle uyaklı olarak ifade edilmiştir.
Yine ol zamanda biglerün alkışı alkış kargışı kargış idi (68, 10) örneğinde de sözcükler tekrar yoluyla ifade edilmiş, böylece etkili anlatım
sağlanmıştır.
Dede Korkut Kitabında, Türk sentaksının önemli ifade biçimlerinden
olan herhangi bir ögenin ortak kılındığı cümle tipleri de oldukça yaygındır:
Atdan aygır,
deveden bugra,
koyundan koç
kırdurdı (14, 12).
2. Karmaşık Cümle Tipleri3
DKK’ndaki cümle tipileri arasında karmaşık/birleşik cümlelerin de
yaygın olduğu açıktır. Bu cümle tiplerini şarta, zamana, tarza bağlı ola3
Dede Korkut Kitabındaki cümle tipleri ve cümleden büyük birlikler ile ilgili daha
ayrıntılı bilgi ve örnekler için bkz. Üstünova (1998).
532 Prof. Dr. Ferruh Ağca
rak tasnif etmek ve ayrıntılı bir şekilde incelemek mümkündür. Konunun
genişliği göz önünde bulundurularak, bu yazıda ancak birkaç cümle tipi
üzerinde durulacaktır:
2.a. Türk sentaktik yapısı içinde önemli bir yer tutan şarta bağlı ifadeler, Dede Korkut Kitabında da yoğundur:
Ol buga katı taşa buynuz ursa un gibi ügidür-idi (D15,10)
2.b. İsim-fiil, zarf-fiil ve sıfat-fiil eklerini almış fiillere bağlı söz
öbekleriyle temel yargı/hükmün ifade edildiği zaman/kip ekli fiillerin
bağlı olduğu söz öbeklerinin meydana getirdiği birleşik/karmaşık cümleler de yaygındır:
Böyle digeç hanum ol nāmerdlerüñ yigirmisi dahı çıka geldi (19, 13);
Yanuna alup ava çıkgıl, kuş uçurup av avlayup oglunı ohlayup öldüre
görgil (21, 2-3); Oglan geyigi kovar-iken babasınun öninden gelüp gider-idi (22, 10-11).
2.c. DKK’nda kim/ki’li cümleler birleşik/karışık cümleler içinde
epey yer tutar:
Gelüñ oglanı babasına kovlayalım, ola kim öldüre, gine bizüm ‘izzetümüz hürmetümüz onuñ babası yanında hoş ola artuk ola didiler (18,
10-13); Dirse han istedi kim oglançugınun üstine gürleyüp düşe-y-idi
(23, 3-4); Haberi yok ki alaçagı ala gözlü kızuñ otagı olsa gerek (76,
6-7); Bakdı gördi ki bir sultan semüz sıgın geyikdür (77, 9-10).
2.ç. Dede Korkut Kitabındaki cümle tipleri içinde önemli bir yer tutan
bir başka cümle tipi ise di- fiili ile sıralanmış girişik cümlelerdir. Metinde
di- fiili, ya zarf-fiil ekli hâlde ya da zaman/kip ekli hâlde söz öbeklerinin aynı sentaktik düzlem bağlamında sıralanmasına yardımcı olmuştur.
Aşağıdaki örneklerde geçen bitimli di- fiili, önceki üç söz öbeğini kendisine bağlamıştır:
at segirdişüme baksun kıvansun
ok atışuma baksun güvensün
kılıç çalışuma baksun sevinsün
dir-idi (22, 5-6).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 533
Kâfir aydur:
Bigler Kazanun tavla tavla şahbaz atlarını binmişüz
Altun akçasını yagmalamışuz
Kırk yigid-ilen oglı Uruzı tutsak itmişüz
Katar katar develerini yetmişüz
didi (39, 1-4).
Kırk ince billü kız-ilen Kazanun helalını tutmuşuz
Bu hafları biz Kazana itmişüz
Sonuç olarak, Türklük coğrafyasının Anadolu sahasında yaratıldığı
düşünülen DKK’nın sentaktik kurgusu ve ifade şekilleri, büyük ölçüde
Türk anlatı geleneğinin karakterini yansıtmakta ve Türk dilinin ilk yazılı ürünleri ile örtüşmektedir. Bu tür cümlelerin temel stratejisinin ses,
sözcük ya da öbek tekrarına dayalı olduğu, “Türk sentaks tipi” olarak
adlandırılabilecek bir yapı üzerine kurulduğu söylenebilir. Öte yandan
Türk kültür çevresindeki değişime / çeşitliliğe bağlı olarak bağlı, karmaşık cümle tiplerinin de DKK’nda yaygın olduğu; buna karşılık İslamî
ya da Budist çevrelere ait çeviri metinlerdeki kadar yaygın olmadığı da
ifade edilmelidir.
534 Prof. Dr. Ferruh Ağca
Kaynaklar
AĞCA, Ferruh (2016), Uygur Harfli Oğuz Kağan Destanı, Metin – Aktarma –
Notlar – Dizin – Tıpkıbasım, TKAE Yay., Ankara.
DOERFER, Gerhard (1996), Formen der älteren türkischen Lyrik, Studia uralo-altaica 37, Szeged.
ERCİLASUN, Ahmet Bican (1994), “Dede Korkut Kitabı ile Oğuz Kağan
Destanı Arasındaki Münasebetler”, TDAY-B 1988, Ankara: 69-89.
ERGİN, Muharrem (1994), Dede Korkut Kitabı I, Giriş – Metin – Faksimile,
TDK Yay., Ankara.
ÜSTÜNOVA, Kerime (1998), Dede Korkut Destanları ve Cümleden Büyük
Birlikler, Alfa Yay., İstanbul.
ZİEME, Peter (1991), Die Stabreimtexte der Uiguren von Turfan und Dunhuang, Akadémiai Kiadó, Budapest.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 535
Gelibolulu Mustafa Âlî’nin
Nesir Üslubu
1
Andreas Tietze
Çeviren: Sibel Kocaer2
Eskişehir Osmangazi Üniv.
Üslup -böyle birşeyin var olduğunu farz edersek (tanımlanması güç
kavramların varlıkları genellikle sorgulanır)- bilinçli bir çabanın sonucu
olarak ortaya çıktığı için alışılagelmiş olandan ya da beklenenden farklılık gösteren bir ifade tarzıdır. Sanatkâr veya müellif, olağandan farklılaşma çabası esnasında, ürettiği esere sanatsal bir nitelik eklemek için
kendinden öncekilerin oluşturmuş olduğu bir örneği takip eder. Bu açıdan bakıldığında kendisinin farklılaşma çabası aynı zamanda bir uyum
çabasıdır. Öyleyse, bir türe veya bir döneme ait ortak bir üslup ortaya
çıkar. Yaratıcı birey, bu ortak örneğe eklemeler yapabilir ya da ondan
birşeyler çıkarabilir, fakat her durumda ortada bilinçli bir farklılaşma
çabası vardır. Öyleyse üslup iki katmanlı bir kavramdır, bir taraftan bir
akımın ya da bir dönemin ortak ifade tarzıdır; bizim çeşitli ‘üsluplar’
1
2
Musṭafā ‘Ālī of Gallipoli’s Prose Style. Archivum Ottomanicum 5 (1973): 297-319
Çevirmenin notu: Bu çeviri baskıya girmek üzereyken makalenin 2010 yılında
yayımlanmış başka bir çevirisi daha olduğu fark edilmiştir, bkz. Zeynep Seviner,
“Gelibolulu Mustafa Âlî’nin düzyazı biçemi” (Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları
V: Nesrin İnşâsı: Düzyazıda Dil, Üslûp ve Türler. Haz. Hatice Aynur, Müjgân Çakır, Hanife Koncu, Selim S. Kuru, Ali Emre Özyıldırım. İstanbul: Turkuaz, 2010,
s. 188-213). Makalenin İngilizce aslında Gelibolulu Âlî’nin eserlerinden yapılan
alıntıların İngilizce çevirileri mevcuttur. Bu çeviride bu bölümlerin tekrar Türkçeye çevrilmesi gerekli görülmemiştir.
536 Andreas Tietze
diyerek zihnimizdeki tarihsel kavramları oluşturduğumuz kavramdır, ve
öte yandan, bir sanatkârın veya müellifin kendi şahsi mizacının, zevkinin
ve yeteneklerinin ifadeleridir. Öyleyse, ortak üslup ya da dönem üslubu
ile şahsi üslubu birbirinden ayırabiliriz. İlerleyen sayfalarda, ben, mensur eserlerinden yola çıkarak bir klasik dönem Osmanlı müellifinin şahsi üslubunu tanımlamaya çalışacağım. Fakat, müellifin üslubunda şahsi
olanın ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle dönemin üslup özelliklerinin ne olduğuna bakmamız gerekir.
İncelediğim müellif Gelibolulu Mustafa Âlî’dir (1541-1600).3 Gelibolulu Âlî, hem nazımda hem de nesirde oldukça üretken bir yazardır.
Notlarım müellifin şu mensur eserlerinden alınmıştır (yazmaların künyeleri parantez içinde belirtilmiştir):
HK4
Ḥālātü’l-Ḳāhire mine’l-‘Ādāti’z-Ẓāhire, Kahire hakkında bir eser, telif tarihi 1599 (Fatih 5427, vr. 36b – 66a).
MA
Maḥāsinü’l-Ādāb, bir nasihatü’l-mülûk, telif tarihi 1596
(Nuruosmaniye 4224).
MN
Mevā‘idü’n-Nefā’is fī Ḳavā‘idü’l-Mecālis, bir nasihatnâme, telif tarihi 1599 (Bir giriş yazısı ile birlikte M.
C. Baysun tarafından faksimile olarak yayımlanmıştır,
İstanbul, 1956).
NS
Nuṣḥatu’s-Selāṭīn, devrin siyasi sorunları hakkında bir
eser, telif tarihi 1580 (Hüsrev Paşa 311).
KM
Ḳavā‘idü’l-Mecālis, bir âdâb-ı muâşeret kitabı, telif tarihi 1587 (Reşit Efendi 1446, vr. 119b – 142a).
İnşâ
Devrin değerleriyle ilişkilendirildiğinde, Âlî’nin üslubu, kuru ve sadece olan biteni aktaran düz bir anlatımdan işlene işlene gelişmiş en üst
seviyedeki süslü inşâya uzanan bir ölçekte değişkenlik gösterir. Bazı
3
Bkz. Encyclopaedia of Islam (1960)², s. 380.
4
Bu makale basım aşamasındayken Ḥālātü’l-Ḳāhire’nin bir neşri yayımlanmıştır: A.
Tietze, Mustafa ‘Āli’s Description of Cairo of 1599, Wien, 1975 (=Österreichische
Akademie der Wissenschaften, phil.-hist. Klasse, Denkschriften 120).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 537
eserlerinde bu iki üsluptan birincisi ağır basarken bazılarında ise diğeri
ağır basar. Âlî bizzat kendisi inşâdaki ustalığıyla övünür. Bir defasında
Âlî, Lala Mustafa Paşa’nın Safavilere karşı çıktığı seferde münşisi olarak kendisine eşlik etmiştir; görevi paşanın zaferlerini saraya süslü mektuplarla duyurmaktır. Gerçekten de Âlî bu sanatta ustadır; nesrini çokça
yapısal unsurla zenginleştirirken onu boş sözler okyanusunda boğmaz.
Bu iddiamı bir örnekle, Âlî’nin eserlerinin birinden neredeyse rastgele seçilmiş, olay anlatımına dayalı bir bölüm ile açıklayayım. Bu bölüm
kadılık kurumundaki birtakım yanlış uygulamaları örneklendiren kısa bir
hikâye aktarmaktadır (NS, vr. 65a): “Daha tuhaf bir durum da şöyledir:
Sözüne itimat edilir bir dostun şahitliğine ve onun kendi gözlemlerine
dayanan rivayetine göre, Halep vilayetinin Sermin kazasından doğru
sözlü bir insan borçlu bir müşterisini mahkemeye getirdi ve hakkı olan
10 şâhîyi istedi. Verecekli ücreti inkâr edemeyerek borcu kabul etti ve
böylece alacaklının davası ispatlandı...”
Çeviride görüldüğü üzere, paragrafta gösterişli bir dil yoktur, bir gözlemcinin bir düşünceyi ifade etmek için kullandığı sıradan bir dille yazılmış düz bir olay anlatımı vardır ve Âlî’nin nesrindeki belagat süsleri
yoktur. Şimdi de metnin Türkçesine bakalım. Sayfadaki yazılış biçimi
aracılığıyla metindeki yapısal unsurları göstermeye çalışacağım:
Ve bundan ağreb
bir ḳażıye bū’l-‘aceb
daḫı budur-ki
aṣdiḳādan bir ṣādiḳu’l-ḳavluñ şehādeti
ve ‘ilmi müte‘alliḳ olduğı üzre rivāyet u ḥikāyeti
üzre
Ḥaleb tevābi‘inden Sermīn ḳażāsında bir şaḫṣ-i rāst-güftār
bir medyūnını maḥkemeye iḥżār
idüb
on şāhī miḳdārı
haḳḳ-ı şer‘īsine ṭālib olur
ve medyūn-i meẕkūruñ inkāra mecāli olmayub
i‘tirāfı ile müdde‘āsı sübūt bulur.
Tek bir cümle içinde ifade edilen bu parçanın verdiği genel izlenim,
538 Andreas Tietze
çeşitli uzunluklardaki alt bölümler ile, ve, ilk kafiye dizisinden sonra gelen “daḫı budur ki” veya ikinci kafiye dizisinden sonra gelen “üzre” kelimelerinde olduğu gibi “hafif” bağlaçlar veya ilaveler diyebileceğimiz
araya serpiştirilmiş unsurlar ile şekillenen gelişigüzellik izlenimidir. Bu
gelişigüzel ve olaya dayalı anlatımın ardında metnin dili çeşitli yapısal
araçlar aracılığıyla göze batmaksızın biçimlendirilmektedir. Bu araçların içinde en önemlisi satırları oluşturmamızı sağlayan kafiyeli nesirdir
(seci‘). Kafiyeli yerler şunlardır: ağreb/bū’l-‘aceb, şehādeti/ḥikāyeti,
rāst-güftār/iḥżār/miḳdār(ı), idüb/olmayub, olur/bulur. Metinde ayrıca, iç
kafiye (rivāyet/ḥikāyet[i]), ilk seste benzerlik (medyūn/mezkūr), iştikak
(aṣdiḳā/ṣādiḳ) ve uzak ses benzerliği (mezkūr/inkār) de vardır. Bütün
bunların hepsi, hiçbir şekilde bir üslup ustalığı sergilemeyen tek bir cümlenin içindedir. Bu cümle, sanatında usta olan Âlî’nin, kendi düşüncelerini bozmadan ifade ederken döneminin zevkini de izlediğini göstermek
için alıntılanmıştır.
İnşâ üslubunun özelliklerini belirleyen genel unsurlar nelerdir?
Kafiye ve Ritim
Öncelikle, hem cümlenin bölümlere ayrılmasıyla oluşan hem de bu
bölümlerin içinde yer alan bir ritim vardır. Bu bölümlemeleri oluşturan
en yaygın etmen cümlenin iki (ya da daha fazla) parçasında görülen benzerliklerdir. Bu parçalar dalgalar hâlinde ortaya çıkar, asla kendi başlarına değillerdir ve her zaman ikinci, bazen de daha fazla dalgayla beraber
gelirler. Örneğin müellifimiz sultanın atalarından şu şekilde bahseder:
“ābā-yı kirām” ifadesi gözüne yalnız görünmüş olacak ki bunun yanına
“ecdād-ı ‘iẓām”’ı da ekler (NS, vr. 24). Buna benzer ifadeler ne kadar ayrıntılandırılırsa bölümün ritmik gücü de o kadar artar: “muvāfıḳ-ı ‘aḳl-ı
kāmil ve muṭābıḳ-ı re’y-i şāmil” (NS, vr. 97a) ifadesinde oldušu gibi, ritmin dżžżnda (kāmil/şāmil) hem biçim (benzer hece düzeni, benzer vurgu
yapısı ve kısa ve uzun ünlülerin benzer dizilimi) hem de anlam (muvāfıḳ
ve muṭābıḳ ile ‘aḳl ve re’y eş anlamlılardır ve kāmil ile žāmil yakın anlamlıdır) açısından tam bir benzerlik vardır.
Bölümlerin uzunluk farklılıklarını hâlihazırda belirttik. Fakat, tekdüzeliği kırmak ve sabit yapıyı hareketlendirmek için kullanılan bu yöntem
tamamen gelişigüzel değildir; bu yöntem de bir kalıbı takip eder. Genel-
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 539
likle ikinci (ya da son) bölüm uzun uzadıya devam eden bir yankı gibi
uzatılır. Şu örnekte olduğu gibi sadece bir hece farklılığı olabilir:
ẓāhirü’n-niẓām ve bāhirü’l-intiẓām (NS, vr. 67b)
veya
hedm-i erkān-i naṣfet ve ketm-i bünyān-i ma‘delet (NS, vr. 24b)
fakat çoğu zaman bu fark ritmi bozar ve benzer yapıya bir ayak daha
ekleyerek kafiyeyi öteler:
nūş-i şarāb ve gūş-i çeng u rebāb (NS, vr. 39b)
veya
selāṭīn-i eslāf ve ḫavāḳīn-i Sikender-muṣāff (NS, vr. 24b)
Türkülerden farklı olarak inşâda ritim tekrarlar ile sağlanmaz; her
zaman benzer ifadeler aranır, fakat aynı kelimelerin tekrarından mutlak
surette kaçınılır. Müellifin söz dağarcığındaki kelimeler tıpkı Nuh’un gemisine sıra sıra giren hayvanlar gibi çiftler halinde boy gösterir. Tıpkı
yukarıda alıntıladığımız cümledeki “ağreb/bū’l-‘aceb” ve “rivāyet/ḥikāyet” örnekleri gibi. Bazen ise, yukarıdaki “niẓām/intiẓām” örneğinde olduğu gibi, benzer ifadeler aynı Arapça kökün farklı türevleridir. Farklı
bir örnek ise şöyledir:
Bu ḳanda ḳaldı-ki selātīn-i zamān mu‘āvenet-i ‘uḳalādan müstağnī olalar ve ḫavāḳīn-i evān gendü tedbīrleriyle iktifā idüb muẓāheret-i buleğādan istiğnā ṣūretin
göstereler? (NS, vr. 37b)
Burada önce “müstağnī olalar” ifadesi kullanılmış, daha sonra da “istiğnā ṣūretin göstereler” denmiştir. Çoğu durumda iki ifadeden bir tanesi
Türkçe diğeri ise Arapça bir kelimedir (ör. ekl et-/ye-, NS, vr. 52a) ya da
Farsça kökenlidir (ör. geç-/ güzer buyur-, NS, vr. 25a).
Buraya kadar alıntılanan örneklerin çoğu kafiyeli çiftlerdir. Fakat,
çoklu kafiye de az değildir ve genellikle kafiyeli dizi müellif yeni bir
kafiyeye geçene kadar metinde salınmaya devam eder. Burada sadece bir
tane örnek vereceğim:
540 Andreas Tietze
Felā-cerem
ger pīş u ger kem
anuñ baḫtına ferāhem
olan
dīnār u dirhem
fevā’id defterlerine mürtesem
olduḳdan soñra
(NS, vr. 99a)
İç Kafiye
Cümleyi küçük parçalara bölen kafiyeden başka bir de zengin bir iç
kafiye vardır. Burada çeşitli yapılardan bahsedebiliriz. Bu yapılardan bazıları müellifin kendiliğinden şekillenmiş yaratımları iken, diğerleri dilin
kullanım derinliklerinden gelir ve bu nedenle devrin yazarlarının ortak
malıdır. ‘Ve’ anlamına gelen Farsça ‘u’ kelimesiyle bağlanan, kafiyeli
ve aynı zamanda az çok eş anlamlı iki kelimeden oluşan yapılar inşânın
temel unsudur. Örneğin:
bāğ u rāğ (NS, vr. 57a)
bezm u rezm (NS, vr. 36a)
cibāl u tilāl (NS, vr. 19a)
kibār u siğār (NS, vr. 24b, 68b)
Son iki örnek ve aşağıdaki diğer örnekler aynı zamanda yapısal benzerlikler de gösterir. Bu durum çoğunlukla kalıcı, hatta bazen birbirinden
ayrılmaz ikilemelerle (hendiadyoin) iç içe geçmiştir; bu ikilemeler sözlüklerde bulunabilir. Örneğin:
ḫadem u ḥaşem (NS, vr. 38a)
iṣyān u tuğyān (NS, vr. 50a)
kerr u ferr (NS, vr. 88b)
re‘āya vu berāyā (NS, vr. 18b)
silāḥ u rimāḥ (NS, vr. 40b)
Bu örnekte ise, kelimelerinin anlamca ilişkili, kafiyeli ve benzer yapıda olmasının yanında kelimelerdeki harflerin yer değiştirmesiyle bir
anagram oluşturan bir çift de görüyoruz:
imhāl u ihmāl (NS, vr. 24a)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 541
Zarflardan bir örnek:
kirāren ve mirāren (NS, vr. 80a)
Kendiliğinden şekillenmiş isim çiftlerinden örnekler:
şarāb u kebāb (NS, vr. 6b)
ṭa‘n u la‘n (NS, vr. 41a)
Kafiyeli kelimelerde çoğunlukla yapısal bir benzerlik vardır, şu örneklerde olduğu gibi:
‘avāyid u fevāyid (NS, vr. 39a)
murāfaḳat u muvāfaḳat (NS, vr. 106a)
zemmām u nemmām (NS, vr. 41a)
Sıfatlardan bir örnek:
ebyen u mu‘ayyen (NS, vr. 106a)
Çoklu kafiyeye bir örnek:
bunca eşḳāl eḥmāl ve ḥammāl ve yaluñuz üc yüz nefer miḳdārı cemmāl (NS, vr. 99a)
Bu eş güdümlü ikili yapıların dışında iç kafiye, ana yapı altındaki
küçük dizilerde, özellikle Farsça izafetler içeren yapılarda da bulunur.
Örneğin:
ẓurūf-i ḥurūfı neş’e-i şarāb-i inşādan ‘ārī (NS, vr. 34b)
Şem‘-i cem‘inüñ inṭıfāsı (NS, vr. 84b)
hemyānları hemvāre ‘aḳd-i naḳd-ile maḫtūm (NS, vr. 97a)
Nesne – yüklem ilişkisine bir örnek:
tezvīci tervīc olunub (NS, vr. 15b)
İç kafiye, ses tekrarları ve yapısal benzerlikler ile zenginleştirilebilir,
örneğin,
ṣunūf-ı ṣufūfı (NS, vr. 34b)
542 Andreas Tietze
ya da kafiyeyi oluşturan kelimelerin genişletilmesiyle zenginleştirilebilir, örneğin,
kān-i imkān (NS, vr. 29a) veya
ittifāḳ-i nifāḳ-ile (NS, vr. 68b).
En yaygın olanı ‘isim + sıfat’ yapısıyla oluşturulan Farsça izafetlerdeki iç kafiyedir. Buradaki iç kafiye genellikle, yapısal benzerlik, ses
tekrarı, çoklu kafiye, ikinci öğenin uzatılması, vb. diğer zenginleştirici
unsurlarla birleştirilir.
cā’ize-i fā’ize (NS, vr. 14b)
ağniyā-i ağbiyā (NS, vr. 44a, 97a)
cevāb-i bā-sevāb (NS, vr. 5b, 7a, 10a)
durūğ-i bi-furūğ (NS, vr. 82a, 101a)
dīn-ü mübīn (NS, vr. 38a)
sāl-i ḫuceste-fāl (NS, vr. 17b)
deşne-i dil-teşne (NS, vr. 34b)
duḫter-i bülend-aḫter (NS, vr. 15b)
vezīr-i müşīr-i bī-naẓīr (NS, vr. 11b)
‘asker-i ẓafer-rehber (NS, vr. 97a)
Aliterasyon (Ses Tekrarı)
İç son kafiyelerde olduğu gibi ses tekrarlarının kullanımında da müellif, devrinin işlenmiş nesrinde sıkça kullanılan, genellikle bir ikileme (hendiadyoin) oluşturacak derecede yakın anlamlar içeren, mevcut ikili ifadeler birikiminden yararlanabilir, ya da, ses tekrarlarından oluşan kendi ikili
gruplarını yaratabilir. Öte yandan, çeşitli sözdizimsel yapılar da vardır.
Eş güdümlü isim yapılarından örnekler:
cāh u celāl (NS, vr. 15b)
cevr u cefā (NS, vr. 51a)
ceng u cidāl
dīn u devlet (NS, vr. 8a)
dīnār u dirhem (NS, vr. 19b)
faḳr u fāḳa (NS, vr. 25b)
fitne vu fesād (NS, vr. 19b)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 543
hevā vu heves (NS, vr. 39b)
ḥifẓ u ḥirāset (NS, vr. 18a)
māl u menāl (NS, vr. 98a)
mihr u māh
mülk u millet (NS, vr. 25b)
murād u merām (NS, vr. 88b)
naḳş u nigār (NS, vr. 13a)
ṭarḥ u ṭard (NS, vr. 27b, 32b, 101a)
yarağ u yat (NS, vr. 38b)
zīb u zīver (NS, vr. 102a)
‘İsim + sıfat’ birlikteliğiyle oluşan Farsça izafet yapılarından örnekler:
gürg-i güresne (NS, vr. 95b)
ḥākim-i ḥāẓiḳ (NS, 67b)
rūz-i rūşen (NS, vr. 67b)
vārise-i vāḥidesi (NS, vr. 15b)
‘İsim + isim’ birlikteliğiyle oluşan Farsça izafet yapılarından örnekler:
deryā-yı düyūn (NS, vr. 57a)
ribḳa-i rıḳīyet (NS, vr. 56b)
riyāḥ-i riḥlet-ile (NS, vr. 18b)
şiddet-i şitā (NS, vr. 94b, kenarda)
selāṭīn-i selef (NS, vr. 66a)
Farsça sıfat tamlamasına bir örnek:
ḫuceste-ḫaṣā’il (NS, vr. 63b)
Arapça ‘sıfat + isim’ tamlamasına bir örnek:
vācibü’l-vücūd (NS, vr. 26a)
Aşağıdaki şikayet mektubu örneğinde olduğu gibi bazen bütün bir
paragraf bu sanatla süslenir:
Beni Budun defterdārı Lālezār āteş-i ḫarḫar-ile ḫākister u ḫāksār ve
gülistān-i īma‘şetümi cevr u cefā-yile ḍopḍolu ḫār eyledi. (NS, vr. 56b)
544 Andreas Tietze
Eşseslilik
Ses tekrarı, yapısal benzerlik ve son kafiye ile varılan son nokta bütün
bir eşsesliliktir. Eşsesli kelimeler, müellifin her biri için büyük bir şevkle
bir yer hazırlayarak nesrini süslediği mücevherler gibidirler, fakat bazen
müellif bu kelimeleri nesre uydurabilmek için bir düşünceyi ya da bir
hayali değiştirmek zorunda kalabilir. Örneğin:
el:
eller elinde (NS, vr. 7b)
mihr:
mihr-i bī-mihr (NS, vr. 111b)
raḥm:
raḥm-i bī-raḥm-i māder (NS, vr. 109a)
‘ayn:
‘ayn-i ‘ayn-i mükedder (NS, vr. 18a)
ḳażā:
ḳażāsı ḫalḳ-i ‘āleme bir nāgehānī ḳażā (NS, vr. 64b)
ḳābile:
ḳābile-i nā-ḳābile (NS, vr. 109a)
ḳūt - ḳutı:
ḳūt-ı cān gibi birer kutı ğāżīler ḥelvāsı (NS, vr. 90b)
dīvān:
dīvān-ı Süleymāna rām olan dīvān (NS, vr. 22b)
dīvāne-dīvāna: mezbūre dīvāne dīvāna geldi (NS, vr. 72b)
yara-yārāyī: yarasına yārāyī (MA, vr. 106b)
ters:
ol ters içün ters u bīm peydā ḳıldı (MA, vr. 14b)
araluḳ-naẓm ārāluḳ: bu araluḳda naẓm-ārāluḳ (NS, vr. 114a)
ḥādise:
ḥādise-i şehvet ile ḥādiselerine göre
(HK, vr. 47b – 48a)
tīmār:
ma‘zūllere tīmār ve dirlüksüz ḳalan ḫaste-ḥallerüñ
derdine tīmār (NS, vr. 69b)
Bazen ise eşseslilik, ilerleyen örneklerde görüleceği üzere, sadece ima edilir:
esrār:
ibtilā-yi berş-ile esrār kitābetinde ‘arż-i baṣiret u
intibāh iderek (NS, vr. 79a)
ḫavāṣṣ:
ḫavāṣṣ-ı humāyūnı ‘avamm-ı gūnāgūn çegneyüb
(MA, ms. Vat. Turco 267, vr. 53b)
Eşyazım
Arap alfabesinde yazılışları aynı olan iki kelimenin telaffuzları farklı
olabilir, eşyazım eşseslilikten bir kademe aşağıda kabul edilir. Örneğin:
yılan – yalan: yılan gibi egrilüge ḫilāf-i vāḳi‘ tatlu tatlu yalanlar
(NS, vr. 32a)
mürd – merd: mürd olan na-merd (NS, vr. 107a, kenarda)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 545
beg – beñ: livā-yı mesfūra mutaṣarrif olan beg çehre-i devletbehre-i mülūke bir şāhāne beñ mesābesinde tutulurken
(NS, vr. 58b)
sūḳ - sevḳ: ahālī-yi sūḳı tarīḳ-i ḥāḳḳa sevḳıla (NS, vr. 68b)
ḳūt - ḳuvvet: ḳūt-i ḳuvvet-i ṣigār u kibār (NS, vr. 100a)
kūr – gūr: ardlarınca ba‘ż-ı kūrlarıŋ tā gūra varınca yelüb
yüpürmeleri (HK, vr. 47a)
nevr – nūr: nevr-i pür nūr (NS, vr. 68a)
server – sürūr: server-i ṣāḥib-sürūr (NS, vr. 38b)
Mıṣr - muṣırr: evvelki Mıṣruñ hemān adı ḳalduğına ‘uḳalā muṣırr
olmışlar (HK, vr. 37a)
kelbüñ – kelebek: ol kelbüñ yüregine yapışmış bir kelebek
(NS, vr. 106a, kenarda)
Yazılışları Yakın Kelimeler
Bazen Arap harfleri ile yazılan iki kelime arasındaki fark sadece sesi
değiştirmeye yarayan bir noktadan kaynaklanır. Neredeyse aynı görünen
bu yazımlar, yazılışları yakın kelimeleri diğer bir üslup aracı olarak kullanacak olan müellifin dikkatinden kaçmaz. Örneğin:
ḳarār ( – )قرارfirār ()فرار: ḳarārı firāra tebdīl ḳılalar (NS, vr. 56b)
ḫasāret ( – )خسارتcesāret ()جسارت: ‘ummāluñ ḫasāretine cesāretleri (NS,
vr. 33b)
ḫefā ( – )خفاcefā ()جفا: ḫefā-yı perde-i cefāda (NS, vr. 108b)
kinf ( – )كنفkitf ()كتف: kinf-i ḫidmetlerinde ve kitf-i ḥimāyetlerinde
olan süfehā (NS, vr. 72b)
üştür ( – )اشترester ()استر: üştür ü ester ḳiṭārları (NS, vr. 81b)
İştikak
Osmanlı müellifleri, ve tabii ki onların okurları, Arapça kelimelerin
köklerinin bilincindeydiler; bu nedenle aynı kökten türemiş farklı kelimeler onların karşısında güçlü bağlarla bağlanmış olarak durmaktaydı.
Bu bağlar da inşâ için bir sanat aracı olarak kullanılabiliyordu.
Birbiriyle ilişkili kelime çiftlerinden örnekler:
niẓām u intiẓām (NS, vr. 97b)
‘arż-ı ḳudret u iḳtidārdan ḫālī olmazlar (NS, vr. 66b)
546 Andreas Tietze
‘İsim + isim’ birlikteliğiyle oluşan Farsça izafet yapılarından örnekler:
ẓulmet-i ẓulm u sitem (NS, vr. 6a)
ifāde-i fevā’id-i bedī‘ u beyānda (NS, vr. 26a)
‘Sıfat + isim’ birlikteliğiyle oluşan Farsça izafet yapılarından örnekler:
ma‘lūm- i ‘ālemīyān (NS, vr. 38a)
mālik-i mülk-i cihān (NS, vr. 42b)
‘İsim + sıfat’ birlikteliğiyle oluşan Farsça izafet yapılarından örnekler:
rütbe-i rātibe (NS, vr. 34a, 37a)
şecā‘ati verā’-i setr-i setīrde idi (NS, vr. 36a)
vech-i vecīhi budur (NS, vr. 66b)
‘ummāl-i bed-a‘māl (NS, vr. 54a, 104b)
ṭa‘n-i ṭā‘ūn-ile mecrūḥ olub (NS, vr. 22b)
Diğer yapılardan örnekler:
cāyize-i mezbūreyi cā‘iz görmedi (NS, vr. 14a)
ḥaml-i saḳīle taḥammül idemeyüb (NS, vr. 94b, kenarda)
ağnām sürisi gibi re‘āyādan iğtinām (NS, vr. 52a)
ḥarf oḳumayan ehl-i ḥiref (NS, vr. 64a)
ḳallāblaruñ ḳullāb-ı tezvīrine giriftār olmağıla (NS, vr. 68a)
cümle mā-melekleri bir Mıṣr ḥaṣīr [ı] ile bir iḥrāma münḥaṣırdur
(HK, vr. 53b)
Üçlü zincirden oluşan örnekler:
maḥrem-i ḥarem-i muḥterem olan bī-zebānlar gibi (NS, vr. 8a)
şems-i müstenīrden enver u münevverdür (NS, vr. 67b)
ḳużāt-i ḳażā-iḳtiżā (NS, vr. 53b)
süveydāda sevdā-i sevād-i te’līf (NS, vr. 114b)
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 547
Zayıf Ses İlişkisi
Bu bölümde, kendi başlarına tam anlamıyla kafiye ya da ses tekrarı
olarak tanımlanamayan, eşseslilik, eşyazım ya da iştikak sanatı özellikleri de göstermeyen yapılardan örnekler vereceğiz.
Kısmî benzerlikler içeren bazı örnekler:
zemīn u zemān (NS, vr. 38a)
nāme-i nāmī (NS, vr. 64a)
nefrīn-i nefret-resān (NS, vr. 44b)
ayu gibi ayalarını ve avuçlarını su-yile ḍoldurub içerler (HK, vr. 48a)
Bir unsurun diğerini tamamen içerdiği kısmî benzerliklere örnekler:
ḥuṣūl-i merām-i enām anlaruñ enāmilinde (NS, vr. 35a)
pīrī nām pīr (NS, vr. 35b)
inşā vu imlāsına lā denilmeye (NS, vr. 34a)
lāşe-i lā-şey gibi (NS, vr. 81b)
rezminde şīrāne ve bezminde Ardeşīrāne geçine gelmişdür
(NS, vr. 39a)
Arapçanın ses sistemine özgü özelliklerin bazıları, ve daha az oranda olsa da Farsçanın ses sistemine özgü bazı özellikler, Osmanlıcanın
içinde yok olmuşlar ya da en azından zayıflamışlardır. Bu nedenle, farklı
köklerden gelen ödünçleme sözcükler eşsesli veya birbiriyle yakından
ilişkili ikili çiftler oluşturacak şekilde kullanılabilirler. Bu durumu ses
benzerliği olarak belirtebiliriz.
Uzun ve Kısa Ünlüler:
gāh bāğların bellemege bel bağlayuraḳ ve gāh dağlar etegindeki çayırların çapaladuḳça te’essüf-ile ciger ḍağlayuraḳ
(NS, vr. 40a)
Uzun ve kısa ünsüzler:
ekseri debe, ḫuṣyeteynleri bir ḍopḍolu debbe (HK, vr. 47b)
548 Andreas Tietze
Vurgulu ve vurgusuz ünsüzler:
simṭ-i şu‘ūr u semt-i ẓuhūra geldi (NS, vr. 36a)
esveb u aṣvabdur (NS, vr. 97b)
ol üc ehrāma iḥrām yerine dībālar geyürdi (HK, vr. 41a)
Diğer ses benzerlikleri:
küsūr u ḳuṣūr-i i‘tibārına göre (NS, vr. 68b)
‘avāriż cem‘inde ḳul nāmına gelen ğūl ise (NS, vr. 95b)
saṭr-ı ṣaṭrı (NS, vr. 67a)
Aralarında sahte kök ilişkisi kurulan benzer sesli kelime çiftlerinden
örnekler:
ḳiṭār ḳiṭār ḳatırları (NS, vr. 77a)
medār-ı müdārāda pergār gibi devvār (NS, vr. 72a)
ḳal‘e-i Ḳars ta‘mīrine me’mūr (NS, vr. 75b)
ḥāllerine münāsib menāṣıb-ıla iltifāt (NS, vr. 49a)
‘azl ibtilāsı İblīse maḥṣūṣ bir belādur (NS, vr. 51a)
inşirāḥ-ı ḫavāṣṣ u ‘avāmm mānend-i şühūr u a‘vām mürtebaṭu’l-eyyām ola (NS, vr. 39a)
kān-i kevn u mekānuñ dühne-i rāyiḥası (NS, vr 38a)
keyyisler gibi herkesün kīsesine duḫūl idüb (NS, vr. 67a)
Tematik İlişki
Çeşitli biçimsel ilişkilerin yanında, müellif ayrıca, ve hatta sıklıkla,
tematik ilişkiler de kurar. Bu çok sık rastlanan bir durum olduğu için
burada sadece birkaç örnekle yetineceğim.
“El uzat-” ifadesinin aynı zamanda ‘çalmak’ anlamı da vardır. Gelibolulu Âlî anlam çokluğundan kaynaklı bu belirsizliği şu şekilde kullanır:
mūzeleri sariḳasına el uzatdı (NS, vr. 55a)
Aynı sayfada “yüz yu-” ifadesi ile de karşılaşıyoruz, ‘yüzünü yıkamak’ anlamına gelen bu ifade Mecazî olarak ‘kendini değerli göstermek’
anlamına da gelir:
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 549
Şarab içmeden ḳurtulub ābdest-i ‘ibādete yüz yumadı (NS, vr. 50a)
“El yu-” ifadesinin Mecazî olarak ‘vazgeçmek’ anlamı da vardır:
āb-i ḥayāt-ise de ser-çeşme-i ḥayātlarından el yuyub (NS, vr. 7a – 7b)
Yine aynı sayfada, sultanın vezirlerinden onun ‘eli’ (ṭutar eli) olmaları ve bilhassa sultan adına iyiliklerde bulunup insanlara yardım etmeleri
istenir:
pāyimāl olan fuḳarāyı ayaḳlandıralar ve eller elinde müşevveşü’l-ahvāl gördükleri żu‘afāya destgīr olalar
(NS, vr. 7b)
‘Danışmanlar’ anlamına gelen “nuẓẓār” kelimesinin sözlük anlamı
‘görenler’dir. Aşağıdaki örnek bu anlama dayanmaktadır:
nuẓẓār nāmına olan kör olacaḳlaruñ göz göre ḫiyānete... müdavemet
ile (NS, 92a)
Tematik ilişki çoğunlukla zıtlık ilişkileri kurar, şu örneklerde olduğu
gibi:
iḥyā: ‘can vermek’, ayrıca ‘mutlu etmek’:
eger ölmese Āṣaf-i dehrüñ livā-i mülk-ārā ile iḥyāsına himmeti (NS,
vr. 128a)
mevtā mülāzemeti nāmiyle ḥayāt bulub (NS, vr. 64a)
Tematik ilişki bazen oldukça dolaylı bir şekilde karşımıza çıkar. Örneğin, Osmanlıca ‘dem’ kelimesi Farsçada ‘nefes’ ve ‘an’ anlamlarına
gelirken, Arapçada ‘kan’ anlamına gelen bir kelimedir. ‘Her zaman’ anlamında kullanılan Farsça ‘dem-ā-dem’ ifadesinin sözlük anlamı ‘anbean’dır. Şu örnek bize kelimenin ‘kan’ anlamını da düşündürmektedir:
demādem ḳılıcından ḳan ḍamlayan mücāhidler (HK, vr. 55a)
550 Andreas Tietze
Benzer şekilde, Osmanlıca ‘sevdā’ kelimesi de genellikle Arapçadaki
anlamları olan ‘tutku, arzu’ anlamlarına gelirken, aynı zamanda Farsçadaki anlamları olan ‘ticaret, alışveriş’ anlamlarını da içerebilir. Örneğin:
dihḳān gibi çift çıbuḳ hevāsına ve bāzergān misāli ticāret sevdāsına döşene (NS, vr. 38b)
Gelibolulu Âlî’nin Şahsi Üslubu
İnşâ üslubu hakkındaki bu genel bilgilerden sonra, Gelibolulu Âlî’nin
inşâyı nasıl kullandığına dair eserlerinden verdiğimiz örneklerle birlikte,
şimdi Âlî’nin eserlerinde kendine özgü bir ifade olup olmadığını sorabiliriz. İnşâ üslubunun dönemin eğitimli kesimi için, özellikle de yazarlığı meslek edinenler için, sıradan bir araç olduğu aşikardir. Mevcut inşâ
üslubunun içindeki şahsi başarı ancak, bir müellifin var olanı ne kadar
iyi taklit edebildiği ve zihnindeki örnekleri ne dereceye kadar aşıp geçebildiği ile ilgilidir.
Her şeye rağmen, kanımca, Gelibolulu Âlî’nin eserlerinde genel inşâ
üslubuna ait unsurların ötesinde şahsi bir üsluptan bahsetmek mümkündür. Öngörülerim doğrultusunda bu şahsi üslubu, klasik Osmanlı dönemi eserlerinde görülen işlenmiş yapaylığa bir zıtlık teşkil eden doğrudan
açık bir söyleyiş ve etkili söz söyleme olarak tanımlayabilirim. Bu özellik iki ayrı konuda örneklendirilebilir.
Atasözlerinin ve Meşhur Deyimlerin Kullanımı
Bir eserinde Gelibolulu Âlî, eğitimli insanları sohbetlerine görgüsüzleri dâhil etmemeleri konusunda uyarır; aksi hâlde bu sohbet kendileri için
bir azaba dönüşecektir. Öte yandan, Âlî, üç sınıftan insanın dostluğunu
tavsiye eder, bunlar, dervişlerin önde gelenleri, âlimler, ve üçüncü olarak:
şehr oğlanınuñ ẕihni ḳavīm ve ṭab‘ı müstaḳīm olan
sevādḫˇānlarınuñ ḫoş-fehm-i a‘ḳalidür, zīrāki anlaruñ
zebān-ı vuḳū‘ı ṣanāyi‘-i bedī‘u beyāndan ḫālī degüldür ve rūzmerre muṣāḥebetleri şüyū‘-i semt-i nezāket u
ẓarāfetüñ aḳvāl-i bī-me’āli degüldür (MN, s. 225).
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 551
Daha sonra Âlî, çeşitli sanat unsurlarının insan dilinde mevcut olduğunu, fakat konuşanın bunların farkında olmadığını söyler. Bu durum,
Molière’in Le bourgeois gentilhomme adlı eserindeki Monsieur Jourdain’in, bütün hayatı boyunca nesir dilini konuştuğunu fark edip şaşırmasından farklı bir durum değildir.
Her ne kadar yukarıda alıntılanmış olan bölümde ne denmek istendiği
tam anlamıyla açık değilse de, bu bölümün müellifin halk dilini dikkatle
incelediğine ve bu dilin belirli özelliklerini beğendiğine dair bir ima içerdiği kesindir. Bu gözlemimiz, kendisinin yazdığı mensur eserlerde çokça
yerel ifadeye ve atasözüne yer vermesine dayanmaktadır. Belli başlı örnekler aşağıda listelenmiştir:
güneşi balçuğ-ıla setr idüb mizācgīrlük eylerin (NS, vr. 31a)
‘güneşi balçıkla sıvamak’ deyimi.
şaḫs-ı mezbūr kelīminden ṭaşra ayaḳ uzadurdı (MA, vr. 28a)
(bu ifadenin daha yaygın biçimi ‘ayağını yorganına göre uzatmak’tır. )
Konuk ağırlarken yapılan israfı eleştirdiği bir bölümde Âlî şöyle der:
Ni‘met oldur-ki az ola ve öz ola. (KM, vr. 137b)
Bu özdeyişin günümüzdeki biçimi ‘Az olsun, öz olsun’dur.
biñ baş bir pula satılan derbendlerde (NS, vr. 94a)
ifadesi ise insan hayatının bir pul kadar bile değerinin
olmadığı tehlikeli yerlerin güzel bir tasviridir.
Maaşını ıvır zıvır şeylere harcayıp görevi ile ilgili konularda gereçlerini ödünç almak zorunda alan sipahileri tasvir ederken Âlî şu kelimeleri
kullanır:
kiminden silāḥ u at ve kiminden yarağ u yat cem‘idüb ellerden
alduğı ālet-ile gerdege gire (NS, vr. 38b).
552 Andreas Tietze
Burada bahsedilen savaş önceki satırlarda ‘gelin’ kelimesi ile ifade
edilmiştir ve ‘ālet’ kelimesi erkek cinsel organı için sıklıkla kullanılan
bir örtmecedir. Bu ifade günümüzde de hâlâ kullanılmakta olan (her ne
kadar yaygın sözlüklerde yer almasa da) bir atasözünden alınmıştır: El
sikiyle gerdeğe girilmez.
Kısa bir şiirinde müellif güçlü hâmisine övgüler düzer: Eğer o aslan
(adı Gazanfer’dir ve Arapçada aslan anlamına gelir) onu himayese etmese, “itler gülerdi ḥālüme” (MA, vr. 3a). Bu deyim günümüzde hâlâ
yaşamaktadır (fakat ‘itler’ yerine ‘köpekler’ denmektedir).
“Kim oḳur, kim diñler?” (HK, 44b) dinleyen kimse olmadığını ima
eder.
Öte yandan, “bir söyleseñ iki diñle” (KM, vr. 132a, bir mısrada geçiyor) bugün ‘İki dinle, bir söyle!’ veya ‘Bir söyle, iki işit!’ diye bilinen
bir nasihattir.
“Varduğuñ yer ḳarağu-yısa sen-de bir gözüñ ḳıpa ṭut (NS, fol. 39b).
Kişiyi diğerleri gibi davranma konusunda uyaran bu atasözü 1480 yılına
ait bir derlemede şöyle karşımıza çıkar: “Varduğuñ yir kör-ise sen daḫı
gözüñ ḳıp” (V. İzbudak, Atalar Sözü, İstanbul, 1936, s. 17, no. 94).
Heyecanlı bir konuşmayı saçma bir sözle kesen kişiler hakkında Âlî,
iyi bilinen ‘pişmiş aşa soğuk su katmak’ deyimini kullanarak şöyle der:
“ḫāricden biri ortaluğa söz atar, gūyā-ki āb-i germe bir kāse so’uḳ su
ḳatar” (KM, vr. 132a).
“Ḍoğru söyleyenüñ dili kesilmek ve gördüm diyenüñ gözi çıḳarılmaḳ
mesel-i meşhūrdur” (NS, vr. 32b). Âlî bu atasözünün meşhur olduğunu
söylemektedir; ben bu atasözünün birebir aynısını bulamadım, fakat aynı
düşünceyi ifade eden benzer sözler mevcuttur.
Sultanlar düşmanlarını dikkatlice izlemeleri konusunda uyarılırlar ve
şu “meseldür: su uyur, düşmen uyumaz” (MA, vr. 36a).5
İktidarını kaybetmiş bir sultan şöyle yakınır: “devletüm kārḫānesinüñ
niẓāmı bozuldı; biñ işci, bir başcı mesel-i meşhūrı üzre leşkerümüñ serdārlarında ḫidmete liyāḳat bulunmadı” (MA, vr. 37a).
5
Çevirmenin notu: Atasözünün doğrusu ‘Sü uyur düşman uyumaz’dır. ‘Sü [ṣu]’ sözcüğü ‘asker, çeri, leşker’ anlamlarına gelir, bkz. Yeni Tarama Sözlüğü (Düzenleyen
Cem Dilçin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2009) s. 207. Atasözünün İngilizce çevirisinde su kelimesinin karşılığı olan ‘water’ kelimesi kullanılmıştır.
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 553
Yüklü bir hazine ele geçiren bir kumandan hakkında şöyle der: “ekserini Hürmüz āsitānesine gönderüb bir miḳdārını gendüsi ve tevābi‘i
mutaṣarrıf oldı. Ya‘nī-ki bal ṭutan barmağın yalar dirler miṣrā‘ı mażmūnı
bu māddede daḫı sübūt buldı” (MA, vr. 46a).
Gırtlağına kadar borca batmış olanlar sonu ne olursa olsun tefeciden
borç alırlar: “deryā-yı deyne müstağraḳ olmalarıyla zehrnāk yılan daḫı
bulurlarsa el uzadurlar” (NS, vr. 92a). Bu atasözü ‘Denize düşen yılana
sarılır’ şeklinde bilinmektedir.
Nesrin içine yerleştirdiği şiir biçimindeki hicivlerden bir tanesinde şu
mısrayı buluyoruz: “Meseldürür bu-ki zen seslü erde ḫayr olmaz” (NS,
vr. 86b). Bildiğim kadarıyla güncel derlemelerin hiçbirisinde böyle bir
atasözü yoktur. Acaba Âlî, kendi oluşturduğu sözlerin bir ‘atalar sözü’
olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor olabilir mi?
Karşılaştırmalar
Hiçbir öğe bize, müellifin karşılaştırma amaçlı kullandığı imgeler kadar onun şahsiyeti hakkında bilgi veremez. Bu alanda, şiirde gelişmiş ve
ayrıntılı bir şekilde kavramsallaştırılmış geleneksel bir sistem vardır,
nesirde ise müellif çok daha özgürdür. Âlî’nin gelenekteki benzetmeleri
nasıl kullandığı burada bizi ilgilendirmiyor, fakat kendisinin hayalî yaratımlarında kişisel üslubunun belirgin özelliklerini göreceğiz.
Eşyalarla Karşılaştırma:
Müellifimiz, hak etmeyen kişilere zenginler tarafından yapılan adaletsiz ve saçma bağışlardan kızarak bahseder. Öfkesini ifade etmek için
keskin imgeler arar:
Nā-ehle kitāb bağışlamaḳ ḳāzūrāta atmaḳdur ve muḥanneslere
ve zenlere yat u yarağ hibe ḳılmaḳ bir seyf-i mücevheri dibsüz ḳuyuya bıraḳmaḳdur. Keẕālik ‘ömrinde pōstīn geymeyenlere zirdavā
virmek ve ḳumral kürk-ile iftiḫār idenlere sammūr ve vaşaḳ ‘iṭā
itmek esb u estere dībā çul virmek ve hizümkeş olan ḫere pelengī-reng geydürmekdür. (KM, vr. 129b – 130a)
554 Andreas Tietze
Âlî, devlet kurumlarında eski düzenin terk edilmesinden, özellikle de
farklı kesimlerden gelenlerin yüksek mevkilere getirilmesinden oldukça
rahatsızdır. Devletin bir kargaşaya sürüklenmekte olduğuna dair uyarılarda bulunur:
ni‘met-i simāṭ-i devlet ‘āşūrā aşı gibi maḫlūṭ olmaḳ ve ‘işret-i
‘aşāyir-i mükemmel-ma‘īşet ḥāşā ḳusundı gibi müstekreh olub ḳarış murış bulunmaḳ bi-ż-żarūretin lāzım gelür (NS, vr. 53b).
Adi ve cahil kimsenin parlak yükselişinden bahsederken Âlî’nin kalemi yine acı zehir saçar:
‘ayn-i ‘ilmi gösterseler ışıḳlar keşküli sanurdı ve lām-ı cehli gösterüb ebdāller çevkānıdur diseler gerçeksüz deyü inanurdı
(NS, vr. 55a).
Başka bir yerde Âlî, plansız ve hazırlıksız seferlerde ölümcül dağ yollarında düşüncesizce emrindeki askerleri ve elindeki teçhizatı heba eden
komutanları acımasızca eleştirir (bu bölüm Alî’nin de katılmış olduğu
Kafkas seferinden bahsetmektedir):
Meselā şāhrāhı ḳoyub leşkeri girīvelere çekmeye ve benī
Ādem gibi heykel-i muḥteremi tuḫm-i şalğam gibi oğraduğı şöre
gilde ekmeye. (NS, vr. 73b)
Yerli yersiz konuşanlar hakkında: “degirmen çaḳuldağı gibi vaḳtlu
vaḳtsuz diline geleni söyleye” (MA, vr. 14a).
Büyük hanelerdeki hizmetkârlar hakkında: “olur olmaz ḫuṣūṣ içün
hengāme vü ğulū ve nefs atına binüb birbirleri ardınca atlu ḳaraca gibi
tek-ā-pū ḳılmazlar” (KM, vr. 128a).
Hayvanlarla Karşılaştırma:
Aç kurt bilinen bir imgedir, fakat manevi sohbetlerle ilgilenmeyen ve
doyumsuzca ziyafet sofrasına saldıran yüksek sınıfı anlatan bu sahnede
yeni bir gerçeklik boyutu kazanır:
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 555
Der ‘aḳab simāṭ çekilen maḥalle cān atub ni‘mete ḳoyuldılar.
Vallāhi’l-‘aẓīm anlar ḳurdlar gibi ḳapışu ḳapışu yediler ve ba‘ż-ı
erāzil-i nās kilāb ṣıfatinde çekişü çekişü simāṭa bir fenā virdiler-ki
bu ḥaḳīr baḳmış ḳalmışam (HK, vr. 52a).
Sık kullanılan diğer bir benzetme ise kıt akıllılar için kullanılan eşek
benzetmesidir. Âlî birisinden kolaylıkla iki bacaklı eşek olarak bahsedebilir. Fakat, devrinin memur atamalarını acımasızca eleştirirken bu
benzetmeyi yeni bir gerçeklik kazandıracak biçimde geliştirir: “Evāyil-i
devlet-i ‘Osmānīyede me’mūr-i kitābete öriden ṭutma ḫar-i dü-pālar virülmezdi” (MA, vr. 52b). Bu durumda, saray divanından “gölge ḥarāmīlerinüñ bir āyende evi” (a.g.e) olarak bahsedilmesi de şaşırtıcı değildir.
Ra‘īyet (Arapçada ‘otlaktaki hayvan sürüsü’ anlamına gelir, çoğulu
re‘āyā), yani savunmasız kullar, çoğunlukla koyun ile temsil edilir, fakat
müellifimiz onları ezenlere de, onlara tıpkı bir kurt gibi davranan mültezimlere de, koyunlara ait vasıfları atfeder:
şerāyiṭ-i iltizām-ile menāṣıb virüldügi taḳdīrce her biri ḳoyun
ṭuza segirdür gibi segirdür. Fe’ammā “kullukum rā‘in ve kullukum
mas’ūlu ‘an ra‘īyatihi” sırrından teğafül-ile gürg-i nāṣtā ṣıfatinde
tağallüb-ile re‘āyāyı gūsfend gibi begridürler (NS, vr. 57a – 57b).
İmkânsızı ifade etmenin bir yolu da bir hayvanın yaradılışına aykırı
hareket etmesini ummaktır:
Arnavud cinsinden edeb u vaḳār ummaḳ Ekrād-i nāpākdan ṣadāḳat ümīẕin ḳılmaḳ yumurda yumurdlarken feryād iden mākiyāna laḳırdı eyleme dimekdür ve daḫı ḫırsuza ḥarāmiye yalvarub
baña ḳıyma deyü söylemekdür (MN, s. 152).
İnsanlarla Karşılaştırma:
Bir yönetici, kullarına tıpkı bir dadının çocuklara baktığı gibi bakmalıdır: “dāyesi süt emer oğlancuğuñ ḫˇāb-i rāḥatin nice yoḳlarsa ol-daḫı
re‘āyāsınuñ refāhīyetini ol vech-ile tefaḥḥuṣ eyleye” (MA, vr. 49b). Burada
da mevcut imge geleneğin ötesine geçer ve bir samimiyet hissi uyandırır.
556 Andreas Tietze
Anlayışsız ve düşüncesiz bir insan istenmediği hâlde, tıpkı “sünnet
oğlanı yanında bir sağdic gibi” (MA, vr. 133b) sultanın yanında kalmayı
sürdürür ve indirilene kadar orada kalmaya devam edebilir.
Kalabalıklar Âlî’ye bir düğünü ya da bir hamamı hatırlatır. Tabii ki
aralarında farklar vardır. Bir düğün evinde kapı herkese açıktır: “dügün
evi gibi giren çıḳan belürsüz” (HK, vr. 51b). Benzer bir eleştiri şu beyitte
de karşımıza çıkar:
Herkese açuğ olan bāb hemān
Der-i ḥammāma döner, ey nādān (KM, vr. 122a)
Müellif, kalabalık cemiyetler karşısındaki hoşnutsuzluğunu başka bir
bölümde daha sert bir şekilde dile getirir:
meclis-i żiyāfetleri cem‘īyet-i sūr gibi kesret ve ecnās-i mütenevvi‘a ile maḥż-i siḳlet ve bölük bölük muṣāḥabet-ile germābe-i
zenān gibi izdiḥām-i pür-germīyet olub it issin bilmez, ağyār yārini farḳ itmez mesābesinde çoḳluḳ olmaya (KM, vr. 125a).
Bu alıntılananlar daha çok kendi hâlinde imgeler iken, Âlî’nin yüreğine dokunan ciddi ve hayati meseleler daha sert ifadelere yol açar.
Bunlardan bir tanesi, Âlî’nin üzülerek seyretmekte olduğu devlet yönetimindeki yaygın bozulmuşluktur. Kendi âmiri, bütün ilişkilerini çok
iyi bildiği Lala Mustafa Paşa, Kıbrıs seferine giderken bazı sahtekârları
emrinde görevlendirmiştir. Daha sonra ise, İran seferine çıkan ordunun
başındayken, Âlî’nin öfkeyle dile getirdiği gibi, karakterlerini çok iyi
bilmesine rağmen bu kimseleri yine beraberinde götürmüştür: “ḥāricde
misāli ‘avretünüñ fuḥṣına vāḳıf olan şevher-i bī-‘ār ki tekrār taḥt-i nikāhında ḍurmasın irtikāb u iḫtiyar eyleye” (NS, vr. 80a).
Cinsellik içeren motifler özellikle sert ifadeler için uygundur. Bir bölümde müellif erkekleri eşlerini gözetmeleri konusunda uyarır, aksi hâlde bu kimseler eşlerinin namuslu kalmalarını beklememelidirler:
Zīrāki ‘uḳalā müttefiḳlerdür-ki anları żabṭ etmeyüb yine gendülerden ‘iffet ummaḳ ẕekeri dāḫil-i ferc idüb şaḫīr u naḫīr-ile
Sinan Paşa ve Nesir Edebiyatı 557
ḥarekāt-i şeker-rīzden soñra saḳın inzāl olma deyü ḥuccet ḳomaḳ
gibidür (MN, s. 190).
Başka bir bölümde Âlî, sultanı ve ömründe yüklü miktarda bir parayı
bir arada hiç görmemiş mali işlerden sorumlu devlet adamlarını ülkenin mali işleri konusunda uyarır. Âlî, hırsızlara ve yağmacılara hazineyi
emanet etmenin bir hata olduğunu belirtir:
Zīrā-kī bu didügümüz eşḫāṣa emānet u istiḳāmet ısmarlamaḳ
niçe günlerden berü aç ve bir loḳmaya muḥtāc ‘abdü’l-baṭnı bir
simāṭ-i pür-ni‘mete emīn ḳılmaḳ be-şarṭ-ı ān-ki ṭa‘āmından behremend olma deyü sipāriş ḳılmaḳdur; ve niçe yıllardan [berü] erine
dūr ve şevherine mehcūr olan nigār-i şehver-güsteri henüz bāliğ
olmış bir civān ve ḫer-i mādeye rağbet-i şehvānīyesi cāyiz olan
nefsānī şebbān ile berehne vu ‘uryān bir cāme-ḫˇāb altında būs u
āğūşa ruḫṣatla cünbān (?) idüb saḳınuñ mücāma‘at idüb ṣafā sürmeñ deyü ḥuccet ḳomaḳdur (MN, s. 133).
Şiirde kullanılan benzetmelerle karşılaştırıldığında, Âlî’nin oluşturduğu imgeler sadece özgün değil, çoğunlukla da etkileyici, güçlü ve sınırları
zorlayıcıdır. Bu imgeler geleneksel olanla yetinmezler, şiirdeki benzetmelerde sıkça olduğu gibi tuhaf söz oyunlarında kaybolmazlar, söylemek
istediklerini en açık şekilde ifade etmekte kararlıdırlar. Estetik kaygılarla ilgilenmezler; gerçekçilikleri, esneklikleri, ve hatta sıradanlıkları ile
okurlarını memnun etmektense şaşırtmayı amaçlar gibi göründükleri
durumlar vardır, örneğin, savaşta şehit düşenlerin toprağa serpilen şalgam tohumlarına benzetilmesi gibi. Dolaysız ve kaba görsel imgeleriyle
müellif kendisinin niyetini iyice anladığımızdan emin olmak ister, fakat
aynı zamanda biz de onun konuya dair hislerini paylaşırız. Gerçekten de
Âlî’nin imgeleri bazen fokurdayan duyguların bir patlaması, bastırılmış
öfkesini, nefretini, kıskançlığını ve tiksintisini boşalttığı köpürmeler olarak belirir. Bunlar inşâ üslubunun kendini göstermeyi seven ahengine
uyarlandığı zaman Âlî’nin nesrine yenilik, canlılık ve özgünlük katar.
Umuyorum ki yaptığım çeviriler Mustafa Âlî’nin nesir üslubundaki
kişisel niteliklere dair bir kanı uyandırabilmiştir.