Cevat Özyurt
DURKHEIM SOSYOLOJİSİNDE
TOPLUMSAL BÜTÜNLEŞME ARACI
OLARAK DİN
Giriş
Emile Durkheim sosyolojisinde toplumsal bütünleşme ve buna
bağlı olarak din, merkezî bir öneme sahiptir. Toplumsal İşbölümü
(1893), İntihar (1897) ve Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri’nin
(1912) ortak konusu toplumsal bütünleşme ve toplumsal uzlaşmadır (Aron, 1994: 222-3). Toplumsal bütünleşme sorunu,
onu ortak semboller ve ortak değerler üzerinden din konusuna
ulaştırır. Ona göre din, toplumsal dayanışmanın en önemli aracıdır. Durkheim’ın sosyal sorunlar üzerine odaklanan kitapları
arasında İlksel Biçimler, bir başyapıt niteliğindedir. Modern toplumlarda geleneksel dinlerin işlevsizleşmesi ve yeniden canlanma
imkânı bulamayacağı, bu araştırmanın temel tezleri arasındadır.
Ona göre dinlerin işlevsizleşmesi toplumsal ahlakı zayıflatarak
177
Sosyal Teoride Din
toplumsallık kaybı (anomi) sorununa yol açmaktadır (Turner
vd., 2010: 375).
Durkheim sosyolojisi, modern toplumları yeniden bütünleştirecek kutsalların (değerlerin ve sembollerin) keşfine adanmıştır. Modern toplumların farklılığını ortaya koymak ve modern
toplumların yaşadığı bütünleşme sorununu görünür kılmak
için hacimli analizler yapmıştır. Onun modern toplum analizinde “anomi” kavramı merkezî bir yer tutar. Modern toplumda birey kendini, toplumu ve evreni anlamada bilimsel ve akılcı
yöntemlere daha fazla yer verir; diğer taraftan birey, kendini
toplumdan ve insanlıktan daha üstün bir değer olarak algılar.
Durkheim, bu değişimin birinci boyutunu olumlu ikinci boyutunu olumsuz karşılar. İnsanların özgecilik ve yardımlaşma
duygusunu kaybettikleri yerlerde toplum çözülmeye başlar ve
toplumsal çözülmeden bireylerin de zarar görmesi kaçınılmazdır. Modern toplumlardaki, intihar ve boşanma oranlarının
artışı, sınıflar arası çatışmanın sertleşmesi, bireysel yaşamdan
ekonomik yaşama kadar çözülmenin açık göstergelerini oluşturmaktadır.
Durkheim’ın bu tespitleri veya kanaatleri, onun tarihsel sosyolojisinde (Toplumsal İşbölümü) ve ampirik çalışmasında (İntihar)
sosyoloji ile toplum felsefesinin iç içe geçtiğini gösterir. Bütün
çalışmaları, toplumsal bütünleşmenin normatif araçlarını bulmaya, mevcut araçlardan hangilerinin işlevsel, hangilerinin işlevsiz olduğunu anlamaya odaklıdır. Bu nedenle, din analizlerinde, dinin hakikat boyutuyla ilgili bir şey söylememeye özen
göstererek, dinin toplumsal işlevine odaklanmış ve böylece yapısal-işlevselci din analizinin temelini atmıştır (Casanova, 2014:
25). Yeni toplumun yeni ahlak kurallarını tespit etmek, tüm
entelektüel yaşamının merkezî uğraşı olmuştur. O, ahlak üzerine bir kitap yazarak “hayatının çalışmasını” ortaya koymak
istiyordu, din araştırmaları da bu ahlak kitabına mukaddime
niteliği taşımaktaydı (Turner vd., 2010: 375). Bu kitap yazıla178
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
mamış olsa da, onun çalışmalarını ahlak sosyolojisi başlığı altında toplamak mümkündür (Ritzer, 2013: 80; Özyurt, 2007:
95-6). Din sosyolojisine ilgisi, bu merkezî uğraşın olağan bir
yansımasıdır. O, Toplumsal İşbölümü ve İntihar gibi erken dönem
eserlerinde de “modern toplumda geleneksel dinin azalan rolünü” konu edinmiştir (Furseth ve Repstad, 2011: 72). Bu yaklaşımından dolayı o, sekülerleşme kuramının öncü sosyologları
arasında yerini almış olur (Casanova, 2014: 25).
Durkheim’ın din anlayışı üç, aşamada anlaşılmaya çalışılmaktadır. İlk aşamada Toplumsal İşbölümü ve İntihar’da din
üzerine düşünceleri analiz edilecektir. İkinci aşamada Dinsel
Hayatın İlksel Biçimleri’nde dinin kaynağı ve toplumsal işlevi
üzerine genel tespitleri (din olgusunun evrensel yasaları) ile
modern toplumlarda dinin durumu ve geleceği hakkındaki yorumları ortaya konulacaktır. Son olarak ders notlarından oluşan ve ölümünden sonra yayımlanan Ahlak Eğitimi ve Sosyoloji
Dersleri’nde modern toplumlarda yeni kutsallık imkânları üzerine tespitlerine ve geleneksel dinî değerleri ikame edeceğini
düşündüğü laik ahlaki değerlere yer verilecektir.
Toplumsal İşbölümü ve İntihar/
Dinlerin Gerilemesi ve Toplumsallık Kaybı
Toplumsal İşbölümü’nün konusu, ahlaki olguların tarihsel değişimidir. Durkheim, ahlak olgusuna pozitif bilim yöntemiyle
yaklaşma, ahlaki değerleri şeyler gibi (nesnel biçimde) inceleme
iddiasındadır. İddiasına “Biz ahlakı bilimden çıkarmak istemiyoruz; ahlakın bilimini yapmak istiyoruz” (Durkheim, 2006a:
55)3 cümlesiyle açıklık kazandırır. Kitap, ahlak kurallarının
ne olduğunu göstermekten çok, ekonomik hayata hâkim olan
ahlaki ve hukuki kuralsızlığın betimlemesini yapar; sosyal ah3
Bundan sonra Durkheim’ın eserlerine yapılan atıflar, yazar ismi belirtilmeden
(1986: 126) biçiminde gösterilecektir.
179
Sosyal Teoride Din
lakı gerektiğinde baskı yoluyla hâkim kılan geleneksel otoritenin yok olduğu veya zayıfladığı tespitinde bulunur. Ancak,
İşbölümü’nün ikinci baskısına yazdığı “Önsöz”de çağdaş toplumlar için öngördüğü ahlaki modeli (meslek ahlakı) ortaya koyar. Birinci “Önsöz”de gizlenen tutum, ikinci “Önsöz”de açığa
çıkmıştır. Bu nedenle Emirbayer (2003: 19) onu hem “ahlakçı”
hem de “sosyolog” olarak tanımlamakta haklıdır.
Modern toplumlarda ahlaki çöküşe ekonomik faaliyetlerin
öncülük ettiğini düşünen Durkheim, çözümü meslek organizasyonlarının ahlaki kontrolü üstlenmesinde bulmaktadır.
Ekonomik alanda düzenleyici kuralların bulunmamasından
rahatsızlık duyan Durkheim’ın korporatizm önerisi liberal ideoloji ile sosyalist ideoloji arasında parçalandığını düşündüğü
siyasal yapının yeniden kuvvetlendirilmesini amaçlamaktadır.
Zira modern toplumlarda dinî, askerî ve siyasi güçlerin zayıflaması, ekonomi alanını aşan “genel bir ahlak düşkünlüğü”ne
yol açmaktadır. Hastalığın tanısı koyulmuş ve reçetesi yazılmıştır. Sanayi toplumunu düzenleyici ahlaki bir otorite arayışında olan Durkheim, dinsel terminolojiye başvurur: “İnsan
tutkuları, ancak saygı duyulup uyulan bir güç önünde durur.”
Modern birey, özçıkarlarını dengeleyecek manevi bir otoriteye
ihtiyaç duymaktadır. Toplumlar varlıklarını manevi otoriteden
kaynaklanan kurallar sayesinde koruyabilir. Ahlaki ya da toplumsal kural, bireylerin tercihlerine karşı korunmuş “zorunlu
bir davranış biçimi demektir”. Bir kuralı işlevsel kılacak ve
gerektiğinde zorla uygulayacak “maddi ve manevi üstünlük,
ancak kurulu bir toplumda bulunabilir. Çünkü bireysel kişiliklerin üzerinde var olabilecek tek manevi kişilik, bireylerinin tümünün oluşturduğu manevi kişiliktir” (2006a: 23-5). Burada
Hobbes’un Leviathan’a yüklediği mutlak gücün, Durkheim
tarafından topluma yüklendiği görülmektedir. Toplum, bireyi kuşatan, arzularına set çeken ve onu belirli amaçlara yönlendirebilen en üst yaptırım aracına dönüşür. Birey, toplumun
zorlayıcı gerçekliğini içselleştirerek, toplumun dayattığı doğ180
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
ruları kendi kişisel doğruları olarak görür. Durkheim bu içselleştirmeye “kolektif bilinç” adını verir. Kolektif bilinç, “bir
toplumu oluşturan bireylerin ortalamasında yaşayan inanç ve
duyguların tümü, kendine özgü yaşamı olan belli bir dizge”dir.
Kolektif bilincin unsurları, bireylerden daha uzun ömürlüdür
ve bireylerin özel koşullarından bağımsızdır. Kolektif bilinç,
bireylerin farklılıklarını kaldırarak, onları topluma bağlar. Bu
tanım, bireysel farklılıkları olduğu kadar toplum içindeki çevresel ve sosyolojik farklılıkları da yadsır. Kolektif bilinç “kuzeyde de güneyde de, büyük kentlerde de küçüklerde de, değişik
mesleklerde de hep aynıdır” (2006a: 110). Bu tanım, toplumu
tek bir beyni ve tek bir kalbi olan canlı bir organizma veya
kilise etrafında örgütlenmiş dinsel bir cemaat olarak algılar.
Kolektif bilinç, “toplumun ruhsal tipidir”. Ancak, bu romantik
toplum tanımı modernitede geçerliliğini yitirir; organik dayanışmalı toplumlarda kolektif bilinç bireylerin bilincinin sınırlı
bir kısmını oluşturur.
“Bugüne kadar uygarlığın ahlaki bir şey olduğu hiç de kanıtlanmış değildir.” İlk duyduğumuzda Rousseau’ya ait olabileceğini düşüneceğimiz bu cümle, Durkheim’ındır. Onun bu
sözü söylemesine neden olan olgu, modern toplumlarda intihar
ve suç oranının yükselişidir (2006a: 76-7). Bu olgular, kolektif bilincin zayıflama, bireysel bilincin ise yükselme sürecine
girmesinin olağan sonucudur. “Ortaklaşa duygu”, mekanik
toplumlarda daha çok toplumsal şeyleri eksen alırken, organik
toplumlarda bireyi eksen alır (2006a: 205). Bu durumu, toplumsallık kaybı olarak yorumlayan Durkheim’ın sosyolojisinin
ana sorunu, toplumsal bütünleşme sorunu olacaktır (Furseth
ve Repstad, 2011: 74). Amacı eskiye dönüş değil, organik toplumlara uygun dayanışma ilkelerini tespit etmektir; Tönnies’in
terminolojisiyle konuşacak olursak, Gesellschaft’a dönüşen toplumsallık içinde Gemeinschaft’ı arama ya da inşa etme çabasıdır.
Nisbet’in (2013: 114) de tespit ettiği gibi, onun toplum kavramının kökleri sociatas’a (topluma) değil, communitas’a (cemaate)
181
Sosyal Teoride Din
uzanır.
Durkheim’ın sosyolojik tespitleriyle ahlaki ve siyasi temennileri arasında çelişkiler bulunur. Sosyolojisi olguların evrimci
değişimini açıklarken, vatandaş ya da insan olarak Durkheim,
bu değişikliklerden (evrimden) kaygı duyar. Çünkü dinsellik
yön değiştirmiştir. İlksel toplumlarda bulunmayan ama tarih
boyunca gelişen bireycilik ve özgür düşünce, bireyin kutsallaştırılması ve birey kültünün yükselişini doğurmuştur:
“Bütün öbür inançlar ve bütün öbür âdetler gittikçe daha
az dinsel nitelik aldıkça birey bir tür din konusu oluyor. Kişi
saygınlığına bir tapınma duygusu besliyoruz. Ve her tapınma gibi bunun da kendine göre boş inançları var. Öyleyse bu
da deyim yerindeyse bir ortak inançtır. Ama her şeyden önce
öteki inançların yıkılması yoluyla ortaya çıkabilmiştir ve bu
nedenle de sönüp giden onca çok inançlarla aynı etkiyi yapmasına olanak yoktur. Onların [eski inançların] yerinin doldurulması söz konusu değildir. Toplulukça paylaşılması nedeniyle ortaklaşa ise de, konusu bireyseldir. Bütün istençleri
aynı amaca yöneltiyor ama bu amaç toplumsal değildir… Bu
nedenle de gerçek bir toplumsal bağ oluşturamamaktadır”
(2006a: 210).
Toplumsal İşbölümü’nün beşinci bölümünde –daha sonra
Dinsel Yaşamın İlksel Biçimleri’nde detaylı olarak dile getirilecek olan– Durkheim’ın din paradigmasının genel çerçevesini bulmaktayız. O, birey kültü üzerine yazdığında ve bireyin
saygınlık kazanarak bir çeşit din konusu hâline gelişinden söz
ettiğinde dinden ne anladığını da ortaya koyar. Ona göre bir
kanı, “bir insan topluluğunda paylaşılması durumunda”, dinsel
bir özellik kazanır. “O kanı, bilinçlerde, tam anlamıyla dinsel
nitelikli inançların uyandırdığı derin saygının aynısını uyandırır.” Çünkü kolektif bilincin “merkezî bölgesini” din oluşturur.
Bu yoruma göre, yaygın kolektif kabuller ve kolektif simgeler din olgusunun kapsamına girer. Dini, “insanın kendisinden
daha üstün nitelikte saydığı bir ya da birçok varlıklarla ilişkileri
182
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
üzerine her türlü inanç ve duyguların toplamı” olarak tanımlayan görüşü kabullenir, ancak bu tanımın daha da geliştirilmesi
gerekliliğini vurgular. Gündelik yaşamla ilgili düzenlemelerde
bulunan ve kozmolojik inançlar sunan din, “hukuksal, ahlaki
ve ekonomik ilişkileri düzenlemekte” ve sosyal organizasyonun
oluşumuna ve sürekliliğine eşlik etmektedir. Dinsel olan her
şey, aynı zamanda saygındır; bu saygının kaynağını, dindar “kişinin Tanrı’ya tanıdığı olağanüstü güç” oluşturur. Bunlar herkes tarafından bilinen şeylerdir. O hâlde, din araştırmalarının
odak noktası, insanların, kendi tasarımlarının ürünü olan tanrısal bir varlığa üstün bir güç atfetmeye nasıl yönlen(diril)diğini
açıklamak olmalıdır (2006a: 205-6). Sosyoloğun din araştırmalarındaki yöntembilimsel sorununu Durkheim dinsel, ahlaki ve beşerî olguların doğal olgular gibi incelenmesi gerektiğini
belirterek çözmeye çalışır (2006a: 332). İnançlı birinin dinsel
ilkelerin ve tanrıların toplumsal tasarımlar olduğunu kabullenmesini beklemeden, sosyolog din üzerindeki araştırmalarına
devam etmelidir.
Ona göre, “dinsel düşüncenin gücü ve niteliği” ancak toplumsal yapıya bağlı olarak açıklanabilir. Din toplumdan çıktığı gibi,
toplumun değişmesine bağlı olarak da değişikliğe uğrar. Örneğin
mekanik toplumlarda “bütün bu toplumsal yığınlar türdeş öğelerden kurulu olduğu için” toplumun manevi ve ahlaki yaşamı
bütünüyle dinsel bir nitelik almıştır. Yoğun kolektif bilincin oluşturduğu mekanik dayanışmalı toplumlar, “dinsel” ve “insan-üstü” bir varlığa sahiptir. Burada kolektif bilinç toplumu yöneten
başkanın veya şefin şahsında somutlaşır (2006a: 218-220).
Mekanik dayanışmalı toplum kavramı, Weber’in terminolojisiyle ifade edilecek olunursa bir ideal tiptir. “Tam anlamıyla
arı biçimde böyle toplumlara rastlanmamış olduğu doğrudur”
diyen Durkheim, ilgisini Kuzey Amerika’daki Kızılderili klanlarına yöneltir. Klanlar “ailesel” ve “siyasal” boyutları öne çıkan
“karma nitelikli” yapılardır. “Bütün üyeleri birbirini akraba
183
Sosyal Teoride Din
saydıkları için ve gerçekte de çoğunlukla kandaş olduklarından
dolayı bir ailedir.” Değişik klanların bir araya gelerek oluşturdukları birlikler (kabileler) ise akraba birliği görünümünü almaktadır (2006a: 214-5). Aile ya da akraba topluluğu niteliğindeki klanlarda toplumsal yaşantının tamamı din tarafından
düzenlenmektedir. Durkheim bu kuşatıcı dinselliğin nedenini,
“orada toplumsal yaşamın hemen yalnızca, herkesin katılımından özel bir yoğunluk kazanan ortak inanç ve uygulamalardan
kurulmuş olması”yla açıklar (2006a: 218). Toplumsal normların kutsanması, toplumun en küçük grubu olan ailede olduğu
gibi, toplumun tamamında, kısaca tüm toplumsal ilişkilerde
görülen bir olgudur.
Ona göre, “toplumsal yaşamın iki kaynağı var: Bilinçlerde
benzerlik ve toplumsal işbölümü”. Klanlarda işbölümü gelişmediği için, toplumsal yaşam “herkese aynı inanç ve uygulamaları dayatan hukuk kurallarını doğurmakta” olan bilinçlerin
benzerliği aracılığıyla sağlanmaktadır. Bilinçlerin benzerliği ne
kadar yüksek olursa toplumsal yaşam da o ölçüde dinsel nitelik
kazanır. Görüldüğü gibi, burada kolektif tutkular ve bağlılıklar dinsellik olarak kodlanmıştır. Ahlak ve hukuk kurallarına
din kaynaklık etmekte ya da bu kurallar dinsel niteliğe bürünmektedir. Bilinç merkezli toplumlardan işbölümüne dayalı
toplumlara geçilirken ahlak ve hukuk kurallarının niteliği de
değişikliğe uğrar. Başlangıçta topluma kutsallık atfedildiği için
hukuk cezalandırıcı nitelikte olmuştur, bireyciliğin gelişimiyle birlikte hukuk onarıcı/telafi edici nitelik kazanmaya başlar
(2006a: 267).
Mekanik dayanışmalı toplumlarda her klanın kendine ait
totemi bulunur. “Küçük bir toplumda, herkes açıkça görülebilir bir biçimde aynı yaşam koşulları içinde bulunduğundan
ortak çevre temelde somut olup toplumsal ufku dolduran her
türlü varlıklardan oluşur.” Totemler klanın çevresindeki bitkiler ve hayvanlardan seçilir. Evrensel dinler ise soyut tek tanrı184
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
cılık inancı üzerine temellenir. Dinin evrenselleşme ve dinsel
varlıkların soyutlaşma sürecine, hukuk ve ahlak kurallarının
evrenselleşmesi eşlik eder. Soyutlama gelişirken, biçimcilik geriler. Ahlak ve hukuk kuralları “açıklık ve kesinliklerini yitirir”.
Toplumların mekânının genişlemesi ve yoğunlaşmasının neden
olduğu uygarlaşma ve evrenselleşme, “daha ussal” olma eğilimini doğurur. Süreç normatif ilkeleri genelleştirir ve “insan”
kavramı merkezî değere kavuşur; bireylerin taleplerine daha
geniş yer verilir. “Tanrı insanlardan ve nesnelerden uzaklaştıkça
etkisi de artık her yerde var olmaktan ve her şeyi kapsamaktan
çıkar” (2006a: 335-6). Durkheim’ın soyut manevi varlıklara
sahip evrensel dinler hakkında bu yargıya ulaşırken, mevcut
evrensel dinlerin inananlar üzerinde ahlaki kontrol oluşturma
gücünü analiz etmemesi dikkat çekicidir.
Durkheim’ın tarihsel analizi “dinin toplumsal yaşamın gittikçe daha küçük alanını kapsamakta” olduğunu göstermektedir. Din “başlangıçta her yere uzanıyordu” ve “toplumsal olan
her şey dinseldi”. Din ve toplum sözcükleri “aynı anlama geliyordu”. Zamanla siyaset, ekonomi ve bilim, “dinsel işlevlerden
özgürleşip” bağımsız sosyal alanlar hâline geldiler: “Önceleri
bütün insan ilişkilerinde yer alan Tanrı, oradan gittikçe daha
çok çekiliyor; dünyayı insanlara ve onların kavgalarına bırakıyor.” Tanrı’nın dünyadan uzaklaşması, Durkheim’a göre kolektif bilincin ve birey üzerindeki toplumsal baskının zayıflaması
anlamına gelmektedir (2006a: 207). Dinin sosyal yaşam içindeki alanının daralması ve bireyin özgürleşmesi, bir ahlak sorunu oluşturmaktadır. Mekanik (parçacıl) toplumlardan organik
toplumlara geçilirken dine dayalı ahlakın toplum üzerindeki
etkisi zayıflamış, toplum onun yerini ikame edecek yeni ahlak kurallarını henüz ortaya çıkaramamıştır. Bu ahlaki boşluk,
toplumsal çözülmeye ve anomiye neden olmakta ve modern
toplumlar “korkunç” bir ahlaki “bunalım”dan geçmektedir
(2006a: 464).
185
Sosyal Teoride Din
***
Durkheim, Toplumsal İşbölümü’nde olduğu gibi, İntihar çalışmasında da ahlakı araştırmasının merkezî konusu hâline getirmiştir. Ona göre, modern toplumlarda geleneksel dinin rolünün
azalması anomik bir durum ortaya çıkarmıştır. Yüksek intihar
oranları gibi patolojik olgular yeni bir ahlaka ihtiyaç duyulmasının göstergeleridir (Aron, 1994: 223; Swingewood, 1998:
142). Değişik toplum tabakaları ve inanç grupları arasındaki
intihar oranlarını karşılaştırdığında dinsel inançların zayıflamasıyla intihar oranlarının yükselişi arasında ilişkiler bulmuştur.
Dinsel inançların zayıflaması topluluk bağlarının gevşemesi ve
bireyselliğin gelişmesi gibi sonuçlar doğurmaktadır. Bu gelişmeler, “bencil intihar” oranlarında yükselişe neden olmaktadır. Protestan toplumlarda yüksek, Katolik toplumlarda düşük
intihar oranları, Durkheim’ı “intihar üzerindeki dinsel inancın
etkisi, bütün başka etkenleri bastıracak derecede güçlüdür”
(Durkheim, 1986: 126) yargısına götürür. Katolikler dinselliklerini cemaat hâlinde yaşarken, Protestan toplumlarda “dinsel
bireycilik” gelişmiştir (1986: 130-1). Ona göre dinsel kimlik
ile toplumsal bütünleşme arasında olan ilişki dolaylı olarak
dinsel kimlik-intihar ilişkisine dönüşebilmektedir (1986: 123).
Protestanlıkta “ortak inanç ve uygulamaların” azlığı, Durkheim’a göre, Protestanlığı dinsel bir yapı olmaktan uzaklaştırmaktadır. Dinsellik kolektif olarak yaşandığı sürece işlevini yerine
getirir, yani toplum üzerinde olumlu sonuçlar üretir. “Ortaklaşa
bir inanç olmadan dinsel bir topluluktan söz edilemez ve bu inanç
ne kadar kapsamlı olursa toplum da o ölçüde daha birlik içinde ve
daha güçlü olur.” Bireylerin yargılarına geniş yer veren Protestanlık
gibi inanç sistemlerinde, kolektif coşku ve dinî cemaatin bireylerin
davranışları üzerindeki kontrolü zayıftır (1986: 132-3).
Bulgulara göre, eğitim düzeyi yükseldikçe intihar oranları
da yükselmektedir. Bu olguyu yorumlarken, Durkheim, dindarlık-eğitim ilişkisi üzerinde durur. İntihara sevk eden eğitim
186
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
değil, dindarlığın zayıflamış olmasıdır. Eğitimliler arasındaki
yüksek intihar eğilimi ise dindarlığın zayıflamasına bağlı dolaylı bir sonuçtur:
“İnsan öğrenmek istemektedir ve üyesi olduğu dinsel toplumun uyumu bozulduğu için de intihar etmektedir ama öğrenim gördüğü için kendisini öldürüyor değildir. Hatta dinin
çözülmesine yol açan şey bile onun gördüğü eğitim değildir;
tersine din çözüldüğü içindir ki öğrenim gereksinimi uyanmaktadır. İnsanlar daha önce edinilmiş olan görüşleri yıkmak
için değil, tersine görüşler yıkılmaya başlamış olduğu için eğitime yönelirler” (1986: 143-4).
Dinsel çözülme, özgür irdeleme zevkinin gelişimiyle açıklanır. Özgür irdeleme zevki, dinsel bağlılığı azaltırken diğer taraftan öğrenme zevkini teşvik eder. Bu yaklaşım, din ile bilimi
farklı kutuplara yerleştirir. Bir toplumda felsefî düşünce ve bilim
ne kadar gelişirse dinsellik de o oranda gerileyecektir. Bu yargı,
on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşüncesinin ve on dokuzuncu
yüzyıl bilimciliğinin Durkheim’ın sosyolojik çözümlemelerine
yansımasını gösterir. Durkheim, dinin eleştirel düşünce ve bilim
karşısındaki çaresiz çöküşüne tanıklık etmektedir:
“Bilim, özgür düşüncenin amaçlarına ulaşmak için sahip
olduğu tek araçtır. İnançlar ya da düşünülmeden yapılan uygulamalar etkilerini yitirdiklerinde, yerlerine yenileri konulmak için, en üstün biçimi bilim olan aydınlık bilince başvurmak zorunludur. Temelde bu iki eğilim tek bir eğilimi oluştururlar ve aynı kaynaktan doğarlar. İnsanlar genellikle, ancak
geleneklerinin boyunduruğundan kurtuldukları ölçüde öğrenimlerini ilerletmek isterler; çünkü gelenek, zihinlere egemen
oldukça her şeye yettiğini söyler ve kendisiyle yarışacak bir
güce kolay kolay hoşgörü göstermez. Ama kaynağı karanlıkta kalmış gelenek, artık yeni gerekleri karşılayamaz duruma
düşer düşmez, insanlar ışık aramaya koyulurlar. Bilimin ilk
ve sentetik biçimi olan felsefenin, ancak ve ancak din egemenliğini yitirdiğinde ortaya çıkması işte bundan dolayıdır;
bu andan sonra onu ortaya çıkaran gereksinimin kendisi ge187
Sosyal Teoride Din
nişledikçe, bilimin de birçok özel bilim dalları içinde geliştiği
görülür” (1986: 135-6).
Burada A. Comte’un zihinsel evrim anlayışının benimsendiği görülmektedir. İnsanlık, çocukluk evresinden çıkarak, “daha
yüksek nitelikte bir varoluş biçimine” ulaşmıştır; bu nedenle,
“çocuk ile hayvana yeten varoluş biçimi” artık onu doyuramamaktadır (1986: 192). Süreç, kolektif bilincin aleyhine, bireysel
bilincin lehine işler: “Toplumsal sezgi bir kez körelince, geriye
tek kılavuz olarak bir zekâ kalmakta ve ancak onunla kendimize yeni bir bilinç kurabilmekteyiz.” Bu geçiş sürecinde ortaya
çıkan “toplumsal çözülmeye karşı mücadele edebilmek için sahip bulunduğumuz tek silah bilimdir” (1986: 144). Geleneksel
toplumlarda sosyal sorunlar din aracılığıyla çözülürken, modern toplumlarda çözüm aracı bilimdir. Durkheim’ın patolojik
durumdan/anomiden kurtuluşta, sağlıklı toplumun kurulmasında bilimin ana rehber olacağına inancı kesindir. Ancak bilim, normatif bir temel mi oluşturacak, yoksa hangi değerlerin
ve normların işlevsel olup olmadığını mı ortaya koyacak sorusunun cevabını açıkça ortaya koymaz.
Yaygın bir patolojik olgu olan bencil intihar oranının yüksekliğiyle ilgili şu tespitte bulunulur: Dinsel topluluğun, aile
topluluğunun ve siyasal toplumun bütünleştirici etkisinin
azalması, aşırı bireycilikten kaynaklanan bencil intihar oranını
yükseltir (1986: 187-8). Din, intiharı “kişiliğe saygı duymayı
öğütlediği için değil, bir toplum oluşturduğu için” engelleyebilmektedir.
Din, toplumsallık demektir. Toplum, “bütün insanlar için
ortaklaşa olan, gelenekleşmiş ve bu nedenle de uyulması zorunlu, bir dizi inanç ve uygulamalar”dan meydana gelir. Ortaklaşa
inanç ve pratikler ne kadar kuvvetliyse, “dinsel toplum da o
kadar güçlü biçimde bütünleşmiş olur”. Toplumsal bütünleşmeye biçimsel olarak aracılık eden dinsel dogmaların ve törelerin değeri/içeriği ikincil önemdedir (1986: 145). İnsanlar
188
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
dogmalar ve ritüeller için bir araya gelmez; bizzat toplumun
kendisi, bireyleri bu dogma ve ritüeller etrafında birleşmeye
zorladığı için bir araya gelir. Toplum, “yaşamın hem kaynağı
hem de amacı”dır (1986: 191). Bu özelliğinden dolayı, bireyler, toplumu saygın ve kutsal olarak algılayıp ona dinsel bir
anlam yükler. Toplumsal düzenin devamını sağlamak için gerekli ahlak kuralları, din kuralları görünümünde ortaya çıkar.
Örneğin dinler “yoksulluğun yararını ve değerini” yücelterek,
insanlara kendilerini bir disiplin çerçevesinde sınırlandırmayı
öğretir; zenginlik ise bireyi coşturarak, “ahlaksızlığın kaynağı
olan başkaldırma duygusunu” uyandıracağı için yerilir (1986:
237). Toplum, kendini din formunda dışsallaştırır, soyutlaştırır
ve aşkınlaştırır. Bir işlevselci olarak Durkheim, dinin kaynağını
şöyle açıklar:
“Genellikle dinin kökeni, anlaşılmaz ve korkunç varlıkların
bilinçli bireylerde uyandırdığı korku ya da saygı duygusudur,
denir. Bu açıdan din, yalnızca bireysel zihin durumlarının ve
özel duyguların gelişmesi gibi görülür… Eğer birey, yalnızca
kendisini ve fiziksel evreni bilmiş olsaydı, hiçbir zaman kendisini ve çevresindeki her şeyi böylesine sınırsız biçimde aşan
güçler bulunduğu düşüncesine yükselmezdi… Onun böylesine saygısını kazanan ve tapınmasına konu olan toplumdur;
tanrılar da bu toplumun doğa-üstüleştirilmiş biçiminden başka bir şey değildir. Din, kesinlikle toplumun kendi kendisinin
bilincine varışında kullandığı simgeler düzenidir; toplumsal
varlığa özgü düşünüş biçimidir” (1986: 298-9).
Toplumun gereksinimleri bireyi özverili ve özgeci olmaya
zorlar. Oruç, sadaka, kurban gibi dinsel pratikler, özverinin ve
özgeciliğin sembolik biçimleridir. Toplumsal ilkeleri buyuran
ses ne kadar aşkın ve öte dünyaya ait olursa o derece işlevini
yerine getirmiş olur. Aşkın güçleri simgeleyen somut şeyler,
bilimsel bir değer taşımayan eğreti tasarımlardır. Eğreti tasarımların simgeledikleri süreç ise gerçektir. Dinsel inançlar ve
189
Sosyal Teoride Din
ibadetlere yöneldiğimizde “bizi aşan bir makam, yani toplum
tarafından harekete geçirildiğimiz” ve onun bizi bağlayan ahlaki üstünlüğüne yöneldiğimiz doğrudur (1986: 323).
İlksel toplumlarda kolektif tutunumun yüksekliği Durkheim’ın tarihsel sosyolojisinin ana tezlerinden biridir: Önce toplum vardır; toplum kutsaldır ve her şeydir. Bu tez diğer tezlerle ilişkilidir. Din, toplumun ön koşulu (Furseth ve Repstad, 2011:
74); toplumun yaratıcısıdır (Hughes, 1985: 247). Başlangıçta
toplumsal yaşamın tamamı din tarafından düzenlenmektedir.
Tarihsel süreç içinde toplumsal tutunum zayıflayacak ve bireycilik yükselmeye başlayacaktır. Bireyciliğin yükselmesi, kolektif
dindarlığın zayıflaması anlamına gelmekle birlikte, kutsallığın
yok oluşunu doğurmaz. Birey kutsallaşarak, toplumun kutsallığına rakip hâle gelir. Bireye kutsallığını sağlayan şey, insanların
kabul ettiği bir ortak duygu olmasıdır. Yani bireycilik toplumu
zayıflatan toplumsal, sosyolojik bir olgudur. Bireyciliğin yükselişini kaçınılmaz kılan şey işbölümüne bağlı olan farklılaşmadır.
Bu sürecin sonunda birey, “bütün insani amaçların üstüne yükselir ve dinsel bir nitelik alır” (1986: 323-4).
Bu açıklamaya göre, kutsalın alanı yerelden evrensele doğru genişler; dinsel simgeler de somuttan soyuta doğru değişim geçirir. Bilgi kaynağı, kolektif sezgiden bireysel akla geçer;
başlangıçta hiçbir değere sahip olmayan birey, en kutsal değer
hâline gelir. Bireyin bir dinsel değer hâline gelmeye başlaması,
kent devletlerinin ortaya çıkışıyla ilişkilendirilir. Burada “insan, insanlar için bir Tanrı olmuştur”. Artık insana yönelik her
saldırı günah olarak algılanmaktadır (1986: 321). İnsanın kutsanması, bireylerin tüm düşünce ve davranışlarının kabul görmesi anlamına gelmez. İnsanların genel çıkarları çerçevesinde
yeni değerler ve ahlak ilkeleri ortaya çıkaran bu anlayış, bireyi farklı bir disipline zorlar. Durkheim bireyin kutsanmasıyla
demokrasi ve halk egemenliği arasında bir ilişki kurmaktadır.
Bireyin saygınlığı ve kutsallığı, sosyal bir güç tarafından bire190
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
yi bireye karşı korur. İnsanın kutsallığı üzerine bir toplumsal
uyum gerçekleştirilir. Burada “bireyden herkese ve herkesten
bireye sürekli bir düşünce ve duygu alışverişi vardır” (1986:
188). Durkheim “insan hakları”nın doğal haklar olarak algılanmaya başlanmasının sosyolojik analizini yapmaktadır. Bu
analiz, liberal bireyciliği değil, cumhuriyetçi bireyi açıklar:
“Bu insana tapınma… bencil bireycilikten tamamıyla başka bir şeydir. Bireyleri toplumdan, onları aşan her türlü amaçtan koparmak şöyle dursun, onları aynı düşünce içinde birleştirir ve aynı işin hizmetçileri yapar… İdeal insanlıktır. Demek
ki söz konusu olan şey her bireyi kendi kendisi ve özel çıkarları
üzerinde odaklaştırmak değil, onu insan türünün genel çıkarlarına uygun davranmaya yöneltmektir. Böyle bir amaç, onu
kendi dışına çıkarır… Her ülkü gibi bu amaç da ancak gerçeğe üstün ve ona egemen olarak kavranabilir. Hatta… toplumlara da egemendir. Bundan dolayı bu ülküyü istediği gibi
kullanmak artık bu toplumların hakkı değildir… Böylece bizim manevi varlık olarak onurumuz, artık kent-devletin bir
malı olmaktan çıkmaktadır; ama bu yüzden bizim malımız da
olmamaktadır ve biz de onu dilediğimiz gibi kullanma hakkına sahip değiliz” (1986: 324).
Durkheim’a göre, toplumun kutsallığından insanın kutsallığına geçiş her zaman sağlıklı biçimde olmaz; bu süreç liberal
kapitalizmde olduğu gibi bazen bencil bireyciliği üretir. Bireye
saygının en üstün ahlaki ilke olduğu, “insanın insan için bir tanrı
durumuna geldiği toplumlarda… birey de kendisindeki insanı
tanrı saymaya ve kendi kendisinin tapınma konusu olmaya kolaylıkla eğilim gösterir”. Bu durumda insan, kendisinden daha
üstün olan gerçekliği (toplumu) algılayamayarak bencilleşir.
Bireycilik, bencillik anlamına gelmese de onun yolunu açabilir
(1986: 353-4). Durkheim, bireyci toplumlarda bencil intiharların yükselişini ve sınıf çatışmalarını bu yakınlaşmaya bağlar.
Durkheim’a göre toplumsal evrim, bireyleşmenin ve kaderci zihniyetten kurtulmanın bir sonucudur. “İlerlemenin hızlı olduğu ve olması gerektiği toplumlarda, bireyleri sınırlayan ku191
Sosyal Teoride Din
ralların yeterince esnek ve yumuşak olması gerekir… İlerleme
insanlara bir ödev olarak benimsetilmeye başlar başlamaz, artık
onları mütevekkil yapmak daha güç olur.” Burada toplumsal
ve ahlaki çözülme ilerlemenin bir bedeli olarak görülmektedir. Sonuç olarak hoşnutsuzlukların ve kaygıların sayısı zorunlu
biçimde artar (1986: 354). İlerleme ile kuralsızlık arasındaki
ilişki, modern toplumlarda “ticaret ve sanayi” alanlarında daha
açık biçimde görülmektedir (1986: 237). Ekonomik ilişkilerin liberal ilkelerle düzenlenmesi, acımasız ve hızlı ilerleme
paradigmasının “bir inanç hâline gelmiş” olması (1986: 240),
Durkheim’ı kaygılandırmaktadır. Modern toplumlarda “esnek
dayanışma duygusu” sağlayacak yeni bir ahlak sistemine ihtiyacı vurgular. Bu ahlak sistemi ona göre, din, aile veya devlet
tarafından sağlanamaz. Din bireyler üzerindeki denetleyici işlevini kaybetmiştir (1986: 364-5). Devlet ise ekonomik sınıflar
arasında hakem ve düzenleyici olacağı yerde, ekonomik yaşamın “aracısı ve hizmetçisi” konumuna gelmiştir (1986: 238-9).
Birey ile aile arasındaki bağın gevşemesini ve yüksek boşanma
oranlarını gerekçe göstererek yeni ahlakı inşa edecek kurumun
aile de olamayacağı belirtilir. Ona göre yeni ahlakın taşıyıcı
kurumları, “aynı nitelikteki bütün işçilerin, aynı görevde işbirliği yapan bütün bireylerin bu birliktelik yoluyla kurdukları
toplumsal küme” olmalarından dolayı, meslek grupları veya
meslek örgütleri (korporasyonlar) olabilir (1986: 368-9). Bu
öneri, onun yeni ahlakı sosyal sorunlara olduğu kadar siyasal
sorunlara da çözüm gördüğünü düşündürmektedir.
Durkheim, modern toplumlarda çözülmenin, kuralsızlığın ve
bencilliğin analizini yaptığı İntihar çalışmasında, muhafazakâr,
liberal ve sosyalist ideolojileri mahkûm eden bir sonuca ulaşır.
Bu sonuç, entelektüel anlamda akılcı, bilimci ve ilerlemecidir,
ekonomik anlamda ise sosyal devlet ilkelerini hayata geçirmeyi
amaçlamaktadır. Kapitalist toplumlarda meslek örgütleri ekseninde bir dayanışma önererek tarihte dinlerin gerçekleştirmiş
192
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
olduğu ahlak ve maneviyat eksenli ahlak cemaatinin modern
toplumlarda oluşumunu umut eder (1986: 374-5).
İntihar’da dinlerin sosyal ve ahlaki işlevini kaybetmesi bir
başka yerde özgür düşünceyle ilişkilendirilir. Özgür düşüncenin gelişmesi, dinin ortadan kalkmasını değil, sekülerleşmeyi
ve dinin hukuki ve ahlaki ilkelere kaynaklık edememesi sonucunu doğurur. Durkheim’ın din analizi, kişilerin inançlarını değil, dinlerin kolektif bilinç ve sosyal kurallar üzerindeki etkisini
analiz etmeyi öne çıkarır ve dinlerin gelecekteki varlığını “esnek dayanışma duygusu”na çağırdıkları ve “bireysel dindarlık”
formuna girebildikleri ölçüde mümkün görür: “Dinler artık bilinçler üzerinde çok geniş ve derin bir egemenlik kuramazlar.
Bununla yeni dinler kurulamayacağını söylemek istemiyoruz.
Ama yalnız eleştiri hakkına ve bireysel girişime, Protestanlığın
en serbest kollarından bile daha geniş yer verenler yaşayabileceklerdir” (1986: 366).
Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri/
İşlevselci Din Kuramı ve Kutsalın Dönüşümü
Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri, din sosyolojisinin akla gelen ilk
klasiklerinden biri ve din sosyolojisinin metodolojisini sunması
ve dinin bir sosyal olgu olarak nasıl ele alınacağını göstermesi
açısından “sosyolojik düşüncenin önemli bir manifestosu” kabul
edilebilir (Paden, 2008: 46). Aron’a (1994: 243) göre Durkheim
düşüncesini en açık biçimde burada ortaya koymuştur.
Durkheim, Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri’in önsözünde “bilinen en basit, en ilkel dini ve onun esaslarını keşfetme” amacında olduğunu söylese de, aslında en basit din olarak tanımlanan
totemizmin incelenmesi ara bir hedeftir. Asıl ilgi odağı, ilksel
toplumlar değil, modern toplumlardır. Tüm sosyolojik çalışmalarında o, esas olarak modern toplumları bir arada tutacak sosyal bağın ve ahlaki değerlerin neler olduğu sorusuna odaklanır.
Bu nedenle kitabın başlığı ‘Temel Ahlaki Bütünleşme Biçimleri’
193
Sosyal Teoride Din
olarak da okunabilir (Turner vd., 2010: 376). Pozitivist bir bilim adamı olarak, toplumların biçimsel özellikleri değişse de
kurucu ilkelerinin değişmediğini, toplumların genel geçer yasaları olduğunu düşünmektedir. İlksel toplumlarda din olgusunu inceleme konusu olarak seçmesi, “yalnızca metotla ilgili
gerekçelerden kaynaklanmaktadır” (2005: 17-9). O, dinin en
basit biçiminden hareketle, evrensel olarak geçerli yasalarına
ulaşmaya çalışmıştır (2005: 487).
Durkheim, gözlemlenebilir en ilksel dini belirlemek için iki
kriter kullanır: biri, bu dinî sistemin başka bir yerde görülmeyecek kadar basit olması; diğeri ise bu dinin başka bir dinden
herhangi bir unsur almamış olmasıdır (2005: 17). O, dinlerin
kökenine inmeye çalışmaktadır. Kökeni, dinin ilk ortaya çıktığı zaman olarak değil, dinin ilk kurumsallaşmış biçimi olarak
algılar. Yirminci yüzyılın başlarında dini en basit hâliyle yaşayan toplulukların bulunduğunu düşünür; bunlar Avustralya ve
Kuzey Amerika’daki yerli klanlarıdır (2005: 25).
Onun din sosyolojisinde ilksel dinler, bir başlangıç noktasıdır. “Tarihsel analiz” yöntemini kullanarak, modern dinlerin,
tarihsel süreç içinde tedricî olarak biçimlenmesini anlamaya çalışır. Tarihsel analizi, oldukça karmaşık olan toplumsal kurumları anlamaya yönelik “yegâne açıklama vasıtası” olarak benimser. Diğer taraftan, modern toplumlarda din olgusunu daha iyi
anlamak için Durkheim’ın “geri kalan her şeyin kendisine bağlı
olduğu başlangıç noktası” olan ilksel dinlere/toplumlara yönelmesinin pek de açık olmayan başka bir amacı vardır. O bireyselleşmenin ileri/aşırı düzeylere ulaştığı modernitede kolektif
bilinç tarafından bütünleştirilmiş bir toplum arzulamaktadır.
Toplumsal İşbölümü’nde ortaya koyduğu gibi toplumlar mekanik toplumlardan organik toplumlara doğru yönelmektedir.
Tarihsel süreç içinde grup veya topluluk bağları zayıflamıştır.
Basit toplumlarda ise “grup, çok gelişmiş toplumlarda nadiren
bulacağımız entelektüel ve ahlaki tekbiçimliliği düzenli olarak
194
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
üretir” (2005: 20-2). Temel varsayımı, dinin kolektif bilincin
ve toplumsal ahlakın temelini oluşturduğudur.
Bir sosyolog olarak Durkheim, hakikatin sosyolojinin konusu olmadığını hatırlatarak, din olgusuna toplumsal işlevi
açısından bakar. Toplumsal bir kurumun ve toplumsal bir kurum olarak dinin “hata ve yalan üzerine bina edilemeyeceğini
sosyolojinin bir varsayımı” olarak kabul eder (2005: 18). Marx
ve Freud gibi dini bir yanılsama olarak görmez. Durkheim’ın
din sosyolojisi, ne bir din savunusu ne de dine karşı bir reddiyedir. O “kendi inançsızlığını sıkı bir biçimde konunun dışında”
tutarak, “şu ya da bu öğretinin ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ olduğunu
savunmanın önem taşımadığını savunmuştur” (Hughes, 1985:
246). Durkheim’a göre, “yanlış olan bir din yoktur”. Dinlerin
farklılığı, insanlığın verili şartlarının gerekliliklerini farklı biçimlerde yerine getirmelerinden kaynaklanır (2005: 19).
Durkheim, birbirinden farklı din tanımları olduğunu ve bu
tanımların her birinin mevcut dinlerin bir kısmını dışarıda tuttuğunu bilir. Analizine kapsayıcı bir din tanımı yaparak başlar.
Kapsayıcı din tanımı, ancak bütün dinlerdeki ortak unsur ya da
unsurlar üzerinden yapılabilir. Dinlerin ortak unsuru, “dışsal ve
görünür” özellikler olan semboller veya ayinlerden değil, soyut
kavramlardan hareket ederek bulunabilir. Semboller ve ayinler,
biçimleri farklı olmasına rağmen, “aynı anlama sahiptirler ve aynı
işlevi yerine getirirler. Bu, dinde, ebedî ve beşerî olanı meydana getiren daimi unsurdur” (2005: 21). Bu daimi unsurlar üzerinde yoğunlaşmak, dinin nesnel içeriğini anlama imkânı verecektir. Yani
dinsel hayat görünümleri farklı olmasına karşın, her yerde aynı ihtiyaca cevap vermektedir ve aynı zihinsel yapının ürünüdür. Bütün
dinlerin hedefi, kişisel itkileri aşmasına yardım ettiği yüksek bir
hayat sunmaktır. İnançlar, bu yüksek hayatı tahayyülü mümkün
kılar, ibadetler ise o hayatı pratiğe dönüştürür (2005: 485).
Dinin İşlevi: Durkheim’a göre, “her dinin, dinî fikirler alanını aşan bir yönü vardır” (2005: 26). Bu yön, dinin sosyolojik
195
Sosyal Teoride Din
işlevini oluşturur. Din üzerine çalışma yapan sosyal bilimciler, teologlardan farklı olarak bu yön üzerine odaklanmalıdır.
Dinlerin hakikati temsil yeteneği, din sosyologlarının konusu
değildir. Din sosyologları dinlerin sosyal hayata katkısı üzerine
odaklanmalıdır. Durkheim’ın dinde gördüğü önemli toplumsal
işlevler şöyle sıralanabilir: disiplin sağlama, birleştirme, canlandırma ve rahatlatma (Coser, 2010: 136).
Durkheim’ın din sosyolojisinin içinde bilgi sosyolojisi de yer
alır (Ritzer, 2013: 98). İlksel Biçimler’de öncelikle dinin insanın
kendisini ve evreni anlama isteğine bir cevap olarak ortaya çıktığından söz eder. Sosyal bir olgu olan din, bilme ve anlamanın
kolektif deneyiminin bir ifadesidir: “Dinî tasavvurlar, kolektif
gerçeklikleri ifade eden müşterek tasavvurlardır; ayinler yalnızca bir araya gelmiş gruplar arasında doğan hareket tarzlarıdır.”
Bu tasavvur ve ayinlerin hedefi, grubu devam ettirmek ya da
yeniden yaratmaktır (2005: 27). Din toplumsal bir ürün olduğu
kadar, toplum da dinsel bir üründür: din “kutsallaştırılmış toplumdur” (Coser, 2010: 135). Din, toplumun kendini oluşturmasını ve devam ettirmesini sağlayan bilgi ve eylem biçimidir.
Durkheim’ın bilgi sosyolojisi, “insanların dünyayı ve kendilerini anlamak için meydana getirdikleri ilk sistemlerin dinsel
kökenli olduğu” kabulünden hareket eder. Her din bir kozmoloji içerir. Yani dinler, “felsefe ve bilimin görevini ifa edecek şekilde başlamıştır”; dinsel bilginin gelişimi felsefe ve bilimi ortaya çıkarmıştır. Düşüncenin zaman, uzam, sayı, kişi gibi temel
kategorileri “dinden doğmuştur”. Bu kategoriler sadece bireysel
varlığı değil, sosyal varlığı da açıklayan “soyut, gayri-şahsi çerçevelerdir”. Din, bilginin içeriğiyle ilgili olduğu kadar, bilginin
işlenme biçimiyle de ilgilidir. Aynı din çerçevesine ait olan insanlar, zamanı aynı biçimde tahayyül ederler. Bu tahayyül zamana
nesnellik kazandırır. Dinsel imgelemler, sosyal gerçekliklere tekabül eden müşterek imgelemlerdir. Dinin temel unsurlarından
196
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
olan ayinler, kolektif kimliği oluşturmak, devam ettirmek gibi
işlevleri yerine getirir (2005: 26-8). Örneğin ayinlerin ve bayramların günlere, haftalara, aylara, yıllara göre düzenlenmesi ve
periyodik olarak yenilenmesi, ilksel dinî topluluklarda kolektif
davranışı ve bireylerin eşzamanlı davranışlarını mümkün kılarak topluluğun oluşumunu ve sürekliliğini sağlar.
Mevcut Din Tanımlarının Eleştirisi
Dinin Tanımı: Durkheim din hakkında genel bir kurama
ulaşmak için öncelikle “Din nedir?”sorusunun cevabını bulmaya
çalışır. Bu tanım, esas dinî fenomenler ile dinî olmayanın birbirinden ayrılmasına yardımcı olmalıdır. Ona göre dinî hayatın
esas görünümleri, inançlar ve ayinlerdir. Dini “beşerî bir eylemin
doğal bir tezahürü” olarak kabul eden Durkheim için, bütün
dinler, insanın yaşam ve toplumsallaşma tecrübesinin ifadesidir. “Din nedir?” sorusuna verilen yaygın cevapları ele alarak
bunların kapsamlı bir din tanımı sunmadığını ortaya koyar. Bu
yaygın anlayışlardan biri dini “metafizik” ya da “tabiat-üstü
düşünce” olarak tanımlar. Durkheim böyle bir din kuramının,
bilimsel analizin konusu olamayacağını belirtir. Çünkü metafizik alandaki kabuller ve varsayımlar, birer spekülasyondan ibarettir. Din ise “gizem/sır” hissine indirgenemez. Dinler tarihi
bir dinin belli bir döneminde sır kültürünün çok yoğunlaştığını
başka bir döneminde ise nerede ise hiç görülmediğini gösterir.
Periyodik esaslara maruz kalan bir biçim, dinlerin esasını oluşturamaz (2005: 41-4).
Durkheim, dinlerin ortak özelliğinin genel olarak kabul
edildiğinin aksine Tanrı olamayacağını belirtir (2005: 23).
Dinsel ayinlerin, duaların yöneltildiği güç, dinlere göre farklılık göstermektedir. Bu nedenle, Tanrı kavramı kapsamlı bir
din tanımına esas olacak özelliğe sahip görülmez. Tanrı kavramını dar anlamda aldığımızda, dinsel olarak kabul edilecek
197
Sosyal Teoride Din
birçok olgu dinin kapsamana giremez. Ardından, Tanrı kavramı yerine, manevi varlıklar kavramının dinlerin ortak unsuru
olup olamayacağını tartışır. Manevi varlıklar ölçütü, tanrılar
kadar ölü ruhları, perileri ve cinleri de içerir. O, manevi varlıklar kavramının “metafizik” ya da Tanrı kavramlarına göre daha
kapsamlı bir din tanımı ortaya koyduğunu belirledikten sonra,
bu kavramın da sınırlılıklarını göstermeye çalışmıştır. Budizm
örneğinden hareket ederek Tanrı düşüncesine sahip olmayan
dinler olduğu gibi ruh düşüncesine de sahip olmayan inançlardan söz eder (2005: 48-50).
Durkheim bir Tanrı inancının olmadığı ateist dinler olduğu
gibi tanrıların insanların meselelerine karışmadığı deist dinlerin varlığından da söz eder: “Dini evrimin önemli bir parçası, manevi varlık ve ulûhiyetten tedricî olarak uzaklaşmadan
ibarettir. Görüldüğü gibi kefaretlerin, kurbanların ve duaların
hâkim bir unsur olmaktan uzak olduğu büyük dinler vardır.
Bu yüzden de, söz konusu fenomenler, dinin ayırıcı özellikleri
olarak kabul edilemezler.” Deist dinlerdeki Tanrı veya manevi varlıklarla ilişkili olmayan ayinlerin varlığına dikkat çekilir.
Burada dua, ayin veya kurban, Tanrı’nın aracılığı olmaksızın
ulaşılmak istenen sonucu verir. “Din, Tanrı ya da ruh fikrinden
daha geniştir ve bu yüzden de yalnızca bu terimlere uygun olarak tanımlanamaz” (2005: 53-5).
Yukarıda belirttiğimiz gibi, sosyoloğumuz din olgusunu inançlar ve ayinler olarak iki temel kategoriye ayırmaktadır. İnançlar düşünceyle ilgilidir ve dinle ilgili tasavvurlardan
oluşur. Ayinler ise dine özgü eylem ve davranış biçimleridir.
Ayinler, inançtan kaynaklanan ve inancı destekleyen belli
bir davranış tarzını emrederek, kişiyi belli bir hedefe yöneltir
(2005: 56). Dinî inançlar, kutsal ile din-dışı olanı tanımlayan
ve bu iki unsur arasındaki ilişkiyi düzenleyen tasavvurlardır.
Ayinler ise kişinin kutsal nesnelerine karşı davranışlarını düzenleyen kurallardır (2005: 60).
198
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Kutsal ve Kapsamlı Din Tanımı
Durkheim, bütün dinlerin gerçek veya hayalî şeyleri iki cinse ayırarak sınıflandırdığını tespit eder. Bu iki cins, kutsal (sacred) ve din-dışı (parofane) olarak isimlendirilir. Ona göre, dinî
düşüncenin ayırt edici özelliği, bu kutsal ve din-dışı sınıflandırmasıdır. Bu sınıflandırma, bireylerin davranışlarını düzenleyen
bilgi (inanç) sistemini oluşturur:
“Bu hem inançları, mitleri, dogmaları ve efsaneleri, kutsal
şeylerin doğasını, onlara atfedilen faziletleri ve güçleri, tarihlerini ve din-dışı şeylerle olduğu kadar kendi içlerinde birbirleriyle olan ilişkilerini ifade eden zihnî tasavvurlar hem de bu
tasavvurlardan oluşan bir sistemdir. Kutsal şeyler, tanrılar ya
da ruhlar diye isimlendirilen kişisel varlıklardan ibaret değildir. Bir kaya, bir ağaç, bir su kaynağı, küçük bir tas, bir ağaç
parçası, bir ev hâsılı herhangi bir şey kutsal olabilir. Bir ayin
kutsallığa sahip olabilir; gerçekte ise, belli bir dereceye kadar
da olsa kutsallık içermeyen hiçbir ayin yoktur” (2005: 56).
Kutsal ile din-dışını ayıran ölçüt nedir? Kutsal şeyler varlıklar hiyerarşinde üst basamaklarda yer alır: şeref ve kuvvet açısından din-dışı şeylerden ve insandan daha üstün kabul edilir.
İnsan, sadece insan olma özelliğiyle kutsal kategorisine giremez (2005: 57). Kutsal, bir hiyerarşi oluşturmasına karşın, her
hiyerarşi kutsal kategorisine girmez; kölelerin efendilerine ve
halkın yöneticilerine tâbi olması kutsallıkla açıklanamaz.
Kutsal ile din-dışı arasındaki ayrışıklık mutlaktır; insanlık
tarihinde birbirine bu kadar zıt iki kavram daha bulunmamaktadır. Kutsal ile din-dışı, “ortak hiçbir şeyleri olmayan iki ayrı
tür, iki ayrı dünya”dır. Bunlar birbiriyle çatışır ve birbirini dışlar. Bu farklı varlık türleri, fiziki evrenin farklı bölgelerine yerleştirilmek suretiyle birbirinden ayrıştırılmıştır. Kutsal, ideal ve
aşkın olanı imlerken, geride kalanlar maddi dünyanın değersiz şeyleridir. Dinsel veya kutsal olan, irrasyonel ve gizemlidir; din-dışı ise rasyonel ve duyularla kavranabilir varsayımından hareket eder. Bilim, din-dışı alanda yer alır (2005: 58-9).
199
Sosyal Teoride Din
Kutsal ile din-dışı arasındaki çelişki aynı zamanda sıradan olan
ile idealin, bireysellik ile toplumsallığın çelişkisidir. Bu çelişki
karşısında kutsal ya da dinsel olan varlığını yasaklarla korumaya çalışır. Yasaklar, saf olan ile kirli olanı ayırmaya yarar.
“Din-dışı ve kutsal çevre, yalnızca birbirinden ayrı değil, birbirine kapalıdırlar da; aralarında boşluk vardır.” Kutsal olan ile
din-dışı arasındaki karşılıklı düşmanlık, “onlara tekabül eden
şeylerin” yasaklanması sonucunu doğurur. Kutsal dünyayı
oluşturan şeylerle iletişim, din-dışı şeyler için geçerli davranış
ve dil kalıplarıyla yürütülemez. Onların kendine özgü kısıtlamaları ve ilişki kuralları mevcuttur. Bir alanda âdet veya doğru
hâline gelmiş olan davranışlarımız, diğer alandaki varlıklarla
ilişkimizde yanlışa dönüşebilir (2005: 377-9).
Kutsal ve din-dışı sınırlarla birbirinden ayrılmış olmasına
rağmen, bir alandan diğerine geçiş mümkündür. Durkheim
buna örnek olarak erginlenme veya vaftiz ayinlerini gösterir.
Bu ayinlerde çocuklar bir metamorfoza uğrayarak âdeta yeniden doğar. Kutsal ile din-dışı arasındaki ayrışıklık, “gerçek
bir düşmanlığa ve zıtlığa dönüşen bir ayrışıklıktır”. İki dünya,
birbirinden ayrı olduğu kadar, birbirine düşmandır da. Bazen
birine ait olmanın (adanmanın) şartı, diğerini reddetmeyi gerektirebilir. Birçok dinde “insanın saf dinî bir hayat yaşayabilmesi için din-dışı hayattan tamamen çekilmesi tavsiye edilir”.
Kutsal ve din-dışı zıtlığı, aralarındaki sınırın iyi korunmasını
gerektirmektedir. Bu nedenle, ikisi arasında “mantıksal boşluk” olduğu düşünülür: “Zihin, kutsal ve din-dışına tekabül
eden şeyler arasındaki bir karışma, hatta basit bir temas karşısında bile derin bir tiksinme hisseder.” Kutsal ve din-dışının
birbirine karıştırılmaması için yasaklar (tabular) konulmuştur.
“Kutsal şey, din-dışı olanın hiçbir ceza görmeden kendisine dokunmaması ve dokunamayacağı bir par excellence (mükemmel) bir
şeydir.” Ancak bu yasak iki dünya arasındaki tüm ilişkileri önleyecek noktaya ulaşmaz inançlar ve ibadetler kutsal ekseninde
düzenlenmektedir:
200
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
“Kutsal şeyler, yasaklarla korunan ve tecrit edilen şeylerdir; din-dışı olan ise, yasakların uygulandığı ve kutsal alandan
uzak tutulan şeylerdir. Dinî inançlar, kutsalın doğasını, diğer
kutsal şeylerle ya da din-dışı şeylerle olan ilişkisini dile getiren
tasavvurlardır. Son olarak, ayinler, bir kimsenin kutsal olan
şeylere karşı nasıl davranmaları gerektiğini emreden davranış
kurallarıdır” (2005: 60).
Durkheim, kutsallık, dinî inanç ve ayin olguları arasındaki
ilişkiyi çözümleyerek, dinin oluşumuna açıklık getirir: “Belli
sayıda kutsal şeyler, birbiriyle denk ve hiyerarşik ilişkilere sahip olup, sonuç itibarıyla belli bir düzende uyum arz eden ve
benzer herhangi bir sisteme ait olmayan bir sistem medyana
getirdikleri durumda, bu inançlar ve onlara karşılık gelen ayinler toplamı dini meydana getirir.” Bu durumda din, farklı farklı parçalardan oluşan göreceli bütünsel varlıktır; türdeş kutsal
şeyler için organizasyonel bir merkezi teşkil eder. İnançlar ve
ayinler bu merkez etrafında toplanarak bir sistemi oluşturur.
Her din kutsal bir bütünlük olduğu için, kutsal şeylerin çokluğu bütün dinler tarafından reddedilir. Prensip olarak dinler,
“tek bir ibadetten değil, fakat muayyen bir bağımsızlığa sahip
bir ibadet sisteminden oluşur” (2005: 61). Ancak bu da yeterli
bir din tanımı değildir. Ona göre, kutsalla ilgili inançların ve
ayinlerin bir cemaat veya kilise tarafından paylaşılması, dinin
tamamlayıcı unsurunu oluşturur (2005: 64).
Büyü ve Din Arasındaki Farklılık
Durkheim tüm dinleri kapsayacak bir din tanımı yaptıktan
sonra dini, büyü gibi yakın fenomenlerden ayırmaya çalışır. Din
ve büyü arasında bir akrabalık bulunmaktadır; zira her ikisi de
inançlar ve ayinlerden oluşur. Din gibi büyü de mitlere ve dogmalara sahiptir. Büyücünün desteğini aldığı üstün güçleri olan
yüce varlıklar bulunur, hatta çoğu zaman bu yüce varlıklar din
tarafından kabul edilen yüce varlıkların aynısıdır. Bu benzerliklere rağmen, din büyüden nefret eder; büyü de dine karşı
201
Sosyal Teoride Din
düşmanlık besler. Büyü, dinsel ayinleri kendi törelerine dönüştürerek kutsal olanı din dışına çıkarmaktan “zevk alır”. Din ise
büyü törelerini, hoş olmayan bir hile ilan eder (2005: 62-3).
Din ile büyüyü ayıran özellik, cemaat olgusudur. Dinsel
inançlar, ayinler bir cemaat tarafından paylaşılırken; büyüyle
ilgili inançlar, cemaat oluşturmaz. Dinsel cemaat, belli inançları kabul etmekle kalmaz, bizzat varlığını dinsel inanç ve pratiklere borçludur. İnançlar ve pratikler belli insanlara kimlik
vererek onları birbirine bağlar. Burada Durkheim, dinin inanç
ve ayin ortaklığında, toplum örgütleyici işlevini (kilise formasyonunu) öne çıkarır: “Kutsal âlemi ve onun din-dışı dünyayla
olan ilişkilerini aynı tarzda düşündükleri ve bu ortak tasavvurları benzer amellerle ifade ettikleri için üyelerini birleştiren bir toplum, kilise, cemaat olarak isimlendirilir” (2005: 64).
Durkheim dinsel hayat ile grup kimliği arasındaki sıkı ilişkiye
dikkat çekmektedir. Büyünün ne bir cemaati ne de bir kilisesi
vardır. Büyücü ile büyücüye başvuran arasındaki ilişki bir müşteri ilişkisi gibi sınırlıdır. Din ise kendisine inananları bir “ahlaki cemaat”e dönüştürür (2005: 65). Din inananları bir ahlaki
cemaat olarak kilise etrafında bütünleştirmekle kolektif bilinci
ortaya çıkarır (Aron, 1994: 243).
Durkheim, din ile büyü sistemini karşılaştırdığı çözümlemenin sonucunda din tanımını, toplumsal örgütlenmeyle ilişkilendirerek daha da ileriye götürür:
“Bir din, kutsalla, yani diğerlerinden ayrılmış ve yasaklanmış şeyle ilgili inançlar ve amellerden oluşan tutarlı bir sistemdir. Bu inançlar ve ameller, kendilerine inanan bütün insanları, kilise/cemaat diye isimlendirirken tek manevi toplum
[ahlaki bir topluluk] hâlinde bir araya getirir. Bu ikinci unsur,
benim tanımımda birinci unsurdan daha az önemsiz değildir.
Din fikrinin bir kilise/cemaat düşüncesinden ayrı düşünülemeyeceğini gösterdiğimizde, bununla dinin fazlasıyla ortak
[toplumsal] bir şey olduğunu ifade etmiş oluruz” (2005: 68).
202
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Durkheim’ın ideal din tanımı budur. Bu tanımda dinin toplumu örgütleyici ve toplumsal yaşamı düzenleyici işlevi öne çıkarılmıştır. Bu işlev, dinin evrensel özelliğidir. Bu vurgu, İlksel
Biçimler’in sonunda yeniden yapılır:
“Dinî hayatın tezahürleri ne kadar karmaşık olursa olsun,
esas olarak o, bir ve aynı şeydir. Her yerde bir ve aynı ihtiyaca
karşılık verir ve her yerde bir ve aynı zihin durumundan kaynaklanır. Bütün şekillerinde dinin hedefi, insanı kendisinin
üzerine yükseltmek ve onu bireysel itkilerini takip ettiğinde
yaşadığı hayattan daha üstün bir hayata yöneltmektir: inançlar, bu hayatı tasavvuru ifade eder; ayinler, onu organize eder
ve işleyişini düzenler” (2005: 485).
Bu tanıma göre din, dünyanın kutsal ve kutsal olmayan
ayrımından oluşur. Kutsal şeyler, inançlar ve ayinler dinin temel unsurlarıdır. Durkheim sosyolojisinde dinin oluşum evresi,
“önce kutsalı, sonra kutsalla ilgili inançların örgütlenmesini,
son olarak da inançlardan az çok mantıklı biçimde çıkan ayin
ve uygulamaları gerektirir” (Aron, 1994: 245). Bu din algısı,
kutsalı kutsal olmayanın karşısına konumlandırdığı gibi toplumu da bireyin karşısında konumlandırır (Morris, 2004: 188).
Canlıcılık (Animizm) ve Doğacılığın (Natüralizmin) Reddi
Durkheim Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri’nin ikinci ve üçüncü bölümlerinde ilksel toplumlarla ilgili iki yaygın din kuramı olan natüralizm (tabiatçılık) ve animizmin (ruhçuluğun) uzun
uzun eleştirisini yapar ve bunları reddeder. Durkheim’a göre
bilim adamları “dinî düşüncenin kökenini rasyonel olarak açıklamak amacıyla yalnızca bu iki teori”ye başvurmuşlar ve bu iki
teoriden hangisinin geçerli olduğunu anlamaya çalışmışlardır
(2005: 70). O, sosyal bir olgu veya kurum olarak dinin ampirik
verilere dayanan realist açıklamasını yapmak istemektedir.
Durkheim’a göre animizm kuramı kabul edildiğinde, gerçekte olmayan ruh veya diğer meta-fizik varlıklara inanmış ve
önemli güçler atfetmiş oluruz. Böyle bir durumda dinî inançlar
203
Sosyal Teoride Din
herhangi bir nesnel temeli olmayan, yanılsama veya “sanrı kaynaklı” zihinsel tasavvurlardan ibaret hâle gelir. Oysa toplumların hayatında çok önemli yer tutmuş olan dinlerin yanılsamalardan oluştuğu kabul edilemez (2005: 93). Doğacı kuram ise
dini, olağan olmayan doğa hareketleriyle açıklamaya çalışmaktadır. Bu kurama göre, olağan-dışı doğa olaylarının nedenlerini kavrayamayan insanlar, bu olayların nesnesi olan “rüzgâr,
nehir, yıldız gibi” varlıklara kozmik anlamlar yüklemişlerdir ve
mitoloji temelli bir inanç sistemi kurmuşlardır (2005: 69-70).
Bu iki kuram dinin bir yanılsama olduğu varsayımında birleşir.
Durkheim’a göre inancın nesnesi, metafizik güçler veya doğal
varlıklar olamaz. Din bir yanılsama üzerine kurulamayacağı
için, inancın nesnesi duyularla algılanabilen gerçek bir varlık
olmalıdır. “Eğer bu gerçek gerçeklik Tanrı değilse, Tanrı’nın
hemen altına yerleşmiş gerçeklik, yani toplum olmalıdır”
(Aron, 1994: 245). Dinin temelinde sosyal gerçekliği arayan
Durkheim, düşüncelerine açıklık getirmek için, klan, kilise ve
korporasyon formasyonlarına başvurur. İlksel toplumların formasyonu klan, modern toplumların formasyonu korporasyondur. Klan ile korporasyon arasındaki formasyon ise kilisedir.
Dinin Sosyal Temeli Olarak Totemizm
Rasyonel bir din kuramı arayışında olan Durkheim, yanılsama, kuruntu, hastalık kökenli bir din anlayışını kabul etmeyecektir. Ona göre, tarihte yanlış bir düşünceyle insanlığa yön verilmeye çalışılmış olabilir, ancak hiçbir düşünce “pratik olarak
doğru olduğunu ispat etmeksizin bu şekilde varlığını devam
ettiremez” (2005: 105).
“Yanlış olan bir din yoktur,” tezini savunan Durkheim’ın
animist ya da doğacı kuramlara yönelttiği eleştiri, belli bir din
biçimine değil, dinlerin temeliyle ilgili belli bilimsel paradigmalara yöneliktir (2005: 19). Amacı dinin kaynağı ve işleviyle
ilgili genellemelere ulaşmaktır. İnsan ve tabiat, özünde kutsal
204
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
bir karaktere sahip değildir; o hâlde bir kutsallığa sahip olduğunda bunu başka bir kaynaktan almış olmalıdır (2005: 116).
Bu başka kaynak, şüphesiz toplumdur. Dinin özünü açıklamaya çalışan “sayıklama türleri”nden uzaklaşıldığında, dinin
toplumdan türediği veya toplumsallığın özel yönlerinden biri
olduğu açıklıkla görülecektir.
Durkheim, animist ve doğacı paradigmaların yanlışlığını
gösterdikten sonra, dinin kökeninin veya en ilksel biçiminin
totemizm olduğuna dair kendi tezini ortaya koymaya çalışır.
Ona göre dinlerin temelini oluşturan her unsur, totemizmde
yer almaktadır. Bu nedenle, totemizm incelemesinden elde edilen sonuçlar, dinin ne olduğunun genel olarak anlaşılmasına
ışık tutacaktır (2005: 497). Veri kaynağı, on dokuzuncu yüzyıl
etnologlarının bulgularından oluşur. Onun bir ölçüde döneminin bilimsel popülizmine kapıldığı söylenebilir. Din kuramına
temel aldığı totemizm hakkında ortaya koyulan etnolojik verilerin çok önemli bir kısmı 1930’lara gelindiğinde çürütülmüştür (Turner vd., 2010: 378).
Durkheim, Arunta totemciliğinde dinin “en ilkel ve en
basit” örneğini bulmuştur. Dinsel Hayatın İlksel Biçimleri’nde
Aruntalar hakkındaki ikincil kaynaklar esas alınmış, ancak
buradan elde edilen bilgiler bazen diğer totem kültürleriyle
karşılaştırma yoluna gidilmiştir (2005: 125). İlksel Biçimler’de
totemcilik analizi iki kısımda ele alınmıştır: “Entelektüel kavramlar ve ayinsel uygulamalar”, yani inançlar ve pratikler.
Durkheim’a göre her ne kadar inançlar ibadetleri belirliyor olsa
da inanç ile ibadetler arasındaki ilişki çift yönlüdür. İbadetlerin
anlamlarının açık olmadığı durumlarda “mitler ayine uygun
olarak oluşturulur” (2005: 132).
Dini topluma ve totemi klana bağlayan Durkheim, totem
kavramını açıklamadan önce, klan kavramını açıklar. Klan,
Avustralya yerlilerinin toplumsal hayatında “hâkim ve üstün
bir yer”e sahiptir. Klanın iki ayırt edici özelliği bulunmakta205
Sosyal Teoride Din
dır. Birincisi bir klanın üyeleri, özel niteliği olan bir “akrabalık
bağı” tarafından birleştirildiğini düşünürler. Bu birliğin temelinde, üyeler arasında kan bağının bulunması değil, üyelerin
aynı ismi taşıyor olması yer alır. Her klanın bir aile olduğu
düşünülür. İkincisi her klanın bir totemi bulunur. Klanı simgeleyen nesneler totem olarak adlandırılır. Bir klanın totemi,
aynı zamanda, klanın üyelerinin de totemidir: Bir kimse, ancak
belli bir ismi (totemin ismini) taşıdığı için klanın üyesi olabilir.
Klanların birliği kabileleri oluşturur. Ancak sosyal yaşam daha
çok kabile organizasyonu etrafında değil, klan organizasyonu
etrafında birleşir. Totemler, kabile içindeki totemleri birbirinden ayıran sınırları oluşturur. Bu nedenle bir kabile içindeki iki
klan aynı toteme veya isme sahip olamaz (2005: 133).
Bazı klanlarda çocukların totemi annesinin kabilesinin totemi
olurken bazılarında totem babadan oğula geçer. Dış evliliklerin
(exogamy) olduğu klanlarda anne ve babanın totemleri birbirinden farklıdır. Bazen klanlarda çocuğun totemi, “anneyi gizemli
bir şekilde dölleyen mitsel bir atanın totemi” olur (2005: 138).
Buradaki veriler bir klan içinde kadınlar ile erkeklerin, babalar
ile çocuklarının, anneler ile çocuklarının ve hatta kardeşlerin totemlerinin birbirinden ayrı olacağını gösterir. Ancak Durkheim,
kabile üyelerinin farklı totemlerinin olabileceğine dair verileri
aktardıktan ve kabilenin heterojen yapısını ima ettikten sonra,
hemen unutur. Her klanının bir totem etrafında bütünleştiğini;
totemin, klanın örgütlenmesini sağladığını ve klan içinde sosyal dayanışmayla ahlaki kontrolün sağlanmasında merkezî bir
rol oynadığını kanıtlamak Durkheim’ın asıl çabasını oluşturur.
Tüm açıklamalar totem-klan özdeşliği üzerinden yapılarak sosyal teoride bir çeşit din-toplum özdeşliği kurulur.
Totemler genellikle hayvanlardan ve bitkilerden seçilmiştir.
Bununla birlikte az miktarda da olsa ay, güneş, yıldızlar, bulutlar, yağmur gibi cansız nesnelerin totem olarak benimsendiği
görülür. Klanın kendi atalarını totem olarak kabul etmesi ise
206
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
çok az rastlanan bir olgudur (2005: 134-6). Totem seçilen hayvan ya da bitkilerin klanın yaşam coğrafyasında olağanüstü bir
hayati değeri yoktur.
Totem, öylesine bir isim değil, klanı temsil eden “bir amblem, bir armadır” (2005: 144). Totem ortak bir amblem olmakla birlikte, dinsel ayinlerin bir parçasını, “kutsal şeylerin temel
örneği”ni oluşturur. Ayinlerde kullanılan totemler, genellikle curunga adı verilen ağaç parçaları veya parlak taşlar üzerine işlenir.
Curungalar, üzerlerine totem resimleri çizildiği andan itibaren
ataların ruhunun ikametgâhı hâline gelir. Curungalar önde gelen
kutsal şeylerdendir. Curungalar totem nesnesi olan hayvan veya
bitkiden daha kutsal kabul edilir. Bu durum, totem bitki veya
hayvanlarının özünde bir kutsallık olmadığını, kutsallıklarının
klanın simgesi olmaktan ileri geldiğini gösterir (2005: 151-6).
Kadınlar ve henüz erinlik törenlerine katılmamış erkek çocuklar
curungalara yaklaşamaz ve dokunamaz. Kutsal nesnelerin birtakım yasaklarla korunması, bütün dinlerin ortak özelliğidir. Bu
yasaklar dinsel terminolojide tabu olarak adlandırılır.
Totemi gösteren resimler, birinci derecede kutsalı temsil
eder. Bir klanın totemi olarak kabul edilen hayvan veya bitki,
kutsaldır. Bu varlıklarla ilişkiler, diğer hayvanlar veya bitkilerden farklıdır. Totem varlıklar, ancak özel mistik yemeklerde
katkı maddesi olarak kullanılabilir. Günlük olağan yemeklerin malzemesi olarak tüketilemez. Törensel yemeklerin dışında yenmesi, açlık tehlikesi veya hastalık gibi koşullara bağlıdır. Totem yasağını (tabu) çiğneyenler yaptırımlarla karşılaşır.
Bunlar, beşerî olmaktan çok manevi yaptırımlardır. Totem varlığının yenmesi, kutsala karşı yapılan bir saygısızlık olduğundan, ölüme yol açacağına inanılır (2005: 162-4). Totem varlığı
yemek, yasak olduğu gibi, onu öldürmek veya ona başka bir
biçimde zarar vermek de yasaktır. Bu yasak bazı klanlarda toteme dokunma yasağına kadar genişletilmiştir. Ancak yine de
bir totemin resmi, totem varlığın kendisinden daha kutsaldır.
Bu nedenle curungalar özel mekânlarda tutulur.
207
Sosyal Teoride Din
Totemizmin Evrene Anlam Verme ve
Şeyleri Tasnif Etme İşlevi
Bütün dinler gibi, totemizmin de bir kozmoloji içerdiğini belirten Durkheim’a göre evrende var olan her şey, bir
Avustralya kabilesinin parçalarını oluşturur. Evren, kabilenin
yansımasıdır ya da kabile evrenin. Kabileler totemizm inancı
çerçevesinde her şeyi tasnife tâbi tutarak kabileyle ilişkilendirmiştir. Bitkilerin ve hayvanların ismini klanlara vermiştir
(2005: 192). Toplumsallık, evrendeki şeylerin tasnif edilmesinin imkânını sunar. Burada bilginin temelinin toplum olduğu sonucuna ulaşan bir bilgi kuramı geliştirme çabası görülür
(2005: 185-6). Bu yaklaşıma göre ilk sınıflamalar, evrenin dinsel biçimde algılanmasının ürünüdür. Burada varlıklar, kutsal
ve kutsal-olmayan biçiminde ayrıştırılarak; dünya ikicilik (düalite) üzerine inşa edilmiş olur (Aron, 1994: 251-2).
Totemizm her ne kadar evrenin anlamlandırılmasına ve
nesnelerin tasnifine imkân vermiş olsa da bu onun temel veya
birincil işlevi değildir. Esas olarak, klanın bir ahlaki sistem olarak algılanmasına hizmet eder. Totem ilkesi, bu sistemi hem
canlandırır hem de ona bütünlüğünü verir. Klanın üyeleri, aynı
totem hayvanının tabiatına sahip olma anlamında aynı şeyin
parçaları; samimi dostlar, ortaklar veya arkadaşlardır (2005:
187-8). Saygınlık hiyerarşisi, curunga, totem ve toteme bağlı olan klanın üyeleri biçimindedir. Klanın üyelerine atfedilen kutsallık, ibadetin öncelikle yöneltilmiş olduğu bir “ortak
esas”tan kaynaklanır: “Totemizm, şu ya da bu hayvanların veya
insanların ya da imgelerin değil, bu şeylerin hepsinde bulunan
ancak onların hiçbiriyle özdeş olmayan isimsiz ve gayri-şahsi
bir gücün dinidir. Hiçbiri ona bütünüyle sahip olamaz ve hepsi
ona katılırlar” (2005: 232).
Durkheim’a göre totemizmi, özel bir totem ibadetinden
oluşan klan dini olarak tanımlamak doğru değildir. Ortada
klanların sayısı kadar çok din yoktur. Diğer taraftan klan hak208
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
kındaki yaygın bir yanlışı da düzeltir. Bir klan, kendisinin benzeri olan diğer klanlara kapalı bağımsız bir toplum değildir.
Klanların üyeleri komşu klana ve onun totemine düşmanlık
beslemez, farklı klanların üyeleri birbirlerinin inançlarına katılırlar. İnanç ortaklığı bazen ortak ibadete de dönüşebilir. Bazı
ayinler silsilesi, toplanmış olan kabilenin huzurunda icra edilir.
Bir totemin bir kabilede yalnızca bir klanı temsil etmesi, esnek
de olsa klan-üstü bir organizasyonun varlığının göstergesidir.
Bu bütün kabilenin kabul etmek zorunda olduğu sistematik
bir bölümlenmedir. Bir totem etrafında birleşmiş bir inanç
grubu olarak klan, kabilenin bir parçasıdır. Her klan özerklik
duygusu veren kendine özgü törenleri yerine getirmekten büyük bir hoşnutluk duyar; ancak her bir klan, kendilerini evrene
bağlayan ve evreni anlamlandıran kozmolojinin klana değil kabileye ait olduğunu da bilir (2005: 192-4).
Totemizmin tanrısı, bitkiler veya hayvanlar gibi somut şeylerden tasavvur edilmiştir. Ancak bu somut varlıklar, olağan
olmayan güçlere ve “ahlaki bir karaktere” sahiptir. Yerliler ibadetleri, ataları gibi davranmaları gerektiğini düşündüğü için
yerine getirir. Bu görevler totem akrabalığını meydana getirir.
Totem inancı, diğer dinlerde olduğu gibi, hem evreni düzenli
bir sistem olarak algılamayı sağlar (kozmoloji) hem de toplumun düzenlilik içinde sürekliliğini sağlar (ahlak) (2005: 234).
“Totemizm ibadet organizasyonunun temeli olduğu müddetçe, klan dini toplum içinde, mutlak olmasa da her zaman
oldukça aşikâr olan bir otonomiyi sürdürür”. Her totem grubu
yani klan, “kabile kilisesinin/cemaatinin bir şapeli (küçük kilise/
küçük bir cemaati)” görünümündedir (2005: 240). Ancak kabile
karşısında klan ya da kilise karşısında şapel büyük bir özgürlüğe
sahiptir. Böyle bir durumu, Durkheim’ın Toplumsal İşbölümü’nde
“mekanik dayanışmalı toplum” ya da “parçalı toplum” olarak
adlandırmaktadır. Totemizm inancının yaygın olduğu toplumlar,
merkezîleşme özelliği gösterdiklerinde ise merkezîleşme kabiley209
Sosyal Teoride Din
le sınırlı olacaktır. Kutsallığın klandan kabileye doğru genişleme
eğilimini Durkheim dinin evrenselleşmesinin ilk basamağı olarak görür. Kendisi olmaya son vermeksizin bir merkezîleşme düzeyinin ötesine geçemediği için Durkheim, totemizmi “federatif
din” olarak adlandır (2005: 241).
Durkheim’a göre bitki ve hayvan totemlerin sembolize ettiği asıl şey, klan ya da toplumdur. Totem ibadeti, gerçekte
“belirsiz bir güce yöneltilmiştir” (2005: 243). İlksel Biçimler’in
ilerleyen sayfalarında bu sınırsız gücün toplum olduğu keşfedilecektir. Totem, toplumun kendini tanrısallaştırmasıdır:
“Bu analizden totemin iki farklı türden eşyayı ifade ve
sembolize ettiği sonucu çıkar. Bir taraftan o, benim totem
esası ya da Tanrı diye isimlendirdiğim şeyin dışsal ve görünür
biçimidir. Öte yandan ise, aynı zamanda klan diye isimlendirilen hususi bir toplumun sembolüdür. Klanın bayrağıdır…
Bundan dolayı eğer totem, hem Tanrı’nın hem de toplumun sembolü ise, bunun sebebi Tanrı ve toplumun bir ve aynı şey olması değil
midir?4” (2005: 252).
Toplum Kendini Niçin Tanrısallaştırır?
Durkheim’a göre, toplumun bireyler üzerindeki gücü, kutsallık duygusu yaratır ve birey zihninde toplumu tanrısal bir
varlık olarak algılar:
“İnananlar için Tanrı ne ise üyeleri için toplum odur. Gerçekten
de bir Tanrı önce insanın bazı bakımlardan kendisinden üstün olduğunu düşündüğü ve ona bağımlı olduğuna inandığı bir varlıktır… Toplum da bizde sürekli bir bağımlılık duygusu yaratır.
Çünkü bizim bireysel doğamızdan farklı, kendine özgü bir doğası
vardır ve yine kendine özgü amaçlar izler ama onlara sadece bizim
aracılığımızla ulaşabileceği için zorunlu olarak yardımımızı ister.
Çıkarlarımızı unutup kölesi olmamızı bekler ve bizi yokluklarında
toplumsal yaşamın olanaksız olacağı her türlü sıkıntı, yoksunluk
ve özveriye zorlar” (2005: 253).
4
210
Vurgu bana ait (C.Ö.).
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Durkheim, toplumun bireyler üzerindeki gücünü doğrudan
kullanmayarak, din gibi dolaylı bir şeyi aracı kılmasının nedenini, bir saygı nesnesi üzerinden ahlakı mümkün kılma arayışına
bağlar. Toplum, din sayesinde saygı duyulan ahlaki bir otoriteye
sahip olur. Bu açıklamaya göre, dinin temelinde toplumun ahlak
ihtiyacı bulunmaktadır. Din, toplumun kendi kendine tapınması
olduğu kadar, ahlaki düzeni sağlayan temel bir işleve de sahiptir.
Dinsel emirler, toplumun emirleridir. Toplum, bu emirleri dolaylı olarak, din aracılığıyla içselleştirmiş olan üyelerinin ağzından
dile getirir. Her birey diğerinin karşısında toplumu temsil eder
ve “umumun sesi, bireyin sesinin hiçbir zaman sahip olamayacağı bir tona sahiptir” (2005: 254). Toplumsal baskı, din aracılığıyla uygulandığında daha etkili olacaktır. Sosyal baskı sıradan
bir gözlemcinin ya da ortalama bir bireyin göremeyeceği kadar
karmaşık yollardan gelir. Bilimsel analiz bu yolları insanlara göstermediği sürece, insanlar bu yolların farkına varamaz ya da bu
kanallardan gelen baskıyı toplumla ilişkilendiremez.
Birey, Tanrı’nın ve dolayısıyla toplumun baskılarını kabul
etmekle, güçsüz hâle gelmez, aksine güçlenir. Tanrı sadece
tâbi olunan bir varlık değil, bireylerin gücünün temellendiği
bir kaynaktır. Tanrı’sına boyun eğen kişi, zor durumlarda o
Tanrı’nın kendisiyle birlikte olduğunu düşünür, “dünyaya güvenle ve artan bir enerji hissiyle yaklaşır”. Kolektif güç, her
zaman bireyin dışında değildir; toplum, aksine bireysel bilince
yerleşerek, bireyin varlığının parçası hâline gelir; kendisini bireyde yapılandırır (2005: 256). İnsan, sahip olduğu vicdan ya
da kolektif bilinçten pay aldığı ölçüde kutsal (toplumsal/tanrısal) bir karakter kazanır. Durkheim, toplumun ya da Tanrı’nın
bireyin içine yerleşmesini, bireyin mana’dan ya da ruh’tan bir
pay alması olarak yorumlar (2005: 316-7).
Durkheim’a göre toplum, sürekli olarak olağan şeylerin
bir kısmını kutsal şeylere dönüştürür. Bunun nedeni, olağan
şeylerin denetiminin dışsal, kutsal şeylerin denetiminin ise iç211
Sosyal Teoride Din
sel yollarla sağlanıyor olmasıdır. Bir şeyi kutsallaştırmak, onu
üst bir otorite hâline getirmek demektir. Bu durum geleneksel
toplumlarda olduğu gibi, modern toplumlar için de geçerlidir.
Örneğin kahramanlar tarihin her döneminde yüceltilmiştir ve
yüceltilmeye devam edilecektir. Bu kişilere yöneltilen saygı
“nitelik olarak dinî saygıdan farklı değildir”. Hem kahramanlara atfedilen ahlaki gücün hem de tanrılara atfedilen ahlaki
gücün kaynağı kamuoyudur (2005: 260).
Tanrılar ve kahramanlar gibi fikirler/ilkeler de kutsallaştırılır. Toplum tarafından ittifakla paylaşılan bir fikri eleştirmek
yasaktır. Fikirlerin kutsallaştırılması da modern dönemde devam eder: “Bugün başkalarına verdiğimiz özgürlük ne kadar
büyük olursa olsun, bütün olarak ilerlemeyi reddeden ve modern toplumların bağlı bulunduğu insani ideal [insan hakları
ve demokrasi] ile alay eden bir adam kutsal şeylere saygısızlık
etkisi meydana getirir” (2005: 261).
Durkheim’ın din sosyolojisi, dinin bir yanılsama olduğu yönündeki eleştirilere şiddetle karşı çıkarak dini, toplumsallığın
önemli yapısal unsurlarından biri olarak görmektedir. Bu yoruma göre, modern dönemde geleneksel kutsal unsurlara karşı
eleştirilerin yükselmesi, kutsallığın kendisine yönelik bir eleştiri olarak algılanmamalıdır. Önceki toplumlar ve çağlar gibi
modern toplumlar da kendi kutsallıklarını inşa etmeye ve bu
kutsallar etrafında örgütlenmeye devam edecektir:
“Hiçbir yerde, toplumun kendisini tanrılaştırması ya da
tanrılar yaratması yeteneği, Fransız Devrimi’nin ilk yıllarında
olduğundan daha açık olmamıştır. Gerçekten de bu zamanda,
genel heyecan ve galeyanın etkisi altında, doğaları gereği saf
laik, dinî olmayan şeyler, kamuoyu tarafından kutsal şeylere
dönüştürüldü: Vatan, Özgürlük, Akıl. Bir din kendiliğinden
kurulma eğiliminde oldu. Onun dogmaları, sembolleri, mihrapları ve bayramları vardı. Akıl ve Yüce Varlık ibadetinin bir
tür resmî tatmin sağlamaya teşebbüs ettiği bu kendiliğinden
ortaya çıkan arzulardı” (2005: 261).
212
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Ayinlerin Kolektif Bilinç Oluşturucu İşlevi
Dinin bireylerde kolektif bilinci oluşturması ve yükseltmesi
ayinler aracılığıyla olur. Bu nedenle Durkheim’ın terminolojisinde gerçek anlamda dinsel/toplumsal işlevi bulunan ibadetler, toplu ibadetler yani ayinlerdir. Ayin esnasında birey kendini
daha güçlü hisseder; çünkü kendisine özgeciliği ve dayanışmayı
hatırlatan bir süreçten geçer. Kolektif coşkunun zirveye çıktığı
bir toplantıda veya ayinde, toplumun güçlendirici ve canlandırıcı etkisi daha açık hâle gelir. Bu durumda insan, birey olarak
yapamayacağı şeyleri yapma gücünü kendinde bulur.
Ayinlerin periyodik aralıklarla gerçekleşmesi, olağan zamanlarda azalan, gevşeyen kolektif bilincin tazelenmesine ve kuvvetlenmesine yarar. Ayin sonrası geçen zamanda bireyler her
ne kadar toplumla bağlılığını devam ettirse de giderek bağlılık
zayıflayacaktır. Ayin, kişinin ihtiyacı olan kolektif enerjiyi kazanmasını sağlar. Bu periyodik toplanmaların dışında, tarihte
kolektif bilincin daha yoğun olarak hissedildiği anlar da bulunmaktadır. Bu durumlarda bireylerin daha fazla birlik duygusuyla hareket ettiği gözlemlenmiştir. “Devrimci ya da yaratıcı”
dönemlerde toplum “galeyan” hâline geçebilir (2005: 258).
Durkheim’a göre din, ayinlerde ortaya çıkan galeyan veya
vecd durumundan doğmuştur. Bu ibadet ayinlerini belli aralıklarla düzenlemeyen hiçbir klan yoktur. Klan ve kabile törenlerinin dışında kalan zaman (olağan zaman) ise “bütünüyle
seküler ve din-dışı eylemlerle doludur”. Ancak seküler eylem
zamanlarında da klan üyesinin uyması gereken kurallar ve yasaklar mevcuttur. Bireyin zihnindeki totem düşüncesi bu yasaklara uymasında ona kolaylıklar sağlar (2005: 266-7). Klan
üyelerinin totemin resimlerini veya dövmelerini taşıması, onun
yalnız kaldığında bile semboller aracılığıyla toplumla bütünleşmesini sağlar (2005: 281).
Dinî güçler iki anlamlıdır; hem beşerî/maddi hem de psişik/
ahlakidir. Dinî güçlerin ahlakiliği, onların bireyler üzerinde oluşturduğu intibalardan ve bireylerin birbirilerine karşı davranış213
Sosyal Teoride Din
larını etkilemelerinden kaynaklanmaktadır. Yani kolektif bilinç
bireysel bilinci etkileyerek, bireyler arasındaki ilişkiyi düzenler
ve kolektif varlığın sürekliliğini garanti altına alır. Dinî güçler,
toplumsal ahlakı mümkün kılmanın yanı sıra, doğadaki hayatın esasını da oluşturur. Açıkçası insan düşüncesini disipline eden
dinî güç, aynı zamanda bitkilerin ve hayvanların büyümesini,
verimliliğini sağlar. Bu düzenleme ve iyileştirme yetisi dinlere
“medeniyetin bütün temel tohumlarının geliştiği rahim” olma
özelliğini verir (2005: 271). Dinî güç, hem ahlaki hem de fiziki
dünyayı düzenlediği için, rakipsiz ve total (en üstün) bir güçtür.
Durkheim’a göre dinin ahlaki bir işlevinin olması, onu bir
yanılsama olmaktan çıkarır. “Gerçekten de, insanın kendisinin
ona dayandırdığı ve bizatihi en iyi olan her şeyi ondan aldığı
ahlaki bir güce inandığında, aldatılmış olmadığını söyleyebiliriz. Bu güç vardır, o da toplumdur.” Bu yoruma göre, “Tanrı,
toplumun mecazî bir ifadesinden başka bir şey değildir” (2005:
273-4). Bu çerçevede, dinin esas amacı, evreni insan için anlamlı kılmak değil, fert ile toplum arasındaki ilişkiye süreklilik
ve düzenlilik sağlamaktır. Böyle bakıldığında ibadetler, insanın
Tanrı’sıyla ve toplumuyla bağını güçlendirir. Dinî güç, nesnelerin duyularımızda ve zihnimizde meydana getirdiği düşüncelerle değil, grubun, topluluğun veya toplumun üyelerine ilham
ettiği hisler üzerine inşa edilir (2005: 277). İlksel inançların
kolektif niteliği ve her klanın bir toteminin bulunması bunu
gösterir. Ahlaki idealleri yaratan ve insanları bunlara uymaya
zorlayan toplumdur. “[Tanrı], kabile ahlakının koruyucusu olduğu için, ahlak ihlallerini cezalandırır” (2005: 343). Toplum,
kontrolü etkin kılmak için, psişik süreçleri ve dini aracı kılar.
Birey kutsalın ve dolayısıyla dinin bir parçasına dönüştüğünde ahlaki kontrol de içselleştirilmiş olur (2005: 317). Ahlaki
kontrol sağlamadaki işlevi, dini evrensel bir kurum hâline getirmiştir; bütün toplumların bir dini vardır (2005: 291). Ahlak
ve hukuk kuralları ayinsel emirler gibidir; bütün toplumsal kurumlar gibi dinden doğmuşlardır (2005: 491).
214
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Dayanışmanın ve Ahlakın Aracı Olarak İbadetler
İlksel Biçimler’de en son ibadetler analiz edilmiştir. Bu analizde, ilksel dinlerdeki temel özellikler belirlenmeye ve ayinlerin
temel biçimleri tasnif edilerek, kökenleri anlaşılmaya çalışılır.
Durkheim’a göre, biri ötekine bağlı olmak üzere her ibadetin
iki yönü bulunmaktadır. Bunlar “pozitif ibadetler” ve “negatif
ibadetler” olarak adlandırılmıştır (2013: 357).
Dinsel yasaklamaları belirten negatif ibadetlerin işlevi, kutsal
ile din-dışı arasında bir boşluk ya da sınır oluşturmaktır. Bu ibadetlere ancak olumsuz eylemler yüklenebilir. Bu olumsuz ibadetler veya yasaklar etnografların dilinde “tabu” anlamını alır. Tabu,
Polinezya dilinde belli şeylerin olağan/gündelik ya da sıradan
kullanıma açık olmamasıyla ilgili dinî inançlardan kaynaklanan
yasağı ifade eder (2013: 358). Negatif ibadetler, inananın din-dışı
dünyadan kaçmasını emrederek, kutsal hayata yakınlaşmasını
sağlar (2005: 387). Negatif ibadetler, dinsel olan mekân ile dindışı olan mekânı birbirinden ayırır. Her din, kutsal mekânlarla
ilgili bir dizi kurallara sahiptir. Bu yasaklamalar negatif ibadetin
parçalarını oluşturur. Bu ayrışma, zaman için de geçerlidir. Mabet
gibi kutsal mekânlarda ve bayram gibi kutsal zamanlarda din-dışı
şeylerle meşgul olmak yasaktır (2013: 367-8).
İnsanların dinî güçlere karşı görevleri, “ilişkiden kaçınma”
ile sınırlı değildir. Kutsal olan şeyle pozitif ve ikili bir ilişki içinde olmanın gerekliliğine de inanılmıştır. Negatif ibadetler dindışı alanın sınırını aşarak kutsal alana girmeye hazırlık, “pozitif
ibadete varmanın bir ön koşuludur”. Negatif ibadetler sayesinde kişi değersiz ve gereksiz olandan kurtularak arınmışlığa,
kutsanmışlığa adım atar. Negatif ibadetler müminin yerine getirmesini gerektiren çileci kuralları içerir. Kişinin sahip olduğu
dinsel itibar, katlandığı çileyle doğru orantılıdır (2013: 368371). Ayinler kişinin malından ve zamanından vazgeçmesini
gerektirir. Bu durumda acı, kutsallaşmanın aracı ve kurtuluşa
ulaşmanın işareti hâline gelir (2013: 376).
215
Sosyal Teoride Din
Durkheim’ın yorumuna göre, negatif ibadetlerdeki vazgeçişler, “sadece dinî hedeflere hizmet etmez”; bencillik karşısında özgeciliği simgeler; toplumsal ve ahlaki çıkarların sembolik ifadeleridir. “Toplum, genellikle bireylere karşı acımasızdır.
Zorunlu olarak onlardan sürekli fedakârlıklar ister.” Dinsel
çilecilik doğa karşısında kültürün, toplumun ve uygarlığın
“tamamlayıcı bir parçasıdır” (2013: 376-7). Kutsal varlıklar,
insanda korkuyla karışık bir saygı uyandıran, şekil değiştirmiş
ahlaki güçlerdir (2005: 382-4). Kutsal varlıklar, güçlerini insanlardan almaktadır, ancak insanlar da toplum içinde varoluşlarını onlara borçludur. “Kutsal varlıklar, yalnızca kutsal olarak
düşünüldüklerinde yaşarlar” (2005: 408-410).
Tanrı-mümin ilişkisi, Durkheim’a göre, toplum-birey ilişkisinin sembolik bir hâlidir. Bu nedenle, Tanrı-mümin ilişkisinde
kabul gören her yargı, toplum-birey ilişkisine taşınır. Bu yoruma göre ibadetler, bireylerin Tanrı’yı veya toplumu yaşatmalarının bir yoludur. Bu genellemeler, Durkheim’ı ibadetlerin
işlevini yeniden yorumlamaya götürür. Dinsel törenlerin toplumu birleştirici bir işlevi bulunmaktadır: “Dinî törenlerin sahip
olabileceği küçük bir etki, bütün toplumu harekete getirir. Bu
da toplumun bu zamanlarda, din-dışı zamanlarda olduğundan
daha canlı, daha faal ve böylece de daha gerçek olduğunu söylemek anlamına gelir” (2005: 410-3).
Din-dışı hayattan kaçış, kutsal olanla (Tanrı veya toplum)
olumlu ilişki kurma aşaması olan ayinsel uygulamalarla tamamlanır. Durkheim dinlerdeki bu yakınlaştırıcı ayinleri “pozitif ibadetler” olarak adlandırır (2005: 387). Pozitif ayinlerin
“ahlaki ya da toplumsal” bir önemi bulunmaktadır. Bu ayinler,
“fertleri ve grupları manevi olarak yeniden oluşturma hizmeti
gördükleri içindir ki, eşya üzerinde bir gücü olduklarına inanılır”; ancak gerçek işlevleri “ahlaki hedefler”den ibarettir (2005:
437). Pozitif ayinlerin temel işlevi, toplumsal bütünleşmeyi
sağlamaktır. Bütünleşmenin metodu duygulara hitap etmeyi
216
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
ve irrasyonel uygulamalara başvurmayı gerektirir. Bu nedenle
pozitif ibadetler oyun, sanat ve edebiyatı (şiiri) içerir: “Eğlence,
pozitif ayinin temel hedefi olan manevi olarak yeniden yapmanın bir şeklidir.” Dinsel dünya, “zihnin özgürce yaratımları”na
izin veren hayalî bir dünyadır ve “ibadet bizatihi estetik bir
şeydir” (2005: 449-451). Pozitif ayinlerin temel işlevi “insanların bir araya getirilmesi, ortak olarak duydukları hisler ve bu
hislerin müşterek hareketlerde ifade edilmesidir” (2005: 455).
Tören ânı, bir trans ânıdır. Vecd durumunda birey kontrolünü kaybederek, grubuyla yüksek derecede bütünleşmiş olur.
Birey dışsal güçler tarafından ele geçirildiğini ve yönetildiğini
hisseder, normal zamanlardan farklı düşünür (2005: 266). Ayin
yoluyla birey aşkınlaşarak, kutsal, tanrısal ve toplumsal nitelik
kazanır (2005: 457).
Durkheim’ın ibadet tasnifinde negatif ve pozitif ibadetlerden başka bir de “kefaret edici ayinler” vardır. Günah çıkarma
ayinlerini, “kefaret edici” ayinler olarak adlandırır. Bir felaket,
hastalık, uğursuzluk veya endişe durumu kefareti gerektirir.
Yas, kefaret edici ayinlerin en önemli örneğini oluşturmaktadır
(2005: 458, 471). Negatif ibadetler ile kefaret edici ibadetler
arasında yakın benzerlikler bulunur; her ikisinde de acının deneyimlenmesi vardır.
Modern Toplumlara Dinin Durumu ve Geleceği
Dini evrensel bir olgu kabul eden Durkheim’a göre, “dinî hayatın tezahürleri ne kadar karmaşık olursa olsun, esas olarak o,
bir ve aynı şeydir”. Aynı zihin durumundan kaynaklanır ve aynı
ihtiyaca cevap verir. Bütün dinler bireyi içgüdülerin ve kişisel çıkarların sınırlarından kurtararak yükseltmeyi hedef edinmiştir.
İnançlar bu hayatı kurgular, ibadetler ise bu kurgusal hayatı organize edip işleyişini düzenler (2005: 485). Bunlar, İlksel Biçimler’de
Durkheim’ın klan toplumlarında totemizm üzerine yaptığı yüzlerce sayfalık analizden çıkardığı yargılardır. Onun araştırmasın217
Sosyal Teoride Din
dan çıkan sonuca göre: toplumlar var oldukları sürece kutsal olana ihtiyaç devam eder. Kitabın “Sonuç” kısmında Durkheim’ın modern
toplumlarda dinselliğin durumu ve hangi biçim altında varlığını
devam ettireceğine dair düşünceleri yer alır.
Dinsel düşünce bilimle uzlaşır mı? Bilimin yaygınlaştığı toplumlarda dine yer var mıdır? Durkheim modern toplumlarda
bu gibi soruların yaygınlık kazanmasını rasyonel din kuramlarıyla ilişkilendirir. Rasyonel kuramcılar, dinin ve dinsel varlıkların özsel bir niteliğe sahip olup olamayacağını sorgulamış ve
verdikleri cevap olumsuz olmuştur. Rasyonalistlere göre din, bir
yanılsamadan ibarettir. Durkheim ise “insanların çağlar boyunca varlığını devam ettiren ortak hislerinin, salt yanılsamalardan
ibaret olamayacağı varsayımı”ndan hareket eder. Ona göre dinî
inançlar, tecrübenin ürünleridir. Bu tecrübenin kanıtlayıcı değeri, bilimlerin kanıtlayıcı değerinden düşük değildir. Dinsel
tasarımları sosyal işlevleriyle anlamaya çalışarak dini, toplumsallığın kurulmasında ve devam ettirilmesinde temel işlevi bulunan sosyolojik bir araç olarak görür. Toplum, dinin nesnel,
evrensel ve ebedî temelini oluşturur. Toplum, din aracılığıyla
insanı yücelterek, medeniyeti mümkün kılar. Toplum kendisini
soyut inançlar ve bunları tamamlayan ibadetler aracılığıyla hissettirir. Toplum, inanç ve ibadetler etrafında örgütlenmiş aktif
bir ortaklıktır. Kutsala ilişkin düşünceler, toplumu sembolize
eder. “Toplumun dinî hayatın kaynağı olmasından dolayı, dinî
hayata hâkim olan da eylemdir.” Bu yoruma göre “dinî güçler”,
ortak duygulardan kaynaklanan beşerî ve manevi güçlerdir.
Dinin meşruiyet sağlayıcı bir otorite olması ona, ahlak, hukuk
ve bilime kaynaklık etme işlevini yükler. Bütün toplumsal kurumlar, dinden kaynaklanmaktadır. “Eğer din, toplumda temel
olan her şeyi doğurduysa, bunun sebebi toplum düşüncesinin
dinin ruhu olmasıdır” (2005: 488-91). Din, toplumun kendini
mükemmelleştirme arayışını ifade eder; “mükemmel bir toplumu gerçekleştirmeyi hedefler”. Durkheim’a göre kolektif hayatın dinî düşünceyi üretmesine neden olan şey, coşku sayesinde
218
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
psişik eylemin koşullarını değiştirebilme potansiyelidir (2005:
493-4). Kolektif dinsellik sayesinde kişi kendini dönüşmüş hissederek, topluma katılır ve toplumu dönüştürür.
Dinlerin tasarlamış olduğu öte dünya, ideal bir dünya ve
ideal bir toplumdur. Bu nedenle dinlerin işlevleri, bilimsel
gelişmeye rağmen devam eder. Çünkü bilimin din gibi değer
aşılama ve belli bir değer temelinde coşku yaratma gibi bir potansiyeli bulunmamaktadır. İdeal dünya tasarımı, toplumsal
tecrübenin bir ürünüdür. Bu nedenle, ideal dünya tasarımının içeriği değişse de ideal dünya arayışı ebedîdir. İdeal dünya
tasarımı, “toplumun kendisinin bilincine varmasını” yansıtır.
İdeal dünya arayışı ne kadar doğal ise din de o kadar doğaldır. Bir toplum aynı zamanda bir ideal yaratmaksızın ne kendini yaratabilir ne de gerektiğinde bu yaratılışı tekrarlayabilir.
Durkheim’ın bu yorumu onu realist ve tarihselci bir din kuramına ulaştırır: “İdeal toplum, gerçek toplumun dışında değildir, gerçek toplumun bir parçasıdır.” Toplum bir tasavvurdur ve kendisini oluşturan bireylerde “kendisi hakkında oluşturduğu idealden meydana gelir”. Bireyin toplumsal idealleri
öğrenmesi ve özümsemesi din aracılığıyla olur. İdealleştirme
yeteneği, insanın “varlığının şartıdır”. Durkheim bu tarihselci
yaklaşımının, “tarihsel materyalizm”le bir benzerliğinin bulunmadığı yönünde uyarıda bulunur: Kolektif bilincin maddi bir
temelinin bulunduğu yadsınamaz, ancak kolektif bilinç bir kez
oluşunca “kendine özgü yasaları takip eden hisler, düşünceler
ve imgeler dünyası” hâlini alır (2005: 495-6). Bu nedenle maddi dünya ile düşünce arasındaki ilişki tek boyutlu değildir.
Dinsel inanç, dünyayı, varlığı, insanı anlama ve açıklama
yönünde “spekülatif ” kabulleri içerir; hitap ettiği topluma bir
kozmoloji sunar. Dinsel düşüncenin başlangıcında akıl ve iman
arasında bir farklılık olmadığı için, dinin açıklamaları tartışmasız kabul görür. Tarihsel süreç içinde felsefe gelişir ve akıl, aile,
iman arasında zıtlık kendini gösterir. Felsefe, dinî spekülasyon219
Sosyal Teoride Din
ların oluşturduğu gizem örtüsünü yok eder. Bilimsel bilginin
gelişimi, dinin doğa, toplum, insan hakkındaki açıklamalarını
daha ileri düzeyde eleştiriye açık hâle getirir. Durkheim’a göre,
bilimin açıklama potansiyelinin gelişmesi hâlinde “dinin zeminini kaybetmesi normal”dir; “bilim, bilişsel ve entelektüel formasyonlar da dâhil her yerde dinin yerini alma eğilimindedir”.
Felsefe ve bilim köken olarak dine dayansalar da, zamanla bağımsızlaşır. Her üç bilgi türü de aynı varlıklara açıklık kazandırma gibi ortak bir amaca sahiptir. Ancak akıl ve deneyimin
açıklama alanı genişleyince imanın bilgi otoritesi olma gücü
zayıflar. Din kendini savunmaya geçer ve bilimin, psikolojik,
ahlaki konularda açıklama yapma yetkisini sorgular. Bu muhalefete rağmen, bilimsel düşüncenin hâkim hâle geleceği açık
görünmektedir. Durkheim, din ve bilim arasındaki çatışmanın
nedenini ve çatışma sürecini böyle özetler (2005: 502-3). Ona
göre bilim, dine zemin kaybettirse de dini reddetmez; “verili
bir olgular sistemi” olarak din, bir gerçekliktir ve toplumsal
fonksiyonu devam etmektedir:
“Din, bir eylem olduğu ve insana hayat veren bir vasıta olduğu müddetçe muhtemelen bilim onun yerini alamaz. Bilim
hayatı ifade etse de, hayatı yaratamaz. İmanı çok iyi açıklayabilir, ancak bu temel hareketle onu varsayar. Bu yüzden sınırlı
bir nokta dışında, din ile bilim arasında bir çatışma yoktur…
Bilimin dinde tartışma konusu yaptığı şey, onun var olma hakkı değil, fakat eşyanın tabiatı hakkında tartışmaya meydan
vermeyecek şeyler söyleme hakkı ve insanı ve dünyayı açıklamaya yönelik hususi uzmanlık iddialarıdır” (2005: 503).
Din, doğal ve toplumsal olguları açıklama iddialarından
vazgeçerek kendi varlığını koruyabilir. Dinin bilme kapasitesi
sınırlıdır; öyle ki “din, kendini bilemez”. Bilimin ne yapması
gerektiğini dinin belirlemesi beklenemez; aksine “dinin kendisi
bilimin konusudur” (2005: 503).
Bu tartışmada Durkheim’ın vardığı sonuca göre, “din ortadan kalkmak yerine, kendini değiştirmeye yönelmiş gibi gö220
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
rünmektedir”. Bu değişiklik, inanç ve ibadet gibi temel unsurları yok etmez. Din kendini felsefe ve bilim süreçlerinden
geçmiş olan insanın makul göreceği bir iman çerçevesi çizerek
varlığını koruyabilir. Bu nedenle yeni din teorisi, doğal ve toplumsal bilimlere dayalı bir kuramla varlığını devam ettirebilir. Kendine bilimi temel alan bir dine neden ihtiyaç vardır?
Durkheim burada dinlerin kuram ve eylem boyutuna dikkat
çeker. Her din (iman sistemi) bir kuramı içerir. Kuram, varoluşa anlam kazandırır ve şeylere açıklık getirir. Bilim ise ne kadar
ilerlerse ilerlesin varlığa tam olarak bir açıklık kazandıramaz,
ayrıca insanları eyleme geçirme yeteneği de yoktur. Hayat ise
beklemez. Kuram ve dinin, bilimin önüne geçme nedeni budur
ve “bu yüzden dinler, en rasyonel ve en çok laikleşmiş olanlar da dâhil… gerçekte bilimsel olmayan bir spekülasyon olmaksızın yapamaz”. Dinler var oldukça, hissin belirsiz sezgileri
mantıksal nedenlerin yerini almaya devam edecektir. Bu açıklamalar, dinin bilgi alanında mutlak otorite olmaya devam edemeyeceğini gösterir. Din, bilimin açıklık kazandırdığı alanlarda bilimle zıtlaşarak değil, bilimsel gerçeklikleri kabul ederek
varlığını koruyabilir. Bilimin açıklık kazandırmadığı alanlarda
dinin inananlara yol gösterici olması ise bilimsel paradigma açısından sorun oluşturmaz. Kısaca din, bilimin ötesine geçebilse
de ondan hareket etmesi gerekir (2005: 504).
Modernitede dinî düşüncenin varlığını devam ettirmesi mümkün
müdür?sorusuna Durkheim’ın verdiği cevap olumludur. Dinsel
semboller ortadan kalksa da dinsellik varlığını devam ettirir.
Çünkü toplumların kolektif düşünceyi inşa etme ve yeniden
inşa etme ihtiyacı hep var olacaktır. İnşa ve yeniden inşa manevi süreçlerdir ve “dinî bir örgüt olmaksızın gerçekleşemez”.
Geleneksel dinler ile ulusal siyasetin maneviyat oluşturma şekilleri farklı olsa da her ikisinde de kutsallığın inşası yer alır.
Durkheim teorik olarak bu düşünceleri savunsa da yaşadığı
dönemde bazı belirsizliklerin olduğunu kabul eder. Geçmişin
ayinlerinin nasıl olduğu bilinmesine rağmen, geleceğin bay221
Sosyal Teoride Din
ramlarının ve törenlerinin alacağı biçimi hayal etmenin güç
olduğunu belirtir. Bilinen şey birkaç kuşak öncekilere heyecan
veren dinsel uygulamalar artık aynı heyecanı vermemektedir.
Durkheim’a göre kolektif heyecan/coşku kaybı “ahlaki bakımdan âdi bir dönem”den geçildiğinin belirtisidir. O, “Eski tanrılar yaşlanıyorlar, hatta öldüler, diğerleri ise henüz doğmadı.”(2005:
500) sözüyle, mevcut dinlerin toplumsal değerinin giderek
azaldığını ama dinselliğin yeni dinsellik biçimlerini ortaya çıkarmasının toplum yasasının bir zorunluluğu olduğu inancını
ortaya koyar. Durkheim geleneksel dinlerin Tanrı’sının ölümünü, bu dinlerin sekülerleşme olgusuna karşı direnme potansiyeline sahip olup olmadığını ciddi anlamda sorgulamaksızın
kabul eder (Casanova, 2014: 24).
Burada Durkheim’ın din olgusuna karşı bilimsel tutumunun devam ettiği görülür. Yeni dinler, Saint-Simon ve Comte
gibi toplum felsefecilerinin rasyonel tarzda inşasıyla ortaya
çıkmayacaktır (Turner vd., 2010: 380; Coser, 2010: 136).
Onu ne felsefe ne de bilim değil, toplum ortaya çıkaracaktır.
“Toplumlarımızın bu yaratıcı coşkunluk saatlerini yeniden bilecekleri bir gün gelecektir” (2005: 500-1). Durkheim burada
bilimsel ihtiyatı koruyarak, yeni dinin hangi sembollere sahip
olacağı konusunda öngörüde bulunmaktan kaçınır. Buna karşın, İlksel Biçimler, dinin toplum için vazgeçilmezliğini vurgulayan, sosyolojinin ortaya koyduğu “en etkileyici delil” olma
özelliğini korumaktadır (Nisbet, 2013: 308).
Dinleri belli bir klanla, bir toplulukla ya da toplumla ilişkilendiren işlevselci ve organizmacı Durkheim’ın din kuramının
iki konuda yetersizliklere sahip olduğu düşünülebilir: Bireysel
ibadetler ve evrensel kutsallar. O bu iki konunun dinsel pratikler ve kültür içindeki varlığını yadsımamış, ancak din analizine
toplumu temel almıştır. Bireysel ya da özel inanç ve ibadetler
ona göre “ikinci dereceden kutsal şeyler ve önemsiz ayinlerdir”. Bireysel ayinler, kutsal alan ile din-dışı alanın birbirine
222
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
karışmasına ve nihai olarak kirlenmeye ve dinsel çözülmeye yol
açar. Bu nedenle Durkheim saf dindarlığın ve kolektif bilincin her şeyi kapsamasının göreceli olarak mekanik dayanışmalı toplumlarda mümkün olduğunu düşünür. Bireyselleşme ve
uygarlaşma yönünde gerçekleşen ilerlemeler, kutsal ile din-dışı
arasındaki zıtlığın azalması sonucunu çıkarmaktadır (2013:
368). İlksel toplumlarda “gelişmemiş bir ibadet” olan bireysel
ibadetler, giderek “dinî hayatta nispeten daha büyük bir yer
işgal eder ve aynı zamanda, dışarıdan [toplumdan] gelecek etkilere de tamamen kapanır” (2005: 497).
“Bireysel ibadetlerin varlığı, dinin sosyolojik yorumunu dışlayan ya da ona mani olan hiçbir şeyi ima etmez; çünkü onun
yöneldiği dinî güçler, yalnızca müşterek güçlerin müstakil hâle
gelmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu yüzden de din,
bütünüyle ferdî bilincin içinde olarak görüldüğünde bile, onu
besleyen hayat kaynağı toplumda bulunur” (2005: 497-8).
Bu açıklamalardan bireysel dindarlık da tıpkı kolektif dindarlık gibi sosyal bir olgu olduğu için, Durkheim tarafından
kabul görecektir gibi bir sonuç çıkmaktadır. Ancak Durkheim
sosyolojisinde sosyal olgular oldukları gibi onaylanmayıp normal
ve patolojik olarak ikiye ayrılır. Patolojik olgulara daha çok geçiş dönemlerinde rastlanır ve toplum bir süre sonra bu olgulara
karşı koymanın yollarını bularak normalliği yeniden inşa eder.
Durkheim, patolojik bir dindarlık biçimi olarak gördüğü “köktenci bireyselcilik”e şu itirazları yöneltir: “O, dinî hayatın temel
şartlarını yanlış anlamaktadır. Eğer, günümüze kadar, asla gerçekleşmeyen teorik bir ilham safhasında kalmışsa, bunun sebebi,
onun gerçekleşebilir olmamasıdır. Bir felsefe zihnin sessiz derinliklerinin ayrıntılı bir şekilde geliştirebilir; ancak aynı şey iman
için geçerli değildir” (2005: 498). Durkheim için din, cemaattir;
varlığını koruyabilmesi az ya da çok kolektif biçimde paylaşılmasına bağlıdır. Bilimlerin gelişmesi sıkı cemaat yapılarının aleyhine işlemektedir; bu nedenle dinsel toplulukların varlığı ona göre
kendilerini esnek biçimde yapılandırmakla mümkün olacaktır.
223
Sosyal Teoride Din
Durkheim’ın ele aldığı diğer bir konu ise “dinî evrenselcilik”tir.
Dinî evrenselcilik, dinsel inanç ve ayinlerin klan-üstü paylaşımıyla ortaya çıkmıştır. Durkheim’a göre, on dokuzuncu yüzyılda
gözlemlenen birçok totemik toplumda totemin klana ait olduğu,
ancak dinin ise kabileye ait olduğu görülmüştür. Dinin klan ya
da millet üstü görünümleri genişleme eğilimini gösterir. Dinlerin
evrenselleşme süreci, inançların somut nesnelerden soyut nesnelere; kolektif bilincin gruptan, klandan insanlığa doğru evrilmesiyle tezahür eder (2005: 499). Dinin evrenselleşmesinin kaynağı, toplumlar arasında komşuluk ilişkilerine duyulan ihtiyaçtır.
Toplumsal ilişki alanının genişlemesi, bu ilişkileri düzenleyecek
ortak değer sistemlerini doğurur. Modern dönemde “yeni toplumsal hayat”ın gelişmiş olması, dinî evrensellik olgusunu daha
bir görünür kılmaktadır. Durkheim, “yeni toplumsal hayat”ı
uluslararası bir hayat olarak tanımlar. “Dinî inançların evrensel
bir hâle gelmesine yol açan uluslararası bir hayattır. Bu uluslararası hayat genişlediği gibi, aynı şekilde müşterek ufuk da genişler;
toplum artık, mükemmel bir bütün olarak gözükmez ve süresiz
bir şekilde genişlemeye müsait belirsiz sınırları olan daha geniş bir
bütünün bir parçası hâlini almaya başlar” (2005: 519).
Din Sosyolojisi-Bilgi Sosyolojisi İlişkisi
İlksel Biçimler’in göz ardı edilmemesi gereken özelliklerinden biri, düşünce ile toplum arasında kurduğu ilişkidir.
Durkheim’ın din sosyolojisi, insanların neye inandıklarını anlamaya çalıştığı kadar nasıl düşündüklerini de anlamaya çalışır
(Jenks, 2007: 61-2). İnsan kavramlarla düşünür ve kavramlar,
toplumsal (ortak) tasavvurlardır. Mantıksal düşüncenin nesnelliği, gayri-şahsi olmasından ve toplumsal tasavvurları dikkate
almasından kaynaklanır. Kavramlar, düşünmenin aracı olduğu
gibi, toplumsallaşmanın da araçlarıdır. Kolektif bir tasavvurun
uzun süre kabul görmesi, onun eşyanın tabiatına uygun olmasından kaynaklanır. Bu açıdan din, felsefe ve bilim de toplumsal tasavvurlardır. Bu bilgi kaynaklarının önermelerinin doğ224
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
ruluğu ya da yanlışlığı toplum tarafından kabul görmelerine
bağlıdır. Dinsel inançlar, mitler “garip olsalar da” her zaman
keşfedilmesi gereken bir hakikati içerir. Bu durumla modern
toplumlarda var olan bilim inancının, bilimsel bir açıklamayı
ayrıcalıklı hâle getirmesi arasında bir fark yoktur. Herhangi bir
bilgi kaynağını değerli kılan şey, her zaman, toplumun bilme
konusundaki tasavvuru olmuştur (2005: 507-13).
Kavramlar gibi kategoriler de toplumsaldır. Kategorilerin bir araya gelmesiyle şeyler arasındaki ilişki açıklık kazanmış olur. Şeylerin
tasnif edilmesi bütünlüğün açıklanmasını sağlar. Kategoriler aracılığıyla bireyin ve toplumun hayatı disipline edilir.
Durkheim’ın bilgi sosyolojisinde “bütünlük”, “toplum” ve
“Tanrı” kavramları, aynı düşüncenin farklı ifadeleridir. Bir hiyerarşi oluşturmak gerekirse, toplum Tanrı’dan önce gelir: “Toplum,
kendi dışında hiçbir şeyin var olmadığı bütünlüktür.” Mekân
ve zaman, topluma göre tasarlanır. Toplum eşyayı ve kendini
meydana getiren bireyleri kategorilere ayırdığında kendini var
etmiş olur. Kavram ve kategori oluşturma yeteneği, topluma
üstünlük kazandırır. Kolektif bilincin “psişik hayatın en üst
biçimi” olma nedeni budur. Kolektif bilinç, “bireysel ve yerel
olanakların üstünde ve dışında bulunarak”, şeyleri ve olguları
“üstten görür”; bu nedenle bilinen gerçekliğin tamamını kapsar. Toplumsal ilişkiler alanının genişlemesi, mantıksal düşüncenin öznellikten daha çok kurtulması sonucunu doğurur; bu
nedenle dinî inançlar da giderek evrensel bir nitelik kazanır. Bu
sürece eşlik eden ahlak ve bilim, “bireyin kendi bakış açısının
üstüne yükseltme ve gayri-şahsi bir hayata katılma yeteneğinde olduğunu ima eder” (2005: 515-9).
Bilgiyi ve bilinci düzenleyici özelliği topluma tanrısal bir nitelik kazandırır: “Toplum, gözlemlenebilir başka hiçbir varlıkta
benzeri bulunmayan yaratıcı bir güce sahiptir… Toplum, tabiatta örneğini gözlemleyebileceğimiz maddi ve manevi kuvvetlerin en güçlü birleşimidir.” Bu nedenle toplum, bireyleri dönüş225
Sosyal Teoride Din
türür ve daha yüksek bir hayat biçimine sevk eder (2005: 521).
Durkheim, toplumun üstünlüğünü ve gücünü vurgulayan bu
yargılardan hareketle sosyolojinin “işi”ne ya da misyonuna açıklık getirir. Sosyoloji, toplumun bireyin üstünde ve bireyden güçlü olduğunu gösteren, insanı anlamanın yeni bir yoludur.
Ahlak Eğitimi ve Sosyoloji Dersleri/
Sivil Din Müphem Pratiği
Ahlak Eğitimi, 1902-1903 öğretim yılında Sorbonne Üniversitesi’nde öğretmenlik eğitimi alan öğrencilere Durkheim’ın
verdiği eğitim bilimi ders notlarıdır. Ders notları 1925 yılında
yayımlanır. Durkheim’ın kitaptaki çıkış noktası, dinî ve metafizik düşünceye dayalı ahlak anlayışının modern laik toplumların
gereksinimine cevap veremeyeceği varsayımıdır. Ahlak, sosyal
bir olgudur ve toplumun gerçeklik algısındaki ve bilgi anlayışındaki değişimlerden etkilenir. Ona göre, modern toplumların
ahlak sorunsalı, ahlaki değerler ile yeni toplumu organize eden
ilkeler arasındaki çatışmayı sonlandıracak bir “laik ahlak” inşa
etmektir. Durkheim, yirminci yüzyıl başları Fransa’sında eğitimin en önemli konususun ahlak eğitimi olduğunu düşünür. III.
Cumhuriyet dönemiyle başlayan “pedagojik devrim”le okullarda tamamen laik bir ahlak eğitimi verilmesi kararlaştırılmış,
ancak geçen yirmi yıl içinde bu uygulamanın yeni sorunlar ortaya çıkardığı görülmüştür. Laik ahlak eğitimine geçiş, ahlak
eğitimin etkisinin azalması gibi bir sonuç doğurmuştur. Fransız
Devleti’ne sadık bir Aydınlanma çocuğu ve “demokratik ve insani değerlerin militan savunucusu” (Hughes, 1985: 242-3) olan
Durkheim’ın amacı, laik ahlak eğitimini etkili kılmaktır. Bu nedenle, “rasyonel” ve “bilimsel” bir ahlak eğitiminin içeriğini belirlemeye çalışır (2010: 25-6).
Toplumsal İşbölümü’nün önsözünde (2006a: 55) “Biz ahlakı
bilimden çıkarmak istemiyoruz; ahlakın bilimini yapmak istiyoruz” diyen Durkheim on yol sonra, ahlak eğitiminin teme226
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
line aklı ve bilimi yerleştirmeye çalışır. Diğer taraftan, ahlak
eğitiminin bilimin konusu değil, pedagojinin konusu olduğunu
hatırlatma gereksinimi hisseder. Bir bilim olmayan pedagojinin, bilimin verilerine aykırı hareket etmesi beklenemez; ancak bilimin açıklık getirmediği konularda pedagog rasyonel bir
tercihte bulunarak “eyleme yön verme” görevini üstlenir. Bu
görevi, bilimin parça parça sunduğu verileri bir araya getirerek yapar (2010: 23). O, pedagoğun izleyeceği stratejiye açıklık kazandırırken, ahlak eğitimcisi olarak kendi stratejisini de
açıklamış olur.
“Eyleme yön verme”, Durkheim sosyolojisinde din, ahlak
ve pedagojiyi bilimden farklılaştıran en önemli özellik olarak
vurgulanır. Ona göre bilimin eyleme geçirme yeteneği yoktur
(2005: 504). Ancak eyleme yön veren aracıların toplumsal işlevlerini yerine getirmeleri, onların bilimden yararlandıkları ölçüde mümkün olacaktır. Bu durum bilimsel gelişmelere bağlı
olarak din, ahlak ve pedagojinin dinamik/değişken bir nitelik
kazanmasını sağlar. Dinsel inançların, ahlaki değerlerin ve pedagojik ilkelerin durağan olması beklenemez. Bu kurumların
varlığını devam ettirmeleri, kendilerini bilimin sonuçlarına
uyumlu hâle getirme esnekliğine bağlıdır.
Durkheim bu genel ilkelerden sonra ahlak eğitimi konusunda din sosyolojisinin de alanına giren tarihsel bir analiz yapar. Dinsel inançlar için yaptığı açıklamayı, genişleterek ahlak
alanına uyarlar. Tarihin herhangi bir döneminde görülen dinsel
inançlar, toplumsal bir temele dayalı olduğu için rasyonel kabul
edilmesi gerekirken; ahlak kuralları da toplumsal tasavvurlar olduğu için rasyoneldir. “Gerçek evrende insan aklının radikal bir
şekilde reddedeceği hiçbir şey bulunmaz” (2010: 26). Bu yargı,
sosyologları ve sosyal bilimcileri tarihteki herhangi bir olguyu
eleştirmeye değil, anlamaya davet eder. Anlaşılması istenen kural, var olan şey, işlevseldir. Onun daveti, tarihsel değişmenin
kaçınılmazlığını olduğu kadar yönünü anlamayı da içerir.
227
Sosyal Teoride Din
Durkheim, burada din-ahlak ilişkisine şöyle açıklık getirir: “İlkel toplumlarda ahlak temelde dine dayalıdır. Bununla
söylemek istediğim şey, bu düzende insanların birbirine karşı
olan görev ve yükümlülüklerinin tanrılarına karşı olanlardan
daha az olduğudur. Temel yükümlülükler: diğer insanlara saygı
duymak, yardım etmek veya korumak değil, ritüellerin kusursuz bir şekilde yerine getirilmesi, tanrılara karşı olan borçların
ödenmesi ve hatta onların şerefine kendilerini feda etme şeklindedir.” İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen ahlak kuralları az
sayıdadır ve bu kuralların çiğnenmesi durumunda uygulanan
cezalar hafiftir (2010: 28). “İlkel insan aşamasında bu birbirinden ayrılması çok zor görünen ahlaki ve ilahî ilişkisi zaman
içinde giderek çözülmüştür” (2010: 30).
Ancak Durkheim’dan öğrendiğimiz başka şeyler de var:
Ahlak-din ilişkisinin ayrışması, ahlak-kutsal ilişkisinin sonlanması anlamına gelmez. Din, ahlaka indirgenerek sivilleştirilir
(Ataman, 2014: 35). Ahlak kuralları, kendilerine karşı saygı
duyulmasını zorunlu kılar. Ahlakın alanı, “kutsal bir alan” olduğu için, ahlaki inançlar özgürce eleştirilemez. Tarihsel süreç
içinde kutsallığın nesnesi değişmiş; kutsallık Tanrı’dan insana
geçmiştir. Geleneksel toplumların kutsalları ile modern dönemin kutsalları birbirinden farklıdır. Durkheim, modern dönemde insanoğlunun kutsal bir varlığa dönüştüğünü gözlemlemektedir. O hâlde insanı eksene alan yeni bir ahlakın ortaya
çıkması için “onun adına gerçek bir kült oluşturmak gerekir”
(2010: 31). Burada yeni ahlakın oluş koşullarının açıklanmasında kullanılan dinsel terminoloji dikkat çekicidir.
Durkheim, modern toplumların din konusunda bir ikilem içinde bulunduğunu ima eder. Hem din-ahlak ilişkisinin
çözüldüğünden hem de ahlakın kutsal bir temele ihtiyacı olduğundan söz edilmektedir. Aslında vurgulanan şeyin yarısı
geleneksel dinlerin modern dönemde ahlaka kaynaklık edemeyeceğidir; diğer yarısı ise yeni ahlakın yeni kutsalları gerek228
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
tirdiğidir. Her kutsalın kaynağında ilahî/aşkın bir güç bulunur; dini olduğu gibi ahlakı var eden bu aşkın güçtür. İlahî
bir temeli olan her şeyin bu aşkın varlığın gücünü yansıttığı
varsayılır. Sorun tam da buradadır: İlah kavramının yerine başka bir şey konulamadığında, ahlakın geleneksel temeli ortadan
kaldırılmış ve ahlak temelsiz bırakılmış olur. Bu sorunu aşmak
için Durkheim aşkınlığın ilahî olarak kabul edilen varlıklardan başka yerde aranması gerektiğini belirtir. Dahası aşkınlığın
kaynağının başka yerde (toplumda) oluşunun mantıksal olarak
kanıtlanabileceğini söyler: “Bugüne kadar ahlaki kurallara atfedilen üstün itibar, dinî kavramlarla ifade edilmişse, bu durum
bu kuralların başka bir şekilde ifade edilemeyecekleri anlamına
gelmez.” Durkheim burada açık bir yöntem sunamaz:
“Halkların ilahî gücün bir yansıması ya da ışıması olarak
algıladıkları şeyin açıklanabilen, bütünüyle ampirik bir başka gerçekliğe bağlanabileceği ve Tanrı düşüncesinin de bu
gerçekliğin simgesel ifadesi olabileceği söylenebilir. [Ancak]
Eğitimi rasyonelleştirdiğimizde çocuğa ahlakın bu aşkın özelliğine boş verip, yalnızca biçimsel bir rasyonel ahlak sunarsanız, doğal itibarı zedelenmiş bir ahlak sunmuş olursunuz…
Aşkınlık duygusunu koruyamadığımız ve ona başka bir görünüm kazandırdığımız takdirde prestij ve canlılıktan yoksun
bir ahlak eğitimi vermiş oluruz” (2010: 32).
Bu kaygılar, Durkheim’ı sanki sivil bir din çağrısı noktasına
getirir. Din olgusunu nesnel olarak inceleyen sosyolog yerini,
ahlakı güçlendirmek için dinden yararlanmaya çalışan vatandaşa bırakır. Ancak bu vatandaşlık tutumu Comte ve Fransız
Devrimcileri kadar tutkulu olmadığı için açıkça yeni bir din
önermez; ahlak ile din arasında var olan dayanışmanın itibarına
son vermenin ahlak sorununa çözüm sunamayacağını vurgular. Laik ahlakın yöntemini, dinsel ahlaktan çıkarmayı önerir:
“İnsanların bugüne kadar kafalarında dinî alegoriler şeklinde
canlandırmış oldukları ahlaki güçleri keşfetmek, içine yerleştirilmiş oldukları simgelerden kurtararak, rasyonel yalınlıklarıy229
Sosyal Teoride Din
la sunmak ve bu güçleri çocuğa herhangi bir mitolojik aracıya
gerek duymadan hissettirmenin yolunu yöntemini bulmak gerekmektedir” (2010: 32-3). Yeni ahlak, “mitten arındırılarak”,
ancak “aşkınlık duygusu korunarak” oluşturulabilir, sonucuna
varılsa da, bu hiç de kolay bir şey değildir.
Durkheim, ahlak eğitiminde tarihin belirli bir kesitindeki
Fransız toplumunun ihtiyaç duyduğu ahlakı belirleme gibi bir
hedefe yönelir, önerdiği rasyonel metot onu vatandaşlık ahlakına
ulaştırır. “Ahlak demek, ödev demektir. Ödev ise önceden belirlenmiştir” (2010: 46). “Ahlak, önceden belirlenmiş kurallar bütünüdür” (2010: 49) ve ahlaki davranışın hedefi toplumdur (2010:
84-5). Durkheim’ın vatandaşlık ahlakı önerisini R. A. Wallace ve
R. N. Bellah sivil din önerisi olarak yorumlamışlardır (Ataman,
2014: 49-50). Durkheim’ın vatandaşlık ahlakı, insanlık unsuruyla çelişmez. Bu nedenle aile, vatan ve insanlığı, ahlak aracılığıyla
yüceltilen değerler olarak görür. Devletlerin kendilerine “kozmopolitanizm ve vatanseverlik arasındaki her türlü çelişkinin de ortadan kalkacağı” hedefler belirlemesini ister (2010: 101).
Ona göre aile, çocuğu toplumsallaştırma olanağından yoksundur. Okullarda verilen laik eğitimin “tarihsel gelişme tarafından dayatıldığını” savunur. Önerdiği laik ahlak eğitimi rasyoneldir ve “semavi dinlerden ödünç alınmış her türlü ilkeyi”
dışarıda tutar (2010: 41).
“Teolojik kavramlara başvurulmasını yasakladığımız andan itibaren, bireyin üstünde yer alan ve ampirik olarak gözlemlenebilen tek bir varlık vardır ki, o da, bireylerin bir araya
gelerek oluşturduğu toplumdur… Eğer ahlaki düşünceler
sistemi kolektif bir halüsinasyon ürünü değilse, ahlakın iradelerimizi kendisine bağlayıp, davranışlarımızın yüce amacı olarak gösterdiği sistem ilahî ya da toplumsal varlıktan başkası
olamaz. İlk varsayımı, bilimsel niteliklere sahip olmadığı için
dışlıyoruz. İkincisinin tüm gereksinim ve arzularımıza yanıt
verdiğini, simgeler dışında birincinin sahip olduğu tüm gerçekliğe sahip olduğunu göreceğiz” (2010: 86).
230
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Durkheim’ın ahlak-din ilişkisi hakkındaki çözümlemelerini ve düşüncelerini (bunlar başka yerde olmadığı kadar Ahlak
Eğitimi kitabında iç içe geçmiştir) uzun bir alıntıyla özetleyebiliriz:
“Din, önce ahlakı aşkın bir güce bağlayarak, ahlaki talimatların sahip oldukları otoritenin kolayca algılanmasını sağlamıştır… Bizim üstümüzde bizi zorlayan bir varlık bulunduğu
andan itibaren ahlaki yükümlülük nesnel bir temele oturmaktadır… İlahî varlık, yalnızca ahlaki düzenin yasa koyucusu ve
bekçisi değil, aynı zamanda bireyin gerçekleştirmeye çalıştığı
bir idealdi. Tanrı’ya benzemeye çalışmak, onunla birleşebilmek
her türlü dinî ahlakın temel ilkesiydi. Bir yandan Tanrı’dan
söz edilirken, bir yandan da mevcut dünyada ona öykünen ve
benliğiyle onu yeniden üretmeye, gerçekleştirmeye çalışan insanlardan söz edilebilir… Bizim içimizde Tanrı’ya ait mümtaz bir parça vardır… bu parça Tanrı’nın bizdeki yansıması
gibidir. Ruh, doğamızın ilahî bir parçası olup, geliştirmemiz
gereken bir unsurdur. Bu yoldan bireysel irade birey-üstü bir
iradeye bağlanıyordu. Bireylerin birbirine yönelik davranışlarının kökeninde talimatlar değil, bunların kaynağında yer alan
yüce bir varlık vardı… Oysa bizim bütün bu ahlaki gerçeklikleri rasyonel terimlerle açıklamayı başardığımız söylenebilir.
Bunun için deney-üstü bir varlık kavramı yerine, toplum adlı
doğrudan gözlemleyebildiğimiz ampirik bir varlığı koymamız
geçerli olmuştur… Müminin bilincinin mümtaz bir parçasını
ilahî gücün bir yansıması olarak görmesi gibi biz de toplumu
bir parçamız olarak gördük” (2010: 131-3).
Ahlak Eğitimi kitabında dinin toplumsal bir kurum olduğu,
kolektif yaşamın oluşumunda toplumsal bir işlev üstlendiği,
kamusal ve özel düşüncenin bir biçimi olduğu, ancak modern
toplumlarda bu işlevlerini artık bilimin yerine getirdiği belirtilmektedir. Ona göre modern bilimlerin gelişimiyle din geriler ve
eğitilmiş insanlar için cazibesini kaybeder. Din basit toplumların bilgi ihtiyacına cevap verebilirken, toplumların giderek karmaşıklaşmasıyla bilim, “bir gereksinime” dönüşür (2010: 96-7).
231
Sosyal Teoride Din
***
Durkheim’ın Sosyoloji Dersleri de din konusunu içerir.
Kitapta dinsel inançların değişimi, bireysel kültürün evrimi
ekseninde anlatılır. Din, ahlak sosyolojisi ve siyaset sosyolojisi
kapsamında analiz edilir. Önce Antik Yunan sitelerindeki din
ile devlet arasındaki sıkı ilişkiye değinilir. Burada sitenin itibarı
ile Tanrı’nın itibarı birbirine bağlıdır. “Kamusal din ve yurttaşlık ahlakı iç içe geçmiş”tir. Siteyi korumak Tanrı’yı korumak ve Tanrı’yı korumak siteyi korumak demektir. Asıl değerli
olan toplu inançlar, toplu özlemler ve toplumun simgeleridir.
Bireyin manevi değeri ise yok denecek kadar azdır. İnanç ve
davranışların bu şekilde düzenlenmesi, toplumun tasavvuruna bağlı olduğu için, bireyin tanrılara ve siteye karşı yüksek
fedakârlığı bir yük olarak algılanmaz. İlişkilerin bu biçimde
olması zorunluluklardan kaynaklanmaktadır (2006b: 105-6).
Bireyin çıkarının ve iradesinin neredeyse yok hükmünde
olduğu bu panorama, bir başlangıcın tasviridir. Devleti her
şey, bireyi ise hiçbir şey yapan bu din anlayışı zamanla değişir.
Giderek bireysel kişilik belirir ve bireyselliğin halkası genişler.
Bireyin çıkarlarıyla çelişen savaş, “büyük kötülük” olarak algılanmaya başlanır. Bireyin tanrılara bağlılığı daha az sorgulama
konusu edilir. Bireyi hem amaç yapmak hem de araç hâline
getirmek, “hem bir Tanrı, kusursuz bir Tanrı, hem de tanrıların
elinde bir araç yapmak olanaksızdır”. Birey, özel davranışlarda
olduğu gibi giderek kamusal davranışlarda da kutup hâline gelerek bir külte dönüşür. “Tarih ilerledikçe kişi saygınlığı giderek artar” ve birey kültü başat kült hâline gelir (2006b: 106-7).
Durkheim birey kültünün gelişimini, bireysel hakların gelişimi
üzerinden açıklar. Birey kültü, bireyin mutlaklanması ve bireysel haklarının gelişiminin önünde herhangi bir engelin bulunmaması demektir (2006b: 120).
Antik Yunan’da bireyi kendine karşı mutlak itaate zorlayan
devlet, son zamanlarda bireysel hakların garantisi ve öncüsü
232
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
rolünü üstlenmiştir. Artık devletlerin meşruluğu birey kültüne
gösterdikleri saygıyla ölçülmektedir (2006b: 121). Durkheim’a
göre devlet, “ahlaki disiplinin en kusursuz organıdır” (2006b:
124). Bu nedenle dün başka kutsalları koruduğu gibi, bugün
birey kültünün korunmasına hizmet eder:
“Mademki hayatta kalacağı anlaşılan tek kült, insan şahsiyeti kültüdür, bu kültün özel şahısların olduğu kadar devlet
tarafından da benimsenmesi gerekir. Zaten bu kült, eski zamanların kütleriyle aynı rolü oynamak için gereken her şeye
sahiptir… İnsanı yüceltmek amacıyla çalışmak için birleşmek,
Zeus’un, Yehova’nın veya Atena’nın şanı adına çalışmak üzere birleşmek kadar kolaydır. Bu dinin bireyler açısından tek
farkı, taptığı Tanrı’nın kendisine inananlara daha yakın olmasıdır. Ama mesafe azalsa da aşkınlığını korur ve bu bağlamda
devletin rolü, eskiden olduğuyla aynıdır. Kültü düzenlemek,
yönetmek, düzenli işleyişini ve gelişmesini sağlamak yine ona
düşer” (2006b: 122).
Durkheim’a göre kolektif değerlerin ve kutsallığın evrimi
yerelden evrensele, özelden genele doğrudur:
“En genel ve en değişmez amaçların aynı zamanda en yüce
amaçlar olduğuna kuşku yok. Evrim süreci içinde ileriye doğru
gidildikçe, insanların peşinden koştuğu idealin giderek yeryüzünün şu noktasına veya şu insan topluluğuna özgü yerel ve
etnik koşullardan koptuğu, tüm bu ayrılıkların üstüne yükselip
evrenselliğe doğru yöneldiği görülür. Ahlaki güçlerin hiyerarşideki yerlerinin, genellik derecesine göre belirlendiği söylenebilir! Dolayısıyla ulusal amaçların bu hiyerarşinin en tepesinde
yer almadıklarını ve insani amaçların ön plana çıkacaklarını düşünmek için tüm nedenler mevcuttur” (2006b: 125).
Ulus da insanlıktan üstün olmadığı için, modern zamanlarda
devletlere düşen görev “ulusal ahlak ile insani ahlak arasındaki”
çelişkiyi ortadan kaldırmak olmalıdır (2006b: 127). Birey kültünün gelişmesine devletin önemli katkısı olacağını vurgulayan
Durkheim’a göre, birey kültünün hâkim olduğu toplumlarda
toplumun gücü de varlığını korur. Bireyin saygınlığı veya kut233
Sosyal Teoride Din
sallığı onu ahlaki ilişkilerin merkezine yerleştirir. Ahlak ise disiplin ve otorite gerektirir. Rasyonel olarak kabul edilecek tek
otorite, “toplumun üyelerine karşı taşıdığı otoritedir” (2006b:
125). Bireyler haklarını ve çıkarlarını toplumun tanımlayıcı,
idealleştirici ve zorlayıcı güçleri olmadan koruyamaz.
Sonuç
Sosyolog olarak Durkheim olguları incelerken, vatandaş
Durkheim tespit edilen sorunlar karşısında öznel yargılara
ulaşır ve sorunların çözümü için önerilerde bulunur. Sosyolojik
Yöntemin Kuralları’nı yazan bilimadamının metinlerindeki bu
ikili tutum, okuyucudan başarılı biçimde gizlenmiştir. Ya da
bir yöntem kitabı yazdığı için okuyucu onun metinlerinin bilimselliğine kuşkuyla bakmamıştır. Burada hangi nedenin
geçerli olduğunu tartışmak yerine, onun öznel düşüncelerini
bilimselleştirmek için harcadığı çabayı takdir etmek daha yerinde olacaktır. Durkheim, hem sosyoloji yapmış hem de sosyolojiyi bir söyleme dönüştürmüştür. Söyleyeceği asıl şeyi uzun
tarihsel analizlerden veya yaşadığı zamana ait betimlemelerden sonra söyler. Okuyucu onun bilgisine güvendiği oranda,
önerilerinin yerinde olduğunu da kabul edecektir. Ancak onun
hayat hikâyesine baktığımızda, sosyolojisinin döneminin krizlerine odaklanmış pratik bir ilgi olduğunu açıkça görürüz. Onu
Comte gibi on dokuzuncu yüzyıl sosyologlarından ayıran en
önemli şey, öncekilerin toplum hakkında az bilgiyle çok önermelerde bulunmuş olmaları, onun ise çok bilgiyle az önermede
bulunmuş olmasıdır. Topluma ve insanlığa karşı duyduğu ahlaki sorumluluk, zaman zaman bilim adamlığına üstün gelmiş
(Özyurt, 2007: 97) olsa da sosyal sorunların çözümüne dair
önermeleri hep mütevazı ve ima niteliğinde olmuştur. Bu durum onun sosyolojisinde bir müphemiyet sorunu doğurmaktadır. Gelecek toplumlarda dinin yeri ve alacağı biçim, modern
toplumlarda sosyal bütünleşmeyi sağlayacak olan ahlaki değerler ve ilkeler hakkında yazdığında bu müphemlik kendini daha
234
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
fazla hissettirir. Bununla birlikte, Durkheim sosyolojisinde toplumla ilgili bulgulara ve önermelere bakıldığında dönemlerin
veya dönemsel çelişkilerin bulunmaması dikkat çekicidir ve
onun Toplumsal İşbölümü’nü yazdığı günlerden itibaren yetkin
bir sosyolog olduğunu gösterir.
Durkheim’ın dini, klan veya kilise tarzı bir örgütlenmeyle
bir araya gelmiş bir ahlak cemaati olarak tanımlaması, bazı dindarlık biçimlerini dışarıda bırakma ihtimaline sahiptir. Örneğin,
kişilerin kendileri için bir Tanrı, bir aziz belirledikleri ve kişisel
Tanrı için belli ibadetleri yerine getirdikleri bireysel dinlerin herhangi bir kilise ya da cemaatle ilişkisi yoktur. Ya da İslâm gibi
büyük inananlar topluluğuna sahip bir dinde inananlar arasında
ruhban veya ruhban olmayan ayrımı yoktur, toplulukla ibadet
teşvik edilmesine rağmen, ibadetlerin çok önemli bir kısmı bireysel olarak da yerine getirilebilmektedir; Allah ile inanan arasındaki iletişim kilise aracılığı olmadan da kurulabilmektedir.
Örgütlü bir cemaat yapısına sahip olmamasına rağmen İslâm,
ahlaki yaşamı ve toplumsal yaşamın diğer alanlarını düzenleyen bir dindarlığı ortaya çıkarmıştır. Durkheim’ın İslâm coğrafyasında din eksenli toplumsal örgütlenmenin kendine özgü
yapısına incelemelerinde değinmemiş olması, esnek dinsel örgütlenme modeli olarak sadece Protestanlığa değinmesi dikkat
çekicidir. Dinsel bir toplumun değişime ve ilerlemeye açık olabilmesi için “esnek dayanışma duygusu”na sahip olma ve bireysel girişime yer verme (1986: 364-6) gibi özellikleri sayılmıştır.
Bu anlayış, Kilise’nin çözülmesiyle modernleşme veya kapitalist
gelişme arasında zorunlu bir ilişki olduğu düşüncesini destekler. Buna rağmen, Durkheim’ın nihai tercihi, ilerlemeden yana
değil, toplumsal bütünleşmeden (cemaatsellikten) yanadır. O,
kolektif bilinç zayıf olduğu için ya da örgütlü bir din olmadığı için Protestanlığı ideal dine değil esnek dine örnek gösterir.
Protestanlık Durkheim’ın din algısına referans oluşturamamış;
ancak İntihar çalışmasında bencil bireyselleşme ve toplumsal çözülme konularına değinilirken hatırlanmıştır.
235
Sosyal Teoride Din
Dinin temelinde sosyal gerçekliği arayan Durkheim, düşüncelerine açıklık getirmek için, klan, kilise ve korporasyon formasyonlarına başvurur. İlksel toplumların formasyonu klan, modern toplumların formasyonu korporasyondur. Klan ile korporasyon arasındaki formasyon ise kilisedir. Modern toplumların
dayanışma aracı olarak korporasyonların benimsenmesi, günümüzde sivil toplum veya refah toplumu kuramının Durkheim
sosyolojisinde bulabileceği önemli referanslar olduğu düşünülebilir. Zira onun toplumsal bütünleşmeye yaptığı vurgu, milliyetçiliği ya da totalitarizmi çağrıştırsa da, onda bu eğilimin
tersi yönde deliller daha fazla bulunabilir. O, bir vatandaşlar cemaati oluşturma arzusundadır; etnik vurgusu güçlü ulus anlayışını açıktan eleştirmese de insanlığa ve ulusların dayanışmasına yaptığı vurgular etnik siyasetin aşılması arzusunu gösterir.
Durkheim’ın din sosyolojisi değerlendirilirken dikkate alınması gereken bir husus, onun ulus-devletlerin manevi temelini
oluşturan kültür hakkında dinsel semboller ve ritüeller dışında
neredeyse hiçbir şey söylememiş olmasıdır. Ulus-toplumlarda
toplumsal ve siyasal dayanışma açısından kültürün (özellikle de
dil ve edebiyatın) geleneksel dinlerin azalan işlevini ikame ettiğini görememiştir. Toplumsal bütünleşme açısından ahlaka verdiği aşırı önem, diğer bütünleşme sağlayıcı unsurları kavramasını önlemiştir. Dinin sembolik işlevini çok iyi değerlendirmesine
rağmen, bu bütünleştirici işlevi kültür alanına aktaramaması,
Fransız sosyal bilimcilerinin kültür analizindeki isteksizliğini
paylaştığının bir göstergesi olabilir. Bu eksiklik, onun toplumu
ideal olarak kavramasından kaynaklanmaktadır. Onun bu rasyonel tutumu Türkiye’deki en önemli takipçisi Gökalp tarafından
terk edilmiştir. Gökalp, ulus toplumların tutumunun kültürün
kutsallaştırılmasıyla sağlandığını gördüğü için, hars ve medeniyet ayrımı yapmıştır. Durkheim, ulusun ve devletin ötesine geçerek (Furseth ve Repstad, 2011: 73), medeniyet dairesi içinde
kalmakta ısrarlı görünürken; Gökalp bir ayağını medeniyet dairesine diğer ayağını ise kültür dairesine koymaya çalışmıştır.
236
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
Durkheim’ın totemizm çalışmasında totemizmin bir klan
dini değil, kabile dini olduğu hatırlatması birkaç yerde yapılır. Totemizmi “federatif din” (2005: 241) olarak adlandıran
Durkheim, ulus-devletleri de devletler federasyonu içinde algılama eğiliminde olmuştur; böylece kültür ile insanlık arasına
bir sınır çekmek istememiş olsa gerekir. Onun din sosyolojisinde insanlığın, yeni kutsal olarak ortaya çıkması, çelişkili bir durum meydana getirir. Din ile toplumu sıkı biçimde ilişkilendiren bir kuram, ahlak ve değerlerin evrenselliği yönünde atılan
her adımı kaygıyla karşılayacaktır. Bu nedenle Durkheim’ın
metinlerinde hem bugünkü küreselcilerin heyecanının hem de
ulusalcıların küreselleşme karşısındaki kaygılı tutumlarının belirtilerini bulabiliriz.
O, yeni ahlakın hem “mitten arındırılarak” hem de “aşkınlık
duygusu korunarak” (2010: 32-3) oluşturulabileceğini öngörmüştür. Hiçbir dinin spekülasyona başvurmadan yapamayacağını fark etmiş (2005: 504), ancak mit ve aşkınlık arasındaki
zorunlu ilişkiyi fark edememiş olması, onun din sosyolojisinin
temellerini zayıflatmaktadır. Organizmacı ve ilerlemeci bakış
açısı, rasyonel ve irrasyonel toplumsallık süreçlerinin bir arada
bulunabileceğini, yani ahlakın kaynağının çoklu olabileceğini
düşünmesine engel olmuştur. Parsons başta olmak üzere, birçok yorumcu, bu çelişkileri Durkheim’ın pozitivizmden idealizme kayması olarak yorumlamıştır. Hughes’in (1985: 241)
de “nihai imaları aşırı tinsel olduğu hâlde, açık seçik metodolojisi pozitivist, hatta mekanikçi olarak kalmıştır” tespitiyle, bu
yorumlara katıldığı görülür. Jenks (2007: 43) de Parsons’un
yorumuna katılarak, Durkheim’ın “epistemolojik kopuş” yaşadığını belirtir.
Durkheim’ın din sosyolojisine yöneltilecek en önemli eleştirilerden biri, klan-din, toplum-din insanlık-din ilişkisine aşırı
vurgu yapmış olmasıdır. İlksel Biçimler’deki tarihsel din analizinden öncelikle akılda kalacak şeylerden biri, bir klanın bir
237
Sosyal Teoride Din
totem etrafında bütünleşmiş bir insan topluluğu, bir inanç cemaati olduğudur. Bir klan içinde çocukların ve kadınların farklı
totemlerinin bulunabileceği kitabın bir yerlerinde (2005: 138)
hatırlatılır ve sonra unutulur. Bir klan içindeki farklı totemlerin çatışma potansiyeli üzerinde durulmadığı gibi, gelişmiş
devletler içindeki farklı dinlerin toplumsal bütünleşmeye olduğu kadar toplumsal çatışmaya, hatta toplumun parçalanmasına yol açabileceği ihtimali tartışma konusu bile edilmez.
Bu idealist ve tek yanlı bakış açısı (Smith, 2007: 26-7), ortaya
koyduğu her şey doğru olduğunda, din olgusu hakkındaki gerçekliğin ancak yarısını bize söyleyebilme potansiyeline sahiptir.
Dinsel gerçekliğin diğer yarısının çatışmacı kuram perspektifinden yapılan analizlerle açığa çıkartılabileceği varsayımı, din
sosyolojisini yetkinleştirici bir imkâna sahiptir.
KAYNAKÇA
ARON, Raymond (1994), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, çev. K. Alemdar,
Ankara: Bilgi Yayınevi.
ATAMAN, Kemal (2014), Ulus Olmanın Kutsal Temeli: Sivil Din, Bursa:
Sentez Yayınları.
CASANOVA, Jose (2014), Modern Dünyada Kamusal Dinler, çev. M. M.
Şahin, Sakarya: Sakarya Üniversitesi Kültür Yayınları.
COSER, Lewis, A (2010), Sosyolojik Düşüncenin Ustaları, çev. H. Hülür, S.
Toker ve İ. Mazman, Ankara: De Ki Basım Yayım.
DURKHEIM, Emile (1986), İntihar, çev. Ö. Ozankaya, Ankara: UNESCO
Türkiye Milli Komisyonu.
DURKHEIM, Emile (2005), Dinî Hayatın İlkel Biçimleri, çev. F. Aydın,
İstanbul: Ataç Yayınları.
DURKHEIM, Emile (2006a), Toplumsal İşbölümü, çev. Ö. Ozankaya,
İstanbul: Cem Yayınları.
DURKHEIM, Emile (2006b), Sosyoloji Dersleri, çev. A. Berktay, İstanbul:
İletişim Yayınları.
DURKHEIM, Emile (2010), Ahlak Eğitimi, çev. O. Adanır, İstanbul: Say
Yayınları.
EMİRBAYER, Mustafa [Ed.] (2003), Emile Durkheim: Sociologist of Modernity,
Oxford: Blackwell Publishing.
238
Durkheim Sosyolojisinde Toplumsal Bütünleşme Aracı Olarak Din
FURSETH, Inger; PEPSTAD, Pal (2011), Din Sosyolojisine Giriş, çev. İ.
Çapcıoğlu, H. Aydınalp, Ankara: Birleşik Dağıtım Kitabevi.
HUGHES, H. Stuart (1985), Toplum ve Bilinç, çev. G. Özkan, İstanbul:
Metis Yayınları.
JENKS, Chris (2007), Altkültür, çev. N. Demirkol, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
MORRIS, Brian (2004), Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, çev. T. Atay,
Ankara: İmge Kitabevi.
NISBET, Robert (2013), Sosyolojik Düşünce Geleneği, çev. Y. Kaplan, İstanbul:
Paradigma Yayınları.
ÖZYURT, Cevat (2007), “Durkheim Sosyolojisinde Ahlaki Kontrol
Sorunu”, Değerler Eğitimi Dergisi, C. 5, S. 13, ss. 95-121.
PADEN, William E. (2008), Kutsalın Yorumu, çev. A. Kurt, Bursa: Sentez
Yayınları.
RITZER, George (2013), Sosyoloji Kuramları, çev. H. Hülür, Ankara: De Ki
Basım Yayım.
SMITH, Philip (2007), Kültür Sosyolojisi, çev. S. Güzelsarı ve İ. Gündoğdu,
İstanbul: Babil Yayınları.
SWINGEWOOD, Alan (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev. O.
Akınhay, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
TURNER, Jonathan H; BEEGLEY, Leonard; POWERS, Charles H. (2010),
Sosyolojik Teorinin Oluşumu, çev. Ü. Tatlıcan, Bursa: Sentez Yayınları.
239