Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Cilt: 9 Sayı: 43
Volume: 9 Issue: 43
Nisan 2016
April 2016
www.sosyalarastirmalar.com
Issn: 1307-9581
RUSYA TÜRKLERİNİN TÜRK DİL VE KÜLTÜR İNKILÂBI’NA KATKILARI
THE CONTRIBUTION OF RUSSIAN TURKS TO TURKISH REVOLUTION OF LANGUAGE AND
CULTURE
Rumeysa BİLGİLİ∗
Öz
“Türk” kelimesi farklı coğrafyalarda farklı tanımlamalarla anlam kazanmış bir terimdir. Türkiye’de bu ibare, Türkiye
Cumhuriyeti sınırında yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan topluluğu ifade etmek için kullanılmaktadır. Bugün Türkiye’nin
dışındaki Türkler bulundukları coğrafî bölge, yaşadıkları bölgenin siyasî yapısı ve Türkiye ile uzun yıllardan beri olan kopuklukları ve
geliştirdikleri yazılı edebiyat ve değişen örf-adet dolayısıyla kendilerine has özellikler gösterirler. Bu faktörler, Türkiye dışındaki
Türklerin kendilerini Türk diye adlandırmayarak kendi boylarının adını millet adı olarak kullanmalarına sebebiyet vermiştir. Türk
olarak ise Anadolu’daki ırkdaşını kabul eder olmuşlardır. Ancak farklı coğrafyalarda yaşasalar dahi bu milletleri birleştiren bazı
faktörler mevcuttur. Türk boyları birbirlerinin devamı niteliğinde kurdukları devletler dolayısıyla Tarihî birlik, yayıldıkları çevreler ve
etki alanları dolayısıyla Coğrafî ve Kültür birliği ve iletişimlerini sağlama amacıyla da Dil birliği içerisindedirler.
Nitekim Türk dili, Türk insanının varlık savaşında onunla birlikte kimliğinin en önemli işareti olarak payına düşeni almıştır.
Göçler, savaşlar, istilalar yaşayan Türk ile birlikte dil de göç etmiş, varlığının devamı için savaş vermiştir. Asimile politikalarının
olumsuz yansımalarından kurtulma amacıyla Rusya sınırlarında yaşayan ve Rusya Türkleri diye adlandırdığımız topluluklar zamanla
bu birliktelik ülküsünden hareketle bir takım yenileşme hareketlerine yönelmişlerdir. Azerbaycan, İdil-Ural Bölgesinde yoğun olarak
görülen bu dil birliği doğrultusundaki çalışmalar Türkiye’deki inkılâp hareketlerine de öncülük yapmıştır. Nitekim Cumhuriyet
dönemi öncesinde dildeki yabancı unsurların temizlenmesi, dilin sadeleştirilmesi, gramer ve lügatinin hazırlanması, Arap harflerinin
ıslahı veya değiştirilmesi, imla kargaşasının ortadan kaldırılması, çoğu milliyetçilik fikirlerinin kuvvetlendiği zamanlarda üzerinde
durulmaya başlanan ve Tanzimat’tan sonra da daha şuurlu hareketlerle ele alınan meseleler olup bugün de pek çoğu tartışma
konusudur
Çalışmamızda dil ve kültürel boyutuyla ele alacağımız bu gelişmelerin Türkiye’de dil alanındaki yeniliklere olan katkısı bu
minvalde karşılaştırmalı olarak analiz edilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türk, Tanzimat, Millet, Kültür, Asimile, Yenilik.
Abstract
The word “Turk” is a term which gained its meaning through different definitions in different areas. This phrase in Turkey is
used to refer to the society living within the Republic of Turkey and citizens of Turkish Republic. Today, the Turks living out of Turkey
have gained characteristic features due to the geographical area they are in, the political structure of the area they live in, and
disconnection with Turkey for ages, and their written literature, and changing customs. These factors led the Turks living out of Turkey
to use the names of their clans as nation, not naming themselves Turks. As Turks, they accepted the people living in Anatoliaas people
of the same race. However, there are some factors uniting these nations though they live in different regions. The Turkic tribes are in
Historical Unity due to continuous nations they established; in Geographical and Cultural Unity due to the areas they expanded into, and
spheres of influence, and in Language Unityin order to achieve communication.
Thus, the Turkish language received its share as the most significant sign in the Turkish people’s struggle of existince. The
language also migrated, and fought to continue its existence together with Turks who went through migrations, wars, and invasions. In
order to get rid of the reflections of the assimilation policies, the societies living in Russia regarded as Russian Turks turned towards
some changes through this unity ideal. The efforts in line with this language unity concentrated in Idil-Ural Region, Azerbaijan, led the
revolutionary activities in Turkey. Hence, clearing foreign elements in the language prior to the Republican period, simplification of
language, preparation of grammar workbook and dictionary, change or reformation in arabic letters, removal of spelling confusion are
the matters which were emphasized during the period of rise of most nationalistic ideas through more conscious activites after
Tanzimat (Tanzimat reform era), and still today are matters of discussion.
In our study, the contribution of these developments which we will study through language and cultural dimension to the
novelties in language in Turkey will be analyzed within this direction.
Keywords: Turk, Tanzimat, Nation, Culture, Assimilation, Novel.
GİRİŞ
Türkler, tarihî süreçte farklı coğrafî alanlarda varlık göstermişlerdir. Farklı devlet bünyelerinde
bulunsalar dahi varlıklarını uzun süre muhafaza edebilmişlerdir. Türklük mücadelesinin bir örneğini teşkil
eden Rusya Türkleri ve verdikleri mücadele onların varlıklarını muhafaza etme yolunda giriştikleri
yenileşme çabalarıyla kendini göstermiştir. Türkiye dışındaki Türklerin çoğunluğu uzun yıllar boyunca katı
rejimli sosyalist ülkelerin vatandaşı durumundaydılar. Her türlü ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılandığı
sosyalist bir ülkede yaşamanın neticesinde şahsi inisiyatif gösterme alışkanlığını büyük oranda elde
edememişlerdir. Dolayısıyla da fikir, düşünce yapıları, yaşayış tarzları, dünya görüşleri sınırlı olmuştur. Bu
∗
Nevşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi.
- 629 -
topluluklar, Ruslaştırma ve asimilasyon politikaları ile dilsel ve kültürel anlamda gerçekleştirilen ayrıştırma
faaliyetiyle böl- parçala- yok et siyasetine alet edilmeye çalışılmışlardır. Bu süreçte Türkiye, baskılara maruz
kalmış soydaşlarının ikinci vatanları olma vazifesini hep muhafaza etmiştir. Türkiye dışındaki Türkler ve
Türkiye’deki Türklerin bu birlikteliğini zaafa uğratma amacında olan güçler, bu unsurlar arasına nifak
tohumlarını serpiştirmek amacıyla bir takım politikalar izleme yolunu seçmişlerdir. İlk olarak iletişimsel
sıkıntıları gündeme getirmek amacıyla Rusya bünyesinde yaşayan Türk topluluklarının her biri için ayrı bir
yazı dili geliştirme yoluna varabilecek değişikliklere yöneleceklerdir.
Nitekim Türkiye’de bugün ayrı Türk dilleri yerine Türk şiveleri tabiri kullanılmakta olup Özbekçe,
Kazakça, Tatarca gibi edebiyatı mevcut olan dillerin hepsinin aynı kökten çıktığı kabul edilmektedir. XX.
Yüzyıl Türkîlerin hızlı bir alfabe değişimine girdiği dönem olmuştur. Türklerin İslâmiyet’i kabulü ile
kullanmaya başladıkları Arap harfleri, XX. yy ‘ın başına kadar herhangi bir reform yapılmadan
kullanılagelmiştir. Rusya’daki “Cedidçilik” hareketinin bir etkisi olarak yazıda ünlü harfleri okutmak üzere
ekler yapılarak imlâda reform hareketine girişildi. Osmanlı Türkleri ise bu türden bir reform yapma gereğini
duymadılar ve neticede iki ülke arasında Arap harflerini kullanan Türkîlerle yazıda ilk farklılık baş gösterdi.
Rusya’da çarlık rejimini deviren Bolşevikler hakimiyetlerini sağlamlaştırdıktan sonra azınlıkların alfabelerini
değiştirme fikrini ortaya attılar. Rejimin bu arzusu doğrultusunda 1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji
Kurultayı, bilhassa Tatar üyelerin itirazlarına rağmen Türkî halklar için Latin esasına dayanan yeni alfabeyi
kabul etti.
1928’de Türkiye’de aynı doğrultuda bir reform yapılmış ve Latin esasına dayanan yeni alfabeyi
kabul etmişti. Ancak her iki alfabe arasında harf farklılıkları mevcuttu. Bu durum Türkî toplulukların
anlaşmasında birtakım sıkıntılara yol açmaktaydı.
Neticede Latin harflerinden vazgeçilerek Kiril yani Rus alfabesi esas alınarak bu sefer her Türk boyu
için ayrı alfabeler türetildi. Bu değişim şiveleri en yakın Türkî toplulukları birbirinin yazısını okuyamayacak
duruma getirdi. Değişik boylara mensup Türkî aydınlar anlaşma dili olarak Rusçayı kullanmak zorunda
kalmışlardır.
Rusya sınırlarında yaşayan Rusya Türklerinin bir politika gereği ayrıştırılmaları ve kültürlerinin
yozlaştırılmasına karşı zaman içerisinde bir mücadele hareketi bu topluluk içerisinde yaygınlık
kazanacaktır. Kendi öz benliklerinin farkına varan bu kitleler zaman içerisinde bazı birliktelik hareketlerine
yöneleceklerdir. Bu aşamada öncelikle dinî birliktelik, Türklerin ortak düşmana karşı koymalarında önemli
bir faktör olmuştur. Bunun yanında Türkler arasındaki birlik meselesinde dil faktörü çok etkin bir rol
oynamaktadır. Türkiye ve Türkçe ile bu birlikteliği sağlamayı amaçlamışlardır. Gazete ve dergilerde bu
birlikteliğin faydalarını dile getirmeye başlamışlardır. Zaman içerisinde Türkiye’ye gelen bazı şahsiyetler
mücadelelerine buradan da devam etmişler ve hem Türkiye’deki yenileşme hareketlerine katkıda
bulunmuşlar; hem de kendi vatanlarındaki yenileşme hareketlerini yürütmüşlerdir.
1.1.Rusya Türkleri ve Yenileşme Çabaları
Yaşadıkları topraklar üzerinde haklarını savunabilecek düzeyde de olsa haklara haiz olmak isteyen
Türkî topluluklar yenileşme sürecinde önemli işlevler üstlenmişlerdir. Rusya Türklerinin yenileşme
çabalarına baktığımızda bilhassa bu gelişmelerin İdil- Ural Bölgesi’ndeki Kazan Tatarları ile Kırım’da ve
farklı bölgelerde yaşayan Kırım Tatarları arasında ve Azerbaycan’da ortaya çıktığını ve geliştiğini
söylememiz mümkündür. Bir coğrafyada medeniyetin gelişmesinin farklı gerekçeleri vardır. Tarih boyunca
yerleşik hayat, tarım, ticaret insanların hayatlarında kültürel bir canlılığın zuhur etmesine şahitlik etmiştir.
Bu gelişmelerin yaşanabilmesi için ise stratejik öneme sahip alanların gerekliliği su götürmez bir gerçektir.
Ayrıca insanların baskı altında yaşadıkları güçlere karşı direniş hareketine girişmelerine dair örneklere de
tarihin sayfalarında rastlamamız mümkündür. Dolayısıyla Rusya Türkleri olarak nitelendirebileceğimiz bu
zümreler acaba hangi gerekçelerle yenileşme çabalarına yönelmişlerdir?
Öncelikle mevcut Rus yönetiminin tahakkümünde yaşamaları bu zümrelerin asimile edilmeye
çalışılması ile pekiştirilmeye çalışılmıştır. Ancak bu asimilasyon sürecinde öncelikle topluluklar arası
iletişimin zaafa uğratılması, eğitimden yoksun bırakma ya da birtakım şartlar altında bu hakkı
kullanmalarına izin verme, stratejik merkezleri ellerinden alma gibi girişimlere başvuracaklardır. Tüm bu
baskılara karşı kısıtlı imkanları fırsata dönüştüren kitleleri ise yenileşme adı altında verilen birtakım
yetkilerle tepki çekmeden sindirmeye girişeceklerdir. Ancak bu topluluklar bu fırsatları yerinde ve
zamanında değerlendirerek Türkiye’deki soydaşlarının da desteğiyle hayli yol kat edebilecek ve bağımsızlık
yolunda önemli adımlar atabileceklerdir. Nitekim bu topluluklar içerisinde Tatarlar, Rusya topraklarında
önemli bir güç olarak varlık göstermişlerdir. Özellikle ticarî yetenekleri onların Ruslaştırma politikasına
direnebilmelerini sağlamıştır.
Bu bağlamda mevcut yönetim dinî ve ekonomik anlamda bu topluluğun reform hareketlerine
girişmesine müsaade etmiştir. Ancak zaman içerisinde bu reform hareketleri dil ve kültürel kimliğin
zuhurunu sağlayacaktır.
- 630 -
Aynı şekilde Azerbaycan’da petrol kaynakları sayesinde zenginleşen tüccar zümresi bir aydınlar
sınıfı oluşturmaya yönelecektir. Ancak tüm bu gelişmelerin temelinde Kırım Tatarlarından İsmail
Gaspıralı’nın giriştiği mücadele dikkate şayandır.
Bu yenileşme hareketine kısaca değinmek gerekirse; Rusya, Türk topluluklarının birbirleriyle
bağlantısını kesmek için yürüttüğü politikalarında baskı ve zulüm ile bir netice almaya çalışmışsa da bu
durum çok geçmeden tepki hareketleri ile karşılık bulmuş ve Rusya politikalarını ılımlı bir seyirde sürdürme
yoluna gitmiştir. 1789 Fransız İhtilali ile gelen milliyetçilik akımı tüm imparatorluklar nezdinde farklı
toplulukları kimlik arayışına sevk etmeye yetmiştir. Nitekim Rusya içerisinde yer alan Türkler arasında da
bu arayışa yönelme gecikmemiştir. Çarlık Rusya’sı içerisinde bilhassa II. Katherina döneminde bu kitlelere
dini özgürlük yetkisi verilmeye başlanmıştır. (Zenkovsky;2000,22) Bu yetki ile hareket eden topluluk olarak
da karşımızda Tatar zümrelerini görürüz. Rusya, 1792’de Tatarlara geniş ticarî haklar tanımış bu durum, bu
topluluğun siyasi ve kültürel anlamda gelişmesini sağladığı gibi İdil Boyu Müslümanları arasında okumayazma bilenlerin çoğalmasına ve bir aydınlar zümresinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. XVIII. yüzyılın
sonunda ortaya çıkan Tatar reform hareketi, son dönem Müslüman dünyasındaki akımlarla benzerlik
göstermekle birlikte, Tatar reformu kendine has birtakım özellikler taşımaktadır. “Kazan Tatarlarının Batı’ya
daha yakın olması, Rusya’nın etkisine açık olmaları ve İslam dünyasındaki diğer reform hareketlerinin de farkında
olmaları, orada ortaya çıkan reform hareketine değişik bir özellik kazandırmıştır.” (Kanlıdere;2002,415) XVI. asırdan
beri de Rus hakimiyeti altında yaşamış olmaları, onların uyanış hareketine farklı bir özellik kazandırmıştır.
İsmail Gaspıralı’nın 1884’te açtığı ilk Usul-i Cedit Mektebi ile Tatar reformcuları yeni bir adla
anılacaktır: Usûl-i Ceditçiler. Kısaca Ceditçiler denildiğinde çoğu zaman Rusya Türkleri arasında yeniliğe açık
ve yenilik taraftarı aydınlar kastedilmektedir. (Kanlıdere;2004,150) Bu tarih itibariyle bu kavram yenileşme
hareketleri kapsamında yaygınlık kazanacaktır.
Akçura’ya göre, “Usûl-i Cedit”in gerçek anlamı Batı ilmini, eğitim usûlünü ve yaşayış tarzını benimsemek,
kısacası Batılılaşmaktı. Nitekim, İsmail Gaspıralı, özellikle Rusya Türkleri’nin millî kimliğini muhafaza etmek şartıyla
Batılılaşması taraftarı olmuş, gayretlerini bu noktada yoğunlaştırmıştır.”der.(Akçura;1928,342)
Yenileşme çalışmalarında etkin rol alan Gaspıralı, hedefini şu formülle özetliyordu: Dil birliği;
Eylem birliği; Düşünce birliği. “Gaspıralı’ya göre, “Edebî Türkçe” olarak adlandırılan tek dil, Türklerin birliğinde
temel faktörlerinden biri olmalıydı. Suni bir şekilde yeniden kurulan bu Türkçeyle Tercüman Gazetesi, başka süreli
yayınlar ve Gaspıralı ile arkadaşlarının kitapları yayımlanıyordu. Bu dil, Kırım Tatarcası veya Tatarcanın herhangi bir
diyalekti değildi. Ortak Türk dili temelinde kurulan bu dil, Türk kökenli halklar arasındaki ilişkilerde kullanılacaktı.
Bunun yanı sıra söz konusu dil, bu dönemde kullanılan felsefî, ekonomik ve sosyal terimlerle zenginleştirilmişti. O dile
alışmak zor değildi, Gaspıralı’nın hayatta olduğu sıralarda bile herkes tarafından, dilin yaratıcısının da söylediği gibi o,
“İstanbul Boğazındaki kayıkçıdan Kaşgar’daki devecilere kadar herkes” tarafından anlaşılıyordu. Yeni kelimeler, en çok
kullanılan dilden alınıyordu, özellikle de modernleştirilmiş Osmanlıcadan. Bu Türkçe, ondan önce Müslümanlar
arasında kullanılan Arapça’nın yerine geçmeliydi.” (Vozgrin;2002,480) Konuşulan dili, tek çatı altında
birleştirilmeyi ve bu suretle Türki toplulukların iletişim sorununun çözülmesi esasına dayanan Gaspıralı, bu
yönde çalışmalarını sürdürmüştür.
Millet ve milliyetçilik gibi kavramların ise Rusya Müslümanlarının gündemine girmesi daha çok
Rusya yoluyla olmuştur. Slavcıların fikirlerini Pan-Türkizm şeklinde yeniden üreten kişilerin başında da yine
İsmail Gaspıralı geliyordu. Gaspıralı, gençlik yıllarında Moskova’da askerî okul öğrencisiyken Slavcıların
fikirleriyle tanışmış, meşhur Pan-Slavist Mihail N. Katkov ile dostluk kurmuş ve aynı zamanda halkçıların
ve Batılı milliyetçilerin eserlerine ilgi duymuştu. Ruslaştırma siyasetinin farkında olan Gaspıralı, PanSlavizm fikrinden esinlenerek Çarlık Rusyasındaki Türk toplulukları arasında dayanışma ve birlik yönünde
faaliyetlere girişti. Tercüman gazetesindeki yazıları vasıtasıyla Türk dilli topluluklar arasında en gelişmiş dil
olan Osmanlı Türkçesine yakın bir dili yaygınlaştırmaya çalıştı. (Kanlıdere;2002,421)Ulema ve ceditçiler
arasında gelenekçi- yenilikçi tartışmaları baş göstermişti. Ancak İsmail Gaspıralı’nın öncelikleri inanç
konuları değil, toplumsal sorunlardı. Bu dönemde teolojik konulara pek ilgi duymayan ve Batı’yı çok daha
iyi tanıyan bir aydın grubu ortaya çıkmıştır. Bu grubun önde gelen temsilcileri olarak İsmail Gaspıralı, Yusuf
Akçura, Zeki Velidi [Togan], Sadri Maksudi [Arsal], Ahmet Ağaoğlu sayılabilir.
Rus mekteplerinde okuyarak Rus dili ve kültürü aracılığıyla Batı’nın fikir ve değerleriyle tanışan
yerel aydınlar seküler dünya görüşünün temellerini atmışlardır. Bu suretle ceditçilik, Volga-Ural havzası ve
Kırım dışında hızla yayıldı. Usul-i cedid okulları ve gazetecilik Azerbaycan ve Türkistan’a ulaştı. Fakat Rus
İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde sosyal ve siyasal bağlam çok değişik olduğundan dolayı Ceditçilik
her toplumda farklı bir nitelik alma eğilimindeydi. (Khalid;2002,636)
Dolayısıyla Ceditçilik Hareketleri 1890’lardan sonra Kırım, Kazan ve Bakü’den gelen tesirler
sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda medreselerin ıslahı ve ortak bir dil girişimi çerçevesinde hareket
edilmeye yönelik çalışmalar kongreler bağlamında başlatılacaktır. İdil-Ural Ceditçiliği’ndeki güçlü dinî
ıslahçı söylemin aksine, Türkistan Ceditçileri’nin yazılarında teolojik tartışmaların yer almaması da dikkati
- 631 -
çekmektedir. Bu şahısların siyasi görüşleri eğitimlerini tamamlamak için gittikleri İstanbul ya da Paris’te
şekillenmeye başlamıştır.
Pan-Türkist milliyetçiliği savunanlar, özellikle de Rusya asıllı Türk göçmenler, Türk ulusal hareketi
içinde önemli bir rol oynamışlardır. Zaten Türk dilini kullanan halkların birleştirilmesi fikri de, 19. yüzyıl
sonunda Çarlık Rusyasının Müslüman Türk halkları içinde doğmuştur. Başlangıçta Pan-Türkizm, Rusların,
Kafkasya ve Orta Asya'da giriştikleri fetih siyasetine bir tepki ve Pan-Slavizm karşı bir muhalefet hareketi
olarak görülmektedir; söz konusu siyasetin Rusya Türklerinin, özellikle de Tatarlar ile Azerilerin ekonomik
etkinliklerini ve kültürel kimliklerini tehdit ettiğini unutmamak gerekir.
1905 Rus Devrimi’nin getirdiği hürriyetlerden sonra basın ve yayında büyük bir patlama
gerçekleştiren Ceditçilik, bir eğitim ve kültür hareketi olmanın ötesinde siyasî alana da girmiştir.
Özellikle1905 Devrimi sırasında, Türk milliyetçilerinin Rusya'daki eylemleri dikkat çekiciydi. Bu hareket
Osmanlı İmparatorluğu'nda etkisini sadece Gasprinski'nin eserleriyle değil, esas 1908'deki Jön Türk
Devrimi'nden sonra Çarlık baskısından kaçıp Türkiye'ye sığınan göçmenler aracılığıyla varlığını hissettirdi.
Bu göçmenlerin en tanınmışları, Türklerin birliği idealini Osmanlı gençliği içinde ilk yayan Hüseyinzade Ali,
Yusuf Akçura ve Ahmed Ağaoğlu'dur. (Georgeon;2006,5-6)
1917’ye kadar Ceditçilerin Rusya ve Avrupa’ya bakışları çok olumluydu. Hepsinin bir amacı vardı:
Kendi toplumlarını Avrupa’nın hayran oldukları yönlerini -bilgi, düzen, disiplin, güçlülük- elde etmeye
teşvik etmek. Eğer Müslüman toplumlar Avrupa’yı yakalayamazsa durumlarının daha da kötü olacağından
endişe duyuyorlardı.
Kısacası Avrupa’nın modernliğini kendileri için istiyorlardı. Bunun için de dilde yenilik yaparak
edebî ve kültürel anlamda gelişmişlik ile medeniyeti yakalama yolunu tercih etmişlerdir.
Ceditçilik, alfabenin sadece yeni bir yöntemle öğretilmesinin savunulması olarak başlamış olabilir,
fakat çok geçmeden Müslüman toplumunun durumunun derinlemesine eleştirisine dönüştü. Ceditçinin
fonetik yöntemi savunmasının altında yepyeni bir bilgi kavramı vardı. Okuryazarlığın kutsal bir etkinlikten
ziyade, işlevsel bir hüner olarak öneminin vurgulanması ile Usul-i Cedid, kültürel otoritenin yaygın
biçimlerine güveni derinlemesine sarsarak çökertici olabilirdi. (Khalıd,638) Bu amaçla faaliyetlerini gazete
ve dergi neşrederek Rusya Türkleri arasında duyurma çabası içerisine girmişlerdir.
1.2.Rusya Türklerinin Türkiye ile Münasebetleri
1905 Rus İnkılâbı ve bilâhare de 1908 Osmanlı Meşrutiyet İnkılâbı, Rusya Türkleri ile Türkiye
arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oluşturmuştur, diyebiliriz. 1905 yılı sonrasında, Rusya, bu
topraklarda yaşayan Türklere yeni haklar vermiştir.
Bu haklar sonucunda bilhassa eğitim alanında Kırım Türklerinin büyük ihtiyaç duyduğu öğretmen
kadroları Türkiye’den gelen muallimlerle karşılanırken, pek çok Kırım Türk genci de okumak maksadıyla
İstanbul’a gelmişlerdir. Bu gelişmelerin ilerisi için çok önemli tesirleri oldu. Bu yıllarda, Türkiye Türk’ü
aydınlarını büyük ölçüde etkilemiş olan “hürriyet, adalet, müsavat” gibi kavramlar ve “Türkçülük” gibi
dönemin fikir akımları ve hatta “komitacılık” faaliyetleri Kırımlı aydın Türkleri de tesiri altına almıştı.
Bunun neticesi olarak bu Kırımlı Türk’ü aydınlar istiklâlci, hürriyetçi ve milliyetçi olarak yetişti. Bu kadrolar
İstanbul’da ve Kırım’da yeraltı teşkilatları kurarak yaygın bir faaliyet içine girdiler (Arabacı;2008,69)
19. yüzyıldan itibaren Avrupa’dan yayılan milliyetçilik akımının etkisiyle milli bilinci gelişmiş
Rusya Türkleri, çeşitli dönemlerde İstanbul’a gelmekle beraber 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla daha yoğun
bir şekilde göç etmeye başlamışlardır. Rusya’dan gelen Türk aydınları almış oldukları eğitim ve yetiştikleri
ortamların etkisiyle Türkiye’nin kültür ve düşünce hayatına farklı bir anlayış getirmişlerdir.
Muhacir aydınlar içerisinde Azerbaycan kökenli Ahmet Ağaoğlu ve Kazan kökenli Yusuf
Akçura’nın Türkiye’ye etkileri aynı zamanda yetiştikleri toplumların fikri alt yapısını göstermesi
bakımından oldukça önemlidir. (Özkan;2005,142)
Bu göç eğilimi neticesinde İstanbul'da okuyan Azerbaycan, Türkistan ve İdil-Ural aydınlarının bir
kısmı ülkelerine döndüler, bir kısmı Türkiye' de kaldılar. Gerek ülkelerinde, gerekse Türkiye' de Türkçülük
akımının yayılmasında çok etkili oldular. 1905 İhtilali ile özgür ortamda yayınlanan Türkçü gazete ve
dergiler zaman içerisinde yasaklanınca aydın zümresini teşkil eden Rusya Türkleri, Türkiye’ye gelirler.
Çünkü aynı dönemde Türkiye’de de benzeri bir özgürlükçü ortam peyda etmiş, meşruti idare kapsamında
basın yayın organları özgür fikir ortamının yansımalarını gözler önüne sermeye başlamıştır.
Tabii ki 1917 Bolşevik ihtilali ile Rusya'da Türkçülük kanla bastırıldı ve Türkçü aydınların
oluşturmaya başladığı ortak edebi dil hareketi de tamamen aksi yöne çevrilerek her Türk boyuna ayrı bir
edebi dil oluşturuldu. Türkiye'de kalan veya kalmak zorunda olan Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu
Ahmet gibi İdil-Ural ve Azerbaycan aydınları ise buradaki Türkçülük akımı içinde önemli bir yer tuttular.
(Ercilasun;2004,15)
Rusya Müslümanları tarafından gelen Pan-Türkizm, aslında, Türk milliyetçiliği içine sızan
burjuvazik liberal bir boyutu teşkil eder. Pan-Türkistler modern bir din anlayışı geliştiriyorlar, kadının
- 632 -
özgürlüğünü savunuyorlar ve Rusya'daki Tatar ve Azeri toplumlarında olduğu gibi Osmanlı
İmparatorluğu'nda da ekonomik ve toplumsal ilerlemenin gerçekleşmesini istiyorlardı.(Georgeon,7) Bunun
ise Türkçülük merkezinde olacağına inanıyorlar ve bu amaçla öncelikle kendi içlerinde bir birlik kurma
gayesine hizmet ediyorlardı.
1.2.1. Rusya Türklerinin Ülkelerindeki ve Türkiye’deki Faaliyetleri
20. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti içerisindeki yenilikçi fikir cereyanları Kırımlı gençleri de tesiri
altına almış, bu gençler eğitim vazifesi için gittikleri Kırım’da da bu fikirlerini yayma gayretinde
olmuşlardır. Bu şekilde hem rüştiyelerdeki bu muallimlerin teşviki, hem de Gaspıralı’nın yenilikçi
fikirlerinin tesiriyle, Kırım Türkleri arasında yüksek tahsil yapma düşüncesinde olan gençlerin sayısı hayli
fazla idi. Pek çok genç Osmanlı mekteplerinde tahsil görmek için İstanbul’a geldi.(Arabacı,48) Türkiye’de
cereyan eden bu gelişmeler Rusya Türklerine ayrı bir heyecan katıyor ve onların mücadelelerine daha sıkı
bir şekilde sarılmalarına vesile oluyordu. Çünkü bu zümreler kendilerini Türkiye’nin bir parçası olarak
addetmeye başlamışlardı. Bir öncü niteliği verdikleri coğrafyadaki bu denli gelişmeler onların çabalarının
haklı gururunu yaşamalarına yol açıyordu.
Neticede Türkiye'deki Temmuz 1908 İnkılâbı ve Meşrutiyetin yeniden tesisi hem Kırım’da, hem de
İstanbul'daki Kırım Tatar talebeleri arasında büyük heyecan ve sevinçle karşılandı. Cafer Seydahmet, Yakup
Kerçi, Ahmet Şükrü, Çelebi Cihan gibi Kırım kökenli ve Türkiye’de eğitim gören gençler kurdukları
cemiyetler ve bu cemiyetler adı altında çıkardıkları dergilerinde Kırım Tatarlarının gelişmesinin yollarını
irdeliyorlar; bir taraftan da İstanbul’a okuma amacıyla gelen Tatar gençlere gereken finansmanı sağlama
çabası güdüyorlardı. Kurdukları cemiyetler arasında Rusyalı İslâm Talebe Cemiyeti, Kırım Talebe Cemiyeti, Tatar
Cemiyet-i Hayriyesi, Vatan Cemiyeti, Kırımlılar Cemiyet-i Hayriyesi sayılabilir.
Rusya Türkleri’nden bir diğeri olarak 1914 öncesindeki yarım yüzyılda Rus Azerbaycan'ı; dil olarak
Farsçanın hakimiyetinden kendini kurtardı ve Türkçe'nin uyanışı olarak bilinen sürece girdi. Ancak bu
uyanış dilin Azerbaycan Türkçesi mi, yoksa Osmanlı Türkçesi mi olması gerektiği sorusunun adresi değildi.
Hakikatte, Osmanlıcacılığın çekiciliği Pan-türkizm (Turancılık) ve Pan-islamizm fikirlerinin yayılmasıyla
birlikte artmaktaydı. Hatta bir Azerbaycan milli devleti düşüncesini temsil eden bağımsız, demokratik
cumhuriyet idaresi altındaki 1918-1920 yıllarında bile Azerbaycan sadece askeri ve siyasi değil, aynı
zamanda kültür ve eğitim alanlarında da Türkiye'nin yardımına ihtiyaç hissetti.
Nitekim, 1919 programında Musavvat Partisi, Azerbaycan liselerinde Osmanlı Türkçesinin eğitiminin
mecburi olacağını belirtti. Sovyet Rusya ve hatta Bakü komünist rejiminin 1920'lerin başlarında samimi
ilişkiler kurduğu Kemalist Türkiye'nin izlediği politikaya paralel bir yol takip ettiler. Hem Türkiye'de hem
de Azerbaycan'da Osmanlıcaya karşı yürütülen kampanya, milli bir Türk kimliği ortaya çıkarma sloganı
altında yürütüldü.1926 yılında Arap alfabesinin Latinleştirilmesi ile Türkiye'de buna benzer bir yeniliğe
öncülük etti ve onu etkiledi.
Sadece Stalin yönetiminin birleştiriciliği altında Azerbaycan'da Türkçülük yavaşlatıldı. Dil resmi
olarak yeniden Azerice adıyla isimlendirildi ve aIfabe bu kez Latin'den, Kiril alfabesine değiştirildi. Tıpkı
eskiden temel meselenin dilde Farslılaşma ve Osmanlılaşma olduğu gibi, Ruslaşma şu ana kadar derecesi
bilinmeyen en önemli endişe haline geldi. (Swıetochowski;1991,182)
XIX. yüzyılın ikinci yarısında genişleyen eğitim faaliyetleri Kuzey Azerbaycan’da milli bilinci
güçlendirerek milli hareketin yayılmasında büyük rol oynamıştır. 1908 yılında Osmanlı’da gerçekleşen Genç
Türkler inkılâbından sonra Azerbaycan’da İslamcılıkla birlikte, Türkçülük de yayıldı. (Gasımov;2002,545)
Azerbaycan’da milli hareketin önünde burjuvazi değil, halk arasından çıkmış olan aydınlar yer almaktaydı.
Onlar, İslam dininin ve Türkçülüğün merkezi olan Osmanlı İmparatorluğu’na sevgi hisleri ile
yaklaşıyorlardı. XIX. yy’ın ikinci yarısından itibaren yeni bir yapılanma sürecine girecek olan Azerbaycan
edebiyatında, “edebi dil” ve “ana dili” kavramları etrafında yaşanan tartışmalar Azerbaycan Türkçesinin
yabancı etkilerden arındırılması açısından oldukça önemli kazanımlar sağlamıştır. Önce Molla Penah Vagıf
ile başlayan Mahallî Klasisizm hareketi, ardından Ahundov’un edebiyat, Zerdabî’nin ise gazetecilik dili
açısından takındıkları bilinçli tavır, sürecin ilk adımları olarak önemli bir yere sahiptir. (Erol;2011,1051-1052)
Ahundzade Mirza Fethali, Rusya Türkleri arasında, Arap alfabesinin değiştirilmesi ve düzeltilmesi
düşüncesinin öncüsüdür ve sözcüklerin gereği gibi okunabilmesini sağlamak için Arap alfabesinin
düzeltilerek Latin harfleri biçiminde yazılması gerektiğini savunmuştur. Alfabe değiştirmenin dinle bir ilgisi
olmadığını, Arap harflerinin getirdiği zorluklar yüzünden Müslümanlarda okur yazarlığın çok az olduğunu
ve Arap harflerinin Türkçe’yi yazmaya elverişli olmadığını savunmuştur. (Cucunel;2004,92)
M.F. Ahundov’un dünya kültürü, demokratik düşünce, lâik devlet ve uygar toplum anlayışının en
güzel ürünü çağdaş, bağımsız ve demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti’dir. Bu devletin kurulması yolunda
mücadelenin temelini atan M.F. Ahundov, yalnızca kalemi, ustalığı ile değil, ölümsüz ekolü ile de yeni bir
devrin kurucusu olmuştur. M.H. Ahundov ekolünün en büyük temsilcilerinden biri de Ali Bey
Hüseyinzâde’dir. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin ideolojik temelini oluşturan insanların başında
- 633 -
muhakkak Ali Bey Hüseyinzâde’nin de adı gelmektedir. Pantürkizm sınırlarından dışarıya ilk adımı atan
kişinin Azerî Ali Bey Hüseyinzâde olması bir rastlantı değildir. Petersburg’da tıp öğrenimi gördüğü
sıralarda öncüsü olan Gaspıralı gibi o da panslâvizmden etkilenmiştir. Bu etki altında Türk halkına bir mesaj
vermek üzere İstanbul’a gider. Osmanlılar daha Türkçülük anlayışına yabancı olduklarından, bu sadece
Rusya’dan gidenlerin üzerinde durduğu bir düşünceydi; fakat bu tür düşünceleri izlemek devletin resmî
görüşüne aykırıydı.(Garaşova;2004,299)
Rusya’nın Osmanlı Devleti başta olmak üzere Türk Dünyası üzerindeki baskıları ve Osmanlı
Devleti’ndeki istibdat yönetiminin etkileri gibi bazı sebeplerle Hüseyinzade Ali Bey, İstanbul’a gelerek
İttihat Terakki içerisinde yer aldı. (Uca;1997,167) Azerî kökenli olup 1889’da Türkiye’ye gelen Hüseyinzade
Ali Bey, orada Genç Türklerle yakın bir ilişki kurdu. 1905 yılında Rusya’da liberal rüzgârın tekrar esmesiyle
Bakü’ye döndü ve milliyetçi bir yöntem izleyen Füyuzat dergisini çıkarmaya başladı. (Zenkovsky,90)
Özellikle Füyuzat dergisi Hüseyinzade’nin yetişmesinde Türkiye’nin Servet-i Fünun cereyanına bağlı bir dil
ve sanat anlayışı sürdürmüş, Azeri Edebiyatının yönünü Anadolu’ya doğrultmuş, bu iki Türk yurdunun tek
bir dil ve kültür anlayışında birleşmesi yolunda çalışmıştır.
Fahri Sakal’a göre; O günkü Türkiye şartlarında bir kimsenin Azerbaycan, İdil-Ural Bölgesi ve
Türkistan’dan bahsetmesi ve oralar için mücadele vermesi Türkçü, Turancı veya Pantürkist sayılmasına yetmekteydi.
(Sakal;1995,290)
Mehmet Emin Resulzâde, 1911-1912 yıllarında öncülüğünü yaptığı Müsavat partisinin
bildirgesinde: “Bir zamanlar İslam’ın asil halkının bir eli Pekin’e erişirken, öteki de karşı köşedeki Avrupa’da Elhamra
Sarayı’nı inşa ediyordu.”düşüncesi yer alıyordu. Müsavat’ın programına göre partinin bütün gücü İstanbul’un
önderliğinde Bütün Türk uluslarının kurtarılmasına ve Atlantik Okyanusuyla Fas’tan Pasifik Okyanusu ve
Moğolistan’a
kadar
uzanacak
bir
Müslüman
Türk
İmparatorluğu’nun
kurulmasına
harcanmalıydı.(Zenkovsky,95-96) Gönül Pultar’a göre; Kazan’dan, Kırım ve Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelip
yerleşen Dış Türkler, Türkiye’nin siyasi, sosyal, edebi ve fikri hayatında büyük rol oynamışlardır. (Pultar;1996,499)
Azeri kökenli olup Türk fikir hayatında etkisi görülen bir diğer mütefekkir ise Ahmet Ağaoğlu’dur.
Eğitim hayatını Petersburg’ta geçirmiş, Paris’te bulunmuştur. Azerbaycan’a döndükten sonra Türk ve
Müslümanların haklarını, Ruslara karşı savunmak için kurulan gazetelerde yazılar yazmaya devam etmiştir.
Siyasî faaliyetlerde de bulunan Ağaoğlu, II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Türkiye’ye dönerek, yazılarına
buradaki dergi ve gazetelerde devam etmiştir. Türk ocağının kuruluşuna katıldı ve Ocağın yayın organı olan
Türk Yurdu dergisinin yayınında görev aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti genel merkezi üyesi ve Afyon
mebusluğu yapan Ağaoğlu, I. Dünya Savaşı sonunda Rusya’da ihtilal olup, oradaki Türkler bağımsız
devletler kurmaya başlayınca, Azerbaycan’a yardım için gönderilen orduda, komutan müşaviri olarak görev
almıştır. Ağaoğlu, Türk fikir ve siyaset hayatında bilhassa 1912’den sonra etkili olmuş bir yazardır. Bu
bakımdan Rusya devresinde, Rusya Müslümanlarının birleşmesini ve ilerlemesini savunmuş, oradaki
çalışmaları zorlaşıp İstanbul’a geldiğinde, devrin İslâmî yayın organı Sebîlürreşad kadrosu içinde yer alarak,
bu istikamette yazılar yazmıştır. Daha sonra İttihatçılar’la tanışması ve onların yayın organlarında yazılar
yazmaya başlaması ile Türkçülük tarafı ortaya çıkacak ve dinî düşünceden uzaklaşma devri başlayacaktır.
Son devresi ise Cumhuriyet yıllarıdır. Bu devreden sonra Ağaoğlu tam anlamıyla bir Batıcı olarak kendisini
gösterecektir Kurtuluş için Avrupa medeniyetinin eksiksiz bir şekilde benimsenmesini savunmaya
başlayacaktır(Öz;2009,1796) Yazılarında zaman zaman siyasi iktidarların arzularına göre yorum yaptığı
görülmekle beraber, ölümüne kadar siyasi liberalizm ve batıcılık fikirlerini ısrarla savunmuştur. (Sakal,289)
Eserlerini de bu doğrultuda kaleme aldığı bilinmektedir.Ahmet Ağaoğlu’nun ifadesiyle amacı,
dünya üzerinde yaşayan üç medeniyetten birisinin yani Batı medeniyetinin diğerlerine galip geldiğini ve
dolayısıyla kurtuluşumuz için bu medeniyeti olduğu gibi benimsemekten başka çare olmadığını
göstermektir. (Öz,1797)Bunun yanında Ağaoğlu mutedil-muhalif tavrını 1933’te çıkardığı Akın gazetesi ile
devam ettirmeye çalışmıştır. Gazetenin yayın hayatı boyunca mutedil üslubunu muhafaza ettiği
görülmektedir. (Cengiz;2008,62)
Bir diğer aydın ise Kazan Tatarlarından olan Yusuf Akçura’dır. Milli Mücadele Dönemi’nde hiç
düşünmeden Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’na katılan Yusuf Akçura, Cumhuriyetin kuruluş
yıllarında da Atatürk’ün yanında yer alarak, Onun özellikle dış siyaset ve kültür meselelerinde en büyük
yardımcılarından olmuştur. Yusuf Akçura’nın en önemli hizmetlerinden biri de 1931’de Atatürk’ün
önderliğinde kurulmuş olan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu)” ndaki faaliyetleri
olmuştur. Bu Cemiyetin kurucuları arasında yer alan Yusuf Akçura, Atatürk’ün uygun görmesiyle bu
Cemiyetin başkanlığına seçilmiştir. Türkçülük kimliği, dönemine göre biraz da ilginç bulunan fakat
doğruluğu zamanla ortaya çıkan iktisadi düşünüşü, modern Türkiye’nin oluşmasında gerçekleşen bir çok
yeniliği, Atatürk’ün yanında yer almış bir aydın olarak kabul etmesi ve buna benzer çoğaltılabilecek
örnekler onun çağdaş bir fikir, bilim ve siyaset adamı olduğunun da kanıtıdır. (Demir;2008,158)
- 634 -
Bir diğer aydın da Kazan Tatarlarından olan Sadri Maksudi’dir. Sadri Maksudi Arsal Türkiye’ye ilk kez
1924’te gelir. Paris Sorbonne Üniversitesi ‘ne bağlı Slav Etüdleri Enstitüsü’nde Türk kavimleri Tarihi dersini vermekte
idi. Ankara’da Türk Ocakları’nda “ Türk Tarihinin Telkinatı” başlıklı konuşma yapmış ve Gazi Mustafa Kemal
tarafından kabul edilmiştir. Görüşmeler sırasında Gazi, Arsal’a Türkiye’ye gelip yerleşmesini önermiştir. Arsal’ın Yeni
Türk Devleti’ni şekillendirmede oynadığı rol; 1- Hukuk hocalığı, 2- Milletvekilliği, 3- TTK’ya katkıları, 4- Dil
Devrimine katkıları.dır diyebiliriz. (Pultar,499)
İsmail Gaspıralı’nın görüşlerinin savunucusu niteliğiyle bilinen Sadri Maksudi Arsal, kaleme aldığı
eserlerinde “ Osmanlı Devleti’nden kalma yazı dilini düzeltmek, yabancı sözlerden ayıklamak ve öz Türkçe söz
köklerinden bir edebî ve ilmi dil yaratmak gerektiğini” vurgulamaktadır. (Sefercioğlu;1931,51)Ayrıca Sadri Maksudi
Arsal’a göre; “Dilde devrim bütün Türklüğü kültürel olarak birleştirme potansiyeline sahip olduğu gibi, Türkiye
Cumhuriyeti açısından da uluslaşma bakımından büyük önem taşımaktaydı.” (Pultar,504)
1.3.Türk Dil İnkılâbı ve Rusya Türklerinin Etkileri
İnkılâp, kelime anlamı itibariyle: Sosyal hayatta ve sosyal müesseselerde belirli yönlerden kökten değişme
demektir. (Eroğlu;1982,3)Adı geçen dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin devletleşme süreci ve dolayısıyla da
varlığını sağlamlaştırma mücadelesini verdiği bir dönemi kapsamaktadır. Dolayısıyla yeni bir düzenleme
yapılması gerekli görülmüş olup bir dizi yenileşme hareketlerine yönelinerek bu amaçla köklü bir değişiklik
yapma yoluna gidilmiştir. Çalışmamızın bilhassa Türk dili üzerine yapılan yeniliklerin kapsamı ile sınırlı
bulunması dolayısıyla bu alanlarda yapılan düzenlemeler ve Rusya Türklerinin bu çalışmalara katkısına
değinilmeye çalışılacaktır.
1.3.1. Türk Dilinin Evrimi
Tarihî süreçte Türk toplulukları farklı alfabeler kullanmışlardır. Alfabesi ve yazısı olan kültür
topluluğu olmaları onların geniş coğrafyalarda hakimiyet kurduklarının da göstergesidir. Türkçenin
Anadolu’da yeni bir yazı dili olarak gelişmeye başladığı yıllarda Arapça ve Farsça bilim ve edebiyat dili
olarak hüküm sürüyordu. Arapça veya Farsça yazmak üstünlük sayılıyordu. Şairlerin ve yazarların bir
bölümü Türkçe ile eser vermenin güçlüğünden yakınıyorlar, Türkçenin yetersiz olduğunu, darlığını dile
getiriyorlardı. (Akalın;1992,15)
Geniş halk kitlelerine düşüncelerini ve inançlarını yaymak isteyen tasavvuf erbâbının ise eserlerini
son derece anlaşılır bir Türkçe ile yazdıkları bilinir. Beylikler Dönemi’nde ve Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunu izleyen yıllarda Türkçe yazmak ve söylemek yaygınlaştı. Zamanla Arapça ve Farsçaın,
Türkçedeki yoğunluğu o kadar arttı ki Osmanlı Türkçesi olarak adlandırdığımız bu dili tam olarak anlamak
için Arapça ve Farsçayı bilmek bir zorunluluk hâline geldi.
Dolayısıyla Zeynep Korkmaz’ın da ifade ettiği gibi, “XIII. yüzyıldan başlayarak Anadolu ve çevresinde,
öteki Türk lehçelerinden ayrı bir yazı dili olarak kurulup gelişmiş olan Türkiye Türkçesi, XV. yüzyıl ortalarından XX.
yüzyıla kadar uzanan tarihî dönemlerinde, teokratik devlet yapısının gerekli kıldığı siyasî, sosyal ve kültürel şartlara
bağlı olarak hayli yıpranmıştır.” (Korkmaz;1992,55)
Alfabe meselesi öncelikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye’de tartışılmaya başlanmıştır.
Arap alfabesinin yetersizlikleri, eksiklikleri olduğu fikrinden hareketle, bu alfabenin önce ıslah edilmesi,
daha sonra ise değiştirilmesi gündeme getirilmiştir.
1.3.1.1. Tanzimat Dönemi’nde Türkçe
Dil ve Alfabe konusu Tanzimat ile birlikte en fazla tartışılan konulardan biri hâline gelir. Osmanlı
Devleti’nde yenileşme hareketlerinin etkisi ile bu dönem, Batı ile kültürel anlamda etkileşim sürecinin de
yaşandığı bir evredir. Batı uygarlığının etkisi değişik alanlarda görüldüğü gibi dil alanında da kendisini
göstermiştir. “Dil alanında Batı uygarlığının etkisi ana hatlarıyla iki biçimde görülür: Batı’daki milliyetçilik akımının
ve halka yönelmenin etkisiyle ana diline karşı duyarlılık uyanırken bir yandan da halkın anlayacağı dille yazmak
amacıyla halk diline yönelme düşüncesi yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Halka ulaşmanın en etkili aracı da gazete idi.
Bu sebeple gazeteler dilde değişimin başlatıcısı oldu.” (Akalın,20) Sade, yabancı öğelerden arınmış, halkın
anlayacağı Türkçe, bir kere daha düşünce adamlarının, sanatçıların halka hitap etmede kullandıkları dil
hâline geldi. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi ile bu sürecin başlamış olduğunu söyleyebiliriz.
Şinasi, Arap harflerinin basımda yaşattığı güçlükler karşısında yeni harfler ve noktalama işaretleri
döktürtmüş, uyguladığı sistemle baskı sisteminde yaklaşık 400 olan işaretleri 112’ye indirmişti. Ali Suavî,
Ulûm gazetesindeki yazılarında Arap alfabesinin kusurlarına değinmişti. Namık Kemal de alfabe sorununa
değinmiştir. Ancak Şinasi de, Ali Suavî de, Namık Kemal de alfabenin değiştirilerek Lâtin yazısının
kabulünü hiç düşünmemişlerdir. Hatta alfabe konusunda İran Elçisi Melkum Han ile tartışmaya girişen
Namık Kemal, Lâtin harflerinin alınmasına karşı olduğunu yazmıştır. Başka yazarların da yazılarıyla
katılmalarıyla tartışma genişlemiştir. Tartışmalar izleyen dönemlerde de sürecektir. (Akalın,24)
1.3.1.2. Meşrutiyet Dönemi’nde Türkçe
Osmanlı Devleti’nde dil sorunu ilk defa en ciddî biçimde, Kanun-ı Esasî’nin hazırlanışında ve
Heyet-i Mebusan’da (Birinci Meclis-i Mebusan) resmî makamların gündemine gelmişti. Devletin bünyesine
- 635 -
yeni bir kurum olarak katılacak Heyet-i Mebusan, ülkenin değişik yörelerinden gelecek mebuslardan
oluşacaktı. Farklı dilleri konuşan mebusların mecliste nasıl anlaşacağı, yasama işlevini hangi dille yerine
getirecekleri önemli bir sorundu. Osmanlı Devleti’nin değişik bölgelerinden gelen mebuslar Türkçe
konuşmaktadır, ama her mebus kendi yöresinin ağzıyla hitap etmektedir.(Akalın,24-25) Meclis-i Mebusan’ın
kapatılmasından sonra sansürün uygulandığı İstibdat Dönemi başladı. Pek çok konunun ele alınması
yasaklandığı için yönetimin tehlikeli saymadığı dil ve alfabe konusu en fazla tartışılan konular oldu.
Bu dönemde yapılan dil tartışmaları resmî yazışma dilinin sadeleştirilmesi, alfabenin düzenlenmesi,
Türkçenin Arapça ve Farsça unsurlardan temizlenerek bağımsız bir dil durumuna getirilmesi konularında
yoğunlaşmıştı. Şinasi ile başlayan ve 1910’lara kadar süren bu hareketler, yazı dilini Osmanlıca temelinde
sadeleştirmeyi ve Osmanlıcayı daha anlaşılır bir yazı dili durumuna getirmeyi hedefliyordu.
Bir taraftan dilde sadeleşme hareketleri savunulurken diğer taraftan da sanat yapma gayesinde olan
bir grup, ağdalı bir dilin savunuculuğunu yapıyordu. Arapça, Farsça kelimeleri atmayı öneren “Tasfiyecilik”
ve ağdalı Osmanlıcıyı savunan “Fesahatçılık” hareketleri, Servet-i Fünun Devri’nde iyice alevlenmiştir. Bu
anlamda dili sadeleştirme gayretleri, aşırı uçlara karşı bir denge unsuru olarak değerlendirilmektedir.
(Coşar;1992,106)
Bu tartışmaların sürdüğü bir ortamda, Mehmet Emin’in sade bir Türkçeyle yazdığı Cenge Giderken
başlıklı şiiri büyük bir yankı uyandırdı. 1897 Yunan Savaşı dolayısıyla yazılan bu şiir, edebiyatta olduğu
kadar dilde de yeni bir akımın başlangıcı olacaktı:
“Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur
Sinem özüm ateş ile doludur
İnsan olan vatanının kuludur
Türk evlâdı evde durmaz giderim.” (Akalın,29)
Dil üzerindeki bu tartışmaların ve Türkçe şiirlerin etkisiyle Türkçülük akımı da gelişmeye başladı.
Bu nedenle Türkçülük tarihinde Türkçecilik önemli bir yer tutar. Türkçülük hareketi önce dilde Türkçülük
olarak kendisini gösterir. Osmanlı devletinde farklı uluslardan insanların yaşadığı bir dönemde Türkçülük
hareketi başlamadan önce Türkçecilik hareketi başlamıştı. Türkçenin binlerce yıllık geçmişi olduğu artık
yazılı kaynaklarla da ortaya çıkıyordu. Bu buluş, Türk aydınları arasında büyük ilgi uyandırdı.
İkinci Meşrutiyet ile birlikte Türk dili üzerine çalışmalar daha da yoğunlaştı. “Müslüman olmayan
halklardan sonra, Müslüman olan Arap ve Arnavutların da ayaklanmaları; Türk aydınları arasında önce Osmanlıcılık,
sonra da İslâmcılık düşüncelerinin zayıflamasını, Türkçülük düşüncesinin güçlenmesini sağlıyordu. İttihat ve Terakki
hareketi içerisinde yer alan aydınların çoğunluğu Türkçeci idi. İttihat ve Terakki Partisinde Türkçecilik eğiliminin
güçlü olması, kendisini ilköğretimde Türkçenin zorunlu dil olarak okutulması kararında gösterdi. Türk olmayan
halkların yaşadığı bölgelerde Türkçenin yanı sıra başka diller de okutulabilecekti. Ancak bu karar, Türk olmayan
halkların memnuniyetsizliği ile karşılaştı.” (Akalın,31) Genç Kalemler dergisinin izleyen sayılarında da Yeni Lisan
yazı dizisi olarak bu fikriyat devam etmiştir. Gerek dil, gerek alfabe tartışmaları bitmek bilmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşanan bölgesel savaşların ardından başlayan Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra mütareke yıllarında da tartışmalar sürdü. Özellikle mütareke döneminde Türkçülük ve
Türkçecilik düşüncelerine karşı saldırılar daha da arttı. Ancak, bütün bu tartışmalar, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nde gerçekleştirilecek olan Alfabe ve Dil Devrimlerinin oluşumuna zemin hazırlayacaktı.
Görüldüğü üzere Tanzimat Dönemi’yle birlikte dil ve imlâ konusunda tartışmalar yaşanmaya
başlamıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde tartışmalar hız kazanmıştır. Her iki dönemde Münif Paşa, Yenişehirli
Avni Bey, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Şemseddin Sami, Macid Paşa, Ali Said Bey
gibi önemli isimler konuyla ilgili olarak çeşitli çözüm önerileri sunmuşlardır. (Açık;2008,1-2) Dilde yabancı
kelimelerin yoğun bulunmasının gerekçesi olarak Hamit Zübeyir Koşay dilde yabancı kelimelerinin
etkilerine dair “ Şimdiye kadar alınan sözlerin çoğu muhakkak onlara ihtiyaç olduğu için değil, belki moda onu icap
ettirdiği için alınmışlardır.” fikrini ileri sürecektir.(Koşay;1929,1121)
Rusya Türkleri de yakın bir dönemde bir takım yenileşme sürecinden geçeceklerdir. Türk
dünyasında kullanılan alfabenin ıslahı üzerine ilk ciddî girişim Azerbaycan’dan gelir. Mirza Fethali
Ahundzade, 1863’te İstanbul’a gelerek alfabe üzerine hazırladığı çalışmayı Sadaret makamına verir. Mirza
Fethali Ahundzade’nin tasarısı buradan Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’ye gönderilir. Mirza Fethali
Ahundzade, Cemiyet başkanı Münif Efendi’nin çağrısı üzerine Cemiyette bir konferans verir. Bir hafta sonra
Mirza Fethali Ahundov’un yokluğunda toplanan Cemiyet, Arap harflerinin Türkçeyi yazmaya elverişli
olmadığı, düzeltilmesi gerektiği yolunda karar almıştır. Ancak Sadaret makamına gönderilecek olan 6
Ağustos 1863 tarihli yazıda Mirza Fethali Ahundov’un önerisinin kabul edilemez olduğu belirtilecektir.
(Akalın,24)
1.3.1.3. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türkçe
İslâm âleminin Batı medeniyeti karsısında geri kalmışlığı ve çözüm yolları konusunda fikir yürütme,
Osmanlı’nın son yıllarında başlamış, Cumhuriyetin ilk yıllarında da devam etmiştir. Birçok fikir adamı,
- 636 -
özelde Türklerin, genelde bütün Müslüman halkların kurtuluş reçetesi olarak İslâm Birliği, Türk Birliği,
İslâm-Türk birliği gibi çözüm önerileri sunmuştur. (Öz,1795) Önerilerini de temellendirmek için, medeniyet
kavramı üzerinde durmuşlardır. Bu anlamda birliği sağlama noktasında ortak bir dil, tarih ve kültür birliği
dile getirilir olmuşlardır. 1908’den sonra başlayan Millî Edebiyat akımı ve 1911’den sonra kendini gösteren
Yeni Lisan hareketiyle, dilimiz, Arapça ve Farsça kuralların baskısını kıran daha düzenli bir sadeleşme
yoluna girmiştir. Ancak, daha yapılacak çok şey vardır. Üstelik, Türkçe’ye Tanzimat’tan beri girmeye
başlamış olan Batı kaynaklı ve özellikle Fransızca sözlerin durumu da tedirginlik uyandırmaktaydı.
Cumhuriyet’in ilânının ardından çeşitli alanlarda atılımlar yapılırken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Gazi Mustafa Kemal, kültür konularına büyük önem veriyor, sık sık bu konularda konuşmalar
yapıyordu. “Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra, 12 Kasım 1924’te Bakanlar Kurulu’nun 111 sayılı
kararnamesi ile İstanbul’da Türkiyat Enstitüsü kuruldu. Enstitünün ilk müdürü, daha önce dil
tartışmalarında da yer alan edebiyat araştırmacısı Mehmet Fuat Köprülü idi. Enstitünün amacı, eski
çağlardan başlayarak Türk kültürünün çeşitli kollarında araştırma ve yayınlar yapmaktı.
(Akalın,41)Türkiyat Enstitüsü’nün kuruluşu, Gazi Mustafa Kemal’in daha sonra dil ve tarih alanlarında
yapacağı çalışmaların ilk işaretiydi. Nitekim bir toplumun kültüründen bahsederken aklımıza gelen ilk şey
dildir. Ayrıca Milletlerin kültürleri onların ortak olarak uydukları örf ve adetler, onların milli şahsiyetlerinin
temellerini teşkil eder. (Kaplan,1989,29)
Ulusal devleti, tarihî temellere ve coğrafî bütünlüğe dayandırmak düşüncesi ile Atatürk’ün ortaya
koyduğu ve Afet İnan’ın savunduğu “Genel Türk Tarihi Tezi’ne göre Türkler Anadolu’da devlet kuran ilk ulustu.
Osmanlı döneminde batıda ileri sürülen, hatta Anadolu’nun işgaline sebep gösterilen, Türklerin sarı ırktan ve Avrupa
anlayışına göre ikinci sınıf bir insan tipi olduğu, sonradan gasp ettikleri Anadolu topraklarında köklü bir haklarının
bulunmadığı iddialarına karşı geliştirilen bu tarih tezinde Anadolu’nun Türklüğü Sümerlerin ve Hititlerin Turanî
kavimlerden olduğu düşüncesi ile kanıtlanmaya çalışılmıştır. (Akalın,41) Bu anlayış etrafında tarihi birliktelik
gündeme getirilerek bu topluluğu birliktelik duygusuna sevk eden farklı unsurların ne olduğu üzerine
değerlendirmeler yapılma yoluna gidilecektir.
Tarih tezi ile Türklerin Osmanlılardan, Selçuklulardan hatta İslamiyet’i kabullerinden önce de
yaşadıklarını, pek çok zaman Türk kültürünü dünyanın her tarafına yaydıklarını bu tezde savunan Atatürk,
bütün bir mücadeleden sonra batı medeniyetine bu görüşünü kabul ettirmiştir. (Akçora;1989,26)
Yeni kurulan devlet yapısında Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişte tarih ve dil birliğinin
sağlanması gerekliydi. Bunun bilincinde olan Gazi Mustafa Kemal, tarih ve dil konularında araştırma
yapmak üzere birer cemiyet kurulması düşüncesindeydi. Türk tarihi ile ilgili bilimsel çalışmalar yapmak
üzere önce Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 19 Nisan 1931’de kurulur.(Akalın,49) Bu şekilde tarihi araştırmalara
yönelik girişim temellendirilmiş olur.
Bu çalışmalar yeni bir birliktelik algısını da gerekli kılacaktır. Yazı ve Dil temel konu alanını bu
dönemde de teşkil edecektir. Cumhuriyetin ilânından sonra dil konusunda tartışmalar daha çok imlâ ve
alfabe üzerine yoğunlaşmıştı. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında başlayan alfabe tartışmaları, yazı
devriminin yapıldığı 1928’e kadar sürecektir.
Türk Tarih Kurumu akabinde Türk Dil Kurumu da kurularak dil konusunda araştırmaların
başlatılması sürecine girişilmiştir. “Atatürk’ün Türk Dil Kurumu için hedefi iki cepheli olmuştur: 1. Türk dilinin
sadeleşmesi, halkın konuşma dili arasında bir birlik ve ahenk kurulması. Konuşma, edebiyat ve bilim dilimizin kesin
kurallarla tespit edilerek tarihî metinlerden ve yaşayan halk lehçelerinden taramalar, derlemeler yaparak bir kelime ve
terim hazinesi vücuda getirilmesi. Bunların başarılması için zamana ve yeni bir kurulun sürekli çalışmalarına ihtiyaç
gösteriyordu. 2. Dil incelemelerinde ikinci hedef, tarihî araştırmalarda belge olan, ölü veya eski dillerin metotlu bir
şekilde incelenmesi ve mukayese edilmesi” (Akalın,50)
1.3.1.3.1. Güneş-Dil Teorisi
Cumhuriyetten önce tartışma zemini gazete ve dergiler iken, Cumhuriyet döneminde bu zemin,
1932'de başlayan kurultaylar süreci ile genişler. Atatürk döneminde üç dil kurultayı yapılmıştır. 12 Temmuz
1932'de o günkü adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kuruluşundan kısa bir müddet soma 26 Eylül 1932'de
Dolmabahçe'de ilk Türk Dili Kurultayı gerçekleştirilir. Bunu yine Dolmabahçe'de 1934 ve 1936 yıllarında
yapılan ikincisi ve üçüncüsü takip eder. Atatürk, üç kurultayda da çalışmalarla bizzat ilgilenerek
programların ve bazı tezlerin hazırlanışına müdahil olmuş ve kurultayları fikren yönlendirmiştir
Çalışmaların amacı özetle Türk dilini, milli kültürümüzün eksiksiz bir vasıtası haline getirmek ve çağın ihtiyaçlarını
karşılayacak bir mükemmelliğe ulaştırmaktı. (Karahan;1999,845) Atatürk dönemi dil kurultaylarına dil ile
doğrudan ilgisi olsun olmasın çeşitli mesleklerden pek çok aydın katılmıştır.
Bunlar arasında sayıları az da olsa Türk dünyasından Azerbaycan, İdil-Ural ve Kırım'dan çeşitli
zamanlarda Türkiye'ye gelmiş ve yerleşmiş aydınların isimleri hemen dikkati çeker. Bir kısmı doğrudan
Türk dili ile meşgul olan bu aydınlar, sundukları bildirilerle ve komisyonlarda yaptıkları görevlerle
çalışmalara katkıda bulunmuşlardır.
- 637 -
Mesela üç kurultayda da görev alan Abdullah Battal (Taymas), Hamit Zübeyr (Koşay) ikinci ve
üçüncü kurultaya katılan Reşit Rahmeti (Arat), üçüncü kurultaya katılan Sadri Maksudi (Arsal), birinci
kurultay listesinde ismini gördüğümüz Yusuf Akçura, Kazan Türklerindendir. Azerbaycan Türklerinden
Hüseyinzade Ali (Turan), Ahmet Ağaoğlu kurultayların ilkine, Mehmet Sadık (Aran) üçüncüsüne, Ahmet
Caferoğlu ise her üçüne de katılmıştır. (Karahan,846)Bu şahıslar siyasî anlamda Türk İnkılâp hareketlerine
katkıda bulunmuşlarsa da fikrî anlamda katkıları daha geniş çaplı olmuştur, diyebiliriz. Bu kurultaylarda
dil konusunda bir takım görüşler beyan edilmiştir.
Dil bakımından Atatürk'ün bir hedefi de bütün lehçeleri ile Türk dilinin dünkü ve bugünkü durumunun ilmi
yollarla tespit edilmesi idi. Bu sebeple sözlük ve gramer meselesi Atatürk döneminde yapılan bütün kurultayların
çalışma programlarında yer almıştır. Yapılan konuşmalarda bütün lehçeleriyle Türkçenin dünkü ve bugünkü
durumunu gösteren bir sözlük ve gramerin önemi üzerinde durularak hazırlıklar başlatılmıştı. (Karahan,850)
Atatürk'ün Türk dünyasındaki siyası gelişmelere olan yakın ilgisi, kültür alanında da kendisini
göstermiş ve onun dünya Türklüğünü kucaklayan kültür siyaseti, dönemindeki dil kurultaylarına da
yansımıştır. Türk dilinin derinliğine ve genişliğine ele alındığı bu kurultaylarda aydınlar yüzlerini Türk
dünyasına çevirmişlerdir
III. Kurultay'ın ana konusu ise Güneş-Dil Teorisi'dir. Bu teoriden amaç; Türklerin Orta Asya' dan
dünyanın her tarafına yayıldıkları ve kendi dillerindeki kelimeleri de oralara götürdükleri ileri sürülerek Türkçenin
bütün dillerin kaynağı olduğu görüşü ispatlanmaya çalışılmıştır.(Karahan, 848) Güneş-Dil Teorisi, Türk dilinin
eskiliği ve başka dillere kaynaklık ettiği görüşünün dilbilim temellerine dayandırılabileceği görüşünden güç
alan bir teoridir. 1934-1936 yılları, Atatürk’ün aynı zamanda Türkçenin ve öteki dünya dillerinin kökenine
eğilme yönündeki çalışmalara ilgi gösterdiği yıllardır. Teorinin ilham kaynağı Viyanalı Dr. Hermann F.
Kivergitsch’in Atatürk’e gönderdiği 41 sayfalık basılmamış bir incelemesidir. (Korkmaz,60)
Güneş Dil Teorisi’ne göre ;Dilin doğuşunda ilk etken güneştir. Bu da güneşin insan varlığı üzerindeki ana
işlevi ile ilgilidir. Güneş, dünya ve insanlık tarihinin gelişmesi üzerindeki bu ana işlevi ile dinî ve felsefî düşüncenin
doğuşuna kaynaklık ettiği gibi dilin doğuşunda da başlıca etken olmuştur. Çünkü insanoğlu içgüdüleri ile davranan bir
yaratık olmaktan çıkıp da düşünebilen bir varlık hâline gelince, dış alanlar dediğimiz evrende her şeyin üstünde tuttuğu
ilk nesne güneş olmuştur. Güneş; ilkin kendisi, sonra saçtığı ışık, verdiği aydınlık ve parlaklık, ateş, taşıdığı yükseklik,
zaman, büyüklük, güç, kudret, hareket, süreklilik, çoğalma ve benzeri nitelikleri ile düşünen insanın kafasında çok
yönlü bir kavram olarak belirmiştir. Bu yüzden ilk insanlar su, ateş, toprak, büyüklük ve benzeri bütün maddî ve
manevî kavramları birbirlerine, güneşe verdikleri tek adla anlatmışlardır. Bu kavramı anlatan ilk ses de Türk dilinin
kökü olan ağ sesidir. (Akalın,60)
Türk dilinin eskiliğini ortaya koyan bu teori, aynı zamanda dünyadaki dillerin de Türk dilinden
kaynaklandığını ve Türkçenin bütün dillerin kökü olduğu düşüncesini de işliyordu. Bir toplumun en önemli
varlıklarından birisi de dildir. Düşünce dil ile mümkün olan zihnî etkinliktir. Bu da tüm dalları ile kültürü
doğurur. (Bayraktar ve diğerleri;2002,214) Dolayısıyla Güneş-Dil Teorisi, Dil Devrimi’nde yeni bir dönemin
başlangıcı oldu. Teoriye göre madem bütün dillerin kaynağı Türkçe idi, o halde Türkçeye bu dillerden geçen sözlerin
kökeni de Türkçe idi. (Akalın,61)
Dil Devrimi’ne giden yolda en önemli adım kuşkusuz, Yazı Devrimidir. Dil Devrimi, başka bir
anlatımla, İstiklâl Savaşı’nın kazanılmasından ve Cumhuriyet rejiminin kurulmasından sonra, Atatürk’ün
gerçekleştirdiği ulusal temeldeki sosyal yenileşme hareketlerinin dille ilgili bölümüdür. (Korkmaz,54) Yazı devrimi
ise Arap alfabesi yerine Lâtin alfabesi temelindeki millî Türk alfabesini geçerli kılan bir değişimin ifadesidir.
(Korkmaz,58) Dil, yalnızca bir konuşma aracı değil, aynı zamanda düşünceyi anlatıma dönüştürme aracı
olduğu için, kültürün yaratıcısı ve geliştiricisi görevini de yüklenmiş bulunuyordu. Dolayısıyla dil, millî
kültürün temel direği durumunda idi. (Korkmaz,57)
Atatürk, Batı dünyasındaki gelişmeleri izleyen ve toplum nezdinde ilerlemeyi şiar edinmiş bir
devrimci olduğu için, eski Türk kaynaklarına inilerek alınacak bir alfabe yerine, Lâtin alfabesi yapısı
temelinde bir alfabenin uygun olacağı görüşünde idi. Rusya Türkleri de bu yenilik hareketinin fikrî zeminini
temin etme noktasında neşrettikleri eserlerde bu konu üzerinde hem kendi toplulukları hem de Türkiye’deki
soydaşlarının dil anlayışına ilişkin değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Bu konuda Sadri Maksudi; Yazıcılar öteden beri alıştıkları yabancı kelime ve terkipler yerine Türkçe söz ve
tabirler hazırlamalı, bunun için de bütün gazete muharrirlerimiz, romancılarımız, şairlerimiz yeniden ciddi surette öz
Türkçeyi öğrenmelidirler. Bu bir milletçilik borcudur. Saltanat yerine halk hakimiyeti eski Arap elifbası yerine halk
diline uygun yeni Türk harfleri kaim olmuştur. Bu inkılâbın tabii kaçınılmaz neticesi Osmanlı devri tahrir lisanı yerine
öz Türkçe yazı dili gelmesidir. (Maksudi;1934,19)
Ahmet Ağaoğlu ise; Dil devrimi ile ulus öz benliğine kavuşacaktır, fakat her yazıcı kelime uydurarak işi
karıştırmamalıdır. (Ağaoğlu;1935,51) diyerek dil devriminin gerekliliği üzerinde durmuştur. Ahmet Ağaoğlu
bu konuda ayrıca Dil devrimi kurtuluş savaşının en mühim ve yaratıcı hamlesidir ve behemehâl yapılmalıdır. Fakat
bu hamle, ulusun daha her yanı aydınlaşmamış olan içi ve özüyle alâkadar olduğundan, büyük bir ihtiyatla
ilerlemelidir. (Ağaoğlu,34)
- 638 -
Yusuf Akçura, Türk milliyetçiliğinin savunucusu kimliği ile kaleme aldığı eserlerinde görüşlerini
şöyle ifade etmektedir: “ Bütün Asya ile bir kısım Avrupa’ya yayılan Türk dilinin eskiden kalma ve şimdi kullanılan
yazılmış ve yazılmamış kelimelerini derlemek, onlar üzerinde usullü çalışıp bir neticeye gelinmek, çok çalışmaya
muhtaçtır…Türk kelimelerinin yerini tutan Arapça, Acemce, Fransızca, Rusçalarını kullanmakta devam edilirse yeni
yeni yabancı kelimelerin girmesini men edemeyiz. Hasılı Türkçe Osmanlıca denilen ve Osmanlı siyasi heyeti gibi karma
karışık olan halinden kurtulamaz.” (Akçuraoğlu;1933,8)Türkçe’nin arîleştirilmesine ilişkin görüş beyan etmiştir.
Cafer Seydahmet ise; “ Muhtelif kabilelere ayrılmış olan bütün Türklerin bir millet olduğu bizden ve bizim
umumi, milli, siyasi düşüncelerimizin inkişafından değil, hatta doğmasından evvel, nasıl garp alimleri tarafından ispat
edilmişse, Türk şiveleri veya lehçeleri arasındaki farkın Türk dilinin birliğini ihlal edemediği de yine muhtelif
mekteplere mensup alimler tarafından tereddüt kabul etmez bir şekilde meydana konulmuştu.” (Seydahmet;1933,13)
Tüm bu durumlar neticesinde 1926’da Bakû’de Birinci Türkoloji Kongresi yapıldı. Türkiye’den
Köprülüzade Mehmet Fuat ve Hüseyinzade Ali Beylerin katıldığı bu kongrede uzun tartışmalardan sonra
Lâtin kaynaklı bir alfabe benimsendi ve buna Birleştirilmiş Türk Elifbası adı verildi. Bu alfabe aşamalı olarak
Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetlerince kullanılmaya başlandı. 1927’de Azerbaycan’da Lâtin yazısı
kullanılmaya başlanmıştı. 3 Şubat 1928’de İstanbul’da hutbe Türkçe olarak okunmaya başlanmış, aynı yılın
24 Mayıs’ında da Türkiye Büyük Millet Meclisi, yazı devriminin öncüsü olarak Lâtin rakamlarını kabul
etmişti. (Akalın,43) Yeni yazının tüm yurtta yaygınlaştırılması için gerekli çalışmalar başlatılmıştır. “Amaç,
okuma yazma oranını artırmak, milleti cehaletten kurtarmaktı. Millet Mektepleri 1 Ocak 1929 günü resmen açıldı.
Kadın erkek, genç yaşlı demeden herkesin Millet Mekteplerinde yeni yazıyı öğrenmesi amaçlanmıştı” (Akalın,46)
SONUÇ
Toplumların var olma mücadelesi etkileşim ve ortak duyguya sahip bir ruhla mümkündür. Rusya
Türkleri ve Türkiye arasında mevcut olan bu ortak ruh, mensubu bulundukları toplumların aydınlarını
görüş teatisinde bulunmaya sevk etmiştir. Rusya Türkleri, asimile politikalarına karşı yürüttükleri siyasette
geri kalmış eğitim sisteminden sıyrılarak yeni bir eğitim sistemi geliştirilerek bu geri kalmışlığa karşı
konulabileceğinin bilincine varmışlardır. Türk İnkılâp Tarihi sürecine bakıldığında da aynı şekilde yeni bir
eğitim sistemi, yeni bir yazı, yeni bir sosyal dönüşüm aşamaları göz önünde bulundurularak artık çağdaş
nitelik arz etmeyen bazı kurum ve kuruluşların lağvedilerek yerine yenilerinin tesis edilmesi ön
görülmüştür. Dikkat edildiği takdirde gerek Türkiye’de ve gerekse Rusya’daki Türkî zümrelere mensup
aydınlar bilhassa Fransa’da eğitim gördükten sonra yurtlarına döndüklerinde Batılı ülkelerin
gelişmişliklerinin örnek alınması gereği üzerinde durmuşlardır. Yapılmak istenen değişikliklerin
kamuoyuna duyurulabilmesi için de basın-yayın organlarından istifade etme yolunu seçmişlerdir. Rusya
Türkleri, bilhassa Türk İnkılâpları sürecinde Türk siyaset hayatında etkin rol oynayarak, Atatürk’ün yanı
başında bulunmuşlar ve ona görüşlerini beyan ederek fikrî mahiyette desteklerini esirgememişlerdir. Kendi
yurtlarında uyguladıkları politikalarla da Türk toplumu için örnek teşkil ettiklerini söylememiz
mümkündür. Ayrıca Atatürk de Türk insanının geçmişini, kültürünü, yaşadığı coğrafya üzerinde
araştırmalar yaptırarak Rusya Türkleri’nin de Rusya tarafından silinmeye yüz tutmuş olan tarihî geçmişini
yeniden gün yüzüne çıkarmayı amaçlamış bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
AÇIK, Fatma (2008). “XX. Asrın Başlarında Türk Dünyasında Yaşanan Alfabe Değişikliklerinin Sebepleri, Gelişimi ve Sonuçları”,
Başkent Üniversitesi Ve Türk Dil Kurumu I. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu,s.
AĞAOĞLU , Ahmet,(1935).” Dil Devrimi”, Evrensel Ay, nr,51, Mart .
AKALIN, Şükrü Haluk, (1992). “Cumhuriyet Döneminde Türkçe”, Türkler, C. 18, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara .
AKÇORA Ergünöz, (1989). “ Atatürkçü Düşüncede Milli Tarih ve Milli Kültür”, Türk Dünyası Tarih Dergisi Aralık .
AKÇURA, Yusuf, (1928). “Türk Yılı: 1928”, İstanbul: Yeni Matbaa.
AKÇURAOĞLU Yusuf, (1933).”Türk Dilinin Geçmişi, Bugünü ve Yarını”, Çığır, nr.8, Aralık .
ARABACI, H. Murat(2008).” 1783 Yılından Sonra Kırım Türklerinin Osmanlı Devleti İle Kültürel İlişkileri” ,Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Volume 1/2 Winter .
BAYRAKTAR, Bayram, Muhammed Karakaş, Hasan Özsoy(2002).Çağdaş Türkiye Tarihi, İnkılâp Yayınevi, İstanbul .
CENGİZ , Yasin,(2008). Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Kapanışı Sonrasında Mutedil- Muhalif Bir Kimlik Olarak Ahmet Ağaoğlu ve Basındaki
Sesi:Akın, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Konya .
COŞAR ,Asiye Mevhibe ,(1992).”Cumhuriyet Dönemi Dil Hareketleri ve Dil Tartışmaları”, Türkler, C. 18, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara .
CUCUNEL, Hakan,(2004). Türk Dil Devriminin Ulus Devlet Olma Sürecine Katkısı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek
Lisans Tezi, Ankara .
DEMİR, Gafar, (2008).Yusuf Akçura’nın TBMM’deki Faaliyetleri, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul .
ERCİLASUN , Ahmet Bican, (2004). “Tarihi Akışı İçinde ve Cumhuriyet Döneminde Türk Dili”, BAL-TAM Türklük Bilgisi Prizren, S. 1.
Eylül .
EROĞLU, Hamza,(1982). Türk İnkılâp Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul .
EROL , Ali, (2011). “ Modern Azerbaycan Edebiyatı’nın Kuruluş Yıllarında Türkçe Meselesi”, Turkısh Studıes, Volume 6/1 Wınter .
GARAŞOVA , Sevil,(2004). “ XX. Yüzyıl Azerbaycan Fikir Tarihinde Ali Bey Hüseyinzâde’nin Yeri”, Selçuk Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, S. 16,Güz.
- 639 -
GASIMOV, Musa,(2002). “ Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Rusya’nın Azerbaycan’da Türkçülük ve İslamcılıkla Mücadelesi”,Türkler,
C.18, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara .
GEORGEON , François, (2006).Osmanlı- Türk Modernleşmesi( 1900-1930),Çev. Ali Berktay,YKY, İstanbul .
KANLIDERE, Ahmet, (2004). “Sovyet ve Türk Tarih Yazıcılığında Rusya Müslümanlarının Düşünce Tarihi”, Türkiye Araştırmalar
Literatür Dergisi, C. 2, S. 1.
KANLIDERE, Ahmet, (2002). “XIX. ve XX. Yüzyıllarda Kazan Tatarları”, Türkler, C. 18, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara .
KAPLAN, Mehmet ,(1989).Kültür ve Dil, Dergah Yayınları, İstanbul .
KARAHAN, Leyla, (1999). “Atatürk Dönemi Dil Kurultaylarında Türk Dünyası”, Türk Dili, S :574, Ekim.
KHALID ,Adeeb,(2002). “ Cedidcilik ve Orta Asya’daki Yeni Kimliklerin Ayrıntılarına Giriş”, Türkler C. 18, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara .
KORKMAZ,Zeynep(1992). “ Atatürk ve Dil Devrimi”, Türkler Ansiklopedisi, C. 18, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara.
KOŞAY , Hamit Zübeyr,(1929). “ Dil Yenileşmesine Dair”, Türk Yurdu, c. 3-2, nr. 17-18/211-212 Mayıs- Haziran.
MAKSUDİ , Sadri,(1934). “Dil Düzeltme İşinde Yazıcıların Borçları”, Öz Dilimize Doğru, nr. 19, 30 Haziran .
ÖZ, Şaban,(2009). “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Medeniyet Tasavvurları- Ahmet Ağaoğlu(1869-1939) Özelinde”,Turkısh Studıes, Volume
4/3 Spring.
ÖZKAN , Asaf, (2005). Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu’nun Türkiye’nin Kültür ve Düşünce Hayatına Etkileri, Atatürk Üniversitesi Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum .
PULTAR, Gönül, (1996). Sadri Maksudi Arsal’ın Türkiye’deki Hizmetleri, TC. Devleti’nin Kuruluş ve Gelişmesine Hizmeti Geçen Türk
Dünyası Aydınları Sempozyumu Bildirileri( 23- 26 Mayıs 1996), Edit. A. Yuvalı, Mustafa Argunşah, Mustafa Keskin, Ayhan Öztürk,
Kayseri .
SAKAL , Fahri,(1995). Ağaoğlu Ahmet Bey, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Tezi, Samsun .
SEFERCİOĞLU,Necmettin,(1931).Kitaplar ve Mecmualar Arasında, Türk Yurdu 21, (Şubat )C.6-26, S. 38-232,Ankara.
SEYİT AHMET ,Kırımlı Cafer, (1933). “Dil Meselesi ve Bolşevikler, Azerbaycan Yurt Bilgisi”, nr.13, Aralık .
SWIETOCHOWSKİ , Tadeusz ,(1991), “ 1920 Öncesinde Rus Azerbaycan’ında Milli Kimliğin Yükselişi ve Edebi Dil Politikası “, Ethnic
and Radal Studies, 14/1, London.
UCA,, Alaaddin ,(1997).”Ziya Gökalp ve Ona Türklüğü Aşılayan Adam: Hüseyinzade Ali Bey”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S. 8, Erzurum .
VOZGRİN, Valeri,(2002). “ Çarlık Zamanında Kırım’da Türk Milli Hareketi”, Türkler C. 18, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara .
ZENKOVSKY, Serge A.,(2000) Rusya’da Türkçülük ve İslâm, Çev: Ali Nejat Ongun, Günce Yayıncılık, Ankara .
- 640 -